Bölüm anahatları

  • Kuzeyi ve doğusu bir hilâl şeklinde Suriye topraklarıyla kuşatılmış olan Lübnan güneyde 60 kilometrelik bir sınırla İsrail’e komşudur; batıda ise Akdeniz’e açılır. Tek meclisli ve çok partili bir rejimle yönetilen ülkenin resmî adı el-Cumhûriyyetü’l-Lübnâniyye, yüzölçümü 10.400 km2, nüfusu 4.376.900 (2003 tah.), başşehri Beyrut (1.100.000), diğer önemli şehirleri Trablusşam (240.000), Sayda (140.000) ve Sur’dur (110.000).

    I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA
    Oldukça sade bir görünüm sergileyen yüzey şekillerinin ana çizgilerini Lübnan dağları (Cebelilübnan) belirler. Bu dağlar kuzey-güney doğrultusunda 160 km. uzunluğunda olmak üzere ülkeyi baştan başa katedip toplam yüzölçümünün yaklaşık yarısını kaplar. Kuzeye doğru gidildikçe yüksekliği ve genişliği artan kalker yapılı Lübnan dağlarının kuzey kesiminde 3088 metreye erişen Kurnetüssevde zirvesi ülkenin en yüksek noktasıdır. Lübnan dağlarıyla Akdeniz’in arasına, doğu-batı doğrultusundaki genişliği yer yer 40 kilometreyi bulan dar bir kıyı ovası girer. Lübnan dağlarıyla daha doğudaki Antilübnan dağları (Cebelüşşarkī) arasında da Bikā‘ (Bekā‘, Bekaa) vadisi yer alır. Doğu Afrika’nın Göller bölgesinden Anadolu topraklarına kadar uzanan dünyanın en büyük fay hattı üzerinde bulunan Bikā‘ çukurunun tabanına batıdaki Lübnan dağlarından ve doğudaki Antilübnan dağlarından çok dik yamaçlarla inilir. Buna karşlık Lübnan dağlarının Akdeniz’e bakan batı yamaçları kıyı düzlüğüne ve aynı şekilde Antilübnan dağlarının doğu yarısı da Suriye topraklarına tedrîcen alçalır.

    Ülkenin iklimi kıyıdan içeriye doğru gidildikçe değişiklik gösterir. Kıyı kesiminde Akdeniz iklimi hüküm sürer; burada kışlar yumuşak ve yağışlı, yazlar sıcak ve nemlidir. Lübnan dağlarının batı yamaçlarında yağışlar boldur; yüksek kesimlerine ise yağış kar şeklinde düşer. İki dağ sırası arasında bulunan Bikā‘ vadisinde karasal, hatta çöl iklimi özellikleri taşıyan bir iklim hâkimdir. Kıyı şeridinde 900 mm. kadar olan ortalama yıllık yağış tutarı Lübnan dağlarının bazı yüksek kesimlerinde 1500 milimetreye kadar çıkar. Bikā‘ vadisinde yağışın 400 milimetrenin de altında olduğu kesimler vardır. Bitki örtüsünü teşkil eden sedir ormanlarının yoğun biçimde Lübnan dağlarında bulunması, bu ağaç türünün bitki coğrafyasında bu dağların adıyla (Cedrus libani “Lübnan sediri”) olarak anılmasına yol açmıştır. Eskiçağ’lardan beri gemi inşasında çok kullanılan Lübnan sedirleri bütün Akdeniz dünyasında olduğu gibi günümüzde bu ülkede de azalmış, yer yer küçük alanlar halinde kalmıştır. Sedirin azalmasından sonra Lübnan dağlarının batı yamaçlarında çeşitli çam türlerinin yetiştirilmesine başlanmıştır. Ancak yine de orman alanlarının eski asırlara göre gerilemesine rağmen Lübnan dağları halen Ortadoğu’nun en sık bitki örtüsüyle kaplı kesimidir. Ülkede genellikle Lübnan dağlarının yamaçlarından doğarak Akdeniz’e ulaşan kısa boylu fakat suyu bol akarsulara rastlanır. Bikā‘ vadisindeki Ba‘lebek eşiğinden doğarak güneye doğru akan ve Lübnan sınırları içerisinde denize dökülen Leytani (Leontes) nehriyle kuzeye doğru akan ve Lübnan’dan sonra Suriye topraklarından geçip Türkiye sınırları içinde Akdeniz’e ulaşan Âsi (Orontes) nehri diğerlerinden daha uzun ve daha önemlidir.

    Resmî dili Arapça olan Lübnan dinî ve etnik bakımdan çok karışık bir ülkedir. Derin vadiler araziyi birinden diğerine geçilmesi güç kompartımanlara böldüğünden buralarda çeşitli din ve etnik gruplardaki halk âdeta ayrı cemaatler halinde yaşar; bu cemaatlerin başlıcaları Sünnî müslümanlar (kıyı kesiminde), Şiî müslümanlar (Bikā‘ vadisinde ve güneyde), Katolik Mârûnîler (büyük bölümü Lübnan dağlarında), Dürzîler (Lübnan dağlarının orta kesiminde), Ortodoks Rumlar (kıyı şehirlerinde) ve Katolik Ermeniler’dir (güneyin kırsal kesimlerinde). Bunların oranı hakkında resmî istatistikler bilgi vermemekte, gayri resmî kaynakların verdiği bilgiler de birbirini tutmamaktadır. 

    İbrânîce Lebānon, Süryânîce Lebnān, Arapça Lübnân, Grekçe Libanos, Latince Libanus ve günümüz bazı Batı dillerinde Lebanon şeklinde kullanılan Lübnan kelimesinin Sâmî dillerde “beyaz” anlamında lbn kökünden geldiği, karla kaplı dağların beyaz görüntüsünden dolayı bölgeye bu adın verildiği kaydedilmektedir. Tarihi milâttan önce 3000 yıllarına kadar götürülebilen Lübnan Fenikeliler, Asurlular, Bâbilliler, Persler ve Makedonya Krallığı gibi birçok kavim ve devletin ardından milâttan önce 64’ten itibaren Roma İmparatorluğu’nun, daha sonra da Bizans’ın hâkimiyeti altına girmiştir. Hem Akdeniz ticaretinin hem Suriye üzerinden bütün Asya ticaretinin yönlendirildiği Lübnan toprakları Roma ve Bizans İmparatorluğu’nun da en hareketli bölgeleri arasında yer almış, Avrasya ticaretinin önemli temas noktalarından birini oluşturan sahil şehirleri İslâm döneminde de aynı işlevini sürdürmüştür.

