Konu özeti

  • Genel

    Rusya ve Kafkasya tanımlaması, Kafkasya’nın Rusya tarafından işgali ve idare yöntemi, Kafkasya’dan sürgünler, Kuzey Kafkasya’daki özerk cumhuriyetler ve halklar.

  • Konu 1

    1.         Hafta                             Derse Giriş

    Konular:  “Rusya” ve “Rusya Federasyonu” tanımı; Rusya’nın jeopolitik durumu ve nüfusun etnik kompozisyonu; Konunun önemi; Makale/essay  nasıl yazılır?.

     Temel Okumalar:

    -           Ahmet Sapmaz, Rusya’nın Transkafkasya Politikası ve Türkiye’ye Etkileri, s. 83-105;

    -          Alev Erkilet, Ele Geçirilmeyen Toprak: Kuzey Kafkasya, s. 35-55;

    -          Ufuk Tavkul, Kafkasya Gerçeği, s.11-22;

    -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

    -           Youtube’dan değişik videolar

               https://youtu.be/0JBk0ITmU1M;

                https://youtu.be/-rxTpulXQsc

                https://youtu.be/wBZmVS64t4w

    Ders Notları:

    Rusya (Rusça: Росси́я, Rossiya, veya resmî adıyla Rusya Federasyonu (Rusça: Росси́йская Федера́ция, Rossiyskaya Federatsiya,  , kuzey Avrasya'da bir ülkedir. Yönetim şekli federal yarı başkanlık tipi cumhuriyettir. Kuzeybatıdan güneydoğuya Rusya, NorveçFinlandiyaEstonyaLetonyaLitvanya ve Polonya (ikisi birden Kaliningrad Oblastı ile), Beyaz RusyaUkraynaGürcistanAzerbaycanKazakistanÇinMoğolistan ve Kuzey Kore ile komşudurDeniz sınırı olarak Ohotsk Denizi ile Japonya ve Bering Boğazı ile bir ABD eyaleti olan Alaska ile de komşudur. 17,075,400 km²'lik yüzölçümü ile dünyanın en geniş ülkesidir ve dünya yaşam alanının sekizde birini kapsar. Rusya aynı zamanda 2014 yılı itibarı ile 144 milyon nüfusu ile dünyanın en kalabalık dokuzuncu ülkesidir. Kuzey Asya'nın tamamına ve Doğu Avrupa'nın büyük bir kısmına uzanan Rusya, dokuz zaman dilimine yayılır ve üzerinde çok çeşitli çevre ve yer şekilleri bulunur.

    Rusya'nın tarihi 3. ve 8. yüzyıllar arasında Avrupa'da tanınan bir grup olarak ortaya çıkan Doğu Slavları ile başlamaktadır. 9. yüzyılda Varegler tarafından kurulan ve yönetilen Orta Çağ Kiev Rus Devleti ortaya çıktı. 988 yılında Bizans İmparatorluğu'ndan Ortodoks Hıristiyanlığı kabul edilerek, sonraki milenyum için Rus kültürü tanımlanan Bizans ve Slav kültürleri sentezi başladı. Daha sonra Kiev Knezliği bir dizi küçük devletler halinde parçalandı ve topraklarının çoğunluğu Moğollar tarafından istila edilip Altın Ordu Devleti'nin kolları haline geldi. Altın Ordu Devleti'nden bağımsızlığını ilan eden Rus prenslikleri yavaş yavaş yeniden birleşip Moskova Knezliği'ni kurmuş ve Kiev Knezliği'nin kültürel ve siyasi mirasının ardılı olmuştur. 18. yüzyıla gelindiğinde, büyük ölçüde fetih, ilhak ve keşif yoluyla Avrupa'da Polonya'dan Kuzey Amerika'da Alaska'ya kadar uzanan tarihin en büyük üçüncü imparatorluğu olan Rus İmparatorluğu haline geldi.

    1917 Ekim Devrimi'nden sonra Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti, dünyanın ilk anayasal sosyalist devleti ve II. Dünya Savaşı'nda Müttefiklerin zaferinde belirleyici bir rol oynayan tanınmış bir Süper güç olan Sovyetler Birliği'nin en büyük ve önde gelen kurucusu oldu. Sovyetler döneminde dünyanın ilk yapay uydusu ve ilk insanlı uzay uçuşu dâhil olmak üzere, 20. yüzyılın en önemli teknolojik başarıları gerçekleştirildi. Rusya Federasyonu, Sovyetler'in dağılmasının ardından 1991'de kurulmuştur ve SSCB'nin ardılı olarak tanınmaktadır.

    Rusya ekonomisiGSYİH'ya göre dünyanın en büyük dokuzuncu ve satın alma gücü paritesi göre altıncı ekonomisidir. Rusya dünyanın en büyük maden ve enerji kaynaklarından birine sahiptir ve dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz üreticisidir. Rusya, tanınmış beş nükleer silahlı devletten biridir ve dünyanın en büyük kitle imha silah stoklarına sahiptir. Rusya, büyük güçlerden biri olup Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyesi,  G20Avrupa KonseyiAsya-Pasifik Ekonomik İşbirliğiŞanghay İşbirliği ÖrgütüAvrasya Ekonomi TopluluğuAvrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve Dünya Ticaret Örgütü üyesi ve Bağımsız Devletler Topluluğu'nun önde gelen üyesidir.

    Rusya Anayasası’na göre, ülke federal yarı başkanlık sistemli cumhuriyet olup Başkan, devletin başı iken; Başbakanhükümetin başıdır. Rusya Federasyonu çok partili temsili demokrasi ile yönetilmekte olup, federal hükümet 3 temel erkten oluşur;

    ·         Yasama: Çift meclisli olan Federal Meclis, 450 üyeden oluşan Devlet Duması ile 166 üyeli Federasyon Konseyi'nden oluşur. Ülke adına kararlar alma; yasa yapma ve onaylamasavaş ilan etmeantlaşmaları onaylama ve reddetme, Devlet Başkanını görevden alma yetkisi bulunmaktadır.

    ·         Yürütme: Devlet Başkanı, yürütmenin başı ve silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır. Meclisten çıkan kanunları veto etme hakkına ve bakanlar ve diğer memurları atama yetkisi vardır.

    ·         YargıAnayasa MahkemesiYüksek MahkemeYüksek Tahkim Mahkemesi ve ilk derece federal mahkemelerden oluşur. Hakimler Federasyon Konseyi tarafından atanır ve yasaları yorumlama ve anayasaya aykırı gördükleri yasaları lağvetme hakkına sahiptirler.

    Devlet Başkanı, 6 yıllığına seçilir. En yüksek oyu alan ve en fazla iki turlu olarak seçimler yapılır. Devlet Başkanı 35 yaşından genç olamaz ve en az 10 yıl boyunca Rusya'da ikamet etmiş olmalıdır.[86] Bütün bakanları atama yetkisi Başkan'dadır, fakat Başbakan'dan bakanlar hususunda tavsiye alır. Bakanlar en son Duma'da oylanarak görevlerine başlarlar.[87] 2 Mart 2008'de, Dmitry Medvedev yapılan Başkanlık seçimini kazanarak Devlet Başkanı seçildi. 2000 yılından 2008 yılına kadar başkan olan Vladimir Putin ise, devlet başkanının belli bir süre sınırlandırılması sebebiyle tekrar aday olamamıştır. Putin, Birleşik Rusya lideri olarak Hükümetin başına geçerek Başbakan olmuştur. 2012 yılında ise yeniden başkan seçilmiştir. Rusya'da en etkin siyasi partiler Birleşik RusyaKomünist PartiLiberal Demokratik Parti ve Adil Rusya'dır.

    Rusya Federasyonu, uluslararası hukukta eski Sovyetler Birliği'nin ardılı olarak kabul edilmektedir. Rusya, SSCB'nin uluslararası taahhütleri uygulamaya devam etmektedir ve BM Güvenlik Konseyi, diğer uluslararası örgütlere üyelik, uluslararası anlaşmalar kapsamındaki hak ve yükümlülükler ve mülkiyet ve borçlarda SSCB'nin daimi üyeliğini üstlenmiştir. Rusya'nın çok yönlü bir dış politikası bulunmaktadır. 2009 itibarı ile 191 ülke ile diplomatik ilişkisi ve 144 elçiliği bulunmaktadır. Dış politika Devlet Başkanı tarafından tespit edilir ve Dışişleri Bakanlığı tarafından yürütülür.

    Eski bir süper gücün halefi olarak, özellikle küresel siyasi sistemde tek kutuplu ve çok kutuplu görüşler ile ilgili olarak Rusya'nın jeopolitik statüsü genellikle tartışma konusu olmuştur. Rusya genellikle bir büyük güç olarak kabul edilirken son yıllarda bir dizi dünya liderleri, akademisyenler, yorumcular ve siyasetçiler tarafından potansiyel süper güç olarak değerlendirilmektedir.

    Rusya BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesinden biridir. Rusya, Ortadoğu Dörtlüsü ve Kuzey Kore ile Altılı görüşmelere katılmaktadır. Rusya, G8 sanayileşmiş ülkeler, Avrupa KonseyiAGİT ve APEC üyesidir. Rusya genellikle BDTAEBKGAÖ ve ŞİÖ gibi bölgesel örgütlere liderlik rolü oynamaktadır. 1996 yılında Rusya Avrupa Konseyi'nin 39. üyesi oldu. 1998 yılında, Rusya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni onayladı. Rusya ile AB ilişkilerinin hukuki temeli 1997 yılında yürürlüğe giren Ortaklık ve İşbirliği Anlaşması'dır. Bu anlaşma, demokrasi ve insan hakları, siyasi ve ekonomik özgürlük ve uluslararası barış ve güvenliğe bağlılık için tarafların ortak saygısını hatırlatmaktadır. 2003 yılının Mayıs ayında, AB ve Rusya ortak değerler ve çıkarlar temelinde iş birliğini güçlendirmek için anlaştılar. Devlet Başkanı Vladimir Putin, AB-Rusya Ortak Alanı kurulması da dahil olmak üzere çeşitli boyutlarda yakın entegrasyonu ile stratejik ortaklığı savundu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana, Rusya ABD ve NATO ile dostça ilişkiler geliştirmiştir. NATO-Rusya Konseyi, 2002 yılında eşit ortaklar olarak birlikte çalışmak ve ortak iş birliği için fırsatları takip etmek amacıyla ABD, Rusya ve 27 NATO müttefikinin onayı ile kuruldu. Ancak Rusya'nın ABD ve AB ile ilişkileri son zamanlarda Güney Osetya Savaşı ve 2014 Kırım krizi gibi nedenlerden dolayı gerginleşmiştir.

    Rusya diğer BRICS ülkeleri ile güçlü ve olumlu ilişkiler sürdürmektedir. Hindistan, Rus askeri teçhizatlarının en büyük müşterisidir ve iki ülke arasında kapsamlı savunma ve stratejik ilişkiler bulunmaktadır.[101] Son yıllarda, özellikle Çin Halk Cumhuriyeti ile Dostluk Antlaşması'nın imzalanmasının yanı sıra Doğu Sibirya-Pasifik Okyanusu petrol boru hattı ve Sibirya'dan Çin'e doğalgaz boru hattı inşası ile ülkenin ikili ilişkileri güçlendirdi.[102][103]

    Ülkenin silahlı kuvvetleri, Kara KuvvetleriDeniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri olarak ayrılmıştır. Bununla birlikte Stratejik Füze KuvvetleriUzay Savunma KuvvetleriHava İndirme Birlikleri olmak üzere üç bağımsız kuvvet daha bulunmaktadır. 2006 itibarı ile orduda aktif personel sayısı 1.037 milyondur. 18-27 yaş arasındaki tüm erkek vatandaşların 12 aylık zorunlu askerlik hizmetini yerine getirmesi ile yükümlüdür.

    2012 Küresel Barış Endeksi'ne göre, Rusya dünyanın altıncı en az huzurlu ülkesi olup bu konumu büyük ölçüde ülkenin savunma bütçesinin boyutuna ve Kuzey Kafkasya'da devam eden çatışmalara bağlanmıştır. Rusya tarihsel olarak endeksin kurulduğu 2007 yılından beri düşük sırada yer almıştır.

    Rusya Federasyonu 85 adet federal bölüme (Rusça: субъект, subyekt) ayrılmaktadır. Bu federal birimlerin hepsi eşit bir biçimde iki delege ile Federasyon Konseyinde temsil edilirler. Federal bölümler sahip oldukları özerklik bakımından farklılık gösterirler.

    ·         46 oblast (iller); seçilmiş bir yönetici ile yönetilir ve yerel yasama organları bulunmaktadır.

    ·         21 cumhuriyetotonom bölge kabul edilirler, kendi anayasası, parlamentosu ve başkanı bulunmaktadır. Her cumhuriyet için Rusça'nın yanı sıra bölgesel dil ya da diller de cumhuriyetin resmi dili/dilleri olarak tesis edilebilir. Örneğin Dağıstan'da Rusça dışında 13,Karaçay-Çerkesya'da 4,Kabardey-Balkarya'da 2 resmi dil vardır.

    ·         kray (bölgeler): esasında oblastlara benzemektedir. Bu bölgeler tarihsel olarak oluşmuşlardır, ilk olarak sınır bölgelerde oluşturulan kraylar, daha sonra otonom oblast ve otonom okrugların yönetim merkezi halinde de oluşturulmuştur.

    ·         özerk okrug (özerk bölgeler): ilk olarak etnik azınlıklar için kraylar ve oblastlar içerisinde kurulmuşlardır, fakat 1990'da statüleri yükseltilerek, idari bölge statülerine alınmışlardır.

    ·         özerk oblast (Yahudi Özerk Oblastı): esasen oblast kabul edilen bölge 1990 yılında şu anki bağımsız oblast statüsüne yükseltilmiştir. İlk olarak bir kray'a bağlı olarak kurulan oblast,şimdi bağımsız bir özerk oblast (bölge) olarak doğrudan Rusya Federasyonu devlet yapısı içinde yer almıştır.

    ·         federal şehir: (MoskovaSankt-Peterburg ve Sivastopol), ayrı bir idari bölüm olan büyük kentlerdir.

    Russian Regions-EN.svg

    Federal bölümler, her biri Devlet Başkanı'nın atadığı yöneticiler tarafından yönetilen dokuz federal bölge (Rusça: федеральный округ, federalnıy okrug) halinde gruplandırılmıştır. Federal bölümlerin aksine federal bölgeler devlet yönetiminin alt bölümü olmayıp doğrudan federal yönetime bağlıdır. Federal bölgelerin yöneticileri, federal bölümler ile federal hükümet arasındaki irtibatı sağlamaktan ve federal bölümlerin federal yasalara uygun hareket etmesinden sorumludur.

    Rusya, 17,075,400 km²'lik yüzölçümü ile dünyanın en geniş ülkesidir.[10] Rusya'da 23 UNESCO Dünya Mirası, 40 UNESCO biyosfer rezervi, 41 Millî park ve 101 doğa rezervi bulunmaktadır. Rusya, 41° ve 82° K enlemleri ile 19° D ve 169° B boylamları arasında yer almaktadır.

    Rusya'da kereste, petrol, doğal gaz, kömür, cevher ve diğer mineral kaynakları dâhil olmak üzere geniş doğal kaynak rezervi bulunmaktadır.

    Rusya özellikle petrol ve doğal gaz gibi muazzam doğal kaynaklara sahip bir piyasa ekonomisine sahiptir. Rusya GSYİH (nominal) bakımından dünyanın 9. ve satınalma gücü paritesi bakımından ise dünyanın 6. büyük ekonomisidir. 21. yüzyılın başından bu yana, yüksek iç tüketim ve daha fazla siyasi istikrar Rusya'da ekonomik büyümeyi desteklemektedir. Reel kişi başına düşen GSYİH (SAGP) (mevcut uluslararası $), 2010'da 19,840 olmuştur. Büyüme öncelikle petrol veya mineral çıkarma ve ihracatı yerine iç piyasa için mal ve hizmet dışı ticareti ile sağlandı. Rusya'da ortalama aylık nominal maaş 2000 yılında 80$ kadar iken, 2013 başlarında 640$ olmuştur. 2010 yılı itibarı ile Rusya'da halkın yaklaşık %12.7'si ulusal yoksulluk sınırının altında yaşamakta olup ile 1998 yılında Sovyet sonrası çöküşün en kötü noktada olduğu %40'tan önemli ölçüde aşağı çekilmiştir. Rusya'da 1999 yılında %12.4 olan işsizlik 2007'de %6'ya düştü. 2000'de sadece 8 milyon olan orta sınıf 2013'te 108 milyona yükselmiştir.

    Rusya'nın ihracatının %80'nden fazlasını petrol, doğal gaz, metaller ve keresteler oluşturmaktadır. 2003 yılından bu yana, iç pazarın önemli ölçüde güçlenmesiyle doğal kaynakların ihracatının ekonomik önemi azalmaktadır. Petrol ihracatından elde edilen kazanç 1999'da 12 milyar $ olan yabancı rezervi, 1 Ağustos 2008'de 597.3 milyara çıkarak Rusya'yı dünyanın üçüncü büyük döviz rezervi haline getirdi.

    Rusya'da ekili arazinin toplam alanı 2005 yılında 1,237,294 km² olarak tahmin edilmiş olup, dünya dördüncüsüdür. 1999-2009 yılları arasında, Rusya'da tarım istikrarlı bir büyüme göstermiştir ve ülke bir tahıl ithalatçısından, AB ve ABD'den sonra üçüncü büyük tahıl ihracatçısı haline geldi. 1999'da 6,813,000 ton olan et üretimi 2008'de 9,331,000 tona yükselmiş olup büyümeye devam etmektedir.

    Tarımın restorasyonu, hükümetin kredi politikası ile desteklenmiş olup, bireysel çiftçilere ve daha önce hala tarım arazilerinde önemli bir paya sahip Sovyet kolhozları olup özelleştirilen büyük çiftliklere yardım sağlanmıştır. Büyük çiftliklerde tahıl ve çiftçilik ürünleri üretimi üzerine yoğunlaşırken, küçük özel ev arsalarında ülkenin en verimli patatessebze ve meyveleri üretilmektedir.

    AtlantikArktik ve Pasifik okyanuslarındaki Rus balıkçılık filolarının erişimi dünyanın balık tedariğine önemli bir katkıda bulunmaktadır. 2005 yılında toplam 3.191.068 ton balık yakalanmıştır. Son yıllarda balık ve deniz ürünleri ihracat ve ithalatı önemli ölçüde büyümüş olup 2008 yılından bu yana 2415 milyon $ ve 2036 milyon $ gelire ulaşmıştır.

    https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/4/4c/RF_NG_pipestoEU.gif/220px-RF_NG_pipestoEU.gif

                             Rusya, Avrupa'nın en önemli petrol ve doğal gaz tedarikçisidir.

    Son yıllarda, medyada Rusya sık sık bir enerji süper gücü olarak tarif edilmiştir. Rusya dünyanın en büyük doğalgaz rezervlerine, sekizinci büyük petrol rezervlerine ve ikinci büyük kömür rezervlerine sahiptir. Aynı zamanda dünyanın önde gelen  ve ikinci büyük doğal gaz üreticisi olup, aynı zamanda en büyük petrol ihracatçısı ve üreticisidir.

    Rusya, dünyanın üçüncü büyük elektrik üreticisi ve beşinci büyük yenilenebilir enerji üreticisi olup, ülkede son derece gelişmiş bir hidroelektrik üretimi bulunmaktadır. Büyük şelalelerdeki hidroelektrik santralleri Avrupa Rusyası'nda Volga gibi büyük nehirler boyunca inşa edilir. Ayrıca Rusya'nın Asya bölümünde çok sayıda büyük hidroelektrik santrali bulunmaktadır, ancak Sibirya ve Rus Uzak Doğusu dev hidroelektrik potansiyeli bakımından büyük ölçüde atıl kalmaktadır.

    Rusya, sivil nükleer enerjiyi geliştiren ve dünyanın ilk nükleer enerji santralini inşa eden ülkedir. Günümüzde Rusya dünyanın dördüncü büyük nükleer enerji üreticisi olup, tüm Rusya'da nükleer enerji Rosatom tarafından yönetilmektedir. Bu sektör hızla gelişmekte olup, mevcut nükleer enerjinin toplam payını %16,9'dan 2020 yılında %23'e çıkarılması hedeflenmektedir. Rus hükümeti, yeni nesil nükleer enerji teknolojisine adanmış bir federal program için 127 milyar ruble tahsis etmeyi planlamaktadır.

    2002 sayımına göre Rusya nüfusunun %79,8'ini federasyonun esas unsuru olan Ruslar oluşturmaktadır. Rus nüfusunun dışında çok sayıda etnik grup da mevcuttur. Rusya sınırları içerisinde 160 farklı etnik grubu olduğu tahmin edilmektedir. Rusya nüfusu her ne kadar diğer ülkelerle karşılaştırıldığında yüksek olsa da; km²'ye düşen insan sayısı, ülkenin kapladığı alan sebebiyle çok azdır. Rusya nüfusunun ağırlıklı olarak yaşadığı bölge, coğrafi olarak Avrupa toprakları olarak kabul edilen Ural Dağlarının batısında ve Kuzeybatı Sibirya'da yaşamaktadır. Ülke nüfusunun %73'ü şehirlerde yaşarken, %27'si kırsal alanlarda yaşamaktadır. Rusya nüfus bakımından dünyanın en kalabalık sekizinci ülkesi konumundadır.

    Ülke nüfusu, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra düşüşe geçmiş olsa da, 2010 sayımına göre 141.927.297 'dır. 1991 yılında Rusya nüfusu tüm zamanların en yüksek seviyesi olan 148.689.000'a ulaşmıştı, fakat 90'lar boyunca süren göçmenlik, ölüm oranın çok hızlı yükselmesi sebepleri ile ülke nüfusu 20 yıllık sürede azalmıştır.

    Ülkede 2009 yılında, son 15 yıl içinde ilk kez 10.500 kişilik bir nüfus artışı sağlanmıştır. Söz konusu artış, 279.906 kişinin Rusya'ya göçmesi ile oluşmuştur ki bu sayının %93 Eski Sovyet ülkelerinden olmuştur. Rus halkının göçü ise 2000 yılında 359.000 iken 2009 yılında 32.000 inmiştir. Şu anda 116 milyon Rus ülke sınırlarında yaşarken, ülke dışında, özellikle eski Sovyet ülkelerinde 20 milyon civarında Rus yaşadığı tahmin edilmektedir.

    Rusya'da doğum oranı, Avrupa ülkelerinin ortalamalarında yüksektir. Rusya doğum oranı 2008'de her bin kişide 12.4 doğum olurken, Avrupa Birliği ortalaması ise her bin kişide 9.90'dur. Ölüm oranı ise Avrupa Birliği ile kıyaslandığında çok yüksek kalmaktadır. Avrupa Birliği ortalama ölüm oranı binde 10,28 iken, Rusya'da 2009 rakamlarına göre ölüm oranı binde 14,2'ye ulaşmıştır. Hükümet bu durumu engellemek için 2007 yılında, aylık çocuk yardımını ikiye çıkararak 55 Dolar yapmış, tek seferlik ödemeyi ise ikinci çocuktan sonra çocuk başına 9.200 Dolara yükseltmiştir. Bu uygulamalar sonrası Rusya, şu anda Sovyetler sonrası en yüksek doğum oranına ulaşmıştır.

    60 farklı etnik grubun yaşadığı Rusya Federasyonu'nda başlıca etnik gruplar şunlardır; 115,9 milyon Rus, 6,1 milyon Tatar, 2,9 milyon Ukrayna, 1 milyon 360 bin Çeçen, 1 milyon 130 bin Ermeni, 444 bin Yakut, 300 bin Karaçay ve Balkar, 843 bin Mordvin, 808 bin Beyaz Rus,622 bin Azeri, 515 bin Oset, 172 bin Moldovalı, 96 bin Ahıska Türkü, 637 bin Udmurt, 604 bin Çirmişler, 233 bin Komi, 125 bin Komi-Permyak, 93 bin Karelyalı, 445 bin Buryat, 174 bin Kalmık, 41,3 bin Nenets, 35,5 bin Evenk, 16 bin Çukçe, 29 bin Hantı, 11,4 bin Mansi, 230 bin Yahudi, 597 bin Alman, 1 milyon 637 bin Çuvaş, 1 milyon 637 bin Başkurt, 422 bin Kumuk, 314 bin Tuva, 90 bin Nogay, 76 bin Hakas, 67 bin Altay,7 bin Dolgan gibi toplulukları vardır. Kafkas halkları sayıları da şöyledir: 814 bin Avar, 580 bin Kabardey, 510 bin Dargi, 413 bin İnguş, 411,5 bin Lezgi, 198 bin Gürcü, 156,5 bin Lak, 131,8 bin Tabasaran, 140,5 bin Adige, 38 bin Abaza vb (Ethnic groups in Russia,Wikipedia). Dünyada en fazla,182 etnik grubun yaşadığı ülkedir (Dünya Ansiklopedisi; ayrıca Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev'in açıklaması).

    Rossiyane (Россияне), milliyetine (etnik) bakılmaksızın Rusya vatandaşları için kullanılan bir kelimedir. Çoğu dilde bu kelime genellikle Rus olarak tercüme edilir.

     

    • Konu 2

      2.         Hafta                      Rusya Tarihi Özeti

      Konular:  Eski Ruslar; Rus devletinin kuruluşu üzerine Norman teorisi; III Roma düşüncesi; Rusya’nın genişlemesi.

       Temel Okumalar:

      -           Ahmet Sapmaz, Rusya’nın Transkafkasya Politikası ve Türkiye’ye Etkileri, s. 83-105;

      -           Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi. Başlangıçtan 1917’ye Kadar, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2014, değişik bölümler;

      -           George Vernadsky, Rusya Tarihi, İstanbul: Selenge, 2011, değişik bölümler;

      -            “Rusya”, İslam Ansiklopedisi, ....cilt, İstanbul, 1961;

      -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

      -           Youtube’dan değişik videolar.

      Ders Notları:

      Rusya adı Doğu Slavları tarafından çoğunlukla yaşadığı bir Orta Çağ devleti olan Rus devletinden türetilmiştir. Ancak, bu ad daha sonra tarihte daha da belirginleşmiştir ve ülke genellikle sakinleri tarafından "Русская Земля" (Russkaya Zemlya, Rus Ülkesi) adı ile çağrıldı. Bu isimden türeyen diğer devletlerden ayırt edebilmek için, modern tarihte Kiev Rusya'sı denilir. Rus adı, Rus (Русь) devletinin kurucusu olan Vareglerin (muhtemelen İsveç Vikingleri) bir grubu olan Rus halkından gelmektedir.

      Rus adının eski Latince hali olan Rutenya, çoğunlukla Katolik Avrupa'ya komşu olan Rus bölgesinin batı ve güney bölgelerine denilmişti. Ülkenin şimdiki adı olan Россия (Rossiya), Rus isminin Yunanca hali olan ve aynı zamanda Kiev Rusya'sının Bizans İmparatorluğu tarafından söylenimi olan Ρωσία (Rosia) kelimesinden gelmektedir.

      https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/5/5a/IE_expansion.png/220px-IE_expansion.png

      Kurgan hipotezi'ne göre Güney Rusya Hint-Avrupa halkları'nın urheimatıdır.

      Tarih öncesi zamanlarda Güney Rusya'nın geniş bozkırları göçebe kabilelerin vatanıydı. Bu bozkır uygarlıklarının kalıntıları İpatovoSintaştaArkaim ve Pazırık gibi yerlerde keşfedilmiş olup, göçebe şeklindeki yaşamın önemli bir özelliği olan atlı savaşların bilinen en eski izlerini taşımaktadır.

      Klasik antik dönemdePontus-Hazar Bozkırı İskitya olarak biliniyordu. MÖ 8. yüzyılda, Antik Yunan tüccarlar Tanais ve Fanagoria'da kendi ticaret merkezi medeniyetini getirdi. MS 3. ve 4. yüzyıllarda Oium'da bir yarı-efsanevi bir Gotik krallık Güney Rusya'da Hunlar tarafından işgal edildi. MS 3. ve 6. yüzyılları arasında, Yunan kolonileri arasında başarılı bir Hellenistik yönetim olan Bosporan Krallığı, Hunlar ve Avrasya Avarları gibi savaşçı kabileler tarafından yönetilen göçebe saldırıları tarafından yıkılmıştır. Bir Türk halkı olan Hazarlar, 10. yüzyıla kadar Hazar ve Karadeniz arasındaki alt Volga havzasında bozkırlara hükmetti.

      Modern Rusların ataları, anavatanlarının bazı akademisyenler tarafından Pinsk Bataklığı'ndaki ağaçlık alanlarda olduğu düşünülen Slav kabileleridir. Doğu Slavlar biri Kiev'den günümüz Suzdal ve Murom'a doğru, diğerleride Polotsk'tan Novgorod ve Rostov'a doğru hareket ederek yavaş yavaş iki dalga halinde Batı Rusya'ya yerleşti. 7. yüzyıldan itibaren, Doğu Slavlar Batı Rusya'da nüfusun çoğunluğunu oluşturmuş ve yavaş ancak barışçıl bir şekilde MeryaMuromyalı ve Meşçera gibi yerel Fin-Ugor halkları asimile olmuşlardır.

      https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/f/fb/Kievan_Rus_en.jpg/220px-Kievan_Rus_en.jpg

                                                            11. yüzyıl'da Kiev Knezliği

      9. yüzyılda ilk Doğu Slav devletlerin kurulması, Baltık Denizi bölgesinden Varegler'in, tüccarlar, savaşçılar ve yerleşimcilerin gelmesi ile denk gelmiştir. Öncelikle bu gelenler doğu Baltık'tan, Karadeniz ve Hazar Denizi'ne doğru uzanan su yolları üzerinden gelen İskandinavya kökenli Vikingler idi. Nestor Kronği'ne göre, Rurik adında Rus halkından bir Varegli, 862 yılında Novgorod hükümdarı seçildi. 882 yılında önceden Hazarlar'a haraç veren halefi Oleg, güneyden girerek Kiev'i fethedip, Kiev Knezliği'ni kurdu. Oleg, Rurik'in oğlu İgor ve İgor'un oğlu I. Svyatoslav sonradan tüm yerel Doğu Slav kabilelerini Kiev hükümdarlığına bağlayıp, Hazar Kağanlığı'nı yıkmış ve Bizans ve Persler'e karşı çeşitli askeri seferler başlattı.

      10. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar Kiev Knezliği Avrupa'nın en büyük ve en müreffeh ülkelerinden biri haline geldi. Büyük Vladimir (980-1015) ve oğlu Bilge Yaroslav (1019-1054) döneminde Kiev Altın Çağı'nı yaşamış olup, o dönemde Bizans'tan Ortodoks Hristiyanlık kabul edildi ve ilk Doğu Slav yazılı kanunu olan Russkaya Pravda oluşturuldu.

      11. ve 12. yüzyıllarda, Kıpçaklar ve Peçenekler gibi göçebe Türk boyları tarafından sürekli yapılan akınlar Slav nüfusun büyük oranda özellikle Zalesye olarak bilinen daha kuzeyde güvenli yoğun ormanlık bölgelerine göçüne neden oldu.

      Feodalizm ve âdemi merkeziyetçilik çağında Kiev Knezliği'ne hüküm süren Rurik Hanedanı üyeleri arasındaki mücadele damgasını vurdu. Kiev'in hâkimiyeti, kuzey doğusunda yer alan Vladimir-Suzdal, kuzey-batısındaki Novgorod Cumhuriyeti ve güney batısındaki Galiçya-Volınya Prensliği'nin lehine azaldı.

      1237-40 arasında Moğol istilası, Kiev Knezliği'ne son darbeyi vurarak yıkılmasına ve nüfusunun yarısını kaybetmesine yol açtı. Daha sonra kurulan Türk-Moğol devleti olan Altın Orda Devleti, Rus prensliklerini hâkimiyeti altına alarak iki yüzyıl boyunca Rusya'nın güneyine ve merkezine hükmetti.

      Sonunda, Lehistan-Litvanya Birliği tarafından asimile edilen Galiçya-Volınya, Moğolların hâkimiyetindeki Vladimir-Suzdal ve Novgorod Cumhuriyeti, Kiev çevre üzerinde iki bölge, modern Rus ulusu için temel oluşturmuştur. Pskov ile birlikte Novgorod Moğol boyunduruğu'nda bir süre boyunca özerk bir dereceye kadar korunur ve büyük ölçüde ülkenin geri kalanını etkileyen zulümleri bağışlanmış oldu. Prens Aleksandr Nevski'nin önderliğinde, Novgorodlular 1240 yılında Neva Muharebesi'nde işgalci İsveçlileri püskürttü ve bunun yanı sıra 1242 yılında Peipus Gölü Savaşı'nda da Töton Şövalyeleri'nin Kuzey Rusya'yı kolonize etme girişimini de engelledi.

      Kiev Knezliği'nin en güçlü halefi olan Moskova Knezliği, başlangıçta Vladimir-Suzdal'ın bir parçası iken hala Moğol-Tatar etkisi altında ve onların göz yummasıyla 14. yüzyılın başında Orta Rusya'da nüfuz elde etmeye etmeye ve yavaş yavaş Rus topraklarının birleşmesi ve Rusya'nın genişleme sürecinde ana öncü güç haline geldi.

      Bu zor günlerdi çünkü sık sık Moğol-Tatar baskınları yaşanıyordu ve Küçük Buz Çağı'nın başında tarım mahvolmuştu. Ayrıca Avrupa'nın geri kalanında olduğu gibi 1350 ve 1490 yılları arasında her beş ya da altı yılda bir veba salgını yaşanıyordu. Bununla birlikte, daha düşük nüfus yoğunluğu ve ıslak buhar banyosu olan Rus banyası'nın yaygın kullanımı gibi daha iyi hijyen koşullarından, dolayı nüfus kaybı Batı Avrupa'daki kadar şiddetli değildi.

      Moskova Prensi Dmitri Donskoy'un önderliğinde ve Rus Ortodoks Kilisesi'nin yardımıyla, Rus prensliklerinin birleşik ordusu 1380 yılında Kulikovo Muharebesi'nde Moğol ve Tatar ordularını yenilgiye uğrattı. Moskova Knezliği giderek yavaş yavaş Tver ve Novgorod gibi eski güçlü rakipler dâhil olmak üzere çevredeki prenslikleri kendi hakimiyeti altına aldı.

      III. İvan (Büyük İvan) sonunda Altın Orda'yı kontrolü altına aldı, Orta ve Kuzey Rusya'yı Moskova'nın hâkimiyetinde birleştirmiş ve "Tüm Rusya'nın Hükümdarı" unvanını aldı. 1453 yılında İstanbul'un Fethi'nden sonra, Moskova kendini Doğu Roma İmparatorluğu'nun halefi ilan etti. III. İvan, son Bizans imparatoru XI. Konstantinos'un yeğeni olan Sofia Palaiologos ile evlendi ve Bizans çift başlı kartalını Rusya'nın arması yapmıştır.

      Üçüncü Roma fikirlerinin gelişmesiyle, Büyük Dük IV. İvan ("Korkunç" resmen 1547 yılında Rusya'nın ilk Çarı olarak taç giydi. Çar, yeni bir yasal kanun 1550 Sudebniki çıkardı ve ilk Rus feodal temsil organını Zemski Sobor'u ve kırsal bölgelere yerel öz-yönetimler kurdu.

      Korkunç İvan'ın uzun saltanatı sırasında, parçalanan eski Altın Orda Devleti'nin yerine kurulan üç Tatar hanlığı olan Kazan, İdil Nehri boyunca uzanan Astrahan ve Güney Batı Sibirya'daki Sibirya Hanlıklarını ilhak ederek zaten büyük olan ülke topraklarını iki katına çıkardı. Böylece 16. yüzyılın sonunda Rusya çokuluslu, çok dinli ve kıtalararası bir devlet haline geldi.

      Ancak Çarlık, Baltık kıyıları ve deniz ticareti için erişimi sağlamak amacıyla Polonya, Litvanya ve İsveç koalisyonuna karşı yapılan uzun ve başarısız Livonya Savaşı'yla zayıfladı. Aynı zamanda Altın Orda Devleti'nin kalan tek varisi olan Kırım Hanlığı, Güney Rusya'ya baskınlar düzenledi. 1571 yılında Volga Hanlıkları'nı geri alma çabaları içinde olan Kırım ve Osmanlı müttefikleri, Moskova'yı işgal etti ve Moskova'yı yağmalayıp çevresindeki kasabaları ateşe verdiler. Ancak sonraki yılda Osmanlı ve Kırım Orduları Molodi Savaşı'nda Ruslar tarafından yenilgiye uğratıldı ve Rusya içine Osmanlı-Kırım genişletme tehdidi sonsuza kadar ortadan kaldırıldı. Ancak Kırım Hanlığı'nın 17. yüzyıla kadar süren baskınları nedeniyle Güney Rusya genelinde Zaseçnaya çerta gibi yeni savunma hatları inşa edilerek sürekli yapılan akınların erişilebilirlik alanı daraltıldı.

      1598 yılında İvan'ın oğullarının ölümü antik Rurik Hanedanı'nın sonunu, 1601-03 Rusya Kıtlığı'nın sonucunda çıkan iç savaşa ve 17. yüzyılın başında dış müdahaleler, köylü ayaklanmaları ve taht kavgalarıyla bilinen Karışıklık Dönemi'ne yol açtı. Lehistan-Litvanya Birliği Moskova dâhil olmak üzere Rusya'nın bir bölümünü işgal etti. 1612 yılında Leh kuvvetleri iki ulusal kahraman olan tüccar Kuzma Minin ve Prens Dmitri Pojarski liderliğindeki Rus gönüllü kolordusu karşısında çekilmek zorunda kaldılar. Romanov Hanedanı, Zemski Sobor kararı ile 1613 yılında tahta geçmiş ve ülke krizden kademeli olarak toparlanmaya başlamıştır.

