Bölüm anahatları

  • Kapladığı alan bakımından Afrika’nın Sudan, Cezayir ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden sonra dördüncü büyük ülkesidir. Kuzeybatıda Tunus, batıda Cezayir, güneyde Nijer ve Çad, güneydoğuda Sudan, doğuda Mısır ile komşu olan, kuzeyde Akdeniz’le kıyısı bulunan birülkedir.

    Ülke topraklarının onda dokuzu çöllerle kaplıdır. Bu geniş çöl alanında çöl tiplerinin hemen her çeşidine ait örneklere rastlanılır: Kayalık çöller (hâmideler, en meşhuru el-Hâmidetü’l-hamrâ), çakıllı çöller (serîrler, en meşhuru Tibesti serîri) ve daha yaygın olan kum çölleri (ergler, Murzuk [Merzûk] ergi) gibi. Ülkenin güneybatısındaki Fizan bölgesinde kum örtülerinin oluşturduğu hafif yükseltiler yaklaşık 160 km. uzunluğunda bir sıra meydana getirir. Libya’da çok sınırlı bir alanda yer alan dağlık kesimler, kuzeyde Sirte körfezinin doğusunda ve batısında Akdeniz kıyısı yakınında bulunur. Sirte körfezinin kuzeybatısında denize kadar uzanan Trablus dağları (Cebelitrablus) batıya doğru denizden uzaklaşır ve bu kesimde denizle dağlar arasına verimli Cefera ovası girer. Bu körfezin doğusunda bulunan kalker yapılı Cebeliahdar Akdeniz kıyısını çok yakından izler ve denizle dağlık kesim arasında sadece dar bir kıyı ovası bulunur.

    Libya’da kıyıdaki dar bir kıyı şeridine inhisar eden ve içeriye doğru fazla sokulmayan Akdeniz iklimiyle ülkede çok geniş alana yayılan çöl iklimi olmak üzere iki iklim tipi görülür. Trablus dağları ile Cebeliahdar’da yağışlar bollaşır. Bu kesimlerde yıllık ortalaması 600 milimetreyi aşan yağışlar görülür. Güneye doğru iyice azalan yağışlar bazı kesimlerde 50 milimetrenin de altına düşer. Libya ikliminin en dikkat çekici özelliklerinden biri, yeryüzünde şimdiye kadar ölçülmüş en yüksek sıcaklığa bu ülkede rastlanmış olmasıdır. Trablus’un güneyindeki Azîziye’de 1922 yılında yapılan bir rasada göre termometre gölgede 58°’yi göstermiştir ki bu meteorolojik rekor ne bu ülkede ne de başka bir yerde aşılabilmiştir.

    Akarsular bakımından fakir bir ülke olan Libya’da yer altı su şebekesi önem taşımakta ve bundan âzami derecede istifade edilmeye çalışılmaktadır. Yer altı suları kıyı kesiminde yüzeye çok yakındır ve kolay çıkarılabilmektedir. İç kesimlerdeki çöl alanlarında yer altı suyunun yüzeye çıktığı yerler vahaları oluşturur. Yer altı suyunun bol bulunduğu sahrâ bölgesinden sahildeki verimli arazileri sulamak ve başşehir Trablus ile diğer şehirlere içme suyu temin etmek için 1984 yılında başlatılan “Büyük Sun‘î Nehir Projesi” büyük oranda tamamlanmıştır. Kıyı bölgelerinde “sebha” adı verilen suları tuzlu ve sığ göllere rastlanır.

    İkliminin sonucu olarak doğal bitki örtüsü de fakirdir. Cebeliahdar’ın Akdeniz’e yani kuzeye bakan yamaçlarında ardıç ve sakız ağaçlarının ağırlıklı olduğu orman örtüsü vardır. Buradan güneye doğru gidildikçe bozkır (step) görünüşü hâkim olur. Daha güneyde ise hiçbir bitki örtüsünün olmadığı mutlak çöllere geçilir. Bu mutlak çöl görünüşü vahaların bulunduğu yerlerde kesintiye uğrar.

    Nüfusu seyrek bir ülke olan Libya’da nüfus yoğunluğu olarak kilometrekareye dört kişi düşer. Yalnız bu nüfus ülke yüzeyine çok düzensiz yayılmıştır. Nüfusun % 90’ından fazlası kıyı kesiminde toplanmıştır. Trablus ve Ahdar dağlarının nisbeten bol yağış alan yamaçları ile iç kesimlerdeki vaha sahaları da nüfus toplanma alanlarıdır. Resmî dili Arapça olan ülke nüfusunun % 97’si müslümandır.

    Son dönemlere kadar Libya ekonomisinin temelini tarım, hayvancılık ve küçük el sanatları oluştururdu. Fakat günümüzde Libya ekonomisi denince ilk akla gelen ham petrol ve petrol ürünleri ihracatıdır. Bu durum, 1955 yılında ülkede petrol emârelerinin belirmesi ve 1959’da Sirte körfezinin güneyinde Zelten’de ilk petrol kuyularının açılmasıyla başladı. Aynı yıl içinde yine denize çok uzak olmayan mesafede Raguba’da başka kuyular açıldı. Bu kuyular uzunluğu 160 kilometreyi bulan petrol boru hatlarıyla Akdeniz kıyısına bağlanınca üretim arttı. 1961’den 1968’e kadar beş büyük boru hattı daha devreye girdi ve boru hatlarının uzunluğu 400 kilometreyi aştı. 1967’deki Arap-İsrail savaşının ardından Süveyş Kanalı’nın kapanması Libya petrolünün önemini büsbütün arttırdı ve petrol ihracatı da beklenmedik bir hızla yükseldi (1999’da kişi başına düşen millî gelir 7000 dolar). Libya’da petrol yanında doğal gaz üretimi de gittikçe önem kazanmaktadır.

    Libya’nın geleneksel ekonomik uğraşılarından olan tarım Cefera ovasında, dar kıyı kuşağında ve iç bölgelerdeki vahalarda yapılmaktadır. Tahıl türlerinden en fazla arpa, onu geriden izlemek üzere buğday ve çeşitli sebzeler yetiştirilir. Tütün, zeytin, portakal, vahalarda elde edilen hurma ve diğer meyveler, tarımdaki çeşitliliği sağlar. Hayvancılık olarak koyun, keçi ve deve dikkati çeker. Akdeniz kıyısında ve açığında yapılan balıkçılık da ekonomiye katkı sağlar.

    Petrol sanayii dışında bir dönem ağır sanayie ağırlık verilmiş olup halen sana-yi kuruluşları sigara, hasır, halı, sabun ve zeytinyağı üreten tesislerdir. Deri işlemeciliği eskiden beri önemlidir. Ulaşım 20.000 kilometreyi bulan karayolları ve sayıları on beş kadar olan havaalanlarıyla sağlanır. En önemli liman faaliyeti Trablus ve Bingazi şehirlerinde olup Mersalbüreyka’da petrol terminali bulunmaktadır.

