Konu özeti

  • Oğuz Adı ve Oğuzların Menşei

    Oguz adının manası üzerinde türlü açıklamalar yapılmıştır. Gy. Nemeth'e göre ise, Oğuz kelimesi Türkçede aynı zamanda "kabile" (bir siyasî kuruluşa bağlı kabile) manasına gelen "ok" sözüne eski Türkçedeki çoğul eki z ilavesiyle türemiş (ok + uz) olup, "kabileler" demektir. Gy. Nemeth'in bu izah tarzının, bazı itirazlara rağmen , doğru ve -mesele sadece dil açısından değil de- Türk tarihinin sosyal ve siyasî gelişmesi bütünü içinde ele alındığı takdirde bilhassa tutarlı olduğu bellidir. Oğuz kelimesinin Çince'ye "kabileler" diye tercüme edilmesi de bu görüşü destekler. Anlaşılıyor ki, "Oguz" adı aslında "etnik" bir isim olmayıp, doğrudan doğruya "Türk kabileleri" manasını ifade eden bir kelimeden ibarettir (Oğuz tabirinin r'li söylenişi olan "Ogur" şeklinin ayrı ad olarak Miladdan önceki Çin kaynağında geçmesi   eski çağlarda Çinlilerin Türk topluluğunu yakından tanımadıklarından ileri gelmiş olmalıdır.)

    • Tola ve Barlık Kıyılarındaki Oğuzlar

      MS. 155 yılına doğru Orhun bölgesindeki Hunlar yerini Sienpilere, onlar da Juan-Juanlara bırakmışlardı. Juan-Juanlarla mücadele eden Göktürkler 552 yılında kendi devletlerini kurarak Hunlardan sonra ikinci kez Orhun’da hakimiyet kurdular. İşte bu dönemde ilk defa Oğuz adını bir kitabede görmekteyiz. VII. Yüzyıla ait Yenisey yazıtlarının birinde “Öz Yiğen Alp Turan Altı Oğuz budununda üç yiğirmi (yaşımka) adırıldım” denilmektedir. Bugünkü ifade ile Alp Turan Altı Oğuz kavminden on üç yaşında ayrıldığını belirtmektedir. Buna göre Oğuzlar bu dönemde Altı boy halinde Ulu Kem nehrine dökülen Barlık ırmağı kıyılarında yaşamaktadır. Ancak Oğuzların 6. asırda 6 boydan mı ibaret oldukları yoksa sadece Barlık kıyısındakilerin mi 6 boydan oluştuğu tam olarak bilinememektedir. Nitekim aynı asrın sonlarına doğru Oğuzların “dokuz boy” olarak Tula Irmağı boylarında yaşadıklarını da bilmekteyiz. I. Göktürk Devletinin 630 tarihinde yıkılmasıyla beraber Oğuzları Tula boylarında görmekteyiz.

      • Göktürk ve Uygur Dönemlerinde Oğuzlar

        6. asırdan itibaren Gök-Türk hakanlığında toplanmış olan Türk kabilelerinden bir kısmı, 630'da başlayan fetret devresinde, diğer birçok Türk boyları gibi, kendi aralarında birlik kurarak, Tola-Selenga ırmakları bölgesinde Dokuz-Oğuz "kaganlığını" meydana getirmişlerdi. 682 yılında İlteriş tarafından mağlup edilen Oğuzlar (İnekler gölü savaşı) bu durumda idi ve muharebede ölen Oğuz devleti başkanı Baz Kagan'ın balbalı, sonra, İlteriş Kagan'ın mezarına dikilmişti. İlteriş Kağan (Kutluk Kağana) ile beraber Göktürklerin II. Hakimiyet devri başlamıştır. II. Göktürk devleti zamanında Oğuzlar dokuz boy şeklinde teşkilatlanmış ve  daima Göktürklere karşı isyan halinde olmuşlardır.