      Rusya, 17. yüzyılda boyunca Kazaklar çağında sınırlarını genişletmeye devam etti. Kazaklar, korsanlar ve Yeni Dünya öncülerine benzeyen askeri topluluklar halinde organize savaşçılardı. 1648 yılında, Leh egemenliğinin sosyal ve dini baskısı altında yaşayan Ukrayna köylüleri Hmelnitski Ayaklanması sırasında Lehistan-Litvanya Birliği'ne karşı isyan eden Zaporojye Kazakları'na katıldı. 1654 yılında Ukrayna lideri Bogdan Hmelnitski, Rus Çarı I. Aleksey'in himayesi altında Ukrayna'ya yerleşmek için teklifte bulundu. I. Aleksey'in bu teklifi kabul etmesi 1654-1667 Rus-Lehistan Savaşı'na neden oldu. Son olarak Ukrayna, Dinyeper Nehri boyunca batısında batı kıyısı Polonya egemenliği altında ve doğusunda doğu kıyısı ve Kiev Rus hâkimiyeti altında olmak üzere ikiye bölündü. Daha sonra 1670-1671 yıllarında Don KazaklarıStenka Razin'in liderliğinde Volga Bölgesi'nde büyük bir isyan çıkardıysa da Çarın askerleri isyancıları yenmiştir.

      Doğuda ise çoğunlukla Kazaklar'ın önderliğinde kıymetli kürkler ve fildişi avcılığı için Sibirya'nın büyük topraklarını hızla keşif ve fethine başlandı. Rus kâşifler doğuyu öncelikle Sibirya Nehir Rotaları boyunca keşfettiler ve 17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Doğu Sibirya'da, Çukçi Yarımadası'nda, Amur Nehri boyunca ve Pasifik kıyılarında Rus yerleşimleri bulunmaktaydı. 1648 yılında Asya ve Kuzey Amerika arasındaki Bering Boğazı ilk kez Fedot Popov ve Semyon Dejnyov tarafından geçildi.

       

      I. Petro döneminde Rusya, 1721 yılında bir imparatorluk ve bir dünya gücü haline geldi. 1682'den 1725'e kadar olan hükümdarlığı süresince, Petro Büyük Kuzey Savaşı'nda İsveç'i yenerek, daha önce Karışıklık Dönemi'nde kaybedilen Batı Karelya ve İngriya'nın, yanı sıra Estonya ve Livonya'yı da alarak, deniz ve deniz ticaretinde Rusya'nın batı kıyılarına erişimini sağladı. I. Petro, Baltık Denizi kıyısında daha sonra Rusya'nın batıya açılan penceresi olarak adlandırılacak olan yeni başkent Sankt-Peterburg'u kurdu. I. Petro'nun reformları, Rusya'ya Batı Avrupa'nın önemli kültürel etkilerini getirdi.

      I. Petro'nun kızı olan Elizaveta'nın 1741-62 yılları arasındaki hükümdarlığı döneminde Rusya 1756-63 Yedi Yıl Savaşı'na katılmıştır. Bu savaş sırasında Rusya bir süreliğine Doğu Prusya'yı ve hatta Berlin'i de ilhak etti. Ancak, Elizaveta'nın ölümünden sonra bütün bu fetihler Prusya yanlısı III. Petro tarafından Prusya Krallığı'na geri iade edildi.

      1762-1796 yıllarında hüküm süren II. KaterinaRus Aydınlanma Çağı'nın önderliğini yaptı. II. Katerina, Lehistan-Litvanya Birliği üzerinde Rus siyasi kontrolünü genişletmiş ve Lehistan'ın bölünmesi esnasında topraklarının büyük bir kısmını ilhak etmiş, böylece Rusya'nın sınırları Orta Avrupa'ya kadar uzanmıştı. Güneyde ise Osmanlı İmparatorluğu'na karşı başarılı bir savaş sonrasında, Kırım Hanlığı'nı da yenerek sınırlarını Karadeniz'e kadar uzatmıştır. Osmanlılara karşı aldığı zaferlerin bir sonucu olarak 19. yüzyılın başlarında Transkafkasya'da önemli topraklar kazandı. Bu durum I. Aleksandr'ın 1809 yılında zayıflamış İsveç Krallığı'ndan Finlandiya'yı ve 1812'de Osmanlılardan Besarabya'yı da alarak devam etti. Aynı zamanda Ruslar Alaska'yı da fethetmiş ve Kaliforniya'da Fort Ross gibi yerleşim yerleri kurmuşlardır.

      1803-1806 yıllarında ilk Rus devri âlemi gerçekleştirilmiş olup, daha sonra bunu diğer önemli Rus deniz keşif seferleri izledi. 1820 yılında Fabian Gottlieb von Bellingshausen Antarktika kıtasının keşfetti.

      Rusya, çeşitli Avrupa ülkeleri ile ittifak kurarak Napolyon Fransası'na karşı savaştı. 1812 yılında Napolyon, Rusya Seferi sırasında gücünün doruğunda iken soğuk General Kışı birlikte inatçı bir direniş sonucu ağır bir hezimete uğradı ve pan-Avrupa Grande Armée'nin %95'ten fazlası öldü. Mihail Kutuzov ile Barclay de Tolly liderliğindeki Rus ordusu Napolyon'u ülkeden çıkarıp Altıncı Koalisyon Savaşı'yla Avrupa'ya sürdü ve sonunda Paris'e girdi. I. Aleksandr, Napolyon sonrası Avrupa haritasının tanımlandığı Viyana Kongresi'nde Rus heyetine başkanlık etti.

      Napolyon Savaşı subayları Rusya'ya liberalizm fikrini getirdi ve 1825 Aralıkçılar İsyanı sırasında Çarın yetkilerini azaltılması için çalıştı. I. Nikolay'ın (1825–55) muhafazakâr saltanatı sonunda Rusya zirve döneminde Avrupa'daki gücü ve etkisi Kırım Savaşı yenilgisi ile kesintiye uğramıştır. 1847 ve 1851 yılları arasında Rusya'yı kasıp kavuran Asya kolera dalgası yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne neden oldu.

      Nikolay'ın halefi olan II. Aleksandr (1855-81) döneminde 1861 köylü reformu da dâhil olmak üzere ülkede önemli değişiklikler yaşandı. Bu Büyük Reformlar ülke sanayisini geliştirdi ve Rus ordusunu modernize ederek 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'yla Bulgaristan'ı Osmanlı egemenliğinden çıkardı.

      19. yüzyılın sonlarında Rusya'da çeşitli sosyalist hareketlerin yükselişi görüldü. II. Aleksandr, 1881 yılında devrimciler tarafından öldürüldü ve oğlu III. Aleksandr'ın (1881-94) saltanatı daha az liberal ancak daha barışçıl geçmiştir. Son Rus İmparatoru II. Nikolay (1894-1917) döneminde Japonya yenilgisi ve Kanlı Pazar olayları sonucu çıkan 1905 Devrimi önlenemedi. Ayaklanma bastırıldı ancak hükümet ifade ve toplanma özgürlükleri verilmesi, siyasi partilerin yasallaştırılması ve seçilmiş bir yasama organı olan Devlet Duması'nın oluşturulması dahil olmak üzere önemli reformları kabul etmek zorunda kaldı. Sibirya'ya göç 20. yüzyılın başlarında özellikle Stolipin'in tarım reformu sırasında hızla artmıştır. 1906 ve 1914 yılları arasında dört milyondan fazla yerleşimci bu bölgeye geldi.

      1914 yılında Rusya, Avusturya-Macaristan'ın kendi müttefiki olan Sırbistan'a savaş ilanına tepki olarak I. Dünya Savaşı'na girdi ve birden fazla cephede Üçlü İtilaf müttefiklerinden izole olarak savaştı. 1916 yılında Rus Ordusu Brusilov Saldırısı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunu neredeyse tamamen imha etti. Ancak, yüksek kayıplar, yolsuzluk ve ihanet söylentileri, rejimin zaten mevcut kamu güvensizliği savaşın yükselen maliyetleri ile derinleşti. Bütün bunlar 1917 Rus Devrimi için zemin oluşturmuştur.

      • Konu 3

        3.         Hafta                          Çarlık Rusya’sının Kafkasları İşgali

        Konular:  Kabardey, Çeçen beylerinin ve Kakhet Çarının Moskova’ya yardım için müraciatı; Petronun Kafkasya seferi; Rus askeri taktiği; Rusya-Osmanlı ve Rusya-İran savaşları; Şeyh Şamil hareketi (1836-59).

         Temel Okumalar:    

        -         Kezban Acar, Kafkasya'da Rus İstilası ve Direniş Hareketleri - https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=356212&/Kafkasyada-Rus-%C4%B0stilas%C4%B1-ve-Direni%C5%9F-Hareketleri-/-Dr.-Kezban-Acar-

        -      Tarihsel Açıdan Kuzey Kafkasya,

                    http://www.bilgesam.org/incele/998/-tarihsel-acidan-kuzey-kafkasya/#.WME3339-u-c    

        -           Ufuk Tavkul, Kafkasya Gerçeği, s.85-118;

        -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

        -           Youtube’dan değişik videolar.

        Ders Notları:

        On dokuzuncu yüzyılda Kafkasya farklı etnik grupları ve Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Çerkesya, Mingrelia, Dağıstan, Osetya, Abhazya ve Karakalpakların, Çeçen ve İnguşların topraklarını içine alan geniş bir bölge idi. İlkçağlarda Romalıların-İskitlerin-Perslerin, Ortaçağlarda Bizanslılar-Sasaniler-Hazarların hakimiyet mücadelesine sahne olan bu bölge, 19. yüzyılda da İranlılar-Osmanlılar-Ruslar ve daha sonraları İngilizlerin etki ve mücadele alanı haline geldi. Bu derste, 19. yüzyılda Rusların Kafkasya'yı hangi amaçla ve nasıl işgal ettikleri ve onlara karşı gelişen direniş hareketlerinin özellikleri ve gelişimi açıklanacaktır. Bu yapılırken, bir anlamda Rus emperyalizminin Kafkasya'da yayılışının ana safhaları verilecektir.

        Rusların Kafkasya'ya ilgilerinin başlangıcı 16. yüzyılın yarısına kadar gider. Birçok modern tarihçi Rusya'nın 1552'de Kazan Hanlığı'nı zapt ettikten ve 1556'da Hacitarhan'ı ele geçirdikten sonra Kuzey Kafkasya'ya doğru açılmaya başladığını yazarlar. 18. yüzyılda Kafkasya'daki Rus işgali Petro ve Katerina döneminde yeni bir ivme kazandı. Petro 1722-23'te Derbend ve Bakü'yü ele geçirdi, ama bu başarılar "kısa ömürlü idi ve Ruslar İran Şahı Nadir Şah'ın baskıları sonucu buralardan geri çekilip, 1735 Gence Antlaşması ile Derbend ve Bakü'yü İran'a bırakmak zorunda kaldılar ve bu iki şehir Ruslar tarafından ancak 1812'de kesin olarak ele geçirebildi.

        Çariçe Katerina döneminde de Rusya'nın Kafkasya'nın işgaline yönelik çabaları devam etti. Ruslar Kabartayları ele geçirerek Kafkasya'daki merkezi geçitler üzerinde hâkimiyet sağladılar. Her ne kadar Osmanlı Devleti Rusların bu ilerleyişini 1768-74 Savaşı ile durdurmak istedi ise de başarılı olamadı. "Çerkesler ile Çeçenleri Kafkas hattına gönderme çabaları başarıya ulaşamadı. Ruslar, Daryal geçidini ilk defa, hem de bir araba yolunu inşa ederek aştılar ve Gürcü İmareti Krallığı'nın başkenti olan Kutayis'i (Kutais) ele geçirdiler." Osmanlı Devleti daha sonra bu bölgedeki Rus ilerleyişini kesmek için ve kendi ekonomik ve stratejik çıkarlarını korumak için 1781'de Karadeniz'in Asya kıyısında Anapa Kalesi'ni inşa ettirdi. Bu nokta Osmanlı'nın bölgede etkili olmasını sağlıyordu.
        Dağlılar arasında Rusya'ya karşı tutum içinde olan feodaller buradan destekleniyor, akınlar düzenlemek için gerekli hazırlıklar buradan yapılıyordu. Anapa aynı zamanda köle ticaretinde de önemli bir merkezdi. Burası Osmanlı tacirleriyle yerli feodaller arasında ticari işlemlerin yapıldığı yerdi. Anapa İslam'ın yayılması ve propagandası açısından da önemli bir yerdi.

        Osmanlı'nın bu ve benzer çabaları Rus ilerleyişini durdurmaya yetmedi. Özellikle Kuzey Kafkasya'da Ruslar önemli başarılar elde ettiler.

        Başarılarında askeri işgallerini birtakım sosyal, ekonomik ve siyasi politikalarla desteklemelerinin önemli bir rolü vardı. Bu politikaların başlıca özellikleri şunlardı: a) Kafkas topraklarına Kazak askerleri ve köylülerinin yerleştirilmesi ve stanitsaların kurulması b) Kafkas halkları içindeki sınıfsal anlaşmazlıklardan yararlanarak bazı ödüller ve imtiyazlar karşılığında eşraf ve feodal beyleri kendi taraflarına çekmek c) İslam dininin ve din adamlarının Kafkas toplumları içindeki etkisini azaltmak. Bu politikaları Ruslara Kafkasya'yı işgallerinde yardımcı oldu. Ama yine de Rusların Kafkasya'yı fethi çok kolay olmadı. Özellikle 19. yüzyılın başından itibaren görülen Kafkas direniş hareketleri Rusya'nın karşısına çıkan engellerden biri idi. Buna rağmen 1804-1810 yılları arasında Ruslar Kafkasya'da özellikle General P. Sisianov'un Kafkasya komutanlığı döneminde önemli kazanımlar elde ettiler.

        Sisianov) Karabağ, Şirvan, Şeki ile kolayca anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalar uyarınca, hanlar iç işlerinde tamamen serbest olacaklar ve hanedanlar veraset haklarını koruyacaklardı. Karşılık olarak Rus garnizonlarını kabul edecekler, nakdi ve ayni haraç verecekler, daha da önemlisi, "Pax Russica"ya razı olacaklar, yani savaş ve dış siyasete ilişkin haklarını Rusya'ya teslim edeceklerdi. Buna yanaşmayan hanlıklar, Sisianov tarfından güç kullanılarak ikna ediliyorlardı. 1804'te Cevad Han'ın destani direnişine rağmen Gence işgal edildi. İki yıl sonra Derbend ile Kuba alındı...Ruslar ertesi yıl (Bakü'yü) kuşattılar ve çok geçmeden de zapt ettiler. Böylece 1810 yılına doğru Dağıstan ile Kuzeybatı Kafkasya dışında kalan yerler tamamen Rus hâkimiyeti altına düştü.

        Rusların Kafkasya'da ilerleyişi Kafkas halklarının direnişini de birlikte getirdi. Örneğin 1804'te Zolka denilen yerde Rus-İran Savaşı'nı da bahane eden Çerkesler yaklaşık 7000 kişilik bir kuvvetle Ruslara saldırdılar. Ama savaştan sayıca ve silahça üstün olan Ruslar galip çıktı. Benzer şekilde, 1809-1810 yıllarında Kaberdey köylerinde Ruslara karşı isyanlar çıktı ama bu isyanlar da Ruslar tarafından bastırıldı. Bu ve benzeri isyanlar, özellikle 1830'larda başlayanlar, Rusların Kafkasya'yı işgalini önleyemedi, ama büyük oranda zorlaştırdı ve geciktirdi.

        Bununla birlikte, Rusya'nın Kafkasya'yı işgalinde, özellikle 19. yüzyılın ilk yarısında, en belirleyici etken Kafkas-Rus ilişkilerinden çok Osmalı-Rus ve İran-Rus savaşları idi. Osmanlı Devleti ve İran'ın güç kaybetmesi Rusya'nın bölgede daha da güçlenmesi anlamına geliyordu. Rusya'nın bu iki devlete karşı aldığı her başarı onun Kafkasya'da biraz daha yayılması demekti. Örneğin, Rus-İran savaşları sonucunda yapılan Gülistan Antlaşması (1813) ile Rusya "Gürcistan, Guria, İmeretya, Mingrelya ve Abhazya, Dağıstan ve Azerbaycan'ın kontrolünü ele geçirdi." 1828'de İran'la imzaladığı Türkmençay Antlaşması ile ise İrevan da dahil olmak üzere Aras'ın kuzeyindeki bütün topraklarını ele geçirdi ve daha sonra da Kabartaylar, Osetler ve Gürcülerle yaptığı anlaşmalar sonucunda Daryal Geçidi'nden Orta Kura'ya indi. İmeretler ve Mingrelilerle olan dostluğu sayesinde de Rion Havzası'nı ve Suram Dağlarını kontrol eden Rusya, Kafkasya'daki kontrolünü sağlamlaştırmak istiyordu, çünkü bu bölgeyi Akdeniz'e, Hint Okyanusu'na ve Orta Doğu'ya geçişinde bir üs olarak kullanmak istiyordu. 

        Rusya bu yönde 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda imzalanan Edirne Antlaşması ile yeni kazançlar elde etti. Antlaşmaya göre: Osmanlı Devleti Kuban ötesinde Adığe toprakları üzerindeki bütün haklarını kaybederek buraları Rusya İmparatorluğu'nun yönetimine bırakıyordu. Ayrıca Ahıska bölgesinin (Batum dışında) savaş tazminatı olarak Rusya'ya bırakılması, İran'ın da Revan'ı Rusya'ya bırakmak zorunda kalması Kafkaslar'da Rusya egemenliğini kesin biçimde ortaya koyuyordu.

        Rusya'nın Kafkasya'da kontrolünü sağlamlaştırmak istemesinin stratejik nedenleri dışında çok önemli ekonomik nedenleri de vardı. Kafkasya'nın fethi ile Rusya'nın asıl amacı, "I. Petro'nun belirlediği Hindistan'a ve ötesine uzanan ticaret yollarını ele geçirmekti." Diğer bir ifade ile Rusya'nın hedefi Kafkasya değildi; Kafkasya üzerine kurduğu konrol sayesinde İran ve Osmanlı topraklarına uzanmak ve ordan da sıcak denizlere ulaşmak istediği çok açıktı. Belki bu nedenledir ki, Rusya 1829 Edirne Antlaşması ile Kafkasya'da önemli kazançlar elde ettikten ve 1833 Hünkar İskelesi Antlaşması ile Boğazlarda kontrolü sağladıktan sonra, İngiltere Hindistan'da kendi çıkarlarını tehdit altında gördüğünden Rusya'ya karşı muhalif bir politika izlemeye başladı.

        Rusya'nın ekonomik amaçları ile bağlantılı olarak, Kafkasya'da, özellikle Çerkesya'da, otoritesini kurmak istemesinin bir diğer nedeni de Çerkesya kıyılarında devam eden kaçak Osmanlı-İngiliz ticaretini önlemekti. Ali ve Hasan Kasumov'un verdiği bilgilere göre, Çerkesya kıyılarındaki kaçak ticaret 1830'larda oldukça büyük bir boyuta ulaşmıştı. Kaçakçılık yapanların Çerkesya'ya sattıkları başlıca emtia silah, cephane ve tuz idi. Bölgeden kaçak olarak götürülen başlıca mallar ise tarım ürünleri idi.

        Sadece 1830 yılında Çerkesya kıyılarına kaçak olarak Anadolu'dan yaklaşık 200 Osmanlı ve İngiliz gemisi yanaşmıştı. Osmanlı ve İngiliz tüccarları kaçakçılığa ilaveten Osmanlı ve İngiliz yanlısı siyasi propaganda da yapmakta idiler. Bu nedenle Rus Çarı I. Nikola hem kaçak Osmanlı-İngiliz ticaretini önlemek hem de onların Rus aleyhtarı propagandalarını önlemek için Çerkesya'yı işgal planlarına hız verdi. Rusya'nın Kafkasya'da genişlemesi ile doğru orantılı olarak, Rus işgaline karşı direniş hareketleri de arttı.

        Kafkaslıların Rusya'ya karşı direniş hareketlerinin organize edilmesinde ve etkili olmasında en önemli rolü müridizm hareketinin öncüleri İmam Gazi Muhammed ve daha sonraları da Şeyh Şamil oynadı. "Kafkasya'da sosyal ahlakı geliştiren, kabileler arasındaki anlaşmazlıkları kaldırıp birlik ve beraberlik duygularını yerleştiren, hırsızlık, kan davası, cinayet gibi suçların ortadan kaldırılmasını sağlayan 'Müridizm'in hedefi 'din uğruna cihat yapıp hür ve müstakil yaşamak' idi. Bundan da anlaşılacağı üzere Müridizm hem dini hem de siyasi bir nitelik taşımakta idi. Müridizm hareketi en çok Dağıstanlılar ve Çeçenler arasında ilgi gördü. Ama Kafkasya'nın diğer halkları da direnişe katılmak da gecikmedi.

        1840'larda Karadeniz kıyısı halkları, özellikle Adığeler, Rusya ile sıkı bir mücadele içine girdi. Mücadelenin bu dönemde yoğunlaşması ve güç kazanmasının en büyük sebebi 30'lu yılların sonunda inşası biten Karadeniz kıyı hattının inşasının sona ermesinden sonra Adığeler üzerinde artan Rus baskısı ve konrolü idi. 1840'ta ürünün düşüklüğü ve soğuk kış yüzünden hayvanların telefatı sonucu kuban bölgesinde baş gösteren korkunç kıtlık da direniş hareketlerini alevlendiren bir diğer sebep idi. Dağıstan ve Çeçenistan'da olduğu gibi, Kuban bölgesinde de mücadeleye güç kazandırmak ve bütün kuban halkını birleştirmek için, Hacı Muhammed gibi liderler müridizm hareketini yaymaya başladılar. Bahsi geçen liderler Kafkas direniş hareketinde önemli roller oynadılar ama Kafkas halklarının Rusya'ya karşı verdiği mücadelede en önemli isim hiç kuşkusuz Şeyh Şamil idi.

        Rusya'ya karşı cihad ilan eden Şeyh Şamil 1836'dan 1859'a kadar Kuzey Kafkasya'daki Çeçenler, Dağıstanlılar ve İnguşlar gibi Müslüman halkları liderliğinde bir araya getirmeyi başardı. Her ne kadar Rusların yaptığı hatalar da Çeçenistan'ın fethini ve böylece Kafkasya'nın işgalinin tamamlanmasını ertelemişse de, araştırmacılar Kafkas direniş hareketini birleştiren Şamil'in liderlik özelliklerinin de çok önemli rol oynadığı konusunda anlaşırlar: Şamil doğuştan lider, kumandan, diplomat ve politikacı idi. Rusları savaşlarda, entrikalarda ve yapılan görüşmelerde defalarca alt etmeyi becerdi. Rus propagandasının aksine, Şamil kör fanatisizmden uzak birisi idi. Elindeki gücü en iyi şekilde kullanmayı ve hem içerdeki rakipleri ile hem de Ruslarla mücadeleyi başardı. Üstelik bir yandan sürekli savaşlarla, entrikalarla ve görüşmelerele uğraştı, bir yandan da çok sayıda kabileyi bir araya getirdi ve onları bir devlet çatısı altında topladı.

        Şamil'in liderlik özelliklerine rağmen Kafkas direniş hareketi 1860'lı yıllarda, özellikle Şamil'in 1859'da tesliminden sonra, çöktü. 1853 Ekimi'nde Rusya ile Osmanlı Devleti arasında patlak veren, daha sonra 1854'te Fransa ve İngiltere'nin de Osmanlı'nın Sinop donanmasının Rusya tarafından yakılmasından sonra katılımı ile genişleyen Kırım Savaşı, Kafkas halkı için Rusya'ya karşı mücadelelerinde önemli bir fırsat idi. Ama Osmanlı ve İngilizlerin Kafkas direnişini kendi çıkarlarına alet etmek istemeleri ve Şamil'in buna izin vermemek istemesi sonucu bu fırsat olumlu yönde kullanılamadı.

        Şamil'in Rusya'ya karşı mücadelesinde sonuç olarak başarısız olmasının diğer ve daha önemli bir sebebi de Şamil'in kurmuş olduğu İslam devletinin değişik bölgelerine, özellikle Adığe bölgesine atadığı naiblerinin başarısız olması idi. Müridizm hareketinin liderlerlerinin kendi aralarındaki rekabetinin yanı sıra, İslam'ı kullanan Kafkas halkı zenginlerinin köylü halkı sömürmesi ve böylece halkın Müridizmden soğuması da naiblerin başarızıslığına etki etti.

        Bununla birlikte, Kafkas direnişinin başarısız olmasının en büyük sebebi Şamil'in 1850'de Ruslara boyun eğmek zorunda kalması idi. Bu) Kafkaslı Dağlı halkların direnişinin çöküşünü de birlikte getirdi. 1865 gibi Kafkasya'daki bütün halklar ya pasifize edildi ya da sürgün edildiler. Bütün bunlar Rusya'nın Kırım Savaşı'ndan sonra başlattığı kararlı ve sistematik askeri harekatların bir sonucu idi.

        Edward Allworth ve Helene Carrere d'Encausse'nin belirttiği gibi, Kırım Savaşı'ndan sonra Rusların Kafkasya'da dahil olmak üzere bütün Orta Asya'yı işgal süreci hız kazandı. 1860'lardan 1880'lere kadar Rusların Orta Asya'daki fetihleri hakkındaki makelesinde, d'Encausse Kırım Savaşı'nda alınan gurur kırıcı yenilginin Rusya'nın Orta Asya'ya olan ilgisini arttırdığını yazar. Balkan ve Yakın Doğu politikalarında hüsrana uğrayan Rusya, Orta Asya'da gerçekleştireceği fetihler sayesinde yara alan imajını yenilemek ve yıkılan ekonomisini güçlendirmek istiyordu. "Rakipsiz pazarı ve zengin ham maddeleri" olan Orta Asya'nın ekonomik önemi Rusya'nın Orta Asya'ya yayılmasında önemli bir rol oynadı.

        Özellikle Rusya'nın Amerika'dan pamuk ithalini sekteye uğratan Amerikan iç savaşı Rus hükümetinin pamuk üretimi açısından zengin Orta Asya bölgelerine ilgisini arttırdı.

        Daha önce belirtildiği gibi, Şamil'in Rusya'ya boyun eğmesinden sonra Kafkas direnişinin çöküşü ile birlikte, Rusya Kafkasya'yı kontrol altına almayı başardı. Askeri harekatlar dışında, Rusya Kafkasya'da hakimiyetini sağlamak için 'güvenilmez ve potansiyel tehdit' olarak gördüğü birçok Kafkas halkını sürgün etti. Sürgün edilen halklar arasında Abhazlar ve Çerkesler başta gelmekte idi. Kuzeybatı Kafkasya'nın verimli topraklarında yaşamaya alışan Çerkesler göçe zorlandı:(Sistematik fetihler sonucu Rusların 1864'te Kafkasya'nın kontrolünü ele geçirmesinden sonra) Ruslar Çerkeslerin yurtlarında kalmasını imkansız hale getiren baskı ve bir tür saldırı hareketi uygulamaya başladılar. Köyler yağma edildi ve sonra yıkıldı. Büyük baş hayvanlar ve hayatta kalmak için gerekli her şey ellerinden alındı. Rusların yaptığı daha sonra Kafkasya'da ve Balkanlar'da sık sık tekrar edilecek olan -evleri ve tarlaları yakmak ve açlık ve kaçmaktan başka hiçbir şans bırakmamak şeklindeki- klasik zorla göç methodu idi.

        Göç ettirilmeyip pasifize edilenler arasında İnguşlar ve Karakalpaklar da vardı ki zaten Karakalpakların çoğu Rusya ve İran arasında imzalanan 1828 tarihli Türkmençay Antlaşması'ndan sonra Türkiye'ye göç etmişti. Öyle gözüküyor ki, Ruslar Kafkasya'yı fetihlerine ve halklarını pasifize temelerine rağmen, Kafkasya'da hiçbir zaman tam olarak hakimiyet ve kontrollerini kuramadılar. Ne zaman bir fırsatını -ya bir iç karışıklık ya da bir dış savaş- buldular ise, Kafkas halkları Rusya'ya karşı onun düşmanları ile, özellikle Osmanlı Devleti ile, ittifak etmekten geri kalmadılar.

        1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı Müslüman Kafkaslıların Rus kontrolünü sona erdirmek için kullanmak istediği fırsatlardan biri idi. Örneğin, Karakalpaklar Muhtar Paşa kumandanlığındaki Osmanlı'nın Doğu Anadolu ordusuna katıldı ve Ruslara karşı savaştı.30 Benzer şekilde, bir grup Kafkas gönüllü Şamil'in hayattaki en büyük oğlu olup daha sonra bir Osmanlı Generali olan Gazi Muhammed'in liderliğinde bir araya gelip Rusya'ya karşı mücadele verdi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı dönemine ait entelektüel ve askeri yazılarda kendisini gösteren Ruslar ve Kafkaslar arasındaki karşılıklı gerilim ve güvensizliği göze önüne alarak, Ruslara boyun eğen Kafkas halklarının bile Rus yönetimine direnişlerini devam ettirdiği ileri sürülebilir. Onlar direnişlerini ya silahlı bir ayaklanma ile ya da Rus ordusunda savaşmayı reddederek ifade ettiler.

        "1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Kuzey Kafkaslar'ın bazı bölgelerinde (Dağıstan, Çeçenistan, İnguşistan) ve Abhazya'da halk ayaklanmaları ve isyanları meydana geldi. Bunlar, 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve genelde sömürgeciliğe karşı olan en kuvvetli halk hareketleri idi." Rus askeri personeli ve savaş muhabirlerinin cephedeki Kafkas askerleri ile ilgili gözlemleri de isyana katılmayıp Rus ordusuna alınanların bile Rus otoritesini kabul etmediklerini gösterir.

        Aristokrat kökeni ve Severnaia Pchela, Moskovskii Vedomosti ve Russkii Vestnik gibi muhafazakar gazetelerdeki yazılarına rağmen, Rusya'nın Kafkas Cephesi'nde görev yapan Prince Vladimir Petrovich Mescherskii Kafkas Dağlı halklarının, özellikle Çeçenlerin, Kafkasya'daki Rus otoritesini kabulden çok uzak oldukları gerçeğini ifade eder. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile ilgili anılarında, Mescherskii bölgenin şefi olan General-Svustunov'un "dağlıları daha yakından gözetmek ve onların Çeçenistan'da başlayan ayaklanmadan etkilenmelerini önlemek için bir süre daha Grozni'de kaldığını" yazar. Ayrıca, Mescherskii ayaklanmanın "kısa bir süre önce bastırılan yerel halkın yaşadığı Terskii bölgesinin tamanına yayılabilecek nitelikte olduğunu, ama Terskii bölgesinde sürekli bulundurulan Rus birlikleri sayesinde sadece Çeçenistan'la sınırlı kaldığı"nı belirtir. Ayrıca, yazar, "Kafkas eyaletlerinde Kafkaslı dağlıların genel bir ayaklanması olacağına ve bayrama kadar bütün Hıristiyanların katledileceğine dair genel bir beklenti olduğunu" ifade eder. Mescherskii daha sonra asilerin disiplinsiz davranışları ve aul adı verilen Kafkas köylerini baskınlar yaparak ve köylülerin hayvanlarını çalarak yerli halkı kendilerinden soğuttuklarını ve bu nedenle de ayaklanmanın gerçekleşmediğini yazar. Beklenen ayaklanma gerçekleşmese bile, asilerin varlığı Kafkasya'daki Rus yönetiminin tam oturmadığını gösterir.

        Osmanlı-Rus Savaşı'nı Otechestvennie Zapiski (Anavatandan Notlar) adlı liberal bir gazete-dergi için rapor eden N. Maksimov, Avrupa Cephesi'nde Kuban ve Terek Kazakları ile birlikte Kafkas birliğini oluşturan İnguşların savaşmaya gönülsüz olduklarını yazar. Rusya için savaşmak yerine, İnguşların "dînen kardeşleri dedikleri Türklerin" tarafını tutmayı yeğlediklerini belirtir. Maksimov Rus kumandanların onların bölükte karışıklık ve huzursuzluk çıkarmalarını önlemek için bazı "sert ve baskıcı tedbirler" uygulamalarına rağmen, bölükte onları dengeleyecek başka yabancı ögeler olmadığı için, İnguşların disiplinsiz tavırlar sergilemeye devam ettiklerini yazar. Ayrıca Türklere duydukları sempatiden dolayı ve daha da önemlisi, Kafkas askerleri arasında sebep oldukları karışıklıktan dolayı, İnguşlara güvenmenin çok zor olduğunu, bu nedenle de bölük komutanının İnguşları evlerine geri gönderdiğini belirtir.36 İnguşların savaşa karşı gönülsüz tavırları ve bölükteki uyumsuz davranışlarına dair Maksimov tarafından sunulan bu bilgiler İnguşların hâlâ Rus hâkimiyetini kabullenemediklerini gösterir.

        Savaşı Doğu Cephesi'nden bir Rus gazetesi için rapor eden A. N. Maslov ve savaşı Avrupa Cephesi'nden rapor eden Nemirovich Danchenko'nun anıları da Kafkaslıların Rus kontrolüne karşı devam eden direnişlerini gösterir. Avrupa Cephesi'ndeki Kafkas bölüğü ile ilgili açıklamalarında, Danchenko önce Abhazların Rus ordusunda cesurca savaştıklarını yazar, sonra da onları hâlâ Ruslara sadık kaldıkları için tebrik etmek gerektiğini belirterek, her an Abhazların Ruslara karşı bir tavır almasını beklediğini gösterir. Bu da Abhazlarla Ruslar arasında hâlâ tam bir güven ve anlayışın oluşmadığını gösterir.

        Benzer şekilde Maslov'un Doğu Cephesi'ndeki Kafkas ordusunun Kabordinskii bölüğünü oluşturan Karakalpaklar ve Dağıstanlılarla ilgili gözlemleri de bu halklarla Ruslar arasındaki gerginliği ve güvensizliği yansıtır. Maslov Dağıstanlıların o ana kadar "sadakatle ve cesaretle" savaştıklarını ama daha sonra ne olacağını söylemenin zor olduğunu yazar. Kabordinskii bölüğü "çaresiz ve affedilemez eşkıyalardan" oluştuğu için, onlara güvenmenin çok zor olduğunu belirtir. Kars'ta, "bazıları çoktan Rusya'ya ihanet edip, Türklerin tarafına geçti. Şimdi bu bölük hemen hemen ortadan kalktı. Onun dağıldığını söyleyenler var," diye devam eder.

        Bütün bu açıklamalar Rusya'ya karşı direniş gösteren Kafkas halklarının çoğunluğunun Müslüman olduklarını gösterir. Bu nedenle, din farkının Kafkas halkının direnişinde önemli bir sebep olduğu ileri sürülebilir. Rus askeri personelin ve savaş muhabirlerinin Kafkasya'nın gayrimüslim halkları hakkında yazdıkları da bu tezi doğrular niteliktedir. Örneğin, anılarında Rus generalleri ya da muhabirleri Gürcülerle ilgili tek olumsuz bir not yazmazlar. Aksine onları Rus ordusunun "kahraman ve cesur" askerleri olarak tanımlarlar. 19. yüzyılın başında Gürcüler kendileri Rus hâkimiyetini kabul ettikleri için, zaten bir Gürcü direniş hareketi de yoktur. Aynı şekilde Doğu Anadolu Cephesi'ne giden generaller ya da muhabirler Ermenilerden, Müslüman Kafkaslılara nisbeten, oldukça olumlu bahsederler. Her ne kadar onların Rus ordusuna sattıkları buğday fiatlarını yükseltmelerinden şikayet etseler ve özellikle genç Ermenileri eski generasyonlara göre Ruslara daha az sadık ve bencil olmakla suçlasalar da, genelde Ruslar Ermenilerden Müslüman Kafkas halklarından söz ettikleri gibi bahsetmezler. Bunun en büyük sebebi de ne Ermenilerin ne de Gürcülerin, ki her ikisi de Ortodoks, Ruslara karşı hiç bir direnişte bulunmamaları hatta gönüllü olarak Rus hakimiyetini kabul etmeleridir.

        Kafkasya'daki Rus hâkimiyetini tam anlamıyla sağlamlaştırmak için, Rus hükümeti 19. yüzyılın son çeyreğinde birtakım yeni politikalar benimsedi. II. Aleksandr, daha 1860'larda, Kafkasya'nın fethi tamamlandıktan sonra, birtakım politikalar uygulamıştı. Bu politikaların başlıcaları tehdit unsuru olarak görülen grupları sürgün etmek, özellikle de Osmanlı topraklarına göndermek, sınır boylarına "sadık" Kazakları yerleştirmek ve yeni bir vatandaşlık kavramı geliştirerek, bununla ilgili olarak bazı legal, kültürel ve eğitime yönelik reformlar yapmaktı. Ama bu politikalar bazı başarılara rağmen hiçbir zaman Kafkasya'da gerçek Rus hakimiyetini sağlamaya yetmedi. Bunun da en önemli sebebi Rusların baskıcı politikaları ve zorla Kafkas topraklarını işgalleri gerçeği idi. Allworth'un yazdığı gibi, Rus işgalleri "istilacı ile istila edilenler arasındaki ilişkilerde derin yaralar açtı." Rus entelektüelleri ve askeri personelinin 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile ilgili notları ve anılarının da gösterdiği gibi, Rusların Kafkaslar'da açtığı yaralar hâlâ iyileşmemişti.

        Osmanlı-Rus Savaşı'nı takip eden dönemlerde, özellikle III. Aleksandr döneminde, Rus hükümeti Kafkasya'daki hâkimiyetini tam anlamıyla sağlamaya yönelik politikalarına devam etti. Bunların en önemlisi, Kafkas halkları ile birlikte, ülkedeki, Yahudiler gibi, diğer gayr-i Ortodoks halklara karşı yürütülen Ortodokslaştırma politikası idi. Bu politikaya karşılık, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit de pan-İslamizm politikasını benimsedi. "Batı'nın ve Rusya'nın sömürgesi olan Müslüman ülkeleri Osmanlı Sultanı olan ve Halife sayılan Abdülhamit'in çevresinde birleştirmek pan-İslamizmin başlıca gayelerinden biriydi."