    Petrol ülkesi olarak tanınmadan önceki yıllarda Libya ihracatında daima zeytinyağı satımı ilk sırayı alırdı. Günümüzde ihracatın % 90’dan fazlası petrole aittir. Petrol dışında zeytinyağı, hurma ve çeşitli meyveler, yer fıstığı ihracatı vardır. Dış ticaretinde aldığı mallar arasında çeşitli makineler, motorlu taşıtlar, demir, çelik ve dokuma dikkati çeker. Libya’nın ihracatı ve ithalâtında ilk sırayı alan ülkeler İtalya, Almanya ve İngiltere’dir.

    Libya’nın ilk yerli ahalisi olan Lîbîler hakkında yeterli bilgi bulunmamakla birlikte bunların Berberî Levâte’nin atası olduğu ileri sürülmektedir. Birçok medeniyete beşiklik eden Libya’yı Berberîler dışında Fenikeliler, Romalılar, Vandallar, Bizanslılar, yahudiler, Araplar, Zencîler, Tevârikler, Türkler ve Avrupalılar yurt edinmişlerdir. Berberîler Levâte (Berka’da), Hevvâre (güneyde), Nefûse (Nefûse dağı) ve Zenâte adlı dört büyük kola ayrılır. Libya’nın ikinci kalabalık nüfusunu oluşturan Araplar, ilk fetih faaliyetlerine katılanlar dışında özellikle XI. yüzyılda Fâtımîler’in Yukarı Mısır’dan buraya gönderdikleri Benî Hilâl ve Benî Süleym kabilelerinin soyundan gelmektedir. Berberîler’in bir kısmı İslâm fethinden sonra dağlara ve çöllere çekilerek hem asıllarını hem dillerini korurken bir kısmı zamanla giyimlerini, âdetlerini ve dillerini terkedip Araplaşmışlardır. XVI. yüzyılın ortalarında Libya’yı idaresine alan Osmanlı Devleti zamanında buraya gönderilen Türkler’in Berberî, Arap ve Endülüs asıllı yerli kadınlarla evliliklerinden kuloğlu denilen bir nesil doğdu. Ayrıca XIX. yüzyılda Malta ve İtalya’dan Libya’ya gelenler de burada bir topluMısır’ın batısındaki bölgeye Libya isminin ilk defa Yunanlılar tarafından verildiği ve bunun Berberî Levâte kabilesinin adının değişiminden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Romalılar, bugünkü Tunus ve Libya’nın batısındaki toprakları içine alan bölgeye Afrika adını vermiş, Araplar bunu İfrîkıye olarak telaffuz etmişlerdir. Yine Araplar’ın Berka dedikleri Sirenayka (Cirenaica) bölgesinin adı Yunanlılar’ın kurduğu ve Siren (Cyrène) dedikleri şehrin isminden gelmektedir. Antik dönemde Sirtika (Syrtica) sahilinde kurulan Sabratha, Oea ve Leptis Magna adlı üç şehir için Tripolitaine tabiri kullanılmış, Araplar bunu da Trablus şeklinde söylemişlerdir. Lîbîler denilen bölge ahalisinin aslen Nil civarından, Etiyopya’dan, Arap yarımadasından geldikleri veya Akdeniz asıllı oldukları gibi farklı rivayetler de vardır.

    Başlangıçtan Müslümanlar Tarafından Fethine Kadar. İlk defa milâttan önce XII. yüzyılda Fenikeliler Libya sahillerine ticarî amaçla gelmişlerse de hâkimiyetlerini milâttan önce IX. yüzyılda tesis etmişlerdir. Fenikeliler’in kurduğu ve büyük gelişme gösteren Trablus bölgesi milâttan önce V. yüzyılda Kartaca’ya bağlandı. Yunanlılar, Sirenaika’ya gelerek milâttan önce 630 yılında Siren şehrini kurdular. Ülkenin doğusu Mısır’ın etkisindeyken Trablus Tunus’la irtibatlıydı. Numidya Kralı Massinissa, II. Kartaca savaşının ardından Trablus bölgesini ele geçirdi. Romalılar milâttan önce 146’da Kartaca’yı yıktıktan sonra hâkimiyetlerini bütün Kuzey Afrika’ya yaydılarsa da Oea, Sabratha ve Leptis Magna’ya özerklik verdiler. Ancak milâttan önce 46 yılında Numidya’yı topraklarına katınca bu üç şehri Afrika adıyla bir federasyonda birleştirip Roma’ya bağladılar. O dönemde büyük gelişme gösteren bölge Roma’ya aylık 10.000 kantar zeytin yağı vergi veriyordu. Milâttan önce 19’da İmparator Augustus zamanında Fizan ve Gadâmis Roma topraklarına katıldı. Sirenaika kısmen, milâttan önce II. yüzyıldan itibaren ele geçirildiyse de tamamı ancak milâttan sonra IV. yüzyılda imparatorluğa dahil edilebildi..

    Leptis Magna’da doğan ve 193’te Roma imparatoru olan Septimus Sévèrus ve kendisinden sonra gelen imparatorlar Afrika eyaletine özel ilgi gösterdi. Milâttan sonra IV. yüzyılda tahrip edilen Leptis Magna, V. yüzyılda Giustiniano tarafından yeniden imar edilerek eyalet merkezi yapıldı. IV. yüzyılda gücü zayıflayan Roma’ya karşı isyanlar başladı ve Berberîler ayaklandılar. 366’da Leptis Magna ve Sabratha Romalılar’ın elinden çıkınca önemini kaybetti. Berberî saldırılarıyla iyice zayıflayan ülke 430 yılında Vandallar’ın işgaline uğradı. Bu istilânın Libya’yı iyice fakirleştirmesi Bizanslılar’ın işgalini kolaylaştırdı ve 535’te bölge Bizans hâkimiyetine girdi. Sahillerdeki önemli yerlerde ve kalelerde bir miktar asker bulunduran Bizanslılar, Berberîler’i kendi hallerine bırakıp yıllık belli miktarda vergi ödemeleri ve gerektiğinde asker desteği sağlamaları dışında herhangi bir şeye zorlamadılar.

    Fenike, Kartaca, Yunan, Roma ve Bizans hâkimiyeti sırasında sahildeki önemli şehirlerle Afrika’nın iç bölgeleri arasında ticaret geliştirilerek yollar açıldı. Sabratha’dan başlayıp Gadâmis üzerinden Afrika içlerine giden yol yanında Oea ve Leptis Magna’dan başlayan ve Fizan üzerinden giden güzergâh daha işlek ve emniyetliydi. Sirenaika’daki Apollonia, Berka, Bérénice ve Tocra şehirlerinin Çad, Kongo ve Habeşistan ile münasebetleri vardı. O çağlarda başlayan Afrika içlerinden fildişi, altın, deve kuşu tüyü, kıymetli taşlar, deri, abanoz ve esir ticareti XX. yüzyıla kadar devam etti.

