Konu özeti

  • 1. Hafta: Kültür-Medeniyet Kavramları

    KÜLTÜR

    Kültür, bir milletin tarih boyunca meydana getirdiği maddi manevi unsurların bütünü, o milletin kendine has “değerleri”dir. Gündelik hayattan devlet hayatına kadar bütün bir yaşayışı içine alan bu değerler manzumesi “kültür”ün konusunu teşkil eder. Dolayısıyla, dil, edebiyat, sanat, sosyal ve ekonomik hayat vs. hep bir kültürün ortaya çıkardığı ve şekillendirdiği veyahut bir kültürü şekillendiren ve yaşatan unsurlardır. İlk bakışta karışık görülebilen bu açıklama aslında gayet basittir. Nitekim bazı sosyologlara göre “kültür; her şey unutulduktan sonra akılda kalan”dır. Yani hayatın doğal akışı içerisinde aile ve çevreden kazanılan adeta şuuraltında mevcut bir davranış biçimidir. Sadece bir kişiye ait gibi görülen bu davranış biçimi, toplumu da kapsadığı zaman “milli kültür” adını alır. Dolayısıyla milli kültür, bir topluluğu “millet” haline getirebilir. Fakat her kültür, her toplumu millet yapmaya da yetmez. Nitekim Afrika veya Avustralya’daki ilkel kabileler, eski ve farklı bir kültüre sahip oldukları halde, günümüzde dahi, millet kavramından habersiz yaşamaktadırlar. Ancak kendini geliştirebilen, özünü bozmadan kendini yenileyebilen kültürler güçlü bir millet ve devlet geleneğine sahip olabilir. Bu nedenden dolayı bir kültürün kalıcı olabilmesi, o kültürün zaman ve mekan içerisinde gelişmeye açık olması ile mümkün olabilir. Türk Kültürü bu özellikleri içinde barındırır. Çünkü zaman ve mekan değişikliğine karşın Türk Kültürü bulunduğu çevreye uyum sağlamış, çevre kültürlerden etkilendiği gibi onları da etkilemiştir.

    Milleti yaşayan bir varlık olarak düşünecek olursak, onu hayatta tutan yegâne gıdanın kültür olduğunu görürüz. İşte bu sebeple, milli kültür ile beslenen ve donatılan halkın “organize” olmuş biçimine “millet” denilmektedir. Milletin oluşturduğu yüce organizasyon ise “devlet”i ortaya çıkarır. Bazı ilim adamları bu tanımları kültür ve medeniyetle karşılaştırarak bir sonuca varırlar. Onlara göre millet veya milliyet, “millî kültür” ile; “medeniyet” ise “devlet” ile ilişkilidir. Irk, dil, din ve coğrafya kültür ve medeniyetin müşterek unsurlarıdır. Bu unsurlardan birkaçına sahip olabilen medeniyeti, kültürden ayıran en önemli husus ise, medeniyetin “beynelmilel” olabilmesidir. Kültür ise “milli”dir. Özellikle din ve coğrafya birliğinden kaynaklanan medeniyetlerde bu durum daha açık bir biçimde görülebilir. Bu açıdan ele aldığımızda, medeniyet tek bir kültürden oluşmaz. Mesela İslam medeniyeti Arap, Fars ve Türk kültürlerinin bir sentezi durumundadır. Örneğin devlet yönetimi konusunda Abbasi sarayından olduğu kadar, Bizans ve Sasani devletlerinden de etkilenmiştir.

    Bozkır Medeniyeti olarak adlanan aynı coğrafya ve yaşayıştan beslenen medeniyette ise asli unsur “Türk Kültürü” olmuştur. Çünkü Türk Milli Kültürü, gelişebilme özelliği ile Orta Asya coğrafyasında baskın bir kültürdür ve kısa zamanda milletleşmeden devletleşmeye  sıçrayabilmektedir.

    Devleti oluşturan esas unsurlar Göz önüne alındığında Türk kültürü, vatan ve millet anlayışı daha açıklıkla ortaya konulabilir. Bu amaçla bir tasnif yapmak gerekirse Türklerde devlet yani il şu unsurlardan oluşur;

    Devlet= Ülke + Millet + Siyasi Hakimiyet + Siyasi Hükümet

    ( İl= yer-sub + Bodun + Kut  + Kurultay (Hükümet) )

    • 2. Hafta: Coğrafya-Kültür İlişkisi

      Coğrafya- Kültür İlişkisi

      Türk Coğrafyası; Üzerinde yaşanılan coğrafya, milletlerin kültüründe, dolayısıyla yaşayış ve inançlarında önemli bir yer tutar. Ancak coğrafyayla bütünleşebilen bir millette vatan ve devlet anlayışı gelişebilir.  Günümüz Türk dünyasını da göz önünde bulundurduğumuzda aynı sonuca varılabilir ki, Türklerin eskiden beri yaşadıkları topraklar, nispeten yüksek platolarla çevrili, su kaynaklarına sahip, yaylak ve kışlak alanlarının bulunduğu, uçsuz bucaksız bozkırlardır. Bu özellikleriyle Türk coğrafyası daha çok hayvancılığa müsait bir hayat tarzını ifade eder. Ancak kendine ve hayvanlarına yetecek ölçüde ziraat da yapılır. Atın bu geniş coğrafyada ayrı bir önemi vardır. Yaylak ve kışlak hayatının vazgeçilmez unsuru olan “konar-göçer”lik, Türklere has bir yaşayış biçimidir. Konar-göçerlik, yanlış bir biçimde, ilkel göçebelik ile karıştırılır. 

      • 3. Hafta: Türk Toplum Hayatı

        Göçebe-Konar-Göçer Farkı; Halbuki bu tip hayat tarzında, iki menzil arasında (yaylak ve kışlak) töre yani hukuk ile sınırları çizilmiş bir gidip gelme söz konusudur. Yani ilkel göçebelikte olduğu gibi herhangi bir hukuka bağlı olmayan, gelişigüzel bir göç söz konusu değildir. Dolayısıyla “karnının doyduğu her yeri” makbul gören göçebelikte sosyal hayat ve iktisadi yapının  yanısıra  vatan mefhumu da gelişmez veya dar anlamıyla kalırken, Türk konar-göçerliğinde, yer ve sub (su) “ıduk” yani mukaddes addedilir ve bu inanış, güçlü bir vatan anlayışını ifade eder. Orhun kitabelerinde “Üze Türk Tengrisi, ıduk yiri subı ança itmiş erinç. Türk bodun yok bolmasun tiyin, bodun bolçun tiyin” denilerek, İlteriş Kağan’a devlet kurma yetkisinin veriliş sebebi izah edilmiştir. Bu ifadeye göre Tanrının Türk vatanını kutsal kılıp, düzenlemiş olmasının sebebi, Türk milletinin varlığını sürdürmesi içindir. Böylece Türk yer-subı “idi” yani sahipli kalacaktır. Bu vatanı terk etmek, cezalandırılmayı gerektirmektedir. Nitekim yine  kitabelerde “Tokuz Oguz bodun yirin-subın ıdıp Tabgaçgaru bardı”ğı için, yani kutsal vatan topraklarını terkedip Çin’e gittiği için cezalandırılmıştır. Hemen hemen aynı ifadeleri 15. yüzyıl Osmanlı belgelerinde de görmekteyiz. Yaya-Müsellem defterlerinde “yerin suyın ıssuz koyub kaçan”lar tabiri kullanılmıştır.

        • 4. Hafta: Türk Aile Yapısı

          Eski Türk cemiyetinde ilk sosyal birlik olan aile bütün içtimai bünyenin çekirdeği durumunda idi. Kaşgarlı Mahmud eserinde, toplumun yapısının da aile müessesesine dayandığını şüpheye yer bırakmayacak şekilde söylüyordu. Ailenin dikkat çeken ilk özelliği sağlamlığıydı. Aile de töreye tabiydi. Anne, baba ve çocuklardan meydana geliyor, kan bağına dayanıyordu. Türklerin büyük coğrafyalara yayılmalarına rağmen yapılarını bozmamaları aile yapısının sağlamlığıyla alakalıydı. Aileye verilen büyük önem, Türklerde akrabalık adlarının çokluğuyla da kendini gösteriyordu.

          Eski Türk ailesinin geniş aile olduğu düşünülüyorsa da, aslında bu aile daha çok çekirdek aile özellikleri gösteriyordu. Evlenme kelimesi, evlenenlerin baba ocağından ayrılarak yeni bir yuva kurduklarını anlatıyordu. Hunlar ve Oğuzlarla temsil edilmeye başlanan Oğuzlarda aile ataerkildi ve dışarıdan evlenme esastı. Aile baskıcı değil, sıcak bağların kurulduğu, dostça işleyen bir düzene sahipti. Babanın hakları vardı; fakat bu haklar mutlak değil, kısıtlıydı. Onu dengeleyen unsur anneydi, yani kadın ve erkek birbirine eşitti. Aile, bir çeşit sigorta sağlıyor, bütün fertlerinin hayatını güvene alıyordu. Bu düzen sonraki çağlarda da devam etti. Büyük oğul babadan sonra ailenin en büyüğüydü. Küçük oğul ise ailenin devamını sağlayan ocak beyi, yani od tigin idi. Çocuklar evlenip gittikten sonra ocak küçük oğula kalırdı. Kızın miras hakkı da baba evine çeyiz olarak giderdi.

          Esasen dağınık çobanlık hayatı büyük aile kuruluşuna elverişli değildi. Belirli bir toprak üzerinde kurulup oturulmuyordu. Bunun neticesi olarak ortaya çıkan çekirdek aile, fertlerin daha hür yetişmelerini sağladı. Aileler de bozkırda o kadar hürdü ki, her aile kendi başına bir il sayılabilirdi.

