Safeviye Tarikatı

Safevîye Tarikâtı

 

Safevîler, İran’da başlangıçta bir tarikat temsilcisi iken sonradan siyasi birlik kurmuş olan bir hânedandır. Hânedanı içinden çıkaran Safevî Tarikatı, İran’da Türkmen şeyhlerinin itibarının arttığı 13.yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Çünkü Moğollar, İslam dininin değerlerini yerleşik kültüre bağlı, anlaşılması zor felsefi ifadelerle anlatan Farslı âlimlerin yerine, kabileci karakterlerine uygun daha basit ve yalın sözcükler kullanan Türkmen dervişlerini tercih ediyorlardı.[1] Bu hanedan adını Safevîye Tarîkatı reisi Şeyh Safiyüddin-i Erdebîlî’den (1252-1334) almıştır. Onun yaşadığı dönem, İlhanlıların İslamiyet’e ve muhtelif veçhelerine karşı takındıkları mübhem tavırdan dolayı İslamiyet’in İran’da büyük bir buhran geçirdiği ve birbiri ile çarpışan muhtelif cereyanların ortaya çıktığı bir dönem idi.[2]

Kaynaklarda “Türk Pîrî[3] diye adlandırılan Safiyüddin, 1252 tarihinde Hazar Denizi’nin güney batı kıyılarına yakın Erdebil civarında dünyaya gelmişti. Altı yaşında yetim kalan Safiyüddin, gençliğinin ilk devirlerinden itibaren dine karşı ilgi duyuyor ve kendi temayülüne uygun bir mürşit arıyordu. Uzun bir arayış döneminden sonra bir tavsiye üzerine İmâmü’l Halvetiyye Şeyh Taceddin İbrahim Zahid-i Gilânî’ye intisap etmiş ve daha sonra bu şeyhin kızı Bibi Fatıma ile evlenmiştir.[4] Burada düzgün bir hayat yaşayan Safiyüddin, diğer müritler arasında sivrilip şöhret kazanmıştır. Kayınpederinin ölümü üzerine Safiyüddin’in yeni şeyh olması ile Safevî tekkesi [Safevîye Tarikâtı[5]] de ortaya çıkmış olmaktadır. Böylece Safevî tarihi de başlamış oluyordu. Sünni[6] bir zât olan Safiyüddin, hayatı boyunca sadece “Şeyh” unvanını kullanmıştır.[7]

Safiyüddin, İlhanlılar devrinde tarikat merkezi olan Erdebil’de adeta bir evliya gibi büyük bir şöhret yapmış ve etrafına kalabalık bir mürit kitlesi toplamaya başlamıştır. Anadolu’da bilhassa Tekeoğulları, Hamidoğulları ve Karamanoğulları gibi güney beyliklerinde pek çok müridi bulunan tarikat, İlhanlı hükümdarları tarafından saygı görmüş ve kısa sürede şöhret bulan Erdebil tekkesine gelirler tahsis olunmuştur.[8] Şeyh Safiyüddin, İlhanlıların veziri ve vakanüvisi olan Reşidüddin tarafından çok saygıdeğer bir kişi olarak kabul edilmekte ve hediyelere mazhar olmakta idi.[9] Ayrıca İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın nâibi ve baş veziri Emir Çoban ile de görüşmüş ve fevkalade bir nüfuz kazanmıştı.[10]

Faaliyetlerini Deşt-i Kıpçak ve Kırım gibi bölgelerde de sürdüren Şeyh Safiyüddin ile birlikte Safevîye Tarikâtı, çok geniş bir çevreye yayılmış, Azerbaycan başta olmak üzere Gilân, Mâzenderân, Horasan, Buhara, Türkistan, Hindistan, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Anadolu ve Rumeli bölgelerinde binlerce müride sahip olmuş ve bütün bu coğrafyalarda Erdebil’deki merkez tekkeye bağlı tekkeler kurulmuştur.[11]   

1334 yılında 82 yaşındaki Şeyh Safiyüddin’in vefatından[12] sonra yerine sırası ile oğlu Sadreddin Musa (1334-1392), torunu Hoca Ali (1392-1427 ya da 1429) ve torununun oğlu Şeyh İbrahim (1429-1447) geçmiştir. Tabii bu zâtların şöhretleri zamanla kendi ülkelerinin dışına taşmış idi. Bunda İlhanlıların, Altın Orda Hanlarının ve Celayirlilerin Türkmen şeyhlerine verdikleri desteğin rolü de vardı. Safiyüddin ve halefi Sadreddin döneminde tarikat Anadolu ve Suriye coğrafyasına kendi davasının propagandasını sevk eden bir dini hareket haline dönüşmüştü.