        Bu Osmanlı politikasının etkili olmasını önlemek için Rus Kafkas yetkilileri "müslüman din görevlileri ve çevrelerini faaliyetlerini sıkı takibe almak, gizli polis ve güvenlik güçleri gibi" her türlü tedbiri almıştı.

        Bu dönemde Ruslara karşı çok güçlü bir Kafkas direniş hareketi yoktu. Bu Rusların Müslüman halkları Ortodokslaştırma politikası veya Kafkas halklarını idari ve sivil anlamda Rus halkının bir parçası haline getirmeye yönelik reformlarından çok, birçok Kafkaslı halkı göçe zorlamaya devam etmesi ile ilgili idi. 1871-84 yılları arasında sadece Kuban vilayetinden Osmanlı ülkesine "3.598, 1888'te 3.421, 1890'da 9.153, 1895'te 3.998 Adıge sürülmüştür ki toplamı 20.161 kişi oluyor." Sürgünler 19. yüzyılın son çeyreğinde Kafkas halklarının Rusya'ya karşı direnişini baltalayan en önemli sebeplerdendi.

        …Rus çarlığı, asırlarca coğrafî konumu gereği, önce Karadeniz’in kuzeyini ele geçirmek sonra da batıda Türk boğazlarına ve Balkanlara, doğuda Kafkas­ya’ya hâkim olarak güneye inme siyasetini takip etmiştir. Ancak, Kafkasya, Rusya’nın Anadolu, İran ve Suriye’ye inişini engelleyen doğal bir settir. Kafkasların bu özellikleri ile Ruslar için askerî ve ticarî bir önemi vardır. Bu nedenle Rus çarlarının çoğu bu geniş ve verimli sahayı Ruslaştırmayı ve ahalisini kendine bağlamayı ilke edinmişti.

         

        Rusya, 1552’de Kazan’ı ve 1556’da Astrahan’ı hâkimiyeti altına aldıktan sonra Kuzey Kafkasya’ya doğru ilerlemeye başladı. Bu iki hanlığın zaptından sonra Ruslar, Kabartaylar üzerine yoğun taarruz hareketine başladılar. Bu taarruzlar neticesinde bölge işgal edildi. Osmanlı Devleti, 1774 Küçük Kay­narca Antlaşması’yla Kırım’ın bağımsız olması yanı sıra Kabartayların Rusya’ya terk edilmesini de kabul etmek zorunda kaldı. Böylece Rusya Kuzey Kafkasya’ya sokulmaya başlayınca 1777’de Rus-Çerkes çatışması patlak verdi. Ruslar, Kırım ve Kuzey Kafkasya’da askerî harekâtın yanı sıra kolonileştirme faaliyetine de giriştiler. Rus kolonileştirme metodu: Askerî harekât sonrası işgal edilen sahalara kaleler inşa etmek ve çevresine Kozakları (Rus Kazakları) ve Rusya’nın içerilerinden getirtilen Rus göçmenlerini iskân etmekti.

         

        İlhak sonrası Kuban bölgesindeki Müslümanlar genel bir kıyıma maruz kaldılar.

         

        1832 yılında Kuzey Kafkasya’da tüm bölgeyi boydan boya birbirine kaleler ve çiftçi Hıristiyan topluluklarla bağlayan ünlü Kozak Hattı tamamlanacaktır. Öte yandan, Ortodoks kilisesi vasıtasıyla bölge halkının bir kısmı Hıristiyanlaştırılacak ve özellikle Osetlere karşı misyonerlik faaliyetleri yürütülecekti.

         

        Kuzey Kafkasyalıların ilk örgütlü direnişi, 18. yüzyılın sonlarına doğru Dağıstanlı Şeyh Mansur tarafından gerçekleştirildi. Şeyh Şamil döneminde Dağıstan ve Çeçenistan’ın bütününü etkisi altına alacak olan Müridizm (Gazavat) hareketini de başlatmış oldu. Asıl adı Uçerma (Ruslar Uçurma der) olan Şeyh Mansur, Ruslara karşı beş yıl savaştıktan sonra 1791 yılın­da tutsak edilerek Petersburg’a götürüldü ve 13 Nisan 1791’de de idam edildi. 1790’a kadar İmam Mansur’un yönetiminde Çerkes kuv­vetleri ve Rus orduları savaştılar. 16 Şubat 1801’e gelindiğinde Rusya, Gürcistan’ı ve Abhazya’yı ilhak ettiğini açıkladı. Bu tarih­ten sonra Rusların Kafkasya’da hâkimiyeti daha da artmaya başladı.

         

        Kafkasya Dağlılarının İstiklâl Mücadelesinde Müslüman din adamları önemli rol oynadılar. Özellikle, Çerkesya’daki halkın özgürlüklerine düşkünlüklerinde İslami duruş önemli bir mevzi sağladı, 19. yüzyılda Rusya’nın Kafkasları işgal etmesini yıllarca geciktirdi ve Kafkasya halkları arasında birlik ve dayanışma oluşturulmasına vesile oluşturup, Ruslara karşı ortak kimlik özelliği vererek Kafkas halklarının “Birleşik Kaf­kasya” ideali etrafında toplaşmasını sağlamada alternatif mey­dana getirdi.

         

        1829 tarihi, Kuzeydoğu Kafkasya’da başlayan aynı zamanda Kafkasya’nın özgürlük mücadelesinde önemli dönüm noktalarından biri olan “Gazavat” savaşlarının da başladığı tarihtir. Aynı zamanda Çarlık Rusya’sının ordularına karşı dire­niş, zamanla birkaç kabilenin direnişi olmaktan çıkıp tüm Kuzey Kafkasya’nın özgürlük savaşına dönüşecek yeni bir dönemin adıdır. İmamların öncülüğünde yavaş yavaş bütün Kafkasya’ya yayılan özgürlük savaşı, cesareti, halkları harekete geçirmedeki ustalığı, politik ve taktik yeteneği ile Şeyh Şamil bu hareketin en kıdemli ve en karizmatik önderi oldu. 

         

        İmam Gazi Muhammed, 1829’da Kafkasya özgürlük Mücadelesinden en etkili Gazavat (Ruslara karşı cihad) hareketini, arkadaşı Şamil’le Dağıstan’da  başlattı. 1832’de Gazi Muhammed, Ruslar tarafından Gimri’de şehid edildi. Şamil son anda kurtuldu, aylarca yaralı yattı. İmam Hamzat, Gazi Muhammed’in yerine geçti. O’nunda 1834’de Hunzah’da Cuma namazı kılarken şehit edilmesinden sonra, İmamlığa Şamil seçildi. Ruslara karşı yaklaşık 25 yıl mücadele verdi. 1834 tarihinden itibaren Dağıstan’da, Çeçenistan’da, Osetya’da, Karaçay ile Kabardey’de ve Batı Çerkesya’da ortaya çıkan kurtuluş mücadeleleri ortak ulusal karakter kazandı.

         

        1848’de Şamil’in naibi Muhammed Emin, Kuzeybatı Kafkasya’da faaliyet gösterdi. Muhammed Emin, Şamil’e bağlı ama gerçekte tamamen adige geleneklere göre yönetilen bir yönetim biçimi kurarak önemli bir başarı sağladı. Onun sayesinde, halk, sömürgeciliğe ve baskılara karşı olduğu için “Gazavat” bayrağı altında Ruslarla mücadele etti.

         

        Kafkasya’da bütün bunlar olurken. Batılı devletler ve Osmanlı da olayları yakından takip ediyordu. Artık Avrupa, Kaf­kas-Rus Savaşı’nın acımasız ve haksız olduğu kadar, kanlı ve dengesiz olduğunu iyice anlamıştı. Fakat İngiltere kendisinin Uzak doğuda menfaatleri için kuzey Kafkasya ile ilgilenmekte, Rusya ile arasının açılmasını istememekte idi. Osmanlı ise mağlubiyetler sonucu; Türk-İslâm coğrafyasının dört bir yanından gelen göçler karşısında elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Fakat bu gaileler ile baş edecek gücü yoktu.

         

        Rusya, Kırım Savaşı (1853-1856) sonrasında kendisini Kafkasya’da tamamen serbest hissetti. Kafkas topluluklarına karşı uzun yıllar sürecek olan taarruzlarını artırdı. Şeyh Şamil’in 1859 yılında teslim olma­sıyla Müslümanların Ruslara karşı yaptıkları savunma harekâtı kuvvetinden çok şey kaybetti. Bu tarihten sonra mücadele bir süre daha devam ettiyse de genel direniş 1863-1864 yıllarında sona erdi. Osmanlı ülkesine Çerkes göçü esasında 1829 Edime Antlaşması’ndan sonra başlamış ve 1860’larda ivme kazanmıştı. Fakat sayıları yüz binlerle ifade edilen Çerkes kafilelerinin toplu göçünün başlaması 1864 yılına denk düşmektedir. Bu tarihten itibaren Kafkas­ya’dan Anadolu’ya ve Rumeli’ye yönelik kitle göçleri yeniden başladı.

         

        1860’a kadar Rus memurları Kafkas toplumlarının göçlerini memnuniyetle karşılıyorlardı. Baskı, tahsil edilen ağır vergiler ve Sibirya’ya yapılan sürgünler göç hareketlerini hızlandırmıştı. Osmanlı Devleti kendisine sığınan Kafkas göçmenlerini Anadolu ve Rumeli’ye yerleştiriyordu. Oysa Rusya ileriki yıl­larda Tuna’dan Ege denizine kadar uzanan sahada kendine bağımlı bir Bul­garistan kurmayı plânlamıştı. Bu nedenle, Kafkas göçmenlerinin bir kısmı­nın Tuna’nın güneyine yerleştirildiğini gören Rusya, derhal Kafkas politika­sını değiştirdi. Yeni plâna göre, yerli ahali zorla Kafkasya’da tutulacak ve Hristiyanlaştırılacaktı. Yahut Hristiyan olmayanlar Osmanlı topraklarına gitmeye mecbur bırakılacaktı.

         

        Ruslar Çerkeslerin vatanlarından sürülmelerini düzenle­mek amacıyla 10 Mayıs 1862’de bir komisyon oluşturdular. Resmi olarak Kafkasya’dan yerli halkların Osmanlı topraklarına sürülmesi, 1862 yılında işte bu Kafkas Komisyonu’nun konuyla ilgili kararı onayladıktan sonra, askeri ve siyasi bir önlem olarak uygulandı. Bu dönemden sonra da artık Çerkesler için ölüm ka­lım savaşları başladı. Çar döneminin şoven tarihçisi R. A. Fadayev bu döneme ilişkin olarak 1865’te şöyle yazdı: “Çerkes toprakları devlete lazımdı, onların kendilerine ise hiç gerek yoktu.”

         

        Bu karardan sonra Çarın orduları işgal edilen top­raklardaki halkları planlı bir şekilde ve bir daha toparlanamayacak şekilde toptan yok etmeye, imha etmeye başladılar ve yerlerine Rusları veya Rus Kazakları yerleştirmeyi yoğunlaştırdılar.

        https://www.altayli.net/wp-content/uploads/2012/12/Kafkasya1.png

        Çerkeslerin nasıl topyekûn imha ve sürgün edildikleri bir başka Rus askeri hatırasında şu şekilde kayda geçilmişti: Savaş son de­rece amansızsa cereyan ediyordu. Biz geri dönülmesi imkânsız bir tarzda ve askerin bastığı her toprak parçasını son ferde kadar Çerkeslerden temizlenerek adım adım ilerliyorduk. Kar erir erimez ve ağaçlar yeşermeden önce yüzlerce köyleri ateşe veriyorduk. Ekinler atlara yediriliyor veya çiğnetiliyordu. Köy nüfusu gafil avlandığı takdirde, derhal asker korumasında en yakın Kazak köyüne götürülüyor ve daha sonra Türkiye’ye sevk ediliyordu. Bizim yaklaşımımız sırasında boşalan kulübelerde çoğu zaman masanın üzerinde içinde kaşığı ile beraber henüz soğumamış lapaya, üstünde iğne takılı tamiri yarıda kalmış elbiselere, döşemeye yayılmış bir şekilde bırakılan çeşitli çocuk oyuncaklarına rastlıyordu. Fakat bezen askerlerimizce canavar­lığa kadar varan hunharca hareketler de yapılıyordu. 

         

        Amerikalı bilim adamı Justin McCarthy Ölüm ve Sürgün isimli eserinde şu acı hatıraları nakleder: “Kendisi de Kafkasya’daki kıyıma tanık olmuş bulunan [ünlü yazar] Kont Lev Tolstoy, Kafkasyadaki Müslüman köylerinin Ruslarca işgalini şöyle anlatıyor: “Avul’lara (köylere) gece karanlığında dalıvermek âdet edinilmişti; böylece, tam baskına uğramış olan kadınlar ve çocuklar kaçacak zaman bulamıyordu ve gece karanlığının örtüsü altında Rus askerlerin, ikişer üçer, evlere girmesini izleyen dehşet sahneleri öylesineydi ki bunları hiçbir resmî rapor görevlisi [raporunda] aktarmağa cesaret edemezdi”.

         

        “Ruslar, Çerkesler için kendi köylerinde yaşam sürdürmeyi imkânsız kılacak bir saldırı ve zulüm dizisine başvurdular. Köyler önce talan ediliyor, arkasından yakılıp yıkılıyordu. Sürü hayvanları ve yaşam sürdürebilmek için gerekli başka her şey, halkın elinden alınıyordu. Rusların benimsediği yöntem, daha sonra Kafkasya’da ve Balkanlarda tekrar tekrar uygulanacak olan, göçe zorlamanın klâsik yöntemi idi: evleri, tarlaları yak, yık; kaçmaktan ya da aç kalıp ölmekten başka seçenek bırakma.”

         

        1862-1864 Çerkesya’nın çaresiz kaldığı yıllardı. Çerkeslerin önlerinde üç seçenek bulunuyordu: Hıristiyan olmak, Kuban’ın sol kıyısına yerleşmek ya da Osmanlı’ya gitmek. Çerkesler, Osmanlı Devletine gitmeyi seçtiler. Osmanlı Devleti, Rus zulmü karşısında yüzyıllarca kahramanca mücadele etmelerine rağmen, çaresiz kalan soydaşlarına, dindaşlarına, kucak açtılar. O yıllarda Osmanlının kendisi, girdiği savaşlardan sürekli yenik çıkmakta, borç batağında yüzmekte idi. Tamamen kardeşlik ve  insanlık duyguları ile hareket ve yardım ediyordu.

         

        Bazı yazarların zaman zaman iddia ettiği gibi, Osmanlı bu göçü teşvik etmemişti. Hıristiyan unsurlara karşı kullanma gibi bir düşüncesi de yoktu. Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde bununla ilgili onlarca belge bulunmaktadır.* (*BAO, İrade, Dahiliye. 30579, lef-2) Üstelik Balkanlara ve Anadolu topraklarına yerleştirilen göçmenler uzun bir süre vergiden ve  askerlikten muaf olacaklardı. Osmanlı devleti, muhacirleri bir an evvel verimli arazilere yerleştirmek ve üretken hâle getirmek istiyordu. (4) Fakat kader, ne Osmanlıyı, ne de Kafkas göçmenlerini rahat bıraktı. Sırp, Bulgar isyanları, çarlık ordularının baskısı neticesinde Osmanlı Türkleri ile omuz omuza düşmanlara karşı savaşmışlar birlikte İkinci bir göç dalgası ile Balkanlardan Anadolu’ya gelmişlerdir.

         

        Üstelik Ruslar, Osmanlı makamlarının Kafkasya göçmen­lerini Kafkasya sınırından uzak yerlere iskân edebileceklerini belirtti ve uygulattı. Avrupalılar da Osmanlı içindeki Hıristiyan azınlıkları korumak maksadı ile Kafkasya göçmenlerini Hıristiyanlardan uzak yerlerde iskân edilmelerini istiyorlardı. Onlarda isteklerini Osmanlı’ya kabul ettirdiler.

         

        1864 yılı Mayıs ayının 20’sine gelindiğinde Çarlığın 4 ayrı ordusu Ubıh bölgesinin Soçi yakınlarındaki kıyıdan 50-60 km içeride, Mzımta nehrinin sağ kıyısında bulunan Kbaada Vadisi’nde buluştular. Bir gün sonra 21 Mayıs 1864’te bu dört ordu birleşerek Kafkasya’yı boşaltmanın şenliğini yaptılar, sava­şın sonunu ilan edip Çarlık döneminin zaferi olarak andılar. Fa­kat aynı tarih bugün Çerkeslerin sürgünün yıldönümü olarak andıkları tarihtir.

         

        İşte bütün bu yaşanan olaylar neticesinde Kafkasya, Kaf­kasya’nın gerçek sahipleri olan Çerkeslerden arındırılmıştır. 1864 sürgününden önceki dönemlerde Adıgelerin nüfusu 1 milyondan fazla idi. Ama 1864 sürgününden sonra toplam 50 binden azdı. Bu nüfusun 418 bini sadece 1863-1864 yılları arasında yerlerinden edildiler. 1858-1864 yılları arasında sadece Kuzeybatı Kafkasya’dan 398.955 kişi Osmanlı topraklarına göç ettirilmiştir. Bir tek yıl içerisinde, 1864’te 342.748 Adige yerlerinden olmuştur. 1865’te ise 106.795 Adige sürülmüştür. Kısacası Çerkeslerin %10’luk bir kısmı hariç tamamı yerlerinden yurtlarından sürüldüler.

         

        Bazı Çerkesler zor koşullar karşısında her şeyi göze alıp anavatanları Çerkesya’ya dönmek istedi. Fakat İstanbul’daki Rus konsolosluğuna başvuran göçmenlere verilen cevap “Dağlı­ların geri dönüşü söz konusu bile olamaz” şeklinde oldu.

        Kısa bir süre içerisinde Kafkas sıra dağlarını aşan on bin­lerce dağlı, bütün mallarını ve mülklerini bırakarak Anapa, Novorossiysk, Tuapse, Soçi ve diğer limanlara birikti. Karadeniz’in Kafkasya kıyısına yüzlerce gemi doldu.

         

        1864’de Kafkasya’yı tamamen işgal eden Rus­ya, Abazaların meskûn olduğu yerleri istilâ edince kendi­lerine emniyet duymadığı gerekçesiyle Abazaları Kuban bölge­sine yerleştirmek istedi. Kabile mensuplarının bir kısmı bu uygulamaya ria­yet ederken, yaklaşık 50.000 kişi Türk topraklarına göç etmek istedi. Hatta 5.000 kadarı Babıâli’nin kararını beklemeksizin Trabzon’a geldi. Bu tarih­ten sonra Kafkas toplulukları hür olmak, can, mal ve ırz güvenlik­lerini teminat altına alabilmek amacıyla göç kararı aldılar.

         

        Göç etmeye karar verenler, taşınabilir veya taşınamaz mal varlıklarını hiçbir tazminat almaksızın Ruslara terk ederek köylerinden ayrıldılar. Kadın, çocuk, ihtiyar binlerce kişi, kitleler halinde dağlardan inerek Karadeniz sa­hillerinde birikti. Buralarda kış ortamında korunmasız ve giyeceksiz uzun bir süre beklemek zorunda kaldılar. Ekserisi perişan ve telef oldu.

         

        Samsun ve Trabzon ana çıkış limanlarıydı, bu limanlara gelenler hastalığa tutuldu. Açlık, soğuk ve salgınlardan binlerce insan ölüyor ve adeta bir can pazarı yaşanıyordu. O döneme ta­nık olan ve Çar yönetiminin askeri sömürgeci işgaline hak veren A. P. Berje bile şöyle yazdı: “17 bin dağlının toplandığı Novorossiysk koyunda gördüklerimi unutmayacağım. Hıristiyan olsun, Müslüman olsun, ateist olsun onların durumlarını gö­renler mutlaka çöker ve perişan olurdu. Ruslar, Çerkeslere hay­vanlara bile yapılmayacak şeyler yaptılar. Şu gördüğüm olayları kâğıda gözyaşım damlamadan nasıl yazacağım? Kışın sağunda, kar, yağmur altında, evsiz, yiyeceksiz ve elbisesiz bu insanları tifo ve çiçek hastalığı da durumlarını iyice kötüleştiriyordu. Anasız kalmış bebekler ağlaşıyor, aç bebekler ölmüş anne­lerinin göğüslerinden anne sütü arıyorlardı; genç bir Çerkes kadını paçavralar içinde, açık havada, ıslak toprağın üzerinde iki yavrusu ile birlikte uzanmış, biri ölüm öncesi çırpınışlarla yaşamla mücadele veriyor, diğeri ise soğuktan kaskatı kesilmiş annenin göğsünden açlığını gidermeye çalışıyor. Binlerce insan göz önünde ölüp tükeniyordu ve böyle manzaralara sık sık rastlanıyordu.”

         

        Öylesine korkunç dramlar yaşanmakta idi ki, bugün ancak sinemalarda izleyebileceğimiz olaylar yaşandı. Örneğin, “ölü ço­cuğu günlerce saklayıp ninnilerle uyutur gibi yapan, ama kokan çocuk kucağından sökülüp denize atılınca, bir an bile düşün­meden kendini onun ardından azgın dalgalara fırlatan Kafkas­yalı anne. Bunun gibi nice örnekler anlatılır. Bu yüzden o yolcu­lukta sağ kurtulup yüz yaşına kadar Anadolu’nun bir dağ kö­yünde yaşayan bir Çerkes ninenin hayatı boyunca bir kez bile olsun balık yemediği söylenmektedir.” Benzer acı hatıralar Kırım Türkleri tarafından da yaşanmıştır.

         

        Göç hareketi 1865’ten sonra her ne kadar kitlesel boyutunu kaybettiyse de yine de devam etti. 1856-1876 seneleri arasında göç edenlerin miktarını kesin olarak ortaya koymak mümkün görünmemektedir. Bu hususta verilen rakamlar 600.000 ile 2.000.000 arasında değişmektedir. 1877-1878 Savaşı’nı müteakip göç yine kitlesel, boyuta ulaştı ve 1877-1900 yıllan arasında Doğu Anadolu ve Kafkasya’dan en az 300.000 kişi göç etti. Osmanlı Hükümeti (Babıâli), Saltanat-ı seniyyenin tebaası (nüfusu) yeterli olmakla birlikte, iltica emeliyle vatanlarını terk edenleri reddederek Rusya’nın kahır ve şiddetine bırakmayı hilâfetin şanına muvafık bulmadığı için göçmenlerin kabul edil­mesini kararlaştırdı. Kafkasya’nın Karadeniz sahillerinde biriken göçmenler, ilk olarak bu­labildikleri sandal, kayık, vapur ve benzeri vasıtalarla Trabzon’a geliyorlar­dı. Buradan Osmanlı Devleti’nin kendilerine tahsis ettiği deniz vasıtaları ile Varna, Köstence, Bergos ve Lom gibi Rumeli limanlarına taşındılar. Bu limanlarda birikenler ise Tuna nehir yolu, demiryolu ve karayolu vasıtalarıy­la Rumeli’nin iç kesimlerine sevk edildiler. Göçmenlerin taşınmasında Fevaid-i Osmaniye, Tersane-i Amire, Tuna, Bursa ve Rus kumpanyaları ile tüccarlara ait gemilerin kiralanması yoluna gidildi.

         

        Anadolu’ya yerleştirilecek olan göçmenler ise iskân bölgesine en ya­kın Karadeniz limanına taşınıyordu. Bu limanlar, başta Trabzon olmak üzere Samsun, Sinop ve İnebolu idi. Göçmenler, Bursa Şirketi veya sair şirketlere ait vapurlarla Trabzon, Samsun ve Sinop’tan İstanbul’a oradan da İzmir’e sevk edildiler. Bazı göçmen grupları ise karayolu ile Türk topraklarına giriş yaptı.

        Kayıt altında olan sürgün veya göçe zorlanmış Çerkeslerin miktarı hakkında hiçbir zaman gerçek sayı tespit edilememiştir. Çünkü birçok nüfus hareketi kayıt dışı gerçekleştiği gibi ölüm oranı da tespit edilememiştir. Sayısı 10’dan fazla olan çıkış limanlarında düzenli bir kayıt tutulmaması ve bu limanlarda hiçbir bağlantının bulunmaması; yüksek oranlara varan ölümün kesin olarak bilinememesi, tutulan kayıtların ise belli bir yer ve zamanla sınırlı tutulması ve kesin olan rakamların da kamuya duyurulmasının engellenmesi gibi nedenlerden ötürü ‘Büyük Çerkes Sürgünü’nde Kuzey Kafkasya’dan çıkarılanların kesin sayısını gösteren tam güvenilir istatistikler yoktur. Fakat buna rağmen bazı araştırmacılar yaklaşık belli bir sayı vermektedir. Bunların en azı 600 bin ve en çoğu ise 2 milyon arasında değişmektedir.  Fakat, sürgün sırasında bu insanların neredeyse yarısı hayatlarını kaybetmiştir. Batan gemiler, kıyılara vuran binlerce cesetler, varılan liman veya şehirlerde çeşitli hastalıklardan ölenlerin bilinen sayıları bile korkunç boyutlardadır. Sadece Trabzon’da 1865’e kadar 53.000 Kafkasyalı vefat etmiştir.

         

        Kafkasya’da ne kadar nüfusun yerlerinde edildiği konu­sunda oldukça farklı rakamlar telaffuz edilmektedir. Rus verile­rini dikkate alan veriler bu sayının 500 bin ile 1 milyon arasında olduğunu belirtirken, Türkiye kaynaklı çalışmalarda 1 ile 2 mil­yon civarında olduğu iddia edilmektedir. Örneğin, Habiçoğlu ve Polatkan için bu rakam 1,5 milyon civarındadır. Polatkan’a gö­re. Büyük sürgün sürecinde yerlerinden edilen Çerkeslerin 200 ile 400 bini Balkanlara, 1 milyonu Anadolu’ya, 25 bini Suriye ve Ürdün’e ve 10 bin kadarı ise Kıbrıs’a yerleştirilmişlerdir. Yine, Rus kaynaklarını referans gösteren Avagyan’a göre ise bu ra­kam 398 bin kişi ile sınırlı idi. Aynı belgelere dayanan Ceridei Hava­dis gazetesi(8 R 1278/Ağustos 1861) 1855’ten 1861’e kadar 350 bin göçmenin Osmanlı topraklarına geldiğini yazarken, Sadrazam Ali Paşa 1864’te padişaha verdiği raporda 1855-1864 arası dönemde 311.333 kişi olduğunu belirtiyordu. Fakat 1861’den sonra da çok yoğun bir şekilde Kafkasya’dan ayrılmalar/sürü­lmeler olmuştur. Bu döneme ait sürgün ancak 1865’te tamam­lanabilmiştir. Yine McCarthy’e göre 1856-1864 arası toprak­larından çıkartılan Çerkes sayısı takriben 1.200.000 kişidir. Bunlardan 400 bin kişi yollarda yaşamını yitirmiş ve 800 bin kişi de yerleşim yerlerine ulaşabilmiştir. Avagyan’ın kendisine göre 1857-1866 arasında 1 ile 1,5 milyon arasında nüfus Osmanlı İmparatorluğuna yerleştirilmiştir. Berzeg’e göre, 1857-1876 yılları arasında 1.400.000; Akarlı’ya göre, 1860-1878 arası 400.000; Karpat’a göre, 1859-1879 arası 2 milyon; Kafkasya Genel Valisi’ne göre 1858-1864 arası 398.000; Ali Meram Ke­mal’e göre, 1 milyon (ve bu nüfusun 300 bini Balkanlara ger­çekleştirilmiştir); Dündar’a göre 1859-1979 arası 2 milyon; Erkan’a göre 1860-1876 arası 700.000; Bice’e göre, 1859-1879 arası 2 milyon; Journal de Costantinople’nın 11 Ocak 1865 ta­rihli haberine göre, 520.000; Bianconi’e göre, 1876 tarihi itibariyle 600.000; Fadeyev’in 1864 tarihi itibariyle 1 milyon; D. E. Eremeev 1875 tarihi itibariyle 1.800.000; genel olarak Aydemir’e göre, 1,5 milyon (300 bini Balkanlara); İpek’e göre, 1.508.000 (yine 300 bini Balkanlara); Tuna’ya göre, 800 bin; R. G. Landa’a göre, 1-3 milyon arası; Kaflı’ya göre, 1.616.000; İstanbul’da ilk defa Çerkesce basılan Guaze dergisine göre, 1.760.000 kişi Kafkasya’dan sürülmüştür. 1864 tarihi itibariyle yine bu sürgünlerden F. Ph. Kanitz’a göre 250.000’i ve Pinson’a göre, 420.000’i Balkanlara doğru gerçekleşmiştir. Bilindiği üze­re, bu sürgün mağdurları kısa bir süre sonra bu yerlerinden de sürülerek, Anadolu’ya, Suriye ve Ürdün’e yerleştirilmişlerdir.

         

        Sürgün edilen toplam nüfus hakkında iddia edilen farklı rakamlara rağmen şurası açıktır ki, gerçekler belgelenen rakamların çok üstündedir: Tüm Kuzey Kafkasya’da kalan ve yer değiştirmeyen bütün Çerkeslerin sayısı 150 ile 200 bin dolayındadır. 19. yüzyılın ilk yarısında yalnızca Kuzeybatı Adıge­lerinin bir milyona yakın nüfusa sahip olduğu düşünülürse Kaf­kasya’daki soy kırımın ne kadar bir nüfusu yok ettiği anlaşılacaktır.

         

        Özellikle 1864 ve daha sonraki tarih­lerde Kafkas-Rus Savaşları neticesinde Kafkasya’dan 2 milyon 200 bin kişi yerlerinden edilmiştir; bunların 1 milyonu savaş ve göç esnasında uğradıkları şiddet karşısında hayatını kaybet­miştir.

         

        Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden itibaren, bulundukları memleketlerde dinî, siyasî ve ekonomik baskılarla bunalan toplulukların sığınağı olduğu bilinmektedir. Kafkasyalılar ise hem akrabaları hem dindaşları idiler. Çoğu Osmanlı padişahının annesi de, Kafkasyalı idi.

         

        Osmanlı hükümeti, muhacirlerin tahminlerin çok üstünde gelmesi karşısında, Belediyelerin yürüttüğü işleri, 1 Ocak 1860 tarihinde Muhâcirîn Komisyonu’nu kurarak, ona devretti. Komisyon, büyük kitleler halinde Osmanlı Devleti’ne göç edenlerin düzenli bir şekilde yerleştirilmesi için önemli hizmetler gören, hatta muhacir­lerden kimsesiz olanları durumlarına göre sanayii, idadî, askerî okullara gönderme, yetişkin kızları evlendirme, manevî evlâtlık verme, hür oldukları halde zorla esir tutulanların durumunu araştırıyordu. Bu bilgileri Şeyhülislâmlığa gönderiyor, bilgilendiriyordu.

         

        Düşmanlar, Osmanlı Devletini ve Kafkasyalıları rahat bırakmamıştır. Birlikte omuz omuza, düşmana karşı mücadele verildi. Kafkasyalı, elinden silahını hiç bırakmadı. O’nu her zaman Allah yolunda cihad için kullandı.

         

        Sonuçları ve süreç itibarıyla bakıldığında Kafkas-Rus Sa­vaşları, zalimce, gayri insani koşullarda gerçekleşmiştir. Yaşa­nan süreç ve sonuçların kendisi ise, çağın değerleri ile söyle­necek olursa ‘İnsan Hakları’na aykırıdır ve bir soykırımdır. Çün­kü Çerkesler, Rusların önünden kaçmış halk değildir. Çerkesler tarihte örneği olmayan vatan savunması vermiş ve kaybettiği için de ülkelerinden zorla çıkartılmış bir halktır. Yaşanılan olay­ları izah etmeye, değil göç hatta sürgün kavramı bile zayıf kalır. Ancak katliam hatta soykırım bu olayın karşılığı olabilir. Kaldı ki. Resmi Rus tarihinde, “Dağlıların Göçü” olarak tanımlanan, 19. yüzyılın bu büyük nüfus hareketinin bir sürgün olduğu artık kabul ediliyor olmasına ve tarihin en önemli sürgünleri arasın­da olmasına rağmen, Kafkasya halklarının uğradığı bu dramatik facialar ne yazık ki uluslararası düzeyde dikkate değer bir ilgi görmemiştir. Oysa sürgün, Çerkeslerin tarihi gelişiminde olum­suz rol oynamıştır. Bu yaşananlar sosyoekonomik, politik ve kültürel gelişmeler açısından Kafkasya sınırları içinde dahi onlarca yıl onları geri bıraktı. Rus Çarının politikası sonucunda Çerkes halkı darmadağın oldu. Şimdi ortada sürgün öyküsün­den başka bir sorun daha var: Çerkeslerin Çarlığın uyguladığı soykırım sonucunda yitirdiği büyük, telafi edilemez maddi, kültürel, insani ve toprak kayıplarını kim nasıl tazmin edecek? Çarlık dönemindeki Rusya’nın, yani Rus Çarlığının katliam/soykırım bir yana Çerkesleri sürgün ettiğine dair bir karar almış veya aldırılmış bile değildir..!

         

        “Birleşik Kafkasya” ülküsü, Şeyh Şamil’in öncülüğünde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Aynı ülkü, Bolşevik ihtilalinden sonra 11. Mayıs 1918’de “Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti”nin istiklâli ile ilan edilmiştir. Osmanlı “Gönüllü Kafkas İslâm ordusu” Kafkasya’da kurulan Cumhuriyetlere yardımcı olmuştur. Fakat Osmanlı Ordusunun Mondros Mütarekesi sonucu geri çekilmesi sonucu; bu Cumhuriyetler (Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya), Bolşevikler  tarafından Rus çarlarından miras aldıkları şekilde tarihe hapsedilmek istenmiştir. 1921 yılının haziran ayında Kuzey Kafkasya’yı Bolşevikler tamamen işgal etmiştir.  Bugün,siyasi coğrafya açısından Ku­zey Kafkasya; Karaçay-Çerkes, Kabardin-Balkar, Adıgey, Kuzey-Güney Osetya, Abhazya, Çeçen-İnguşetya ve Dağıstan gibi bölgelere ayrılmıştır.

        • Konu 4

          4.           Hafta           Ekim Devriminden Sonra Kafkasya’da Siyasi Gelişme

          Konular: Bolşeviklerin ulusal sorun konsepti, Kafkasya Dağlıları Birliği’nin kuruluşu ve faaliyetleri; Kuzey Kafkasya’nın Sovyetleşmesi.

           Temel Okumalar:          

          -           Alev Erkilet, Ele Geçirilmeyen Toprak: Kuzey Kafkasya, s.57-67;

          -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

          -           Youtube’dan değişik videolar.

          Ders Notları:

          Şubat Devrimi ile II. Nikolay tahttan indirildi ve ailesi ile birlikte daha sonra Rus İç Savaşı'nda infaz edildi. Monarşinin yerini kendisini Geçici Hükûmet ilan eden siyasi partilerden oluşan titrek bir koalisyon aldı. Bununla birlikte işçi ve köylülerin sovyet olarak adlandırılan demokratik olarak seçilmiş konseyler aracılığıyla Sankt-Peterburg Sovyeti olarak adlandırılan alternatif bir sosyalist temsil organı kuruldu. Yeni yönetim ülkedeki sorunları çözmek yerine ülkedeki krizi ağırlaştırmıştır. Sonunda Bolşevik lider Vladimir Lenin'in önderliğinde Ekim Devrimi'nde, Geçici Hükûmet devrildi ve dünyanın ilk sosyalist devleti kuruldu.

          1917 Ekim Devrimi ile iktidara gelen Bolşevikler Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni kurdu. Bolşevikler iktidara geldikleri gibi ilk iş olarak Rusya'nın I. Dünya Savaşı'ndan çekildiğini ilan ettiler. Ardından ülkede bir dizi reform hareketlerine başladılar.

          1918 yılında ülkede antikomünist Beyaz Ordu'nun saldırılarıyla iç savaş başladı. Sovyet rejimine bağlı Kızıl Ordu ile Çar destekçisi Beyaz Ordu arasında yaşanan iç savaş ülkede büyük bir yıkıma yol açtı. Bolşevikler I. Dünya Savaşı sırasında İttifak Devletleri ile olan düşmanlıklarını sona erdiren Brest-Litovsk Antlaşması'nı imzalayarak Ukrayna, Polonya, Baltık devletleri ve Finlandiya'nın bağımsızlığını kabul ettiler.

          Rusya'nın Brest-Litovsk Antlaşması'nı imzalamasının hemen ardından İtilaf Devletleri, antikomünist güçlere destek amacıyla başarısız bir askeri müdahalede bulundular. Birleşik KrallıkFransa ve ABD Beyaz Ordu'ya maddi yardımda bulunurken asker sevkiyatı da yapmış ve Beyaz Terör'ün katliamlarında işbirlikçi olmuşlardır. Bolşevikler ve Beyaz hareket, birbirlerine karşı Kızıl Terör ve Beyaz Terör olarak bilinen sürgün ve infaz kampanyalarını yürütmüşlerdir. İç savaşın sonucunda Rus ekonomisi ve altyapısı ağır hasar görmüş ve milyonlarca Beyaz göçmen ülkeden kaçmıştır.

          Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin 30 Aralık 1922'de Transkafkasya SSC.Ukrayna SSC.Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve Orta Asya cumhuriyetleri ile birlikte imzaladığı Sovyetler Birliği Kuruluş Antlaşması'yla Sovyetler Birliği (kısaca Sovyetler Birliği veya SSCB) resmen kuruldu.

          1924'te Lenin'in ölümünden sonra, Sovyetler Birliği'ni troyka yönetmeye başladı. Ancak 1922'de Komünist Parti Genel Sekreterliği'ne seçilen Yosif Stalin, Merkez Komite'de önemli bazı kişilerin desteğini alarak muhaliflerini bertaraf etti. Dünya devriminin ana savunucusu olan Lev Troçki, 1929'da Sovyetler Birliği'nden sürgün edildi ve Stalin'in fikri olan Tek ülkede sosyalizm devlet politikası olarak benimsendi. Bolşevik parti içinde sürekli iç mücadele Büyük Temizlik adı verilen 1937-38 yıllarında aralarında kurucu parti üyeleri ve darbe ile suçlanan askeri liderler de dâhil olmak üzere binlerce kişinin idam edildiği kitlesel baskılar ile sonuçlandı.