    Bizans İmparatoru Herakleios’un yenilgiye uğratılmasıyla sonuçlanan Yermük Savaşı’ndan (15/636) sonra İslâm orduları günümüz Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin topraklarına hâkim oldular. Bölge müslümanlar için ticarî, hıristiyanlar için dinî açıdan önemli idi. Mekkeliler’in ticaret kervanlarını Suriye’ye bağlayan yol Lübnan topraklarından geçiyordu. Hz. Îsâ Sûr (Tyre) ve Sayda (Sidon) şehirlerine ayak basmış, havârilerden Aziz Pavlus Sûr’da bir kilise inşa etmişti. Bölge, Hz. Ömer döneminde 14 (635) yılından itibaren sürdürülen fetihler neticesinde Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın başkumandanlığında Yezîd b. Ebû Süfyân ve kardeşi Muâviye’nin kumandasındaki ordular tarafından İslâm topraklarına katıldı. Halife Ömer bölgeyi önce Yezîd’in, onun ölümünden sonra da Muâviye’nin yönetimine verdi. Hz. Osman devrinde bölge valisi Muâviye tarafından görevlendirilen Süfyân b. Mücîb el-Ezdî Trablus’u kuşatarak fethetti. Muâviye bu dönemde çok sayıda yahudiyi buraya yerleştirdi (Belâzürî, s. 181, 182). Fethinden itibaren Ürdün askerî eyaletine (cünd) bağlı olan Sûr hariç, Dımaşk askerî eyaletine bağlı olan Lübnan bölgesi Emevîler devrinde de bu konumunu devam ettirdi. Muâviye hilâfet merkezini Dımaşk’a nakledince Lübnan’ın da dahil olduğu Suriye bölgesinin (Bilâdüşşam) önemi arttı. Emevîler döneminde özellikle Bizans’a yönelik seferler sırasında Bizans’tan gelebilecek tehlikeler karşısında güçlü bir savunma oluşturabilmek amacıyla bölgenin sahil kesiminin imar ve iskânına önem verildi. Benî Rebîa ve Benî Hanîfe gibi Arap kabileleri bölgeye yerleştirildi. Bu arada çeşitli İranlı kabileler Beyrut, Sûr ve Sayda şehirlerinde iskân edildi. Haleflerinin de Muâviye’nin bu politikasını devam ettirmeleri sonucunda Lübnan’da İslâmiyet hızla yayıldı. Bölgenin nüfus yapısında önemli yeri olan Mârûnîler, hemen hemen aynı dönemlerde Bizans içindeki mezhep çatışmaları sebebiyle bölgeye yerleştiler. Bütün bu grupların yanında Bizans kaynaklarında Mardaites (Merdeîler), Arap kaynaklarında Cerâcime olarak adlandırılan ve çıkardıkları isyanlarla sık sık problem oluşturan bir grup da VIII. yüzyılda bölgeye yerleşti. Bizans gazâlarıyla meşgul olan ve kendilerine “zühhâdü’s-sugūr” denilen dervişler ise daha ziyade sahil bölgelerinde iskân edildi. Böylece Emevîler devrinde genel olarak Lübnan’da tarımla uğraşan hıristiyanlarla Trablus, Beyrut, Sayda ve Sûr gibi sahil şehirlerinde gazâ ile meşgul olan müslümanlardan oluşan bir toplumsal yapı ortaya çıktı. Bu dönemde Bizans donanması birkaç defa sahil şehirlerine saldırdıysa da alınan tedbirler sonucunda başarılı olamadı.

    Arap coğrafyacıları, Lübnan toprakları içinde bulunan Sayda ve Sûr şehirlerinin hem ticarî hem de Dımaşk şehrini korumaları açısından taşıdıkları askerî ve stratejik öneme dikkat çekmişlerdir. Belâzürî’ye göre Halife Hişâm b. Abdülmelik Akkâ’daki tersaneyi Sûr şehrine nakletmiş, böylece şehir müslümanların deniz kuvvetleri üssü haline gelmiştir (a.g.e., s. 169). Bu dönemde şehre yapılan su kuyuları ve dağıtım şebekesi, eserini X. yüzyılın ikinci yarısında yazan coğrafyacı Makdisî’ye göre şehrin su ihtiyacını karşılamaktaydı. Abbâsîler, Emevîler’in bölgede uyguladıkları politikayı devam ettirerek Lübnan’ın Dımaşk’a bağlı olan idarî yapısını korudular ve sahil şehirlerini tahkime önem verdiler. Ancak devlet merkezini Suriye’den Irak’a nakletmeleri bölgenin siyasî konumunu zayıflattı. Bu durum Abbâsî valilerinin daha serbest hareket etmelerine ve zaman zaman halka zulmetmelerine sebep oldu. Nitekim bölgede Abbâsîler’in ilk döneminde haraç âmiline karşı Müneytıra’da çıkan isyan bu tür uygulamalara karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Abbâsîler, Bizans saldırılarına ve isyanlara karşı bölgede yeni düzenlemeler yapmak zorunda kaldılar. Beyrut, Sayda ve Trablus gibi sahil şehirlerine gerçekleştirilen Bizans saldırılarıyla iç kesimlerdeki isyanları önlemek üzere bölgeye Tenûhîler, Kilâbîler gibi Arap kabileleri yerleştirildi.

    Abbâsîler’in zaman içinde zayıflamaları sonucunda merkeze uzak bölgelerdeki valiler bağımsızlıklarını elde etmeye başladılar. Lübnan toprakları IX. yüzyılın son çeyreğinde Tolunoğulları’nın hâkimiyetine geçti. Bu dönemde Lübnan’ın güney kesimlerinde yayılma imkânı bulan İsmâilî-Karmatî hareketi özellikle bölgenin istikrarında önemli rolü olan Tenûhîler tarafından kabul gördü. Lübnan, X. yüzyıl başlarında Tolunoğulları’nın yıkılmasıyla kısa süreli olarak tekrar Abbâsî âmillerinin yönetimine girdi. Ardından bir dönem İhşîdîler’in idaresi altına giren bölge 358’den (969) itibaren tedrîcî olarak Fâtımîler’in hâkimiyetine geçti.

    Fâtımîler devrinde Lübnan’ın siyasî ve dinî tarihini günümüze kadar etkileyen önemli değişiklikler gerçekleşti. Esasen Lübnan, özellikle Abbâsîler’den itibaren yönetim merkezlerine uzak ve yarı müstakil konumu sebebiyle öteden beri İsmâilîlik, Nusayrîlik gibi gayri Sünnî mezhepler için uygun bir nüfuz alanıydı. İsmâilîlik bölgede IX. yüzyılın başlarından itibaren yayılmaya başlamıştı. Fâtımîler’in politikası sonucu Lübnan’da Şiîler’in nüfuzu arttı. 1047 yılında Lübnan’a gelen Nâsır-ı Hüsrev, Trablus ve Sûr halkının büyük kısmının Şiî olduğunu kaydeder (Sefernâme, s. 20, 21). Halife Hâkim-Biemrillâh devrinde Dürzîlik de yayılma imkânı buldu. Sünnîler daha ziyade şehirlerde yaşamaya devam ettiler. Bölgenin dinî yapısındaki bu köklü değişme XI. yüzyılda çeşitli gruplar arasında çatışmalara sebep oldu. Kısa süreli ve istikrarsız Selçuklu hâkimiyeti sırasında bölgede Sünnîlik tekrar yaygınlaşmışsa da Selçuklular’ın kendi aralarındaki ihtilâfların bir neticesi olarak bölgenin özellikle sahil kesimleri tekrar Fâtımîler’in eline geçti. Fâtımîler döneminde bölgeye gelen seyyahların verdikleri bilgilerden Lübnan’da tarımın çok geliştiği, Bizans, İtalya, Sicilya, Endülüs ve Mağrib’den gelen gemiler kanalıyla yapılan canlı bir ticarî faaliyetin olduğu anlaşılmaktadır.