        744 Yılında Basmıl, Karluk ve Uygur boyları Göktürklere karşı giriştikleri son isyanda başarılı olmuşlar ve onları yıkarak Orhun-Yenisey’de hakimiyetlerini kurmuşlardır. Uygurlar ardından Basmıl ve Karlukları da itaat altına alarak kendi devletlerini oluşturmuşlardı. Ancak Uygur Kağanlığı için Arab kaynaklarının “Dokuz-Oğuz= Dokuz Guz” demeleri ilk zamanlar zihinlerde bir soru işareti bırakmıştır.

        Bilhassa İslam kaynaklarında Uygurlardan da "Dokuz-oğuz" olarak bahsedilmesinden doğan karışıklık, Uygur urugları ile Dokuz-oğuz kabilelerinin tesbitinden sonra  giderilmiş olmalıdır.
        Uygur hakanlığının başlangıcında henüz "tegin" olan Moyen-çor Oğuzların başına getirilmişti. O, Dokuz-oğuz'ları topladı, fakat Sekiz-oğuz birliğini meydana getiren öteki boylarla savaşmak zorunda kaldı.  Kagan olduktan sonra da Moyen-çor, Otuz-tatarlarla ittifak etmiş olan bu Oğuzları Bur-gu'da ve Selenga kıyısında arka arkaya mağlüp etti. Oğuzlar Selenga'yı geçerek çekildiler. Uygur Devletinin de temel unsuru durumunda olan Oğuzlar, tıpkı Göktürklerle yaptıkları gibi Uygur devletinin kurucularıyla da mücadele etmişler ve bu mücadele neticesinde Orhun bölgesinden göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu göçler daha çok Batı bölgelerine oldu.

        • Sirderya Bölgesinde Oğuzlar

          10. asrın ilk yarısında Oğuzlar Seyhun bozkırları ile o civardaki Karacuk (Farab) ve Sayram (îsfîcab) şehirleri havalisinde görünüyorlardı. İslam coğrafyacılarına (el-Belhî, İstahrî, îbn Havkal) ve Hudüd ül-Alem'e göre, Oğuzların sahası batıda Hazar denizine (bu denizin doğusundaki yarım ada bu sebeple Türkçe Mankışlak adını almıştır), güneyde Gürgenç şehri ile, bunun kuzeybatısındaki Cit kasabasına ve Aral gölünün güneyindeki Baratekin kasabasına, Maveraünnehir'de Buhara'nın kuzeyine, Karacuk dağlarının eteğindeki Sabran şehrine kadar yayılmıştı ve Karacuk dağlarından Hazara uzanan yarı çöle "Oğuz Bozkırı" (Mafazat'ul-Guzîya) denilmekte idi. Buralarda Yeni-kent, Karacuk, Cend, Suğnak, Karnak, Süt-kent Barçınlıg-kent vb. adlı Oğuz şehirleri vardı.

          • İslâm Öncesi Oğuzların Boy Yapıları, Yaşayışları ve Kültürleri

            Oğuzlar 10. asrın ilk yarısında, kışlık merkezi Yeni-kent olan bir devlet kurmuşlardı. Oguz Yabgu Devleti adıyla bilinen bu devletin başında, adı verilmeyen bir Yabgu bulunuyordu. Kül-Erkin unvanlı bir başbuğ ona naiplik yapıyor, orduyu Sü-başı idare ediyordu. Yabgu Devleti'nin komşuları Peçenekler ve Hazarlarla münasebetinin pek dostane olmadığını gösteren deliller vardır. İbn Fadlan (10. asrın ilk çeyreği) ve El-Mes'üdî'ye göre, aralarında savaş eksik değildi. Harezm'in yerli hanedanı Afrîgî'ler, Oğuz baskısı altında idiler. Oğuzların doğudaki komşuları Karluklar ile de mücade halinde oldukları, aralarındaki savaşlardan birinde Oğuz Yabgusunun ölmesinden anlaşılıyordu. Diğer taraftan Kaşgarlı Mahmud, Oğuzlarla Çiğiller arasında köklü bir düşmanlıktan bahseder. Kuzeyde Kimekler ile ise bazen dostça, bazen hasmane münasebetler devam edip gidiyordu.Bu Oguzlar, umumî "Türk" adı yanında, yine siyasî bir isimlendirme olarak "Türkmen" adını da taşıyorlardı ki, müslüman ülkelerine geldikten sonra İslam kaynaklarında bu isimle de anılmışlardı.
            Oğuz Yabgu Devleti'nin tarihi hakkında başkaca açık bilgi yoktur. Son Oğuz Yabgusu olarak Ali Han adında birini zikreden ve Selçukluların "can düşmanı" olarak, Tuğrul ve Çağrı Beyleri hayli uğraştırdığını bildiğimiz meşhur Cend "hakimi" Şah-melik'i de Ali Han'ın oğlu gösteren Reşîd üd-din (14. asrın ilk çeyreği)'in bu haberi gerçekten ziyade "destanî" vasıfta görülmektedir.