          Stalin liderliğindeki hükûmet, planlı ekonomiyi başlatarak ülkenin kırsal kesimini önemli ölçüde sanayileştirdi ve tarımı kolektifleştirdi. Bu dönemde yaşanan hızlı ekonomik ve sosyal değişimler sırasında Çarlık döneminde geniş topraklara hâkim olan toprak aristokratları kolektifleştirmeye karşı gelmelerinden dolayı çalışma kamplarına gönderildi.[65]

          Ülkede özellikle Ukrayna'da toprakların kolektifleştirilmesine karşı çıkan toprak aristokratlarının sabotaj ve isyan faaliyetleri tarımsal üretimin düşmesine sebep oldu.[66] Ancak ağır bir bedel ödendiyse de, Sovyetler Birliği kısa bir sürede büyük ölçüde tarımsal ekonomiden önemli bir sanayi gücüne dönüştü.

          Adolf Hitler'in Avusturya ve son olarak Çekoslovakya'nın ilhakına karşı Birleşik Krallık ve Fransa'nın yatıştırma politikası Nazi Almanyası'nı cesaretlendirdi ve Sovyetler Birliği'ne tehdit haline geldi. Aynı zaman zarfında Nazi Almanyası, Uzak Doğu'da SSCB ile rakip olan ve 1938-1939 yılındaki Sovyet-Japon sınır çatışmaları ile açık bir düşmanı haline gelen olan Japon İmparatorluğu ile ittifak kurdu.

          Ağustos 1939'da, Birleşik Krallık ve Fransa ile Nazi karşıtı bir ittifak kurma girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Sovyet hükümeti, iki ülke arasındaki saldırmazlık vaadi ve Doğu Avrupa'da kendi nüfuz alanlarının bölüştürülmesi için Molotov-Ribbentrop Paktı ile Almanya ile ilişkileri geliştirmeye karar verdi. Hitler Polonya, Fransa ve diğer ülkeleri işgal ederek II. Dünya Savaşı'nı başlatırken, SSCB'nin eski Rusya İmparatorluğu'nun bazı topraklarında hak iddia etmesi Polonya'nın işgaliKış Savaşı ve Baltık devletlerinin işgali ile sonuçlandı.

          22 Haziran 1941'de Nazi Almanyası, insanlık tarihinin en büyük ve güçlü işgal kuvveti[67] ile II. Dünya Savaşı'nın en büyük cephesini kurup Sovyetler Birliği'ne savaş açarak saldırmazlık paktını çiğnedi. Başta Alman ordusu her yerde başarılı olmasına rağmen, saldırıları Moskova Muharebesi'nde durduruldu. Daha sonra, Almanlar ilk olarak 1942-1943 kışında Stalingrad Muharebesi'nde[68] ve daha sonra 1943 yazında Kursk Muharebesi'nde büyük yenilgiler aldı. Almanlar diğer bir yenilgiyi şehrin tamamen Alman ve Fin kuvvetleri tarafından 1941-1944 yılları arasında ablukası altında açlık ve bir milyondan fazla kişinin ölmesine rağmen teslim olmaması sonucunda Leningrad Kuşatması'nda aldı.[69] Stalin'in yönetimi ve Georgi Jukov ve Konstantin Rokossovski gibi komutanların önderliğinde Sovyet güçleri Doğu Avrupa'yı 1944-45'te geri aldı ve Mayıs 1945'te Berlin'i ele geçirdi. Ağustos 1945'te KızılorduJapon güçlerini Çin'e bağlı Manchukuo ve Kuzey Kore'den atarak, Japonya'daki müttefik zaferine katkıda bulunmuştur.

          II. Dünya Savaşı'nın 1941-1945 dönemi Rusya'da Büyük Vatanseverlik Savaşı olarak bilinmektedir ve bu savaş sırasında Sovyet askeri ve sivil ölümleri sırasıyla 10.6 milyon ve 15.9 milyon olup,[70] bu rakamlar tüm II. Dünya Savaşı kayıplarının yaklaşık üçte biriydi. Sovyet ekonomisi ve altyapısı büyük bir yıkıma uğrasa da,[71] Sovyetler Birliği kıtada önemli bir askeri süper güç haline geldi.

          Kızılordu, savaş sonrasında Doğu Almanya dâhil olmak üzere Doğu Avrupa'yı işgal etti. Daha sonra bu devletlerde sosyalist hükümetler kuruldu ve Doğu Bloku'nun uydu devletleri haline geldi. Sovyetler Birliği dünyanın ikinci nükleer silahlı güç haline gelerek ve Doğu Bloku ülkeleri ile Varşova Paktı'nı kurarak ABD ve NATO'ya karşı Soğuk Savaş olarak da bilinen küresel hâkimiyet mücadelesi içine girdi. Sovyetler Birliği yeni kurulan Çin ve Kuzey Kore ve daha sonra Küba dâhil olmak üzere dünya çapındaki devrimci hareketleri desteklemiştir. Ayrıca Sovyet kaynakları önemli miktarlarda diğer sosyalist devletlere yardım olarak tahsis edilmiştir.

          Stalin'in ölümü ve kolektif liderlikten kısa bir süre sonra, yeni lider Nikita Kruşçev Stalin'in kişisel kültünü kınadı ve destalinizasyon politikasını başlattı. Cezai çalışma sisteminde değişikliğe gidildi ve birçok siyasi mahkûm serbest bırakıldı ve itibarı iade edildi.[73] Bu baskıcı politikaların azaltılması daha sonradan Kruşçev Çözülümü olarak tanındı. Aynı zamanda Küba'ya Sovyet füzeleri ve Türkiye'ye Amerikan Jupiter füzeleri konuşlandırılması ABD ile gerginlikleri artırmıştır.

          Kruşçev döneminde dünya genelinde sosyalizmin yayılması ile Sovyetler Birliği'nin müttefik sayısı arttı. 1959'da Küba, 1960'larda Vietnam sosyalist devletleri kuruldu. Ancak bu durum batılı devletler ile Sovyetler Birliği arasında çatışma riskinin yaşanmasına sebep oldu.

          1964 yılında Hruşçov'un istifa etmesini takiben, Leonid Brejnev'in Komünist Parti Genel Sekreteri, Kosigin'in hükümet başkanı olduğu yeni bir kolektif liderlik dönemi başladı. 1965 Kosigin reformu ile Sovyet ekonomisinin kısmen yerelleştirilmesi ve ağır sanayi ve silahtan hafif sanayi ve tüketim mallarına kaydırılması hedeflendi. Ancak reformlar kısmen ve bazı maddeleri reddedilerek uygulandı.

          1979 yılında Afganistan'da gerçekleşen komünist devrim sonrasında ABD destekli Taliban askerlerinin hükümeti devirme çabası üzerine Sovyet kuvvetleri yeni rejimin isteği ile bu ülkeye girdi. Bu askeri müdahale ekonomik kaynakların israfına ve anlamlı olmayan politik sonuçlara neden oldu. Uluslararası muhalefet, ABD tarafından desteklenen dirençli Sovyet karşıtı gerilla savaşı ve Sovyet vatandaşlarının destek eksikliği sonucunda Sovyetler Birliği 1989 yılında Afganistan'dan çekildi.

          • Konu 5

            5.         Hafta                       1944-57: Kafkasya Halklarının Büyük Sürgünü

            Konular:   Kafkasyalıların sürülmesinin nedenleri; Sürgün süreci ve sonuçları.

            Temel Okumalar:

            -           Alev Erkilet, Ele Geçirilmeyen Toprak: Kuzey Kafkasya, s.69-85;

            -   Yücel Oğurlu, Büyük Kafkas sürgünü ve soykırımı: ‘Büyük resmi görelim’, http://www.dunyabulteni.net/yazar/yucel-ogurlu/20673/buyuk-kafkas-surgunu-ve-soykirimi-buyuk-resmi-gorelim

            -           Kafkas Dernekleri Federasyonu (http://www.kaffed.org)

            -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

            -           Youtube’dan değişik videolar.

            Ders Notları:

            1941 yılının Haziran ayında Sovyetler Birliği’ne karşı saldırıya geçen Almanlar, hızla ilerleyerek Kafkasya’ya doğru yöneldiler. 1941–42’de, Kafkasya’daki petrol üretim bölgelerine sahip olmayı amaçlayan Almanlar, Sovyetler Birliği’nin Azerbaycan’dan sonraki en zengin petrol rezervlerine sahip Çeçenistan’ın Grozni petrol bölgesini ele geçirmek için harekete geçtiler. Alman birlikleri, 1942 sonbaharında Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’nin bazı bölgelerini işgal etmelerine rağmen Grozni’ye girmeyi başaramadılar ve Stalingrad yenilgisinden sonra Kuzey Kafkasya’dan çekildiler. Ancak, Almanların Kafkasya’dan çekilmesinin hemen ardından yerel nüfus büyük oranda Kızıl Ordu’ya bağlı kaldığı halde yerel Komünist Partisi saflarında ve devlet kurumlarında hızlı bir tasfiye hareketi başladı. Sovyet yönetimi, Almanların Sovyet topraklarındaki ilerleyişinden başta Çeçen ve İnguşlar olmak üzere Kalmıklar, Balkarlar, Karaçaylar, Mesket Türkleri, Kırım Tatarları ve Volga Almanlarını sorumlu tuttu ve onları ihanet içindeki halklar olarak topraklarından sürme kararı aldı. 7 Mart 1944’te ülkede yaşayan tüm Çeçen ve İnguşların sürgün edilmesi kararı yayımlandı ve Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin (ÖSSC) feshedilerek yerine Grozni Oblastı’nın kurulduğu açıklandı. Kararın gerekçesi ise şu şekilde ifade edildi: “Büyük Anavatan Savaşı’nda, özellikle Nazi Almanlarının Kafkasya operasyonları sırasında Çeçen ve İnguşların çoğunluğu anavatana ihanet ederek faşist işgalcilerin tarafına geçmiştir. Çeçen ve İnguşlar, Almanların talimatı üzerine Sovyet yönetimine ve güçlerine karşı savaşmışlar ve uzun zamandır komşu bölgelerdeki kolektif çiftliklere karşı haydutça saldırılar düzenleyerek Sovyet vatandaşlarını soymuşlar ve öldürmüşlerdir. Bundan dolayı Yüksek Şura Kurulu, Birinci Çeçen-İnguş ÖSSC’sine bağlı ve komşu bölgelerdeki Çeçen ve İnguşları SSCB’nin diğer bölgelerine göndermeye ve Çeçen-İnguş ÖSSC’sini lağvetmeye karar vermiştir.” Kararın ardından, 23 Şubat 1944’te Kızıl Ordu birlikleri Çeçen ve İnguşların yaşadıkları bölgeleri kontrol altına alıp sürgünü başlattılar. SSCB’den Avrupa’ya kaçarak İngiltere’ye sığınmış olan Albay G. Tokayev, sürgünün başlangıç hadiselerini şöyle anlatmaktadır:

            “Daha 1944 yılında Kuzey Kafkasya, özellikle Çeçen-İnguş bölgeleri, NKVD (Stalin’e bağlı İçişleri Bakanlığı Halk Komiserliği) mensupları ile doldurulmaya başlanmıştı. Ertesi gün, Kızıl Ordu Günü arifesinde her tarafta mitingler düzenlenmişti. NKVD albayı kürsüye gelerek şöyle dedi: “Esas mevzua girmeden evvel şunu haber vereyim ki, miting NKVD birlikleriyle çevrilmiştir ve bütün firar teşebbüsleri derhal ve yerinde kurşuna dizilerek cezalandırılacaktır.” Ahali neye uğradığını bir türlü anlayamıyordu. Albay elini kaldırarak başının üzerinde bir daire çizdi. Bu bir işaretti. Etraftan mitralyözler şakırdayarak onun sözlerini teyit etti. Birkaç kişi hançerini çekerek albayın üzerine atlamaya teşebbüs etti ise de makineli tüfeklerin ateşi onları bir yaprak gibi düşürdü. Birisi firara kalktı ise de, onu da mitralyöz ateşi biçti. Genç bir İnguş mitralyözcünün üzerine atıldı. O da aynı akıbete uğradı. Sağ elinde bir tabancayı, sol elinde de Milli Emniyet Komitesi’nin kararnamesini tutan albay sözlerine devam etti: “Adil ve âkil Stalin siyaseti sizin çok milliyetli sosyalist vatanında inkişâf etmeniz için her şeyi yaptı.” Herkes başları önünde bu mutat sözleri dinliyordu. Fakat albay bütün Çeçen-İnguşları Almanlarla iş birliği yapmakla suçlayınca, bütün halk bir ağızdan bağırmaya başladı: “Yalan, iftira! Biz Almanlara yardım etmedik!”

            Tokayev’in bu anlattıkları, 1954 yılında Batı’ya iltica etmiş sabık NKVD subayı Yarbay Grigori Stepanoviç Burlutskiy tarafından da doğrulanmaktadır. Burlutskiy’e göre alay kumandanı muavini kürsüye çıkmış, kısa ve kuru nutkunda Komünist Partisi ile Sovyet Hükümeti’nin kararını ilan etmiştir. Kararın muhtevası şu şekildedir: “Sovyetler Birliği toprakları Alman faşist orduları tarafından işgal edildiği zaman Çeçen-İnguş Muhtar Sovyet Cumhuriyeti ahalisi Çeçenler ve İnguşlar Alman ordularına yardım ettiler. Bunu nazara alan Komünist Partisi ve Sovyet hükümeti, Çeçen-İnguş ÖSSC halklarını Sovyetlerin başka bölgelerine göç ettirme kararı vermiştir. Herhangi bir mukavemet ve emirlerimizin icrasında boyun kaçırmak yolundaki teşebbüsler partinin ve Sovyet hükümetinin kararlarına itaatsizlik telakki edilecek ve ordu ikaz etmeden silah kullanacaktır.”

            Her aileye 20 kg bagaj için izin verildi ve arkalarında kalan evleri, toprakları ve büyükbaş hayvanlarına Rusya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyeti (RSFSC) tarafından el konuldu. Stalin’in verdiği emir gereğince 500 bin ila 700 bin Çeçen-İnguş, yük trenlerine bindirilerek başta Sibirya ve Kazakistan olmak üzere Orta Asya’ya sürüldü. Yalnızca 2,000 kişi dağlara kaçabildi. Birkaç gün su ve yiyecek verilmeden hayvan vagonlarında yapılan yolculuk sırasında insanların yaklaşık %20’si hava koşulları ve açlık nedeniyle hayatını kaybetti. Sürgünün ilk yıllarında iklim koşulları, ağır çalışma ve salgınlar sonucunda pek çok kişi daha hayatını kaybetti ve Çeçen ve İnguş halklarının nüfus kayıpları arttı. Her 10 eve bir gözlemci verilmek suretiyle polis devleti mantığı ile kontrol edilmek istenen Çeçen ve İnguşların her ay kendilerini kaydettirmeleri de zorunluydu. Sürgünde dahi rahat bırakılmayan bu insanların birçok şey için polisten izin alması gerekiyordu. Bulundukları mekândan yalnızca üç kilometre uzaklaşmaları dahi yasaktı.

            NKVD tarafından gerçekleştirilen sürgün büyük bir gizlilik içinde yapılmıştı. Olaydan ancak iki yıl sonra, 26 Haziran 1946’da zorunlu göç “İzvestiya” gazetesinde küçük bir haber olarak yer aldı. Bununla birlikte, sürgün yerleri ve durumları ancak 11 yıl sonra, yani 1955’te anlaşılabildi. RSFSC Üst Konsey Prezidyumu, Prezidyum Başkanı İ. VIasov ve Sekreter P. Bahmorov’un imzaladıkları bir bildiriyle Kırım Tatarları ve Çeçenlerin SSCB’nin değişik yerlerine sürüldüğünü onayladı. 26 Kasım 1948’de yayınlanan bir bildiri ile de, sürgünlerin yurtlarına geri dönme haklarından mahrum olarak, süresiz sürgünde kalacakları bildirildi. Sürgün yerleri, durumları ve yaşayışları hakkında bilgi ancak sürgünden 11 yıl sonra verildi.23 Şubat 1944’te başlayan ve üç günde tamamlanan sürgün Çeçen-İnguş halkının maruz kaldığı en büyük felaketlerden biri olarak tarihe geçti. Cephede savaşan Çeçen ve İnguşların henüz evlerine bile dönmediği bir sırada gerçekleştirilen böylesine bir sürgünü meşru gösterecek herhangi bir delil mevcut değildi. Nitekim, Stalin’den sonra Sovyetler Birliği’nin başkanlığına gelen Kruşcev 25 Şubat 1956 tarihinde Parti’nin 20. Kongresi’nde yaptığı konuşmada “Aklı başında bir insanın; kadın, çocuk, yaşlı, komünist ve komsomol ayrımı yapmadan tüm milleti, bireylerin veya bir grup insanın yaptığı hareketlerden sorumlu tutmak suretiyle toplu halde sürgün ederek cezalandırmasını anlaması zordur.” ifadesini kullandı. Kararın gerekçesi olarak “Nazi iş birlikçiliği” öne sürülmüştü; ancak Stalin’in amacı geçmişteki isyanlarından dolayı Kuzey Kafkasya halklarını cezalandırmak ve onların Türkiye topraklarına planlı göçünü engellemekti.

            Bu sürgün sırasında çok sayıda katliam gerçekleştirildi. Bunlardan biri de Haybah köyünde gerçekleştirilen ve çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 700 kişinin ölümüne neden olan katliamdı. NKVD polisleri Haybah köyü halkını kadın, erkek, ihtiyar, çocuk ayrımı yapmaksızın ahırlara doldurarak diri diri yaktılar. Adalet Bakanı eski yardımcısı iken, buraya gönderilerek askeri birliğe katılmaya zorlanan Ziyaudi Malsagov, 27 Şubat 1944 günü Haybah’da gerçekleştirilen katliamı şöyle anlatmaktadır: “Cumhuriyet’in diğer bölgelerindeki Çeçenlerle İnguşlar vatanlarından sökülüp Kazakistan’a yollanmaktaydı. Fakat buradakileri nakletmek mümkün değildi. Çevre avullardan toplanan halk yola çıkarıldı. Hastalar, yaşlılar ve zayıflar, ertesi günü helikopterlerle taşınacakları söylenerek arkada bırakıldılar. Kadın, çocuk ve gençlerin bir kısmı da onlarla kaldı. Kalanlar 650-700 kişi kadardı. 27 Şubat 1944 günü sabah saat dokuzda çevre avullardan ve Haybah’tan toplanan bu insanlar bir ahıra sürüldü. Bu ahıra,Lavrentiva Pavloviça Beriya’nın “Örneklik Beygir Ahırı” denilmekteydi. Bu ahıra daha önce, dışardan ateşlenince içeriyi tutuşturacak şekilde kuru ot ve saman yığılmıştı. Bu insanlar ahıra sürülüp üstlerine kilit vuruldu. Ardından ahır ateşe verildi. Ateş tutuştuğu zaman ben fazla uzakta değildim. İnsanlar ahırın kapısını zorlayıp kırdı ve dışarıya çıktı. Gvişiani de o an emretti: “Ateş!” Meğer otomatikler daha önce mevzilenmiş. Otomatların biçtiği ceset yığınları kapı çıkışını tamamen kapattı. Bir iki kişi firara kalkıştı. Onları da öldürdüler. 650-700 insan ahırın içinde cayır cayır yakılarak öldürüldü.”

            Sürgün sırasında çok sayıda Çeçen’in ölümüne neden olan bir başka hadise de Sotni köyünde yaşandı. Çeçen ve İnguşları sürmekle görevlendirilen Kızıl Ordu askerleri ve NKVD polisleri, Sotni köyü erkeklerini topladıktan sonra, yine çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan çok sayıda Çeçen’i, buzun onları taşımayacağını bildikleri halde buz tutmuş Galanşoh gölünü geçmeye zorladılar ve binlerce Çeçen, Galanşoh gölünde can verdi.

            • Konu 6

              6.         Hafta                       Rusya’da Sovyet-sonrası Dönem ve Kafkaslar

              Konular:  SSCB’de artan sıkıntılar ve reforma teşebbüsleri; 1990-larda Kuzey

                               Kafkasya’da merkezkaç güçler.

              Temel Okumalar:

              -          Alev Erkilet, Ele Geçirilmeyen Toprak: Kuzey Kafkasya, s.99-135;

              -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

              -           Youtube’dan değişik videolar.

              Ders Notları:

              1985 yılından itibaren ekonomik sistemde liberal reformları hayata geçirmek isteyen Komünist Parti Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov, iktisadi alanda serbestlik getirmek ve hükümeti demokratikleştirmek için glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikalarını başlattı. Ancak bu politikalar ekonominin iflasına sebep oldu. Bu durum ülkede protestoların ve milliyetçi, ayrılıkçı hareketlerin yükselişine yol açtı. 1991 yılına kadar dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Sovyet ekonomisi, son yıllarında marketlerde mal sıkıntısı, büyük bütçe açıkları ve para arzının neden olduğu enflasyonun hızlı yükselmesi gibi sorunlarla karşı karşıya gelmiştir.

              1991 itibarıyla, ekonomik ve siyasi çalkantılar sonucunda Baltık cumhuriyetleri birlikten ayrılmaya başladı. 17 Mart 1991'de düzenlenen yenilenmiş birlik referandumunda (Sovyetler Birliği Referandumu 1991) halkın % 77'si Sovyetler Birliği'nin korunması lehine oy verdi. Bu referandum sonuçlarına göre 20 Ağustos'ta Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile diğer Sovyet cumhuriyetleri arasında yenilenmiş birlik antlaşması yapılacaktı. Ancak 19 Ağustos 1991'de KGB başkanı, bazı hükümet üyeleri ve generaller tarafından Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'u devirme amaçlı başarısız darbe girişimi antlaşmanın iptal edilmesine sebep oldu. Darbe antlaşmaya imza atmayı kabul eden 11 cumhuriyette tedirginlik yarattı ve ayrılığa gitmelerine sebep oldu.

              8 Aralık 1991'de Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin ile Ukrayna ve Beyaz Rusya Devlet Başkanları Minsk'te bir araya gelerek Sovyetler Birliği'ni dağıttıklarını bildirdiler. 25 Aralık 1991'de Mihail Gorbaçov istifa ettiğini açıkladı ve Kremlin'de dalgalanan Kızıl Bayrak indirilerek yerine Rus bayrağı çekildi. Böylece Sovyetler Birliği 25 Aralık 1991'de resmen dağıldı.

              Haziran 1991 yılında, Boris Yeltsin aynı yılın Aralık ayında bağımsız Rusya Federasyonu haline gelecek olan Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Devlet Başkanlığı'na seçilerek Rus tarihinde doğrudan seçilen ilk lider oldu. Sovyetler Birliği sırasında ve dağıldıktan sonra ABD ve IMF tarafından tavsiye edilen özelleştirme ve piyasa ve ticaretin serbestleştirilmesi de dahil olmak üzere "şok terapi" çizgisinde radikal değişiklikler[76] içeren geniş kapsamlı reformlar yapılmıştır. Ancak tüm bunlar büyük bir ekonomik kriz ile sonuçlanmış olup 1990-1995 arasında GSYİH ve sanayi üretiminde %50 düşüş meydana geldi.

              Özelleştirmeler ile birlikte işletmelerin kontrolü büyük ölçüde devlet kurumlarından hükümet ile bağlantıları olan bireylere kaymıştır. Çoğu yeni zengin milyarlarca nakit parayı taşıdı ve ülke dışına büyük bir sermaye kaçışı gerçekleştirdi. Ekonomik sorunlar sosyal hizmetlerin çöküşüne neden oldu ve ülkede doğum oranı aniden düşerken ölüm oranı ise hızla yükselmiştir. Sovyetlerin son yıllarında %1.5 olan yoksulluk seviyesi 1993 ortalarında %39-49'a çıkmıştır. 1990'lı yıllar, yaygın yolsuzluklar, kanunsuzluklar ve suç çeteleri ile şiddet suçunun yükselişi olarak görülmüştür.

              1990'larda Kuzey Kafkasya'da yerel etnik anlaşmazlıklar ve ayrılıkçı İslamcı ayaklanmalar şeklinde birçok silahlı çatışma yaşanmıştır. 1990'ların başında Çeçen ayrılıkçılar bağımsızlık ilan etmesi sonucunda isyancı gruplar ile Rus ordusu arasında çatışmaların olduğu kesintili gerilla savaşı yaşanmıştır. Özellikle Moskova tiyatro rehine krizi ve Beslan rehine krizi gibi sivillere yönelik terör saldırıları yüzlerce kişinin ölümüne neden oldu ve dünya çapında dikkat çekmiştir.

              Rusya, Sovyetler Birliği'nin dağılışı sırasında nüfusunun yarısı kadar olmasına rağmen Sovyetler Birliği'nin dış borçlarını üstlenmiştir. Yüksek bütçe açıkları 1998 Rusya mali krizine ve GSYİH'in düşüşüne neden oldu.

              31 Aralık 1999 tarihinde Devlet Başkanı Yeltsin beklenmedik bir şekilde istifa etti ve yerine daha sonra 2000 yılındaki başkanlık seçimlerini kazanan Başbakan Vladimir Putin'i atadı. Putin halen devam etmesine rağmen Çeçen ayrılıkçılarının isyanını büyük ölçüde bastırdı. Yüksek petrol fiyatları ve başlangıçta zayıf olan para birimi iç talebin yükselmesini, tüketim ve yatırımlar ile ekonominin dokuz yıl büyümesini, yaşam standartlarının ve Rusya'nın dünya sahnesindeki etkisini artırmasını sağladı. Putin başkanlığı sırasında yapılan birçok reformlar genellikle Batı ülkeleri tarafından anti-demokratik oldukları gerekçesiyle eleştirilse de, Putin'in liderliğinde düzen, istikrar ve ilerlemeye dönüş Rusya'da kendisine yaygın hayranlık kazandırdı.

              2 Mart 2008 tarihinde, Dimitri Medvedev Rusya Devlet Başkanı seçilirken, Putin Başbakan olmuştur. Putin, 2012 başkanlık seçimlerinin ardından başkanlığa geri döndü ve Medvedev de Başbakan olarak atandı.

              • Konu 7

                7.         Hafta                      Çeçen-Rus Savaşları         

                Konular:  Birinci Çeçen-Rus Savaşı (1994-96); Çeçenistan’da politik durum; İkinci Çeçen-Rus savaşının bahaneleri ve nedenleri.

                Temel Okumalar:

                -          Alev Erkilet, Ele Geçirilmeyen Toprak: Kuzey Kafkasya, s. 110-126;

                -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

                -           Youtube’dan değişik videolar:

                -            https://tr.wikipedia.org/wiki/Birinci_%C3%87e%C3%A7en_Sava%C5%9F%C4%B1

                -   https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0kinci_%C3%87e%C3%A7en_Sava%C5%9F%C4%B1

                1991 yılında bağımsızlık ilanında bulunan Çeçenlere karşı askeri harekat1994’te başlamıştır. Kanlı çatışmaların ardından 1996 yılında Hasavyurt Antlaşması imzalanmış ve Çeçenler önemli kazanımlar elde etmişlerdir. Ancak Çeçen lider Basayev’in Rusya’ya karşı direnişinin devam etmesi, Rusya’da meydana gelen bombalama ve suçlardan Çeçenlerin sorumlu tutulması ve direnişin Dağıstan’a sıçrama endişeleri gibi sebeplerle 1999’da Çeçenistan’a ikinci harekat başlamıştır. Putin’in iktidara gelişiyle, yeniden dağılmanın önüne geçmek amacıyla merkezi otoritenin güçlendirilmesi çabası içine girilmiştir. Putin, Çeçenistan’a karşı sert ve tavizsiz bir politika uygulamış, ulusal çıkarların korunmasını ön planda tutmuştur. Bu suretle ülke içinde siyasal, askerî ve ekonomik gücü kontrol edebilmeyi hedefleyen Putin, geri plandaki Tataristan ve Başkurdistan gibi özerk bölgelerin bağımsızlık arayışlarının da ciddi anlamda caydırılmasını hedeflemiştir. Rusya Federasyonu’nun birliğini korumada kilit bölge Çeçenistan, Dağıstan ve İnguşetya’dır.

                Bu kesimde radikal İslam’ın galip gelmesi veya Moskova’nın zafiyet göstermesi halinde, Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti ve Gürcistan’a bağlı Abhazya’nın da burada ortaya çıkabilecek İslami antiteye katılması, daha sonra da Tataristan, Başkurdistan ve Kırım’ın ivmesi yükselen bu İslami dalgadan etkilenmesi muhtemeldir. Uluslararası terörizm ve El Kaide ile Çeçenistan’daki İslami faaliyetler irtibatlandırılmakla birlikte, Batı’nın Çeçenistan meselesinde Moskova’nın yanında yer almadığı, bu nedenle de Beslan katliamı sonrası Putin’in ABD’yi ‘bölgedeki cihadi gruplara ve terörizme destek vermekle’ suçlayacak kadar eleştirilerini tırmandırdığı görülmektedir. Çeçenistan ve Dağıstan bağımsız hale gelirlerse stratejik dağlık konumları sayesinde, Rusya’nın Transkafkasya’daki olaylara karışmasını engeller ve Rusya’nın bölgedeki gücünü azaltırlar. Çünkü Kuzey Kafkasya her zaman için Rusya’nın en önem verdiği bölge olmuştur ve Rusya’nın ihtişamı Kafkasların yıkıntıları üzerinde kurulmuştur. Eğer Kafkasları ve Orta Asya’yı kontrolü altına almak istiyorsa, Rusya’nın mutlaka Çeçenistan üzerinde jeopolitik egemenlik kurması gerekmektedir. Rusya’nın Çeçenistan üzerindeki egemenliğini kaybetmesi, Kafkaslardaki, özellikle de çoğunluğun Müslüman olduğu bölgelerdeki milliyetçi güçlere çok büyük cesaret verecektir. Kuzey Kafkasya’daki Dağıstan, İnguşya, Kabardey-Balkar, Karaçay-Çerkes, Adigey ve Azerbaycan cumhuriyetlerinin nüfusunun büyük kısmı Müslüman’dır. Eğer bu cumhuriyetler bir Kuzey Kafkasya kanadı oluştururlarsa, Hıristiyan cumhuriyetler olan Ermenistan ve Gürcistan’ı Rusya’dan ayıracak bir Müslüman kuşak meydana getirirler. Böylesi bir gelişme Ermenistan ve Gürcistan’ı sadece Kuzey Kafkas komşularına değil, batılarındaki ve güneylerindeki büyük Müslüman devletler olan Türkiye ve İran’a da bağımlı kılar. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan üzerinde belirli bir kontrol tesis ettikten sonra, öteden beri kendisi için sorun olan Kuzey Kafkasya ve Çeçenistan üzerinde kontrol kurma çabalarına ağırlık veren RF, bu girişimlerini uluslararası kamuoyuna “bölgedeki milliyetçi ve dinî radikalizmi kontrol etme ve bölgede istikrarı sağlama çabaları” olarak açıklamıştır.

                Gerçekte kendisi tarafından desteklenen Kafkasya’daki dondurulmuş istikrarsızlıktan yararlanan RF’nun “Yakın Çevrede Barış ve İstikrar Oluşturma” çabaları yönünde bölgedeki müdahaleleri, Rusya ile bazı alanlarda çıkar ilişkileri bulunan Batılı ülkeler tarafından da anlayış ve destek ile karşılanmıştır. Başta ABD olmak üzere, Batılı ülkelerin bu tavırlarından güç ve cesaret alan RF, bölgede de facto olarak elde ettiği avantajlarını uluslararası alanda yasallaştırma yoluna gitmiştir. Çeçenistan’a müdahalesini haklı göstermek adına Avrupa’ya, “ biz sizin, uyanan İslam fundamentalizmine karşı güvenceniz ve tehlikeyi göğüsleyecek tampon bölgesiyiz, o halde yanımızda ve arkamızda olmalısınız” diyerek, Batının korkulu rüyası olan İslam tezini işlemeyi bilmiştir. Çeçenistan’da sürdürülen savaş sırasında ordunun sivil hedefleri bombalanması, Grozni gibi önemli kent merkezlerinin havadan yoğun bombardımana tutularak yüzlerce sivilin ölümüne sebebiyet verilmesi, savaşta esirlere Cenevre Sözleşmesi’nin  hükümlerinin uygulanmaması ve Gizli Polis’in sivil halk üzerindeki baskısı gibi nedenlerle Moskova; Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu, BM İnsan Hakları Kuruluşu gibi uluslararası teşkilatlar tarafından eleştirilmektedir. Avrupalı liderler ise bu konuda ‘real politik’in bir gereği olarak genelde susmayı veya genelde Washington’un yaptığı gibi konunun Rusya’nın bir iç meselesi olduğunu belirtmek suretiyle, Moskova’yı rahatsız edebilecek davranış ve eleştirilerden kaçınmaktadırlar.

                Putin’in kararlı tutumu ile özellikle AB, Avrupa Konseyi ve ikili ölçekte Batı tepkileri sonuçsuz kalmış, RF birlikleri sivillere karşı geniş çaplı insan hakları ihlallerine de sebep olarak Çeçenistan üzerinde hâkimiyet kurmayı kısmen de olsa başarmışlardır. Çeçen direnişçilerin faaliyetleri bölgenin kırsal kesiminde sürmekte, zaman zaman Rus şehirlerinde de terör eylemleri biçiminde kendini göstermektedir. Ancak müdahaleleri meşrulaştırmak ve uluslararası arenada haklılığını göstermek için şehirlerdeki terör olaylarının Rus gizli servislerince yapıldığı da belirtilmektedir. Bugünkü gelişmeler kapsamında; RF Çeçenistan üzerinde tam hâkimiyet kurmaya çalışarak, ülkesinin yeni bir dağılma süreciyle karşı karşıya kalmasını engellemeye çalışmaktadır. RF, Çeçenistan ile aynı özelliklere sahip 19 özerk cumhuriyetin de harekete geçmesi durumunda topraklarının%28’ini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu durum RF’nun yeniden dağılması, toprak açısından daha da kuzey çekilmesi ve iç devlet durumuna düşmesi, Karadeniz ve Hazar Denizi ile irtibatının neredeyse tamamen ortadan kalkması ve bu bağlamda, bu bölgedeki hâkimiyet ve nüfuzunu ABD’ye kaptırması anlamına gelmektedir. Rusya açısından olay yalnız Çeçenistan değildir. Sorun tüm Kuzey Kafkasya’nın elde bulundurulmasıdır. Gerek Çarlık Rusya’sı gerekse Sovyet Rusya ve bugünkü Rusya yüzyıllarca her ne pahasına olursa olsun Karadeniz’i, Hazar Denizi’ni kontrol eden ve Büyük Petro ve haleflerinin telkinlerine göre Rusya’yı Akdeniz sahillerine ulaştıracak ve elde bulundurduğu zaman kendisini Türkiye ve İran’a karşı avantajlı duruma getirecek olan Kafkasya’nın ele geçirilip muhafazası için çalışmışlardır. Hazar Denizi’nden Karadeniz’e kadar uzanan Kuzey Kafkasya bu mücadelenin jeo-stratejik hedefi olagelmiştir. Kafkasya’daki Müslüman unsurlar arasında RF’na karşı ortaya çıkacak bir bloklaşma, Rusya’nın bölge ile doğrudan bağlantılı ekonomik ve siyasi çıkarlarını ve toprak bütünlüğünü tehdit edecektir. Buna karşı Rusya, bölgedeki devletlerin ekonomik kalkınmaları ve bağımsızlıklarının etkili şekilde gelişmesini ve bölgedeki petrolün geçerli ve karlı ihraç yollarını engelleyen Kafkasya’daki ‘dondurulmuş istikrarsızlık’ durumundan faydalanarak ve bunu teşvik ederek sorunu kendi arzuladığı şekilde bir çözüme ulaştırma çabası içinde olmuştur.

                Orta Asya'daki geri çekilişin aksine, Rusya'nın Kafkasya'daki hızlı Amerikan hamlelerinin ilk şokunu atlatması uzun sürmemiştir. Bunda Rusya Federasyonu’nun güvenlik algılamasında Kafkasya'nın Orta Asya'ya göre, başta Çeçenistan sorunu olmak üzere, daha öncelikli bir yere sahip olmasının payı büyüktür. Hem 'yakın çevre'sindeki otoritesini yeniden tesis etmek, hem kendisi için stratejik ve ekonomik önemi büyük olan bir bölgede kontrolü tam olarak kaybetmemek isteği ve hem de Kuzey Kafkasya'da güvenlik ve istikrarın korunması için Güney Kafkasya'nın öneminin bir kez daha ortaya çıkması; içeriğinde değişmeler olsa dahi, Rusya Federasyonu'nu, ABD'nin dış politikada dikkatini Irak'a yoğunlaştırması fırsatından da istifade ederek,Güney Kafkasya'da politik ataklar yapmaya sevk etmiştir.

                Rusya açısından Kuzey Kafkasya ve Transkafkasya’daki Rus kontrolüne dayalı istikrar ve güvenlik, birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı gibi gözükmektedir. Rusya için bu iki bölge arasında nasıl bir öncelik-sonralık ilişkisinin olduğunu tespit etmek pek kolay değildir. Ancak, SSCB’nin dağılmasından sonra Rusya Çeçenlerin bağımsızlık isteklerini göz ardı ederek, bir müddet tüm enerjisini Transkafkasya’da kontrolü yeniden kurma yönünde harcamıştır.