Hoca Ali’ye (Alâeddin-i Erdebîlî) gelinceye kadar tamamıyla sünni bir tarikat olarak tanınan bu teşekkül, adı geçen şeyh zamanında Şii unsurları bünyesine almaya başlayarak Şiiliğe eğilimli bir hal almıştır.[13] Fakat bu görüşü reddeden Shahı Ahmadov, Erdebil Tekkesi’nin Şiileşme sürecinin Şeyh Hoca Ali zamanında değil Şeyh Cüneyd zamanında başladığını iddia etmektedir.[14] Faruk Sümer dahi “tarikatı Şiiliğe doğru yönelten İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyt olmuştur” demektedir.[15] Yine Doğan Kaplan da delilleriyle birlikte tekkede Şiileşme sürecinin Şeyh Cüneyd ile başladığını belirtmektedir.[16]   

Timur üzerinde büyük nüfuzu olan Hoca Ali’ye bu hükümdar tarafından köyleri ile birlikte Erdebil verilmiş ve kendisine bu arazi içinde her türlü serbestlik tanınmıştı. Bu arada Hoca Ali’nin Timur üzerindeki siyasi nüfuzu, kendisinin Anadolu’da bulunan Bâtıni zümreler arasında geniş taraftar edinmesini sağlamıştı. Hatta Timur, Ankara Savaşı’ndan dönerken Erdebil’e uğramış ve Anadolu’dan beraberinde getirdiği önemli sayıda esiri onun isteği üzerine kendisine vermiş ve Hoca Ali’nin şefaati ile serbest bırakılan bu esirler tarikata bağlanmıştır.[17] Böylece bu Türkmenler, şeyhin tabii müridi ve fikirlerinin yayıcısı olmuşlardır. Bunların bir kısmı Erdebil’de kendilerine tahsis edilen bir mahalleye yerleştirilmişti. “Rumlu” ismiyle anılan bu zümre, sonraları ortaya çıkacak olan Kızılbaş kabilelerinin en kuvvetlisini teşkil etmiştir.[18] Anadolu’ya dönen diğer kısım ise Safevîliğin yayılması için gayret göstermiştir. Faruk Sümer, yukarıda anlatılan olayı Timurlular devri kaynaklarında söz edilmediği gerekçesiyle kabul etmemektedir. Hatta ona göre bu olay, İran’da uzun zaman unutulmayan Rum’dan yani Anadolu’dan geliş hatırasının yanlış izahından başka bir şey değildir.[19] İsmail Aka ise Timur’un Türkistan’a Anadolu’daki Kara Tatarların büyük bir kısmını zorla göçürdüğü gibi Azerbaycan’dan da 10.000 hanelik bir topluluğu götürdüğünü yazmaktadır.[20] Ayrıca Hoca Ali’nin Timurla görüşüp Şam’daki Yezîdî mezhebi mensuplarını kırdırdığı rivâyet edilmiştir.[21]

Musa Şamil Yüksel, Timurlu devri kaynaklarına dayanarak Timurlulardan Şahruh’un ziyaret ettiği din büyüklerine ait mezar ve türbeleri sayarken 1421 yılı için Erdebil’de bulunan Şeyh Safiyüddin’in mezarını da saymaktadır. Böylece Timurlular ile Erdebil’deki Safeviye dergâhı arasındaki temas kesinlik kazanmaktadır.[22]  

            Hoca Ali, Hac vazifesini yerine getirmek ve kutsal toprakları görmek arzusuyla Erdebil’den ayrılmış ve Kudüs’e yerleşmiştir. Burada iken bölgenin önemli din adamlarıyla da tanışan Şeyh Ali, ünlü bir fıkıhçı ve sûfi lider olarak çevresinde ün salmıştır.[23] Şeyh (Hoca) Ali, 1427 ya da 1429 yılında Kudüs’te ölünce oğlu İbrahim (Şeyh Şah) tarikatın lideri olmuştu.