          Bahaeddin Ögel'in belirttiği üzere, bunların yanında Türk ailesinde levirat da görülürdü. Yani bir kadın, kocası öldüğünde, kocasının erkek kardeşi yahut kendi üvey evladıyla evlenir ve böylece güvence altına alınırdı. Böylece yoksulluk önlenir, kalın'ın (çeyiz) bölünmesine mani olunur ve aile yapısı devam ettirilirdi. Fakat levirat az görülürdü. Ona daha fazla rastlanan yer hanedandı; bununla, devletin ve nüfuzun bölünmemesi amaçlanırdı.

          Eski Türkler babaya "kang" derlerdi. Aynı babanın oğullarına kangdaş, üvey kardeşler kanğsık denirdi. Bu söz sonradan unutularak onun yerine üvey oğul veya tutunç oğul tabirleri aldı. 11. yüzyıldan sonraysa babaya ata denmeye başlandı. Selçuklu devrinde evde babaya, emire benzediği için bey de deniyordu. Anneye "ög" denirdi. Bugünkü öksüz sözü de buradan gelmektedir. Babadan sonra aileyi anne temsil ederdi ve anne babadan sonra en önemli kişiydi. Türk kadını itibar sahibiydi, evine düşkündü.

          Her toplum kendi aile nizamı üzerinde kurulu olduğu için, aile içi münasebetlerin sosyal ve hukuki yönleri toplumun türlü cepheleriyle benzerlik taşır. Türk aile sisteminin temel özellikleri Eski Türk siyâsî, sosyal ve hemen bütün kurumlarına ve fertlerin davranışlarına yansımıştır. Devletin "baba" telakki edilmesinde Türk ailesinin ana, baba, evlat münasebetlerinde temellenen prensiplerini görmek mümkündür. Esasen Eski Türk devleti iki sosyal birliğe dayanmaktadır: aile ve ordu.

          • 5. Hafta: Budundan Devlete

            Bodun’dan Devlete

             Büyük oranlarda hayvan sürülerine sahip olan Türk boyları, bir taraftan kutlu saydıkları coğrafya ile uyum içerisinde hayatlarını idame ettirirken,  diğer yandan öteki boylar ile “töre” gereği münasebetlerini geliştirirler. Çünkü aynı tarz yaşayışa sahip olan boylar, gerektiğinde sürülerini birleştirerek, tabii afetler, kuraklık, otlak darlığı vs. gibi durumlarda yada düşmanlarının saldırıları karşısında,  işbirliği yapmak zorundadır. Moğollarda ise boylar, yaşayış tarzlarının ve bunun sonucunda oluşan sosyal yapılarının gereği bir araya gelemezler. Bu ve benzer sebepler Türk konar-göçerlerini birlikte yaşamaya tasa ve sevinçte birliğe kısacası “millet” olma şuuruna götürür. Sınırları belirli bir coğrafya üzerinde siyasi örgütlenmeye giden milletin ortaya çıkardığı hükmi kişilik ise devlet olarak nitelendirilir.

            Bugün yanlış olarak doğrudan doğruya milletin karşılığı olarak kullanılan “ulus”, aslında üzerinde halkın yaşadığı belirli bir idari taksimata ayrılmış toprak parçasıdır. Bu anlamıyla Türkler “ulus” veya “uluş” sözünü, eyalet anlamında kullanmışlardır. Ancak bu kavram dahi vatan ile milletin birbirinden ayrılmaz olduğunu göstermektedir. Türklerin devlet için “il” sözünü kullanması da bu anlayışı doğrular. Göktürk, Uygur ve Karahanlı çağında il kavramı doğrudan devlet sözünü karşılamıştır. Bu devlet, belirli sınırları olan, üzerinde halkın yaşadığı bir devlettir.

            Türkler yukarıda da belirttiğimiz gibi, en eski çağlardan beri güçlü bir millet anlayışına sahiptir. Millet için Göktürk kitabelerinde “bodun” veya “budun” ifadesi kullanılmıştır. Bodun sözü, bod veya boy olarak günümüze kadar gelen ve insan vücudunu karşılayan bir kelimedir. Dolayısıyla, ahenk içerisinde birbirini tamamlayan bir işleyiş yapısına dayanan sosyal birlik veya kabileler için de aynı kullanılmıştır. Ancak daha çok milletin temelini teşkil eden güçlü sosyal birlikler bodun olarak nitelenir ve “bağımsız, illi ve kağanlı” Türk milletini ifade eder. Göktürk kitabelerinde, devleti kuran boylar için Türk budun tabiri kullanılır. Bu anlamda Türgeşler, Oğuzlar için “Türküm budunum” denilmektedir. Dolayısıyla kitabelerde geçen Türk budun siyasi bir birlik içerisinde yaşayan hür, müstakil bir ve beraber olan boyları kucaklayan geniş ve gelişmiş bir kavramdır. “Türk Sir Budun” tabiri de bu anlamda birleşik Türk boylarını karşılar. Bir araya gelememiş, teşkilatsız, dağınık boylara  ise kitabelerde “Tölös (Töles)” denir. Kısacası budun veya milletin, devlet ve kağana sahip, siyasi bir birlik oluşturmaları şarttır. Nitekim boyları ifade eden “ok” tabiri de bu açıdan değerlendirilmelidir. On-ok, Üç,ok, Boz-ok gibi Oğuz kollarının adında görülen “ok”, sosyal ve siyasi açıdan belirli bir birliğe bağlı olan boy anlamına gelir. “Ok”suz olan boy, hiçbir otoriteyi tanımayan, asi grup demektir. Bu sebepten dolayı Türklerde ok tabiliğin sembolüdür. Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz Han, üç küçük oğlunu temsil eden Üç-Ok’lara sembol olarak ok, üç büyük oğlunu temsil eden Boz-oklara ise sembol olarak yay verir ve şöyle der; “Nasıl ki ok, yay kendisini nereye çevirirse oraya gitmek zorunda ise, küçük oğul da (hakim olan) büyük oğula öyle tabi olmak zorundadır”.

            Kısacası, Türklerde bodun veya millet, birlikte yaşama arzusu gösteren, siyasi bir teşkilatlanmaya sahip hür ve müstakil topluluktur. Ortak hedef ve gayeleri olan insanlar, elbette aynı tarih, kültür ve  yaşayışa sahip olurlarsa, bir ve beraber olurlar. Milliyet duygusunun gelişmesinde ortak değerleri benimseme ve onlara sahip çıkma bu açıdan önemlidir. Mete, Hun devletini kurduktan hemen sonra Çin hükümdarına yazdığı mektupta “eli ok ve yay tutan herkes Hun oldu” der. Eğer dar anlamda kabileci bir anlayış Türklerde olsa idi, Selçuklu devletinin hanedanı oluşturan, Kınık boyunu; Osmanlıların Kayı’yı devletlerine isim olarak seçmeleri gerekirdi. Aksine Osmanlılarda millet kavramı yalnız Türkleri kapsamıyor, devlet içindeki tüm insanları içine alıyordu. Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözü ve “Türkiye Cumhuriyetini kuranlara ve burada yaşayanlara Türk denir” tanımlaması da, bütünleştirici bir anlayışın ifadesidir.

            • 6. Hafta: Türk Devlet Anlayışı

              Türklerde Devlet Anlayışı

              Dünya Devleti Fikrinin Temelleri

              Türklerin en erken devirlerden beri oluşturdukları devlet anlayışı, diğer milletlerden ayrılır. “Türk Cihan Hakimiyeti”, ile ifade edilen “üniversal” yani “cihanşümul” devlet fikrinin temelinde elbette Türklerin üzerinde bulunduğu coğrafyanın, yaşayış ve inanç tarzının etkisi büyüktür. Bunları bilmeden Türk milleti ve devletini izah edebilmek, Türklerin imparatorluklar kurma ve yaşatma başarısını anlayabilmek oldukça güçtür.

              Devlet bir anlamda milletin en üst seviyede organize olmuş şeklidir ve bu anlamıyla günümüzde hemen her devletin yapılanması birbirine benzer. Ancak devlet anlayışı, milletlerin tarih ve kültürü ile doğrudan ilişkilidir. Bu sebeple Türk devlet anlayışı kendine mahsus özelliklere sahiptir. Devleti tanımlayan veya devletin unsurlarını oluşturan kavramlar dahi, Türklerin köklü ve kendine has bir devlet fikrine sahip olduklarını gösterir. Daha önce de belirtildiği gibi Türk devletleri “cihanşümul” bir anlayış ile oluşturulmuştur. Yani cihana hakim olma ve yönetme düşüncesi tarihte kurulan Türk devletlerinin ortak hususiyetidir. Bu düşüncenin oluşmasında elbette eski Gök Tanrı inancının izleri görülür. Nitekim Göktürk kitabelerinde bu anlayış açık bir şekilde dile getirilmiştir:

              Üstte mavi gök altta yağız yer kılındıkta, ikisin arasında kişioğlu (insanoğlu) yaratılmış ve kişioğlunun üzerine babam, amcam Bumin Kağan ve İstemi Kağan (Tanrı tarafından) oturtulmuştur”.Kağanlığa oturma görevi Tanrı tarafından verilmektedir. Nitekim II.Göktürk Devleti’nin kuruluşu anlatılırken, İlteriş Kağan ve İlbilge Hatun’un “Türk Tanrısı”, tarafından tepelerinden tutulup katına çekilerek kağanlığın verildiği ifade edilir.

