Bölüm anahatları
-
Kuzey Afrika’nın en küçük ülkesi olup yüzölçümü 163.610 km2'dir. nüfusu 10.589.025’tir (2010). Batıda Cezayir, güneydoğuda Libya sınırlarıyla, kuzeyde ve doğuda uzunluğu 1300 kilometreyi bulan Akdeniz kıyılarıyla çevrilidir. Birleşmiş Milletler, Arap Devletleri Birliği, İslâm Konferansı Teşkilâtı, Afrika Birliği Teşkilâtı ve Arap Mağrib Birliği’ne üye olan ülke tek meclisli, çok partili cumhuriyetle yönetilir. Resmî adı el-Cumhûriyyetü’t-Tûnisiyye, başşehri Tunus (2010 tah. 740.000, banliyöleriyle birlikte 1 milyon civarı), diğer önemli şehirleri Sefâkus (Sfaks, 287.000), Sûse (200.000), Kayrevan (164.000), Kābis (Gabes, 125.000) ve Benzert’tir (Bizerte, 120.000).
Fazla yüksek olmayan ülkenin yarısının yükseltisi 200 metrenin altındadır. Tel Atlasları ile Sahrâ Atlasları’nın son uzantıları alçalarak batı sınırlarından içeri girer. Mecerda vadisinin kuzeyindeki Tel Atlasları, en fazla 900 metreye ulaşır ve Benzert kıyılarında son bulur. Rölyef çok parçalı ve kesilmiş olup kıyılar yüksek kıyı tipinde ve kayalıktır. En önemli akarsuyu, Cezayir’den doğup Tunus körfezine dökülen, 600 kilometrelik uzunluğunun 400 kilometresi Tunus’ta bulunan Mecerda’dır. Nehir Tel Atlasları ile daha güneydeki Sahrâ Atlasları’nı birbirinden ayırır. Vadinin güneyindeki Sahrâ Atlasları bir dizi kalker sırtlardan oluşur, bu sebeple Tunus Sırtı adıyla anılır. Yer yer çöküntülerle kesintiye uğrayan Tunus Sırtı, Bonburnu’na kadar uzanır. Ülkenin en yüksek zirvesi olan Cebelişeânibî de (Cebel Şambi) (1544 m.) buradadır. Merkezî Tunus ülkenin orta kesiminde geniş bir platodur; batıda yüksek stepler, doğuda alçak stepler denilen iki bölüme ayrılır. En doğuda ise Sûse-Sefâkus arasında verimli topraklarıyla tanınan sahil bölümü yer alır. Bu bölümden içerilere ve güneye gidildikçe bir dizi sığ tuz gölü ve tuzlu bataklık geniş alanlar kaplar. Bunların en büyüğü Şattülcerîd’dir. En güneyde kumlu, taşlı çöllerden meydana gelen Sahrâ bulunmaktadır. Tunus’un doğu kıyılarında küçük, kayalıklı ve az yerleşilmiş Karkane adaları ile Cerbe adası yer alır. Sonradan bir yolla karaya bağlanan Cerbe kesintisiz kumsalları ve birçok vahasıyla bir turizm cennetidir. Ülkenin kuzeyinde nemli ve ılık Akdeniz iklimi görülürken merkezde yarı kurak, güneyde “sirokko” rüzgârlarının şiddetli sıcaklıklara ve kuraklığa yol açtığı çöl iklimi egemendir. Kuzeydeki dağlık alanda yağış 500-1500 mm. arasındadır. Buna karşılık ülkenin dörtte üçünde yağış tutarı 100 milimetreyi geçmez. Bol yağış alan kuzeybatı yöresinde dağlar meşe ormanlarıyla kaplıdır. Merkezî kesimde güneye doğru gittikçe otsu step türlerinden çalılara geçilir ve Sahrâ’da vahalar dışında bitki örtüsüne rastlanmaz.
Nüfusun % 98’ini Araplar oluşturur; çok az oranda Berberî, Avrupalılar’dan Fransız ve İtalyanlar bulunur. Yahudiler geçmişte önemli bir topluluk iken günümüzde çok azalmıştır. Ülkede kilometrekareye ortalama altmış beş kişi düşer; ancak nüfusun coğrafî dağılışı çok farklıdır. Büyük kısım Sefâkus’un kuzeyindeki kıyı kuşağında toplanmıştır; dağlık alanlarla güneydeki çöl düzlükleri boş denilecek ölçüde tenhadır. Nüfusun % 63’ü şehirlerde, % 37’si kırsal kesimde oturur. Arap, Berberî, Afrika ve Avrupa kültürlerinin kavşağı olan Tunus’ta nüfusun büyük kısmı Sünnî müslümandır. Toplumun yarısı tarımla, yarısı sanayi, turizm, balıkçılık, madencilik ve imalât işleriyle uğraşır. Tunus ekonomisi hizmetler sektörü, tarım, hafif sanayi, petrol ve fosfat üretimine dayalıdır. Hizmetler sektörü son yıllarda ticaret, ulaşım, telekomünikasyon, turizm ve finans alanlarında birçok reform geçirmiştir.
Tarıma elverişli topraklar 340.000’i sulamalı alan olmak üzere 5 milyon hektardır. Tarımın payı giderek azalmakta, imalât sektörü öne geçmektedir. Başlıca ürünler zeytinyağı, turunçgiller, hurma, tahıl, patates, domates, kırmızı et, süt ve deniz ürünleridir. Ülkede yaklaşık 10.000 sanayi tesisi bulunmakta ve bunların çoğu deniz kıyısında yer almaktadır. Benzert, Tunus ve Sefâkus’ta kurulan fabrikalarda maden ürünleri işlenmektedir. Sanayi başlıca elektronik, otomotiv, kimya, tekstil, gıda, metal, deri ve ayakkabı dalları üzerinde yoğunlaşmıştır. Tunus’un en önemli yer altı zenginlikleri fosfat, petrol ve doğal gazdır. Fosfat yatakları Afrika’nın sayılı rezervlerindendir. Petrol Sahrâ tipi hafif petrol olup 1966’dan beri Burme’de üretilmektedir; Benzert’te de bir rafineri vardır. Ülke topraklarından ayrıca demir, kurşun, çinko ve civa çıkarılmaktadır.
Tunus, kıyılarının % 37’sini oluşturan ve en güzelleri Cerbe adası ile Hammâmet körfezinde bulunan ince kumlu plajları, arkeolojik ve kültürel zenginlikleriyle Akdeniz havzasında çok önemli bir turizm ülkesidir. Uluslararası yedi havaalanı ve sekiz limanı, 17.000 kilometrelik karayolu (% 65’i asfalt) ve 1880 kilometrelik demiryolu ağına sahiptir. Başta Kartaca olmak üzere Thuburbo Majus, Kerkouane, Dugga, Bulla Regia gibi Romalılar’a ve Kartacalılar’a ait harabeler kültür turizmi için önemli merkezlerdir. Kayrevan Sîdî Ukbe Camii, Tunus Zeytûne Camii, Tunus’un eski bölümü “medine” ve egzotik çarşısı “sûk”, Sûse ve Münestîr ribâtları da başlıca turist çeken yerler arasındadır. Cerbe adasında dünyanın en eski yahudi tapınaklarından biri olan Griba yer alır. XIX. yüzyıl beylik dönemi sarayındaki Bardo Müzesi dünyanın en zengin Roma mozaik koleksiyonunu barındırmaktadır. Kartaca Arkeoloji, Kayrevan İslâm Sanatları, Cem ve Münestîr Ribât diğer önemli müzelerdir. Vaha ve çöl manzaralarıyla güney bölgesinde çeşitli etkinlikler düzenlenerek çöl turizmi geliştirilmektedir. Ülkede bulunan altı millî park ve birçok doğal rezerv alanında flora ve fauna koruma altına alınmıştır.
Tunus’ta el sanatları ülke ekonomisinin en dinamik sektörlerinden biridir. Turistik önem taşıyan başlıca el sanatları çinicilik, deri işlemeciliği, altın ve gümüş üzerine bijuteri, emaye bakır işlemeciliği, geleneksel ahşap müzik aletleri yapımcılığı ve halıcılıktır. Özellikle çinicilik, bakırcılık ve halıcılıkla, fes ve nargile imalâtında Osmanlı etkisi görülür. Tunus’un dış ticaretinde en önemli ihracat mallarını tekstil, deri ürünleri, ham petrol, makineler, elektrikli aletler, zeytinyağı, balık, şarap, hurma, fosfat ve gübre oluştururken ithalât malları arasında otomobil ve yedek parçaları, petrol makine aksamı, kimyasal maddeler, tekstil ve deri ürünleri, fuel-oil, kereste ve tahıl başta gelmektedir. Kuzey Afrika’da istikrarlı ve liberal ekonomiye hızla geçmekte olan Tunus, Türkiye’nin Afrika’ya açılım politikasında önemli bir köprü vazifesi görmektedir. Tunus-Türkiye ticarî ve ekonomik ilişkileri 15 Temmuz 1992 tarihinde Ankara’da imzalanan Ticaret, Ekonomik ve Teknik İşbirliği Antlaşması çerçevesinde yürütülmektedir. Tunus Türkiye’den buğday, patates, nohut, fındık, kalorifer radyatörleri, demir çelik çubuklar, buzdolabı, ilâç gibi maddeler alırken Türkiye Tunus’tan hurma, fosfat, alüminyum florür, deri, suni kâğıt hamuru, hurda bakır gibi maddeler ithal etmektedir.İslâm Öncesi. Bölgenin ilk sakinlerinin Batı Asya veya Avrupa’dan gelen topluluklar olduğu söylenir. Daha sonra bölgeye Berberîler yerleşti. Tüccar bir millet olan Fenikeliler’in Suriye’den gelişiyle Tunus tarih sahnesine çıktı. Milâttan önce XII. yüzyıldan itibaren bölgeye gelmeye başlayan ve sahillerde ticarî koloniler oluşturan Fenikeliler, Kartaca şehrini merkez edindiler ve milâttan önce IX. yüzyılın ilk yarısında bölgede önemli bir deniz gücüne sahip büyük bir imparatorluk kurdular. Batı Akdeniz havzasını, Sardinya, Malta ve Balear adalarını hâkimiyetleri altına aldılar. Bugün Tunus şehrinin banliyösü durumundaki Kartaca’da hüküm sürdükleri için Kartacalılar olarak da bilinen Fenikeliler hükümranlıklarını yedi asır (m.ö. 846-m.s. 146) devam ettirdiler. Kartaca ile Roma arasında siyasî ve ticarî rekabet yüzünden başlayan, yaklaşık bir asır devam eden Pön savaşları Kartacalılar’ın yıkılışıyla sonuçlandı. Kartaca’yı ve Tunus’un diğer merkezlerini ellerine geçiren Romalılar, savaş sırasında tahrip ettikleri Kartaca’yı yeniden imar ederek Kuzey Afrika’daki topraklarının idarî merkezi yaptılar. IV. yüzyılın ortalarında İspanya’dan gelen Vandallar bölgede Roma hâkimiyetine son verip yaklaşık bir asır hüküm sürdüler (440-535). Tunus ve civarı 535 yılında Bizans’ın eline geçti ve müslümanların fethine kadar Bizans hâkimiyetinde kaldı. İslâm fetihleri esnasında İfrîkıye diye adlandırılan Tunus ve civarında putperestlik ve Hıristiyanlık yaygındı, halkın çoğunluğu putperest Berberîler’den oluşuyordu.