Şeyh İbrahim, babası gibi hürmet ve itibar kazanarak gerek İran gerekse Anadolu’da yayılmış olan tarikatı ilerletmeye ve kuvvetlendirmeye muvaffak olmuştur. 1447 senesinde vefatı üzerine ise kardeşi Cafer, Erdebil’de Şeyhlik postuna oturmuştur. Şeyh İbrahim’in oğullarından Ebû Yahya Muhammed, Halep’te kalmış, yıldız şeklinde demir mıhlar yaptığı için Kevâkibî lakabıyla anılmış ve onun nesli Haleb civarında Kevâkibîzâdeler adıyla devam etmiştir.[24]

            Şeyh İbrahim’in ölümü, Safevîye liderlerin kendilerini müritleri ve takipçileri için öncelikli olarak manevi bir rehber olarak kabul ettikleri bir dönemin bittiğine işaret etmekteydi. Bu arada Safevî tarikatı sapasağlam bir şekilde gelişmiş, özellikle İran’ın kuzeybatısında, Anadolu’nun doğusunda ve Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Türkmen kabileleri başta olmak üzere geniş bir bağlılar ve sadıklar topluluğu elde etmişti. Şeyh İbrahim’in vefatı, tarikatın rolü konusunda olduğu kadar konumu konusunu da etkileyen beklenmedik ve radikal değişikliklere yol açtı. Bazı mücadelelerden sonra onun yerine geçecek olan oğlu Cüneyt, siyasi hırslara sahipti ve bir zamanların saf manevi sûfi tarikatını hesaba katılması gereken siyasal ve askeri bir güce dönüştürme sürecine koyulacaktı.[25]  

Cafer’in Şeyh ilan edilmesinden bir müddet sonra Şeyh İbrahim’in altı oğlunun en büyüğü olan Şeyh Cüneyt (1447-1460), Şiilik ve Râfızilik fikirlerini ortaya atınca amcası ile arası açılmış ve babasının müritlerinden bir kısmını yanına alarak Arran, Azerbaycan ve Doğu Anadolu bölgelerinde yaylak ve kışlak kuran Türkmen oymak ve boyları arasında dolaşıp göçebeler ile köylüler arasında telkinlere başlamıştı.[26] Onun bu şekilde Erdebil’den bağımsız hareket ederek amcasına oranla daha faal bir rol oynaması ve her tarafta telkinler yoluyla müritlerini sürekli artırması ile Safevî hareketinin tarihi de yeni bir döneme girmiştir. Çünkü Şeyh Cüneyt yalnızca dini bir otoriteye sahip olmamış ayrıca maddi gücü yani saltanatı da aramıştır. Fakat çağdaşı olup İran’da çok güçlü bir yönetim kurmuş olan Kara Koyunlu hükümdarı Cihan Şah, kendisine rakip olabilecek bu yeni tehlikeyi sezerek yakın dostu Şeyh Cafer’in de uyarılarıyla Cüneyt’ten güçlerini dağıtmasını ve Kara Koyunlu ülkesinden ayrılmasını istemiştir. Cüneyt, bu baskı neticesinde ve amcası ile olan şeyhlik mücadelesi sebebiyle ata yurdundan ayrılıp Anadolu’ya gitmiştir. Sırasıyla Osmanlı Padişahı II. Murat’a ardından Karaman oğlu İbrahim Bey’e sonra Toros Dağları’nda yaşayan Varsak Türkleri arasına daha sonra da Memluk Sultan’ı Çakmak’a tâbi olan Suriye’ye sığınmak isteyen hatta bir ara Trabzon’u[27] bile kuşatmaya kalkan Şeyh Cüneyt, tüm bu hükümdar ve beylerden istediği desteği ve himayeyi göremeyince Kara Koyunlu hükümdarı Cihan Şah’ın rakibi Ak Koyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a sığınmıştır.[28]

            Koyu bir sünni olan Uzun Hasan, en büyük rakibi Cihan Şah karşısında 20.000 silahlı sûfî mürit toplayabilen bu adamı elinden kaçırmak istememiş ve himayesine alıp kız kardeşi Hadice Begim’in Şeyh Cüneyd ile evlenmesine izin vermiştir (1458). Bu evlilik Şeyh Cüneyt’e Ak Koyunlu ülkesinde serbestçe faaliyet gösterme fırsatı vermiştir. Bu da Şiiliğin siyasi faaliyetlerine ve ileride bir devlet olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur.[29]

Ak Koyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yanında müritleri ile birçok sefere iştirak eden Şeyh Cüneyt, dört sene Diyarbakır bölgesinde serbestçe faaliyette bulunarak propaganda yapmış, müritlerini çoğaltmış ve büyük bir silahlı dervişler ordusu vücuda getirmiştir. Şiiliği tamamıyla benimseyen Şeyh Cüneyt, çevre bölgelerde de faaliyetlerini artırmış, 12.000 silahlı müridi ile Gürcü ve Çerkez memleketlerine bile akınlar düzenlemiştir. Ak Koyunlu ülkesinde geniş ölçüde yeni Safevî davasını işleyen Şeyh Cüneyt, Şirvan ve Dağıstan’ı ele geçirmeye çalışmıştır. Bu amaç doğrultusunda başkent Şamahı yakınlarında Şirvan Şah’ı Sultan Halilullah ile giriştiği savaşta bir ok darbesiyle öldürülmüştür (1460).[30]