                Güney Kafkasya’daki Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ın bağımsızlığı ve gelecekteki güvenliği Kuzey Kafkasya ile politik olduğu kadar ekonomik yönden de sıkı sıkıya bağlıdır. Bu devletlerden biri bağımsızlığını kaybederse diğerleri de bundan etkilenecektir.Rusya, Azerbaycan ve Gürcistan ile ilişkilerinde Çeçen direnişçileri destekledikleri iddiasıyla bu ülkelerdeki etnik ve siyasi sorunları körükleyerek bölgesel hâkimiyetini sürdürmek istemektedir. Ermenistan ile de yakın ilişki içindedir. Rusya kendi egemenlik alanında bulunan Kuzey Kafkasya bölgesinde ayrılıkçı hareketleri bastırma politikası izlerken, Transkafkasya’da tam tersi bir yaklaşımla hareket etmektedir. Uluslararası terörizme karşı savaştığını söyleyerek Çeçenler vasıtasıyla bölge ülkelerine baskı yapmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılışı ve BDT’nin kuruluşundan beri, Azerbaycan ve Gürcistan Rus otoritelerinin gözünde iki merkezkaç ülke durumundadır. Rusya bu iki ülkede de etkinlik kurmakta zorlanmaktadır. Azerbaycan ve Gürcistan’ın temel dış politik yönelimleri ise tepkisel bir şekilde tamamen Batıya doğru olmuştur. Öte yandan, Ermenistan bu iki ülkeden farklı olarak bağımsızlıktan hemen sonra, Rusya’ya yönelmek zorunda kalmıştır. Burada, Ermenilerin Ruslarla tarihi müttefik olduklarını da hatırlatmakta yarar vardır.

                • Konu 8

                  8.         Hafta                                             Abhazya ve Osetya                    

                  Konular:  Abhazlarda demografik ve sosyal-kültürel yapı; Abhazya sorunu; Osetlerde demografik ve sosyal-kültürel yapı; ‘Güney Osetya-Tsinvali meselesi’.

                  Temel Okumalar:

                  -        Ufuk Tavkul, Kafkasya Gerçeği, s. 26-27, 34, 125-132, 301-303, 354-357, 429-433, 37;  70-74, 161-169, 304-309. 434-440.

                  -           Wikipedia’dan uygun makaleler:

                  https://tr.wikipedia.org/wiki/Abhazya

                  https://tr.wikipedia.org/wiki/Kuzey_Osetya-Alanya

                  https://tr.wikipedia.org/wiki/2008_G%C3%BCney_Osetya_Sava%C5%9F%C4%B1

                  -           Youtube’dan değişik videolar:

                  https://youtu.be/rudccjHra9g

                  https://youtu.be/evT1iro-rX4

                  https://youtu.be/kgJKSfcgadI

                  Ders Notları:

                  Abhazya sorununun temelinde, Gürcistan sınırları içinde bulunan ve coğrafi olarak Kuzey Kafkasya’nın bir parçası olan, Abhazya Özerk Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olma isteği bulunmaktadır.

                  Sovyetler Birliği devrinde Karadeniz kıyısında Gürcistan’a bağlı özerk bir cumhuriyet olan Abhazya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Gürcistan’dan tek yanlı bağımsızlık ilan etmiştir. Bunun üzerine, Gürcü kuvvetlerinin Abhazya’nın başkenti Sohum’a girmesi ve buna Abhaz kuvvetlerinin cevap vermesiyle patlak veren Gürcistan-Abhazya ihtilafı topyekun savaşa dönüşmüştür. Bu savaş bir yıldan fazla sürerek 30 Eylül1993 tarihinde Gürcü kuvvetleri ile Gürcü nüfusunun Abhazya’yı terk etmesiyle sonuçlanmıştır. Savaşta iki taraftan yaklaşık yedi bin kişi hayatını kaybetmiş, iki yüz elli bin Abhazyalı Gürcü yerinden edilmiş kişi haline gelmiştir. 1992-93 savaşı, Abhazya açısından sadece büyük bir sosyal ve ekonomik yıkımı getirmekle kalmamış, Gürcistan ile yeniden bir araya gelme seçeneğini de büyük ölçüde ortadan kaldırmış görünmektedir.

                  Çatışmalar sırasında Kuzey Kafkasya’nın özerk cumhuriyetlerinin Abhazlar lehine RF’na baskıda bulunması, RF’nun konuya müdahalesine Gürcistan ile ilişkilerin gerginleşmesine neden olmuştur. Abhaz-Gürcü sorunu günümüzde de devam etmektedir. Abhazların bağımsızlık talepleri, federasyon ya da konfederasyon istekleri Gürcistan tarafından kabul edilmemektedir. Bunun dışında Abhaz-Gürcü savaşı sırasında Abhazya’dan göç eden Gürcülerin geri dönüşüne ilişkin sorunlar davardır. Önceleri, Gürcistan üzerindeki nüfuzunu devam ettirmek istemesi nedeniyle Abhaz yönetimini destekleyen RF, muhtemel bir bağımsızlığın emsal teşkil edebileceği endişesiyle son zamanlarda, Gürcistan sınırlarının içinde yer alacak bir çözümün daha uygun olacağını dile getirmektedir. Bu bağlamda RF Devlet Başkanı Putin, Abhazya’daki sorunu Gürcistan’ın bir iç sorunu gördüklerini, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden yana olduklarını, RF’nun başka bir ülkenin topraklarında çatışmaya girmeye niyeti olmadığını, Abhazya’daki RF birliklerinin çekileceğini, sadece sınır birliklerinin takviye edileceğini beyan etmektedir.

                  Osetya, coğrafi olarak Kafkas sıradağları tarafından ve siyasi olarak da bu bölgeyi ele geçiren Rus çarlarının, ülkenin güneyini Gürcistan’ın yönetimine sokmalarından beri bölünmüş bir ülkedir. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Kuzey Osetya, Rusya Federasyonu'nu oluşturan cumhuriyetlerden biri olurken, Güney Osetya, Gürcistan'ın bir parçası olarak kalmıştır. Güney Osetya’nın Gürcistan’dan ayrılarak Kuzey Osetya ile birleşme isteği, Rusya’nın da bu anlaşmazlıkta Osetlerin yanında yer alması Gürcistan ile gerginliklerin yaşanmasına neden olmuştur. Oset-Gürcü anlaşmazlığı halen çözüm beklemektedir. Rusya da bu sorunu Gürcistan üzerinde denetim kurmak için kullanmaktadır. Güney Osetya ile Gürcistan arasındaki gerginlik, 1989’da Güney Osetya’nın Sovyet Rusya içinde Kuzey Osetya ile birleşme isteği nedeniyle başlamıştır. Gürcistan’ın 1990 yılında bağımsızlığını ilan etmesiyle Güney Osetya’nın özerkliği kaldırılarak Tiflis’e bağlanmış, bunun üzerine çatışmalar başlamıştır. Rusya’nın desteğiyle Osetler lehine sonuçlanan çatışmalar birçok Oset ve Gürcünün mülteci durumuna düşmesine sebebiyet vermiştir. Ancak bu çatışmalar herhangi bir çözüm getirmemiştir.

                  Bugün, Güney Osetya Tiflis’in fiilî egemenlik alanı dışında yaşamını devam ettirmektedir. Fiilî durum Güney Osetya’nın genel olarak RF, özel olarak ise Kuzey Osetya ile entegrasyonuna olanak tanımaktadır ki, bu da Oset milliyetçiliğinin en temel hedefidir. Güney Osetya’nın Gürcistan dâhilinde herhangi bir perspektifine inanmayan Güney Osetya yönetimi, Kuzey Osetya ile fiilî birleşmişliği hukukileştirmeye çalışmaktadır. Fakat bu konudaki nihaî söz sahibi RF, Osetya’nın bu arzusuna sıcak bakmamaktadır. Her şeyden önce Güney Osetya’nın ilhak edilmesi, uluslararası sisteme bir meydan okuma anlamına gelir ki, RF bunu yapacak güç, imkân ve kabiliyetten yoksundur. Öte yandan, iki Osetya’nın birleşmesi durumunda, Rusya’nın kontrol etmekte zorlandığı Kuzey Kafkasya’da ortaya daha büyük ve güçlü bir Osetya çıkabilecek ve ileride bağımsızlık arayışına girebilecektir ki, bu da RF açısından istenen durum değildir. Ayrıca birleşme durumunda RF, Gürcistan’a karşı kullanmakta olduğu önemli bir aracı da kaybetmiş olacaktır. Gürcistan ise Osetya’nın bağımsızlığını kazanması veya Rusya’ya bağlanması durumunda başta Acar ve Abhazlar olmak üzere ülkedeki diğer etnik azınlıkların da ayaklanacağından endişe etmektedir. Benzer bir endişe yaşayan Rusya için Güney Osetya’da yaşanacak bir nüfuz kaybı kısa zamanda toprak kaybına dönüşebilir. Dahası ABD’nin Karadeniz Havzası’nda güç depoladığının farkında olan Rusya yeni bir çevreleme politikasının kurbanı olmak istememektedir.

                  Amerikan askeri varlığının Orta Asya'da ilk kez 'yakın çevre'sine yerleşmesine direnemeyen Moskova, Kafkasya'da da geri adım atmış ve böylece 11 Eylül sonrasında Kafkasya, ABD ve Rusya arasında zımnen Kuzey ve Güney Kafkasya olmak üzere iki etki alanına bölünmüştür. Kuzey Kafkasya, Rus hâkimiyet alanında bırakılırken (ki Kuzey Kafkasya'yı oluşturan yedi cumhuriyet zaten Rusya Federasyonu içerisinde yer almaktadır), Güney Kafkasya'ya Amerikan askeri varlığı yerleşmeye başlamıştır. Gürcistan'ın kuzeydoğusunda, Çeçenistan sınırında yer alan Panki Vadisi'nde Kaide militanlarının bulunduğu iddiasına dayanarak (bugüne kadar bu iddiayı destekleyen bir kanıta rastlanmamıştır) 200 Amerikan askeri eğitmeni Gürcistan’a gelmiş ve Gürcü ordusunu eğitmeye başlamıştır.  Panki Vadisi Gürcü-Çeçen sınırında 65 km. uzunluğa sahip ve Tiflis’in190 km. Kuzey Doğu’sundadır. Vadide 8-12 bin Çeçen mülteci yaşamaktadır. Rusya, gerek 1. Çeçen savaşında (1994-96), gerekse 2. Çeçen savaşında(1999-...) bu vadide Çeçen direnişçilerin bulunduğunu iddia ederek vadiye müdahale etmek istemiştir. Gürcistan buna izin vermezken Rusya, 2000-2002yılları arasında vadiyi belli aralıklarla bombalamış ve Rus-Gürcü gerginliğinin artışına sebep olmuştur.

                  Gürcistan, özellikle İkinci Çeçenistan Savaşı’ndan sonra Rusya’nın askeri ve siyasi baskılarına maruz kalmıştır. Çeçen militanların Gürcistan’ın Panki Vadisinde toplandıklarını ve Rusya’ya karşı düzenlenen askeri operasyonların buradan yönetildiğini iddia eden Rusya, Panki Vadisine askeri operasyon düzenlemek için Gürcistan’ı ikna etmeye çalışmış ancak başarılı olamadıktan sonra Gürcistan sınırlarında denetimi arttırmış ve Gürcistan vatandaşlarına vize uygulamasını getirmiştir. Özellikle Panki Vadisi sorunu gündeme taşındığı zaman ABD, bu konuda Gürcistan’ı siyasi ve askeri açıdan desteklemiş, Rusya’yı ciddi bir şekilde uyarmıştır. RF’nu Gürcistan konusunda asıl rahatsız eden Panki Vadisi'nde barındığı iddia edilen Çeçenler değil, Gürcistan'ın Rusya Federasyonu’nu bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı bir tehdit olarak algılaması ve bu tehdidi bertaraf etmek için olabildiğince Rus nüfuz alanından uzaklaşmaya çalışması; Türkiye, ABD, Avrupa devletleri ile yakın ilişkiler geliştirmesi ve NATO'ya üyeliği hedeflemesidir. Ancak Rusya Federasyonu var olan Çeçenistan sorununu Gürcistan üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanabilmektedir. Rusya ve Gürcistan arasında ABD'nin de müdahil olduğu krizde amaç Panki Vadisi'nde var olduğu iddia edilen Çeçenler değildir. Çeçenistan sorunu RF’nun Gürcistan konusunda rahatsızlığını dile getirmek için bir araç olarak kullanılmaktadır.

                  • Konu 9

                    9.         Hafta                                   Vize

                    • Konu 10

                      10.       Hafta                               Adıgey-Kabarda  

                      Konular:  Adıgey ve Kabardeylerde demografik ve sosyal-kültürel yapı; Çerkesler anlayışı; Rusya Federasyonu idari yapısında Adıge, Karaçay-Çerkes ve Kabardin – Balkar cumhuriyetleri. 

                      Temel Okumalar:

                      -        Ufuk Tavkul, Kafkasya Gerçeği, s. 35, 133-149, 256-288, 357-359,420-428;

                      -         Wikipedia’dan uygun makaleler,özellikle:

                                   https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87erkesler

                                   https://tr.wikipedia.org/wiki/Ad%C4%B1ge_Cumhuriyeti

                                   https://tr.wikipedia.org/wiki/Kara%C3%A7ay-%C3%87erkesya

                                 https://tr.wikipedia.org/wiki/Kabardino-Balkarya

                      -         Youtube’dan değişik videolar:

                                  https://youtu.be/FlketZ1KlAs

                                https://youtu.be/hs9pbuvjSCg

                      Ders Notları:

                      Adige Cumhuriyeti (AC) (Rusça: Респу́блика Адыге́я; Batı Çerkesçesi: Адыгэ Республик; Doğu Çerkesçesi Адыгэ Республикэ), Kuzey Kafkasya'da Rusya Federasyonu üyesi bir cumhuriyet. Kafkas Dağlarının kuzeyinde, Krasnodar Kray sınırları içinde yer alır. Cumhuriyetin yazıçeviri olarak adı Respublika Adıgeya olup Adigeya olarak da bilinir. Adige Cumhuriyeti adını, günümüzde nüfusun daha azı durumunda olan (% 25.2) Batı Çerkeslerinden (Batı Adığeleri) alır. Başkenti Maykop'tur (2010'da 154.740). Yüzölçümü 7.600 km² (Krasnodar Barajı ile birlikte 7.800 km²), nüfusu 440327 (2010). Nüfus yoğunluğu 58.8'dir.

                      Çerkesler, tarihöncesi çağlardan beri Kuzeybatı Kafkasya'da yaşamış olduğu kabul edilen bir halktır. Çerkes ataları için, Grek belgelerinde Sind ve Meot gibi adlar kullanılmıştır. Bazı araştırmacılar da, Adigelerin Hattilerden türediğini kabul etmektedirler (bk. Prof.Ğış Nuh, "Adigece'nin temel sorunları-1", internet; ayrıca bk. Ali Çurey, "Hatti Hititlerin Kökeni ve Çerkesler", Çiviyazıları Yayınevi). Adige destanı Nartlarda "Cırt", "Çıt", "Çınt" biçiminde geçen yer ve topluluk adlarıyla anılan halkların Sind ve Meotlar olduğu sanılmaktadır. Ölü gömme kültüne (tapıncına) göre, Sind ve Meot varlığı MÖ 3. binyılına değin izlenebilmektedir. Meotların ('Mıvıt'/'МыутӀ' ya da 'МыутӀэ') Kimmerler ve İskitler ile ilişkileri bulunuyordu. MÖ 8.-7. yüzyıllarda Adige-Grek ilişkileri başladı (bk. Bestlenıye Asker, "Adigeler Greklere yardımcı oluyorlardı", internet). Grek belgelerinde Sind ve Meotların yazılarının bulunduğu yazılıdır; nitekim 1955'te, Adigey'de, arkeolojik kazılar sonucu Meot (МыутӀэ; Adige) yazılı tabletleri bulunmuştur. MÖ 5. yüzyılda kurulu olduğu bilinen, ama daha öncesi hakkında yeterli bilgi bulunmayan, 4. yüzyıl ikinci yarısına değin yaşayan ve merkezi Sindika limanı olan Sindika Devleti kralları kendi adlarına sikke (madeni para) kestiriyorlardı. MÖ479'da Bosporos Krallığı'nın eline geçen ve yıkılan Sindika limanı yerinde Gorgippia (Anapa yerinde) adlı bir Grek kenti kuruldu.Sindika, MÖ 4. yüzyılda, dış, özellikle İskit saldırılarından korunma amacıyla, Bosporos kralı Levkon I döneminde (MÖ 349-348) komşu Bosporos Krallığı'na katıldı. MÖ 3. yüzyılda ucuz Mısır buğdayının rekabetine dayanamayıp çöküş süreci içine giren Karadeniz kıyısındaki Grek "Bosporos Krallığı"nın zayıflaması, M.S. 2. yüzyılda beliren İskitlerin izleyicileri Sarmatlar, ayrıca batıdan kıyılara yönelen Gotlar ile kuzeydoğudan ve kuzeyden gelen ve 4. yüzyılda yoğunlaşan Hunların saldırıları sonucu, Azak Denizi ve Karadeniz kıyılarındaki kentler yıkıldı ve kıyı ticareti de sona erdi, verimli topraklar ve otlaklar Hunlar'ın eline geçti. Adigeler ise, dağlara sığındılar.

                      Hunların çekilmesinden (6. yüzyıl) sonra, Adigeler Asya steplerinden gelen Avarların saldırıları ile karşılaştılar ve uzun bir süre kendilerine gelemediler. Avarların çekilmesinden sonra, Adigeler eski topraklarını geri aldılar, kuzeyde, bugünkü Ukrayna ve Kırım Yarımadası içlerine değin yayıldılar. Halen, buralarda birçok yer Çerkes adları taşımaktadır. Ancak, doğudan ve kuzeyden gelen Hazarlar, Kuzey Kafkasya topraklarının çoğunu ele geçirdiler. Durumdan, yani Hazarlarla sürdürülen savaşlardan yararlanan Ruslar 10. yüzyılda Kerç Boğazı dolaylarında Tmutarakan Prensliği'ni kurdular, ama Prenslik 11. yüzyılda Adigelerle Alanların bir bölümünün (Yaslar) birleşmesi sonucu ortadan kaldırıldı. MS 2. yüzyılda beliren ve günümüz Osetler' ilinin ataları olarak kabul edilen İran asıllı Alanlar, Kuban Irmağı havzalarında yoğunlaşarak yayıldılar. 11-13 yüzyıllarda Alanlar feodal bölünmeler içine girdiler ve eski güçlerini yitirdiler. Bu dönemde Adigelere Zykh (Зихы) ve Kasog gibi adlar veriliyordu. Daha sonra BizansVenedik ve Ceneviz ile ticari ilişkiler kuruldu, Ortodoks ve Katolik mezhepleri Adigeler arasında yayılmaya başladı. Ama eski kentsel ve yazılı yaşama dönülemedi.

                      1223'te Moğol saldırıları başladı ve bir Moğol-Kıpçak devleti olan Altın Orda Devleti kuruldu (1242-1501). Kuzey Kafkasya'daki düzlük alanlar Kıpçaklar'ın eline geçti. Nitekim günümüzde Kuzey Kafkasya'da yaşayan Kumuk ve Nogaylar ile Balkar ve Karaçay toplulukları, bu akınlar sonucu şimdiki yerlerine yerleşmiş olmalılar, nitekim bu topluluklar halen Kıpçak lehçelerinde konuşmaktadırlar. 1395'te Timur'un saldırıları ile karşılaşıldı ve giderek Altın Orda da parçalandı. Parçalanma sonucu, Altın Orda yerinde, komşu devletler olarak Kırım Hanlığı (1426-1783) ile İdil Irmağı güneyinde ve Hazar Denizi'nin kuzeybatı yörelerinde Astrahan Hanlığı (1466-1556) oluştu. Bu arada Kuban Irmağı kuzeyindeki topraklar da 13-15. yüzyıllar boyunca Adıgeler tarafından giderek ve büyük çapta Tatarlar lehine terk edildi ve Orta Kafkaslar'da şimdiki Kabartay bölgesi ya da Kabardiya oluştu. Dört büyük derebeyi ailesi (pşı) ve bunların vasalları tarafından yönetilen Kabardiya, 1556'da Astrahan Hanlığı'nın Rusya tarafından ortadan kaldırılması ve Rusya ile sınırdaş olunması sonucu, Kırım egemenliğinden çıktı ve 1557'de Rus koruması (egemenliği) altına girdi.

                      Kabardiya'nın 1557'de Rus koruması altına girmiş olması olayı, bugünkü Kabardey-Balkar Cumhuriyeti ile yetinilmeyerek,tarihsel anlamda bir ilgisi bulunmayan, 1864 yılına değin bağımsızlığını korumuş olan şimdiki Adigey ve Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti'ni de kapsayan, ama aynen bu iki yöre (region) gibi, en az birer bölümü ile, o zamanki tarihsel Çerkesya sınırları içinde bulunan Krasnodar Kray ve Stavropol Krayı ise dışarıda bırakan ilginç bir resmi uygulamayla, "Adigelerin Rusya'ya katılmalarının 450. yılı" biçiminde 2007 yılı boyunca kutlanmıştır. Ayrıca, kutlama programı çerçevesinde, Nalçik'te anıt heykeli dikili olan, Müslüman Kabartay büyük derebeyi (pşı) Temrıko İdar'ın kızı iken, 1561'de Moskova'da bir kilisede vaftiz edilip Mariya Temrukovna adını alan ve ikinci karısı olmak üzere ilk Rus çarı IV. İvan'a (Korkunç İvan; 1530-1584) nikahlanan, Rus-Kabartay dostluğunu simgeleyen Goşevnay İdar (1544-1569) ve Rusya'nın genişleme sürecinde görev almış ve etkili makamlarda bulunmuş olan çok sayıda Kabartay soylusu (komutan ve devlet adamı) da anılmıştır. Bu arada Kabartay-Balkarya'nın kurucu ortağı olan Balkar halkı, 1557'de Rusya'ya katılmadıkları, 1827 yılına değin egemen bir halk ve bölge olarak kaldıkları gerekçesiyle, söz konusu 450. yıl kutlamalarına katılmamıştır.

                       

                      1557 sonrasında Adigeler, Rus korumasındaki Kabardeyler; Osmanlı İmparatorluğu ve onun korumasındaki Kırım Hanlığı ile fiilen bir dayanışma içinde ve Rus yönetimi dışında olan bağımsız Çerkesya Adigeleri biçiminde ikiye ayrılmış oldular. Çerkes dili de batı ya da Adigece ve doğu ya da Kabardeyce biçiminde iki kola ayrıldı.

                      1739 Belgrad Antlaşması gereğince Büyük ve Küçük Kabartay bölgeleri, Osmanlı ve Rus etki alanları arasında tarafsız bölgeler olarak kabul edildiler. Ama Osmanlıların istediği sonuç elde edilemedi, Kabartay derebeyleri Ruslarla işbirliğine devam ettiler. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı boyunca, Osmanlılar, Kabartay müttefiklerinin yardımıyla Orta Kafkaslar'daki stratejik dağ geçitleri üzerinde üstünlük ve kontrol kurmuş olan Rusları Kuzey Kafkasya'dan uzaklaştırmayı denediler. Ancak Türkleri ağır bir biçimde yenen Ruslar Kırım (1771), Kabartay ve Kuzey Osetya'da denetim kurdular, ardından bir araba yolu da inşa ederek, ilk kez Daryal Geçidini geçtiler; Güney Kafkasya'ya giren Ruslar, Gürcü müttefikleri ile birlikte Osmanlı korumasındaki İmereti Krallığı (Açıkbaş) başkenti Kutaisi'yi ele geçirdiler ve Türkleri kıyıya doğru sürerek, Poti Kalesinde kuşatma altına aldılar. Sonuç olarak, denge Ruslar lehine, Türk, Kırım, Adıge ve Kuzey Kafkasya halkları aleyhine bozulmuş oldu. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması sonucu, Kabartay bölgesi, Kuzey Osetya ile birlikte Rusya'ya ilhak edildi. Burada Ruslar, 1739'dan beri birer bağımsız bölge olan bu bölgeleri, Kırım Hanlığı'ndan "alarak" ilhak ettiler (bk. Ashad Ç'ırğ, "Tehlike Kuzeyden Geliyordu", internet). Kırım Hanlığı üzerindeki Osmanlı korumasına da son verildi, Kırım Hanlığı bağımsız ülke sayıldıysa da, burası fiilen Rusların denetimine girmiş oldu ve 1783 yılında da Rusya'ya ilhak edildi.

                      Ruslar 1783'te Kırım Hanlığı'nı, bu arada Kuban Irmağı'nın kuzeyinde, Azak Denizi'nin doğusundaki Taman Yarımadası'nı, Kuban ve Yeya ırmakları arasındaki Kırım topraklarını ilhak ettiler. Kuban Irmağı kuzeyi topraklarını 1783 yazı içinde, etnik temizlik ve soykırım uygulayarak, Nogaylar ile Adigeler'den tamamıyla temizlediler, Kuban Irmağı üzerindeki topraklar 10 yıl boş (sivil yerleşime kapalı) tutulduktan sonra, 1792-1793 yıllarında Rus Kazaklarının yerleşimine tahsis edildi.

                      Ruslar1774'ten sonra, Kuban'ın güney havzası ile Karadeniz kıyılarına yayılmış olan Çerkesleri ya da onların ülkesi olan Çerkesya'yı, kıyı ve güneydeki Osmanlı korumasındaki topraklar (Abhazya ve Gürcü toprakları) dışında, üzerinde askeri kale, karakol ve gözetleme kuleleri bulunan müstahkem hatlarla çevirerek kuşatma altına aldılar. Zor bir durumla karşılaşan Çerkesler Osmanlı'dan yardım ve ittifak talebinde bulundular: Osmanlılar Çerkesler yardım ve kendi savunma politikaları gereği Ferah Ali Paşa'yı Soğucak Muhafızlığına (Gelencik) atadılar. 1781'de, Fransız mühendislerinin de yardımıyla, bir Osmanlı garnizonunun yerleştirildiği Anapa kalesinin inşaatı başlatıldı ve Ferah Ali Paşa, Anapa Muhafızı (Askeri Vali) oldu.

                      Anapa 1828 yılı Rus işgaline değin, Çerkesya'nın da başkenti konumundaydı. Çerkesya'yı oluşturan 12 bölgenin (eyalet) yerel meclislerince seçilen temsilciler Anapa'ya gönderilir ve onlar aracılığıyla önemli kararlar alınırdı.Kentte Osmanlı bayrağı yanında Adigelerin bayrağı da dalgalanırdı. Diplomatik, idari ve askeri işler Anapa'dan yürütülüyordu. Dış ülkelere gönderilecek elçiler, bölge askeri komutanları ile yargıçların seçilmesi yanında, savaş zamanında ve gerektiğinde, Hâkim denilen ve sınırsız yetkilerle donanmış bir önder de (hem yönetici ve hem de üst komutan) belirleniyordu.

                      1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Temmuz 1791'de Anapa ve bu kaleye sığınmış bulunan ve Çerkes Ordusu Başkomutanlığına (Hakim) getirilmiş olan İmam Mansur Rusların eline geçti, ama 1792 Yaş Antlaşması ile Anapa Osmanlılara geri verildi.

                      1801'de Kartlı ve Kaheti Krallığı (Doğu Gürcistan) toprakları Rusya'ya ilhak edildi. 1806 yılından başlayarak, Osmanlı korumasındaki İmereti Krallığı ve Megrelya Prensliği toprakları Rusya'ya ilhak edildi. Bu arada Karadeniz kıyısında Sohum Kalesi merkezli ve Osmanlı korumasında olan Abhazya Prensliği ise,Osmanlılar'dan ayrıldı ve bir antlaşma ile Rus koruması altına girdi (Abhaz yazarı Hayri Ersoy'a göre, Abhazya Prensliği'nin nüfusu 1858'de 94.023 idi, bk.H.Ersoy, Dili, Edebiyatı ve Tarihi ile Çerkesler, İstanbul,1993, s.44).Bütün bu oluşumlar 1812 Bükreş Antlaşması'yla da kalıcılaştı, ayrıca 1813 Gülistan Antlaşması'yla da İran Dağıstan'nın tamamı ile şimdiki Azerbaycan'ın kuzeyi üzerinde Rus egemenliğini tanıdı. Böylece Rusya Güney Kafkasya'ya kalıcı olarak yerleşmiş oldu

                      1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Nisan 1807'de Anapa yeniden Rusların eline geçti. Ama 1812 Bükreş Antlaşması'na göre Anapa, Osmanlılara geri verildi, ayrıca kuzeydeki Kuban Irmağı ile daha güneydeki Bzıb Irmağı (Pitsunda) arasındaki Çerkesya'nın Karadeniz kıyılarının denetimi de Osmanlılara verildi; Bzıb Irmağı ile Rioni Irmağı (Poti) arasındaki Karadeniz kıyılarının, bu arada Bzıb Irmağı ile İngur Irmağı arasında bulunan ve 1810'da bir antlaşmayla Rusya korumasını benimsemiş olan Abhazya kıyılarının denetimi de Ruslara bırakıldı.

                      Böylece, 1792 Yaş Antlaşması ile Rusya tarafından temelleri atılan planlı bir yayılmacı strateji izleyen Rus diplomasisi, uluslararası hukuka göre bağımsız bir ülke olan Çerkesya'nın ele geçirilebilmesi için, tıpkı 1774'te Kabartay topraklarının hileli yollarla ilhakı olayında olduğu gibi, ileriye yönelik siyasal bir alt yapı oluşturmaya çalışıyordu. Çerkesya kıyı denetiminin Osmanlı Devleti'ne bırakılmış olması da, Rusya'nın 50-100 yıllık süreçlere yayılarak geliştirilen yayılmacı politikalarını perçinlemeyi amaçlayan süreçlerden biri olmalıdır. Sonuç olarak, Çerkesya, artık bağımsız bir ülke olarak değil, ileride Osmanlı Devleti'nden bir antlaşmayla, yani "hukuka" uygun olarak alınmış bir toprak parçası imiş gibi gösterilebilecek ve tepkiler geçiştirilebilecekti. Bu da Rusların ne denli ileri görüşlü, hesaplı, uzun vadeli ve sabırlı bir diplomasi yürütmekte olduklarını göstermektedir.

                      Anapa, 1828'de kuşatma altına alındı, 12 Haziran 1828'de kesin olarak Rusların eline geçti. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan 1829 Edirne Antlaşması ile, kuzeyde Kuban Irmağı ağzından güneyde Bzıb (Psıb) Irmağı ağzına ya da Pitsunda'ya dek uzanan ve Osmanlılarca yerine getirilen Çerkesya kıyılarının denetimi, Osmanlı Devleti tarafından Ruslara devredildi. Böylece Çerkesya, haksız ve hileli bir antlaşma ve diplomasi oyunuyla, sıradan bir Rusya "toprağı" imiş gibi, Ruslarca dünyaya tanıtılmaya başlandı. Bu durum Karl Marx başta olmak üzere, dönemin demokrat çevrelerince kınanmış, Çerkeslere destek çağrıları yapılmıştır. Ancak bu gibi sivil kesim çağrıları durumu değiştirememiştir. Sonuç olarak Poti limanı kuzeyindeki tüm Doğu Karadeniz kıyılarında kesin bir Rusya denetimi kurulmuş oldu.

                      Ruslar1829 Edirne Antlaşması gereğince, Ruslar Çerkeslerden boyun eğmelerini istediler, ama Adigeler, bağımsız olduklarını, Osmanlıların kendilerini Rusya'ya terk etme yetkilerinin bulunmadığını öne sürerek, boyun eğmeyi kabul etmediler. Bunun üzerine Kafkasya Valisi General Paskeviç, Adigelere boyun eğdirmek için bir plan hazırladı. Buna göre kuzeydeki Rus kalesi Anapa'dan güneydeki Rus kalesi Sohum'a kadar uzanacak olan bir "Karadeniz Kıyı Hattı" ile, bir Rus deniz üssü olacak olan Gelencik limanından başlayıp ülke içinden geçecek ve Çerkeslerin bir bölümünü ana Çerkes nüfusundan ayırarak Yekaterinodar'ın (Krasnodar) batısındaki Olginski köprü karakoluna uzanacak olan "Gelencik Hattı"nı kurma kararı aldı. Böylece bölünmüş olacak Çerkeslerin dış dünya ile olan ilişkileri kesilmiş olacak ve boyun eğmeleri sağlanacaktı. Ancak, hesapta olmayan bir biçimde 1830'da İmam Gazi Muhammed önderliğinde Dağıstan ve Çeçenya'da büyük bir Müslüman ayaklanması baş gösterdi, binlerce Dağıstanlı ve Çeçen mücahit Rus mevzilerine saldırdı. Ayrıca Polonya'da da Rusya karşıtı büyük bir ayaklanma oldu. General Paskeviç, ayaklanmayı bastırması için 1831'de Polonya'ya gönderildi. Bu iki nedenle Çerkesya'daki müstahkem hatlar kurulması işi, ertelenmiş oldu. Gazi Molla sanı verilen İmam Gazi Muhammed, 1832'de öldürüldü, yerine seçilen İmam Hamzat'ın da öldürülmesi üzerine, 1834'te Şamil, Dağıstan ve Çeçenya Müslümanlarının İmamı (Dini Devlet Başkanı) olarak direnişin başına geçti.

                      İmam Şamil, üslendiği Dağıstan'daki Ahulgoh kalesinin düşmesi üzerine (1837) Çeçenya'ya kaçtı. Şamil'in yenilmiş olması üzerine, Ruslar, hat inşaatlarını yeniden başlattılar. 1837-1839 yıllarında hatların inşaatı tamamlandı. Çerkeslerin dış dünya ile olan bütün bağlantıları kesilmiş oldu. Çerkesler, ayrıca, dört bir yandan saldırıya geçen Ruslarla aralıksız çarpışıyrlardı. Ruslar, doğudan batıya doğru ilerlediler, Kuban'ın ana kolundan, daha batıda bulunan ve Kuban'ın bir kolu olan Laba Irmağına ulaştılar;ele geçirdikleri bu yerleri, yani Kuban-Laba ırmakları arasındaki "Base Ovası" (Басэ губгъо) denilen geniş ve bitek yerlerde yaşayan yerli halkı katliam ve etnik temizlikten geçirdiler,köyleri ateşe verdiler ve bu bölgeye, stanitsalar (Kazak köyleri) kurarak silahlı Kazakları yerleştirdiler. Base Ovasındaki Çerkesler ve güneydeki dağlarda yaşayan Abazaların (Abazin) kalıntılarını da Küçük ve Büyük Zelençuk ırmakları vadilerine sürerek, hapsedecek bir biçimde oralara yerleştirdiler.Vadi çıkışlarında Rus askeri kale ve stanitsaları kuruldu, birbirine kapalı olan bu vadilere yerleştirilen nüfus sıkı bir denetim altına alındı. Bu nüfus, 1774'ten beri Rus yönetiminde olan Kabardiya'dan getirilen Kabartay göçmenlerle harmanlanarak uysallaştırılmaya çalışıldı (Bu bölgede şimdi RF'ye bağlı Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti bulunmaktadır).

                      Öte yandan 1839'u 1840'a bağlayan kış mevsimini yarı aç ve perişan bir halde geçiren Çerkesler, bazı ajanların, Rus kale ve karakollarına saldırıya geçilmesi durumunda "Türk ve İngiliz yardımlarının mutlaka geleceği" biçimindeki boş sözlerinin etkisinde kalarak, 1840 yılı ilkbaharında, ilkel silahlarıyla toplu bir halde karşı saldırıya geçerek hatları yıktılar ve bazı kaleleri ele geçirdiler. Rusların takviye almaları, bu arada bekledikleri dış yardımların da gelmemesi üzerine düş kırıklığına uğrdaılar,saldırılarını durdurup savunmaya çekildiler.

                      Çerkeslerin 1840 yılındaki yarım kalmış başarılarını bir zafer olarak algılayıp moral bulan ve yeniden güç kazanan İmam Şamil Çeçenya ve Dağıstan'da savaşı yeniden başlattı. Bu arada savunmada olan Çerkeslerin yeniden saldırıya geçmelerini sağlamak ve şeriatı yaymak üzere naip denilen vekillerini,temsilci olarak Çerkesya'ya göndermeye başladı, ancak ilk naipler başarılı olamadılar. Geleneksel (eski demokratik toplum) ilişkilerin ağır bastığı ve Hanefi mezhebine mensup olan Çerkesya'da, Çeçenya ve Dağıstan'daki gibi Şafii İslam hukuku (şeriat) iyi karşılanmadı. 1846'da İmam Şamil, Çerkesya ile Çeçenya'yı ayıran Kabardiya'yı yanına alıp Çerkesya'daki Adigelerle birleşmeyi denedi, böylece direnişi Kuzey Kafkasya Müslümanları boyutuna yaymak istemişti, ancak Ruslardan çekinen ve çıkar ilişkileri bastıran Kabardey derebeyleri (pşı), Şamil'in safına katılmayı göze alamadılar, vadi çıkışlarına silahlı müfrezeler yerleştirerek köylülerin Şamil'e katılmalarının önünü kestiler. Ruslar 1774'teki ilhak ile birlikte Kabartaylara,özellikle beylere (pşı) geniş tarım toprakları bırakmışlardı, ayrıca bunların feodal haklarını/hukukunu da tanımışlardı. Kabardiya'daki başarısızlık üzerine, İmam Şamil, genç ve yetenekli naiplerinden Muhammed Emin'i, 1848'de, temsilcisi olarak, Çerkesya'daki Adigelerin arasına gönderdi. Naib, İmam Şamil'in derebeyliğini ve köleliliği yok ederek hüküm sürdüğü Dağıstan ve Çeçenya bölgelerinde gerçekleştirmiş olduğu şeriata dayalı toplumsal eşitliği Çerkesya'da gerçekleştiremedi, karşısında bir dizi güçlük ve engel belirdi. Şafii Müslümanlar olan Çeçen ve Dağıstanlıların aksine Hanefi Müslümanlar olan Çerkeslerde toprak mülkiyetinden de güç alan etkili bir din adamları örgütlenmesi (şeyhlik ve tarikat kurumları) yoktu. Bu nedenle din adamlarının ekonomik ve idari gücü çok zayıftı. Çerkesya'da geleneksel/laik demokratik kurumlar (h'abze/хабзэ) yanında, yer yer bir derebeyi düzeni de vardı. Bjeduğ, K'emguy ve Besleney gibi topluluklarda feodalizm/yerel beylik düzeni geçerliydi. Adıgelerin birçoğu köle ve soyluluğun genetik ve tanrısal bir kaynağa dayandığına inanıyor, kökü derinlerde olan bu çağ dışı anlayışı, İslam dini bile ortadan kaldıramıyordu. Derebeyi ve zengin/egemen sınıfların desteğini yitirmekten çekinen Naib, ciddi ve geniş reformlar yapmayı göze alamadı, sonuç olarak sınırlı bir destek sağlayabildi,bu arada çelişik uzlaşma yollarını, baskı ve terörü de denedi, bir K'emguy derebeyinin kızını çok eşli haremine aldı. Ama bu yeni evlilik ve çelişik hareketleri yoksul köylülerin uzaklaşmasına, kölelerin de özgürlük umutlarını yiirmelerine yol açtı. O sıralarda Karadeniz kıyısında,Soçi yöresinde yaşayan Vıbıhların dörtte bir kadarı köleydi, Abadzehler arasında da çok sayıda köle vardı, köleler baskı ve sömürü altındaydı, ayrıca Osmanlı pazarlarına yönelik esir/köle ticareti vardı. Kölelerin özgürleştirilememiş olması, bu insanların savaşa seferber edilmeleri fırsatını yok etti. Bunun yol açtığı yıkım ve zararlar ileride daha da net olarak görülecekti.