    Fetihten Osmanlılar’a Kadar. Hz. Ömer zamanında Amr b. Âs kumandasında Mısır’ı fetheden İslâm ordusu (21/642) Bizans hâkimiyetine son vermek üzere Libya ile Tunus’u içine alan bölgeye yöneldi. Önce Berka (Sirenaika) ele geçirildi ve Levâte kabilesi 13.000 dinar cizye vermek şartıyla yerinde bırakıldı. Amr b. Âs’ın Trablus’a, Ukbe b. Nâfi‘in Fizan’a düzenlediği seferlerden sonra Mısır’a geri dönen müslüman orduları 24 (645) yılında Trablus’a yeni bir sefer düzenledi ve 26’da (647) yeni Mısır valisi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’in seferi sırasında Sübeytıla’da Bizans Valisi Gregorios’u yendi. Bu savaşta İslâm ordusu 20.000, Bizans-Berberî ordu 120.000 civarında askerden oluşuyordu.

    Hz. Ali ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasındaki mücadele sırasında (37/657) Berberîler ayaklandılar. Emevî Devleti’ni kuran Muâviye, İfrîkıye’ye Muâviye b. Hudeyc kumandasında bir ordu gönderdi. Berberîler’i desteklemek üzere 30.000 kişilik bir Bizans birliği ve donanma geldiyse de Tunus’un kuzeyindeki liman şehri Benzert’i (Bizerte) fetheden (41/661) müslümanlar Trablus ve çevresini tekrar ele geçirdiler.

    Ukbe b. Nâfi‘, Afrika’nın iç bölgeleriyle münasebetlerde önemli konumda olan Gadâmis’i 42 (662) yılında aldı. Daha sonra Veddân kasabası ile Fizan’ın merkezi konumundaki Zevîle’yi fethedip kendisine karargâh yaptı. Fakat Libya dahil bütün Kuzey Afrika’nın müslümanlarca kesin olarak ele geçirilmesini sağlayan seferler, 49-55 (669-675) yılları arasında yine Ukbe b. Nâfi‘in kumandanlığı zamanında düzenlendi. Ukbe 50 (670) yılında Kayrevan şehrini kurarak karargâhını buraya taşıdı. Bu döneme kadar müslümanlar karşılarında Bizans ordusundan çok Berberî kabilelerinden Hevvâre ve Levâte’yi buluyordu. Bu kabileler de müslüman olmaya başlayınca belli başlı şehirlere karargâhlar kuruldu. Ukbe b. Nâfi‘, Berberîler’den bir ordu teşkil ederek Kuzey Afrika’daki seferlerinde kullandı ve birçok başarı elde etti. Bu arada yeni Mısır valisi Mesleme b. Muhalled, Ukbe’yi İfrîkıye valiliğinden alıp yerine Ebü’l-Muhâcir Dînâr’ı tayin etti (55/675).

    Görünüşte İslâmiyet’i kabul eden Berberî reisi Küseyle b. Lemzem güçlü kumandan Ukbe’nin valilikten ayrılması üzerine İslâm’dan dönerek ayaklandı ve üzerine ordu gönderilip esir alındı. Bu sırada Ukbe, Yezîd b. Muâviye tarafından ikinci defa vali tayin edilince (62/682) Küseyle’yi yakalatıp kendisine ağır muamelede bulundu. el-Mağribü’l-aksâ’da ordusuyla seferde iken Küseyle kaçarak kendisine katılanların başına geçti, Biskre’de Ukbe ile yanındaki 300 kişiyi pusuya düşürüp öldürdü (63/683). Züheyr b. Kays el-Belevî ve Ömer b. Ali el-Kureşî kumandasındaki İslâm ordusu da Kayrevan’dan Berka’ya çekilmek zorunda kaldı; Kayrevan Küseyle’nin kumandasındaki Berberîler’in eline geçti. 69 (688-89) yılında İfrîkıye valiliğine getirilen Züheyr b. Kays, Küseyle’nin üzerine yürüdü ve bu savaşta Küseyle öldürüldü. Bu arada Berka’yı işgal eden Bizanslılar’la yapılan savaşta Züheyr de hayatını kaybetti. Bu olayın ardından Kâhine adlı bir Berberî kadın İfrîkıye’nin iç kesimlerinde hâkimiyet kurdu. Bizanslılar da Kartaca gibi sahil şehirlerini zaptettiler. Züheyr’den sonra bir süre boş kalan İfrîkıye valiliğine 73’te (692) Hassân b. Nu‘mân el-Gassânî tayin edildi. Berka ve Trablus’u tahkim eden Hassân Kayrevan’ı yeniden ele geçirdi ve Kartaca’yı Bizanslılar’dan geri aldı, ayrıca Benzert’i fethetti. Daha sonra Kâhine üzerine yürüdüyse de yenilerek Berka’ya çekildi (77/696). Bu sırada Kartaca tekrar Bizanslılar’ın eline geçti. Halife Abdülmelik b. Mervân’ın içerideki karışıklıkları halletmesinden sonra yardım göndermesi üzerine Hassân Kâhine’nin üzerine yürüdü; Kābis, Kafsa, Kastilya ve Nefzâve’yi itaat altına aldı, yapılan savaşta Kâhine öldürüldü (79/698). Kendilerine eman verilen ve İslâmiyet’i kabul eden Berberîler’le güçlenen Hassân Kartaca’yı geri aldı ve İfrîkıye kesin biçimde İslâm hâkimiyetine girmiş oldu. Hassân, denizden gelecek saldırılara karşı bir donanma oluşturmak amacıyla Tunus şehrini kurup bir tersane inşa ettirdi. O zamana kadar Mısır valilerine bağlı olan İfrîkıye valileri bu tarihten itibaren doğrudan halife tarafından tayin edilmeye başlandı.

    Hassân b. Nu‘mân’dan sonra İfrikıye valisi olan Mûsâ b. Nusayr zamanında Kuzey Afrika’daki fetihler tamamlandı ve 88 (707) yılında burası Tunus ve Trablus’tan ibaret İfrîkıye, el-Mağribü’l-evsat (Cezayir) ve el-Mağribü’l-aksâ (Fas) adıyla üç bölgeye ayrılıp her birine âmiller gönderildi. İç işlerinde bağımsız olan Trablus âmilliği İfrîkıye eyaletine vergi ve asker gönderiyordu. Libya’nın diğer iki bölgesi olan Bingazi ve Fizan da idarî bakımdan Trablus’a bağlı görünmekle birlikte iç işlerinde serbest idiler.

    Roma ve Bizans dönemlerinde kendilerine verilen imtiyazların Araplar tarafından kaldırılmasından rahatsız olan Berberî kabilelerinden Hâricîliğin İbâzıyye kolunu benimseyenlerin Trablus’a saldırarak burayı ele geçirmesi üzerine (123/741) İfrîkıye valiliğine tayin edilen Hanzale b. Safvân el-Kelbî onların üzerine yürüdü ve Karn mevkiinde Berberîler’i bozguna uğratarak (124/742) bölgedeki Berberî isyanlarını bastırdı.

    Abbâsîler döneminde İfrîkıye’de ayaklanmalar devam etti. 140 (757) yılında Trablusgarp bölgesi İbâzîler’i tarafından imam seçilen Ebü’l-Hattâb el-Meâfirî önce Abbâsî âmili Amr b. Süveyd’in elindeki Trablus’u, ardından Verfecûme Berberî kabilesinin elindeki Kayrevan’ı aldı. Halife Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un emriyle Mısır Valisi Muhammed b. Eş‘as el-Huzâî’nin Avvâm b. Abdülazîz el-Becelî ve ardından Ebü’l-Ahvas Ömer b. Ahvas el-İclî kumandasında gönderdiği ordular Ebü’l-Hattâb’a yenilince Muhammed b. Eş‘as 40.000 kişilik bir ordu düzenleyerek Ebü’l-Hattâb’ın üzerine yürüdü ve onu mağlûp ederek Trablusgarp ile Kayrevan’a hâkim oldu (144/761).