              Devlet Anlayışı ve Hükümdar

              Günümüz devlet kavramına göre devletin oluşabilmesi için şu unsurların bir arada bulunması gerekmektedir; ülke, millet, siyasi hakimiyet ve teşkilatlanma. Türkler en eski çağlardan beri bu unsurları esas alan pek çok devlet kurmuş ve yaşatmıştır. Gerek İslam öncesi olsun, gerek İslami dönemde olsun kurulan her Türk devleti birbirinin devamı niteliğindedir. Çünkü, devletlerin adı veya coğrafyası farklı da olsa, Türk devlet anlayışı umumi hatlarıyla hep aynı kalmıştır. 

              Daha önce de belirttiğimiz gibi Türk devlet anlayışı cihan hâkimiyetini esas alan ilâhî kaynaklı bir hâkimiyet esasına dayanır. Tanrı yönetme yetki ve gücünü Türk kağanına vermiştir. Kitabelerde bu durum; "kutum var olduğu için, tanrı yarlıgadığı için özüm kağan oldu." şeklinde sık sık geçmektedir.

              Dolayısıyla Türklerde kağan olabilmek için üç unsur gerekmektedir;

              1-Kut Sahibi olmak; Tanrının devlet yönetme yetki ve gücü

              2-Yarlık Sahibi olmak; Tanrının emretme ve bağışlama yetkisi

              3-Ülüg Sahibi olmak; İyi şans, talih ve kadere sahip olmak.

              Bu özelliklere sahip olduktan sonra hükümdar “ün” sahibi de olur.

              Tanrı, Türk'ün yeri suyu ıssız kalmasın diye kağanlık görevini tevdi etmektedir. Hâkimiyetin ilâhî menşeli olduğu bu anlayış, İslâmî döneme girildiğinde de nispeten devam etmiştir. İslâmî dönemde de aleme nizam verme ülküsü "gaza ve cihat" yoluyla sürdürülmüştür.

              Kağan olduktan sonra bir hükümdarda bulunması gerekli özellikler ise şunlardır;

              1-Alplik

              2-Bilgelik

              3-Erdem

              İslami dönemde, eski Türk devlet anlayışında görülen ve geçiş sürecinde Kutadgu Bilig’de sisteleştirilmeye çalışılan, alplik, erdem ve bilgelik gibi kavramlar, mahiyet itibariyle biraz daha islamileştirilerek sürdürülmüştür. Buna ilave olarak Türklerdeki mevcut anlayışa “adalet” kavramı, daha ağırlıklı olarak girmiştir. Törenin yerini adaletin alması, hukuk kavramının tek taraflı olarak algılanması anlayışını biraz daha kuvvetlendirmiştir. Bu nedenle, İslami müesseseler Osmanlı dönemine kadar adalet kavramı dışında pek etkili değildir. Siyasetnamede devlet protokolünün ve işleyişinin daha sağlam olması gerektiğine dair öneriler bu açıdan değerlendirilebilinir.

              Türk devlet anlayışına göre devlet hanedanın ortak malıdır ve sonuçlarına katlanmak şartıyla hanedan üyeleri taht üzerinde hak iddia edebilirler.  Bu anlayış da Osmanlı tarihine kadar bütün Türk devletleri tarafından korunmuştur. Ancak batıda olduğu gibi yönetme yetki ve kudreti babadan oğula süren ve soy asaletine bağlı olan bir anlayışla açıklanamaz. Aksine Türklerde hükümdarlık "liyakat" ile kazanılır. Kutadgu Bilig'de devlet yönetiminin esasları açık bir şekilde ortaya konmuştur.

              Kut, doğrudan doğruya tanrının bir kişiye devlet yönetme güç ve yetkisini vermesidir. Zaman içerisinde bu kavram doğrudan doğruya devletin kendisini ifade eder olmuştur. Yarlıg da umumiyetle kut kavramı ile beraber kullanılmıştır. Kelime anlamıyla bu söz, tanrının emir ve bağışlamasını ifade eder. Tanrının devlet yönetme yetkisini vermesi, bu görevi bahşetmesi de yeterli değildir. Bu özelliklerin yanı sıra kağanın iyi talih ve kadere sahip olması yani ülüg'ünün de bulunması gereklidir. Bütün bu özellikleri şahsında toplayan kağan kül yani şan ve şöhret sahibi olabilir.

              • 7. Hafta: Türklerde Merkez-Çevre İlişkisi (İl-Kün Kavramları)

                Merkez-Çevre İlişkisi
                Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, Türk kağanı ilahi bir menşeden yani Tanrıdan devlet kurma ve yönetme yetkisini (kut) almaktadır. Kut sahibi kağan, dünyayı yönetme gibi ağır bir mesuliyeti üslenirken, insanoğlunun huzur ve refahını ön planda tutmak zorundadır. Dolayısıyla, batıdaki “imperium=imparatorluk” kavramı ile Türklerdeki devlet kavramı özünde birbirinden farklıdır. Batıda imperium anlayışı her hal ve şartta ceberrut bir “hükmetme” ve “kazanma” esasına dayanır. Bu anlayış, çok uluslu bir imparatorluğun zaman içerisinde, diğer milletleri “sömürge” olarak görmesine yol açmıştır. Türk tarihinde ise bu anlamda hiç bir “imparatorluk” yoktur. Çünkü Türk devletinin temel felsefesinde, “almak” değil “vermek” esastır. Devlet kelimesinin “saadet, huzur” anlamında kullanılması dahi bunu gösterir. Türk devleti adalet içerisinde, töreye bağlı olarak bütün zenginliğini halkına dağıtır. İşte bu sebepledir ki Türklerde zengin  yani “bay” kişi, malı mülkü çok olan kişi değil, onu halkıyla paylaşan kişidir. Bey olmanın gereği budur. Türklerin kısa zamanda devlet kurmalarının ve başka milletlerin de bu devlete itaat etmelerinin özünde bu anlayış yatar.

                Osmanlı’nın bir cihan devleti haline geleceğini kerametiyle önceden bildiren Şeyh Edebalı’nın Osman Bey’e vasiyeti, Türklerin ne kadar ulvi bir anlayışa sahip olduklarını göstermesi açısından çok anlamlıdır;

                “Ey oğul! Beğsin, bundan sonra öfke bize uysallık sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik- yanılgı bize, hoşgörmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana.  Kem göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlama sana. Ey oğul bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana.”

                Böyle bir örnek başka hiçbir millet ve devlete nasip olmamıştır. Türk devlet anlayışının temellerine inecek olursak, Şeyh Edebalı’nın sözlerini daha iyi anlayabiliriz.

                 

                Türklerde millet anlayışı ile devlet anlayışının diğer kavim ve devletlerden farklı olması yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkinin yani merkez ile çevre arasındaki ilişkinin de farklı işlemesini beraberinde getirmiştir. Esas olarak fark çevre yani yönetilen kesimlerde, sosyal yapının batıdaki gibi karmaşık olmamasında yatar. Türklerde konar-göçer bir hayat esas olduğundan sosyal sınıflar batıdaki gibi oluşmamıştır. Bu sebeple çevre, boy ve uruglardan oluşan sade bir yapıdadır. Boy beyi vasıtasıyla merkez ile ilişki kurulur. Dolayısıyla çevre homojendir ve merkez ile uyumlu bir birliktelik içindedir.

                Kutadgu Bilig’e Göre Merkez-Çevre İlişkisi; Kutadgu Bilig'de devlet idaresi şahıslarla sembolize edilmektedir. Eserde Gündoğdu adlı şahıs, hâkimiyeti yani hükümdarı; vezir Aydoğdu, devlet anlamında kut'u ve vezirin oğlu Öğdülmüş ise aklı temsil eder. Hükümdar devlet yönetiminde Aydoğdu ve Öğdülmüş tarafından frenlenir. Aslında bu şahıslar kağana Türk töresini hatırlatır. Çünkü Türklerde "İl gider töre kalır" felsefesi esastır. Devletin bekası  ancak töreye bağlı olmasına bağlıdır.

                Türk töresi üç saç ayağından oluşmaktadır; könilik, uzluk ve tüzlük. Könilik, adaletin karşılığı olarak kullanılır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Könilik, İslam öncesi dönemle İslami dönem arasında devlet anlayışının bir geçiş noktası gibidir. Hükümdarın ve dolayısıyla devletin adil olması, adalet dağıtması şarttır. Kamu vicdanının sağlanması Türk töresinin en önemli özelliğidir. Uzluk ise akıl ve mantık demektir. Türk töresi us yani aklı ön plânda tutar. Zaten törenin kendisi de Türklerin uzun geçmişi içerisinde akıl ve irade ile şekillenen davranış biçimlerinin kurallara bağlanmış bir ifadesidir. Türkçemizde yer alan uzlaşma da insan ilişkilerinde veya devlet  ile halk arasındaki münasebetlerde aklı ön plâna alarak ortak bir noktada buluşmayı anlatır. Könilik ve uzluk'un tamamlayıcısı durumunda olan tüzlük ancak adalet içerisinde uzlaşmış toplumlarda görülür. Çünkü tüzlük, eşitlik içerisinde sağlanan nizam demektir. Türk toplum ve devlet anlayışında insanlar hak ve yükümlülükleri bakımından eşittir. Düzen ve tüzük sözlerinin içerisinde aslında bu kavram vardır. Asayiş ve düzen ancak, törenin gereği olan "tüzlük" ile sağlanır. Eşitlik sözü bazı dış ideolojik akımlarda sınıf çatışmaları ve yöneten- yönetilen ya da ezen-ezilen ikilikleri üzerine kurulmuştur.

                Halbuki Türk devlet anlayışı ve toplum yapılanması bu ikiliklere yabancıdır. Türk devleti sadece kendi milleti için değil, hâkimiyetine aldığı başka milletler için de Türk töresine uygun hareket etmiştir. Osmanlı Devleti'nin bugün üç kıt'aya yayılmış, üzerinde 35 devletin kurulduğu büyük bir coğrafyayı ve değişik milletleri barış içerisinde, 600 yılı aşan bir süre bir arada tutmasının özünde bu gerçek yatar.