                      Naib'in şeriata dayalı devlet yapılanması ve saldırı politikası, halkın tepkilerine yol açtı. Naib 1851'de Ruslar karşısında yenilgiye uğradı. Giderek Naib'e destek, Abadzehlerle sınırlı bir düzeye düştü; demokratik bir yaşama alışkın olan Şapsığlar ve diğer topluluklar, düzenbaz ve güvenilmez bir kişi olarak algıladkları Naib'in otoritesini benimsemeyi reddettiler, şeriat mahkemesi binalarını yaktılar ve Naib yanlısı din adamlarını ve kadıları (yargıçları) bölgelerinden kovdular. Bu yeni bölünme ve kaos, ayrıca Şamil tarafından desteklenen Naib'in Rus mevzilerine yönelik saldırı politikası, savunmaya dayalı genel Adıge stratejisini de zayıflattı. Saldırılar, daha sert Rus misillemelerine yol açtığı gibi, Rus savaş şahinlerinin elini daha da güçlendirdi, barışçı bir toplum olan Çerkeslerin "kötü", "haydut" ve "saldırgan kişiler" oldukları biçiminde, yalana dayanan bir Rus kampanya ve dezenformasyonu/yanlış bilgilendirmesi ile Rus kamuoyu da yanıltıldı.[3]

                      Adıgeler 1853-56 Kırım Savaşı'na fiilen katılmadılar, çünkü Adıgeler Müttefikler tarafından bağımsız bir öğe (siyasal birim ya da devlet) olarak değil, Osmanlı Devleti'nin "Kafkasya Genel Valiliği"ne bağlı, "Çerkesya Askeri Valiliği" kapsamında ele alınmak istendiler. Bu yaklaşım biçimi, düş kırıklığına yol açtı, Adıgelerin Müttefiklere olan güvenini sarstı. Osmanlı yönetimince İmam Şamil "Kafkasya Genel Valisi", eski bir Rus subayı olan Natuhay asıllı Seferbey (Zaneko) de Sefer Paşa (ölm. Aralık 1859) adıyla Çerkesya Askeri Valisi sayıldı, ancak en kalabalık kabile olan Şapsığlar, Sefer Paşa'yı ve Osmanlı egemenliğini tanımadılar. Ayrıca Müttefik çıkartmasının Ruslarla savaş içinde olan Çerkesya yerine,Kırım'a ve Bulgaristan'a yapılmış olmasını hoş karşılamadılar. Bu ve benzeri gelişmeler Adıgeleri küstürdü. Müttefik stratejisi Karadeniz'deki Rus donanmasını ve deniz üslerini yok etmek,Akdeniz'e doğru bir Rus yayılmasını önlemek ve Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü koruma altına almak gibi amaçlarla sınırlıydı ve doğrudan Adıgelere ilişkin bir politika içermiyordu. Adıgeler bu konsept içinde, süvari birlikleri halinde ve Müttefik - Osmanlı tertibinde bir yan unsur olarak kullanılmak ve cepheye sürülmek istenmişti. Ancak, beklentileri karşılanmayan Adıgeler, başka ülkeler adına savaşmayı kabul etmediler.

                      Bütün bu olumsuz durumlara karşın, Adıgeler, İmam Şamil'inki gibi ve durum gereği, Rusların Kafkasya'daki birliklerinin bir bölümünü olsun cepheye sürmelerini engellemiş ve Müttefikler'e (İngiliz, Fransız ve Osmanlılar'a) dolaylı da olsa, kısmi bir destek sağlamış oldular.

                      Müttefikler Rusları barışa zorlamak için,savaşın sonlarına doğru,1855'te, Çerkesya kıyılarına geç kalmış bir çıkartma yaptılar ve Taman Yarımadasının bir bölümünü ele geçirip jest anlamında "Çerkesya Valisi" Sefer Paşa'yı (Zaneko) desteklemiş oldular, Rusları da Yekaterinodar'a (bugünkü Krasnodar) doğru geri çekilmek zorunda bıraktılar. Ancak bu tamamlanmamış harekât, yarardan çok zarar getirecek; katı Rus nefret ve düşmanlığının Adıgeler üzerinde patlamasına ve faturanın Çerkeslere kesilmesine neden olacaktı. Çerkesya'da bunlar olurken, öte yandan Osmanlı birlikleri Güney Kafkasya'da üst üste yenilmiş, Kars Kalesi de Ruslara teslim olmuştu.

                      1856 Paris Antlaşması, Müttefikler ve Ruslar tarafından ele geçirilen yerleri karşılıklı olarak geri verme, Karadeniz'i Rus donanma ve üslerinden arındırma, ticaret gemileri dolaşımına açma, Karadeniz kıyısındaki kaleleri yıkma gibi koşullarla imzalandı. Antlaşma'da Adıgelere (Çerkesya'ya) ilişkin hiçbir değinme yoktu. Müttefik ülkeler temsilcileri, Kırım Savaşı sırasında Dağlıların kendilerine yardım etmemiş olduklarını" belirtmekle yetindiler (bk. Çuvış Anjel, 'Kırım Savaşı ve Hemen Ertesindeki Çerkeslerin Tarihi', Cherkessia.net). Böylece 1829 Edirne Antlaşması hükümleri, Müttefiklerce yeniden onaylanmış, egemen Çerkesya, bir "Rusya toprağı" sayılmıştır. Antlaşma gereği, Müttefikler Çerkesya ve Kırım'ı tahliye ettiler.

                      Bu arada Rus generalleri de, Karadeniz yoluyla Batı dünyasına açık bir stratejik bölge ve büyük nüfuslu bir halk (2 milyon) olan Çerkeslerden kurtulma yollarını görüşmeye başladılar.1857'de Kafkasya Ordusu Kurmay Başkanı General Milyutin, Çerkeslerin bir bölümünün (Karadeniz kıyılarında yaşayan Çerkeslerin) kuzeydeki Don Irmağı havzasına sürülmesi biçiminde gizli bir rapor hazırlayıp, üstü Kont Baryatinski'ye sundu (1857), ama Rusya'daki diğer Müslümanların tepkilerinden çekinen Rus makamları Milyutin'in önerisini uygulamaktan kaçındılar. Bu arada bazı Rus komutanlar, örneğin General Filipson, Karadeniz kıyısındaki Çerkeslerin Osmanlılarla ticaretine izin verilmesi halinde, Adıgelerle barışın sağlanabileceği görüşünü savundu. Ancak General Nikolay Yevdokimov, bu görüşe karşı çıktı. Onun görüşüne göre, Rusya'nın gelecekteki stratejik çıkarları gereği, dağlardaki Adıgeleri yerlerinden çıkartarak/ sürerek Kuban Irmağı boylarındaki düzlüklere yerleştirmek ya da Türkiye'ye göndermek, Adıgelerden boşaltılacak olan yerlere, Karadeniz kıyılarına Rus Kazaklarını yerleştirmek gerekiyordu, böylece Karadeniz kıyıları güvence altına alınmış ve kesin olarak Ruslaştırılmış olacaktı. Çar II.Aleksandr, General Yevdokimov'un önerisini uygun buldu (1960; Bkz. Prof. Dr. Ç'ırğ Ashad, "Meclis Özgürlüğün Mücadelecisiydi", internet). Sürgün kararı, henüz boyun eğmemiş olan Karadeniz kıyısındaki Çerkesleri, yani Şapsığ,Vıbıh ve barışçı Cigetleri kapsayacak, ayrıca daha kuzeyde, AnapaNovorossiysk ve Gelencik yörelerinde yaşayan ve o tarihte çoğu Rusya'ya boyun eğmiş, bir kısmı da Şapsığlara sığınmış olan Natuhayları da kapsayacaktı. Buralarda (kıyı bölgesi ve gerisinde) yaşayanlar topraklarından çıkartılıp Türkiye'ye gönderilecekler ya da isterlerse,-ki pratikte bu pek de olanaklı değildi-,daha doğudaki,Rus yönetimindeki elverişsiz ve sıtma yatağı Kuban düzlüklerine ve üstelik oralarda, Rus nüfus karşısında azınlıkta kalacak adalar biçiminde (birbirinden uzak öbekler halinde) yerleştirileceklerdi, Adıge/Çerkes köylerinin etrafına da yağmacı ve saldırgan Kazakların stanitsaları (müstahkem köyleri) yerleştirilecek, böylece Çerkeslerin kontrolü işi Kazak milislerince yerine getirilecekti. Ek olarak,1859'da boyun eğmiş olan Abadzehler de, Çar II. Aleksandr'ın 11 Eylül 1861'de aldığı bir kararla sürgün kapsamına sokuldular. Böylece, kıyı şeridi dışında Çerkesya'nın içteki dağlık yöreleri de yerli (Şapsığ ve Abadzeh) nüfustan boşaltılmış olacaktı.

                      Ruslar önce,doğudaki İmam Şamil'in üzerine yürüdüler:6 Eylül 1859'da İmam Şamil,Dağıstan'ın Gunib kasabasında Mareşal Kont Baryatinski'ye teslim oldu, ardından Şamil'in Çerkesya'daki naibi Muhammed Emin de, taraftarı Abadzehlerle birlikte,Rusya'ya bağlılık yemini verdi (2 Aralık 1859). Şamil ve Muhammed Emin,Rus hükümeti tarafından ömürboyu maaşa bağlandılar. Rusya'nın artık tek hedefi kalmıştı,o da henüz boyun eğmemiş olan Adıge kabileleri idi. Bu arada Rus birlikleri de Dağıstan ve Çeçenya'dan Çerkesya'ya doğru kaydırılmaktaydı: 1857'de sınır, doğuda Kuban'ın kolu Laba Irmağından, daha batıda ve yine Kuban'ın bir kolu olan Belaya Irmağına (Çerkesçe: Şhaguaşe) kaymış ve Ruslarca işgal edilmiş olan bu yerlerde yaşayan Çerkes toplulukları (Bjeduğ, Çemguy, Besleney, Mahoş, Yegerukay, Kuban Kabardey ve Abzahlar) Rus yönetimine alındılar.Ocak 1860'ta, kıyıda (Anapa yöresinde) yaşayan ve kuşatma içine alınmış olan 240 bin nüfuslu Natuhay topluluğu da Rusya'ya boyun eğdi.

                       

                                                                    https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/f/f4/Adygea02.png/250px-Adygea02.png

                                                                                            Adige Haritası

                      Ruslar 1859'da boyun eğmiş olan 260 bin nüfuslu Abzahları, 2 Aralık 1859 tarihli anlaşmayı bozarak, Şapsığlar ve Ubıhlar yanında,1861'de etnik temizlik kuşağı içine aldılar ve Abzahlara saldırdılar.Bunun üzerine, Abadzehler, Şapsığ (300 bin) ve Vıbıh (100 bin) bölgelerindeki direnişe katılma kararı aldılar, savunma amacıyla ve Vıbıh bölgesinde 1861 yılında ortak bir merkezi yönetim altında birleştiler ve merkezi, Ruslardan uzaktaki "Saçe" (Soçi) yakınlarında olmak üzere bir Çerkes Ulusal Meclisi ve bir federal yönetim oluşturdular, ama Ruslar kıyıdan gizli bir çıkartma yaparak ve deniz komandolarını göndererek Meclis binasını ateşe verip yaktılar. Adıge yönetimi temsilcileri, Eylül 1861'de, Maykop yakınına, Hamketi'ye gelen Çar II.Aleksandr'dan "sürülmemeleri" koşuluyla görüşme ve barış talebinde bulundular, ama gerçekçi bir diplomasi de yürütemediler; Adigeler, bir uzlaşma için "Topraklarında yol,kale ve istihkam yapılmaması, stanitsalar (silahlı Rus Kazak köyü) kurulmaması" gibi Rusların kabul edemeyeceği koşullar öne sürdüler.Sonuç olarak Çar, Adıgelerin koşullarını, "Ya Osmanlı'ya göç edin ya da Kuban boylarında sizin için ayırdığımız yerlere yerleşin" diyerek çok sert bir biçimde geri çevirdi.[5] Bunun üzerine, Aralık 1864 tarihine kadar uygulanan ve 1867'de iptal edilen, "10 Mayıs 1862 tarihli bir Rus hükümet kararı"[6] yürürlüğe kondu:Harekete geçen Rus ordu birlikleri, Adıgeleri,boyun eğmeye ve topraklarını terk etmeye zorlamak için,köyleri kuşatmaya başladılar.Rus birlikleri,sistemli ve planlı bir biçimde köyleri basıp ateşe veriyor,terör uyguluyor,yakalanan Adıgeler tecavüzlere uğrayabiliyor,öldürülüyor ya da etnik temizlik yoluyla topraklarından çıkartılarak,Rus bölgelerindeki kamplarda toplanıyor,kamplardan Rus yönetimindeki Kuban ırmağı boylarına ya da Rus kontrolündeki Karadeniz limanlarından doğruca Osmanlı topraklarına gönderiliyorlardı.[7] Çaresiz durumda kalan Abadzehler Ağustos (eski takvime göre Temmuz) 1863'de savaştan çekildiler;Abadzehler (Абдзахэхэр) iç (Kuban ırmağı sol kıyılarına) ve dış göçü (Osmanlı İmparatorluğuna göçü) birlikte başlattılar.Ateşkese uymak istemeyen ya da ihlal ettiği söylenen bazı küçük Abadzeh grupları da,gözdağı anlamında, topluca imha edildiler (Örneğin,Pşeha Irmağı boyundakiler).

                      Ekim 1863'te, Şapsığlar da,ateşkes istediler ve savaşa son verdiler.Ateşkes Antlaşması gereğince,Şapsığlara 6 Mart 1864 günü akşamına değin köylerinde kalma izni verildi.Şapsığlar o tarihe kadar köylerini terk etme ve bölgeyi boşaltma koşulunu da kabul ettiler. Nitekim Rus birlikleri 7 Mart 1864 tarihinden başlayarak bölgeye dağıldılar ve terk edilmiş haldeki bütün Şapsığ köylerini bir bir ateşe verip yaktılar.

                      Şubat sonunda harekete geçip Mart 1864 başlarında, ateşkes koşulları uygulanan Şapsığ toprakları üzerinden,yerel gözlemciler eşliğinde yürüyerek Vıbıh bölgesine ulaşan Rus birlikleri, 18 Mart'ta, Psezuapse ırmağının 5 km (verst) kadar güneyinde, bir kestane ormanında toplanmış büyük bir Vıbıh ve Ahçıpsı topluluğu ile karşılaştılar,ancak kısa bir çatışmanın ardından direnişçiler başarısızlığa uğradılar ve dağıldılar; çatışmada Ruslar 8 ölü ve 14 yaralı verdiler. Vıbıhlar bunun dışında başka hiçbir direnişte bulunmadılar. 24 Mart 1864'te de Vıbıh lideri Hacı Gerandıko Berzeg, Rus birlikleri komutanı General Heyman'a (Гейман) "Vıbıhların tamamen boyun eğdiğini" bildirdi, ertesi gün eski Navaginsk Kalesi (şimdiki Soçi yerinde) de direnişsiz Rusların eline geçti. Nisan ve Mayıs aylarında,dağlardaki küçük topluluklar (köyler), en son olarak da kıyı bölümündeki dağlık bir köyde yaşayan ve direniş kararı alan küçük Aibga topluluğu da 12 Mayıs 1864'te boyun eğdi, böylece Ruslar Soçi ve Gagra yörelerinden oluşan son egemen Adige topraklarının tamamını da ele geçirip şimdi Abhazya'da bulunan, ama o sıralar Adıge-Rus sınırını oluşturan Bzıb Irmağına ve Rusya'ya bağlı Abhazya Prensliği topraklarına ulaşmış oldular.Ruslar 21 Mayıs 1864'te de,Mzımta Irmağı yukarı vadisindeki Kbaada yaylasında (şimdiki Krasnaya Polyana) toplandılar;burada bir askeri tören ve bir dini ayin düzenlediler ve "Kafkas Savaşı"nın kendi zaferleriyle sona erdiğini ilan ettiler.[8] Ancak, Şapsığ ve Vıbıhların komşuları olan ve dağlarda barınan, Rusların "uçucu ya da ormancı çeteler" dediği Adıge Hak'uç topluluğu, birkaç yıl daha direndi.Haziran 1865'te, ölümüne savaşmakta olan Hak'uçlar, Ruslara büyük kayıplar verdirdiler.Bunun üzerine,1865'te dağlarda yaşayan,topraklarını terk etmeyi ve boyun eğmeyi kabul etmeyen Hak'uçlara boyun eğdirmek,ayrıca kıyı bölümündeki Aşe,Psezuape (Psışu),Şahe (Şex),Soçi ve Mzımta ırmakları havzalarını Hak'uç saldırılarından korumak için, üzerinde 12 karakolun yer aldığı Hak'uç Müstahkem Hattını kurdular. Ayrıca sıradağların doğusuna,ardına düşen iç kesimde,yani Kuban Irmağı kaynaklarında ve dağ geçitlerinin ağızlarında da karakollar kurarak, Hak'uçların diğer Abzah kalıntıları ile bağlantı kurmalarına fırsat tanımadılar ve Hak'uçları dört bir yandan tam bir çember içine aldılar ve imha ettiler (T.V.Polovinkina, Çerkesya, Gönül Yaram, Ankara, 2007, s.281-285).Hak'uç direnişi, yer yer, 1870'li yıllara, yani Hak'uçlar tükenene değin sürdü; 1880'de Hak'uç sayısı 83'e düşmüştü.

                      Hak'uçların ve onlara katılan Çerkes kalıntılarının dağlardaki bu direnişleri nedeniyle, Ruslar uzun süre,etnik temizlik uyguladıkları bu yerlere huzur ve güvenlik içinde yerleşme olanağını bulamadılar.

                      Adıgelerin savaştan yenik çıkmasında, idari ve demokratik reformları başaramamış, yani derebeyliğini ve köleliği bütünüyle tasfiye edip ulusal bir bütünleşme gerçekleştirememiş ve modernleşememiş olmaları ana etkendir. Çünkü Adige nüfusu 2 milyon gibi çok büyük bir sayıdaydı, ancak bu nüfusun modern anlamda birleştirilmesi gerçekleştirilememiştir. 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başlarında bütün Adige yörelerinde özgürleşme hareketleri olur ve önemli ölçüde başarıya ulaşılırken, Vıbıh yöresi özgürleşme hareketlerine kapalı tutulmuş ve eski köleci-baskıcı düzen aynen korunmuştu; Vıbıh nüfusunun dörtte bir köleydi ve köle sahipleri, kendi sınıfsal üstünlüklerini (köle sahipliği düzenini) ve mal varlıklarını garantiye almayacak bir anlaşmaya taraftar olamazlardı. Bu gibi sınıflar her türlü özgürleşmeye karşıydılar ve daha başka yapısal nedenlerle, Adıgeler, kalkınamamış ve güçlü bir merkezi otorite oluşturamamışlardı. Sonuç olarak Çerkes toplumunun gücü seferber edilememiş, zayıf, iç çelişkili, birbirinden kopuk,bir yandan sınıf kavgalı,bireylerin gönüllü katılımı ile sınırlı ve dağınık bir direniş verilmiştir. Ruslar ise planlı bir devlet gücü ile Adıgelerin üzerine yürümüştür.1830-1859 yılları arası dönemde, Ruslara karşı verilen öteki direnişlerde, Çeçenya ve Dağıstan'da, özellikle İmam Şamil döneminde,yerel beylik ve kölelik (kul) sistemi sona erdirilmiş ve Şamil'in yönetimindeki yörelerde bütün güçler direniş adına seferber edilebilmişti, ancak oralarda, çok daha eski bir dönemden beri,gücünü toprak sahipliğinden alan güçlü bir şer'i/toplumsal düzenin bulunduğu, bunun İmam Şamil döneminde devlete (İmamet Devleti) dönüşmüş olduğu da bilinmelidir. Şamil, otoriter bir şeriate (din hukukuna) dayanan katı bir yönetim, profesyonel bir askerlik (mürid) düzeni oluşturmuştu.Adigeler ise, modern anlamda bir vergi ve askerlik düzeni oluşturamamışlardı.

                      Orta Kuban ve Orta Laba boylarında barınan ve oraya iç sürgün yoluyla yerleştirilen 80 bin kadar Adıge dışındaki bütün Adıge (1 milyonun çok üzerinde bir Adıge) nüfusu ise "deportation" (ülke dışına çıkarılma) biçiminde,Karadeniz kıyısındaki limanlardan gemilere bindirlerek Osmanlı topraklarına gönderildi.Parası olan aileler,akraba ve köleleri de yanlarında olmak üzere,düzgün gemiler kiralayarak Türkiye'ye göç ettiler ve elverişli buldukları yerlere yerleştiler.Yoksul kesim ise büyük telefat verdi. Bu arada,1862 sonrasında ele geçirilen Adıge topraklarındaki bütün Adıge köyleri,daha yukarılarda belirtildiği gibi,istisnasız olarak ateşe verilip yakıldı,dağlarda direnen gerilla gruplarının yararlanmaması için de tarlalar atlara çiğnetildi,meyve ağaçları bile askerlerce bir bir kesildi.1864 yılı Haziran ayı ortalarına doğru kuzeyde Kuban Irmağı ağzından başlayıp güneyde Bzıb Irmağı ağzına değin uzanan Çerkesya'nın Karadeniz kıyılarında ve içerilerde tek bir Adıge (ya da Çerkes) nüfus[10] bile bırakılmadı,1862 yılı sınırları içinde kalan Bağımsız Çerkesya toprakları tümüyle insansızlaştırıldı. Binlerce yıldan beri bu topraklara damgasını vurmuş olan bir insan soyunun kökü bu topraklardan sökülüp atıldı. Askerler ve bir de direnişçiler dışında insan kalmayan bu topraklarda artık aç köpek havlamaları ve kurt ulumaları dışında ses duyulmuyordu. Ruslarca istila edilen bu yeni topraklar üzerinde Rus Kuban Ordusu Yönetim Bölgesi kuruldu ve eski Adıge toprakları bir Yasak askeri bölge olarak ilan edildi.Dağlarda direnen Adıge (Hak'uç) sayısı ise, Haziran 1864'te hemen hemen tamamlanan Adıge göçünden bir yıl sonra bile, Haziran 1865'te,Rus askeri kaynaklarına göre,hala 8-9 bin dolayındaydı.[11] Savaş süresince Ruslar tarafından öldürülen toplam Adıge sayısı da,Adige yazarı Dr. Almir Abreg'in tahminine göre 500 binden çoktur.

                      1864 Adıge sürgünü bittikten sonra, Ruslar tarafından Kafkasya'da,Kuban oblastında kalmasına izin verilen 80 bin (1864 öncesi nüfusunun % 4 kadarı; tarihçi Dr. Almir Abreg [Абрэдж Алмир], sayıyı 1864 yılı için 80 bin olarak verirken, yine başka bir Adıge tarihçisi olan Dr. Samir Hotko [Хъоткъо Самир] ise, aynı sayıyı 1865 yılı için 51 bin olarak veriyor) dolayındaki Adıge kalıntıları, yeni yerleştirildikleri yerlerdeki sıtma yatağı birer ölüm tarlası niteliğindeki bataklıkları kanallar kazıp yer yer kuruttular, bentler kurarak ve su arkları kazıp tarlalara su götürerek o yerleri sağlıklı ve verimli topraklara dönüştürdüler ve tarım topraklarını kendi çabalarıyla genişlettiler. Bu durum Rus üst makamlarının hoşuna gitmemişti. Çerkesya'nın iskânı sırasında Rus yerleşimcilere aile başına 33 desyatin (330 dönüm üzeri) toprak verilirken, Adıge ailelerine 7 desyatin toprak dağıtılıyordu (bk. Kadircan Kaflı, Şimali Kafkasya, İstanbul, 1942).Bu da çok çocuklu ve kalabalık Adıge ailelerini yarıcı, kiracı ya da ırgat biçiminde Kazak zenginlere bağımlı hale getiriyordu. Ama çok geçmeden Adıgeler, köy köy imece dayanışmaları yoluyla, bataklıkları kurutup topraklarını genişletmeyi ve Kazaklara bağımlılıktan kurtulmayı başardılar. Bunun üzerine, Rus makamları Kazak milisleri Adıgelerin üzerine salmaya,iftira ve suçlamalarda bulunmaya, örneğin bu milislerce öldürülen Rus cesetlerini bile Adıge köy sınırları içine atmaya ve haksız yere Adıgeleri sorumlu tutmaya ve cezalandırmaya, "ceza" karşılığı Adıgelerin elinden alınan toprakları da "Kazak milislere ve Rus asker emeklilerine" dağıtmaya, direnenleri de "asi" sayıp zorla ve korkutarak Osmanlı topraklarına göndermeye başladılar.Örneğin, Kasım 1889'da Orta Laba yöresindeki 24 bin Adıge'nin Türkiye'ye gönderilmesine, bunların 230.000 desyatin (yaklaşık 250 bin hektar) tutarındaki verimli toprağına el konulmasına,bu toprakların Rus asker emeklileri ile Kazaklara dağıtılmasına karar verildi

                      Adıge aleyhtarı bu tür politikalar nedeniyle,1864 sonrasında,Kuban oblastında bulunan ve 107 bin (80 bini şimdiki Adigey,kalanı Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti yerinde) olan toplam Adıge sayısı 1880'de 60.424'e düştü;genel artışa göre,1897'de Adıge sayısı,250 bin olabilecek yerde, 30 bine düştü (şimdiki Adıgey Adigeleri ve Karadeniz kıyısındaki Şapsığlar).1897'de 13 bin dolayında olan şimdiki Karaçay-Çerkesya Adigeleri ile birlikte eski Çerkesya sınırları içindeki genel Adıge (Çerkes) nüfusu 43 bine düştü (1864 yılı öncesi nüfusun % 2 kadarı.

                      Bu da o zamanki Rus makamlarının Adıgeleri hedef alan amansız bir etnik temizlik ve soykırım politikası yürütmüş olduklarını kanıtlamaktadır.

                      İç savaş döneminde, özellikle 1918'de, Adıgeler beyaz ve kızıl birlikler arasında kalıp büyük bir nüfus kaybına uğradılar.1922'de Kuban-Karadeniz oblastındaki Adıgeler için Krasnodar merkezli Adıge Özerk Oblastı (sancak) ile, 1880'lerde Orta Laba boyundan, Karadeniz kıyısındaki eski yerlerine dönebilen Adıge Şapsığlar için de 23 Eylül 1924'te Tuapse merkezli Şapsığ Ulusal Rayonu (ilçe) kuruldu, ama Şapsığ rayonu, 20 yıl sonra, 24 Mayıs 1945'te kaldırıldı.Rusya yönetimi, 55 yıl boyunca Şapsığ adına sansür uyguladı, Şapsığlara eski haklarını geri vermedi. Şapsığlar 1999'da devlet tarafından bir tür "koruma altına" alındılar ve onlara küçük bir "yerli toplumu statüsü" verildi,ama Şapsığlara,diğer sürülmüş ya da özerklikleri kaldırılmış küçük RF halkları örneğinde (Karaçay, Balkar, Çeçen, İnguş, vb) olduğu gibi toprakları ve eski özerk yönetimleri geri verilmedi,Şapsığların durumu, daha çok 1944'te Kırım'dan sürülmüş olan Kırım Tatarlarının ve Volga Almanlarının durumuna benzemektedir. Adıge ÖO ise, 3 Temmuz 1991'de cumhuriyet (devlet) statüsüne yükseltildi ve böylece, İkinci Dünya Savaşı boyunca da iyice ezilmiş olan Adıgeler yeniden toparlanmaya başladılar.

                      Çerkes asıllı bir topluluk olan Şapsığların 1945'te ellerinden alınan eski özerkliklerinin iadesi için 25 Kasım 2007 tarihli Şapsığ Kongresi'nde yaptıkları son girişim ve çalışmaları öğrenmek için bk. "Kaffed genel kurul ve izlenimler", Uzunyayla. Com, internet;"Şapsığlar Tkaçev'in kapısını çalacak", internet.

                      Adıgelere Stalin döneminde,çalışma kamplarına sürülme,hapis ve idamlar biçiminde terör uygulandı.Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında savaş ve Almanlara karşı sürdürülen partizan direnişleri sonucu yetişkin Adıge erkek nüfusunun çoğu (15 binden çok Adıge) yok oldu ve uzun bir süre toparlanılamadı. Almanlara karşı savaşta, eski Sovyetler Birliği içinde, koca cumhuriyet ve krayları da aşarak, nüfusuna göre en fazla şehit veren ve en çok da Sovyetler Birliği Kahramanı çıkaran bölge, küçücük Adigey'dir, Adıgelerdir.Özellikle SSCB Kahramanı ve Adıge şairi Hüseyin Andrıhoy'un (Андрыхъое Хъусен;1921-1942) anıtı,RF ve Adigey (Şevgenovski rayonu merkezi Hakurınehable) dışında,bugün Ukrayna'da,şehit olduğu yerde de dikilidir.

                      AC Devlet Parlamentosu-Khase,Karadeniz kıyısında yaşayan Şapsığlar için bir özerk bölge yönetimi kurulması,ayrıca AC sınırlarında da bir değişikliğe gidilerek, AC topraklarının doğuda Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti'ne, güneyde de Karadeniz kıyısındaki Abhazya Cumhuriyeti'ne ve Karadeniz kıyısına değin uzatılması taleplerinde bulundu.15 Nisan 1995'te Krasnodar krayı Valiliğince yapılan bir açıklamada, Şapsığlara özerklik verilmesinin Krasnodar kray yönetimine değil,RF üst makamlarına ait bir yetki olduğu açıklandı. AC'nin toprak talebi de,özellikle Krasnodar kray yönetiminin itiraz ve tepkileriyle karşılaştı (bk.Doç.Dr.Ufuk Tavkul,"Kafkasya'da bir tehdit unsuru 'Kazaklar' ",Birleşik Kafkasya dergisi,Ocak-Haziran 2007,Ankara,sayı 6-7,s.33).AC'nin ve Şapsığların istemiş olduğu yerler Krasnodar Kray'a bağlı Mostovski rayonu ile, Tuapse rayonu ve Soçi metropoliten alanının bir bölümünü kapsıyor olmalıydı.

                      AC'nin,tarihsel Adıge toprakları üzerinde doğal sınırlara kavuşma ve Krasnodar Kray kuşatmasından kurtulma isteği, AC'nin lağvedilmesi ve topraklarının Krasnodar Kray'a katılması içerikli karşı bir kampanya açılmasına yol açtı. Kampanya 2006'da durdurulabilmiştir.

                      Kabartayca konuşan doğu Adıgeleri de, 12 Ocak 1922'de kurulan "Karaçay-Çerkes Özerk Oblastı" ile 16 Ocak 1922'de oluşturulan "Kabartay-Balkar Özerk Oblastı" içinde yer aldılar. Kabartay-Balkar ÖO 5 Aralık 1936'da, Karaçay-Çerkes ÖO da 3 Temmuz 1991'de cumhuriyet oldu.

                      Temsil Edilmeyen Halklar ve Uluslar Örgütü-UNPO,15-19 Temmuz 1997'de,Estonya Otepaa'daki toplantısında,19.yüzyılda Çerkeslere soykırım uygulandığını, bu halkın %90 oranında Türkiye,Suriye ve Ürdün topraklarına sürüldüğünü, Rusya ve uluslararası topluluk tarafından Çerkeslere Sürgün Ulus Statüsü verilmesi gerektiğini, RF'nin Çerkeslere çifte vatandaşlık hakkını ve Çerkes halkının kendi tarihsel topraklarına dönebilme garantisini vermesi çağrısında bulundu.(bk."Unpo,Çerkes Ulusunun Durumu Üzerine Karar",internet).

                      RF Başbakanı Vladimir Putin tarafından imzalanan 10 Kasım 2008 tarihli bir karar ile, dış ülkelerde bulunan Rusya diasporasına Rusya'ya dönüş hakkı tanınmıştır.Ancak kararın tam içeriği ve nasıl uygulanacağı konuları henüz açıklanmamıştır. Sadece dönüş için gerekecek harcamaların Federal bütçeden karşılanacağı açıklanmıştır (Bkz."Yeni dönüş programı Adigeleri de kapsıyor",Circassiancanada,internet).

                      Ruslar 1998'de RF Hükümetinin iskan garantisi ile Kosova'dan,savaş koşulları nedeniyle,200 dolayında bir Adıge (Çerkes) nüfusunu Adigey'e getirip Maykop kentsel alanı içinde yeni oluşturulan Mafehable köyüne yerleştirmişlerdir.Ancak,RF Hükümeti,Kosovalı Adıgelere verdiği iskan garantisi sözünü bile bütünüyle yerine getirmemişti,2007'de bile,yurtlarda barınmaya çalışan evsiz Kosovalı aileler görülmekteydi (bk.Nurbıy Sehute/Сэхъутэ Нурбый,1офш1эгъэ дэгъухэр я1эх,мэфэк1ми чанэу хэлэжьэщтых,Адыгэ макъ,25.07.2007,internet;Türkçesi için bk.Jineps,sayı 22,s.3).

                      Sorun çözülmediği, Adıgelerin istediği gibi,RF yönetimi tarafından yeni bir yasal düzenleme yapılmadığı sürece, Adıgelere tarihi ülkelerine dönüş yolu,1864'ten beri olduğu gibi,yine de açılmış olmayacaktır.

                      Demokratik Adıge kuruluşları,sürgündeki nüfusa,yani tüm Adıge ya da Çerkes diasporasına,1997 UNPO kararına da uygun olarak,ilkesel düzeyde, "RF'ye yerleşme ve çifte vatandaşlık verilmesi hakkını" talep etmektedirler.Son olarak Mayıs 2011'de RF Devlet Duması yetkilileri ile Çerkes sivil kuruluş temsilcileri arasında yapılan bir toplantıda ABD Kaliforniya Çerkes Derneği/Adıge Khase (Circassian Association of California/Adyghe Khasa) adına Başkan Şıkh Çiçek tarafından Kuzeybatı Kafkasya'daki Kabardey-Balkar,Karaçay-Çerkes ve Adıge Cumhuriyetleri ile Krasnodar Kray'ın Çerkesya adı altında tek bir cumhuriyette birleştirilmeleri talep edildi (bk."Kaliforniya Çerkes Dernegi/Adıge Kase'nin Rus Duması'na Yazılı Teklifi",05 Haziran 2011,Cherkessia.net,Haberler).

                      Rusların ise,aslında Adıgelerin eski ülkelerine dönüşünü istemedikleri, dönüş sorununu,Diasporadan dönmüş olan küçük bir Çerkes nüfusu (birkaç yüz kişi) ile sınırlı tutmayı istedikleri söylenmektedir. Son olarak 20 Mayıs 2011 tarihli oturumunda Gürcisan Parlamentosu oybiliği ile Çerkes Soykırımını kabul etti. Böylece Çerkes soykırımı olayı,BM üyesi bir devlet tarafından uluslararası kamuoyunun gündemine taşınmış oldu.

                      Kabardeyler veya Kabartaylar (Türkçe: Kabardeyler; Rusça: кабардинцев kabardintsev),Kuzey Kafkasya'nın yerlisi olan Adigeleri oluşturan 12 boydan biridir.[3] Rusya içindeki özerk Kabardey-Balkarya Cumhuriyeti'ne adını veren halklardan biridir (diğeri Balkarlar). Nüfuslarının bir kısmı başta Kabartay-Balkar Cumhuriyeti olmak üzere Kuzey Kafkasya ve Rusya Federasyonu içinde olmakla birlikte, büyük bir kısmı 19. yüzyıl sonunda yaşanan soykırım ve sonrasındaki Büyük Çerkes Sürgünü ile birlikte diyasporada yaşamaktadır. Türkiye, Mısır, Suriye ve Ürdün gibi Orta Doğu ülkeleri diyaspora Kabardeylerinin yoğunluk kazandığı yerler olmakla birlikte Avrupa ve Kuzey Amerika'da da önemli sayıda Kabardey nüfusu bulunmaktadır.

                      Sonunda üç ayrı ulusal grup şekline gelen Kabardeyler, Çerkesler ve Adigeler aslında hepsi aynı kökten gelmelerine aynı adı (Adige) taşımalarına karşın Kabardey adı daha spesifik olmak bakımından yalnızca bir alternatif olarak kullanılır. Adige kabilelerinin orijinal yerleri Kuban Nehri'ydi ama 14.yüzyıl sonlarında Büyük Kabardey olarak bilinegelen bölgedeki Terek Irmağı'nın sol kıyısında birçoğu yerleşmiş bulunuyordu. 15.yüzyıl başlarında Küçük Kabardey olarak bilinen yere de yerleştiler.