    Daha sonraki yıllarda Berberîler’den Sufriyye Hâricîleri’nin reisi Ebû Kurre el-İfrenî’yi cezalandırmak için Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un gönderdiği Ağleb b. Sâlim kumandasındaki ordu başarılı olamadığı gibi Ağleb de öldürüldü (151/768); İbâzîler önce Trablus’u, ardından Kayrevan’ı ele geçirdiler. Abbâsî halifesi, İfrîkıye valiliğine tayin ettiği Ömer b. Hafs, İbâzî imamı Ebû Hâtim’e yenilince meşhur kumandanlarından Yezîd b. Hâtim’i 60.000 kişilik bir orduyla bölgeye gönderdi (154/771). Abbâsî ordusuyla Nefûse dağı civarında karşılaşan Berberîler yenildi; reisleri Ebû Hâtim el-İbâzî’nin öldürülmesinin (155/772) ardından Libya’da yeniden kontrol sağlandı.

    Kuzey Afrika’da sonu gelmeyen ayaklanmalardan bunalan Halife Hârûnürreşîd, bölgede emniyet ve asayişi sağlamak amacıyla İfrîkıye valiliğine, veraset yoluyla çocuklarına geçmek üzere emîrlerinden Ağleb b. Sâlim’in oğlu İbrâhim b. Ağleb’i tayin etti; böylece Ağlebîler hânedanının temelleri atılmış oldu (184/800). Ağlebîler devrinde Trablus’ta güvenlik sağlandığı için şehir gelişti. 196 (812) yılında İbâzî lideri Abdülvehhâb b. Abdurrahman’ın Trablus’ta çıkardığı isyanın sonunda iki taraf anlaştı ve Trablus’un sahil tarafı Ağlebîler’de kalırken iç kısımdaki batı tarafı Ağlebî hâkimiyetini tanımaları şartıyla İbâzîler’e verildi. Mısır’daki Tolunoğulları Devleti’nin hâkimi Ahmed b. Tolun’un oğlu Abbas babasıyla arası açılınca emrindeki askerlerle batıya yöneldi. Libya’daki Berka ve Lebde’yi ele geçirip Trablus’u kuşattı. Ağlebîler, Nefûse kabilesinin İbâzî şeyhi İlyâs b. Mansûr’dan aldıkları yardımla İbn Tolun’u mağlûp ettiler (267/881).

    Libya ve Tunus’u 184-296 (800-909) yılları arasında yöneten Ağlebîler Devleti, Kutâme kabilesinin de desteğini alan Şiî Ubeydullah el-Mehdî tarafından yıkılarak Fâtımî Devleti kuruldu. Bu dönemde Şiî ve Hâricî Berberîler arasındaki mücadele iyice arttı. Trablus ve Tunus Hâricîleri baş kaldırarak Trablus Valisi Mâknûn’u şehirden çıkardılar. 300 (913) yılında Fâtımî Halifesi Ubeydullah el-Mehdî’nin bunları cezalandırmak için oğlu Ebü’l-Kāsım’ın (Kāim-Biemrillâh) kumandasında gönderdiği ordu Hâricîler’i yendi ve onlardan 300.000 altın savaş tazminatı aldı. Ancak 332’de (943) Hâricî lideri Ebû Yezîd en-Nükkârî’nin Fâtımîler’e karşı isyanı çok şiddetli oldu; Kayrevan’ı ve diğer bazı şehirleri Fâtımîler’den aldı. Birkaç yıl süren bu mücadeleden sonra Fâtımîler bölgede yeniden hâkimiyet kurdular.

    Halife Muiz-Lidîhillâh, Fâtımîler’in başşehrini Mısır’a taşırken Sanhâce kabilesinden Bulukkīn b. Zîrî’yi İfrîkıye ve Mağrib’e vali tayin etti (361/972). Bölgede bazı şehirleri ele geçiren Bulukkīn, karşı hareketleri bastırarak Fâtımîler’e bağlılığı korumaya çalıştı, 373’te (984) ölünce yerine oğlu Mansûr geçti. 391 (1001) yılında Trablus, Nefûse’nin desteklediği Fas’tan gelen Zenâte asıllı Benî Hazrûn’un eline geçti. Fâtımîler’e bağlılığını sürdüren Mansûr ve oğlu Bâdis’ten sonra Muiz b. Bâdîs dönemi İfrîkıye’de Berberî hâkimiyetinin en geniş ve parlak devri oldu. Muiz bu gücüne güvenerek 440 (1049) yılında Fâtımîler’e karşı çıkıp Abbâsîler’e bağlandı ve bölgede Mâlikî mezhebini yaymaya çalıştı. Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh, Zîrîler’i cezalandırmak amacıyla Yukarı Mısır’daki Benî Süleym ve Benî Hilâl kabilelerini Trablusgarp ve İfrîkıye’ye göç etmeleri için teşvik etti. Zîrîler hânedanının elindeki toprakları kendilerine verdiğini ve yaptıkları şeylerden dolayı cezalandırılmayacaklarını bildirdi. Kısa sürede bölgeye hâkim olan bu iki kabile İfrîkıye eyaletini aralarında taksim etti. Benî Süleym’e Berka, Benî Hilâl’e Trablus düştü. Berberîler’in büyük bir kısmı yurtlarını terkedip güneydeki dağlık bölgelere ve çöllere çekildi. Ordusu bozguna uğrayan Muiz, Kayrevan’a çekildiyse de orada tutunamayarak (449/1057) Mehdiye’deki oğlu Temîm’e sığındı. Topraklarının büyük bir kısmını Benî Hilâl’e kaptıran Zîrîler’in hâkimiyeti Temîm b. Muiz zamanında (1062-1108) sahil şeridinde Sûse’den Kābis’e kadar olan bölgeyle sınırlıydı. Bu tarihten itibaren daha çok sahil boyu ve Akdeniz’deki adalarla ilgilenen Zîrîler Ceneviz, Pisa ve Norman ordularıyla savaştılar. Zîrîler giderek güçlerini kaybederken Sicilya Kralı Ruggerio Normanno’nun 541 (1146) yılında gönderdiği ordu İfrîkıye’deki Zîrî hânedanına ve Libya’daki Benî Hazrûn iktidarına son verdi. Ancak Trablusgarp’ta altı ay kaldıktan sonra iç taraflardaki Araplar’la anlaşan Berberîler’in saldırılarından emniyette kalamayacağını anlayarak idareyi ahalinin seçkinlerinden Yahyâ b. Matrûh’a bırakıp çekildi. 555 (1160) yılına kadar Libya’yı Sicilya adına yöneten Yahyâ b. Matrûh aynı yıl Mağrib’de kurulan Muvahhidler Devleti’ne bağlandı. Murâbıtlar Devleti’nin kurucusu Yûsuf b. Tâşfîn’in soyundan gelen ve Mayorka adasının hâkimi olan Ali b. Gāniye, atalarının devletini yeniden diriltmek için Muvahhidler’le mücadele ederken Bağdat Abbâsî hilâfetine bağlılık belirterek yardım istedi. Bunun üzerine Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin yeğeni Takıyyüddin Ömer’in kölelerinden Şerefeddin Karakuş, emrindeki askerî birlikle Mısır’dan gelerek Fizan bölgesinde Hevvâre asıllı Benî Hattâb’ın idaresindeki Zevîle’yi ele geçirdi; ardından çevredeki diğer bazı şehirleri ve Trablus’u zaptetti. 581’de (1185) Trablusgarp’a gelen Ali b. Gāniye Karakuş, Benî Hilâl ve Benî Süleym Arapları ile kurduğu ittifak sayesinde Tunus ve Mehdiye şehirleri dışında bütün İfrîkıye eyaletini ele geçirdi. Ali b. Gāniye birkaç yıl sonra ölünce yerine geçen kardeşi Yahyâ ile Karakuş arasındaki ittifak bozulunca bağımsız hareket ettiler. Yahyâ Cerîd, Kayrevan, Mehdiye, Trablus, Kābis ve Tunus’u zaptetti.