İslâmî Dönem. Hz. Osman zamanında 27 (647) yılında İfrîkıye’nin fethine çıkan Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh o yıllarda Bizans’tan ayrılıp bağımsızlığını ilân eden Gregorios’u Sübeytıla’da yendi ve bölgenin ileri gelenlerini vergiye bağladı. İfrîkıye halkının anlaşmayı bozması üzerine 33 (653) veya 34’te (654-55) ikinci defa sefere çıkarak onları tekrar itaat altına aldı. Hz. Ali ile Muâviye arasındaki mücadeleler sırasında bölge İslâm hâkimiyetinden çıktı. Tunus’un doğu kesimini Muâviye’nin İfrîkıye valiliğine getirdiği Muâviye b. Hudeyc yeniden İslâm egemenliği altına aldı (45/665). Ardından valiliğe tayin edilen Ukbe b. Nâfi‘ devamlı bir ordu bulundurmak amacıyla Tunus’ta Kayrevan şehrini kurdu (50/670); Kayrevan, Mağrib’deki fetihler için ordunun bir hareket ve ikmal üssü durumuna getirildi. 55 (675) yılında vali tayin edilen Ebü’l-Muhâcir Dînâr, yedi yıl süren valiliği esnasında Kartaca şehri ve civarının fethini tamamladı. Bu yıllardan itibaren Berberîler arasında İslâmiyet yayılmaya başladı. Abdülmelik b. Mervân ile muhaliflerinin iktidar mücadelesi döneminde bölgede Berberî isyanları çıktı. Bu olaylar esnasında Kartaca gibi sahil şehirleri Bizanslılar’ın eline geçti. Berberî reisi Küseyle, Muharrem 64’te (Eylül 683) Kayrevan’ı ve buradan Berka’ya kadar olan bölgeyi zaptederek 69 (688-89) yılına kadar elinde tuttu. Abdülmelik b. Mervân siyasî birliği sağladıktan sonra bölge valiliğine Hassân b. Nu‘mân’ı tayin etti ve onu kalabalık birliklerle destekledi. Hassân, Berberî isyanlarını bastırdığı gibi Kartaca’yı da geri aldı ve Tunus şehrini kurarak orada bir tersane yaptırdı (82/701). Onun ardından İfrîkıye valiliğine tayin edilen Mûsâ b. Nusayr’ın Zağvân’ı almasıyla Tunus’un tamamı İslâm hâkimiyetine girdi. Mûsâ b. Nusayr 88 (707) yılında Mağrib’in tamamını fethetti ve Akdeniz adaları ile Endülüs fetihlerini gerçekleştirdi. Ömer b. Abdülazîz’den sonraki dönemde görev yapan valilerin bölge halkına karşı yürüttüğü yanlış siyaset yüzünden Tunus ve civarında istikrar kalmadı. Yezîd b. Abdülmelik’in İfrîkıye valisi Yezîd b. Ebû Müslim, müslüman olan Berberîler’i ve mallarını ganimet sayarak humus alması ve onları cizye ile mükellef tutması gibi uygulamaları sebebiyle öldürüldü (102/720-21). Ardından Ubeyde b. Abdurrahman ve Ubeydullah b. Habhâb’ın Berberîler’e karşı Arap ırkçılığından kaynaklanan haksız uygulamaları Hâricîliği kabul eden Berberîler’in isyanına yol açtı. Kayrevan 124’te (742) Hâricîler’in Sufriyye kolunun hücumuna mâruz kaldı. II. Mervân, 127 (745) yılında ayaklanıp Kayrevan’ı ele geçiren Abdurrahman b. Habîb’i vali olarak tanımak zorunda kaldı.
Abbâsîler’in ilk yıllarında bölgede Hâricî isyanları sürdü. 140’ta (757) Sufrî Hâricîleri’nin, ertesi yıl İbâzîler’in eline geçen Kayrevan üç yıl sonra geri alınarak etrafı surlarla çevrildi. Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarafından 155’te (772) İfrîkıye valiliğine tayin edilen Yezîd b. Hâtim el-Mühellebî isyanları bastırıp bölgeyi kontrol altına aldı. Onun vefatının ardından aynı aileden bölgeyi yöneten valilerin dördüncüsü olan Fazl b. Ravh b. Hâtim, 178’de (794) Tunus şehrinde başlayan isyan sırasında Kayrevan’a giren isyancılar tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Hârûnürreşîd’in İfrîkıye valiliğine gönderdiği Herseme b. A‘yen, Kayrevan’a gelip isyanı bastırdı. Ancak kendisine karşı başlatılan bir ayaklanma sebebiyle halifeye mektup yazarak görevden alınmasını istedi ve yerine İbrâhim b. Ağleb’in getirilmesini tavsiye etti. İbrâhim b. Ağleb’in Hârûnürreşîd tarafından babadan oğula intikal etmek üzere vali tayin edilmesiyle Tunus ve civarında Ağlebîler dönemi başlamış oldu (800).
Başşehirleri Kayrevan olmak üzere kurulan, Abbâsî hâkimiyetini tanıyan ve paralarda halifelerin adına yer veren Ağlebîler, Fâtımîler tarafından yıkıldı (909). I. Ziyâdetullah (817-838) zamanında Bizans İmparatorluğu’nun egemenliğindeki Sicilya’nın fethi için başlatılan seferler 859’da Bizans’ın Sicilya’daki önemli şehri Kasrıyâne’nin alınmasıyla sonuçlandı. Sicilya, bu tarihten itibaren Avrupa sahillerine karşı girişilen fetih harekâtı sırasında bir üs vazifesi gördü. 869’da Malta, 878’de Siracusa (Sarakūse) fethedildi ve Akdeniz’de İslâm hâkimiyeti güçlendi. Ağlebîler döneminde Tunus önemli bir kalkınmaya sahne oldu; özellikle Kayrevan çok parlak günler yaşadı, bölgenin ilim, kültür ve ticaret merkezi haline geldi. Gemi inşası, cam, mermer, mensucat ve maden sanayii ilerledi, çeşitli el sanatları oldukça gelişti. Kasrülkadîm (Abbâsiyye) ve Rakkāde şehirleri tesis edildi, bu iki şehirde ve diğer merkezlerde çok sayıda cami ve sarnıç inşa edildi. Tunus’u Cezayir’e bağlayan yol üzerinde kurulan Bâce, Tunus’un kuzeybatısında önemli bir merkez haline geldi. Ağlebî emîrleri, İskenderiye’den Atlas Okyanusu’na uzanan sahil şeridinde ribâtlar yaptırarak güçlü bir savunma sistemi oluşturdu. Sebte ile İskenderiye arasındaki sahil boyunca yetmiş sekiz ribât inşa edildiği bilinmektedir. Herseme b. A‘yen tarafından 180 (796) yılında yaptırılan Münestîr Ribâtı bunların ilki sayılır; ribât birçok onarım geçirerek zamanımıza ulaşmıştır. Bugüne kadar iyi durumda gelen Sûse Ribâtı’nı I. Ziyâdetullah 206’da (822) yaptırdı. Ağlebîler, Sûse’de İfrîkıye’de İslâm mimarisinin başta gelen örneklerinden sayılan ulucami (el-Mescidü’l-kebîr) ve büyük bir limanla tersane inşa ettirdiler. Tunus’ta bulunan en eski bîmâristan, Ağlebî Emîri I. Ziyâdetullah tarafından Kayrevan’da tesis edildi. Ağlebîler devrinde ilmî hareket de büyük gelişme gösterdi. Kayrevan dinî ilimlerle edebiyatın merkezi oldu. Hanefî ve Mâlikî mezhepleri İfrîkıye’de daha da güçlendi. Bu dönemde özellikle Mâlikî mezhebi büyük ilgi gördü ve Kayrevan şehri Mâlikîler’in merkezi haline geldi. Tunus şehri de dönemin en önemli ilim merkezleri arasına girdi, iki şehirde çok sayıda âlim yetişti. Öte yandan Abbâsîler’in Mu‘tezile’yi resmî mezhep edindikleri yıllarda diğer mezhepler bölgede temsil imkânı buldu. X. yüzyılda Cerîd ahalisinin büyük bir kısmı İbâzî mezhebini benimsedi.