Son derece dikkate değer bir şahsiyet olan Şeyh Cüneyd, inanmış ve boyun eğmiş bir dervişler heyetinin sınırsız yetkili reisi sıfatıyla aynı zamanda dünya hâkimiyeti ve hükümet iddiasında bulunmuştu.[31]

            Tarikat reisliğinin babadan oğula geçmesi bu dini topluluğun sonradan siyasi bir birlik haline gelmesine yardım etmiştir. Tarikat, Hoca Ali’nin torunu Şeyh Cüneyt zamanında tamamıyla Şii mezhebine bağlanmış ve siyasi gayeler taşıyan bir teşekkül haline gelmiştir.

Safevîye Tarikatı’nın kurucusu Şeyh Safiyüddin’den itibaren bu tarikatın Anadolu’daki göçebe Türkmen kitleleri arasında taraftarlarının bulunduğu ve bilhassa Şeyh Cüneyt’in tarikatın başına geçmesiyle birlikte Anadolu’ya yönelik tarikat propagandasının yoğunlaştığı bilinmektedir. Bu dönemlerde tarikat kurucusu şeyh ailesi mensupları bizzat Anadolu’ya gelerek propaganda faaliyetinde bulunmuşlar, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Osmanlı ve Karaman topraklarında kendilerine yer edinmeye çalışmışlardır. Şeyh Cüneyt’ten itibaren tarikatın siyasi maksatlar gütmeye başlaması söz konusu devletleri tedirgin ederken Erdebil şehrinin de bir toplanma merkezi haline geldiği görünmektedir.[32]  

Anadolu Türkleri’nden mühim bir kısmını Safevî tarikatına bağlayan Şeyh Cüneyt olmuştur. O, dolaştığı köylüler ve göçebeler arasında Şiiliğe eğilimli pek çok zümre ile karşılaşmış ve uzun yıllar kaldığı Anadolu’da birçok mürit toplamıştır. Safevîler, Şeyh Cüneyt’ten itibaren dini ve siyasi maksatlarla Anadolu’da bulunan Türkmenler üzerinde büyük bir propaganda faaliyetinde bulunmuşlardır. Safevî propagandacılarının faaliyetleri sonucu Anadolu’dan İran’a büyük kitleler halinde göçler olmuştur. Bu göçlerle İran’a giden Türkmenler, kuruluş ve gelişme döneminde Safevîlerin insan kaynağını teşkil edeceklerdir.[33]   

Şeyh Cüneyt’in 1460 yılında ölümünden sonra faaliyetlerini, Uzun Hasan’ın kız kardeşinden doğan oğlu Haydar devam ettirmiştir. Şeyh Haydar’ın ilk yılları Anadolu’daki teşkilatı geliştirmek ve müritlerin sayısını artırmak faaliyetleriyle geçmiştir. Ayrıca Haydar, müritlerine on iki dilimli, üzerine beyaz bir tülbent sarılan sürahi biçiminde kızıl bir tâc giydirmiş ve bundan dolayı da mensuplarına “Kızılbaş” adı verilmiştir.[34] Zaten Selçuklular devrinden beri Anadolu’daki Türkmenler, beyleri de dâhil olmak üzere kızıl börk giymekteydiler. Halil İnalcık da Aydınoğlu Umur Bey’in (öl. 1348) kızıl börklü Türkmenlerinden Düsturnâme’de bahsedildiğini belirtmekteditr.[35] Yine C. Cahen, devrin tanığı keşiş Simon de Saint-Quentin’den naklen 13. asırda Türkmenlerin ürettiği kırmızı külâhlardan söz etmektedir.[36] Tüm bu veriler ışığında Safevî tarikatının Anadolulu müritlerinin de -Türk oymakları ve köylülerinden oldukları için- giydikleri börkün renginin kızıl olması tabii idi.[37] Böylece bu ad, Türkmenler arasında hiç yadırganmamış ve hatta benimsenmiştir.