                            Her şeyden evvel Türklerde kan asaletine dayanan asillik, aralarında uçurumlar bulunan kast veya sınıflar yoktur. Türklerde millet devletin devlet de milletin hizmetindedir. Soy asaletinin yerine liyakat esas alınmıştır. Meselâ Oğuz töresine göre 24 Oğuz boyu aynı atanın soyundan gelir. Dolayısıyla bir boyun ötekinden asil olması mümkün değildir. Ancak Oğuz töresi ile belirlenen ve temelde liyakatını ispat etmiş olan boylar, Oğuz yaşayışında ve teşkilâtında sivrilebilmişlerdir. Aksi olsaydı, Oğuz'un en büyük oğlu olan ve Osmanlı devletini kuran Kayı'dan başka bir boyun devlet kuramaması gerekirdi. Halbuki Oğuz teşkilât yapısında en küçük yani 24. boy olan Kınıklar Selçuklu devletini kurmuşlardır.


                • 8. Hafta: Türk Töresi'nin Özellikleri

                  Günümüz devlet kavramına göre devletin oluşabilmesi için şu unsurların bir arada bulunması gerekmektedir; ülke, millet, siyasi hakimiyet ve teşkilatlanma. Türkler en eski çağlardan beri bu unsurları esas alan pek çok devlet kurmuş ve yaşatmıştır. Gerek İslam öncesi olsun, gerek İslami dönemde olsun kurulan her Türk devleti birbirinin devamı niteliğindedir. Çünkü, devletlerin adı veya coğrafyası farklı da olsa, Türk devlet anlayışı umumi hatlarıyla hep aynı kalmıştır. 

                  Daha önce de belirttiğimiz gibi Türk devlet anlayışı cihan hâkimiyetini esas alan ilâhî kaynaklı bir hâkimiyet esasına dayanır. Tanrı yönetme yetki ve gücünü Türk kağanına vermiştir. Kitabelerde bu durum; "kutum var olduğu için, tanrı yarlıgadığı için özüm kağan oldu." şeklinde sık sık geçmektedir.

                  Dolayısıyla Türklerde kağan olabilmek için üç unsur gerekmektedir;

                  1-Kut Sahibi olmak; Tanrının devlet yönetme yetki ve gücü

                  2-Yarlık Sahibi olmak; Tanrının emretme ve bağışlama yetkisi

                  3-Ülüg Sahibi olmak; İyi şans, talih ve kadere sahip olmak.

                  Bu özelliklere sahip olduktan sonra hükümdar “ün” sahibi de olur.

                  Tanrı, Türk'ün yeri suyu ıssız kalmasın diye kağanlık görevini tevdi etmektedir. Hâkimiyetin ilâhî menşeli olduğu bu anlayış, İslâmî döneme girildiğinde de nispeten devam etmiştir. İslâmî dönemde de aleme nizam verme ülküsü "gaza ve cihat" yoluyla sürdürülmüştür.

                  Kağan olduktan sonra bir hükümdarda bulunması gerekli özellikler ise şunlardır;

                  1-Alplik

                  2-Bilgelik

                  3-Erdem

                  İslami dönemde, eski Türk devlet anlayışında görülen ve geçiş sürecinde Kutadgu Bilig’de sisteleştirilmeye çalışılan, alplik, erdem ve bilgelik gibi kavramlar, mahiyet itibariyle biraz daha islamileştirilerek sürdürülmüştür. Buna ilave olarak Türklerdeki mevcut anlayışa “adalet” kavramı, daha ağırlıklı olarak girmiştir. Törenin yerini adaletin alması, hukuk kavramının tek taraflı olarak algılanması anlayışını biraz daha kuvvetlendirmiştir. Bu nedenle, İslami müesseseler Osmanlı dönemine kadar adalet kavramı dışında pek etkili değildir. Siyasetnamede devlet protokolünün ve işleyişinin daha sağlam olması gerektiğine dair öneriler bu açıdan değerlendirilebilinir.

                  Türk devlet anlayışına göre devlet hanedanın ortak malıdır ve sonuçlarına katlanmak şartıyla hanedan üyeleri taht üzerinde hak iddia edebilirler.  Bu anlayış da Osmanlı tarihine kadar bütün Türk devletleri tarafından korunmuştur. Ancak batıda olduğu gibi yönetme yetki ve kudreti babadan oğula süren ve soy asaletine bağlı olan bir anlayışla açıklanamaz. Aksine Türklerde hükümdarlık "liyakat" ile kazanılır. Kutadgu Bilig'de devlet yönetiminin esasları açık bir şekilde ortaya konmuştur.

                  Kut, doğrudan doğruya tanrının bir kişiye devlet yönetme güç ve yetkisini vermesidir. Zaman içerisinde bu kavram doğrudan doğruya devletin kendisini ifade eder olmuştur. Yarlıg da umumiyetle kut kavramı ile beraber kullanılmıştır. Kelime anlamıyla bu söz, tanrının emir ve bağışlamasını ifade eder. Tanrının devlet yönetme yetkisini vermesi, bu görevi bahşetmesi de yeterli değildir. Bu özelliklerin yanı sıra kağanın iyi talih ve kadere sahip olması yani ülüg'ünün de bulunması gereklidir. Bütün bu özellikleri şahsında toplayan kağan kül yani şan ve şöhret sahibi olabilir.

                  Merkez-Çevre İlişkisi

                  Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, Türk kağanı ilahi bir menşeden yani Tanrıdan devlet kurma ve yönetme yetkisini (kut) almaktadır. Kut sahibi kağan, dünyayı yönetme gibi ağır bir mesuliyeti üslenirken, insanoğlunun huzur ve refahını ön planda tutmak zorundadır. Dolayısıyla, batıdaki “imperium=imparatorluk” kavramı ile Türklerdeki devlet kavramı özünde birbirinden farklıdır. Batıda imperium anlayışı her hal ve şartta ceberrut bir “hükmetme” ve “kazanma” esasına dayanır. Bu anlayış, çok uluslu bir imparatorluğun zaman içerisinde, diğer milletleri “sömürge” olarak görmesine yol açmıştır. Türk tarihinde ise bu anlamda hiç bir “imparatorluk” yoktur. Çünkü Türk devletinin temel felsefesinde, “almak” değil “vermek” esastır. Devlet kelimesinin “saadet, huzur” anlamında kullanılması dahi bunu gösterir. Türk devleti adalet içerisinde, töreye bağlı olarak bütün zenginliğini halkına dağıtır. İşte bu sebepledir ki Türklerde zengin  yani “bay” kişi, malı mülkü çok olan kişi değil, onu halkıyla paylaşan kişidir. Bey olmanın gereği budur. Türklerin kısa zamanda devlet kurmalarının ve başka milletlerin de bu devlete itaat etmelerinin özünde bu anlayış yatar.

                  Osmanlı’nın bir cihan devleti haline geleceğini kerametiyle önceden bildiren Şeyh Edebalı’nın Osman Bey’e vasiyeti, Türklerin ne kadar ulvi bir anlayışa sahip olduklarını göstermesi açısından çok anlamlıdır;

                  “Ey oğul! Beğsin, bundan sonra öfke bize uysallık sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik- yanılgı bize, hoşgörmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana.  Kem göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlama sana. Ey oğul bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana.”

                  Böyle bir örnek başka hiçbir millet ve devlete nasip olmamıştır. Türk devlet anlayışının temellerine inecek olursak, Şeyh Edebalı’nın sözlerini daha iyi anlayabiliriz.

                   

                  Türklerde millet anlayışı ile devlet anlayışının diğer kavim ve devletlerden farklı olması yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkinin yani merkez ile çevre arasındaki ilişkinin de farklı işlemesini beraberinde getirmiştir. Esas olarak fark çevre yani yönetilen kesimlerde, sosyal yapının batıdaki gibi karmaşık olmamasında yatar. Türklerde konar-göçer bir hayat esas olduğundan sosyal sınıflar batıdaki gibi oluşmamıştır. Bu sebeple çevre, boy ve uruglardan oluşan sade bir yapıdadır. Boy beyi vasıtasıyla merkez ile ilişki kurulur. Dolayısıyla çevre homojendir ve merkez ile uyumlu bir birliktelik içindedir.

                  Kutadgu Bilig’e Göre Merkez-Çevre İlişkisi; Kutadgu Bilig'de devlet idaresi şahıslarla sembolize edilmektedir. Eserde Gündoğdu adlı şahıs, hâkimiyeti yani hükümdarı; vezir Aydoğdu, devlet anlamında kut'u ve vezirin oğlu Öğdülmüş ise aklı temsil eder. Hükümdar devlet yönetiminde Aydoğdu ve Öğdülmüş tarafından frenlenir. Aslında bu şahıslar kağana Türk töresini hatırlatır. Çünkü Türklerde "İl gider töre kalır" felsefesi esastır. Devletin bekası  ancak töreye bağlı olmasına bağlıdır.