    Öte yandan Lübnan, gerek ticarî gerek dinî önemi sebebiyle hıristiyan dünyasının ilgi odağı olmaya devam etti. 364’te (975) Bizans İmparatoru I. Ioannes Çimiskes, Beyrut’u ele geçirdiyse de Fâtımîler şehri hemen geri aldılar. I. Haçlı Seferi sırasında Lübnan sahil şehirlerine karşı yapılan Bizans seferleri bir süre daha devam ettikten sonra varılan anlaşmalar neticesinde bölge istikrara kavuştu. XI. yüzyılın ikinci yarısında Fâtımîler’in bölgede hâkimiyetleri zayıflamaya başlayınca Sûr’da Ukaylîler, Trablus ve civarında Ammâroğulları müstakil hânedanlıklar kurdular. XII. yüzyıl başlarında Lübnan topraklarına giren Haçlılar 1124’te bütün sahil şehirlerini ele geçirdiler. Böylece bugünkü Lübnan toprakları Ba‘lebek ve iç bölgeler dışında Haçlı yönetimi altına girmiş oldu. Haçlılar döneminde Lübnan üç idarî bölüme ayrıldı. Beyrut’un kuzeyinden Trablus’a kadar olan bölge Trablus Kontluğu’na (1099-1291), Beyrut, Sayda ve Sûr Kudüs Krallığı’na (1109-1289) bağlıydı. Lübnan’ın iç kesimleri ise müslümanların hâkimiyeti altında bulunuyordu.

    Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Hittîn zaferi (583/1187) ve ardından Kudüs’ü fethi (585/1189) Lübnan topraklarında yeni gelişmelere yol açtı. Selâhaddin, Beyrut ve Sayda’yı da fethederek Trablus Kontluğu ile Kudüs Krallığı arasındaki irtibatı kopardı. Onun ölümüyle ortaya çıkan iktidar mücadelelerinden faydalanan Haçlılar 1197’de bu şehirleri tekrar ele geçirdiler. Ardından Eyyûbîler ve Haçlılar arasında yapılan anlaşmalarla Lübnan’ın sahil kesimi Eyyûbî devri boyunca Haçlılar’ın elinde kaldı.

    664 (1266) yılından itibaren Lübnan topraklarını almak için Haçlılar’la mücadele eden Memlük Sultanı I. Baybars 1271’de Trablus Kontluğu’na bağlı pek çok kaleyi fethetti. Ancak Haçlı tehlikesi karşısında anlaşarak geri çekilmek zorunda kaldı. Lübnan topraklarıyla ilgili olarak Haçlılar’la çeşitli anlaşmalar yapan Kalavun, idaresinin son yılarında Trablus’u geri almayı başardı (688/1289). 690’da (1291) sahil şehirlerini ele geçirerek Haçlı hâkimiyetine son veren el-Melikü’l-Eşref Halîl b. Kalavun bu şehirlerin kale ve istihkâmlarını yıktırdı. Memlükler’in bölgedeki tam hâkimiyetleri, XIV. yüzyıl başlarında kendilerini uzun yıllardır uğraştıran Kesrevan’daki Dürzî ve Nusayrî zümreleri yenmeleri ve bölgeye bazı Türkmen aşiretlerini yerleştirmeleriyle gerçekleşti.

    Bölge, Memlükler döneminde eskiden olduğu gibi Suriye (Bilâdüşşam) idarî yapılanmasına dahildi. Bu devirde Suriye toprakları Dımaşk, Halep, Hama, Trablus, Safed ve Kerek nâibliklerinden oluşuyordu. Lübnan’ın kuzeyi Trablus nâibi tarafından yönetiliyordu. Memlük sultanı tarafından tayin edilen Trablus nâiblerinin memlük askerî hiyerarşisinde en yüksek rütbe olan emîr-i mie ve mukaddemü’l-elflerden seçiliyordu. Bu durum Kuzey Lübnan’ın bu dönemde önemli bir merkez olduğunu göstermektedir. Yine bu devirde Beyrut ve daha güneydeki şehirler Dımaşk nâibliğine bağlı dört birimden birini oluşturuyordu. Dımaşk nâibü’s-saltanasının tayin ettiği Ba‘lebek nâibi Lübnan’ın iç kesimlerinden sorumluydu. Ba‘lebek nâibine bağlı Beyrut ve Sayda ise valiler tarafından yönetiliyordu. Köyler ve kasabalar emir, şeyh veya mukaddem olarak adlandırılan ve statüleri farklılık gösteren liderlerin idaresi altındaydı.

    Memlükler bölgeye geldiklerinde sahil şehirleri daha ziyade Katolik hıristiyanlar tarafından iskân edilmişti. Özellikle Fâtımî hâkimiyetinde Dürzîlik, İsmâilîlik ve Nusayrîlik gibi gayri Sünnî mezhepler bölgede yaygınlaşmıştı. Memlükler döneminde Lübnan’ın nüfus yapısı müslümanlar, özellikle de Sünnîler lehinde gelişti. Selçuklular’ın XI. yüzyılda başlattığı bölgeyi yeniden Sünnîleştirme süreci Memlükler tarafından pekiştirildi. Lübnan’ın sahil kesimi Memlükler devri boyunca Haçlı saldırılarına mâruz kaldı. Bunun sonucu olarak sahil şehirleri tekrar tahkim edildi. Dürzî, Nusayrî ve Mârûnîler’in zaman zaman çıkardığı isyanlar Memlük kuvvetleri tarafından bastırıldı.

    Lübnan, XIV. yüzyıldan itibaren güçlü Memlük hâkimiyeti altında istikrarlı bir dönem geçirmiştir. Bu dönemde Venedik, Ceneviz, Amalfi, Pisa ve Kıbrıslı tüccarların gemilerle Lübnan’ın sahil şehirlerine geldikleri, Beyrut’ta bu tâcirlere ait hanlar olduğu bilinmektedir. Beyrut milletlerarası ticaret merkeziydi ve Trablus’la birlikte doğu-batı yönündeki baharat ticaretinin ana limanlarının başında yer alıyordu. Şehirde bir gümrük idaresi vardı. Gümrük Dımaşk nâibinin gönderdiği idareciler tarafından yönetiliyordu. Venedik ve Cenevizliler’in Haçlılar devrinde bölgede açtıkları konsolosluklar, hanlar ve kiliseler Memlükler döneminde de faaliyetlerini sürdürmüştür. Memlükler, hıristiyanlarla yaptıkları ticarî anlaşmalarla onların haklarını koruyacaklarına ve kutsal mekânlarına zarar vermeyeceklerine dair menşurlar akdetmişlerdir. Lübnan, 922 (1516) yılında Yavuz Sultan Selim’in Suriye-Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.