Kitabımızın pek çok yerinde geçeceği için Kızılbaş terimini ve bu kelimeye yüklenen anlamı burada biraz daha açıklamak faydalı olacaktır. Kızılbaş terimi, başlangıçta sadece Şeyh Haydar’ın taraftarlarını içine alırken daha sonra onun ve oğlu Şah İsmail’in yoğun faaliyetleriyle zaman içinde taraftar kitlesinin çoğalmasına paralel olarak bütün Safevî taraftarlarını kapsayan çok geniş bir sosyal tabanı nitelemek üzere kullanılmıştır.[38]

Kızılbaş, Safevî Devleti’nin kuruluşuna katılan, onun asıl dayanağını teşkil eden ve devlet katında imtiyazlı unsur demektir. Dolayısyla Kızılbaşlığın merkezinde Safevi taraftarlığı yer almaktadır.[39] Kızılbaşlar, ağırlıklı olarak Oğuz grubu Türkmenleri olup hayvancılıkla geçinen göçebe boylar idiler. Bunlar zamanla Safevi askerî aristokrasisinin temelini oluşturmuşlardır.[40]

Safevî Devleti’nin kurulmasıyla birlikte Kızılbaş ismi, devlet bünyesinde kurucu unsuru teşkil etmesi bakımından “Türk yahut Türkmen” ve daha sonraları mülkî idarede ağırlıklı olarak muharip gücü teşkil etmesi bakımından “askeri aristokrasi” anlamında kullanılmıştır.[41] Böylece Kızılbaş oymakları, “tavâif-i Kızılbaş”, emirler “ümerâ-yi Kızılbaş”, ordu “leşker-i Kızılbaş”, hükümdar “padişâh-ı Kızılbaş”, devlet “devlet-i Kızılbaş”, hâkim olunan ülke ise “ülke-i Kızılbaş” adlarıyla anılmıştır.[42]   

Şeyh Haydar (d.1460- ö.1488), başlangıçta Ak Koyunlularla ittifaka devam etmiş ve Erdebil’de Uzun Hasan’ın katıldığı bir merasimle tarikat reisliği makamına oturmuştur (1469). Onun 9 yaşında rahatlıkla şeyhlik postuna oturması, Ak Koyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın 1467 yılında Kara Koyunlu hükümdarı Cihanşah’ı mağlup ederek İran’a hâkim olması neticesinde vuku bulmuştur.[43] Onun Safevî tarikatının başına geçmesi ile Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye’deki taraftarları Erdebil’e akın etti. Ak Koyunluların desteği altında tarikatına liderlik eden Şeyh Haydar, bir müddet sonra dayısı Uzun Hasan’ın bir Trabzon prensesinden olan kızı (Halime Begüm ya da Âlemşah Begüm) ile evlenmiştir. Tabii olarak bu evlilik, Haydar’ın Ak Koyunlu yönetimi ile bağlarını güçlendirmiştir. Bu evlilikten üç erkek çocuk (Sultan Ali, İsmail [d. 1487] ve İbrahim) meydana gelmiştir.

Şeyh Haydar, bilhassa Anadolu’da geniş bir propaganda faaliyetine girişerek bu bölgeye halifeler göndermiştir. Bu halifelerden biri, Osmanlı Padişahı II. Beyazıt (1481-1512) döneminde 1510 yılında Teke yöresinde isyan çıkaran Şah Kulu’nun babası olan Hasan Halife idi.[44] Daha sonraları Uzun Hasan vefat edince onun yerine geçen Sultan Yakup (1478-1490), büyüyen tehlikeyi görerek, Şeyh Haydar’dan mutlak bir itaat ve sadakat yemini istedi. Kadı huzurunda yemin eden Haydar tekrar Erdebil’e döndü. Fakat daha sonra Şeyh Haydar, Şirvanşahlar ile mücadeleye girişince, Şirvanşahlar hükümdarı Ak Koyunlu Sultan Yakup’tan yardım isteyecek ve o da bir komutanını Haydar’a karşı yollayacaktır.  

            Şeyh Haydar döneminde Erdebil tam bir karargâh halini almıştır. Haydar babasının yarım bıraktığı saltanat davasını tamamlamak ve babasını öldüren Şirvanşah’dan öcünü almak niyetindeydi. Tekkesini ve odalarını silah deposu haline getirmişti.[45] Ayrıca Anadolu, Suriye ve Azerbaycan’da bulunan Safevîye tarikatının takipçileri Şeyh Haydar’ı ziyaret için büyük kafileler halinde Erdebil’e geliyor ve tekkeye maddi destek sağlıyorlardı.[46]

            Şeyh Haydar, 1486 yılında 10.000 kişilik müritler ordusuyla Demirkapı (Derbend) ötesindeki Kafkas kavimleri üzerine bir sefere çıkmış ve bu başarılı geçen seferin ardından bol ganimet ile geri dönmüştü. Altı bin Hıristiyan köle sağlayan bu başarılı Kafkas seferi, Haydar’ın ününü ve müritlerinin sayısını artırmıştır. 