    Benî Gāniye ve Karakuş’a karşı verdiği mücadelede üstünlük sağlayan Muvahhid Hükümdarı Muhammed en-Nâsır, 603’te (1206-1207) Mehdiye ve Tunus’u alarak Ebû Muhammed Abdülvâhid b. Ebû Hafs’ı İfrîkıye’ye vali tayin etti. İfrîkıye bundan sonra Hafsîler’in idaresine geçti (625/1228). 723 (1323) yılına kadar Libya bölgesi Hafsîler hânedanına bağlı kaldı. Hafsîler’in iç karışıklıklar yüzünden zayıfladığı bu dönemde Trablusgarp’ta kısa zaman içinde yönetim birkaç defa el değiştirdi. Sonunda Hevvâre’nin Zâkûga koluna mensup Sâbit b. Ammâr şehre hâkim oldu, böylece Ammâroğulları (Benî Ammâr) hânedanının temeli atıldı (727/1327). Sâbit’in ardından oğlu Muhammed, ondan sonra bunun oğlu Sâbit Trablus’u yönetti. 756’da (1355) Ceneviz Amirali Philippo Doria Trablusgarp’ı ele geçirdi. Ancak beş ay sonra şehri Merînîler’e tâbi Kābis ve Cerbe Emîri Ebü’l-Abbas Ahmed b. Ali el-Mekkî’ye 50.000 miskal altın karşılığında sattı. Şehir bir müddet Ahmed el-Mekkî ve oğlu Abdurrahman’ın yönetiminde kaldı. Güneyde ise XIV. yüzyılda Fas’tan gelerek Fizan’da kurdukları Merzûk şehrini merkez yapıp bölgenin hâkimiyetini ele geçiren Evlâd-ı Muhammed, Kânim Sultanlığı’nı saldırılarıyla rahatsız etmeye başlayınca adı geçen sultanlık Fizan’ı aldı ve Osmanlı hâkimiyetinin sağlanmasına kadar burayı bir müddet idare etti.

    Hafsîler’in 771’de (1369-70) Tunus’a yeniden hâkim olmaları üzerine, daha önce Ammâroğulları’ndan kaçıp İskenderiye’ye giden Ebû Bekir b. Muhammed, Trablusgarp’ı tekrar ele geçirerek (772/1370-71) Benî Ammâr hânedanını yeniden kurdu ve Hafsîler’e bağlılık arzetti. Ondan sonra gelen yöneticiler kendi içlerindeki çekişmeler yanında bazan Hafsîler’den bağımsız davrandılar, bazan onlara tâbi oldular. Şehir bu arada Sicilya kralının, ardından da Hafsîler’in eline geçti ve Ammâroğulları hânedanına son verildi (803/1401). Bu dönem İspanyollar’ın burayı istilâsına kadar devam etti.

    İspanyollar, Endülüs’teki müslüman şehirlerini birer birer ele geçirdikleri gibi güçlerini Kuzey Afrika’ya yönelterek buradaki şehirleri de zaptetmeye başladılar. 916 (1510) yılında Kastilyalı V. Ferdinand’ın Petro de Navarro kumandasında gönderdiği ordu Trablusgarp’ı Hafsîler’in elinden aldı, halkın bir kısmını kılıçtan geçirdi, geri kalanları da şehir merkezinden uzaklaştırdı. Şarlken zamanında şehrin surlarını yükseltmeleri şartıyla ahalinin geri dönmesine izin verildi. 937’de (1530) burayı Malta şövalyelerine (İsbitâriyye) veren Şarlken, üç yıl sonra Barbaros Hayreddin Paşa tarafından ele geçirilmesine engel olamadı (940/1533-34). Ancak tekrar şehre saldırıp burayı geri alarak hıristiyan din adamlarına devrettiyse de Turgut Reis ve Kaptanıderyâ Sinan Paşa şehri 958 (1551) yılında onların elinden aldılar ve Osmanlı Devleti topraklarına kattılar. Evlâd-ı Muhammed’in elindeki Fizan ise 985’te (1577) Osmanlı hâkimiyetine girdiluk oluşturdu.

    Osmanlı Dönemi. Osmanlılar’ın bugünkü Libya’yı içine alan ve Mağrib denilen Kuzey Afrika’ya ilgi duymaları XV. yüzyılın sonlarından itibaren başlar. Pîrî Reis’in Kitâb-ı Bahriyye’sinde Trablus, Misillâte, Mısrâte, Berka, Tubruk, Sellûm limanlarının özellikleri ve tarihçeleri yer alır. 1510’da Trablus’un İspanyollar’ca işgalinden evvel o sularda amcası Kemal Reis ile birlikte bulunmuş olan Pîrî Reis’in, “Trablus halkı devletlü hünkâra bir kâğıt gönderip bir sancak beyi isterler” şeklindeki kaydından isteğin öncelikle yerlilerden geldiği anlaşılır. Orta Afrika’nın başlıca köle ve altın tozu ticaretinin Akdeniz’e çıkış limanı olan Trablus İspanyol işgaliyle önemini tamamen kaybetmiş ve kervanlar başka İslâm limanlarına yönelmişlerdi. Özellikle Trablus’a 12 mil mesafedeki Tâcûrâ gelişme göstermişti.

    1519’da Tâcûrâ’dan bir heyet İstanbul’a gelip kurtarılmalarını yeniden istedi. Kanûnî Sultan Süleyman’ın emriyle Harem ağalarından Hadım Murad Ağa bir filo ve bir miktar askerle Tâcûrâ’ya yerleşti. İspanyollar’ın Malta şövalyelerine devrettikleri Trablus’un ülke içiyle ilişkisi azaldı. Osmanlılar’ın Batı Akdeniz’de ağırlıklarını iyice hissettirdikleri bir dönemde Trablus şehri Turgut Reis’in gayretleriyle 15 Ağustos 1551’de ele geçirildi. Şehir eski ticaretine ve zenginliğine kavuştu ve tekrar bölgenin merkezi oldu.