            • Oğuz Kağan Destanı ve Tarihi Değeri

              Oğuz Kağan Destanı iki versiyon üzerine dayanmaktadır. Reşideddin’in yazdığı destanda Oğuz Kağan, doğar doğmaz İslamiyeti kabul eden bir kahraman olarak gösterilirken, Reşideddin’inde faydalandığı 2. versiyonda Oğuz Kağan’ın İslamiyetle bir ilgisi yoktur. Bu Uygur metni, Oğuz Kağan’ı eski Türk dini çerçevesinde ele almaktadır ve dolayısıyla daha eski dönemlere ait bilgiler ihtiva etmektedir.

              Reşideddin metninde Oğuz Kağan Kara Han’ın, Uygurce metinde ise Ay-Han’ın oğlu olarak gösterilir. Ancak her iki versiyonda da Oğuz Kağan olağanüstü özelliklere sahip olarak doğar ve kısa zamanda serpilip bir kahraman olur ve babası ile mücadeleye girerek onun yerini alır. Baba-oğul mücadelesi motifi Hun imparatoru Mete’nin babası Teoman ile olan mücadelesini andırmaktadır. İşte bu nedenle Oğuz Kağan’ın aslında Mete olabileceği ihtimali bazı bilim adamları tarafından ileri sürülür.

              • Oğuzların İslâm'a Geçiş Dönemi

                Müslüman olmuş Türklere iman ettikleri için bu yakıştırmanın yapıldığı ileri sürülür. Gerçekten de Türkler İslamiyeti seçtikten sonra bu şekilde adlanırma olmuştur. Nitekim İlk müslüman Türk kabilelerinden Karluklara bağlı bir boyun müslümanlığı seçtikten sonra Türkmen adıyla anıldığını biliyoruz. Ancak X. Yüzyıldan itibaren İslamiyet daha çok ve kitleler halinde Oğuzlar arasında yayıldığından, Türkmen sözü artık müslüman olmuş Oğuzlar için söylenmiştir diye iddia edilir.

                3-Türk-man; Türk-men; Bu izah ise Türki bir izahtır. Bu kelimenin doğrudan doğruya aidiyet belirten, kişi eki olduğu iddia edilir. Buna göre Türkmen sözü Türk veya Türkten olan anlamına gelmektedir. Nitekim Kocaman, Küçümen, Karaman, Ataman gibi isimlerin sonunda bulunan man ve men ekinin yaygın olarak kullanılması da bu görüşü destekler.

                Nnetice’de her üç görüşün de tarihi temellleri ve mantığı oldukça sağlamdır. Ancak bilinen bir gerçek var ise, Türkmenlerin 10. yüzyıldan itibaren Sir-Derya bölgesine gelen Oğuzların yeni bir din ve çevreye girmeleri ile ortaya çıktıkları ve dolayısıyla kendilerine has bir kültürü ortaya çıkardıklarıdır. Bu kültür içerisinde eski konar-göçer Türk kültürü temel olarak alınmış, ancak İslamiyet ve İran coğrafyasının etkileri de onların şekillenmesinde belirleyici bir unsur olmuştur.