            Şeyh Haydar, Ak Koyunlu hükümdarı Yakup’un izin vermesinin ardından Çerkesler üzerine bir akına çıkmıştır (1488). Bunun için Derbent geçidini kullanması gerekiyordu. Buradan geçmek için bir adamını Şirvanşahlara gönderdi. Fakat bu adamı vasıtasıyla Şirvanşah hükümdarı Ferruh Yesar’ın askerlerinin dağılmış olduğunu öğrenince bu ülkenin başkenti Şamahı’ya saldırdı. Babasının intikamını da almak için karşılaştığı, Ak Koyunlu Sultan’ı Yakup’un bir komutanı tarafından desteklenen Şirvan şahlar hükümdarı Ferruh Yesâr ile yapılan savaşta (9 Temmuz 1488) ölmesi üzerine Safevî tekkesine bağlı müritler Erdebil’de onun oğlu Sultan Ali’nin etrafında toplanmışlardır. Bu tehlikeli gelişmeden haberdar olan Ak Koyunlu Sultan’ı Yakup, Ali, onun iki kardeşi İbrahim ve İsmail ile annelerini tutuklayıp Fars Eyaleti’ndeki İstahr Kalesi’ne hapsetmiştir.[47] 

Ak Koyunlu hükümdarı Sultan Yakup’un 24 Aralık 1490’da ölümü üzerine halefleri arasında çıkan ihtilaf sonucunda Uzun Hasan’ın torunlarından Rüstem’in 28 Mayıs 1492 tarihinde saltanatı ele geçirmesinden kısa bir süre sonra 1493 yılında İsmail, annesi ve kardeşleri Fars eyaletindeki İstahr kalesinden çıkartılarak serbest bırakılmış ve Rüstem Bey, rakibi Yakup’un oğlu Bay Sungur’u bertaraf etmek için Safevîlerden yardım almıştır. Bu arada Safeviye tarikatının reisi olarak tanınan en büyük kardeş Sultan Ali (1488-1494), etrafına müritlerini toplamaya başlamıştır.[48]

Ak Koyunlu hükümdarı Rüstem Bey, Tebriz’de karşılayıp gönlünü aldığı Sultan Ali ve adamları Hüseyin Bek Şamlu ile Dede Bek Taliş’in yardımıyla Mirza Bay Sungur ve isyan eden İsfahan hâkimi Köse Hacı Bayındır’ı bertaraf ederek Azerbaycan, Kirman, Fars ve Irak’ın tamamını üzerinde tekrar mutlak suretle hâkimiyet tesis etmiştir.[49]

Ak Koyunlu hükümdarı Rüstem’in Sultan Ali’yi kullanmak istemesi üzerine nüfuzu ve kuvveti artan Sultan Ali ile Sultan Rüstem arasında bir süre sonra güç mücadelesi başlamış ve Safevîlerin kendi otoritesi için bir tehlike olduğunu anlayan Ak Koyunlu Rüstem Bey, Sultan Ali’nin yakalanması için asker göndermiş ve Tebriz’de Ali taraftarlarının öldürülmesini planlamıştır. Ak Koyunlu hükümdarı ile Safevî tarikatının arasının açılmasında Erdebil’in dini ve siyasi faaliyetlerin odağı haline gelmesi etkili olmuştur. İki taraf arasında yapılan savaşta Sultan Ali ölmüş ve kuvvetleri dağılmıştır (1494). Fakat Sultan Ali tarafından halef seçilen İsmail (d. 17 Temmuz 1487) yakalanamamıştır.[50] Askeri faaliyetlerine başlayacağı 1499 yılına kadar İsmail, Ak Koyunlu takibinden kaçmış ve Gilân eyâletinde (özellikle de Lahican mıntıkasında) sürekli gizlenmiştir.[51]

 



[1] İlhan Erdem, “Olcaytu Han’ın Ölümüne Kadar İlhanlılarda Yaşanan Siyasal-Kültürel Gelişmeler ve Yakın-Doğu’ya Etkileri”, Tarih Araştırmaları Dergisi, Ankara, 2000, Sayı 31, c. 20,  s. 27.    

[2] Mirza Bala, 1950, s. 1021.

[3] Safevilerin kökeni ve dolayısıyla Şeyh Safiyüddin’in nesebi meselesiyle ilgili ayrıntılı olarak bkz. Mirza Abbaslı, “Safevîlerin Kökenine Dair”, Belleten, Sayı 158, c. XL, 1976, s. 287-239; Cihat Aydoğmuşoğlu, Safevîye Tarikatı Tarihi, Berikan Yayınevi, Ankara, 2014.  