İsmâilî dâîlerinden Ebû Abdullah eş-Şiî’nin Mağrib’de başlattığı yoğun propaganda ve askerî harekât Ağlebîler’in sonunu getirdi. Ebû Abdullah, Berberî Kutâme kabilesinin desteğini sağlayıp Ağlebîler’e karşı güçlü bir mücadele başlatmıştı. Son Ağlebî hükümdarı III. Ziyâdetullah bazı tedbirler aldıysa da başarı sağlayamadı ve 296’da (909) Mısır’a kaçtı. Ebû Abdullah eş-Şiî, İmam Ubeydullah el-Mehdî ile birlikte bir direnişle karşılaşmadan o sırada başşehir olan Rakkāde’ye girdi ve Fâtımîler Devleti’ni kurdu (909). Fâtımîler 362’de (973) Mısır’a intikal edinceye kadar Tunus’ta hüküm sürdüler. Fâtımî idarecilerinin, Mâlikî ve Hanefî mezheplerinin yaygın olduğu Tunus’ta kendi mezheplerini yaymak için uyguladıkları baskı huzursuzluklara yol açtı. Ubeydullah el-Mehdî, Kayrevan’da Mâlikî âlimlerinin ve onları destekleyen halkın direnişiyle karşılaşınca 303 (915) yılında Doğu İfrîkıye sahilindeki bir yarımadada Mehdiye şehrini kurdu ve 308’de (920) burayı başşehir yaptı. Halifeliğinin ilk altı yılını Kayrevan’da, geri kalan on dokuz yılını Mehdiye’de geçirdi. Hâricîler’den Ebû Yezîd en-Nükkârî tarafından başlatılan büyük isyan Fâtımîler’e zor günler yaşattı. 334’te (945) Tunus şehrini işgal ve tahrip eden Ebû Yezîd 944’te Kayrevan’ı ele geçirdi ve bir yıl süreyle elinde tuttu. Halife Mansûr-Billâh’ın Ebû Yezîd’e karşı zafer kazanmasından ve isyanın sona ermesinin ardından (336/947) Fâtımîler, Mehdiye’yi terkedip yeni başşehirleri Sayrelmansûriye’ye (Sabra) yerleştiler. Bu arada Sicilya adasındaki İslâm hâkimiyetini devam ettirdiler, Bizanslılar’a karşı başarılı bir mücadele vererek Orta Akdeniz’in batı kısmında üstünlük sağladılar.
Halife Muiz-Lidînillâh, Mısır’a doğru yola çıkarken İfrîkıye’nin yönetimini Berberî Zîrî kabilesinin lideri Bulukkîn b. Zîrî es-Sanhâcî’ye bıraktı. Böylece Tunus’ta Zîrîler dönemi başladı (972). Bâdîs b. Mansûr zamanında amcası Hammâd’ın 405 (1015) yılında Cezayir sınırlarında kalan Kal‘atü Benî Hammâd’da bağımsızlığını ilân etmesiyle Zîrîler ikiye bölündü. Ardından Muiz b. Bâdîs, 441’de veya 443’te (1049 veya 1051) Fâtımîler’i terkedip Bağdat’taki Abbâsî halifesine bağlandığını açıkladı ve hutbeyi onun adına okuttu. Bunun üzerine Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh, Zîrîler’i cezalandırmak için Mısır’ın Saîd bölgesinde huzursuzluğa yol açan bedevî Benî Hilâl ve Benî Süleym kabilelerini bölgeye sevketti. Bölgedeki şehirlerin yönetiminin ve ellerine geçirecekleri her şeyin kendilerine ait olacağını söyleyip onları göçe teşvik etti. Sayıları konusunda 50.000 ile 1 milyon arasında rakamlar verilen bu kabileler 445’te (1053) Übbe ve Ürbüs’ü (Laribus) tahrip ve talan ettiler. Muiz b. Bâdîs, bu tehlike karşısında 449 (1057) yılında başşehrini terkedip oğlu Temîm’in valilik yaptığı Mehdiye’ye sığındı. Onun ardından Kayrevan bedevîler tarafından yağmalandı, yakılıp yıkıldı. Bedevîler sahil şeridi hariç ülkenin tamamını kontrol altına aldılar. Bu göçler bölgede bedevî Arap nüfusunu yoğun biçimde arttırdı. Arazilerini ve hayvanlarını onlardan koruyamayan Zenâte ve Sanhâce Berberîleri’nden önemli bir kısmı vatanlarından ayrılarak Büyük Sahrâ vahalarına, bir kısmı Güney Sudan’a göç etti, bir kısmı da şehirlere taşındı. Daha sonraki yıllarda Benî Hilâl ile Benî Süleym çoğunluğu Berberîler’den oluşan yerli halkla karıştı, evliliklerle akrabalık bağları kuruldu. Benî Hilâl ve Benî Süleym’in bölgeyi istilâsı esnasında Zîrîler’in Mehdiye valisi Temîm b. Muiz topraklarını korumayı başardı. Bedevîlerin çıkardığı kargaşa sırasında sahildeki şehirlerden Tunus’ta ve Kartaca’dan Muallaka’ya kadar olan bölgede Benî Riyâh’ın iki kolu, Benzert’te Benî Verd, Kābis’te Benî Câmî, Sefâkus’ta Benî Melîl emirlikleri kuruldu. Bunlar haraç karşılığında Benî Hilâl’in himayesine girdiler. Hilâlîler, Temîm’in tekelindeki deniz ticaretini ele geçirmeye çalıştılar ve Muvahhidler’in kurucusu Abdülmü’min el-Kûmî gelinceye kadar bölgedeki varlıklarını korudular.
Tunus şehrini ele geçiren Benî Hilâl’e mensup Abîd b. Ebü’l-Gays’ın zulmünden kaçan şehir halkı Kal‘atü Benî Hammâd emîrinin himayesine sığındı. Hammâdî Emîri Nâsır b. Alennâs’ın Tunus valiliğine tayin ettiği Abdülhak b. Abdülazîz b. Horasan şehirde kontrolü sağlamayı başardı. Abdülhak’ın 1062’de bağımsızlığını ilân etmesiyle Tunus şehrinde Horasânîler dönemi başladı. Tunus kısa aralıklarla Zîrîler’in ve Hammâdîler’in eline geçtiyse de Horasânîler varlıklarını 1159 yılına kadar devam ettirdiler ve Tunus’un gelişmesine önemli katkılarda bulundular. Ekonomik açıdan bölgenin en önemli şehri haline gelen Tunus, İfrîkıye’nin hıristiyan Batı’ya açılan penceresi konumuna geldi. Piza, Cenova gibi İtalyan şehir devletleriyle ticaret antlaşmaları imzalandı, şehrin limanı canlandı ve Avrupa ülkeleriyle ticarette yeni bir dönem başladı. Horasânî emîrleri şehrin imarına, özellikle Zeytûne Camii başta olmak üzere mimari eserlerin tamir ve bakımına itina gösterdiler. Tunus o sırada İfrîkıye’nin en meşhur şehirleri arasına girmişti. Zeytûne Camii civarındaki çok sayıda çarşısıyla zengin bir ticaret ve önemli bir ilim merkeziydi.
Zîrîler’in elinde kalan tek merkez olan Mehdiye 1087 yılında bir süre Pizalı ve Cenevizli korsanların eline geçtiyse de geri alındı. Sicilya’yı zapteden Normanlar, 543’te (1148) Tunus’un doğusundaki sahil şehirlerine saldırıp Mehdiye’yi ve diğer bazı şehirleri işgal ettiler. Zîrîler’in son emîri Hasan b. Ali, onlara karşı Fas’ta hüküm süren Muvahhidler’in kurucusu Abdülmü’min el-Kûmî’den yardım istedi. 553’te (1158) Tunus’u, 555’te (1160) Mehdiye’yi ve diğer sahil şehirlerini Normanlar’dan geri alan Abdülmü’min, Benî Hilâl’in gücünü kırdığı gibi Horasânîler’e de son vererek İfrîkıye bölgesini Tunus şehrinde oturan bir vali tarafından yönetilen bir eyalet haline getirdi. Böylece Tunus, İfrîkıye eyaletinin merkezi oldu. Şehrin batı kısmında valinin ve diğer yöneticilerin ikameti için Kal‘atü’l-Kasba inşa edildi. Tunus, 580 (1184) yılında Balear adalarını elinde tutan Benî Gāniye tarafından istilâ edildiyse de üç yıl sonra Ebû Yûsuf el-Mansûr şehri geri aldı. Benî Gāniye 584’te (1188) zaptettiği Mehdiye’yi 602 Cemâziyelâhirine (Ocak 1206) kadar elinde tuttu. Muvahhidler, Tunus’a ve bölgedeki diğer şehirlere akrabaları Berberî Hafsî ailesinden valiler tayin ettiler. O dönemde İfrîkıye’de Tunus, Sûse, Mehdiye, Sefâkus, Kābis, Benzert, Tezrût, Kayrevan, Tûzer (Tevzer/Tozeur) ve Hammâmet gibi önemli şehirler mevcuttu.