                  Türk töresi üç saç ayağından oluşmaktadır; könilik, uzluk ve tüzlük. Könilik, adaletin karşılığı olarak kullanılır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Könilik, İslam öncesi dönemle İslami dönem arasında devlet anlayışının bir geçiş noktası gibidir. Hükümdarın ve dolayısıyla devletin adil olması, adalet dağıtması şarttır. Kamu vicdanının sağlanması Türk töresinin en önemli özelliğidir. Uzluk ise akıl ve mantık demektir. Türk töresi us yani aklı ön plânda tutar. Zaten törenin kendisi de Türklerin uzun geçmişi içerisinde akıl ve irade ile şekillenen davranış biçimlerinin kurallara bağlanmış bir ifadesidir. Türkçemizde yer alan uzlaşma da insan ilişkilerinde veya devlet  ile halk arasındaki münasebetlerde aklı ön plâna alarak ortak bir noktada buluşmayı anlatır. Könilik ve uzluk'un tamamlayıcısı durumunda olan tüzlük ancak adalet içerisinde uzlaşmış toplumlarda görülür. Çünkü tüzlük, eşitlik içerisinde sağlanan nizam demektir. Türk toplum ve devlet anlayışında insanlar hak ve yükümlülükleri bakımından eşittir. Düzen ve tüzük sözlerinin içerisinde aslında bu kavram vardır. Asayiş ve düzen ancak, törenin gereği olan "tüzlük" ile sağlanır. Eşitlik sözü bazı dış ideolojik akımlarda sınıf çatışmaları ve yöneten- yönetilen ya da ezen-ezilen ikilikleri üzerine kurulmuştur.

                  Halbuki Türk devlet anlayışı ve toplum yapılanması bu ikiliklere yabancıdır. Türk devleti sadece kendi milleti için değil, hâkimiyetine aldığı başka milletler için de Türk töresine uygun hareket etmiştir. Osmanlı Devleti'nin bugün üç kıt'aya yayılmış, üzerinde 35 devletin kurulduğu büyük bir coğrafyayı ve değişik milletleri barış içerisinde, 600 yılı aşan bir süre bir arada tutmasının özünde bu gerçek yatar.

                              Her şeyden evvel Türklerde kan asaletine dayanan asillik, aralarında uçurumlar bulunan kast veya sınıflar yoktur. Türklerde millet devletin devlet de milletin hizmetindedir. Soy asaletinin yerine liyakat esas alınmıştır. Meselâ Oğuz töresine göre 24 Oğuz boyu aynı atanın soyundan gelir. Dolayısıyla bir boyun ötekinden asil olması mümkün değildir. Ancak Oğuz töresi ile belirlenen ve temelde liyakatını ispat etmiş olan boylar, Oğuz yaşayışında ve teşkilâtında sivrilebilmişlerdir. Aksi olsaydı, Oğuz'un en büyük oğlu olan ve Osmanlı devletini kuran Kayı'dan başka bir boyun devlet kuramaması gerekirdi. Halbuki Oğuz teşkilât yapısında en küçük yani 24. boy olan Kınıklar Selçuklu devletini kurmuşlardır.

                  • 9. Hafta: Türk Mitolojisi'nin Umumi Hususiyetleri

                    Türk Mitolojisi’nin Ortaya Çıkışında Etken Olan Kavramlara Genel Bakış:

                    Genel olarak “Türkler’in yaşadığı anayurt Orta Asya”dır denil­mekle beraber, Türkler’in bu geniş coğrafyanın tam olarak neresinde yerle­şik oldukları tartışma konusudur. Bunun sebebi Türkler’in daha ilk zamanlarından itibaren geniş bir coğraf­yaya yayılmış bulunmaları ve kültürlerini çok uzakla­ra kadar götürmeleri olsa gerektir. Son linguistik araştır­malar ise, bu sahanın Altay-Ural Dağları arasında alınması, hatta Hazar Denizi’nin kuzey doğu bozkırlarının aslî Türk yurdundan sayılması ihtimalini kuvvetlendirmiştir.

                    Türkler, Orta Asya’nın kuzey doğu bölgesinde bulunan Baykal Gölü’ne dökü­len Orhun ve Selenga Irmakları boyların­da ortaya çıkmış, ancak atı bir ulaşım aracı olarak kullan­mayı başar­dıklarından, bütün Orta Asya’ya yayılmış­lar ve egemen olmuş­lar­dır. Bu sebeple, yontma taş çağına kadar uzanan eski devirlere ait, Türk Kültürü izlerine Orta Asya’nın bir çok yerinde aynı anda rastlanmaktadır.

                    Türkler coğrafî konumları itibariyle yüzyıllarca Çinlilerle komşu olarak yaşamak zorunda kalmışlardır. Bu nedenle Türk mitolojisinde Çinlilerle bağlantılı pek çok destan ve efsânelere rastlamak mümkündür. Türk Tarihi’nin birinci elden kaynaklarının da Çin Yıllıkları olması bu komşuluğun ortaya çıkardığı bir sonuçtur.

                     

                     

                    Eski Türk Destanları’nın bugün elimizde bulunan parça­ları çeşitli kaynaklardan derlenmiştir. Bu kaynakların en önemlileri, eski Çin yıllıklarıdır. Arap, İran tarihi ve edebiyatına ait el yazması eserlerde, Bizans tarihleri gibi bazı kaynaklarda da Türk destan parçaları yer alır. Destan­larımızın diğer mühim bir kısmı da bizzat Türk aydın ve yazarları tarafından tarihin çeşitli devirlerinde türlü sebeplerle, çeşitli dil ve yazılarla yazılı edebiyata geçirilmiştir.

                     

                    Türk destanlarından çoğu, yazılı edebiyata, oluştukla­rı tarihten çok sonra geçmiştir. Ancak destanlar, halk dilinde asırlarca yaşadıktan sonra yazıya geçirilmişlerdir. Bu zaman içinde destanlar Türklerin duygu, düşünce, görgü, hayâl ve hatıralarıyla zenginleşir. Tarihin ister istemez birbirine benzeyen nice kahramanları ve kahramanlık olayla­rı, bu destanlarda birbiriyle kaynaşmış ve tarih içinde Türk fazilet ve kahramanlığını özetleyen birer örnek olmuş­tur.

                     

                    Aslında, bir destanın doğduğu zamanla yazıya geçiril­diği zaman arasındaki mesafe ne kadar olursa olsun, destan meydana geldiği çağın ürünüdür. Yani destanları kaleme alındığı veya dinlendiği çağlarda değil, ortaya çıktığı çağların şartların­da düşünmek zorundayız. Çünkü destanla­rın temel olayları doğdukları devre aittir. Aradan geçen asırlar, bu ana olayları ya halk dilinde yaşayan eski destan ve efsane miraslarıyla süsler veya az çok değiştirip zenginleştirir. Fakat destanlardaki ana olaylar daima korunur. Türk destanla­rı genellikle Türk tarihinin ilk devirlerini hikâye eden eserlerdir.                                                            

                     

                    Türk Destanları iki bölümde incelenebilir: İslamiyetten Önceki Türk Destanları ve İslami Dönem Türk Destanları. İslamiyetten Önceki Dönem Türk Destanlarını da iki esas gruba ayırabiliriz. Kuzey Türk Destanları ve Gelişmiş Türk Destanları (Bozkır). Kuzey Türk Destanları daha çok Yaratılış konularını ele alır. Yazıya geçmesi son dönemlerde olmuştur ve içerisinde pek çok başka inancın tesirleri bulunmaktadır. Kuzey Türk destanları aslında devletleşememiş Türk topluluklarının destanları olarak da nitelendirilebilir.

                    • 10. Hafta: İslâm Öncesi Yaratılış ve Türeyiş Destanları

                      Türk Kozmogonisi- Altay Yaradılış Destanı:

                      Altaylardan Verbitskiy'in derlediği yaradılış destanı özetle şöyledir: Yer gök hiç bir şey yokken dünya uçsuz bucaksız sulardan ibaretti. Tanrı Ülgen bu uçsuz bucaksız dünyada durmadan uçuyordu. Göklerden gelen bir ses Tanrı Ülgen'e denizden çıkan taşı tutmasını söyledi. Göğün emri ile oturacak yer bulan Tanrı Ülgen artık yaratma zamanı geldi diye düşünerek şöyle dedi :

                      Bir  dünya istiyorum, bir soyla  yaratayım

                      Bu  dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım

                      Bunun  çaresi nedir, ne yolla  yaratayım

                      Su içinde yaşayan  Ak  Ana,su  yüzünde göründü ve Tanrı Ülgen'e şöyle  dedi :

                      Yaratmak istiyorsan   Ülgen, Yaratıcı  olarak  şu kutsal  sözü öğren :

                      De ki hep," yaptım oldu " başka bir şey söyleme.

                      Hele yaratır  iken,"yaptım olmadı" deme.

                      Ak Ana bunları söyledi ve kayboldu. Tanrı Ülgen'in kulağından bu buyruk hiç gitmedi . insana da bu öğüdü iletmekten bıkmadı : " Dinleyin ey insanlar, varı yok demeyin. Varlığa yok deyip de, yok olup da gitmeyiniz." Tanrı Ülgen yere bakarak : " Yaratılsın yer!" Göğe bakarak "Yaratılsın Gök!" Bu buyruklar verilince yer ve gök yaratılmış. Tanrı Ülgen çok büyük üç balık yaratmış ve dünya bu balıkların üzerine konmuş. Böylece dünya gezer olmamış bir yerde sabit olmuş.Tanrı Ülgen balıkların kımıldadıklarında dünyayı su kaplamasın diye Mandışire'ye balıkları denetleme görevi vermiş. Tanrı Ülgen, dünyayı yarattıktan sonra tepesi aya güneşe değen etekleri dünyaya değmeğen büyük Altın Dağın başına geçip oturmuş.Dünya altı günde yaratılmışdı, yedinci günde ise Tanrı Ülgen uyumuş kalmışdı. Uyandığında neler yarattım diye baktı: Ayla güneşden başka fazladan dokuz dünya birer cehennem ile bir de yer yaratmıştı. Günlerden bir gün Tanrı Ülgen denizde yüzen bir toprak parçacığı üzerinde bir parça kil gördü" insanoğlu bu olsun, insana olsun baba." dedi ve toprak üstündeki kil birden insan oldu. Tanrı Ülgen bu ilk insana "Erlik" adını verdi ve onu kardeşi kabul etti. Ancak Erlik'in yüreği kıskançlık ve hırsla doluydu. Tanrı Ülgen gibi güçlü ve yaratıcı olmadığı için öfkelendi.