    Bugün Libya adı altında toplanan Trablus, Bingazi, Fizan bölgeleri o dönemde nisbeten birbirlerinden ayrı olup son ikisi Trablus’a göre çok daha sınırlı bir nüfusa ve stratejik / ticarî öneme sahipti. Bingazi, Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağlanmasının ardından kendiliğinden kontrol altına girmişti. Fizan ise görünüşte bağımsız olmakla birlikte Trablus’taki yönetimi dikkate alıyordu. Kervan ticaretini tehdide kalkıştığında hemen cezalandırılıyor, bunun dışında kendi haline bırakılıyordu. Bu geniş bölgede sadece birkaç yüz bin kişi yaşıyordu.

    Osmanlı Devleti için Trablusgarp Ocağı’nın da içinde yer aldığı Garp ocakları birer üretim ve gelir kaynağı olmaktan ziyade imparatorluğun ve İslâm dünyasının savunmasında ileri karakol sayılıyordu. Deniz akıncılığı ve korsanlık esas faaliyet alanını oluşturuyordu. Bunda hıristiyanların karşı saldırısını önlemek temel amacı teşkil ediyordu. Ocaklar için tasarlanan işleyiş düzeninin de bu ileri karakol niteliğine uygun olması gerekiyordu. Yerlilerin örgütlenme ve savaşçılık düzeylerinin çok ilkel olması kadar denizcilik alanında da sınırlı bilgiye sahip bulunmaları sebebiyle gerekli kadrolar iki üç yıllık aralarla Anadolu’dan devşiriliyordu. Tamamen Türk kökenli olan yeniçeri ve leventler savaşlarda İstanbul’dan gelen emirlere göre devletin destekçisi olmakla yükümlüydüler. Yerli halk İslâmî uygulamalarda serbestliğe kavuşmaktan ve kazançlarını yabancılara kaptırmamaktan dolayı memnundu. Bundan dolayı yeni düzen başlangıçta sorunsuz yerleşti. Ayrıca ilke olarak evlenmemeleri gereken yeniçerilerin yani ocaklıların yerli kadınlarla evlenmesinden doğan erkek çocuklarının “kuloğlu” adı verilen bir Türk-Arap karışımı nesil meydana çıkarması da kaynaşmaya önemli katkıda bulundu. Böylece oluşan toplumsal yapı dört tabakaya ayrıldı. Ocaklı denilen ilk tabaka büyük oranda Türkler’den ve az sayıda ihtida eden Avrupalı korsanlardan meydana geliyordu, bunlar bütün yönetim gücünü ellerinde bulunduruyorlardı. Etkenliğini XVII. yüzyılda hissettirmeye başlayan kuloğulları denilen ikinci tabaka ise şehrin surları dışındaki -daha çok göçebelerle ilgili- güvenlikten ve vergileri toplamaktan sorumluydular. Üçüncü tabakayı oluşturan yerli müslüman halk reâyâ (haraç, öşür, zekât vermeye ve daha başka aynî-nakdî yükümlülüklere tâbi olanlar) ve mahzen (şer‘an muayyen vergilerden başka vergi ödemeyen, ancak hükümetin emrinde bazı görevleri yerine getirmek için hazır bekleyenler) diye ikiye ayrılıyordu. Reâyâ daha çok şehirlerde ve şehir çevrelerinde vahalarda yerleşmiş olanlardı. Mahzenler ise göçebe aşiretlerdi. Son tabaka olarak gayri müslimler özellikle İspanya’dan gelmiş yahudilerden müteşekkildi. İbn Galbûn’un tarihinde bölgeye Türk hâkimiyetiyle refah ve huzur ortamı geldiği, Turgut Reis’in beylerbeyiliği yıllarında (1553-1565) Trablus şehrinin nüfusunun çok arttığı ve halkın zenginleştiği, yeni yönetimin İbn Nüveyr aşiretine bazı imtiyazlar tanıyarak çöl-sahil dengesini sağladığı anlatılır.

    Libya, XVI. yüzyılın sonunda Akdeniz ile Atlas Okyanusu arasında beliren yeni ekonomik dengenin etkisiyle giderek çalkantılar içine düştü. İstanbul’dan gönderilen ve her üç yılda bir değiştirilen beylerbeyilerin yeni çözümler bulması kolay değildi. Sorunlara yerel çözümler arama gereği, beylerbeyilerle ocaklıların temsilcisi “dayı”lar arasında bir dengenin oluşmasına yol açtı. Geçici olduklarını bilen beylerbeyiler kenarda durmayı ve temelli icraatlara girişmemeyi tercih ettiler. Deniz akıncılığını da korsanlığı da İstanbul’dan gelen emirlere zaman zaman uymanın dışında dayılar istedikleri gibi yönlendirmeye giriştiler.

    Tâcûrâ’da, Mısrâte’de, Cebeliahdar ve Fizan’da çıkan iç karışıklıkların bastırılması gerektiğinde İstanbul’daki merkezî hükümetin her zaman yardımcı olamaması, durumu zaman zaman zorlaştırıyordu. Trablus, XVII. yüzyıl boyunca diğer iki Garp Ocağı ile birlikte deniz akıncılığının yanı sıra korsanlığı sürdürdü. Ancak dünya ekonomi merkezinin Akdeniz’den Atlas Okyanusu’na kaymış olması etkisini giderek arttırdı. Bu sebeple bazan büyük sıkıntılar yaşandı, bazan da Girit savaşı döneminde olduğu gibi (1645-1669) korsanlıktan önemli kazançlar sağlandı. Daha yoğun ticarete geçme aşamasındaki İngiliz, Fransız, İspanyol hükümetleri, kendi gemilerini saldırıdan korumak için doğrudan dayılarla anlaşmalar yapmaya başlayınca Osmanlı merkezî hükümetinden tamamen kopmak söz konusu olmamakla beraber ocağın başına buyruk hareketleri biraz daha arttı.

    1711’de dayılığa gelen Karamanlı Ahmed Bey, Osmanlı Devleti’nin şekilde kalmış olan beylerbeyi gönderme uygulamasını sona erdirdi ve dayılığın babadan oğula kalması geleneğini başlattı. Karamanlı hânedanını kurarak bir tür sultan nâibi niteliğini kazandı. Osmanlı Devleti’ne bağlılığı tam olarak kopmamıştı, İstanbul’dan emir geldiği zaman donanmayla katkısını devam ettiriyor, yeniçeri ve leventlerini İzmir üzerinden sağlama geleneğini de sürdürüyordu. Ancak iç ve dış politikalarında oldukça bağımsız davranabiliyordu. Trablus’un başlıca gelirini oluşturan, yabancı gemilerin serbest saldırıya uğramadan seyrüsefer yapmalarını güvenceye alan ve karşılığında bunların para ödemesini sağlayan antlaşmalar yapmakta serbest hareket edebiliyordu. Esasen bu yetkiler mahallî idarelere bırakılmıştı.