    Bölgeyi dolaşan seyyahlar Lübnan’ın Osmanlı öncesindeki dönemleri hakkında dikkat çekici bilgiler vermişlerdir. Nâsır-ı Hüsrev’den sonra bölgeye gelen seyyahlardan biri yahudi asıllı Tudelalı Benjamin’dir (XII. yüzyıl). Aynı devirde Şerîf el-İdrîsî Sûr şehrindeki cam, seramik ve tekstil sanayiinden bahseder. Bölgenin özellikle Haçlı hâkimiyetindeki dönemi hakkında bilgiler İbn Cübeyr’in seyahatnâmesinde yer almaktadır. İbn Battûta’nın eserinde de Lübnan’ın Memlükler devrindeki durumuna dair bilgiler bulunmaktadır.


    Kıyı bölgelerinde turunçgillerle muz ve zeytin, Lübnan dağlarının kıyı ovasına bakan alt yamaçlarında -taraça ziraatı sistemiyle- elma, armut, şeftali, üzüm ve Bikā‘ vadisinde tahıl, patates, kavun ve çeşitli sebzeler üretilen Lübnan’ın ekonomisi çoğunlukla tarıma dayanır. Tarımın yanı sıra hayvancılık da yapılır (dağlık coğrafyanın sonucu olarak daha çok keçi, daha az koyun ve büyükbaş hayvan). Akdeniz sularındaki hızlı kirlenme kıyı balıkçılığına darbe indirmiştir. 1975’te başlayan iç savaş da o yıllara kadar ekonomide önemli bir yeri olan ticaret ve bankacılık sektörüne darbe indirmiştir ve halen bu etkinliklerin yeniden canlandırılmasına çalışılmaktadır. Yer altı zenginlikleri bakımından fakir olan ülkede (az miktarda linyit ve demir) sanayi faaliyetleri daha çok besin, dokuma, yapı malzemeleri imalâtı ve petrol rafinajı üzerinedir. Başlıca limanlarından petrol, zeytinyağı, işlenmiş yün ve özellikle işlenmiş mücevher ihraç edilir. Turizm gelirleri de iç savaştan sonra önemli ölçüde azalmıştır. 

    Lübnan’ın jeopolitik konumu ve kozmopolit etnik yapısı ülkenin tarihine olduğu kadar kültürel yapısına da damgasını vurmuştur. Fethinden itibaren bütün sahil şehirleri, Bizans saldırılarına karşı koymak veya Bizans’a karşı yapılan seferlere katılmak üzere sahâbe ve gazilerin yerleştiği ribâtlar şeklinde teşkilâtlanmıştı. Bu durum, Emevî ve Abbâsî dönemi boyunca bölgenin kültürel yapısının şekillenmesinde önemli rol oynadı. İslâm ribât geleneğine göre en azından kırk gün ribâtlarda kalmak gerektiğinden Ebü’d-Derdâ gibi sahâbeden pek çok şahsiyet bölgeye kısa ya da uzun süreli kalmak üzere geldiler. Sahâbeden bir kısmının bölgede yerleşmesi, Lübnan’a hadis tahsil etmek üzere ilmî seyahatler yapılmasına sebep olmuştur. İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren Lübnan’da hadis rivayet eden veya hadis almak üzere gelenlerden bazılarının adları kaynaklarda zikredilir. Beyrut ve Trablus şehirlerinin öne çıktığı bu ilk dönemde yeni fetihlere imkân sağlanması için bölgede rivayet edilen hadislerin genellikle cihad ve gazâyı teşvik eden hadisler olduğu dikkati çekmektedir.

    Lübnan’da Emevîler devrinde yapılan camilerin kalıntısının bitişiğinde muhtemelen eğitim maksadıyla kullanılan odalar yer aldığından eğitimin camilerde yapıldığı anlaşılmaktadır. Ancak Lübnan’da düzenli eğitim halkalarının II. (VIII.) yüzyılda Evzâî’yle birlikte başladığı bilinmektedir. Abbâsî yönetiminin ilk yıllarında Beyrut’a yerleşmiş ve burada vefat etmiş olan Evzâî’nin Lübnan tarihinde önemli bir yeri vardır. Onun çalışmalarıyla ilk fıkıh mezheplerinden birinin bölgede ortaya çıkmış olması dikkate değerdir. Evzâî burada düzenli şekilde ilk ders halkalarını kurmuş ve kendisinden ilim tahsili için birçok bölgeden öğrenci Beyrut’a gelmiştir. Abbâsî yönetiminin uygulamalarına karşı yazdığı, günümüze ulaşan mektuplarıyla muhalefet konumunu da üstlenen Evzâî, sadece bölgedeki müslümanların değil hıristiyanların ve diğer din ve mezhep mensuplarının da haklarını Abbâsîler’e karşı savunmuştur.

    Bölge Abbâsîler döneminde zühd hareketinin en önemli merkezlerinden biriydi. İbrâhim b. Edhem, Zünnûn el-Mısrî gibi ünlü zâhidler Lübnan’a geldiler. Lübnan şehirleri Emevîler devrinde olduğu gibi hadis rivayeti açısından uğrak yerleriydi. Muhaddisü’ş-Şâm unvanıyla tanınan Hayseme b. Süleyman el-Atrâblusî o zamana kadar bölgedeki en büyük ilim meclislerini kurmuştu. Üç yüzden fazla râvisi olan Hayseme için Ebû Abdullah İbn Mende ve Ebû Nuaym el-İsfahânî gibi isimler tahrîcde bulundular. Bu dönemde Lübnan’a hadis tahsil etmek üzere gelenler arasında meşhur hadisçi Taberânî de vardı. Ayrıca Abbâsîler’in son devirlerinde yetiştirdiği âlimlerle tanınan Benî Hâşim el-Ba‘lebekkî ailesini de zikretmek gerekir.

    Fâtımîler döneminde belirgin bir şekilde artan ticaret hacmine ve zenginliğe paralel olarak kültür hayatı da canlanmıştır. Bu devirde başta Trablus olmak üzere Lübnan şehirlerinde pek çok kütüphane kurulduğu bilinmektedir. Fâtımî valisinin ölümü üzerine 1070’te Trablus’ta bağımsızlığını ilân ederek Haçlılar’ın şehri ele geçirdiği 1109 yılına kadar devam eden Ammâroğulları hânedanını kuran Emînüddevle’nin inşa ettirdiği dârülilim ve kütüphanede 100.000 cilt kitap bulunduğu rivayet edilmektedir. Kaynaklar, 180 müstensihin çalıştığı kütüphaneye her taraftan talebe ve ilim adamlarının geldiğini kaydeder. İlim ve edebiyata önem veren Ammâroğulları bu dârülilimde ilim meclisleri düzenlemişlerdir. Kadı İbn Bişr et-Tarablusî, Kadı Ebü’l-Fazl b. Ebû Ravh ve Ebû Abdullah et-Tuleytılî gibi şahsiyetlerin görev aldığı dârülilim ve kütüphane Haçlılar tarafından tahrip edilmiş olmalıdır. Ayrıca Sayda’da ticarî hanlarda hadis öğretiminden bahsedilir. Hatîb el-Bağdâdî bu dönemde Sûr’a gelerek burada bir müddet kalmış ve ilim meclisleri düzenlemiştir.