Muvahhidler Devleti’ndeki bölünme ve ardından ortaya çıkan karışıklıklar sırasında Kābis valiliğine tayin edilen Ebû Zekeriyyâ el-Hafsî, Tunus üzerine yürüdü ve 625 (1228) yılında şehre girip İfrîkıye’nin tamamına hâkim oldu. Muvahhidler’le irtibatını kopararak bağımsızlığını ilân etti ve Hafsî hânedanını kurdu, kısa sürede İfrîkıye’nin yegâne hâkimi durumuna geldi. Muvahhidler’in Kuzey Afrika’daki topraklarında ortaya çıkan üç devletten biri olan Hafsîler, Tunus’u başşehir yaptılar. Abbâsî halifeliğinin 656’da (1258) yıkılışından sonra Mekke şerifinin elçi gönderip I. Muhammed el-Müstansır’ı Abbâsî halifesinin vârisi tanıdığını ve ona itaat ettiğini bildirmesi Hafsîler’e bütün İslâm dünyasında büyük bir itibar kazandırdı. Ancak bu durum, Bağdat Abbâsî hilâfetinin Memlük Sultanı I. Baybars tarafından Kahire’de yeniden tesisiyle sona erdi (659/1261). Hafsîler, Tunus merkez olmak üzere Cezayir’in Bicâye şehriyle kısmen bugünkü Libya’nın batısındaki topraklarda yaklaşık üç asır hüküm sürdüler (1228-1574). Hafsîler döneminde ülke hızlı bir ekonomik gelişmeye sahne oldu, Tunus önemli bir ticaret merkezi haline geldi ve bütün İfrîkıye bölgesinin en önemli metropolü konumuna yükseldi. İlk dönemlerde Endülüs’ün çeşitli şehirlerinden çıkarıldıktan sonra Tunus’a gelen çok sayıdaki Endülüslü müslüman ülkenin sosyal, ekonomik ve ilmî hayatını etkiledi. Tunus’ta çok sayıda saray, cami ve medrese inşa edildi. Endülüs mimarisinin özelliklerini taşıyan bu eserlerden bir kısmı günümüze ulaşmıştır. Kuzey Afrika’daki ilk medrese hânedanın kurucusu Ebû Zekeriyyâ tarafından Tunus’ta inşa edildi ve medreseler giderek çoğaldı. Kökleri Muvahhidler’e dayanan tasavvufî hareketler Hafsîler döneminde de etkisini sürdürdü. Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî tarafından kurulan Şâzeliyye tarikatı İfrîkıye ve bütün Mağrib’de yayıldı.
Fransa Kralı IX. Louis 1270 yılında büyük bir Haçlı ordusunun başında Tunus sahillerine saldırdı. Kartaca’da kuvvetli bir direnişle karşılaşan Fransız ordusunda ortaya çıkan veba salgını yüzünden kral ve askerlerin büyük bölümü telef oldu. Yapılan antlaşmayla Fransızlar üç aydan fazla süren muhasarayı kaldırıp geri döndüler. Ancak 1287’de Mehdiye’yi yağma ve tahrip ettiler. Mehdiye 792 (1390) ve 927 (1521) yıllarında yeni saldırılara mâruz kaldı. 1284’te hıristiyanların eline geçen Cerbe adası 1334’te geri alınabildi. Ebû Zekeriyyâ Yahyâ el-Vâsiḳ’ın tahta çıkmasından (675/1277) itibaren Hafsîler arasında başlayan taht kavgaları büyük karışıklıklara yol açtı. Ebû Hafs Ömer zamanında (1284-1295) ülke Tunus ve Bicâye merkezli ikiye bölündü. Bu arada Cerîd, Tûzer ve Kābis’te bağımsız mahallî emirlikler kuruldu. Tunus şehri 1329’da Abdülvâdîler, 1347-1350 ve 1357’de Merînîler tarafından kısa sürelerle işgal edildi. I. Ebü’l-Abbas Ahmed el-Müstansır (1370-1394) devlete yeniden itibar kazandırdıysa da Ebû Ömer Osman’ın 893’te (1488) ölümünün ardından Hafsîler’in ikinci parlak dönemi de sona erdi ve ülke karıştı. Ayrıca bu devirde başta İspanya olmak üzere Avrupa devletlerinin sahillere saldırıları yoğunlaştı. Bu arada Osmanlılar hıristiyanları Kuzey Afrika’dan çıkarmak için bölgeye geldiler. Oruç ve Hızır kardeşler, XVI. yüzyılın başlarında Berberî denizcilerin merkezi halindeki Cerbe adasını harekât üssü edindiler. Hızır Reis, Cezayir’in ardından limanın müstahkem kalesi Halkulvâdî ile (La Goulette) birlikte Tunus şehrini ele geçirdi (1534). Ancak İspanyollar, Tunus’u bir yıl sonra geri alarak Hafsî Sultanı Mevlây Hasan’ı yeniden tahta oturttular. 1569’da tekrar Osmanlılar’ın eline geçen şehir 1573’te ikinci defa İspanyol işgaline uğradıysa da 1574’te geri alınıp kesin biçimde Osmanlı topraklarına katıldı ve Tunus’a Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyalet statüsü verildi.Osmanlı Dönemi. Osmanlılar’ın Tunus’la olan ilgileri XVI. yüzyıl başlarında buraya kadar uzanan Osmanlı denizcileri vasıtasıyla başladı. 1510’lu yıllarda Cezayir’in batısındaki Tilimsân’a yönelen bu faaliyetler, 958’de (1551) Trablusgarp’ın alınışına kadar hızlı bir seyir izledi. Özellikle Oruç ve Hızır reisler, elde ettikleri ganimetlerin beşte birini Hafsî Sultanı V. Muhammed’e vererek Tunus şehrine 10 mil kadar uzaklıkta Akdeniz sahilinde Halkulvâdî (La Goletta) denilen, göl tarafında kalan iç kısımdaki kaleye yerleştiler. Oruç Reis’in 924’te (1518) ölümünden sonra İspanyollar’ın hedefi haline gelen Halkulvâdî Kalesi yıktırıldı. Ardından Osmanlı deniz kuvvetlerinin başına geçen Barbaros Hayreddin Paşa 1534’te Cezayir’den gelip burayı Osmanlı topraklarına kattı. Ancak Kutsal Cermen Roma imparatoru olan V. Karl donanmasıyla Tunus’a asker çıkarıp burayı ele geçirdi (Temmuz 1535). Mevlây Hasan b. Muhammed tekrar Tunus’ta Hafsî tahtına oturtuldu. O da buradaki hıristiyan esirleri serbest bıraktı ve korunması için Halkulvâdî’de İspanyol askerlerinin yerleşmesini uygun buldu. Daha önce kardeşlerini katleden Mevlây Hasan, ölümden kurtulan ve tahtını tehdit eden kardeşi Reşîd’i Kanûnî Sultan Süleyman’a şikâyet etti. Reşîd, Hayreddin Paşa tarafından İstanbul’a götürüldü ve kendisine maaş bağlandı. Mevlây Hasan 1540’ta tahttan indirildiyse de kısa zamanda yeniden iktidarı ele geçirdi, fakat 1543’te tamamen uzaklaştırıldı; yerine oğlu Ahmed geçti. Babasının Tunus’u tekrar ele geçirmek amacıyla Avrupalılar’dan yardım istemesi üzerine gözlerine mil çektirdi.
İspanyollar’ın himayesinde Tunus’ta iktidarı elinde bulunduran Hafsî ailesi Osmanlılar için bölgede istikrarsızlığın temel sebebi olmaya devam etti. Barbaros Hayreddin Paşa’nın bölgede en güvendiği adamlarından Turgut Reis 1544 yılında önce Cerbe adasını zaptetti ve burayı üs haline getirdi. Bu dönemde anlaştığı Tunus Hükümdarı Mevlây Ahmed’den erzak ve cephane alırken topladığı ganimetlerin bir kısmını ona vermekteydi. Turgut Reis, Tunus ile Trablusgarp arasında önemli bir mevki olan Mehdiye’yi de ele geçirdi. Ancak Andrea Doria kumandasındaki Habsburg donanması Mehdiye’yi 1550’de kuşattı, burayı savunan az sayıdaki Osmanlı askerini katletti, şehir halkını esir aldı; Cerbe adasını da işgal etti. Mehdiye’yi daha fazla tutamayacaklarını anlayan İspanyollar 1554 yılında çekilince Osmanlılar surları tekrar inşa ederek buraya Anadolu’dan ve Rumeli’den aileler yerleştirdiler. Turgut Reis ve Cezayir Beylerbeyi Piyâle Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması 1560’ta Cerbe’yi İspanyol işgalinden kurtardı. Tunus şehri ise 1569’daki Osmanlılar’ın ikinci müdahalesine kadar İspanyollar’ın himayesinde ve III. Mevlây Ahmed’in idaresinde kaldı. Osmanlılar Tunus şehrine hâkim olunca III. Mevlây Ahmed, Halkulvâdî’deki İspanyollar’a sığındı. Ramazan Bey adında bir kişi buranın ilk kaymakamı yapılarak emrine 3000 asker bırakıldı. Tunus şehrinin güneyinde kalan Sûs, Manastır ve Kayrevan 1551’den sonra Trablusgarp’ın bir parçası haline geldi. Halkulvâdî ve Kalebend denilen Goletta Kalesi İskelesi İspanyollar’ın elinde bulunuyordu. 2 Zilhicce 980’de (5 Nisan 1573) Tunus kumandanı Kılıç Ali Paşa, kaymakamı Ramazan Paşa ve beylerbeyi Haydar Paşa idi. 10 Ekim 1573’te İspanyollar, Tunus’ta kontrolü ele geçirmek amacıyla yeni bir harekâta giriştiler. Tunus’u alıp burada 8000 asker bıraktılar. Hafsî hânedanı adına tahta III. Mevlây Ahmed’in kardeşi VI. Mevlây Muhammed’i geçirdiler. Tunus Beylerbeyi Haydar Paşa, İspanyol işgali sırasında fazla direnç göstermeden Kayrevan’a çekildi.