    XVII. yüzyılda Osmanlı merkezî idaresinin eyaletler üzerindeki kontrolünün giderek zayıflaması, Garp ocaklarının deniz akıncılığını kenara itip birbirleriyle uğraşma eğilimlerinin artmasına yol açtı. Ekonomik bunalıma ek olarak 1793’ten itibaren Karamanlı ailesi içinde başlayan iktidar çekişmeleri de Trablus’un gücünü azalttı. XIX. yüzyılın başında geçmiş yüzyılın tam aksi bir durum ortaya çıktı. İsveç, Amerika, Sardinya, Napoli, İngiltere ve Fransa ile çıkan çatışmalar sonunda yıllık haraç alma imkânı tamamen ortadan kalktığı gibi verilen zararların tazmini zorunluğu da ortaya çıktı. Silâh gücü yüksek modern gemiler karşısında Trablus gemilerinin dayanması mümkün olmuyordu. Tazminatları ödeyebilmek için Yûsuf Paşa sarraflarla anlaşmak ve borç almak zorunda kaldı. Bir yandan da askerin parası ödenemediğinden onların ayaklanmasını önlemek gerekiyordu. İngiliz, Fransız, Sardinya konsolosları eyaletin iç işlerini yönetir hale gelmişlerdi. Ayrıca Yûsuf Paşa’nın Batılılar’ın aralarındaki çekişmelerinde rol oynamaya kalkışması, Amerika ile savaşı (1802), Mısır’a saldırdığı sırada (1798) Fransa’nın tarafını tutması, Napolyon’un yenilgisi üzerine onun da istenmeyenler arasına konulması sonucunu doğurdu.

    1827’de ülkedeki ekonomik bunalım son haddine varmıştı. Vergilerin affedilmesi gibi gerçekleştirilmesi güç bir vaadde bulunan Yûsuf Paşa daha sonra borçlarını karşılayabilmek için ağır vergiler koymak zorunda kaldı. Gözünü Afrika’daki Osmanlı topraklarına dikmiş olan İngiltere ile Fransa ayaklanan aşiretleri yanlarına çekmek için para ve silâh yardımına giriştiler. 1827’de Fransa’nın Cezayir’e karşı başlattığı saldırının yayılacağı anlaşılıyordu. Bu arada Karamanlı ailesi kendi içinde iktidar çekişmesinden vazgeçmiyordu. Daha 1792’de anarşinin arttığı, ticaretin bozulduğu dönemde Trablus şehrinin ileri gelenleri İstanbul’a başvurup Karamanlı ailesinden valiliğin alınmasını ve padişah tarafından bir valinin gönderilmesini istemişlerdi. Bütün Garp ocakları gemilerinin de katkısıyla oluşan Osmanlı donanması, Yunan isyanı sebebiyle Avrupa müşterek donanması tarafından 1827’de Navarin’de yakılmış olduğundan Bâbıâli Cezayir’e bir yardımda bulunamadığı gibi Trablus’a da bir şey yapamıyordu. Karamanlı ailesini barıştırıp meseleyi çözmeye çalıştılar. Ancak Karamanlılar’dan Ali Paşa ile Mehmed Paşa’nın çekişmesi bir türlü sona ermedi. Çevre aşiretleri de -Cebel tarafında Şeyh Guma, Fizan’dan Sirte’ye kadar Abdülcelîl reisliğinde- ikiye ayrılmış, rakipleri destekliyordu. Bu eylemlerinde bozulmuş olan sahilçöl dengesini ikincinin lehine yeniden kurma arzusu da vardı. Aşiretlerin her zamanki gibi daha bağımsız olmayı arzulamalarına karşılık şehirliler, 1832’de İstanbul’dan gelen ara bulucuya devlete bağlanmayı istediklerini bildiren bir dilekçeyi verdiler.

    Bâbıâli’nin gönderdiği yirmi iki kadırga ile 6000 asker Mayıs 1835’te Trablus Limanı’na girdi ve bölgenin merkeze bağlandığı ilân edildi. Şehirliler memnun oldularsa da aşiretler eylemlerini sürdürdüler. Abdülcelîl 1841’de yakalanıp idam edilinceye kadar çarpışmaya devam etti. Şeyh Guma’nın isyanının bastırılması zorlaşınca kendisine bazı imtiyazlar tanınarak anlaşmaya varıldı, arkasından da Guma tutuklanıp Trabzon’a sürüldü. Ancak 1854’te İngiliz konsolosunun yardımıyla tekrar Cebel’e döndüğünden ayaklanma yeniden başladı. 1856’da yakalanıp idam edilince yirmi bir yıl süren bir mücadeleden sonra bölge tamamen merkeze bağlanmış oldu.

    Bölgenin merkeze bağlanmasını İngiliz ve Fransızlar, Karamanlı yöneticilerin Avrupalılar’dan aldıkları borçları Osmanlı Devleti’nin üstlenmesi şartıyla kabul ettiler. Bâbıâli, gelir getirmeyen ve üretimi olmayan Libya için gerekli ekonomik temeli oluşturmaya, kervan yollarının işlerliğini sağlamaya çalıştı. Fransa’nın Gat ve Gadâmis vahalarına göz koyduğu biliniyordu. Bâbıâli’nin tam bir çözülmeyi önlemek için kararlı davranmasından başka çaresi yoktu. Zira Osmanlı idaresini istemeyen bir kesim bulunsa da çoğunluk buna karşı değildi. Nitekim Orta Afrika’da siyahîler ülkesinin kilidi mesabesinde bulunan Gat kasabasının halkı 1849, 1854, 1858 ve 1862’de Fizan’daki Osmanlı kaymakamına başvurup sancak ve ordu gönderilmesini istemişlerdi. Önceleri ihtiyatlı davranan Bâbıâli, 1875’te Gatlılar’a ek olarak Tevarik (Tuareg) aşiretlerinden Ezgarlar’ın hepsinin ve Hükkârlar’ın (Hoggarlar) büyük kısmının müracaatı üzerine Gat’a Türk bayrağını çekti. Bunu Temasin, Tîbû ve Kavar halkının Osmanlı idaresini istemesi izledi.

    Ekonomiyi geliştirme girişimleri ise çok daha büyük zorluklarla karşılaştı. Osmanlılar, Bilâdüssûdan ticaretinin kervanlarla Trablus’a varmasını güvence altına alıp ticarî gelişmeyi destekledi. Böylece en azından yüzyılın sonuna, Mısır ve Sudan İngiliz kontrolüne girinceye kadar Libya rahat bir dönem yaşadı. Ancak kendine yeterli bir ekonomik yapının oluşturulması mümkün olmadı. Eyalet merkeze vergi yollamadı, daima merkezden gelen ödeneklerle yaşayabildi.