                      Tanrı Ülgen, kemikleri kamıştan, etleri topraktan yedi insan yarattı. Erlik'in yarattığı dünyaya zarar vereceğini düşünerek insanı korumak üzere Mandışire adlı bir kahraman yarattıktan sonra yedi insanın kulaklarından üfleyerek can, burunlarından üfleyerek başlarına akıl verdi.Tanrı Ülgen insanları idare etmek üzere May-Tere'yi yarattı ve onu insanoğlunun başına han yaptı..

                      • 11. Hafta: Oğuz Kağan Destanı

                        Hun - Oğuz Destanı : OĞUZ KAĞAN DESTANI

                        Oğuz Kağan destanı M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık yapmış olan Hun hükümdarı Mete'nin hayatı etrafında şekillenmiştir. Bütün Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli günümüze ulaşmamıştır. Bugün, elimizde Oğuz destanının üç varyantı bulunmaktadır. XIII ile XVI yüzyıllar arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve islâmiyetten önceki inancı yansıtan varyantın ilk örneği temsil ettiği kabul edilebilir. XIV. yüzyıl başında yazıldığı bilinen Reşîdeddîn'in Câmiüt-Tevârih adlı eserinde yer alan Farsça Oğuz Kağan Destanı islâmî varyantların ilkini temsil etmektedir. Oğuz Kağan Destanının üçüncü varyantı ise XVII. yüzyılda Ebü'l-Gazî Bahadır Han tarafından Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak yazılmıştır.

                        Oğuz Kağan Destanının islâmiyet Öncesi Rivayeti Ay Kağan'ın yüzü gök , ağzı ateş, gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel bir oğlu oldu. Bu çocuk annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et ,çorba ve şarap istedi.Kırk gün sonra büyüdü ve yürüdü. Ayakları öküz ayağı , beli kurt beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve avlanırdı. Oğuz'un yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük ve güçlü bir gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı. Günlerden bir gün bu gergadanı avlamağa karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti. Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu.Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.

                        Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı.Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:

                        Ben  sizlere   kağan  oldum

                        Alalım yay   ile   kalkan

                        Nişan  olsun   bize   buyan

                        Bozkurt   olsun   bize   uran

                        Av  yerinde   yürüsün   kulan

                        Dana  deniz,  daha  müren

                        Güneş   bayrak  gök  kurıkan

                        Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm". Yine o zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü.Kırk gün sonra Buz Dağ'ın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi.O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt: " Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim."dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı.Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz'un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi. Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: " Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı. Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.

                        • 12. Hafta: Dede Korkut Hikâyeleri

                          DEDE KORKUT DESTANI

                                     

                          Dede Korkut’un Kimliği: Oğuz Türklerinin en  büyük destanlarından olan Dede Korkut hikayelerinin asıl kahramanı, ilk düzenleyicisi ve  anlatıcısı durumunda bulunan Dede Korkut, aynı zamanda ünü Oğuzları aşmış ve bütün Türk boylarının ortak değeri haline gelmiş büyük bir efsanevi/tarihi Türk şahsiyetidir.

                                      Dede kelimesinin “korkut” adı kadar eski olmadığı ve bunun, efsanevi Korkut’un yaşlılığını nitelemek için asıl isme sonradan eklendiği şüphesizdir. “Ata” kelimesi halk arasında büyük bir saygı, hatta mukaddeslik kazanmış bilginleri, şairleri, hakimleri yüceltmek için kullanıldığı gibi, bu kelime dede veya baba manasına da kullanılmıştır. Görülüyor ki, az çok anlam farklılıklarına rağmen, kelimelerin birleştiği bir nokta vardır; Dede Korkut, Türkler arasında, emsalsiz yeri ve görevi olan bir Türk atasıdır.

                                      Bize göre Dede Korkut veya Korkut Ata, tarihi şahsiyeti ile bütün Türk boylarında saygı duyulan bir kişi olduğundan, ismi de ona karşı gösterilen saygı ve alaka ile ilgilidir. Tarihi kaynaklarda daha çok Korkut Ata olarak bilinen Dede Korkut, Reşideddin Oğuznamesinde Peygamber devrinde 295 yıl yaşamış bir kişi olarak tanıtılır. Z. Velidi Togan, Korkut Ata’nın Oğuzların müslüman olmalarından evvel, Göktürkler çağında yaşamış Oğuz yabguların yanında bulunmuş bir Türk hakimi olabileceğini iddia etmiştir. Daha sonraki tarihlere ait verilen bilgilerden anlaşılıyor ki, Korkut Ata veya Dede Korkut, 8. Yüzyılda Hz.Muhammed zamanında yaşamış ve Oğuz hükümdarlarının veziri olarak 295 yıl ömür sürmüştür. Nitekim o birçok Türk boyunda hem hakim, hem evliya hem de Oğuzun müşküllerini çözen ve bilinmeyenden haberler veren bir aksakallı ihtiyar olarak tanınmıştır. Şecere-i Terakime’de Köl Erki’ye ad veren Korkut Ata’ya izafeten Oğuz halkına da “Korkut başlı halk” denilmektedir. Destana göre Korkut Ata, Oğuz Türklerinin tanıdığı, saygı duyduğu, akıl danıştığı bir ozandır. O, Oğuzların tüm törelerini bilen, ulu, bilgili bir müşavirdir. Gerektiğinde olaylara karışır,kimsenin yapamadığı, üstesinden gelemediği işleri, kerameti ile hal yoluna koyar.Her hikayenin sonunda da dua eder.

                                     

                                      Dede Korkut Kitabı Hakkında: Dede Korkut Kitabı veya hikayeleri Oğuz Türklerinin tarihi ve sosyal hususiyetlerini ele alan muhteşem bir eserdir. Hikayeler Türk ve Dünya ilim aleminde büyük yankılar uyandırmış ve ortaya çıkarılışından bu yana kitap üzerinde birçok tetkikler yapılmıştır. Üzerinde pek çok araştırmanın yapıldığı Dede Korkut Kitabı, Türkolojinin eskimeyen ve tükenmeyen konularından birisidir.

                                      Fr. Von Diez’in 1815’te yayımladığı incelemeden sonra birçok kimse bu hikayeleri ele almış ve farklı açılardan incelemeye tabi tutmuştur. Türkiye’de de Kilisli Rıf’at’ın eski Türkçe ile bu kitabı neşretmesi, çalışmalara yeni bir hız kazandırmıştır.

                          Dede Korkut hikayelerinin iki önemli yazması bulunmaktadır. Birincisi, “Kitab-ı Dedem Korkud, Ala Lisan-ı Taife-i Oğuzan” adıyla Dresten yazması, diğeri ise, “Hikayet-i Oğuzname-i Kazan Bey ve Gayri”  adıyla Vatikan nüshasıdır. Bu nüshayı ilim alemine tanıtan İtalyan ilim adamı Ettore Rossi’dir. Rossi’nin bulduğu altı yazma hikayeyi içine almaktadır. Hikayelerin asıl sayısı ise on ikidir.

                          Bu 12 hikaye şu şekilde sıralanabilir:

                          1-Dirse Han oğlu Boğaç Han Boyu

                          2-Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması Boyu

                          3-Kam Püre Beğ oğlu Bamsı Beyrek Boyu

                          4-Kazan Bey’in oğlu Uruz Beğ’in Esir Düştüğü Boy

                          5-Duha Koca oğlu Deli Dumrul Boyu

                          6-Kanlı Koca oğlu Kan Turalı Boyu

                          7-Kazılık Koca oğlu Beğ Yiğenek Boyu

                          8-Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Boy

                          9-Begil oğlu Emren Boyu

                          10-Uşun Koca oğlu Segrek Boyu

                          11-Salur Kazan’ın oğlu Uruz’u Tutsaklıktan Çıkardığı Boy

                          12-İç-Oğuz’a Daş (Dış) Oğuz’un Asi Olup, Beyrek’in Öldüğü Boy.

                           

                          12 hikayeden oluşan ve bütünlük teşkil eden Dede Korkut hikayelerinin konusu maceraları, yaşayışı ve hayat görüşleri ile geniş bir Oğuz topluluğudur. Ayrı ayrı hikayelerin konusu ise bir topluluk içindeki beylerin teker teker başlarından geçen, farklı maceralardır. Kitabın ilk ve son boyu, yani başlama ve bitiş olayları, Oğuzların kendi aralarındaki mücadelelerini anlatır ki, bu  iç mücadelelerin bizlere ne kazandırıp ne kaybettirdiği tarihi gerçekler ile de ortadadır.

                          V. ve VIII. Boylarda, yani Deli Dumrul ve Basat hikayesinde, tabiatüstü varlıklarla mücadele anlatılır. I.,V. ve VI. Destanlarda ise olaylar sahnesinde yalnız kahramanlar ve onların yakınları (aile efradı ve yoldaşları) vardır. Diğer dokuz destanda ise, kahramanlarla birlikte ad ve sanları belli, siyasi mevkileri hiç değişmeyen bir beyler grubu bulunur.

                          Hikayelerin başlama ve bitiş bölümlerinde kullanılan kelimeler her boyda aynıdır. Hikayeler çoğunlukla kurulan bir otağda Bayındır Han veya Kazan Han’ın verdiği toy veya tertiplediği bir toplantı ile başlar. Çoğu da Dede Korkut’un şadılık çalıp, yöm (hayır dua) vermesiyle neticelenir. Genellikle her destanda kahramanların efsanevî doğuşu, başardığı bir seri büyük işler veya kahramanlıklar anlatılır. Kişilere başarısına göre isimler verilir, esir düşen baba veya oğulu aile üyeleri kurtarırlar.