                      Kabardeyler çevrelerindeki kavimlerin bir kısmını yönetimleri altına aldıkları için 15.yüzyılda güçlendiler. 16.yüzyılda Kabardeyler Kırım Tatarlarının saldırılarıyla yağmalandılar ve kısmen yönetimlerine girdiler. Aralarındaki ilişki her zaman düşmanca değildi. Zira Kırım Hanları çocuklarını yetiştirmeleri için Kabardey prens ailelerine gönderiyorlardı. Ayrıca Kırım'ın etkisiyle İslamiyet bu bölgeye iyice yerleşti. Kabardeyce zaten bir süreden beri Müslüman bulunuyordu (13.-14.yüzyıl cami kalıntıları bu bölgede bulundu). Buna karşın 1557'de Kabardeyler IV.İvan'a (Korkunç İvan), Tatarlara karşı korunmak için elçi gönderdiler. Bu istekleri yerine getirildi ve İvan'ın bir Kabardey prensesiyle evlenmesinden sonra ilişkiler daha da kuvvetlendi. 1561’de Ruslar Terek nehri üzerine bir kale inşa ettiler, 1567'de bir başka kale kuruldu. 17.yüzyılda Ruslar bölgeye iyice yerleşmiş ve Kafkasların daha derinlerine uzanmak için hazırdılar. Osmanlılar ve İranlılarda Kafkasları ele geçirmeye çalışıyorlardı ve 18.yüzyıl, arka arkaya savaşlara sahne oldu. Belgrad antlaşması(1739), Kabardey’i tarafsız bir devlet ve Osmanlılar ile Ruslar arasında bir tampon bölge durumuna getirdi. 1774'teki Küçük Kaynarca antlaşmasıyla bölge Ruslara bağlandı. Rusların Kafkasya’da yayılmaları sık sık yerli halkın isyanına neden oldu ve çok uzun, çok kanlı savaşlar olmasına karşın bu yayılma durdurulamadı. 20.yüzyıl bölgeye yeni karışıklıklar getirdi. Rus devriminden sonra milliyetçi partiler, Bolşevikler, Menşevikler ve Beyaz Ordu’nun üstünlük mücadelesi dolayısıyla Kafkaslar çalkantıya gömüldü. Kabardey'de üstünlüğü 1918'de Sovyetler sağladı. Ancak Kabardino-Balkarya ili, 16 ocak 1922'de kuruldu. 5 aralık 1936'da özerk cumhuriyet şekline dönüştürüldü. Ağustos 1942'de Almanlar bölgeyi 6 aylık bir süre işgal ettiler. Bir yıl sonra bütün Balkarlar Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesi ile (Mart 1944'te) Orta Asya ve Kazakistan'a sürgün edildi. Balkarya adı cumhuriyetin unvanından silindi ve 1957'de sürgün edilen halkların haklarının geri verilmesine kadar değiştirilmedi.

                       

                      • Konu 11

                         

                        11.         Hafta                              Karaçay-Malkar

                        Konular:  Karaçay-Malkarların sosyo-demografik yapısı; Geleneksel hukuk ve inançlar; Karaçay-Çerkez ve Kabardin-Balkar cumhuriyetleri.

                        Temel Okumalar:

                        -      Ufuk Tavkul, Kafkasya Gerçeği, s. 34-36; 161-170; 289-300; 325-336; 359-377; 390-419;

                        -            Wikipedia’dan uygun makaleler:

                        -           Kafkasya ve Çevresindeki Türk Toplulukları.

                                    Dr. Ufuk    Tavkul. http://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=358637

                        -             Karaçaylar http://tr.wikipedia.org/wiki/Karaçaylar

                         

                        -                https://en.wikipedia.org/wiki/Karachay-Cherkessia

                        -           Youtube’dan değişik videolar:

                                      https://youtu.be/zvmvQQ5SykM

                                      https://youtu.be/xYinNgL0CiY

                                    https://youtu.be/2MP99eucn1k

                        Ders Notları:

                        Karaçaylar-Malkarlar, Kafkasya ile ilgilenenlerin dışında çok az kimsenin adını duyduğu tarihi geçmişi çok eski devirlere dayanan bir bölgede Kafkasların sarp ve derin vadilerindeki köylerde yüzyıllardan beri kimseye zarar vermeden, kendi emeğiyle yaşayan Türk topluluğudur.

                        Tarihî, antropolojik, arkeolojik ve linguistik araştırmalar Karaçay-Malkarların tarih boyunca Kafkasya’da hâkimiyet kuran Kimmer, İskit, Hun, Bulgar, Alan, Hazar, Kıpçak gibi proto-Türk ve eski Türk kavimleri ile çeşitli Kafkas halklarının etnik ve sosyo­kültürel bütünleşmesinden ortaya çıkmış bir Kafkasya Türk halkı olduğunu ortaya koymuştur. Karaçay-Malkar yer, ırmak, dağ ve köy adları incelendiğinde bunların büyük bölümünün Kıpçak ve Hun Bulgar kökenli eski Türkçe adlar oldukları görülmektedir.

                         

                        Karaçaylar ve Malkarlar birbirinden farklı etnik kökene, dile, kültüre ve tarihe sahip iki ayrı halk değil, aynı dil, kültür ve tarihi paylaşan aynı Türk boyudur. Karaçay ve Malkar adları bu boyun yaşadığı iki coğrafî bölgenin adlarıdır. Avrupa ile Asya’yı ayıran Kafkas dağlarının en yüksek tepesine (5642 m) sahip “Elbruz” dağının Karaçay Türkçe’sindeki adıyla “Mingi Tav” eteklerinde ve derin-ulaşılmaz, masalsı vadilerinde bir ucunda Karaçaylılar, diğer yamacında Malkarlılar yaşar. Buralarda yaşayanlar da aslında Karaçaylar ve Malkarlar olarak değil,  Konyalılar ve Karamanlılar gibi Karaçaylılar ve Malkarlılar olarak adlandırılmalıdırlar. Zira coğrafi konumları dışında aralarında hiçbir farklılık yoktur. Kendilerine Tavlu (Tavlı – Dağlı) adını veren bu halk, ayrıca kendi aralarında kendilerini yaşadıkları vadilerin adlarına göre Karaçaylılar, Bashanlılar, Çegemliler, Holamlılar, Bızıngılılar ve Malkarlılar olarak çeşitli zümrelere ayırırlar. “Balkar” adı Bashan, Çegem, Holam, Bızıngı ve Malkar vadilerinde yaşayan dağlıları tek bir isim altında toplamak isteyen Sovyet yönetimi tarafından uydurulmuş sunî bir etnik isim ve millet adıdır.

                        Sadece Kafkaslar’ın değil, 3.000 metreden yukarı kısımlar buzullarla kaplı, dünyanın en yüksek ve sarp dağlarında kendilerini dış dünyadan tecrit ederek çeşitli kavimlerin istila hareketlerinden koruyan bağımsızlık ve özgürlüklerine düşkün Karaçay-Malkar Türkleri, 3500 yıl boyunca Türklüklerini muhafaza etmişlerdir. Karaçay-Malkar Türkleri 1828 – 1862 arası Çerkeslerle birlikte Rus istilacılarıyla çarpıştılar. 1862’de Karaçay dâhil olmak üzere Çerkesya Rusların eline geçti.

                        1862 – 1908 arası Karaçay-Malkar halkının bir bölümü diğer Kafkas halkları ile Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldılar.

                        1917 Bolşevik ihtilali sonrasında 1918’de çok kısa bir süre bağımsızlık kaldılar.
                        1920’de Karaçay-Malkar Kızılordu tarafından işgal edilerek Sovyet sistemine dahil edildi. Karaçaylılar 12 Ocak 1922’de kurulan Karaçay-Çerkes özerk bölgesi içinde yer alırken, Malkarlılar da 16 Ocak 1922’de kurulan Kabardin-Balkar özerk bölgesi idaresi altına alınarak kasten bölündüler. Böylece tarih, kültür, etnik köken ve dil açısından Karaçaylılarla bir olan Malkarlılar sunî ve uydurma bir etnik isim olan Balkar adına katılmış oldular.

                        Karaçaylılar 1920-30’lu yıllarda kolektifleştirme hareketine karşı çıkarak kurdukları çetelerle Sovyet ordusuna karşı aylarca Kafkas dağlarında silahlı mücadeleye giriştiler. Sovyetlerin kolektifleştirme hareketleri Kafkasya’nın diğer bölgelerine göre Karaçay’da çok kanlı savaşlarla geçti. Karaçaylılar Sovyet rejimine karşı sürdürdükleri bu silahlı mücadeleler yüzünden Sovyet hükümeti ve özellikle Stalin tarafından “komünist rejimin amansız düşmanları” olarak nitelendiriliyorlardı.

                        ABD’de yaşayan Türk toplumunun en önemli kitlesi olan Karaçay Türkleri’nin yaşayan çınarı, Cabbar Aybaz’ın varlıklı ailesi komünizmin gelmesiyle her şeylerini kaybetmiş; 1930 yılında bulundukları bölgeden 350 kilometre uzaktaki çorak bir araziye ansızın sürgüne gönderilmişler. Cabbar Aybaz anlatıyor “9 kardeşin en küçüğü bendim. Rus askerleri bir sabah ansızın gelip bizi trenlere doldurarak evimizden 350 kilometre uzakta bir yere sürdüler. Yanımıza tek bir çöp tanesi bile almadan. Komünistler bizi maddi imkanlarımıza göre 5 gruba ayırdı. Bütün mal varlığımıza zaten el koymuşlardı. Camileri yıkıp, hocaları ortadan kaldırdılar. Namaz kılmak zaten yasaktı. Fakir olanları casusluk yapmak için kullanıyorlardı. Birçok Karaçaylı yıllarca hapis yattı ardından da Sibirya’ya ve değişik bölgelere sürgüne gönderildi.” Ailesinden bir dönem 17 kişinin hapiste yattığını anlatan Aybaz; bir abisinin hapse düşmemek için yıllarca kaçtığını ve abisinden bir daha hiçbir haber alamadıklarını ifade etti.

                        Almanlar 1941 yılında Sovyetlere saldırdıkları sırada, Kafkasya’da yaşamakta olan Karaçay-Malkar halkı da Almanlara karşı sempati beslemeye başlar. Bu durumu değerlendiren Sovyet istihbaratı, Sovyet ordusunda görevli Karaçay-Malkarlı subay ve askerleri “güvenilemeyecek düşman unsurlar” sayarak cepheden alıp, Ural bölgesindeki kömür ocaklarına sürerler. Sovyetler’in bu davranışı karşısında bir Karaçay süvari alayı silahları ile dağa çıkar. Böylece Almanlar henüz Kafkasya’yı işgal etmeden ve hiç haberleri olmadan Kafkasya’da bir müttefik halk kazanmış olurlar.

                        25 Temmuz 1942’de Alman orduları Rostov’u ele geçirip Don ırmağını geçtikten sonra Sovyet ordusuyla Kafkas dağlarının eteklerinde savaşa girdi. Alman ordusunun önünden çekilerek Kafkas dağlarına sığınmaya çalışan Kızılordu birliklerini burada Karaçaylıların silahlı çeteleri karşıladı. Karaçaylılar Sovyet Kızılordusu’nu ve NKVD (İçişleri Halk Komiserliği) birliklerinin büyük bölümünü imha ettiler. Ağustos 1942’de Alman ordusu Karaçay topraklarına girdi ve bölgede beş ay kadar kaldı. Yerli halka dinî ve siyasî hürriyet verdiklerini açıklayan Almanlar bu hareketleri ile yerli halkın sempatisini kazanmışlardı. Camiler yeniden açılmış, kolektif çiftlikler kaldırılmıştı. Bu davranış yıllardan beri amansız Sovyet din karşıtı baskılara maruz kalan Müslüman halkın sevinciyle karşılanmıştı. Okullar yerel yöneticilerin yönetimine bırakılmıştı. Karaçaylılar-Malkarlılar 1943 yılı sonlarına kadar Sovyetler’e karşı mücadelelerini sürdürerek Kafkasya’daki Rus karşıtı hareketlere önderlik ettiler. Bu mücadeleler sırasında büyük nüfus kayıplarına uğradılar. Almanların Kafkasya’yı bir sömürge olarak kullanmak istedikleri ve buradaki bölgelere Alman Nazi komiserlerinin çoktan atanmış olduğu daha sonra öğrenildi.

                        1942 yılı sonlarında Alman ordusunun Rusya’da yenilgiye uğraması sonunda, Almanlar Kafkasya’dan çekilmek zorunda kaldılar. Bu sırada Adige-Kabardey, Karaçay-Malkar ve Osetlerden oluşan onbeş bin kişilik bir mülteci kafilesi de Alman ordusu ile birlikte Kafkasya’yı terk etti. Almanlar Kafkasya’dan çekilir çekilmez, 15 Ocak 1943’te Kızılordu Karaçay’a büyük bir saldırı başlattı. Silahlı çeteler Kafkas dağlarında tank, top ve uçaklarla saldıran Kızıl Ordu’ya karşı mücadele ediyorlardı. Bütün Karaçay köyleri ağır bombardımanla yerle bir edildi.

                        Sovyetler bütün güçlerine rağmen silahlı Karaçay-Malkar çetelerini yok edemiyorlardı. Sovyet hükümeti bunun üzerine daha kesin bir sonuç elde edebileceği bir yönteme başvurdu.  Alman ordusuyla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Türk düşmanı Stalin tarafından 2 Kasım 1943 de Karaçaylıların tamamı Kazakistan’a, 8 Mart 1944 de Malkarlıların tamamı Kırgızistan’a sürüldüler.

                         

                        Karaçaylı yazar ve gazeteci Seyit Laypan’ın 1991 yılında Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde yayımlanan Gürge Kün (Salı Günü) adlı romanında, kendisinin on sekiz yaşında Üçköken vadisindeki köyünden ailesi ve bütün köy halkı ile birlikte sürgüne gönderilişinin ve sürgünde yaşadığı zorlukları şöyle anlatıyor: “Oturmaya, dinlenmeye fırsat yoktu. Askerlerin acele ettirmesiyle, eşyalarımızı hemen kamyona yükledik. Birbirimize yardım ederek kamyona bindik. yanımıza iki tüfekli asker de oturdu. Kamyon gürüldeyerek sokağın aşağısına doğru yöneldi. Kadınlar “Aman kün kellik!” (Kötü gün gelesice!) diyerek kamyona beddua ettiler. Kamyon bizi Narsana şehrinin demir yolu yük istasyonuna getirip indirdi. İstasyon kadınlar, çocuklar, erkekler, yaşlılar, yükler, eşyalarla doluydu. Hayvan vagonlarının kapıları ardına kadar açılmış, istasyon boyunca dizilmişlerdi. Hepsi tıklım tıklım doldurulmuşlardı. Vagonlarda eşyalar ve insanlar üst üsteydi. Küçük Karaçay Rayonu’nun köylerinde yaşayan bizleri Narsana (Kislovodsk) şehrinin tren istasyonundan vagonlara yüklemişlerdi. Karaçay eyaletinin diğer bölgelerinde Kuban, Teberdi, Mara, Morh, Cögetey vadilerinde, Zelençuk ilçesinde yaşayan Karaçaylıları ise Çerkessk ve Cögetey-Ayagı arasındaki demir yolu istasyonlarında toplayıp sürgüne oradan göndermişlerdi. Vagona yüklenme sırası bize hemen gelmedi. Vagonlarla aramızda epeyce bir mesafe vardı ve aramız insanlar ve eşyalarla doluydu. İstasyonda sürgüne gönderilmeyi bekleyen bütün Karaçaylıların yüzleri gözleri taş kömürünün siyah tozuyla kap kara olmuştu. Nihayet sıra bize geldi ve bir vagona eşyalarımızı koyup yerleştik. Vagonun ortasında döküm bir soba, yanında da birkaç odun parçası vardı. Köşede tuvalet amacıyla kullanmak üzere bir kova konulmuştu. 
                        Tren katarı şafak sökerken, bizim için sonu belirsiz uzun bir yola koyuldu. Sürgünün ilk günlerinde hava açıktı. Kasımın dördünden sonra gökyüzü kararıp, ağır kara bulutlar havanın bozacağı işaretini verdiler. 1943 yılının Kasım ayının ikinci, üçüncü, dördüncü günlerinde, nüfusu o zamanlar 80.000 kişiden fazla olan Karaçay halkı zorla hayvan vagonlarına doldurulup, binlerce yıllık yurtlarından koparılıp, bilinmedik bir yere doğru yola çıkarıldılar. 
                        Yetmişten fazla tren katarına doldurulan Karaçaylılar on sekiz gün süren bir yolculuktan sonra Kazakistan ile Kırgızistan’ın Sır-Derya, Kızıltav, Arıs, Badam, Çimkent, Mankent, Cambul, Lugovaya, Merke, Çaldovar, Karabalta, Belovodskaya, Sukuluk, Pişpek, Kant, İvanovka, Tokmak Temir istasyonlarında indirildiler. Perişan durumdaki sürgünler buralarda çeşitli Kazak, Kırgız, Özbek ve Rus köylerine ve kolhozlara dağıtıldılar

                        Sürülenlerin sayısı yaklaşık 70 bin idi. Alman işgali sırasında Sovyet Ordusu saflarında da bulununan Karaçaylılar-Malkarlılardan binlerce kişi de sürgün edildi. Sürgün sırasında çok sayıda Karaçaylı açlık, soğuk ve hastalıktan hayatını kaybetti. Ruslar tarafından Balkarlar adı verilen, bölgedeki diğer Türk uruğları Bashanlılar, Çegemliler, Holamlılar, Bızıngılılar da aynı sürgün akibetine uğradılar. Gürcistan’a bağlanan eski Karaçay topraklarına da Çerkesler ve Gürcistan’dan getirilen Svanlar yerleştirildi.

                        Stalin’in ölümünden sonra Kruşçev tarafından sürgünden 14 yıl sonra Karaçaylılar-Malkarlılar’ın, Balkarlar da dahil olmak üzere 1956’da saygınlıkları geri verildi ve geri gelmeye başladılar. Ancak Kafkasya’ya dönen Karaçaylıların ekonomik ve manevi durumları çok kötü şartlardaydı. Sürgün sonrasında Gürcü-Svanların ve Çerkeslerin talanına uğrayan eski Karaçay köylerinde tek bir sağlam ev bırakılmamıştı. Malkarlılar da 1957 yılından itibaren Kafkasya’ya dönerek eski topraklarına yerleştiler. Sürgün sonrasında birçok köyleri ve dağlardaki yaylaları Kabardeylere verilen Malkarlılar bu toprakları geri alamadılar.

                         

                        Karaçay halkı sürgünden döndüğü halde Sovyet hükümeti tarafından itibarı iade edilmemiş ve siyasî hakları geri verilmemişti. Sürgün sonrasında Karaçaylılar otuz yıl boyunca Sovyet resmî belgelerinde hâlâ “vatan haini”, “haydut-çeteci” olarak tanımlanıyorlardı. Kimlik kartının ve pasaportunun milliyet hanesinde “Karaçaylı” yazan bir kimsenin devlet kademelerinde yükselmesine imkan yoktu. Kendi özerk bölgelerindeki hiçbir idarî kadroya Karaçaylılar tayin edilmiyordu. 1982 yılında Bölge Parti Komitesi tarafından yayımlanan bir kitapta Karaçaylıların vatan haini oldukları vurgulanarak komünist rejime karşı olan düşmanlık ve sadakatsizlikleri anlatılıyor ve Çerkeslerle Rusların Karaçaylılara karşı tavır almaları isteniyordu. Karaçaylılar üzerlerine sürülen bu lekeyi temizlemek ve siyasî haklarını elde edebilmek amacıyla Azret Orus önderliğinde “Camagat” adı verilen siyasî örgütü kurdular. Camagat örgütünün çalışmaları sonucunda Sovyet resmî makamları Karaçaylıların sürgüne gönderilmeleri ile ilgili kararın hatalı olduğunu kabul ettiler ve Karaçaylılara atılan iftiraların haksız olduğunu Karaçay halkı sürgünden döndükten ancak 32 yıl sonra, 14 Kasım 1989 tarihinde açıkladılar.
                        Aralık 1991 sonunda Karaçay-Malkar ve Balkar halkı Kafkasya’da “Karaçay-Çerkesya” ve “Kabardey-Balkarya” adlarını taşıyan iki ayrı cumhuriyet olarak Rusya Federasyonu’na bağlandılar.  Böylece tarih, kültür, etnik köken ve dil açısından Karaçaylılarla bir olan Malkarlıların bölünmesi sürdürülmüş oldu. Sonrasında Malkarlıların topraklarını geri alamamaları yüzünden Kabardey-Balkar Cumhuriyeti’nde Malkarlılar ile Kabardeyler arasında etnik gerilim ve çatışmalar yaşandı. 1991 yılında kurulan Dünya Çerkes Birliği adlı teşkilatın Adige, Karaçay-Çerkes ve Kabardin-Balkar Cumhuriyetlerinde yaşamakta olan Çerkeslerin tek cumhuriyet ve ortak sınırlar içinde toplanarak Kabardey’den Karadeniz’e kadar uzanan bölgede Adige devleti kurma çalışmalarına girişmesi Karaçaylılar ile Çerkesler arasındaki etnik gerilimi artırdı. 

                        Karaçayların dilleri Tavça (Tav tili – Dağ dili) dedikleri Türk dillerinden Kuzey Kıpçak grubuna girer ve günümüz Türkiye Türkçe’siyle hayli farklılıklarla, Kuzey Kafkasya’da bulunan Kumukça ve Nogay diline benzerlik gösterir. Karaçaylar neredeyse Orhun Abideleri’ndeki dilin özelliklerini koruyan bir lehçeyle konuşurlar. Sert sessizler egemendir, d harfi, t olarak söylenir. Kelime başındaki y’ler c’dir. Günümüzde Rusça, Karaçayca, Kabartayca, Abazaca ve Nogayca yaşadıkları Cumhuriyetlerin resmi dilleridir.

                        Karaçaylar Sünni Hanefidirler ve Kuzey Kafkasya din işlerine bağlıdırlar. Sovyet yönetimi döneminde kapatılmış olan camilerin yerine bugün birçok yeni cami açılmış bulunmaktadır. 17. yüzyılda bölgeye yapılan Nogay göçü ve Kırım Tatarları’nın gerçekleştirdiği temaslar Karaçayların İslamı tanımalarına yardımcı olmuştur. Ancak başka bir söylentiye göre, Karaçay-Malkarlıların İslamı kabul etmelerinde 18. yüzyılda yaşamış İshak Efendi isminde Kabartaylı bir din adamının çalışmaları belirleyici olmuştur.

                        Yıllardan beri dinlerine, dillerine ve kültürlerine bağlılıkları, dürüstlükleri ve çalışkanlıkları ile göze çarpan Karaçay-Malkar Türkleri dil, kültür, âdet ve geleneklerini aynen sürdürmektedirler. Dînî manzûmeler, ağıtlar, algış (övme) ve kargışlar (yermeler-bedduâlar), Nart efsâneleri-masallar, aşk şarkıları-maniler, ninniler, atasözleri, bilmeceler, bâtıl inanışlar, düğünler (toylar) gibi zengin edebiyat ve folklor mahsullerine sâhiptirler.

                         

                        2002’de sayıları 739 470 olan Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde yaşayanların dağılımı:
                        169 198 Karaçay % 63.5
                        147 878 Rus  %11.65
                        54 873 Nogay % 13.4
                        22 346 Abaza % 7.4
                        11 300 Çerkes (Kabartay ve Besleney) % 1.3

                        2005’de Karaçaylıların nüfusu 218,403 Malkarlıların ise 112,924 olarak tesbit edildi.

                        Yaklaşık 25 bin Karaçay-Malkar Türkleri Doğlat, Gökçeyayla (Afyon), Yağlıpınar (Ankara), Akhisar, Belpınar, Ertuğrul, Yazılıkaya (Eskişehir), Eğrisöğüt (Kayseri), Başyurt (Konya-Sarayönü), Emirler (Sivas), Çilehane, Arpacı ve Karaçay’da (Tokat) ve Türkiye’nin muhtelif illerinde yaşamaktadırlar. 1500 civarında Karaçaylı-Malkarlı ise Suriye’de Şam civarında, yaklaşık 5 bini de ABD’de New Jersey eyaletinde  yaşamaktadır.

                         

                        New York’a çok yakın olan New Jersey’in en büyük şehri Paterson’da Karaçay Türklerinin Amerikan Karaçay Dayanışma Derneği (American Karachay Benevolent Association AKBA) ve Camileri var. İlk gelenler 1944 yılından sonra gelmişler. Gelenler Karaçaylılar, Türkiye’deki tanıdıklarını ve akrabalarını evlilik yoluyla yanlarına aldırtmışlar. Nevruz Yıldız de 1985 yılında Paterson’a böyle gelmiş: “Benim teyzemin kızı Rusya’dan buraya gelen biriyle evlendi ve bu vasıtayla geldi. Teyzem onların istekleriyle geldi ve vatandaş oldu, sonra annemi getirtti. Annem de vatandaş olunca bizleri evlatlarını getirtti. Ben rahattım, halamın çocuklarının burada plastik fabrikaları vardı. Ayrıca da benim geldiğim yıllarda her fabrikanın, her iş yerinin önünde işçi aranıyor yazıyordu. Şimdi ekonominin durumu insanları sıktı.” Bugün geçmişlerini anlatan Paterson Türkleri’ Rus romancı Leo Tolstoy’un kızı Alexandra Tolstoya’nın ismini mutlaka anıyorlar. Çünkü Tolstoya, Karaçaylar, Tatarlar ve Çerkezler gibi Kafkas halklarının geçmişinde önemli bir yere sahip. Sovyetler Birliği’nde ifade özgürlüğünü savunduğu için beş kez tutuklanan ve hapis yatan Alexandra Tolstoy, 1931 yılında ABD’ye yerleşir. Yakınları tarafından Sasha olarak çağrılan bu yardımseverliğiyle ünlü kadın, New York’un kuzeyinde bir çiftlik satın alır. Burada 1939’da II. Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği’nden ve Avrupa’dan kaçan komünizm mağdurlarına yardım için Tolstoy Vakfı’nı kurar. Vakıf, 500 binden fazla insanın, Sovyetler Birliği’nden ABD’ye sığınmasına yardım eder. Mülteciler çiftlikte barındırılır, onlara iş verilir. İsrail, Altı Gün Savaşları’ndan sonra Golan tepelerini işgal ettiğinde, Paterson’da yaşayan bir grup Karaçaylı, daha önce de Suriye ve Türkiye’den soydaşlarını kaçıran Tolstoy Vakfı’na başvurur ve akrabalarının ABD’ye getirilmesini talep eder. Alexandra Tolstoy, ABD İçişleri Bakanlığı’ndan özel izin alarak, bu insanların Paterson’a güvenle yerleşmesini sağlar.

                        Paterson’da Karaçaylardan başka yaklaşık 25 000 Türk daha yaşıyor. Karaçay Türkleri’nin başvurusuyla Totova’daki Laurel Grove Cemetery Mezarlığı’nda  Türklerin cenazeleri için 3 ada tahsis edilmiştir.

                        • Konu 12

                          12.       Hafta                                Çeçen-İnguş  

                          Konular: Çeçen ve İnguşların sosyal-demografik yapısı; Geleneksel hukuk ve inançlar; Çeçen-İnguş Özerk cumhuriyeti; İçkeriya Çeçen Cumhuriyeti ve İnguşetya cumhuriyeti.

                          Temel Okumalar:

                          -         Ufuk Tavkul, Kafkasya Gerçeği, s. 36-38, 170-177, 337-350, 440-443;

                          -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

                          -           Youtube’dan değişik videolar.

                          Ders Notları:

                          Çeçenler (Çeçence:  Hохчи Nohçi), Kafkasya’nın kuzeydoğu kesiminde, Sunja ve Argun ırmakları civarında yaşayan yerli Kafkasya halkı. Kendilerini Nohçi (tekil Nohçi veya Nohço) olarak adlandırırlar. Bu ad, Çeçenlerin Nohçmekhahoi adlı kabilesinden ve bu kabilenin topraklarından gelir.

                          Çeçen adı ilk kez 8. yüzyıl Arap kaynaklarında geçer. Yaygın bir geleneğe göre Rusçadaki Çeçen terimi, Çeçenler'in 1732’de Rus askerlerini yenilgiye uğrattığı Çeçen-aul köyüne dayanır. Ancak bunun yanlış olduğu, 1692’den önce Rus kaynaklarında Çeçen teriminin bulunmadığı, bu terimin muhtemelen Kabardeycedeki “Şaşen” adından geldiği ileri sürülür.

                          Çeçenler, Rusya'ya bağlı bulunan Çeçenistan’ın yerli halkıdır. Ülke, 1994-1996 arasındaki kanlı savaşta büyük zarar görmüş ve kentler yıkıma uğramıştır. 1996 yılında Çeçen direnişçiler ve Ruslar arasında ateşkes imzalanmıştır. Ateşkese rağmen Rusya bölgeden elini çekmemiş, ekonomik ambargo uygulamış, gizli servisi vasıtasıyla çeşitli eylemler gerçekleştirmiştir.

                          Çeçen nüfusunun önemli bir bölümü Rusya'nın başka bölgelerinde (özellikle Dağıstan ve Moskova’da) yaşamaktadır. Rusya dışında, GürcistanTürkiyeÜrdün ve Suriye’de de büyük ölçekli Çeçen nüfusu bulunmaktadır. Bu nüfus, 1850’lerdeki Kafkas savaşları sırasında Çeçenistan’dan göç edenlerin torunlarıdır. Bu dönemde Rusların ele geçirdiği ve Çeçenistan ile Kuzey Osetya topraklarının bir bölümünü de içeren yerler İnguşetya olarak adlandırılmıştır. Çeçenler, 1944 yılında Sovyet lideri Stalin’nin emriyle topraklarından sürülmüşlerdir. Ülkelerine ancak Stalin’in ölümünden sonra dönebilmişlerdir.

                          Nah kabileleri, Çeçenlerin ve İnguşların atalarıdır. Nahlar 16. yüzyıla değin dağlık bölgelerde yaşıyorlardı. Bu tarihten sonra ovalara inip yerleştiler. Bu tarih aynı zamanda bu halkların Müslümanlaştığı tarih olmuş ve milliyetçi hareketler gelişmeye başlamıştır. Ayrıca, bazı Çeçen milliyetçileri kökenlerini Urartulara dayandırmaktadır.

                          Çeçenlerin konuştuğu dil Çeçence'dir. Çeçenler kendi dillerini Nohçi Matt olarak adlandırırlar. Kafkas dil grubu içerisinde Nakh bölümünde yer alır. Nakh dil grubuna ait diller şunlardır:

                          1. Çeçen (Nohçi)
                          2. İnguş (Ğalğay)
                          3. Tuş-Kist (Batsoy)

                          Çeçenlerin İslam’dan önce tamamen kendine özgü dinsel gelenekleri ve inançları vardı. Tarımla ilgili çeşitli törenler düzenliyorlardı. Bunlar, yağmur törenleri, Gök Tanrısı Sela ve Tanrıça Tuşoli adına düzenlenen kutlamalar gibi törenlerdi. Çeçen toplumu, tukkhum adı altında örgütlenmiş, taeyp denilen 131 klandan oluşuyordu. Taeyp, Arapça kökenli bir sözcük olup ta'ife den geliyordu. Taeypler, paylaşılan toprak, kan bağı ve mevcut sıradan ilişiklere dayanıyordu; ancak savaş sırasında birkaç klan birleşebiliyordu. Taeypler, daha küçük topluluklara, yani garlara, garlar da nakiyelere ayrılıyordu.

                          Çeçenler Rusya Federasyonu içinde en az kentleşmiş topluluktur. Çeçen-İnguşya'nın yalnızca yüzde 39'u kentleşmiştir. Çeçenlerin yalnızca yüzde 24'ü şehirlerde yaşamaktadır. Grozni'nin çoğunluğunu oluşturan Ruslar ve İnguşlar daha fazla kentleşmiştir.

                          Çeçenlerde aile yapısı genelde kalabalıktır. Tüm ailelerin yüzde 46'sı beş veya daha fazla çocuğa sahiptir. Dzhabrail Gakayev'e göre Çeçenler çocuk sayısı ve özellikle erkek çocuklarıyla gururlanırlar. Çeçen ailelerde büyüklere saygı ve anne babaya değer vermek en önemli iki değer sayılır. Evlilikler genellikle görücü usulü ile yapılır. Kadınlar yüzlerini kapatmazlar ve ev içinde baskın bir role sahiptir.

                          İslamiyet öncesi Gürcü etkisiyle kısmen Hıristiyanlığı benimsemiş olan Çeçenler, daha sonra kitleler halinde İslamiyeti seçmişlerdir. Çeçenlerin çoğunluğu Müslüman’dır. Sünni İslam’ın Şafii mezhebine bağlıdırlar. Ancak yaygın olan inanç, Müridizm olarak adlandırılan tasavvuf anlayışıdır. Çeçenler tarikatlara bağlıdırlar. Kuzey Kafkasya’da iki büyük tarikat vardır. Bunlar Nakşibendiye ve Kadiriye tarikatlarıdır. Nakşibendiye Doğu Çeçenistan ve Dağıstan’da etkindir. Kadiriye tarikatı ise Çeçenistan'ın kalan bölgelerinde ve İnguşetya’da etkilidir.

                          Kafkasya'yı ve Kafkasya halklarını gözlemlemiş olan A.Byhan, Çeçenler konusunda şunları yazmaktadır:

                          Çeçenlerde kafatası kısa, yüz geniş yahut beyzi, burun düz ve kuvvetli, gözler koyu renk, saçlar koyu olmakla birlikte mavi veya gri göz rengi de çoktur. Kuzeyde Miçiko Çeçenlerinde Tatar simasına rastlanır. Doğuda İçkerler ve Akkilerde hatlar basık bir burunla Orta Asya hatlarını, diğerleri de kartal burunlarıyla Arapları hatırlatırlar.

                          19. yüzyılda Kafkasya halkları arasında araştırmalar yapmış olan Alman gezgini Moritz WagnerÇerkeslerle kıyasladığı Çeçenlerin antropolojik özellikleriyle ilgili şunları söylemektedir:

                          Çeçenler ince yapıları, cesur tavırları ve kartal burunlarıyla benzedikleri Çerkeslerle aynı yüz ifadelerine sahip değiller ve bana Çerkeslerden daha az memnun edici göründüler. Bir Çerkes özdeninin(soylusunun) yüzünde samimi, açık,atılgan ve bir tür vahşi ifade vardır. Bunların tavırları o kadar asildir ki, bu haydut liderlerinin yüzüne zevkle bakmaktan insan kendini alamaz. Daha koyu Çeçen yüzlerinde ise daha büyük bir enerji ve daha uğursuz,tehdit edici bir ifade vardır(...)Genel olarak konuşacak olursak, Çeçenlerin yüzleri Çerkeslerinkine göre daha ince ve uzundur. Siyah sakalları Araplar ve Türkler gibi diğer Doğululardan daha seyrektir. Bununla birlikte kıyafetleri bütün Kafkasyalıların giydiklerine benzemektedir.

                          İnguşlar (İnguşça: галгай), Kuzey Kafkas halklarından biridir. Büyük çoğunluğu Rusya'yla komşu olan İnguşetya’da yaşar. Günümüzde İnguşlar'ın büyük çoğunluğu, Müslüman’dır ve Çeçence ile yakın akraba bir dil olan İnguşça konuşurlar. İnguşlar, Sovyet döneminde Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti içinde Çeçenlerle bir arada yaşıyorlardı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Çeçenlerden ayrılarak İnguş Cumhuriyeti adı ile ayrı bir cumhuriyet oldular.

                          Bir inanışa göre İnguşların atalarının MÖ 10.000-8.000 yıllarından, Ortadoğu'daki Bereketli Hilal'den Kafkasya’ya göç ettiler. Ali-Yurt ve Magas yakınlarında bulunan ve MÖ 6000-4000 yıllarına tarihlenen çanak ve çömlekler, ayrıca taş baltalar, cilalı taş aletler, kap ve kacaklar, bu yörede çok eskilerden beri yerleşmelerin olduğunu gösterir.

                          İnguşların tarihi Çeçenlerin tarihi ile yakından ilişkilidir. Her iki halkın atalarının "Nakh"lar olduğu kabul edilir. 7. yüzyıl Bizans kaynaklarında Nakhların Kafkas Dağlarının yerli halkları olduğundan söz edilir. Nakhlar, 15. ve 16. yüzyıllarda dağlardan kuzeydeki ovalık alanlara inmişlerdir. 16. yüzyılda kuzey ovalık bölgelerdeki nüfusun çoğunluğu İslam dinini benimsemiştir. Bu kabileler, 18. yüzyılda Çeçen ve İnguş halkları olarak ayrılmışlardır.

                          İnguşlar, 1810 yılından itibaren Rusların yönetimi altına girmeye başladılar. II. Dünya Savaşı’n sonlarında 23 Şubat1944 tarihinde topyekûn, Nazilerle işbirliği yaptıkları ya da yapmaları olasılığı olduğu gerekçesiyle Kazakistan ve Sibirya’ya sürüldüler. Bu sırada İnguşların üçte ikisinin kırıldığı tahmin edilmektedir. 1950’lerde, Stalin’in ölümünden sonra, hakları iade edilen İnguşların 1957’de topraklarına dönmesine izin verildi.

                          Ne var ki bu sırada topraklarına Osetler yerleştirilmiş ve topraklarının bir bölümü de Kuzey Osetya’ya katılmıştı. Ülkelerine dönen İnguşlar, Osetlerin kötü muamelerine maruz kaldılar. Sovyetler Birliğinin Dağılmasından sonra ve Ekim 1992’deki etnik çatışmalar sonrasında Kuzey Osetya’da Prigorodny bölgesinde kendi topraklarında yaşayan İnguşlar zorla yerlerinden edildiler.

                          • Konu 13

                            13.       Hafta                          Dağıstan Cumhuriyeti         

                            Konular:  Dağıstan’in coğrafi özellikleri ve demografisi: Ahalinin etnik kompozisyonu; Dağıstan Cumhuriyeti’nin oluşması ve şimdiki durumu.

                            Temel Okumalar:

                            -           Ufuk Tavkul, Kafkasya Gerçeği, s. 38; 178-190 vb.

                            -           Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, s. 463-473;

                            -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

                            -           Youtube’dan değişik videolar.

                            Ders Notları:

                            Dağıstan Cumhuriyeti, (Rusça: Республика Дагестан/ Respublika Dagestan) Kafkasya'da Rusya'ya bağlı, özerk bir cumhuriyet. Kafkas cumhuriyetleri arasında nüfus ve yüzölçümü bakımından en büyük cumhuriyettir.