[4] Franz Babinger, “Safiyeddin”, İA, MEB, İstanbul, 1967, c. 10, s. 64; Abdülbâki Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1997, s. 229-230.

[5] Gölpınarlı, Safeviye Tarikatının Halvetiyye ile Kalenderiyyenin birleştirilmesinden meydana geldiğini belirterek Erdebîliyyede kışın başlangıcında 40 gün, Zilhicce’nin ilk dokuz günüyle Ramazan’ın son on günü yalnız başına bir yere çekilip ibadette bulunma, kalbî ve çehar-darb usûliyle zikretme, sabah-akşam namazlarından önce Kur’an okuma vs. özelliklerin bulunduğunu yazmaktadır. Bkz. Bkz. Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.e., s. 230.

[6] Merhum Gölpınarlı, Safiyüddin’in muhtemelen Şâfiî mezhebinden olduğunu söylemektedir. Bkz. Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.e., s. 229.

[7] H. Mustafa Eravcı, “Safevî Hanedanı”, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, c.6, s. 882-883.

[8] İlyas Üzüm, “Kızılbaş”, DİA, Ankara, 2002, c. 25, s . 549.

[9] John Andrew Boyle, “İran’ın Milli Bir Devlet Olarak Gelişmesi”, Çev: Berin U. Yurdadoğ, Belleten, TTK, 1975, c. 39, sayı 156, s. 653. 

[10] Mirza Bala, “Erdebil”, İA, MEB, İstanbul, 1945, c. 4, s. 291.

[11] Reşat Öngören, “Safevîyye”, DİA, İstanbul, 2008, c. 35, s. 460.

[12] Safeviye Tarikatı’nın kurucusu ve Safevi Devleti’ne adını veren Şeyh Safiyüddin’in mezarı Erdebil kentinde olup tüm Safevi tarihi boyunca atalar mezarlığı olarak şahlar ve Kızılbaş Türkmenler tarafından saygı görüp ziyaretçi akına uğramıştır. Bu mezarı, 17. yüzyıl Fransız seyyahı Tavernier şöyle tasvir etmektedir: “Şeyh Safi [Safiyüddin]’in mezarına İran’ın her yerinden insanlar ziyaret için geliyor. Şeyh Safi’nin gömülü olduğu caminin girişi güneyde büyük bir taçkapı aracılığyşla meydana açılıyor. Kapı demir zincirlerle iri halkalara bağlanmış. Boıyu eninden fazla büyük bir avlu burası. Meydana bakan cephesinde duvar boyunca tüccarlar ve zanaatkârlar için dükkânlar yapılmış. Büyük avludan sonra ortasından bir su akan küçük ikinci avluya geçiliyor. Daha ileri gidebilmek için kılıç ve sopanızı bırakmak zorundasınız. İçinde bir suyun aktığı bu ikinci avlunun bir yanında hamamlar, diğer yanında pirinç ve buğday ambarları var. Solda, aynı avlunun sonunda her sabah ve akşam Şah’ın yoksullara sadaka dağıttırdığı yere açılan küçük bir kapı bulunuyor. Küçük kapı, gümüş levhalarla kaplı ve mutfaklarda duvar kalınlığının izin verdiği büyüklükte 25-30 fırın ve hem yoksullara hem de cami görevlilerine dağıtılan bol miktarda et ve pilavın pişirildiği kazanlar var... Şeyh Safi’nin sandukasının bulunduğu kısım ise sekizgen küçük bir kubbeyle örtülü ve tam ortada sanduka yer alıyor. Sanduka, bütünüyle ahşap olup üstüne kırmızı bir kumaş örtülüdür... Büyük bayramlarda burada bulunan altı büyük şamdanlardaki koca koca mumlar yakılıyor.” Bkz. Jean Baptiste Tavernier, a.g.e., s. 99.   

[13] Walther Hinz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, Çev: Tevfik Bıyıklıoğlu, TTK, Ankara, 1992, s. 15. 

[14] Shahı Ahmadov, Azerbaycan’da Şiiliğin Yayılma Süreci, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 2005, s. 117. 

[15] Faruk Sümer, “Safevî Tarihi İle İlgili İncelemeler: I. ve II. Abbas Devirleri”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 69, 1990, s. 9.

[16] Doğan Kaplan, Safeviler ve Kızılbaşlık, Gece Kitaplığı, Ankara, 2014, s. 85-88.

[17] İlyas Üzüm, 2002, s. 549.

[18] Tahsin Yazıcı, “Safevîler”, İA, MEB, İstanbul, 1967, c. X , s.53.