                • Sirderya'dan Oğuz Göçleri: Uzlar

                  Batı (Avrupa) Hunları döneminde gerçekleşmiştir.  Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra, Bizans’ın hâkimiyetinde kalan Anadolu’ya, Kafkasları aşarak ulaşan Kursık ve Basık adlı Hun başbuğları 398 yılında  Erzurum, Malatya ve Çukurova hattını geçerek Kudüs’e kadar akınlarda bulunup, aynı yoldan geri dönmüşlerdi. Hunlardan sonra, Sabar (Sabir, Sibir) Türkleri hükümdarları Balak liderliğinde Doğu Anadolu’dan Ankara’ya kadar olan toprakları vurarak pek çok ganimet elde etmişlerdir (515/16).

                  • Oğuz-Türkmen Ayrımı ve Tarihi Süreci

                    Kızılırmak’ın esas alındığı bu ikili yapı, konar-göçer Türkmenler için de yeni bir idari tasnifin doğmasını sağlamıştır. Kızılırmak’ın batı ve güneyinde bulunan konar göçer Türkler Yörük (yürümek fiilinden gelmektedir) adıyla anılırken, Kızılırmak’ın doğusundakiler Türkmenler olarak adlandırılmıştır. Her iki grup da aslında Oğuz-Türkmen grubu olup, etnik anlamda aralarında bir fark yoktur. Ancak Yörüklerin yaşadığı coğrafya dağ göçerliğine daha uygun olduğu için daha kısa mesafede yaylak ve kışlak hayatı yaşamaktaydılar. Yine aynı sebeple keçi besleyip, kılından kilim yapmaktadırlar. Türkmenler ise bozkır göçerliği yaptıklarından daha uzun mesafelere göç etmekteydiler. Yine coğrafyanın uygun olması nedeniyle koyun besleyip, yününden halı dokumaktaydılar. Yerleşik hayata geçenler ise (oturak) Türk olarak nitelendirilmekteydi. 16. yüzyıldan itibaren özellikle Doğu’daki Türkmenlerin siyasi gücünün kırılması, batıya göçüp, iskan edilmelerinin ardından konar-göçerliği “ekrad” kavramı karşılamaya başlamıştır. Hatta Doğuda göçerliği devam ettiren Türkmenlere bu nedenle “Ekrad- Türkmenan” denilmiştir. Örneğin I.Alaaddin Keykubad devrinde Adıyaman, Siverek bölgesine gelen ve Osmanlı devletinin kurucu boyu olan Kayı boyuna mensup Karakeçililer için de “Ekrad-ı Türkmenan-ı Karakeçili” tabiri kullanılmıştır. Halbuki bu Karakeçililer, önce Karacadağ’a ardından Sögüt’e giden ve buraları yurt edinen Ertuğrul Gazi önderliğindeki Kayılar ile aynıdır. Nitekim, Karacadağ ve Söğütte de Karakeçililer bulunmaktadır ve Söğüt’tekiler “yörük”, Karacadağ’dakiler “Türkmen” sıfatını almışlardır.