Osmanlılar buna karşılık 982’de (1574) büyük bir donanma sevkettiler. Donanma Vezir Koca Sinan Paşa kumandasında İstanbul’dan hareket ederken Kayrevan’da bulunan Haydar Paşa da yerlilerden çok miktarda asker toplamıştı. Ayrıca sefere Cezayir Beylerbeyi Ramazan Paşa, Trablusgarp Beylerbeyi Mustafa Paşa ve Mısır’dan gönüllü askerler katıldı. Yemen fâtihi Koca Sinan Paşa ve Kaptanıderyâ Kılıç Ali Paşa kumandasındaki donanma altı günlük bir muhasaranın ardından 12 Eylül 1574’te Tunus’u geri aldı. Sinan Paşa, Osmanlı tarihinin en önemli deniz zaferlerinden biri olan ve tarihe Tunus savaşı diye geçen bu başarısından sonra şehirde 3000 yeniçeri bıraktı, Haydar Paşa’yı yeniden beylerbeyiliğe getirdi. Halkulvâdî Kalesi de otuz üç gün direndiyse de 6 Cemâziyelevvel 982’de (24 Ağustos 1574) yapılan büyük hücum sonunda ele geçirildi. VI. Mevlây Muhammed ve İspanyol kumandanı Serbellino esir alınıp İstanbul’a gönderildi. Müstahkem kale bir daha İspanyollar’ın eline geçmemesi için tamamen yıktırıldı. Tunus şehri dahil Halkulvâdî, Bâbülbahr ve Sen Jak kalelerinin tamamı Osmanlı idaresine girdi. Böylece Tunus’ta uzun sürecek Osmanlı hâkimiyeti dönemi başlamış oldu.
Hafsî hânedanın son sultanının İstanbul’a getirilmesinden sonra Meylây Ahmed gibi bazı aile fertleri başta Sicilya adasının merkezi Palermo olmak üzere yeniden toparlanıp 1581’de eyaletin iç kısımlarına geçtiler ve Tunus’u tekrar ele geçirme teşebbüsünde bulundular. Bazı kısmî başarılar elde ettilerse de alınan tedbirlerle bu teşebbüsler önlendi. Mevlây Ahmed’in oğlu Hammûde 1575’te hıristiyan olup Charles d’Autriche, kız kardeşi de Donna Maria adını aldı. İkinci önemli şehir olan güneydeki Kayrevan, Şeyh Abdüssamed’in 994’te (1586) Osmanlı Devleti’ne bağlılık arzetmesi üzerine Tunus beylerbeyiliği içine alındı. 1609’da Osman Dayı zamanında Tunus’a gelen Endülüslü müslümanlar Muhammed Cardenas adlı önderlerinin emrinde 3000 kişilik mahallî bir güç oluşturdular. Tunus eyaletinde bir beylerbeyi bulunuyordu. 1591’de ortaya çıkan ve doğrudan askerlik işlerinden sorumlu olan “dayı” unvanlı kumandanlarla vergi toplanması, yol güvenliğinin sağlanması ve ayaklanmaların bastırılması gibi işleri düzenlemekle mükellef Tunus vatan sancağı beyleri idarede zamanla öne çıktılar. Bu üç başlı idare XVII. yüzyılda Murâdîler döneminde iktidar paylaşımı konusunda sürekli rekabete yol açtı. Bunların içinde giderek yetkileri veraset yoluyla devredilen Tunus beyleri etkili duruma geldi. Eyalet bazan beylerbeyisiz kaldığı gibi zaman zaman dayılar veya sancak beylerine beylerbeyilik verildiği de oldu.
Müstakil bir eyalet haline gelişinden sonra Tunus şehrindeki asker sayısı Yûsuf Dayı döneminde 4000’e çıkarıldı. Her 100 asker için bir bölükbaşı tayin edildi ve toplam kırk kişiden meydana gelen bu askerî sınıfla yeniçeri divanı oluşturuldu. Yeniçeri kethüdâları arasından seçilen veya doğrudan İstanbul’dan gönderilen bir yeniçeri ağası askerî konularda bunlara kumanda ediyor, emrinde bir kethüdâ, sekiz çavuş ve kâtiplik görevi yapan iki hoca bulunuyordu. Beylerbeyinin idaresindeki Tunus Ocağı Divanı XVIII. yüzyıla kadar aslî vasfını koruduysa da daha müstakil faaliyet gösterdi. Beylerbeyi ve dayı divan toplantılarına katılmamaktaydı. Alınan kararlar beylerbeyine takdim edilir, imzalaması halinde uygulamaya konurdu. Divandakilerin tamamı Türk kökenliler veya ihtida ederek Osmanlı safında yer alanlardan oluşuyor ve toplam on iki odabaşı, yirmi dört bölükbaşı, altı veya sekiz çavuş, kâtiplik görevinde iki veya dört hoca, birer tercüman, kâhya, ayrıca ağanın iştirakiyle kırk yedi veya elli bir üyesi bulunuyordu.
Tunus eyaleti sancaklara ayrılmakta ve her sancakta bir sancak beyi devleti temsil etmekteydi. Askerî işlerden “kāid” denilen bir kumandan sorumluydu. Dinî konularda eyalet merkezinde ulemâ arasından bir kişi başkadı (kādılkudât) tayin edilirken diğer şehirlere kadılar veya onların görevini yürütecek nâibler görevlendirilirdi. Başlangıçta bütün eyaleti idare edecek bir düzen kurulamadı ve bazı şehirlerde tek bir Osmanlı memuru görev yaptı. Meselâ Teburba’da vergi toplamakla görevli bir kāid varken Münestîr Ribâtı’nda bir kāid ve bir yeniçeri ile üç Türk görevli olmak üzere beş memur vardı. Sûs şehrinde ise otuz kırk kadar Osmanlı görevlisi bulunuyordu. Hammâmet’te ihtida eden bir kāid dışında memur yoktu. Osmanlı görevlileri aileleriyle birlikte genelde başşehir Tunus’ta ikamet ediyor, bunlardan 2000 asker burada kalırken diğer 2000’i Tunus beyi ile eyaleti dolaşıyordu. Tunus eyaleti sâlyâneli statüde idi. Vergiler iltizam yoluyla toplanır, gelirlerden beylerbeyi, sancak beyi, asker ve diğerlerinin maaşları ödendikten sonra geriye kalan meblağ devlet hazinesine aktarılırdı. 1580 yılına kadar Cezayir, Trablusgarp ve Tunus eyaletlerinin ortak bir mal defterdarı vardı. Aynı yıl Cezayir’in diğerlerine göre daha uzakta olması dolayısıyla buraya ayrı bir defterdar tayin edildi.
Tunus’un muhafazasında sayıları 4000 ile 8000 arasında değişen yeniçerilerin önemli rolü vardı. Anadolu’dan Garp ocaklarına getirilen yeniçeriler bir müddet sonra odabaşı, ardından bölükbaşı ve nihayet ağa olabilmekte, odabaşılıktan itibaren Tunus eyalet divanından görev almaktaydı. Tunus beyleri ise dayılar veya dayının onayını alan divan tarafından tayin edilmekteydi. Ahmed Bey döneminde ordu yönetimi “devletli” denilen en üst rütbeliye yardım eden dârü’l-asker kumandasındaydı. İdarî konularda başhoca, sancaklarda 1800 askerden sorumlu ağa el-sancak ve emrinde bir kâhya ile bir bayraktar vardı. Bunların alt rütbelerindekiler bölükbaşıları idi. Tunus’ta her birine oda denilen toplam 300 küçük askerî birim vardı. Türk yeniçeriler yanında “mehâzin” (zuav) adı verilen yerli askerler de eşit sayıdaydı. Ayrıca Garp ocakları donanmasını oluşturan denizciler bulunuyordu. 1645’te Girit’e yapılan ilk saldırıda Cezayir yirmi, Trablusgarp ve Tunus sekizer kadırga göndermişti. Diğer deniz savaşlarına da Tunus kadırgaları iştirak etti. İstanbul’dan 1574’te ilk beylerbeyi olan Haydar Paşa’nın yerine 1576 yılı başlarında Receb Paşa gönderildi. Başlangıçta halk tarafından çok olumlu karşılandıysa da özellikle Kayrevan sancak beyliğine kadar yükselecek olan Ebû Tayyibü’l-hadare adlı bir yerlinin hakkında yaptığı şikâyetler görevden alınmasına yol açtı. Yerine tekrar Haydar Paşa beylerbeyi tayin edildi. Bu dönemde Trablusgarp eyaleti de bir müddet Tunus’tan idare edildiği için Fizan ve Sahraaltı Afrikası’ndaki Bornu Sultanlığı ile münasebetler Tunus beylerbeyiliği vasıtasıyla yürütüldü.