                          Bilindiği gibi destanlar, efsaneler ve masallar, bir cemiyetin  kültür değerlerini belirleyen folklorün önemli bir  kısmını ortaya koyarlar. Efsane, sadece tarihi gerçekleri ortaya koymak maksadıyla ele alınmamalı, derin dini istekleri, ahlaki özlemleri, bir  sosyal ve devlete  bağlılık ihtiyacını, ve en önemlisi hayatın taleplerini tatmin etmek amacı ile ele alınmalıdır. Bu açıdan konuyu değerlendirdiğimiz zaman Dede Korkut hikayelerinin büyük bir kaynak,önemli bir kültür mirası olduğunu hemen anlayabiliriz. Dede Korkut Kitabı’ndaki bu nitelikler, Türklerinin derin bir millet şuuruna, kuvvetli bir sosyal bünyeye ve mukaddes bir vatan anlayışına sahip olduğunu gösterir.

                          Dede Korkut ile ilgili bir başka mesele de, hikayelerin oluşması  tarihidir. Destanlar IX.-XI. Yüzyıllar arasında Sirderya ve Mangışlak’a kadar uzanan bölgelere ait tarihi izler taşımaktadır. Destanın ikinci coğrafyası ise Doğu Anadolu’nun kuzeyi ve Azerbaycan sahasıdır. Oğuzların İslamiyeti kabul ettiği dönem yaklaşık X. Yüzyıl içerisindedir. Bu dönemde Kıpçak, Peçenek gibi gayri müslim Türk boylarının Oğuzlarla mücadelesinin izleri, destanın oluşma tarihini IX.-XI. Yüzyıl aralığına götürmektedir. Destandaki eski Türk dini etkilerini de hesaba katacak olursak, bu görüş daha da kuvvet kazanır. Şecere-i Terakime ve Reşideddin’deki kayıtlar da destanın teşekkül tarihini bu yüzyıllara götürmede bize yardımcı olmaktadır. 

                          Dede Korkut’un yazıya geçtiği coğrafya ise Anadolu ve Kafkaslardır. Dede Korkut’un hakimiyetin Kayı boyuna geçeceğine dair söz, destandaki Osmanlı etkisini gösterir. Ak-koyunluların, bağlı oldukları Bayındır Boyu’nu yüceltmek için destana Bayındır Han’ı ilave etmeleri de Dede Korkut’un 15. Yüzyılda yazıya geçmesiyle ilgilidir.

                          • 13. Hafta: Manas Destanı

                            MANAS DESTANI

                            Manas Destanın Oluş zamanı ve Coğrafyası

                            Türk boylarından biri olan Kırgızların milli destanı, dünya edebiyatının da sayılı şaheserlerinden ve en uzun destanı olan Manas Destanı, adını, destandaki kahramanlar alır. Bu destanı okuyup söyleyenlere de Manascı denilir. Manascılık, bir sanat ve meslek olarak kabul edilir.

                            Manas destanı'nda geçen hadiseler, bazı araştırmacılar tarafından Hun dönemine bağlanıyor. Ancak bu konuda destanda açık ipuçları bulunmamaktadır. Ayrıca bu olayların zeminini 9'uncu yüzyıl sonrasına bağlayanlar da bulunmaktadır. Kırgızların Uygur devletini ortadan kaldırdığı dönemden Karahanlılara uzanan bu tarihte, Manas destanını şekilllenmeye başladığı ileri sürülür. Bu süreç 12. Yüzyıla kadar devam eder. 1120'li yıllarda Orta Asya'yı istila ederek Karahanlı ülkesini ele geçiren Moğol Karahitaylar'ın, Kırgızlar üzerine asker göndermesi ve bu sırada yaşanan olaylar Manas Destanı'na kaynaklık eder. Ancak destanın elimizde bulunan nüshalarında Kalmuk ve Hıtaylarla yapılan mücadeleler anlatılır. Dolayısıyla Kırgızların sürgüne yollandıgı Altay’lardan, Tanrı Dağlarına kadar uzanan coğrafya Manas destanında Kırgızların yurtları olarak görülür. Bu sebeple Manas destanının bir anlamda yazıya geçtiği coğrafya bu bölgelerdir ve 17.-18 yüzyıllardaki siyasi olaylarla bağlantılıdır. Tıpkı Dede Korkut Destanı gibi Manas Destanında da hikayelerin oluşması ile yazıya geçmesi arasında uzunca bir tarih farkı bulunmaktadır. Bu durum her iki destanın da, sözlü anlatım geleneği ile kuşuktan kuşağa, nesilden nesile aktarılmasıyla ilgilidir. Nitekim 60’ın üzerinde bulunan Manas varyantlarının, mukayeseli bir biçimde karşılaştırılarak destana sonradan giren unsurların tesbit edilmesiyle, ortaya çıkarılacak orijinal destan, Manas’ın tıpkı Dede Korkut Oğuzları gibi, çok eskiye dayananbir geçmişe sahip olduğunu gösterecektir.

                            Manas’ın Konusu

                            Ünlü Türkolog Wilhelm Radloff (1837-1918) Manas Destanı'yla ilgili ilk derlemeyi, Kırgızistan'ın Tokmak şehri güneyindeki Sarı Bağış boyuna mensup bir Manasçıdan 1869'da yaptı. Radloff'un derlediği yedi bölümlük Manas Destanı, toplam 11 bin 454 mısradan oluşuyor. Fakat, Manasçıların okuduğu dize sayısının, 16 bin mısra civarında olduğu belirtiliyor.

                            Manas Destanı üç bölümden oluşmaktadır. Bunlar: Manas, Semetey ve Seytek destanlarıdır. Bu nedenle Manas destanından “trilogya” diye de bahsedilmektedir. Destanda kahraman Manas’ın yiğitliği; dış düşmanlarının, ülkelerini fethettikten sonra dağılmış olan Kırgız halkını bir araya getirmesi, bir bayrak altında halkın birlikteliğini sağlaması, kabile ve soylar arasındaki dağınıklığı, kavgaları yok edip, birlikte huzur içinde yaşamaya çağıran büyük bir fikir var. Bu fikir yavaş yavaş tüm Türk halklarını, dünyadaki bütün millet ve halkları bir araya getirecek derecede ulu bir fikirdir. Bundan dolayı ne kadar zaman geçerse geçsin Manas Destanı’nın değeri hiç eksilmemiş, aksine Manas’ın estetik değeri günden güne artmıştır.

                            Kırgız Türklerinin milli kahramanı Manas'ın etrafında örgülenen Manas Destanı'nın ilk bölümünde; Manas'ın doğumu, daha beşikte iken konuşmaya başlaması, kafirleri yeneceğini söylemesi, büyüyüp delikanlı olunca Çinlileri yenmesi, Müslüman yiğit Almanbet'le tanışıp, birlikle birçok savaşa girmeleri, Manas'ın evlenmesi, düşmanları tarafından iki defa öldürülmesine rağmen tekrar dirilmesi, Mekke'yi ziyaret ve Kabe'yi tavaf etmesi, lirik bir üslupla anlatılır.

                            Destanda Manas'ın üçüncü ölümü, geri dönüşü olmayan bir ölümdür.

                             Bundan sonra Manas'ın oğlu Semetey ve torunu Seytek'in destanları başlar. Manas Destanı, Semetey ve Seytek Destanlarıyla üçlü bir zincir oluşturur.Üç nesle uzanan Destan'da, Manas ülke yönetiminin kurucusu görevini yaparken; oğlu Semetey iktidarı tehlikeye sokar, torunu Seytek ise işleri yeniden düzene koyar.

                            Destan’ın ikinci kısmı Semetey bölümünde; genellikle kabile, soylar arasındaki kavga ve anlaşmazlıklar yansıtılmaktadır. Soylar arasındaki bu kargaşalıklar, Semetey’in Kıyas’a yenilip kaybolmasına; Seytek’in yabancı topraklarda, iç düşmanların arasında doğmasına yol açar.

                            Destan’ın son bölümünde ise; halkı dağıtan, kabile ve boylar arasındaki kavgaları örgütleyenler, sert bir şekilde cezalandırılırlar. Olay; halkın beraberliğini, barışını isteyenlerin zaferi ile sonuçlanır. Halkın amaç, istek, arzularını ve dileğini taşıyan akıllı Bakay her şeyi önceden bilen Kanıkey, kadınların güzeli Ayçürök, kahraman Semetey ölmez ögelere sahip olarak kaybolurlar.

                                        Türk destancılığının şaheserleri arasında yer alan Manas Destanı ilk çağlara bağlanan yaşam, duyum ve düşünce sisteminin, özellikle de İslâm’a kadarki kültür geleneğinin izlerini belirgin görüntülerle koruyup saklayan başlıca kaynaklardan biridir. Bu muhteşem destanda mevcut olan çok yönlü ve çok katlı folklor örtüsü, Türklere mahsus eski mitolojik dünya görüşünün yaradılış, gelişme ve çeşitli değişikliklere uğrama sürecini taşlaşmış (donmuş) hafızaya çevirerek yaşatmaktadır. Kırgızlar’ın hayat tarzları, gelenek ve görenekleri, ahlâkî ve dinî görüşleri, coğrafyaları, tıp bilgileri, diğer uluslarla olan ilişkileri hep bu destanda ifadesini bulmuştur.

                            Manas Destanı’nda sergilenen Kırgız halkının kültür değerlerinin önemli bir bölümü de Anadolu Türk halkınca Türkistan’daki ortak Türk gelenek ve göreneklerinin bir uzantısı olarak günümüze kadar getirilmiştir.