                    • Dede Korkut Hikâyeleri ve Oğuzlar

                      Destana göre pekçok ülkeyi fethedip, bu ülkelerde yaşayan topluluklara isim veren Oğuz Kağan, günlerden bir gün Gökten gelen bir ışığın içerisinden çıkan bir hatunla evlenir ve ondan Gün- Ay ve Yıldız adlarında üç oğlu olur. Yine bir av esnasında kurumuş bir ağaç kovuğunun içerisinde bulunan bir hatunla evlenir ve ondan da Kök, Dağ ve Deniz adlarında üç oğulu olur. Gün- Ay ve Yıldız büyük oğullardır ve onlara sembol olarak yay verir ve bu oğullar Boz-ok adını alırlar. Kök, Dağ ve Deniz adlı oğulları ise küçük oğullardır ve onların sembolü ok olur. Bunlar da Üç-ok adıyla anılırlar. Oğuz Kağan yaşlandığında kendinden sonra kimin hükümdar olacağını belirlemek için bir töre oluşturur. Buna göre büyük oğullar hükümdarlık yerinde olacak küçük oğullar ise ona bağlı olacaktır. İşte bunu ortaya koymak için “nasıl ki yaya, oku nereye çevirirse ok oraya gitmek durumundadır. O halde büyük oğul ne derse küçük oğul ona uymak zorundadır” diyerek töreyi işletir. Dolayısıyla Türklerde hakimiyet alameti yay; bağlılık alameti ise ok olmuştur. Aynı şekilde bu anlayış ile Doğu’da ve sağda yer alanlar, hakim; Batı’da ve solda yer alanlar ise tabi durumundadır. Bu destani bilgilerden de anlaşılacağı üzere İslami döneme kadar Büyük oğul durumunda olan Boz-oklar hakim; küçük oğul durumundaki Üç-oklar ise onların tabisi durumundadır. Boz-oklar Doğu’da, sağ tarafta (muhtemelen Orhun bölgesinden Tanrı Dağlarına kadarki topraklarda) bulunurken Üç-oklar ise Batı’da, sol tarafta ( Tanrı Dağlarının batısından Sir-Derya boylarına kadar uzanan topraklarda) yaşamaktaydılar. Ancak İslami dönemle birlikte Doğu’daki Türkler hakimiyetlerini Moğollara (Kara-Hitay ve ardından Cengiz’e) kaptırdıklarından, Batı’da bulunan kardeşlerinin topraklarına doğru göç etmek zorunda kalmışlar; dolayısıyla bu dönemde ağabeylerinden daha güçlü durumda bulunan Üç-okların himayesine girmişlerdir.

                       

                      İşte bu değişimin sonucu olarak, Oğuz Kağan Destanındaki bilgilerin aksine X. Yüzyıldan itibaren Üç-Okların Oğuzları temsil ettikleri görülmektedir. Bu durum Oğuzname’nin diğer bir versiyonu olan Dede Korkut Destanlarında açık bir şekilde görülür.

                      • Oğuz-Türkmen Kökenli Devletlere Umumî Bir Bakış

                        Türkmenler, bu adla Anadolu’ya gelen ilk konar-göçer grupların ortak ismidir. Doğu ve Orta Anadolu’ya geldikleri XI. Yüzyıldan itibaren içlerinde yerleşik hayata geçenler oldukça fazla idi ve bu nedenle onlar “Türk” adını almışlardı. Türkmen boyları bozkır göçeri durumundaydı. Yayıldıkları sahalar da bu nedenle yaylak-kışlak hayatına uygun, nisbeten yüksek platolar ve su kaynakları (öz) idi. Hayvancılıklarının temelini koyun oluşturmaktaydı. Çünkü koyun daha uzun mesafelere götürülebilen, bozkıra uygun bir hayvandı. Yörükler ise özellikle Toros hattında göç eden topluluklardır. Onlara bir anlamda dağ göçerleri diyebiliriz. Yüksek ve kayalık yerlerde otlayabilen keçi sürülerine sahiptiler.  Türkmenler koyunun yününden keçe yaptı, keçe çadırlarda yaşadı. Yörükler kıldan güzel kilimler, çadırlar dokurken Türkmenler yünden halı dokudular. Aynı insanlar bulundukları coğrafyanın gereklerini yerine getirdiler ve kültürlerinde, etnisitelerinde işte bu anlamda bir farklılaşma görülür gibi oldu. Ama bu sadece yaşayışla ilgili bir husustu.

                        • Bozok Oğuz Boyları

                          Osmanlı devletini kuranlar, Oğuzların 24 boyundan biri olan  Kayı boyundandır. Oğuz geleneğinde Kayılar, Bozok kolunun birinci boyudur.  Dolayısıyla Oğuz teşkilat yapısında Kayılar, hakim unsurdur.