Mehdiye şehri, 1550’de Turgut Reis’in askerlerinin elinden alındıktan sonra yaşanamayacak şekilde tahrip edilmişti; bu hali otuz yıl devam ettikten sonra yeniden ihya edilerek Tunus’a bağlandı. Cezayir beylerbeyiliğinden 1577’de azledilen Ramazan Paşa bir yıl sonra Tunus’a, Haydar Paşa da Trablusgarp’a beylerbeyi oldu. Ramazan Paşa iki yıl kaldığı Tunus beylerbeyiliğinden 987 Rebîülâhirinde (Haziran 1579) Cezayir’in Tilimsân sancak beyliğine gönderildi, yerine Câfer Paşa Tunus beylerbeyiliğine getirildi. Câfer Paşa, Haydar Paşa’nın yol açtığı zararları gidermeye çalıştıysa da yanı başındaki Trablusgarp’ta beylerbeyilik yaptığından onun bölgedeki nüfuzunu bir türlü kıramadı ve her ikisi azledilip İstanbul’a çağrıldı. Tunus’a Mustafa Paşa tayin edildi. Ancak Cezayir ve Trablusgarp eyaletlerinin Tunus eyaleti üzerindeki baskılarını azaltamadığı için halkın şikâyetleri üzerine 993’te (1585) Hasan Paşa Tunus’a gönderildi. Bu iki beylerbeyi zamanında Cezayir’de olduğu gibi Tunus’ta da korsanların sayısı arttı. 1588’de Mehmed Paşa, Tunus beylerbeyi olduysa da 1591’de Câfer Paşa, bir yıl sonra da Hüseyin Paşa bu göreve getirildi.1590’lı yılların başında Tunus’ta ortaya çıkan dayılık makamını elde etmek isteyenler arasında yaşanan rekabet ortamında buraya Ahmed Paşa gönderildi. Tunus’ta 1631’de Murâdî, 1705’te Hüseynî ailesi eyalet yönetiminde yetki sahibi olunca beylerbeyi tayininde aksamalar görüldü ve iktidarı elinde tutan aile fertlerinin görevlerinin onaylanmasıyla yetinildi. 1019’da (1610) Mehmed Paşa adlı bir beylerbeyinden bahsedilmekte olup onun ardından kimin beylerbeyi olduğuna dair kayıt yoktur. 1087’de (1676) Tunus’a beylerbeyi sıfatıyla sancak beyi Ebû Abdullah Mahmud Paşa’nın kardeşi ve Murad Paşa’nın oğlu Mehmed Paşa Hafsî yollandı. Fakat Tunus sancak beyi olan yeğeni Mehmed Bey onu kabul etmeyip İstanbul’a geri gönderdi. İki yıl sonra yeğenleri Ali ve Mehmed beyler arasında çıkan, beyliği ele geçirme kavgası sırasında tekrar beylerbeyi olarak yollanan Mehmed Paşa bu defa herhangi bir yaptırım gücü bulunmayan bir vali konumunda kaldı. 1096’da (1685) beylerbeyiliğe Tunus Defterdarı Mehmed Bektaş Paşa geçti; Mehmed Bey “vatan beyi”, kardeşi Ali Bey dayı oldu. Ali Bey’in vefatı üzerine Mehmed Bey, vatan beyliğiyle dayılığı uhdesinde toplayarak beylerbeyi Mehmed Bektaş Paşa ile uyumlu bir idare kurdu. 1688’de Mehmed Bektaş Paşa ölünce yerine İstanbul’dan Mustafa Paşa gönderildi. Kardeşinin oğlu Ali’yi dayı yapan Mehmed Bey yeni beylerbeyi ile de iyi geçindi. Murâdîler devrinden sonra Tunus Beyliği, Hüseyin Bey vasıtasıyla Hüseynîler olarak tanınacak ailenin eline geçti. Hüseyin Bey, vatan beyliğini onaylatmak için İstanbul’a yaptığı müracaat neticesinde Dîvân-ı Hümâyun’dan paşalık unvanı da aldı. Bu dönemde Tunus eyaletinde tek yetkili Tunus beyi oldu; bundan böyle hem dayının görevlerini hem de Osmanlı Devleti adına İstanbul’dan gönderilen beylerbeyiliğin sorumluluğunu tek başına üstlendi.
Denizcilerden dayı seçilerek kendisine belli yetkiler verilmesi âdeti ilk defa 1591’de Tunus’ta başlatıldı, 1609’da Trablusgarp’ta ve 1681 yılından itibaren Cezayir’de uygulandı. Tunus’ta ilk dayı İbrâhim adındaki bir bölükbaşı idi ve üç yıl bu görevde kalmıştı. Tunus dayıları içinde en etkili kişi on üç yıl boyunca görevini dirayetle yürüten Osman Dayı oldu; eyalette Osmanlı nüfuzunu açık biçimde yerleştirdi. Yerlilerden “zuav” denilen bir birlik kurarak yeniçerilerin eyaletteki güçlerini kırdı. Özellikle Endülüslü müslümanlardan İspanya’da kalan ve Moriskolar diye bilinen kimseleri Tunus’un sahil şehirlerine getirtip yerleştirdi. 1610’da vefat edince yerine damadı Yûsuf Dayı geçti. Osman Dayı’nın zamanında Tunus beyi olan Ramazan Bey’in yetiştirdiği Korsika asıllı, Avrupalılar’ın Osta Morato Genovese dedikleri Murad Bey isimli mühtedi Yûsuf Dayı ile çok iyi geçindi ve İstanbul’dan kendisine beylerbeyilik ve paşalık unvanı verildi. 1637 yılında önce Murad Paşa, ardından Yûsuf Dayı vefat etti. Murad Bey’in yerine eyaletin her tarafını dolaşıp itaat altına alan ve Hammûde Bey olarak da tanınan oğlu Ebû Abdullah Mahmud Bey, Yûsuf Dayı’nın yerine Cenevizli Usta Murad Kaptan geçti. Hammûde Bey’in nüfuzu eyalette giderek arttı. Böylece Tunus’ta Murâdîler dönemi başladı.
Murâdî hânedanı Tunus’ta toplam yedi beyin idaresinde seksen üç yıl hâkim oldu. Yerlerini Hüseynîler aldı. Vatan beyliğini ele geçiren İbrâhim Şerif’in kumandanlarından Hüseyin Bey onun Cezayir birliklerine esir düşmesi üzerine Tunus’ta idareyi eline aldı. Yerine vâris tayin ettiği yeniçeri ağası Ali Bey’e İstanbul’da paşa unvanı ve beylerbeyilik verildi, ancak aile içinde başlayan rekabetten faydalanan Cezayir Dayısı Ali Paşa, Hüseyin Bey’in oğulları Mehmed ve Ali beyleri alıp 1756’da Tunus’a girdi. Tunus Beylerbeyi Ali Paşa, oğullarından vatan beyi Mehmed Bey ve kardeşiyle torunları yakalanarak öldürüldü. Mehmed Bey vatan beyi, kardeşi Ali Bey dayı oldu. Mehmed Bey üç yıl sonra vefat edince Mahmud ve İsmâil adlı iki oğlu henüz küçük yaşta bulunduğundan Tunus beyliğine kardeşi Ali Bey geçti ve İstanbul’dan kendisine paşalık unvanı verildi. Oğlu Hammûde’yi henüz kendisi hayatta iken vatan beyi yaptı, ancak yeğenlerini öldürmedi.
1770’te Tunus, Fransız donanması tarafından günlerce bombalanarak tahrip edildikten sonra barış antlaşması yapıldı. Hammûde Paşa’nın 1814’te ölümü üzerine yerine oğlu Osman geçti. Onun yerini daha sonra Mahmud Bey aldı. Bu da 30 Mart 1824’te ölünce oğlu Seydi Hüseyin Bey Tunus dayısı oldu. Seydi Hüseyin, Cezayir Fransa tarafından işgal edildiğinde herhangi bir yardımda bulunmadığı gibi Çengeloğlu Tâhir Paşa’nın Tunus üzerinden geçişine de izin vermedi. On bir yıl beylik yaptıktan sonra 21 Mayıs 1835’te vefat etti ve kardeşi Mustafa Tunus beyi oldu. Kendisine İstanbul’dan asâkir-i mansûre ferikliği rütbesi ve beylerbeyilik verildi. Onun da 1837’de vefatıyla yerine Ahmed Bey getirildi. Çengeloğlu Tâhir Bey’in Trablusgarp’tan buraya gelen donanması Tunus’ta Osmanlı idaresini kuvvetlendirdi ve Ahmed Bey’i görevden aldı. Ancak Ahmed Bey, Fransızlar’dan aldığı destekle yeniden duruma hâkim oldu, ardından Osmanlı Devleti’ne yaklaştı ve kendisine paşalık rütbesi verildi. Avrupa âdetlerini daha çok benimsedi ve ülkesindeki Avrupalılar’a iyi davranmaya özen gösterdi. Fransız subayları getirterek Bardo Sarayı yanında 1840’ta açtırdığı askerî okulda ordusunu modernleştirmeye çalıştı. Burada okuyan gençler XIX. yüzyılın ikinci yarısında Tunus’un her konuda yetişmiş insanları arasında yer aldı. 5000 olan asker sayısı 20.000’e çıkarıldı ve askerler Avrupalı meslektaşları gibi giydirildi. Tunus’ta bir top dökümhanesi yapıldığı gibi Fransız mühendisleri tarafından eyaletin bir haritası çizildi. Köle ticareti 1841’de yasaklandı, ticaretin yapıldığı pazarlar 1846’da kapatıldı. Ahmed Bey 5 Ekim 1846 tarihinde Fransa kralının davetlisi olarak Paris’e gitti. 1854’te ölünce yerine müşîr-i sânî Mehmed Bey geçtiyse de dört yıl sonra vefatı üzerine müşîr-i-sâlîs olan kardeşi Mehmed Sâdık yerini aldı ve Fransız işgali öncesinde Osmanlı Devleti adına Tunus beyliği yaptı.