[19] Faruk Sümer, 1999, s. 6-7.

[20] İsmail Aka, “Anadolu’dan İran’a Göçler”, Tarihten Günümüze Türk-İran İlişkileri Sempozyumu (16-17 Aralık 2002, Konya), TTK, Ankara, 2003, s. 59.

[21] Bkz. Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.e., s. 231.

[22] Musa Şamil Yüksel, Timurlularda Din-Devlet İlişkisi, TTK, Ankara, 2009, s. 193-194.

[23] Adel Allouche, Osmanlı-Safevî İlişkileri, Çev: A. Emin Dağ, Anka Yayınları, İstanbul, 2001, s. 46.

[24] Bkz. Abdülbâki Gölpınarlı, a.g.e., s. 231.

[25] Adel Allouche, a.g.e., s. 47-48.

[26] M. H. Yınanç, “Cüneyd” , İA, İstanbul, 1993, c. 3, s. 242.

[27] Şeyh Cüneyd, Haziran/Temmuz 1456 tarihinde IV. John [Joannes]  (1446-1458) devrinde Trabzon şehrini üç günlük bir kuşatmaya tâbi tutmuş ve şehirde veba çıkınca geri çekilmiştir. Ele geçirdiği esirlerin ise öldürülmelerini emretmiştir. Bkz. George Finlay, A History of Greece (Mediaeval Greece and the Empire of Trebizond), Edited by H. F. Tozer, Cambridge University Press, Cambridge, 2014, Cilt 4, s. 405-408; Rustam Shukurov, “The Campaign of Shaykh Djunayd Safawi against Trebizond (1456 AD / 860 H)”, BMGS 17 (1993), s. 127-140.

[28] H. Mustafa Eravcı, 2002, s. 883; İlyas Üzüm, 2002, s. 549.

[29] Mehmet Saray, Türk-İran İlişkileri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2006, s. 19.

[30] M. H. Yınanç, 1993, s. 244.

[31] Walther Hinz, 1992,  s. 14.

[32] Saim Savaş, “Osmanlı-Safevî Mücadelesinin Toplumsal Sonuçları”, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, c. 6, s. 907. 

[33] Saim Savaş, “XVI. Asırda Safevîlerin Anadolu’daki Faaliyetleri ve Osmanlı Devleti’nin Buna Karşı Aldığı Tedbirler”, Uluslar Arası Kuruluşunun 700. Yıl Dönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi (7-9 Nisan 1999) Bildirileri, T.C. Selçuk Üniversitesi, Konya, 2000, s. 183.

[34] Tahsin Yazıcı, 1967, s. 54.

[35] Halil İnalcık, Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler, NTV Yayınları, İstanbul, 2015, s. 10.

[36] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, Çev: Erol Üyepazarcı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2014, s. 314.

[37] Faruk Sümer, Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları, TDAV, İstanbul, 1999, c. I, s. 235.

[38] İlyas Üzüm, 2002, s. 547.

[39] Hasan Onat, “Kızılbaşlık Farklılaşması Üzerine”, İslâm Mezhepleri Tarihi, Grafiker Yayınları, Ankara, 2012, s. 566.

[40] Hans R. Roemer, “Kızılbaş Türkmenler: Safevî Teokrasisinin Kurucuları ve Kurbanları”, Çev: Harun Yıldız, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, Sayı 38, 2006,  s. 3-4.

[41] İlyas Üzüm, 2002, s. 547.

[42] Faruk Sümer, 1999, s. 150.

[43] Adel Allouche, The Origins and Development of the Ottoman-Safavid Conflict (1500-1555), Klaus Schwarz Verlag, Berlin, 1983, s. 49.

[44] İsmail Aka, 2003, s. 59-60.

[45] Mehmet Çelenk, 16. ve 17. Yüzyıllarda Safevî Şiiliği, Basılmamış Doktora Tezi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa, 2005,  s. 45.

[46] Tufan Gündüz, “Safevîler”, DİA, İstanbul, 2008, c. 35, s. 451.

[47] Faruk Sümer, 1999, s. 14.

[48] Kazım Paydaş, “Baysungur Döneminden Şah İsmail’in Ortaya Çıkışına Kadar Ak-Koyunlular’ın Safevîler İle Olan Münasebetleri”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı: 164, Ekim 2006, s. 121-122.

[49] Kazım Paydaş, a.g.m., s. 123.

[50] Tahsin Yazıcı, 1967, s. 54.

[51] Mehmet Çelenk, 2005, s. 51.

En son değiştirme: Perşembe, 2 Kasım 2017, 5:12 ÖS