    Fâtımîler ve Haçlılar’ın ardından Lübnan’ı topraklarına katan Memlükler, genel siyasetlerine paralel olarak bölgede açtıkları medreseler yoluyla Sünnîliğin yeniden yaygınlaşmasında önemli rol oynadılar. Ortaçağ’da Lübnan’ın en önemli şehri olan Trablus’ta Memlük döneminden günümüze ulaşan medreselerin sayısının fazlalığı da bunu göstermektedir. Nitekim Zehebî gibi âlimler bölgeye gelerek bir süre kalmışlardır. Bu medreselerin bir kısmının vakfiyesinden Şâfiî fıkhı, Kur’an ve hadis öğretiminin yanı sıra fakir ve yetimlere yardım gibi sosyal fonksiyonlarının olduğu da anlaşılmaktadır. Memlükler döneminde Sâlih b. Yahyâ tarafından yazılan Târîḫu Beyrût bölgenin tarihi açısından önemli bir eserdir.

    Osmanlılar devrinde eğitim özellikle cami ve kiliselerin bitişiğindeki medreselerde yapılırdı. XVII. yüzyılda Mârûnîler tarafından açılan bir medresede dinî ilimlerin yanı sıra matematik, coğrafya, dil ve edebiyat da öğretiliyordu. Bu dönemde her mezhebin kendine ait medreseleri olduğu anlaşılmaktadır. XVII. yüzyılda bölgeyi ziyaret eden Evliya Çelebi, Beyrut’ta on yedi medrese ve sekiz sıbyan mektebinin bulunduğunu ifade eder.

    XIX. yüzyılda kurulmaya başlanan üniversitelerin yapısı Lübnan’ın kozmopolit durumunu yansıtır. Amerikalı Protestan misyonerler 1866’da Beyrut Amerikan Üniversitesi’ni kurarken Fransız Cizvitler Saint Joseph Üniversitesi’ni 1875’te eğitime açtılar. Bunu müslümanların kurduğu modern tarzdaki eğitim müesseseleri takip etti. Bunlardan ilki, Ahmed Abbas el-Ezherî’nin 1897’de Beyrut’ta açtığı el-Medresetü’l-İslâmiyye’dir. Fâris en-Nimr’in 1882’de kurduğu el-Mecmau’l-ilmiyyü’ş-Şarkī Lübnan’daki ilk akademidir. Günümüzde İngilizce eğitim veren Beyrut Amerikan Üniversitesi ve eğitim dili Fransızca olan Saint Joseph’in yanı sıra 1951 yılında Beyrut’ta devlet üniversitesi olarak kurulan Lübnan Üniversitesi ile 1960’ta Mısır’ın desteğiyle kurulan Beyrut Arap Üniversitesi Arapça eğitim yapmaktadır. 1987’de Mârûnîler’in tesis ettiği Notre Dame Üniversitesi, 1988’de Ortodoks hıristiyanların açtığı Balamand Üniversitesi, 1994’te eğitime başlayan Lübnan Amerikan Üniversitesi faaliyetlerine devam etmektedir. Beyrut Amerikan Üniversitesi Kütüphanesi ile Saint Joseph Üniversitesi Kütüphanesi’nin Şark Çalışmaları Bölümü oldukça zengindir.

    Filistinliler’le birlikte Lübnanlılar, Arap dünyası içerisinde en yüksek okuma yazma oranına sahip toplumlardan biridir. Kozmopolit yapısı, Batı’yla tarihten gelen ilişkileri sebebiyle Arapça’nın yanı sıra Fransızca ve İngilizce oldukça yaygın olarak kullanılmaktadır. Ülkede Arapça eğitim veren devlet okullarının yanı sıra İngilizce ve Fransızca eğitim veren özel okullar da mevcuttur.

    Arap dünyasının en önemli basım yayım merkezlerinden biri olan Lübnan’da erken dönemden itibaren matbaalar açılmıştır. XVII. yüzyıl başlarında bir matbaa kurarak özellikle dinî metinler yayımlayan Mârûnîler’i önce Süryânîler, XIX. yüzyılda Katolik ve Protestanlar takip etti. Bu yüzyılda hıristiyan mezheplerinden her biri kendilerine ait okullar açtı. Arap dünyasındaki ilk gazetelerden bir kısmı Beyrut’ta çıkarılmıştır. Halîl el-Hûrî 1858’de Ḥadîḳatü’l-aḫbâr’ı, Halîl Serkîs 1878’de Lisânü’l-ḥâl’i neşretmeye başladı. Yine bir Lübnanlı olan Ahmed Fâris eş-Şidyâk, 1861 yılında el-Cevâʾib adlı Arapça gazeteyi İstanbul’da çıkarmıştır. Bunun dışında el-Muḳteṭaf ve el-Hilâl gibi dergiler de yayım hayatına XIX. yüzyılda başlamıştır. Bu dönemde neşredilen gazete ve dergilerin sayısı önemli bir yeküne ulaşmıştı. Ancak bunların büyük kısmı I ve II. Dünya savaşlarında yayımlarını durdurmak zorunda kalmıştır. Uzun yıllar süren iç savaşa rağmen Lübnan her zaman Arap basım ve yayımındaki öncü konumunu sürdürmüştür. Günümüzde de özellikle Beyrut merkezli basın Arap kamuoyunda önemli yer tutmaktadır. Ayrıca Lübnan Arapça kitap yayımında lider konumundadır.

    XIX. yüzyılın sonlarında başlayan karışıklıklar ve I. Dünya Savaşı sebebiyle Kuzey ve Güney Amerika’ya göç eden Lübnanlı aydınlar (bk. CÂLİYE) burada “mehcer edebiyatı” olarak adlandırılan bir edebî akımın doğmasına ön ayak oldular. Bu akımın başlıca temsilcileri olan Cibrân Halîl Cibrân, Mihâil Nuayme, Îliyyâ Ebû Mâdî ve Emîn er-Reyhânî, er-Râbıtatü’l-kalemiyye’yi oluşturarak es-Sâʾiḥ adlı bir gazete ile el-Fünûn adlı bir dergi çıkardılar.

    Lübnan’da İslâm öncesi dönemden kalan Grek ve Roma tarihine ait çok sayıda eser yapılan kazılarla gün ışığına çıkarılmıştır. Bunlardan en önemlisi Ba‘lebek yakınlarındaki kalıntılardır. Bölgede uzun süren Haçlı hâkimiyeti ve depremler sonucunda Haçlı öncesi döneme ait eserlerin ancak kalıntıları günümüze ulaşabilmiştir. Bunlar arasında Ba‘lebek’te el-Câmiu’l-kebîr, Mescidü re’si’l-ayn ve Mescidü İbrâhim sayılabilir. Beyrut’ta Ömer Camii ve Evzâî’nin türbesi de zamanımıza intikal etmiştir. Beyrut’ta Osmanlı dönemi yapıları içinde II. Fahreddin Sarayı ile Amerikan ve Saint Joseph üniversiteleri anılabilir. Bu şehirde yer alan çok sayıda tarihî cami arasında Âsaf Paşa Camii, Emîr Münzir Camii, Mecidiye ve Musaytaba mescidleri başta gelenleridir. Özellikle Doğu Beyrut’ta birçok tarihî kilise bulunmaktadır.