Hüseynîler zamanında beylik makamı veraset usulüyle değil eyaletin ileri gelenleri tarafından yapılan seçimle belirleniyor, kaptanpaşa vasıtasıyla padişaha arzedilen adayın beyliğe tayini isteniyordu; padişahın uygun bulması durumunda önceleri mîrimîranlıkla, ardından feriklikle veya müşirlikle eyalet valisi oluyordu. Beylerin yerlerinde kalıp kalmayacakları iki üç yılda bir gönderilen fermanla bildiriliyordu. Sadece Tunus beyi Mehmed Sâdık Paşa beyliğin veraset yoluyla devri için Hayreddin Paşa’yı 1864’te İstanbul’a gönderdi. Fransızlar, Tunus’un Osmanlı Devleti’ne bu şekilde yakınlaşmasını tehlikeli buldularsa da Hayreddin Paşa 1871’de Tunus’u Osmanlı Devleti’ne yakın konuma getirdi ve 23 Ekim 1871 tarihli fermanla Tunus Emirliği, doğrudan İstanbul’a bağlı kalmak üzere Mehmed Sâdık Paşa ve evlâdına veraset usulüyle verildi. Artık padişahın izni olmadan savaş ve barış görüşmeleri yapılmayacak, ülkeden hiçbir toprak başkasına verilmeyecek, Osmanlı Devleti’nin asker talebi de karşılanacaktı. Fransa bu fermanı tanımadığı gibi Mehmed Sâdık Paşa da Osmanlı-Rus savaşına istenilen askeri göndermedi. Bu irtibatı sağlayan Hayreddin Paşa da görevinden azledildi (1877). Gittikçe artan İtalyan nüfuzu aslında Alman imparatorluk şansölyesi Bismarck’ın Fransa ile İtalyanlar’ı karşı karşıya getirme politikasının bir ürünü idi. Fransızlar, İtalyanlar’dan önce harekete geçerek Tunus sınırındaki düzmece bir kavgayı bahane edip 1881 yılı Mart ayında buraya asker sevkettiler. 12 Mayıs 1881’de Tunus beyi ile Bardo Antlaşması’nı imzalayarak bu eyaleti kendi himayelerine aldıklarını duyurdular. Mehmed Sâdık Paşa 1882 yılı Ekiminde vefat etti. Yerine geçen Seydi Ali Bey döneminde Fransız genel valisi Pierre Paul Cambon zamanında 8 Haziran 1883 tarihli Mersâ Antlaşması imzalanınca Tunus himaye adı altında Fransa’nın resmen idaresine girdi. 1882’de İngiltere Mısır’a girdiğinden Tunus meselesi tamamen Fransa’nın istediği şekilde sonuçlandı. Burası artık Osmanlı Devleti salnâmelerinde “eyâlet-i mümtâze” diye yer aldı. Tarihî Bardo Sarayı 1888’de müzeye çevrildi. Tunus’un idarî yapısında kısmî değişiklik yapılarak seksen olan “kāidât” sayısı altmışa, 2000 olan ve dar anlamda idarî birimi ifade eden “şeyhât” sayısı da 600’e indirildi.
Tunus, Osmanlı idaresinde kaldığı son iki yüzyılında özellikle dinî bağlarla irtibatını sürdürdü. Tunuslular, Osmanlı halifesinin tebaası olmadan hilâfete sadık kalıyor ve hiç vergi ödemiyordu. Sadece beylik makamına oturanlar bir saygı ifadesi olarak İstanbul’daki en üst dinî yetkiliye hediyeler gönderiyordu. Karşılıklı siyasî muameleler azdı ve Tunus kendi hukukuna göre yabancı devletlerle anlaşmalar yapabiliyordu. 1742 ve 1743 yılları ile 1824 yılında Fransa ile antlaşmalar imzalanması, korsanlığın engellenmesi ve köleliği kaldıran sözleşme beylerin rahat hareketlerini göstermektedir. Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti ile herhangi bir savaş konumuna girmeden yalnız bu eyalette yirmi defa savaştılar. Osmanlı döneminde Tunus toplumu âyan ve avam diye iki sınıfa ayrılmıştı. Hafsîler devrinde avam dışında kendilerine itibar edilenlere “şürefâ” denilmekteydi; bunlar Muvahhidler döneminden kalan ailelere mensup reislerinden oluşurdu. Diğerlerini “büyûtât” adı verilen tüccarlar, memurlar ve okumuşlar teşkil ediyordu. Hafsîler devrindeki sosyal yapı Osmanlı idaresinde ciddi bir değişikliğe uğramadı.
Osmanlı yönetimi zamanında Tunus toplumunu yerli Araplar, Endülüslü müslümanlar ve Anadolu’dan buraya sevkedilen askerlerle sivil memurlar teşkil ediyordu. Ayrıca Anadolu kökenlilerin yerli kadınlarla evliliklerinden doğan ve “kuloğlu” denilen melez bir sınıf vardı. Bunlar, merkezî idare ile yerli halk arasında irtibatın âhenkli şekilde yürütülmesinde etkin görevlerde bulunuyordu. Çoğunluğu Anadolu’dan gelen babalarına oranla çok iyi eğitim gördüğü için eyaletin beylerbeyilik, dayılık ve beylik görevleri hariç üst makamlarda görev almakta ve içlerinden çok sayıda âlim yetişmekteydi. Genelde Üsküdar, Sinop, Ankara, Urfa, Edirne, Akhisar, Akşehir, Bodrum, Bergama, Bosna, Diyarbekir, Denizli, Antep, Tokat, Sivas, Menteşe, Kıbrıs, Sofya ve Gürcistan gibi şehir ve bölgelere mensuptu. Eyaletteki mesleklerine göre bostancı, bahrî, bakırcı, bıçakçı, boyacı, terzi, demirci, kuyumcu, bozacı, tavukçu ve kahveci gibi soyadlarıyla kolayca tanınıyorlardı.
Avrupalı esirler hürriyetlerine kavuşmak için müslüman oluyordu. Doğrudan Avrupa’dan bu eyalete gelip din değiştirerek Osmanlı idaresine giren denizciler de vardı. Bunlar Anadolu’dan gelmiş olanlarla daha yakın irtibat kurabiliyorlardı. Tunus eyaleti müslümanlarının yerli ve Endülüs asıllı olanları Mâlikî mezhebi, Anadolu’dan gelenler, bunların yerli hanımlarla evliliklerinden doğanlarla mühtediler ise Hanefî mezhebine mensuptu. Türk kökenlilerin savaşçı yönleri, Endülüslüler’in ziraat ve el sanatlarındaki becerileri öne çıkıyordu. Özellikle Endülüslüler Teburba, Süleyman ve Testûr gibi ülkenin kuzeydoğusundaki şehirleri Avrupaî tarzda kalkındırdılar. Kurdukları yeni köyler İber yarımadasında bıraktıkları köylere çok benziyordu. İspanya etkisinden tamamen kurtulamadıkları için kendi aralarında Kastilya diliyle konuşuyorlardı. Tunus’un Osmanlı idaresi altındaki nüfus durumu hakkında yeterli bilgi yoktur. Tunus şehriyle ilgili verilen rakamlar da çok abartılıdır (1587’de ancak 25.000 dolayında nüfusu vardı). Tunus’ta 1605’te başlayan ve 1622’de “vebâü ebi’l-gays” denilen salgında sadece Tunus şehrinde günde ortalama 2000 kişinin öldüğü belirtilir. Vebanın en öldürücü olduğu yıllar 1643-1650 arasıdır. 1676-1677’deki veba salgınında ise bütün eyalette toplam 400.000 kişinin hayatını kaybettiğine dair bilgiler doğru olmamalıdır. XVIII. yüzyılda veba salgını durunca nüfusta artış meydana geldi.
Sömürge Dönemi. Tunus, Fransa’nın kontrolü altına girince bu idareye karşı giderek direniş gösterilmeye başlandı. Bu hususta öne çıkan isimlerden biri Sefâkus-Kābis arasında yaşayan bir kabile reisi olan Neffât Kāidi Ali b. Halîfe’dir. Fransızlar’ın üzerine sevkettiği ordulara dayanamadı ve Trablusgarp’a geçerek Osmanlı Devleti’ne sığındı. Daha sonra Fransızlar’la anlaşıp bir daha mücadele etmemek üzere Tunus’a döndü. 1888’de yayımlanmaya başlayan Cerîdetü’l-ḥâżıra, 1896’da ez-Zehrâ isimli gazeteler ve özellikle aynı yıl Haldûniyye adlı cemiyet etrafında bağımsızlığa giden sürecin temelleri atıldı. 1905’te Avukat Ali Bâş Hanbe ve Beşîr Sefar’ın öncülüğünde Sâdıkī Koleji Mezunları Derneği benzer faaliyetlere hız verdi; le Tunisien adlı gazeteyi çıkardı. 1908 yılında Jön Türkler’den ilham alarak kurdukları Cemâatü’ş-şebâb et-Tûnisiyye adlı teşkilâtla Türk asıllı Zemerî ve Ali Bâş Hanbe, Cezayir asıllı Abdülazîz b. İbrâhim es-Seâlibî ile Tunus asıllı Abdülcelîl Zavuş siyasal etkinlikleri başlattılar. İtalyanlar’ın 1911’de Trablusgarp’a saldırıları Tunuslular’ı Osmanlı Devleti’ne daha fazla yaklaştırdı; Tunuslular bu savaşa açıkça destek vermekten çekinmediler. Ali Bâş Hanbe, Tunuslular’ın Osmanlılar’a desteğini arttırmak için bir dernek kurdu. Ancak Cellaz Mezarlığı olayı diye bilinen olaydan sonra 1912’de yargılanıp Fransa’ya sürgüne gönderildi. I. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’a gelerek mücadelesine buradan devam etti.