                          Kayıların, Malazgirt Savaşı’nın hemen sonrasında Anadolu’ya geldiklerine dair görüşler bulunmaktadır. Bu görüşe göre Kayılar ilk önce Ahlat yöresinde yurt tutmuşlardı. Daha sonra Anadolu’nun çeşitli bölgelerine dağılmışlardı. Kayıların bir kolu da Erzurum ve Erzincan üzerinden Güneydoğu Anadolu’ya gelmişti. Ancak ikinci bir görüşe göre Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı boyu Anadolu’ya Cengiz istilası döneminde gelmişlerdir. Bu görüş sahiplerine göre, Cengiz, Harzemşah Muhammed’i ortadan kaldırarak, Harezm ve Horasan’a Moğol orduları girdiği zaman, Pekçok Türk boyu gibi Kayılar da bulundukları, Merv yakınlarındaki Mahan bölgesinden göç etmek zorunda kalmışlardır. İran ve Azerbaycan üzerinden Doğu Anadolu’ya, Ahlat ve Pasinler’e göç etmişlerdir. Bu Kayı boyunun başında Süleyman Şah bulunmaktaydı. Süleyman Şah, beraberindeki Türkmen ve Tatarlarla birlikte Güneydoğu Anadolu’da Beriyye bölgesine gelmiş ve Kuzey Suriye’ye düzenlediği bir sefer sırasında Fırat’ta boğulmuş ve Caber Kalesi’nde defnedilmişti. Bugün Suriye sınırlarında kalan Caber Kalesi’ne, bu nedenle “Türk Mezarı” adı da verilir. Ancak bu Süleyman Şah’ın Anadolu Selçuklu Sultanı Süleyman Şah ile karıştırıldığı da ileri sürülür. Her iki Süleyman Şah’ın, Kuzey Suriye’ye düzenlenen sefer esnasında nehirde boğulması bu karışıklığın nedenidir.

                          • Üçok Oğuz Boyları

                            Anadolu’da bulunan Karakeçili aşireti, kendilerini Ertuğrul Gazi’nin yoldaşı olarak görür ve Kayı boyuna mensup olduğunu belirtir. Gerçekten de Kayıların Anadolu’da göçtükleri yerler ile Karakeçililerin yaşadıkları alanların aynı olması, bunun doğru olduğunun bir delilidir. Karakeçililer, Süleyman Şah önderliğinde Güneydoğu Anadolu’ya gelen Kayıların yerleştikleri Urfa-Siverek civarında yaşamaktadırlar. Ananeye göre Süleymanşah’ın ölümünden sonra bu bölgede kalan oğulların neslinden gelmektedirler. Ertuğrul Gazi’ye yurt olarak verilen Ankara’nın güneyindeki Karacadağ ve civarında da Karakeçililer bulunmaktadır. Buradaki Karakeçililer kendi adları ile anılan bir yerleşme kurmuşlardır. Osmanlıların daha batıya göçerek kendi devletlerini kurdukları Söğüt- Bilecik çevresinde de yoğun bir Karakeçili topluluğu yaşamaktadır. Nitekim bu Karakeçililer, II. Abdulhamid zamanında Ertuğrul Gazi’nin yoldaşları olarak kabul edilmişler ve o tarihten beri her yıl Ertuğrul Gazi’nin türbesini ziyaret ederek başlatılan bir yörük bayramı kutlamışlardır. Bu kutlamalara Ankara’nın güneyindeki ve Urfa-Siverek’deki Karakeçililer de katılmaktadırlar. Bu Karakeçililerin yerleştikleri üç bölge (Urfa, Ankara, Bilecik), Osmanlı beyliğini kuran Kayıların yerleştikleri bölge ile aynıdır. Hatta her üç bölgede, Karakeçili, Suvarık (Siverek), Koçhisar, Karacadağ, Söğüt gibi aynı yer isimlerinin bulunması da Karakeçililerin Kayıların  bir aşireti olduğunun belirtisidir. Ancak zaman içerisinde Urfa’daki Karakeçililer kürt, Ankara’dakiler Türkmen ve Bileciktekiler ise Yörük olarak adlandırılmışlardır. Dolayısıyla bu adlandırmaların ayrı bir etnik adlandırma olmadığı, zaman içerisinde sosyal yapıdaki değişiklikler nedeniyle bu isimlerle anıldıkları görülmektedir. Konar göçerliği hangi grup temsil ediyorsa, Karakeçililer bulundukları bölgede, o isimlerle anılmışlardır.