    Trablus’taki tarihî yapılar ağırlıklı olarak Memlük ve Osmanlı dönemine aittir. XIX. yüzyıla kadar diğer Lübnan şehirleri genellikle küçük kasabalar halinde olduğundan Memlük ve Osmanlı mimarisinin özellikleri Trablus şehrinde görülebilir. Çoğu cami, medrese ve han olan şehirde mevcut elli civarındaki eserin otuzu Memlük devrine aittir. Bu dönemden kalan eserler işlemeli taş kubbeler ve cephelerle, mukarnaslarla tezyin edilmiş âbidevî kapılarıyla Memlük mimarisinin temel özelliklerini yansıtır. Bunlar arasında Câmiu’l-Mansûri’l-kebîr, Câmiu’t-Taynal, Câmiu’l-Attâr, Câmiu’l-Burtâsî ile Argun Şah Mescidi zikredilebilir. Yine bu döneme ait Nûriyye, Karatay, Merdâniyye, Nâsıriyye, Hâtuniyye, Acemiyye ve Hayriyye Hüsn medreseleri gibi on beş civarında medresenin yanı sıra Hânü’l-hayyâtîn, Hânü’l-Mısrıyyîn ve Hânü’l-asker en önemli tarihî yapılardır. Trablus’ta Osmanlı döneminden kalma Tahhân Camii’den başka pek çok medrese vardır.

    Osmanlı Dönemi. Ekim 1516’da Osmanlı yönetimine giren bölgenin idaresiyle ilgili yapılan yeni düzenleme sonunda Lübnan’ın yönetimi, Memlükler adına görev yapan Tenûhîler’den (Buhturlar) alınıp dönemin diğer bir güçlü Dürzî ailesi olan Ma‘noğulları’na verildi. Bu tarihte Ma‘noğulları ailesinin reisinin kim olduğu tartışmalı bir konudur. Yakın dönemlere kadar, Lübnan’ı temsilen I. Fahreddin’in Şam’da bulunan Sultan Süleyman’a itaatini bildirdiği ve Lübnan yönetiminin kendisine verildiği belirtilirken (İA, III, 668) son zamanlarda yapılan araştırmalar bu bilginin doğru olmadığını, Korkmaz b. Yûnis’in Osmanlı devrinin ilk yöneticisi olduğunu ortaya koymuştur (Salibi, IJMEJ, IV [1973], s. 272-281). “Emirlik sistemi dönemi” (1516-1842) adı verilen bu devirde Osmanlılar için öncelikli iki konudan biri vergilerin toplanması, diğeri iç güvenliğin sağlanması ve her yıl Şam şehrinde toplanan hac kervanının güvenlik içerisinde Hicaz’a gidip gelmesiydi. Bu sebeple Lübnan bölgesinde Osmanlı hâkimiyetini kabul eden ve güvenliği sağlayacak güce sahip Ma‘noğlu ailesinin göreve getirilmesi uygun görülmüş olmalıdır.

    1518’de Bikā‘ vadisinde meydana gelen İbnü’l-Haneş liderliğindeki isyanla alâkalı oldukları düşünülen Ma‘n emîrlerinden bazıları ele geçirilmiş ve Şam Beylerbeyi Canbirdi Gazâlî isyanının bastırılmasının ardından Lübnan’da devlet otoritesinin güçlendirilmesi için 1523 ve 1524’te Dürzîler üzerine iki sefer düzenlenmişti. Bu tarihten itibaren 1580’lere kadar Lübnanlı mahallî güçler arasındaki rekabet ve bazan da devlet otoritesine karşı tavırlar sebebiyle Şam beylerbeyiliğinin sınırlı müdahalelerine rağmen Ma‘noğulları bölgedeki güçlerini giderek arttırdılar. 1585’te Ma‘noğulları’na karşı gerçekleştirilen bir askerî harekât sonucu Emîr Korkmaz öldü ve 1590’ların başında Ma‘noğlu hâkimiyeti Korkmaz’ın oğlu Fahreddin tarafından tekrar tesis edildi.

    Fahreddin’in idaresi döneminde (1585-1635) Ma‘noğulları’nın nüfuzu giderek arttı, 1600’lü yıllara gelindiğinde Kuzey ve Güney Lübnan’ın tamamına yayıldı. Osmanlı Devleti’nin Avusturya ve İran savaşlarıyla meşgul olduğu bu devirde Fahreddin silâhlı birlikler kurarak Lübnan’da neredeyse bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Daha önce Halep beylerbeyiliği görevinde bulunan ve Fahreddin’in bağımsız tavırlarını iyi bilen Nasuh Paşa 1611’de sadârete gelince Lübnan’daki gelişmeler daha yakından takip edilmeye başlandı. Vergilerin aksatılması üzerine Şam Beylerbeyi Hâfız Ahmed Paşa 1612-1613’te Lübnan üzerine sefer düzenledi. Fahreddin, yerine oğlu Ali’yi bırakarak İtalya’ya kaçtıysa da 1618’de affedilerek tekrar Lübnan’a döndü. Eski politikalarını sürdürüp Lübnan’da hâkimiyetini pekiştirdi. Aynı dönemde Lübnan’ın Avrupa ile ticarî ve dinî ilişkileri belirgin bir şekilde gelişti, yeni kiliseler inşa edildi ve misyoner faaliyetleri arttı. Gelişmeler üzerine IV. Murad, Şam Beylerbeyi Küçük Ahmed Paşa’yı Fahreddin’in üzerine gönderdi. Yakalanan Fahreddin iki oğlu ile birlikte İstanbul’a gönderildi ve burada Hüseyin hariç diğerleri idam edildi (1635).

    Fahreddin’in iktidarının sona erdirilmesi Lübnan’daki Ma‘noğlu hâkimiyetine büyük bir darbe vurdu. Nüfuzları azalmakla birlikte ailenin başına geçen Fahreddin’in yeğeni Mülhem, Şûf bölgesinde etkinliğini devam ettirdi. Halefi olan oğlu Ahmed’in 1697’de geride çocuk bırakmadan ölmesiyle Lübnan’daki Ma‘noğulları dönemi sona erdi. Bölgedeki Dürzî ileri gelenleri Lübnan Emirliği’ne Beşîr Şihâbî’yi seçtiler. Ancak o sırada Osmanlı sarayında görevli Fahreddin’in oğlu Hüseyin’in girişimleriyle Beşîr’in emirliği tanınmayarak yerine ailenin diğer ferdi Haydar Şihâbî tayin edildi. Çocuk yaşta olan Emîr Haydar yetişkin seviyesine gelinceye kadar 1697-1707 yılları arasında Beşîr nâib olarak görev yapacaktı. Böylece Lübnan’da Şihâbîler devri diye adlandırılan yeni bir dönem başlamış oldu.