Fransızlar 1881-1956 yıllarında Tunus’a yirmi bir genel vali tayin ettiler. Bunların içinde ilk vali Théodore Justin Dominique Roustan’dan sonra 28 Şubat 1882-23 Haziran 1885 tarihleri arasında valilik yapan Pierre Paul Cambon himaye adı altında sömürgeleştirme sürecini tamamladı. Ancak otuz yıl boyunca Fransız sömürge siyasetinin başta gelen ismi genel sekreter Bernard Roy oldu. Tunus’taki Avrupalı sayısı giderek arttı; 1881’de 15.000 kadar İtalyan varken bunlar 1901’de 71.000’e, 1911’de 88.000’e çıktı. Toplam 148.000 Avrupalı’nın geri kalanını 46.000 Fransız ve 11.000 Maltalı oluşturuyordu. Müslümanların sayısı aynı dönemde 1.700.000 kadardı. I. Dünya Savaşı’nda Fransa sadece Tunus sömürgesindeki yerli gençlerden 63.000 kişiyi cephelere sürdü. 1931’de Tunus’un nüfusu 2.410.000 oldu, bunun 251.000’ini Avrupalılar teşkil ediyordu. Bu tarihte Fransızlar’ın sayısı 91.000’e çıkmıştı.
Bağımsızlık yolunda mücadele edenlerin öncüleri arasında İslâmî konulardaki yazılarıyla öne çıkan Muhammed Bayram el-Hamîs, er-Râʿid gazetesinin editörlüğü yanında vakıf idaresi müdürü oldu. Bir diğer önder Abdülazîz b. İbrâhim es-Seâlibî’nin 1920’de Paris’te yayımlanan la Tunisie martyre (et-Tûnisiyye eş-şehîde) adlı kitabı gençlik üzerinde ciddi etki bıraktı. Tunus’ta Fransız sömürgeciliğine karşı ilk düzenli siyasî hareket Abdülazîz b. İbrâhim es-Seâlibî’nin 1920’de kurduğu el-Hizbü’d-düstûrî ile başladı. Ancak hareket içinde on beş yıl gibi kısa bir süre sonra ayrılmalar başladı ve Mahmûd Materî’nin başkanlığında, Habîb Burgiba’nın genel sekreterliğinde el-Hizbü’d-düstûrî el-cedîd kuruldu. Partinin yayın organı olan el-ʿAmel’de (l’Action tunisienne) kendi düşüncelerini yaymaya başladılar. el-Hizbü’d-düstûrî II. Dünya Savaşı sonrasına kadar varlığını devam ettirdiyse de ilk günlerdeki etkinliğini, kurucusu Abdülazîz b. İbrâhim es-Seâlibî’yi satılmışlık ve diktatörlükle itham eden Habîb Burgiba’nın karşıt görüşleriyle yitirdi. Fransızlar Habîb Burgiba’yı bağımsızlık yanlısı girişimlerinden dolayı 1940 yılında hapse attılar. 17 Kasım 1942-13 Mayıs 1943 tarihlerinde II. Dünya Savaşı’nın en kapsamlısı olarak bilinen Tunus savaşı cereyan etti ve Almanlar’la İtalyanlar geri çekilmek zorunda kaldı. Mücadelenin devam ettiği günlerde Almanlar, 1942’de Habîb Burgiba’yı serbest bırakarak Roma’ya götürdüler. Ardından İtalyanlar’ın safına çekmeye çalıştılar, ancak başarılı olamayıp 7 Nisan 1943’te Tunus’a geri getirdiler. Habîb Burgiba, Fransızlar’la iş birliği yapmayı ülkesinin geleceği için daha faydalı gördü. 26 Mart 1945’te gizlice Sefâkus’a, oradan Trablusgarp’a ve Arap Birliği’nin kurulduğu Kahire’ye geçti. Tunus’a 9 Eylül 1947’de dönebildi.
Bağımsızlık Dönemi. 1950’li yılların başında Tunus beyi Lamine Bey denen Emîn Bey bağımsızlık mücadelesini sürdüren gençleri destekledi. 20 Mart 1956’da Tunus bağımsızlığına kavuşurken Hüseynî ailesinden Emîn Bey on dokuzuncu bey sıfatıyla Osmanlılar’dan kalan bir geleneği sürdürdü; 27 Temmuz 1957 tarihine kadar Tunus kralı oldu. Bu tarihte Tunus Cumhuriyeti ilân edildi; Hüseynî ailesinin saltanatı sona erip Emîn Bey’in başbakan tayin ettiği Habîb Burgiba ilk devlet başkanı olarak bütün yetkileri eline aldı. Bağımsızlık sonrası Avrupalılar artan baskılar üzerine şehri terketmeye başladı. Onların yerini diğer bölgelerden gelen yerli nüfus doldurdu ve Araplaşma süreci tamamlandı. Giderek artan iç göçlerle başşehir Tunus’un etrafında yeni varoşlar ortaya çıktı. 1958’de Tunus Arap Birliği’ne, 1969’da İslâm Konferansı Teşkilâtı’na girdi. Tunus şehri, 12 Haziran 1979 tarihinde Mısır ile İsrail arasında imzalanan Camp David Antlaşması’nın ardından Kahire yerine birliğin merkezi oldu ve 31 Ekim 1990 tarihine kadar bu konumunu sürdürdü.
Tunus’ta siyasî hayatın şekillenmesinde şer‘î hükümleri esas alan ve kısaca “düstûr” denilen anayasa etkili oldu. 2 Mart 1934’te ed-Düstûrü’l-cedîd adıyla oluşan siyasî hareket 1969’da Sosyalist Düstur Partisi adını aldı. Hareketin kuruluşunda öncülerden biri olan Sâlih b. Yûsuf, Habîb Burgiba ile birlikte hareket ettiği halde zamanla araları açıldı ve 1961’de bir suikastla öldürüleceği Mısır’a kaçmaya zorlandı. Partinin genel başkanı olan Habîb Burgiba tek parti sisteminin ağır yönetim biçimini uygulayarak otuz bir yıl iktidarda kaldı. Her türlü muhafazakâr yapılanmayı ağır şekilde bastırdı. Kasım 1987’de görevinden ayrıldı. Tunus’un ikinci devlet başkanı olan Zeynelâbidîn b. Ali kansız bir darbe ile iktidarı ele geçirdi. Paris’teki Saint Syr askerî okulunda eğitim gören Zeynelâbidîn çeşitli görevlerin ardından 1986 yılı Ekiminde başbakan oldu. Bu görevinin henüz birinci ayını doldurmadan Habîb Burgiba’nın rahatsızlığının devlet başkanlığı görevini yürütmesini engellediğini ileri sürerek 7 Kasım günü onun yerini aldı. 1987’de başladığı devlet başkanlığı görevine 2009 yılında beşinci defa seçildi ve 2014’te aday olacağını açıklamasına rağmen 14 Ocak 2011 tarihinde ülkenin güneyindeki Sîdîbûyezîd şehrinde başlayan ve kısa zamanda yayılan halk ayaklanması sonucu devlet başkanlığı görevini terkederek Suudi Arabistan’a sığındı. Devletin başına aynı gün görevden alınan Başbakan Muhammed Gannûşî anayasaya uygun olarak geçtiyse de yine anayasa gereği görevi meclis başkanına verdiğinden Fuâd Mebeza 15 Ocak günü geçici devlet başkanı oldu.
Tunus’ta İslâmî Hareket. Tunus’ta Batı merkezli devlet sistemi içinde dinî esaslara göre siyasî yapılanmaların önü 1988 yılına kadar kapalı idi. İlk defa 1970’te Zeytûne Camii Üniversitesi hocaları ve öğrencilerinin faaliyete geçirdiği Kur’ân-ı Kerîm’i Koruma Derneği bir başlangıç teşkil etti. Râşid el-Gannûşî önderliğinde 1971’de Tunus Üniversitesi’nde bir caminin açılmasıyla yeni bir hareket başladı ve el-Cemâatü’l-İslâmiyye adıyla bir derneğe dönüştü. Kısa zamanda şehrin diğer camilerine Abdülfettâh Mûrû ile vaazlar verip büyük bir kitleyi etraflarında topladılar. 1971’de ilkokulda, 1976’da ortaokulda, 1977’de lisede Arapça’nın Fransızca’nın yerine eğitim dili olması gençlerin İslâmiyet’e ilgisini arttırdı. Bunda 1970-1980 yıllarında kurulan hükümetlerde Millî Eğitim Bakanlığı yapan Muhammed Mizâlî’nin katkısı büyüktür. 19 Eylül 1980 tarihinde Cemâatü’l-İslâmiyye, Hareketü’l-itticâhi’l-İslâmî adıyla siyasî bir yapılanmaya dönüştü. Ancak hükümet 21 Aralık günü kurucusu Râşid el-Gannûşî’yi tutukladı ve 5 Ocak 1980’de serbest bıraktı. Ardından tekrar yakalanıp 1981-1984 yılları arasında hapiste kaldı. 23 Nisan 1980-8 Temmuz 1986 tarihlerinde başbakanlık yapan Muhammed Mizâlî bu hareketi himaye etmekle suçlandı ve sonunda görevden alınıp ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı; bunun üzerine gizlice Fransa’ya iltica etti. 2002 yılında cezasının kaldırılmasına rağmen yaşamaya devam ettiği Paris’te 23 Haziran 2010’da vefat etti. Râşid el-Gannûşî ömür boyu hapis cezasına çarptırıldıysa da Zeynelâbidîn b. Ali tarafından 1988’de serbest bırakıldı. Aynı yıl ismini Hizbü’n-nehda olarak değiştiren hareket 1989’da yapılan genel seçimlerde % 22 oy aldığını ilân ederken resmî rakamlar bunu % 17 olarak gösterdi. Bu harekete karşı uygulanan baskı neticesinde önce hapse atılan ve ardından serbest bırakılan Râşid el-Gannûşî Cezayir’e iltica etti. 1991’e kadar burada kaldı, ardından Sudan’ın başşehri Hartum’a sığındı ve 1993’te iltica ettiği İngiltere’de 2011 yılına kadar sürgün hayatı yaşadı.