    Tanzimat’la başlatılan reformlar, Libya’da gerek nüfusunun azlığı (Trablus’ta 1908’de sadece 32.000 kişi vardı, bütün Libya’da nüfus 500-600.000 dolayındaydı), gerekse ekonomik gücünün sınırlılığına bağlı olarak yavaş ilerledi. 1840’larda eyalet sancak, kaza ve nahiyelere ayrıldı. Eyalet meclisi, sancak ve kaza idare meclisleri kurularak, hatta bazı bölgelerde yerlilerden kaymakam ve müdür tayin edilerek halkın yönetime katılmasında ilk adımlar atıldı. 1864’te Trablusgarp vilâyet, 1877’de Bingazi ayrı bir sancak oldu. 1877 Osmanlı Meclisi’ne Mustafa el-Hemdânî, Süleyman Kapudan ve Hacı Ahmed Galib Bey Trablus adına katıldı. Tesisler ve imar açısından eskiden cami ve çarşıyla sınırlı olan girişimlerin yerini çağın ihtiyaçlarına uygun, idarî ve sosyal hizmetlere yönelik olanlar aldı. Süvari ve topçu kışlaları ilk adımı oluşturdu. 1860’larda ilk matbaa kuruldu ve ilk gazete vilâyetin Türkçe-Arapça gazetesi olarak Trablusgarb adıyla yayımlandı. 1877’de bir askerî, bir sivil rüşdiye ile on beş erkek, bir kız ilkokulu vardı. 1899’da Fünun ve Sanayi Mektebi kuruldu. 1911’de İtalyan işgalinden önce şehre borularla su getirilmiş, kuyular açılmış, Trablus ve Bingazi limanlarının inşası için ilk adımlar atılmış, dut ağacı dikme kampanyası ile ipekçilik geliştirilmeye çalışılmış, karantina uygulaması başlamış, telgraf bağı kurulmuş, telsiz telgrafla İstanbul bağlantısı sağlanmış, bir ziraat okulu ile 160 ilkokul açılmıştı. Belediye örgütlenmesi gerçekleştirilmiş, belediye meclisi yerli halkın isteklerini yansıtacağı bir yer haline dönüşmüştü. 1908 Osmanlı Meclisi’ne Mustafa Efendi (Hums), Ömer Mansur Paşa ve Yûsuf Şetvan Bey (Bingazi), Ferhad Bey, Sâdık Bey ve Mahmud Nâci Bey (Balkış) (Trablusgarp), Câmi Bey (Baykurt) (Fizan), Süleyman el-Bârûnî (Cebeligarbî) milletvekili olarak katılmışlardı.

    1878’de Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya yenilmesi ve arkasından Tunus’un Fransa (1881), Mısır’ın İngiltere (1882) tarafından işgali, Afrika’nın tamamıyla paylaşılması pazarlıkları çerçevesinde Libya’nın tâlipleri arasında tartışmaların açık açık yapılması yeni bir dönemi başlattı. Afrika’daki bu son toprakları koruyabilmek için Osmanlı idaresinin çok daha ciddi planlar hazırlaması gerekiyordu. Osmanlı yönetimi, yerli halkın savaşa hazırlanması ve bir kara savaşında ihtiyaç duyulacak silâhları depo etme planını benimsedi. Böylece sahil boyunca Trablus’tan Sellûm’a kadarki bölgede silâh depoları teşkil edildi. Çoğunlukla kuloğullarından ve göçebe aşiretlerden Hamidiye alayları oluşturularak halkın askerliğe alıştırılmasına girişildi. Ancak Abdülhamid’in ihtiyatlı davranışı bu uygulamada da kendini gösterdi. Silâhların halka verilmesine müsaade edilmedi, depolarda merkezden gelen birliklerin kontrolünde tutuldu. Buna karşılık bölgenin ileri gelenlerini elde etmek için sistemli bir politika izlendi. Unvanlar, nişanlar dağıtıldı. Batılılar’ın genel bir İslâm ayaklanması korkusuyla panislâmcılık olarak nitelediği bu politika aslında eylemci değil sadece dayanışmacı idi. Bölgenin ileri gelenlerinden ve Medeniyye tarikatından Şeyh Zâfir danışman olarak İstanbul’a çağrıldı, bütün ileri gelenlerin oğulları İstanbul’da açılan aşiret mektebine aldırılarak bağlılıkları güçlendirilmeye çalışıldı. Diğer önemli bir girişim de 1837’de kuruluşundan yarım yüzyıl sonra zâviyelerinin sayısı 100’ü bulmuş olan Senûsiyye tarikatının Osmanlı tarafına çekilmesidir. Sultan Abdülaziz’in ferman verip zâviyelerine haklar tanıdığı Senûsîlik, Berka’dan Çad ve Bilâdüssûdan’a giden kervan yollarını kontrolüne alarak sadece dinî bir hareket olmadığını, bir fizikî güç de olabileceğini kanıtlamıştı.

    Sömürge paylaşmasına pek geç giren İtalya, 1896’da Adve’de (Adwa, Adoua) Etiyopyalılar’a yenilince gözünü doğrudan Libya’ya dikti. Buranın İngilizler’in ya da Fransızlar’ın eline geçmesini istemiyordu. Onlar da Avrupa’da ittifak grupları arasındaki dengede güçlerini arttırmak için İtalya’nın Libya üzerindeki hakkını kabule yanaştılar. Resmî İtalyan açıklamalarında asla işgal arzusu ileri sürülmedi, sadece Libya’nın İtalyan imtiyaz bölgesi sayılacağı ve burada ticarî girişimlerde İtalya’nın onayının gerekli olduğu belirtildi. “Barışçı ekonomik sızma” adı verilen bu politika diğer Avrupalılar’ınkine nazaran daha az tehlikeli göründüğünden Abdülhamid, Avrupalılar’ın tek bir cephede birleşmesini önlemek için İtalya’ya doğrudan karşı çıkmadı, aksine dostça bir politika izledi; yalnız engellemelerini el altından sürdürmeye çalıştı. Ancak böyle bir hakka sahip olma fikri giderek İtalya’da Libya’yı doğrudan ele geçirme fırsatı olarak görülmeye başlandı.

    Üretimi çok sınırlı olan, geliri giderini karşılayamayan vilâyetin ithalâtı (manifatura, demir, un, kereste vb.) daima ihracatından (devekuşu tüyü, halfa otu, fildişi, kırmızı biber, deri) daha fazlaydı ve Avrupa’ya ekonomik bağımlılığı artıyordu. 1883’te Trablus Limanı’na 163 buharlı Avrupa gemisine karşılık sadece otuz beş Osmanlı bandıralı gemi gelmişti. Anavatanla bağlantıyı dahi muntazam Avrupa gemileri sağlıyordu. Osmanlı Devleti’nin ekonomik zorlukları karşısında İtalya yavaş yavaş bu boşluğu doldurmaya yöneldi. Postahaneler açtı, Libya limanları arasında İtalyan posta seferleri düzenledi. Banco Di Roma’nın bir şubesini burada kurdu ve bunları gerçekleştirme yolunda işi savaş tehditlerine kadar vardırdı. Uzun süre direnen Osmanlı Devleti sonunda her birine teker teker izin vermek zorunda kaldı. Özellikle Banco di Roma yanına çekmek istediği yerli kesimi tatmin için para dağıtma, özel yatırımlara yardım etme açısından büyük faaliyet gösterdi. Vali ve kumandan Receb Paşa bu para oyunlarına karşı Ziraat Bankası’nı açtırmayı denedi, ancak kaynak zayıflığı İtalyan bankası ile yarışmaya imkân vermedi. Yerli halkla yöneticiler arasında beliren bu kopuş, kuloğullarının asırlardır sahip oldukları imtiyazların 1902’de iptal edilmesiyle yeni bir aşamaya girdi.