    Sünnî olan Şihâbîler’in yönetimindeki halkın çoğunluğu akrabalık bağı olan Dürzîler ile Mârûnî hıristiyanlardan oluşmaktaydı. Bu devirde bazı hıristiyanlar emîrin yakınında görev almakla birlikte asıl güç Dürzîler’in elindeydi. Esasen bölgenin tarım arazisini de onlar işletmekteydi. Ancak XVIII. yüzyılın başında iki büyük Dürzî kabilesinden Kaysîler’e mensup olan Şihâbîler’in emirliğine karşı Yemenîler’e mensup Alemüddinler ayaklandı. 1708-1711 yılları arasında devam eden bu mücadelede Sayda valisinin desteğini alan Alemüddinler başlangıçta kısmî başarılar elde etmekle birlikte sonunda ağır bir yenilgiye uğradılar ve Lübnan’ı terkederek Havran’a yerleştiler. Bölgede kalan en önemli Yemenî ailesi Garb’da yerleşmiş bulunan Arslan ailesiydi. Şihâbîler’in dışında Kaysîler’den Ebü’l-Lam ailesi ve Yemenîler’den Arslan ailesi emîr unvanını kullanmaktaydılar. Bu sebeple Lübnan idaresini elinde bulunduran Şihâbî emîrlere “emîrü’l-kebîr” denmeye başlandı.

    Şihâbîler, 1711’de önemli bir Dürzî muhalefetini bitirerek bölgedeki otoritelerini güçlendirdiler. Fakat bu durum uzun vadede Lübnan Dürzîleri’nin aleyhine oldu. Öncelikle önemli bir Dürzî nüfusun bölgeden ayrılması üzerine Mârûnîler’in genel nüfus içindeki oranı hayli arttı. Ayrıca XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren Mârûnîler giderek siyasî ve ekonomik güçlerini arttırmaya başladılar. Bunda Lübnan’da kalan Dürzîler arasındaki iktidar mücadelelerinin de rolü olmuştur. 1732’de babası Haydar’ın halefi olarak emirliğe geçen Mülhem 1754’te kardeşi Mansûr lehine görevden çekilince diğer kardeşi Ahmed buna razı olmadı. XVII. yüzyılda Lübnan’a yerleşerek gittikçe gücünü arttıran Dürzî ailelerden Canbolatlar’ın ve Mârûnî büyük ailelerden Hâzinler’in desteğini alan Mansûr, Yezbekî grubunu oluşturan Dürzî şeyh ailelerinin ve Mârûnî Hubeyşîler’in desteğini alan Ahmed ile mücadele etmek durumunda kaldı.

    Bu arada kendisi Sünnî müslüman olan Mülhem’in çocukları Hıristiyanlığı kabul ettiler (1756). Aynı dönemde önemli Dürzî ailelerinden Ebü’l-Lam mensupları da hıristiyan oldular. Mülhem’in 1761’de ölümünün ardından mücadele Canbolat-Yezbekî grupları mücadelesine dönüştü, bu da Dürzîler’in Lübnan üzerindeki otoritesini zayıflatmaya başladı. 1770’te Mansûr’un emirlikten ayrılmasıyla yerine Mülhem’in hıristiyan olan oğlu Yûsuf geçti (1770-1788), böylece Lübnan’da bu defa da hıristiyan Şihâbîler dönemi başladı. Mârûnîler’in giderek güç kazanmalarının bu değişimde önemli payı olduğu söylenebilir. Avrupa ile geliştirdikleri ticarî, dinî ve kültürel ilişkiler Mârûnîler’in Lübnan içindeki gücünü hissedilir derecede arttırmış ve cazibe merkezi oluşturmuştur. Dürzî emîrlerinin hoşgörü ve desteğiyle faaliyetlerini yoğunlaştıran misyonerlerin de etkisiyle adı geçen iki büyük Dürzî ailesinin dışında birçok Dürzî de Mârûnîler’e katıldı. Genel olarak bölgedeki misyonerlerin tamamının Mârûnîler’i güçlendirmeye çalıştığı da belirtilmelidir. Mârûnîler Dürzî köylerine yerleşmeye başladılar ve Suriye’nin iç kesiminden bazı hıristiyan aileler de Lübnan’a göç ettiler.

    Lübnan’daki gelişmeler 1775’te Cezzâr Ahmed Paşa’nın Sayda valiliğine tayin edilmesiyle yeni bir döneme girdi. İdarî merkez olarak Akkâ’yı kullanan Ahmed Paşa, Lübnan Emirliği’ni kontrolü altına almak amacıyla Emîr Yûsuf’a karşı kardeşlerini destekleyerek onu zayıflatmanın ötesinde Canbolat-Yezbek mücadelesinde Canbolatlar’ı destekledi ve ardından her iki grubu emîre karşı kullanmaya çalıştı. Bu iç rekabetin çatışmaya dönüşmesiyle 1788’de duruma müdahale eden Cezzâr Ahmed Paşa, Yûsuf’un yerine aynı aileden hıristiyan Beşîr Şihâbî’yi tayin etti. Yûsuf 1789’da emirliği tekrar ele geçirmeye teşebbüs ettiyse de muvaffak olamadı. Canbolatlar’ın ve Cezzâr Ahmed Paşa’nın desteğini alarak emîr olan II. Beşîr 1790’da Yûsuf’un ölümüyle büyük bir rakipten kurtulmuş oldu.

    II. Beşîr, yarım asırdan fazla sürecek olan emirliğinin (1788-1840) ilk yıllarında Ahmed Paşa’nın müdahaleci ve otokratik tavırları sebebiyle sıkıntılı dönemler yaşadı. Ahmed Paşa 1793, 1794 ve 1798 yıllarında Beşîr’in yerine Yûsuf’un oğullarından Hüseyin, Sa‘deddin ve Selîm’i müştereken Lübnan emirliğine tayin etti. 1799’da Fransızlar Akkâ’yı muhasara altına aldıklarında Lübnan bu kargaşa dönemini yaşamaktaydı. Mârûnîler, Fransızlar’ın Lübnan’ı almalarını beklerken Dürzîler genel olarak Osmanlı tarafında yer aldılar. Fransızlar’ın kısa sürede bölgeden çıkarılmasının ardından Ahmed Paşa’nın gazabından çekinen II. Beşîr İngilizler’in de yardımı ile Mısır’a gitti. II. Beşîr daha sonra Lübnan’a döndü ve Ahmed Paşa ile iyi geçinmeye gayret etti.

    1804’te Ahmed Paşa’nın vefatı Beşîr’in Lübnan’daki otoritesini tekrar tesis etmesine yaradı. Osmanlı Devleti, esas itibariyle Hicaz’da ortaya çıkan ve Suriye bölgesini tehdit eden Vehhâbî tehlikesiyle uğraşırken 1804 sonunda Akkâ valiliğine tayin edilen Süleyman Paşa ile iyi ilişkiler kuran Beşîr Lübnan’daki hâkimiyetini pekiştirdi. 1810 yılında yaklaşık 15.000 kişilik bir askerî güçle Şam’ın Vehhâbîler’e karşı savunulmasına yardımcı oldu. Vehhâbî probleminin doğurduğu sıkıntılar yüzünden yerlerini terkeden Halep civarından çok sayıda Dürzî ile Suriye’nin iç kesimlerinden hıristiyanların 1811’de Lübnan’a yerleşmesine müsaade eden Beşîr bölgedeki popülaritesini de arttırdı. Ancak 1818’de Süleyman Paşa’nın vefatının ardından yerine tayin edilen İbrâhim Paşa’nın Beşîr’in bölgedeki gücünden rahatsızlığını ortaya koyan politikalar izlemesi ve Lübnan’ın ödemesi gereken vergi miktarını arttırması kısa sürede gerginliklerin yaşanmasıyla sonuçlandı. Beşîr’in muhaliflerinden Hasan ve Selmân’ın desteklenmesiyle birlikte Metn ve Kisrevan’da vergi memurlarına karşı isyan çıkması Emîr Beşîr’i zor durumda bıraktı. Olayları kontrol edemeyince 1820’de emirlikten feragat ederek Havran’a çekildi. Müşterek emirlik göreviyle yerine geçen Hasan ve Selmân Lübnan’da otoriteyi tesis edemediler. Bunun üzerine Akkâ Valisi Abdullah Paşa ve Lübnan ileri gelenlerinin ortak kanaatiyle 1821’de Beşîr tekrar emirliği üstlendi.