                             

                            • Anadolu'daki Oğuz-Türkmen Teşekkülleri

                              Osmanlı Devleti’nin, özellikle 16. yüzyılın sonlarından itibaren, bozulmaya başlayan askeri, siyasi ve mali sisteminden en çok bu konar-göçer gruplar etkilendi. Sistemi düzeltmek isteyen Osmanlılar, Yörük ve Türkmenleri toprağa bağlamak, onları kayıt altına almak maksadıyla iskan etmeye zorladı. Özellikle Türkmen oymakları arasında iskana çok direniş gösterilmesine rağmen sonuçta onlardan büyük bir kısmı yerleşmek zorunda kaldı. Direnenler ise Anadolu’yu bir ağ gibi ören uzun göç yolları inkitaya uğradığı için yaylak veya kışlak mahallerine yakın yerlerde göçlerine devam edebildiler. Ancak bu bozkır göçerliğine ve esas kitleyle olan bağlarına ket vurmak demekti. Bu nedenle, günümüzde göç etmeye devam eden ve Türkmen vasfını koruyan bir gruba rastlayamıyoruz. Yörükler ise, kısa menzilli dağ göçerliğinin  getirdiği avantaj ile kısmen de olsa, göçerliklerine devam edebildiler. Bu anlamda yörük kimliği yaşatılabildi. Özellikle bozkır göçerliği yapan, Halep’ten çıkıp Sivas Uzunyayla’ya ulaşan veyahut Erzurum’a giden veyahut Eskişehir’e, Ankara’ya kadar gidebilen Türkmen gruplarının göç yolları kesildi; ya yaylaklarında ya kışlaklarında meskûn hale getirildiler. Zaten Osmanlı-Safevi çekişmesi neticesinde Türkmenlerin önemli bir bölümü İran ve Azerbaycan’a göç etmişler, Anadolu’daki nüfusları azalmaya başlamıştı.. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Türkmenlerin, uzun göç yollarının ve akrabalarıyla olan ilişkilerinin inkitaya uğraması, dağ göçerliğini sürdüren, feodal yapılarını muhafaza eden Kürt aşiretlerinin bölgede öne çıkmasını beraberinde getirdi. Bu dönüşüm Osmanlı tahrir defterlerine de yansıdı. Özellikle Doğu ve Güneydoğu tahrirlerine “Türkmen Ekradı”, yani Türkmen Kürtleri diye tanımlanan yeni bir kavram yansıdı. Şüphesiz bu kavramdan kasıt artık bölgede göçerliğin Ekrad tarafından temsil ediliyor olmasından kaynaklanmaktaydı. Ekrad sözü, kavmi bir nitelemeyi değil “göçerlik” hal ve niteliğini belirlemek için kullanılmaktaydı. Haleb, Dulkadirli, Danişmendli, Boz Ulus gibi büyük Türkmen teşekküllerinin içerisinde yer alan bazı oymaklar bu tanımlamayla anılır oldular. Bazı Avşar, Beğdili, Döğer, Karakeçili gibi Türkmen aşiretleri de Ekrad olarak nitelendirildiler. Sadece Karakeçili örneği bu isimlendirmenin kavmi değil, yaşayış ve kültürel farklılıklardan kaynaklanan bir isimlendirme olduğunu daha iyi gösterecektir.