                             

                            • 14. Hafta: Kuzey ve Orta Türk Destanlarının Tarihsel Değeri

                              DEDE KORKUT VE MANAS DESTANINDAKİ ORTAK MOTİFLER

                               

                              Dede Korkut Destanı nasıl ki, özelde Oğuzların; Manas Destanı ise Kırgızların milli eposu ise, genelde her iki destan da Türklerin ortak kültür unsurlarını taşıyan ana destanlardandır. Ad verme, evlenme, ölüm ve yas törenleri, kahramanlık, gündelik hayat vs. gibi alanlarda her iki destanda da ortak özellikler görünür. Bu ortak özellikler sadece kavram benzerlikleri ile de açıklanamaz. Nitekim her iki destanın dil özellikleri ve ifade tarzları da birbirine benzemektedir. Örneğin Manas’ta çadır şöyle tasvir edilir;

                              ak çadırını kurdurdu,

                              ipekten, kadifeden

                              kalın yazgılar yaptırdı,

                              ateşe semaver koydu

                              Dede Korkut’da ise;

                              Kara yerin üstüne ak ban evini diktirmişti

                              Ala sayvan gök yüzüne aşanmıştı (yükseltilmişti)

                              Bin yerde ipek halıça döşenmişti

                              Manas ve Dede Korkut, Türk destan geleneğine göre lirik yani manzum karakterlidir. İfadeler yalın fakat çarpıcıdır. Kırk yiğit ve kırk ince belli kız motifi hemen her hikayede geçmektedir. Manas’ın kırk yiğiti ile Oğuz beylerinin kırk yiğiti beylerine sonsuz sadakat gösteren kahraman insanlardır. Ancak bazen bu yakın dostlar, yoldaşlar Destan kahramanına ihanetde de bulunurlar.Heer iki destanda da yarı insan yarı hayvan durumunda tasvir edilen, tek gözlü canavar motifi ve onun üzerine kurulu bir hikaye bulunmaktadır. Dede Korkut’daki “Tepegöz” Manas’taki “Celmoguz” bunlara güzel bir örnektir. Oğuz Türkleri, Kırgız ve Kazaklarda pekçok halk hikayesine de konu olmuşlardır. Aşağıda her iki destanda işlenen bazı ortak motifler ve konular hakkında yaptığımız karşılaştırmalar bu tür benzerlikleri gösterme açısından önemlidir.

                              Çocuk Dileme;

                              Manas’ın babası Cakıb Han çocuğu olmadığı için üzgündür. Bundan dolayı karısına kızgındır. Çocuğu olmayan insanlar sürekli bir şeylerin arayışı içindedir. Günümüz insanları bile doktorlardan ümidi kesince değişik türbe ve evliya mezarlarını ziyaret ederler. Cakıb Han da işte bu sebepten dolayı şöyle seslenir.

                              Bana oğul doğurmadı,

                              Çiriçi’yi alalı,

                              Oldu tam ondört sene,

                              Evliya mezarına gitmedi,

                              Elmalıkda yuvarlanmadı,

                              Kaplıcada gece yatmadı.

                              Dede Korkut’da Dirse Han, Bayındır hanın verdiği toyda, aşağılanarak kara çadırda ağırlanır ve altına kara keçe verilip, kara etin yahnisinden yedirilir. Dirse Han çocuğu olmadığı için bu muameleye maruz kalmıştır. Bu nedenle karısına durumu anlatır ona şikayet eder. Karısına;

                              Han kızı yerimden durayım mı

                              Yakanla boğazından tutayım mı

                              Kaba ökçem altına alayım mı

                              ... Can tatlısın sana bildireyim mi diyerek kızgınlığını belirtir. Karısı ondan ulu toy vermesini, açları doyurup, yalınçakları giydirmesini ister. Bir ağzı dualının duasıyla çocuğun olabileceğini belirtir. Böylece Boğaç Han doğar.

                              Ad verme; Kahramanlık yapmadıkça, 14-15 yaşına gelmedikçe Dede Kôrkut Oğuzları ve Manas Kırgızları isim alamaz. Boğaç Han bir boğayı öldürdüğü için bu ismi alır. Manas’da yiğitliğini düşmanlardan gizlemek için gençlik çağına gelinceye kadar Manas adını kullanmaz. Ayrıca Tanrının esirgemesi, nazar değmemesi için değişik isim verme geleneği de her iki destanda vardır. Örneğin Dede Korkut kahramanlarından birinin ismi Yalançı oğlu Yartaçuk iken, Manas kahramanlarından birisinin ismi ise Bokmurun’dur.

                               

                              Manas Destanı’nda rastladığımız olay, doğan erkek çocuk için halkı davet ederek, onlara yemek verilmesidir. Bu durum Türklerin yaşayışları ile ilgili bir folklor unsurudur.

                              ”Kara Han alıp baktı ona, Kara Han bakmaya alınca, aşa hep halkı topladı, tepede kısraklar kestirdi, halkı çepçevre toplattı yurtta büyük bir aş verdi.”

                              Manas Destanı’nda, çocuklara doğdukları günün önemli olaylarını, doğuş biçimlerini hatırlatıcı isimler verildiği görülmektedir:

                              Külçora’ya:

                              “Kül tutup doğmuş çocuğa

                              Külçora deyip ad verdi.”

                              Kançora’ya:

                              “Kan tutup doğmuş çocuğa

                              Kançora deyip ad verdi.”

                              Manas’ın oğlu Semetey’in oğlunun adının konması: “Bir asa dayak elinde, ak sakallı bir kişi, Kara Han’ın karşısına yakın gelip durdu, o ak sakallı şöyle dedi: “Bu çocuğun adını eğer bu kadar halk bilmezse, ben adını koyayım! Ver çocuğu elime!

                              Ad veren bu ak sakal, birden gözden kayboluverdi.” cümleleriyle anlatılır. Dede Korkut’da de Ak sakallı Dede Korkut, çocuklara isim verir. Onun kerameti ile çocuklar büyür

                              Evlenme; Evlilik, hayatın yaşanılan gerçeklerinden biridir. Destanda, Manas’a, onun dengi bir kız bulabilmek için çekilen ızdıraplar dile getirilir.

                              beni kız aramaya gönderdi

                              Aşa tuz aramak için,

                              Manas’a kız bulmak için

                              samur kalpağım karlandı,

                              tilki kalpağım ıslandı.

                              Dede Korkut’ta da, Kanlı Koca oğlu Kan Turalı  kız arar, ızdırap çeker; “Kırk yiğidini yanına aldı, İç Oğuz’u gördü kız bulamadı; tutdu geri döndü., evlerine geldi. Babası; Oğul kız buldun mudedi. Kanturalı; Yıkılsın Oğuz elleri bana yarar kız bulamadım, baba dedi. Bunun üzerine Babası aksakallıları yanına alarak İç Oğuz ve Dış Oğuz’u gezer, Trabzon’a gelerek orada bir kız bulur.

                              Doğal olarak evlilik girişimlerinin ardından en önemli folklorik değere sahip geleneksel kalın isteme gündeme gelir. Başlık parası adıyla günümüze kadar süregelen ve halen de geçerliliğini devam ettiren bir gelenektir. Fakat o günkü şartları çok ağırdır:

                              sürünüzü toplayın,

                              dört vadiye doldurun,

                              dört vadiyi doldurursa

                              gelin borcunuz bitti demektir.

                              Manas’taki bu kalın miktarına karşılık Dede Korkut’da da Deli Karçar kızkardeşini Beyrek’e vermek için şu isteklerde bulunur;

                              “Bin buğra getirin ki maya görmemiş ola

                              Bin aygır getirin ki hiç kısrağa aşmamış ola

                              Bin de koyun görmemiş koç getirin

                              Bin de kuyruksuz kulaksız köpek getirin

                              Bin de iri pire getirin, bana.

                               

                              Ölüm adetleri; Dede Korkut ve Manas destanında ölü gömme, yuğ aşı verme ve ağıt törenleri birbirine oldukça benzer. Her iki destanda da halk ve beyler her ne kadar müslüman olsalar da, ölü gömme adetleri ve yas törenleri İslam öncesi dönemlerin izlerini taşır. Dolayısıyla şamanî inanışların destanlarda ağırlıklı bir biçimde işlendiği görülmektedir. Gök Tanrı inancının önemli motiflerinden “öteki dünya” anlayışı ve yeniden dirilme her iki destanda da bulunmaktadır. Dede Korkut’da kahramanlar öldükleri zaman “uçmağa” yani cennete varırlar. Bazı kahramanlar, anasının sütü ve dağ çiçekleri ile yapılan melhemi sürerek ölümden kurtulurlar. Manas da destanda birkaç kez ölüp, tekrar dirilir. Ölünün ardından ölü aşı, “yuğ” verilir. Atlar kesilir, kımızlar içilir. Ölünün yakınları “katı yas” tutar. “buzlaya buzlaya” ağlarlar. Yüzlerini tırnakları ile yırtarlar.  Ak çıkarıp kara giyerler ve börklerini yere atarlar.

                               

                              Anadolu halkının geleneksel kültürünün en önemli öğelerinden biri olarak ağıt yakma geleneği Manas Destanı’ında sıkça görülmektedir. Manas’ın ölümü üzerine Kanıkey’in duyguları şu şekilde dile getirilir:

                              Han çocuğu Kanıkey,

                              yüzünü yırtıyordu hep!

                              Günleri göz yaşıyla göl oldu,

                              bütün suyunu sel aldı.

                              Beyrek Aruz tarafından öldürüldüğünde ise Oğuz yiğitleri “ ak boz atın kuyruğunu kestiler. Kırk-elli yiğit kara giyip gök sarındılar. Kazan Bey’e geldiler. Sarıklarını yere vurdular. Beyrek diye çok ağladılar. Kadınlar ise ölünün ardından “güz elması gibi yanaklarını tartarlar (yüzlerini yırtarlar) idi.