    Akkâ Valisi Abdullah Paşa ile Şam Valisi Derviş Paşa mücadelesinde Abdullah Paşa’yı destekleyen Beşîr, Abdullah Paşa’nın görevden alınmasıyla zor durumda kaldı ve Mısır’a gitti. Bu arada Abdullah Paşa, Osmanlı hükümetinin kararına karşı çıkarak Akkâ’da direnmeye başladı. Mehmed Ali Paşa’nın araya girmesiyle affedilen Abdullah Paşa Akkâ valiliğinde kalınca 1822’de Beşîr tekrar Lübnan’a döndü. Bütün bu gelişmeler Lübnan içerisinde güçlü aileler arasındaki rekabeti arttırdı. 1822-1825 yıllarında meydana gelen hıristiyan Şihâbîler ve Dürzî Canbolatlar arasındaki mücadele, Canbolatlar’ın kaybetmesi ve liderleri Beşîr Canbolat’ın Akkâ’da idam edilmesiyle yeni bir boyut kazandı. Bu olaylar, Mârûnîler ile Dürzîler arasında uzun süre devam edecek olan rekabetin önemli bir aşamasını teşkil etmiştir.

    1832-1840 yılları arasında Mısır idaresinde kalan Lübnan etkileri uzun süre devam edecek olaylara sahne oldu. Bu dönemde Emîr Beşîr, Kavalalı İbrâhim Paşa’nın isteklerini yerine getirmekten öte bir fonksiyon icra edemedi. İbrâhim Paşa ise bölgede uzun süre içerisinde oluşmuş dengeleri ve uygulamaları göz ardı eden politikalara başvurdu. Osmanlı Devleti’ne karşı Avrupa devletlerinin desteğini kazanmak amacıyla geleneksel olarak gayri müslimlere uygulanmakta olan ayırımları kaldırdı, bölgede misyoner faaliyetlerini serbest bıraktı, ticarî değeri yüksek olan mallara -ipek, pamuk ve sabun- tekel sistemi uyguladı, yüksek askerî harcamalarını karşılamak üzere vergileri arttırdı ve zorunlu askerlik uygulamasını başlatarak ciddi isyanlara sebep oldu. Mısır yönetimine karşı duyulan rahatsızlıklar müslüman, Dürzî ve hıristiyanları birleştirdi ve Haziran 1840’ta geniş çaplı bir isyan meydana geldi. Emîr Beşîr Ekim 1840’ta Lübnan’ı terkederek Malta’ya sürgüne gitti, aynı yılın son aylarında da İbrâhim Paşa Lübnan’ı tamamen boşaltmak zorunda kaldı.

    Eylül 1840’ta III. Beşîr Şihâbî Lübnan’ın yeni emîri olarak tayin edildi. Zayıf karakterli olan III. Beşîr Dürzîler’in ciddi muhalefetiyle karşılaştı. Lübnan iç dengeleri bozulmuş ve hıristiyanlarla Dürzîler arasındaki rekabet şiddetlenmişti. Lübnan’da hâkimiyet tesis edemeyeceği anlaşılan III. Beşîr Ocak 1842’de görevden alındı. Böylece Lübnan’daki Şihâbî ailesinin yönetimi sona erdi.

    Bu arada Dürzîler ile Mârûnîler arasındaki vergilendirme ve bunların toplanması (mukātaat) meselelerinden ötürü oluşan gerginlik kanlı çatışmalara dönüştü. Henüz Tanzimat politikalarının uygulanamadığı Lübnan doğrudan merkeze bağlanmaya çalışıldı ve bu amaçla Ömer Paşa vali olarak tayin edildi. Bölgedeki yabancı nüfuzunun iç gelişmeleri etkileyecek boyuta geldiği bu dönemde Ömer Paşa’nın Dürzîler’i ve hıristiyanları yeni yönetim anlayışına kazanma gayretlerinin başarılı olmayacağı anlaşılınca Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Rusya’nın da desteğini alan yeni bir sistem uygulanmaya başlandı. Buna göre Lübnan iki idarî bölgeye ayrılacak, kuzeydeki Mârûnî bölgesinde Mârûnî bir kaymakam, güneyde ise Dürzî bir kaymakam görev yapacaktı. Böylece emirlik sistemi dönemi sona ermiş ve “çifte kaymakamlık” adı verilen yeni bir dönem başlamış oldu (1843-1860). Ocak 1843’te yapılan tayinlerle Haydar Ebü’l-Lâm Mârûnî bölgesinin, Ahmed Arslan Dürzî bölgesinin kaymakamlığına getirildiler.

    Emirlik sistemi döneminin geleneksel yerel idare yapısını ortadan kaldıran yeni sistemin karşılaştığı en önemli sıkıntılardan biri hıristiyan, Dürzî ve müslümanların karışık olduğu mahallerde yaşandı ve “harekāt” adı verilen kanlı bir iç savaşın yaşandığı bir devir başladı. Sisteme her çevreden itirazlar geliyordu. Gerginlikler, küçük çaplı kavgalar Mayıs 1845’te silâhlı çatışmaya dönüştü. Bunun üzerine Osmanlı Hariciye Nâzırı Şekib Efendi Lübnan’a geldi. Mahallî gruplar ve Avrupa devletlerinin temsilcileriyle gerçekleştirilen müzakereler sonunda çifte kaymakamlık sisteminin etkinliğini arttıracak kararlar alındı. 1850’de gözden geçirilen kararlar Lübnan’da bürokratik hükümet yapısının meydana gelmesinde dönüm noktası olmuştur. Bunların en önemlisi her kaymakamlığa müslüman, Dürzî, Mârûnî, Grek Ortodoksları ve Grek Katolikleri temsil eden birer üyenin yanı sıra altı hâkimin yer alacağı birer meclisin kurulmasıdır. Hâkimlerden oluşan üyeler hukukî meselelerin halledilmesinde, cemaat temsilcileri de malî ve idarî meselelerde kaymakamlara yardımcı olacaklardı. Böylece çeşitli dinî gruplar -Şiîler hariç olmak üzere- ilk defa idarede resmen yer almaktaydı. Anlaşmazlık konularının başında gelen vergi meselelerinin bu kurumlar tarafından düzenlenmesi mukātaacı ve mukātaa sisteminin ilgasına giden yolu açmıştır.