                            20 Ocak 1921'de SSCB'ye bağlı olarak Dağıstan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adıyla kuruldu. 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, Rusya içinde Dağıstan adını aldı.

                            Rusya Federasyonu'nun Avrupa'daki kesiminin güneyinde yer alan Dağıstan, Kafkas Dağları'nın kuzey yamacının en doğu ucundan 50.278 km² bir alanı kaplar. Güney ve batısı Güton dağında 3646 metreye, Bazardyuzu (Pa Dağı'nda da 4480 metreye ulaşan Kafkas Dağları'nın ana doruk hattıyla çevrilidir. Doğusunda Hazar Denizi, kuzeyinde Kalmuk Özerk Cumhuriyeti, batı ve kuzeybatısında Çeçenistan ve Kuzey Kafkasya, güneybatısında Gürcistan ve güneyinde de Azerbaycan yer alır.

                            Dağıstan doğudan batıya 200, kuzeyden güneye 400 kilometre kadar bir uzunluğa sahiptir. Başkenti Mahaçkala'dır. Diğer önemli şehirler DerbentKızılyarİzberbaş ve Buynak'tır.

                                                                                             Dagestan.png

                             

                            Dağıstan adı bir kavmi değil, coğrafi-topografik bir anlam ifade eder. Rusça'da da 'Dağlar Ülkesi' anlamında "Strana Gor" ifâdesi kullanılmaktadır.

                            Dağıstan coğrafi açıdan beş bölgeye ayrılır; birinci bölgede Kafkas Dağları ve Dağıstan iç platosu yer alır. Dağlar arasından Hazar Denizi'ne akan SulakSamur ve Kurak gibi ırmaklar buralarda derin vadi ve uçurumlar meydana getirmiştir. Kafkas Dağları'nın genellikle güneye bakan yamaçlarında yağış çok azdır. Bu yüzden bazı bölgelerde bitkisel hayat yoktur. İkinci bölge, birinci bölgenin kuzeyinde yüksekliği 920 m'ye ulaşan ve çıkıntı tepelerinden oluşan ikinci bir dağ kuşağından ibarettir. Bu bölge kuzey ve kuzeybatıdan esen rüzgarlar sebebiyle oldukça yağışlı olup, sık ormanlarla kaplıdır. Dağlar ile Hazar Denizi arasında kalan dar kıyı düzlüğü üçüncü bölgeyi oluşturur. Dar boğazlardan çıkıp yayılan ırmaklar tarafından kesilir. Petrol ve Doğalgaz yatakları barındıran bu ovanın genişlediği yerde başlayan dördüncü bölge alçak ve bataklık ovalar ile Terek ırmağı deltasından oluşur. Deltanın hemen ilerisinde uzun ve kumluk Agragan Yarımadası başlar. Son olarak Terek'in hemen kuzeyinde kumullarla kaplı Nogay Bozkırları beşinci bölgeyi oluşturur. Bu bölgenin iklimi ise sıcak ve kuru olup, bitkisel hayat yarı yarıya çöl özellikleri gösterir.

                            Dağıstan'ın başlıca ırmakları, Gazi KumukKaraAvar ve Andi Koysu akarsularının birleşmesinden oluşan ve Mohaçkale'nin kuzeyinde Hazar Denizi'ne kavuşan Sulak, daha kuzeyde Çeçenistan'dan gelen Terek, güneydoğu istikametinde akarak aynı şekilde Hazar'a kavuşan Samur'dur. Genellikle dağlara paralel olarak akan bu ırmaklar 1.000 metreye varan derinlikte ve genişlikte kanal ve mecralar oluşturarak, Dağıstan'ın yerşekillerinin oluşmasında önemli rol oynarlar.

                            Dağıstan'ın iklimi genel olarak sıcak ve kurudur. Alçak kesimlerde ortalama sıcaklık Ocak ayında sıfırın altında 3 ile 6 derece arasında seyretmekte, temmuz ayında ise 23 dereceye kadar ulaşmaktadır. Dağıstan'ın kuzey kısmını teşkil eden Sulak-Terek-Kuma düzlüğü, ülkenin en yüksek yeri olup, 26 metreyi geçmeyen ve denize doğru gittikçe alçalan, susuz ve kıraç bir bozkırdan ibarettir. Bu bölgenin sahil boyu, yılın belli zamanlarında su altında kalır ve nüfûs yoğunluğu çok düşüktür.

                            Kuma ile Terek arasında birçok tuz gölü ve bataklık vardır. Terek ile Sulak arasında yer alan ve kumsallarda kaybolan Aktaş, Yarıksu, Yamansu ve Aksay çaylarından günümüzde tarım alanı olarak yararlanılmaktadır. Sahil boylarına nispeten yüzeyi biraz yüksek olan kuzeybatı bölgeleri hariç olmak üzere, bu düzlüğün iklimi son derece kurudur. Düz, ırmaktan ve ormandan mahrum, yağmursuz ve kuzey rüzgarlarına açık olan daha kuzeydeki bölgede sıcaklık yazın 40 derecelere kadar çıkmakta, kışın ise sıfırın altında 40 dereceye kadar düşebilmektedir.

                            Tarım, Terek boyunda ve yapay sulama yöntemi ile güneybatı kısmında yapılır. Diğer kısımlarda çeşitli Türk boyları göçebe halinde yaşar ve hayvan beslerler. Sahil boyunda ise balıkçılık ile uğraşılır.

                            Dağıstan doğal zenginlikler bakımında verimli bir bölgedir. Dağlık bölgenin bitki örtüsü, vadilerde ve kanyonlarda yaprak döken ormanlardan, yüksek tepelerde çam ve huş ağacı ormanlarından ve ağaç sınırının üstünde de Alp çayırlarından oluşur. Tepe yamaçlarında yer yer çöl bitkisiyle kesintiye uğrayan sık yaprak döken ormanlar bulunur. Alçak yamaçlarda seyrek esmer toprak alanlarıyla bölünen verimli kestane rengi topraklar egemendir. Hazar Denizi kıyılarında ise tuzlu bataklık topraklar yaygındır.

                            Dağıstan'ın nüfusu 14 Ekim 2010 itibarıyla 2.910.249'dur. Türk halkları olan Kumuklar, Azeriler ve Nogaylar nüfusun % 21'ini oluşturmaktadır.

                            Nüfusun çok hızlı artış sürecine girmesi şaşırtıcıdır, zirâ ülkedeki Ruslar ve Dağ Yahudileri göç etmektedirler. Özellikle Rusya ve İsrail'e büyük bir göç olmaktadır.

                            Ruslar'ın toplam nüfusa oranı % 4'e düşmüştür. Bu azalmaya karşılık nüfus artış hızının sürmesindeki en önemli sebep, 1990'lı yılların başından beri eski sovyet toprakları üzerindeki bütün cumhuriyetlere zamanında çoğu ekonomik sebeplerden göçmüş bulunan Dağıstanlılar'ın yeniden kendi ülkelerine dönmeleridir. Rusya, Ukrayna ve Orta Asya cumhuriyetleri dağılmayı izleyen yıllardan beri çeşitli sebeplerle onları kendi sınırlarının içlerine çekilmeye zorladılar.

                            Gerçekte Dağıstan, Hazar Denizi'nin ince kıyı şeridi toprağı dışında pek de verimli olmayan bir ülkedir. Halkın % 99,9'u okuma yazma bilmekte ve neredeyse tamamı 2'den fazla dili en iyi şekilde konuşabilecek şekilde bilmektedir. Dağıstan'ın nüfus artış hızı, Rusya Cumhuriyeti genelinde ilk sırada yer almaktadır. Bu artış hızı korunduğu ve ülke dışındaki insanları yurtlarına geri dönmeyi sürdürdükleri takdirde Dağıstan nüfusu 2050 yılında altı milyonu yakalayacaktır. MahaçkalaHasavyurtBuynakskiKaspiski, Kızılyar, İzberbaş ve Derbent ülkenin önemli şehirlerindendir. Dağıstan'ın kuzeyi ve doğusundaki düzlük bölgelerde Türki gruplar, ülke geneline egemen olan dağlık ve plato yerleşimlerinde ise Kafkas kökenli etnik gruplar yaşamaktadır.

                            Dağıstan nüfusunun %90,6'sı Müslümandır. Geri kalanı ise Hristiyandır.

                            …Türkçe dağ kelimesiyle Farsça -istân ekinin birleşmesinden oluşan Dağıstan kelimesinin etimolojisiyle ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bunlar faraziye halinde kalmış ve ilmî açıdan yeterli bir izah getirilememiştir. Gerçekte Dağıstan, Türkistan ve Moğolistan örneğinde görüldüğü üzere kavmî bir kavramı değil Araplar’ın eski Medya’ya verdikleri “el-Cibâl” (dağlar) adı gibi coğrafî-topografik mâna ifade eden bir kelimedir.

                            Kuzeyinde Kalmuk Özerk Cumhuriyeti, doğusunda Hazar denizi, güneyinde Azerbaycan, güneybatısında Gürcistan, batı ve kuzeybatısında Çeçenistan ve Kuzey Kafkasya ile çevrili olan Dağıstan Özerk Cumhuriyeti’nin yüzölçümü 50.300 km2, nüfusu yaklaşık 2 milyon, başşehri Mahaçkale (315.000 [1989]), diğer önemli şehirleri Derbend, Buynak, Hasavyurt, Kızılyar ve İzerbaş’tır.

                            Dağıstan, adının da ifade ettiği gibi dağlık bir ülkedir. Güneybatısında, güneydoğu-kuzeybatı doğrultusunda uzanan Kafkas dağlarının 3000 metreyi aşan yüksek zirveleri vardır. Bunların eteğinde, yükseltisi 500 ile 1000 m. arasında değişen tepelerin de bulunduğu dalgalı bir plato yer alır. Bu plato ile Hazar denizi arasında dar bir kıyı ovası uzanır. Kıyı ovasının kuzey kesiminde Terek ırmağının yer yer bataklıklarla kaplı deltası vardır. Ülkenin en kuzeyinde, batı yarısı Çeçen-İnguş Cumhuriyeti sınırları içinde olan Nogay bozkırı bulunur. Güneydoğudan kuzeybatıya doğru Sulak ırmağına katılan Andi-Koysu, Anar-Koysu, Kara-Koysu ve Kazı Kumuk-Koysu çayları akar. Sert ve dik yamaçlı dağlar arasında derin boğazlar yer alır.

                            Dağıstan’ın iklimi sıcak ve kurudur. Bitki örtüsü yer şekillerine göre çeşitlilik gösterir. Vadilerde ve kanyonlardaki yaprak döken ağaçları yüksek yerlerdeki çam ağacı ormanları takip eder. Orman sınırından daha yüksek yerlerde ise çayırlar görülür.

                            Tarih boyunca çeşitli kavimlerin göç yolları üzerinde bulunan Dağıstan önemli bir geçit yeri olduğu için muhtelif sebeplerle yurtlarını terkeden insanların bir kısmı buraya yerleşmiş ve böylece ülkenin nüfusunun çeşitlenmesini sağlamışlardır. Dağıstan nüfusunu oluşturan otuz civarındaki etnik gruptan en büyüğü, aralarında Karatay, Andiler ve Didolar’ın da bulunduğu on beş kadar alt grubu içine alan ve sayıları 1980’lerde yaklaşık 450.000 kadar olan Avarlar’dır. Ülkenin orta bölgelerinde yaşayan Dargınlar (250.000), güneydeki dağlık arazide Avarlar ile Dargınlar arasında yerleşmiş olan Lekler (110.000), güneydoğu kesiminde yaşayan Lezgiler (200.000), kuzeydoğuda yaşayan ve Türkçe konuşan Kumuklar (240.000), Khiv ve Tabasaran bölgesindeki Tabasaranlar (85.000), Çeçen Cumhuriyeti’ne yakın yerlerde bulunan Çeçenler (60.000) ve Kuma ile Terek ırmakları arasındaki Nogay steplerinde yaşayan Nogaylar (70.000), Dağıstan’daki önemli etnik toplulukları meydana getirirler. Bunların dışında Rutullar (20.000), Agullar (10.000), Tatlar (10.000), Tatarlar (10.000) ve Tizahurlar (7.000) gibi daha az nüfuslu grupların yanında özellikle şehir merkezlerinde önemli oranda Ruslar ve Ukraynalılar da bulunmaktadır.

                            Dağıstan nüfusunun büyük çoğunluğu Sünnî müslümandır. Özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren Nakşibendî tarikatı bölgede büyük bir nüfuz kazandı ve Ruslar’a karşı başlatılan cihad harekâtını organize ederek prestij sağladı. Dindar olan halk ilme önem vermiş ve hemen her dağ köyünde bir medrese yaptırmıştır. 1913’te Dağıstan’da 360’ı ulucami olmak üzere 2060 cami vardı. Komünist yönetim sırasında bu sayı yirmi yediye düşmüştür (1984).

                            Ekonomi. Dağıstan petrol, doğalgaz ve maden kaynakları bakımından zengin bir ülkedir. Yüzey şekilleri engebeli olduğundan madenlerden yeterince istifade edilememektedir. Endüstrisinin temeli Mahaçkale ve İzerbaş yakınlarındaki petrol ve doğalgaz yataklarına dayanır. Ayrıca makine ve inşaat malzemeleri yapımı, gıda ve cam üretimiyle ilgili sanayi tesisleri vardır. Halıcılık ve el sanatları yaygındır. Terek ve Sulak nehirleri üzerinde kurulan barajlarda elektrik üretilir. Halkın büyük bir bölümü başta hayvancılık olmak üzere tarımla uğraşır. Hazar denizi sahillerinde balıkçılık önemli bir yer tutar. Dağıstan Bakü, Moskova ve Astragan’a demiryoluyla bağlıdır. Demiryolu istasyonları aynı zamanda karayoluyla da birbirlerine bağlanmıştır. 1989 rakamlarına göre Dağıstan’da 600 orta dereceli okul, yirmi yedi meslek lisesi ve Dağıstan Devlet Üniversitesi’ne bağlı beş yüksek okul vardır.

                            Tarih. Dağıstan ilk İslâm fetihleri sırasında müslümanların akınlarına mâruz kaldı. Sürâka b. Amr kumandasındaki İslâm ordusu Derbend’in fethiyle görevlendirildi. Sürâka’nın ölümünden sonra Abdurrahman b. Rebîa el-Bâhilî başkumandanlığa getirilerek bölgeye hâkim olan Hazarlar’la savaşa memur edildi. Onun Hazarlar’la çarpışırken şehid düşmesi üzerine kardeşi Selmân b. Rebîa savaşa devam ederek muhtemelen 32’de (652-53) Derbend’i fethetti. Selmân b. Rebîa daha sonra Hazarlar’ın başşehri Belencer’e kadar ilerlediyse de geri çekilmek zorunda kaldı. Emevî Halifesi Hişâm b. Abdülmelik devrinde (724-743) halifenin kardeşi Mesleme fetihleriyle bölgede İslâm hâkimiyetini kurmayı başardı. Daha sonraki yıllarda Emevî kumandanlarından Mervân b. Muhammed de Dağıstan’a başarılı akınlar düzenledi. Fakat bölgedeki İslâm hâkimiyeti, 180 (796) yılında Hazarlar’ın Derbend’i zaptetmesiyle sona erdi. Abbâsîler’in ilk zamanlarında da Hazarlar’la mücadele sürdürüldü. İki asır devam eden bu mücadele müslüman Araplar’ın zaferiyle sona erdi. 815 yılında Şeyh Ebû İshak ile Şeyh Muhammed el-Kindî yaklaşık 2000 kişiden oluşan bir gönüllü ordusuyla Dağıstan’a girerek İslâmiyet’i yaymaya çalıştılar. Dağıstan Abbâsîler zamanında Azerbaycan ve Ermîniye valileri tarafından idare edildi. Abbâsîler’in zayıfladığı bir dönemde 869’da Hâşimî hânedanı Derbend’i merkez yaparak burada hüküm sürmeye başladı. X. yüzyılda Sâcoğulları Derbend’e hâkim olduysa da Hâşimîler kısa bir süre sonra şehri tekrar ele geçirdiler. XI. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklu Türkleri bölgenin bir kısmını hâkimiyetleri altına aldılar. Dağıstan 1222’de Moğol istilâsına uğradı. XI-XIII. yüzyıllarda Karadeniz’in kuzeyinde ve Kafkaslar’da hüküm süren Kumanlar (Kıpçaklar) Dağıstan’a kadar sokularak bölgenin Türkleşmesinde önemli rol oynadılar. Daha sonra sırasıyla İlhanlılar, Altın Orda Hanlığı, Timurlular, Şirvanşahlar ve Safevîler Dağıstan’a hâkim oldular. Dağıstan 1578-1606 yılları arasında Osmanlı hâkimiyeti altında kaldı.

                            Safevîler’in XVII. yüzyılın başlarında Dağıstan’da Şiîliği yaymak için başlattıkları harekât Dağıstanlılar’ın şiddetli tepkisiyle karşılaştı. 1607’de Şah I. Abbas Şamahı Kalesi’ni kuşatarak ele geçirdi. Osmanlılar burayı hiç kimsenin canına dokunulmaması şartıyla teslim ettikleri halde Şah Abbas pek çok kişiyi öldürttü ve 1639’da Dağıstan’da önemli bir nüfuz tesis etti. Dağıstan XVI. yüzyıldan itibaren Ruslar’ın da ilgisini çekmeye başlamış ve XVII. yüzyılın başlarından itibaren İranlılar, Ruslar ve Osmanlılar arasındaki nüfuz mücadelesine sahne olmuştur.

                            XVIII. yüzyılın başlarında Safevîler güçlerini kaybetmeye başladıklarında Dağıstanlılar Gazi Kumuk Hanı Çolak Surhay Han’ın önderliğinde birleşerek Şemahi’yi geri almayı başardılar ve İran’a karşı zafer kazandılar (1712). Başarılarını devam ettirmek için Osmanlı yönetiminden yardım isteyen Dağıstanlılar’a Bâbıâli yardım ve hanlarına hediyeler göndererek himayesine aldı.

                            Rus Çarı Büyük Petro, Rus tüccarlarının öldürülmelerini bahane ederek 1722’de İran’a karşı bir savaş açtı ve Derbend’i işgal etti. Osmanlı Devleti, kendi himayesinde olduğundan Petro’yu protesto edip Derbend’i terketmesini istedi. Ruslar Dağıstan’ın iç kısımlarında tutunamamışlarsa da Hazar sahillerine doğru egemenliklerini genişlettiler ve ancak Mustafa Paşa idaresindeki Osmanlı kuvvetlerinin yardımıyla Bakü önlerinde durdurulabildiler. Rusya ile İran arasında 1724’te imzalanan bir antlaşma ile Derbend, Bakü ve bölgedeki diğer bazı yerler Rusya’ya bırakıldı. Nadir Şah, Ruslar’a karşı sürdürdüğü mücadeleler sonunda 1732’de imzalanan Reşt Antlaşması’yla Dağıstan’ın güneyini, Derbend ve Bakü’yü, 1735 tarihli antlaşma ile de Sulak ve Kura (Kür) nehirleri arasında kalan bazı toprakları ele geçirdi. 1747’den sonra Ruslar Dağıstan’da yeniden nüfuz kazanmaya çalıştılar. 1785’te Kafkasya valiliğini ihdas ederek hâkimiyetlerini büyük ölçüde sağlamlaştırdılar. İmam Mansûr Dağıstanlılar’ı bir safta toplayıp bütün İslâm ülkelerini cihada çağırdıysa da başlatılan isyan başarılı olmadı. 1791’de esir alınan İmam Mansûr’un 1794’te öldürülmesinden sonra yerine Gazi Muhammed geçti. Onun zamanında Ruslar’la İranlılar arasında imzalanan Gülistan Antlaşması ile (1813) Dağıstan Ruslar tarafından ilhak edildi. Gazi Muhammed 1832’de Ruslar’la çarpışırken şehid düştü. Yerine geçen Hamzat Bey ölümüne kadar (1834) mücadeleyi sürdürdü. Onun vasiyeti üzerine imamlığa seçilen Şeyh Şâmil cihad hareketini daha ciddi bir şekilde organize etti ve tam yirmi beş yıl boyunca Ruslar’la kahramanca savaştı. Nihayet 25 Ağustos 1859’da General Baryatinski kumandasındaki ağır silâhlı Rus birliklerine teslim olmak zorunda kaldı. Ruslar Şeyh Şâmil’in teslim olmasından sonra imamlara karşı mahallî beyleri destekleme kararı aldılar. Ancak 1862’de bu siyasetten vazgeçip Avar Hanlığı’na son verdiler ve idareyi askerî valilere bıraktılar. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan faydalanan Dağıstanlılar Abdurrahman Efendi başkanlığında millî bir hareket başlattılar. Ancak Ruslar Osmanlı sınırından çektikleri askerleri Dağıstan’a sevkederek bu isyanı bastırdılar. 1905’te başlatılan ikinci isyan da başarılı olmadı. 1917 Bolşevik İhtilâli’nden sonra Terek-Dağıstan mahallî hükümeti kuruldu. 11 Mayıs 1918’de Dağıstan Osmanlılar’ın desteğiyle Dağıstan ve Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti adı altında bağımsızlığını ilân etti. Fakat Abdülmecid Çermoyev başkanlığındaki yeni hükümet duruma yeterince hâkim olamadan Mondros Mütarekesi imzalandı ve Osmanlı ordusu Kafkasya’yı tahliye etti. Böylece Rus kuvvetleri önünde yalnız kalan Dağıstan 1919’da yeniden işgal tehlikesiyle karşılaştı. 30 Mart 1920’de Kızılordu Timurhanşura’ya girdi ve Dağıstan’ı işgale başladı. 20 Ocak 1921’de Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne tâbi Dağıstan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. 1922-1923 yıllarında Hasavyurt, Kızılyar, Acıgöl sancak ve bölgeleri de Dağıstan’a dahil edildi. II. Dünya Savaşı’nın başında Dağıstan’ın Terek ve Kuma ırmakları arasında kalan kuzey kısmı Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlandı. Ancak 1957’de bu bölgenin küçük bir kısmı hariç geri verildi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Dağıstan Rusya Federasyonu’na bağlı özerk cumhuriyet statüsünü korumuştur.

                            Dil ve Edebiyat. Pek çok kavmin birbirine karıştığı ve birlikte yaşadığı bir ülke olan Dağıstan’ın dil ve edebiyatı çeşitlilik gösterir. 1640’ta Dağıstan’ı ziyaret eden Evliya Çelebi, bugün Dağıstan’daki mahallî dilleri konuşan Kaytaklar’ın o zaman Moğolca konuştuklarını ve bunların Mâhân’dan gelme Moğol Türkleri olduklarını söyler (Seyahatnâme, II, 292). Dağıstan’da Hunzak, Hundaşı, Balkar, Kazar-Begüm, Okuzkent, Bayat, Etrek, Terekeme gibi Hun, Avar, Bulgar, Hazar ve Oğuz Türkleri’ne ait bazı yer isimleri hâlâ muhafaza edilmektedir. Çok sayıda etnik unsurun yaşadığı Dağıstan’da dil birliğini sağlamak her zaman ilk sırayı işgal eden önemli meselelerden biri olmuştur. Araştırmalar, Dağıstan dillerinin Türkçe etrafında birleşmeye doğru bir tekâmül seyri takip ettiğini göstermektedir. 1860’ta Kaluga’da sürgün hayatı yaşayan Şeyh Şâmil’i ziyaret eden İ. Zahar hâtıratında Şeyh Şâmil ile Avarlar’dan oluşan maiyetinin Âzerî Türkçesi konuştuklarını ve Kazan Türkleri’nden olup Rus ordusunda hizmet gören askerlerin de onlarla Âzerîce konuştuğunu anlatır (İA, III, 450). 1917’deki ihtilâlden sonra hükümet eğitim ve öğretimin ilkokullarda mahallî dillerde, ortaokuldan itibaren ise Türkçe yapılmasına ve devlet dili olarak da Türkçe’nin kullanılmasına karar vermiştir. Ancak 1930 yılına kadar devam eden bu uygulamadan sonra Ruslar daha sonra Rusça’yı resmî dil ilân ettiler. Âsâr-ı Dağıstân adlı eserin yazarı Mirza Hasan Efendi Alkadarî gibi birçok müellif eserini Türkçe kaleme almıştır. Dağıstan dillerinde özellikle şifahî halk edebiyatı gelişmiştir ve Dağıstan çok zengin bir folklora sahiptir. Halk türküleri ve destanlarında başta Şeyh Şâmil olmak üzere Dağıstanlı mücahidlerin kahramanlıkları dile getirilir. Ayrıca Hz. Peygamber ile Ehl-i beyt ve ashâb-ı kirâmın hayatını anlatan manzum eserler yaygındır. Edebî eserler ise Avarlar ve Lekler’de XVII. yüzyıldan başlayarak büyük gelişme göstermiştir. Yazılı edebiyatın ilk örnekleri arasında Leylâ ve Mecnûn, Tâhir ile Zühre gibi edebî eserler, Dağıstanlılar’ın Ruslar’la mücadelesini anlatan kahramanlık hikâyeleri ve tıbba dair kitaplar bilhassa yaygındır. Lezgiler ve Kumuklar da XIX. yüzyılda yazılı edebiyata geçtiler ve özgürlük konusunda manzum eserler yazdılar. Dağıstanlı meşhur şairler arasında İrçi Kazak, Manay Alibeyoğlu, Mugan Batır, Temir Bulat, Mahmut, Hamza Tsadas ve XX. yüzyılın meşhur şairi Resul Hamzat sayılabilir. Resul Hamzat’ın Dağıstan edebiyatına dair eseri Benim Dağıstanım adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir (İstanbul 1984).

                            • Konu 14

                              14.       Hafta      Genelleme, Değerlendirme ve Tekrar              

                              Konular: RF için Kuzey Kafkasya’nın jeopolitik önemi; RF için istikrar problemi.

                              Temel Okumalar:

                              -          Ufuk Tavkul, Kafkasya Gerçeği, s.9-22.

                              -           Alev Erkilet, Ele Geçirilmeyen Toprak: Kuzey Kafkasya, s. 28-44.

                              -         Alexandre Toumarkine, Geçmişte ve Günümüzde Kuzey kafkasya’nın Jeopolitik Önemi, http://www.samsunbkd.org/index.php?option=com_k2&view=item&id=235:ge%C3%A7mi%C5%9Fte-ve-g%C3%BCn%C3%BCm%C3%BCzde-kuzey-kafkasyanin-jeopolitik-%C3%B6nemi&Itemid=83

                              -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

                              -           Youtube’dan değişik videolar.

                              Kuzey Kafkasya'nın geçmişteki jeopolitik önemini açıklayabilmek için öncelikle şu sorunun sorulması gerekir: Kuzey Kafkasya geçmişte kimin için önem taşıyordu?" Geçmişte" deyince Kuzey Kafkasya'nın Rusya tarafından işgal edilmesinden itibaren başlayan bir dönem olarak ele alınmalıdır.

                               

                              Kuzey Kafkasya'nın hangi ülkeler ve ne için önemli olduğuna sırayla değinmek istiyorum.

                              Lehistan (günümüzdeki adıyla Polonya) ile başlayalım. Aslında Lehistan'dan daha ziyade Polonyalılardan bahsetmek gerekir. Çünkü o dönemde Lehistan Rusya İmparatorluğu'nun bir parçasıydı. Sürgündeki Lehistan'ın bağımsız kurtuluş liderleri, Kuzey Kafkasya'da Rusya emperyalizmine karşı savaşı kendi bağımsızlık mücadelelerinin ayrılmaz bir parçası olarak düşünüyorlardı. Polonya, bağımsız bir devlet olduktan sonra, hükümeti ya da daha doğrusu Mareşal Pilsudzki'nin arkasında yer alan siyasi güçler bu fikri devam ettirdiler. Fakat Polonya'nın ve Polonyalıların, Kuzey Kafkasya'ya vefalığı ve siyasi arzularına rağmen bunları Rusya ve Sovyetler Birliğine karşı yerine getirmek için güçleri yetmedi.

                               

                              Batıya geçelim. İngiltere için geçmişte Kuzey Kafkasya nasıl bir önem taşıdığı hala tartışılan bir konudur. Bu noktaya vardık ki David Urquart, James Bell, Longworth gibi kişilerin sarf ettikleri gayretleri ve savundukları tezlerine rağmen, İngiltere Kuzey Kafkasya'ya ciddi bakmış ama hiçbir zaman bölgeyi ön plana almamıştır. Fransa için söyleyecek fazla bir şey yok, çünkü devlet olarak Kuzey Kafkasya'yla pek ilgilenmemiştir. Almanya'ya gelince, yirminci yüzyılın ilk yansında, çok ciddi bir Kafkasya politikası üretmiş ve uygulamıştır. Bu politika Rusya ve sonra Sovyet Birliğine karşı global bir parçalama projesi içinde yer alıyordu. Fakat bu projede Alman ikinci imparatorluk döneminde olsun Hitler döneminde olsun, Kuzey Kafkasya'dan daha ziyade Güney Kafkasya önem taşıyordu. Kuzey Kafkasya bir geçit olarak görülmektedir. Almanya, birinci dünya harbinden sonra, müttefik olarak Kuzey Kafkasya'ya değil Gürcistan'a yöneldi, İkinci Dünya Harbinde Hitler’in orduları Kuzey Kafkasya'da durdu, fakat esasen Bakü'yü ve petrolleri hedefliyordu.

                               

                              Osmanlıya gelince, Alexandre Bennigsen'in ustalıkla bize anlattıklarına göre Kuzey Kafkasya'ya Rusya bırakıldıktan sonra Padişahlar Şamil'in ve Çerkeslerin mücadelelerini açıkça desteklemediler. Kuzey Kafkasya'ya en sıcak bakan Osmanlı siyaset adamı, Enver Paşa oldu. İktidarda bulunduğu dönemde Kuzey Kafkasya'nın nihayet gerçek bir önem kazandığını söyleyebiliriz. Fakat Almanya için söylediklerim Enver Paşa için de geçerlidir: daha çok Bakü'ye ve Güney Kafkasya'ya bakıyordu.

                               

                              Bütün bunların sonucunda, konumuzda en önemli yere sahip Rusya'dır. Çünkü Rusya ve Sovyetler Birliği için, Kuzey Kafkasya çok ama çok büyük bir önem taşır. Bu önemi belirtmek için önce kendimize bir soru sormamız gerekir: Kuzey Kafkasya bir bütün olarak mı önemli? Yoksa önem derecesi bölge, güzergah ve konumlarına göre mi değişiyor?

                               

                              Tabii ki bunda yine kendimize cevap: "Bölge, güzergah, konumlar" olacaktır. Niye sadece Adigeler ve Abazaların bir kısmı sürgün edildi? Ve diğer Kafkas otokton halkları sürgün edilmedi? Çünkü Rusya için Karadeniz kıyısı hayati bir jeo-politik önem taşıyordu. Kuban, Terek, Hazar Kıyısı, Daryal geçidi güzergahları için aynı şey söylenebilir.  

                              Günümüzde Rusya için Kuzey Kafkasya'nın önemi çok arttığı açıkça görülüyor. Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle Rusya Karadeniz'de başlıca limanlarını kaybetti: Mariupol, Odessa, Illisevsk limanları Ukrayna'ya bırakıldı. Rusya'nın Karadeniz'de kurtarabildiği en büyük limanı Novorossisk’tir. Bütün Rusya'nın petrol ihracatlarının yüzde otuzu bu limandan yapılır. Rusya Novorossisk limanını genişletme ve büyütme işlerini başlattı. Kapasitesi 44.9 milyon tondur. Fakat son yıllarda 6 milyon tona kadar kullanılmaktadır. Rusya bu limanın kapasitesini 63 milyon tona yükseltmeyi hedefliyor. Tuapse limanı için de böyle genişletme ve büyütme planı var. Amaç: Tuapse'nin kapasitesini 35.8 milyon tona yükseltmek. Bunlar açıkça gösteriyor ki Rusya yakın bir gelecekte Kuzey Kafkasya'nın Karadeniz limanlarını daha kullanacak.

                              Gayrı resmi bir şekilde Rusya Abhazya'nın Gudauta limanı askeri üs olarak kullanıyor. Yeni Abhazya'nın ablukasını uygulattıran gemiler, Rus gemileridir.

                               

                              Rusya donanması, Sebastopol'da ya da Gürcistan limanlarında imzalanan anlaşmalara göre kalabilir, fakat geçici olarak. Yoksa Kuzey Kafkasya'nın kıyısında sürekli kalmayı düşünüyor. Türkiye Soçi'de binlerce işçisi bulunmasına rağmen, bir konsolosluk açmak için Novorossisk'i seçmiş olması enerji güzergahlarının Türkiye için daha önemli olduğu ispatıdır. Bugün Kuzey Kafkasya'da jeopolitik açıdan Rusya için önemli olan Karadeniz kıyısı enerji borularıdır. Azerbaycan petrolü ve Kazak petrolünün büyük kısmı şu anda Kafkasya'dan geçip Avrupa ve uluslar arası pazarlara ulaşır. "Mavi Akım" denen Türk-Rus gaz taşıma projesi yine de Kuzey Kafkasya'nın kıyısından geçiyor... Güzergahı: Stavropol-Tuapse (Jubga)-Samsun'dur. Kuzey Kafkasya petrol üretimi yüzde birlik bir oranla Rusya petrol üretiminde çok küçük bir payı oluşturuyordu. Bu pay çökmeye başladı. Kuzey Kafkasya'da esasen petrol meselesi bir üretim meselesi değil, bir geçiş meselesidir. Limanların büyütülmesi ve petrol taşımasının artırılması çevre için önemli bir sorun yaratır. Novorossik gibi bir şehir, çimento sanayisinden olsun petrolün tankerlere taşınmasından olsun çok büyük zarar gördü ve görecek. Kuzey Kafkasya kıyıları genel bir doğal felaket tehdidi altındadır.

                               

                              Enerjiden sonra askeri ve silah sorunu hakkında birkaç söz söyleyelim. Artık Rusya Güney Kafkasya'da istediği kadar silah ve asker biriktirmez. Silahları ve askerleri Kuzey Kafkasya'da yığınak yapıyor. Böylece Kuzey Kafkasya yerel gerginliği bahane ederek AKKA'nın silah limitlerine uymayıp bu limitleri aştı. Rus ordusunun silâhlarının miktarının artırılması Türkiye ve bir çok batı ülkeleri tarafından güvenlik, istikrar ve barış açısından bir tehlike olarak görülür. Bu askeri, yığınağın asıl amacı nedir? Kuzey Kafkasya'yı kontrol etmek ve yeni bir sınır çizmektir.

                               

                              Geçmişin aksine Kafkasya, Rusya'nın Güney sınırı olarak bugün daha farklı bir konumdadır. Çeçenistan savaşını, bir çok Müslüman ülkeler ve İslamcı gruplar, ortak bir din ve din kültürü davası olarak sunmuşlardır. Fakat çeşitli nedenler için Çeçenistan'a "Müslüman" yardım zayıf olmuştur. Kaldı ki Kuzey Kafkasya, bilhassa Doğu Kuzey Kafkasya bir kültürel, askeri, dini cephe olarak görünmeye devam edilir. Çerkes diasporada birçok kişinin, diaspora’ya özgü görevinin Kuzey Kafkasya'nın yine de İslamlaşması olduğu düşünülmektedir.

                               

                              Kuzey Kafkasya Batı ve Doğu Avrupa ülkeleri için günümüzde jeopolitik önemi, enerji güzergahlarına bağlıdır. Amerika'nın aksine Rus petrol ve gaz güzergahlarına hala sıcak bakılır.

                               

                              Amerika'nın Kuzey Kafkasya'ya nasıl baktığı, ona ne kadar önem verdiğini belirtmek güçtür. Amerika hem Bakü-Ceyhan'dan geçen Doğu-Batı enerji güzergahını destekliyor, hem de Rusya'nın enerji hatlarının güvenliğinin sağlanmasının da önemli olduğunu açıklıyor.

                               

                              Fakat bu güzergahın güvenliği Amerika için gerçekten önemli mi? Yoksa Bakü-Ceyhan alternatifi olarak bir rakip mi? Amerika diyor ki: Kuzey Kafkasya'da demokratikleşme bir ön koşuludur ve kendi politikasının bir unsurudur. Kuzey Kafkasya'nın jeopolitik öneminin konusunu burada noktalayalım. 

                               

                              Karadeniz'in son yıllarda en önemli gelişmesi tartışmasız Türk-Rus İlişkilerinin iyileşmesi ve artmasıdır. Bu artışın, bugüne kadar bütün krizlere rağmen sağlam olduğu göz önündedir. Bu gelişmeler Türkiye'nin, Rusya'nın tekrar Kafkasya'ya dönmesine göz yummasıyla başlamıştır. (Eylül 1993'de Sn.Çiller'in Moskova'ya ziyaretiyle başlamıştır.)

                               

                              Bu Türk-Rus ilişkilerinin gelişmesi bence Türkiye açısından, şu anda Karadeniz, Kafkasya ve Orta Asya'ya yönelik politikalarından daha önemlidir. Bu ilişkiler çok boyutludur. Örneğin, turizm, inşaat, enerji, silah alımı vs. hatta ortak bir silah üretimi bile düşünülmektedir. Ekonomik açıdan, bazı Rus bölgeleri bu ilişkilerinde daha önemli bir yer alır. Moskova, Batı Sibirya ya da Rusya'nın Güneyi, yani Stavropol, Rostov ve Krasnodar.

                               

                              Türkiye'nin Gürcüstan'la ilişkileri daha sınırlı bir boyutta gelişmiştir. Abhazya savaşı döneminde resmi olarak "tarafsız Türkiye" yaklaşımı değişti. Çünkü işbirliği güçlendirildi ve askeri bir boyut bile kazanmaya başladı. Kuzey Kafkasya Cumhuriyetleriyle Türkiye'nin ilişkileri kötü olmamasına rağmen su anda çok zayıftır. Rusya'nın Güneyi yani Stavropol, Rostov ve Krasnodar) şu anda Türkiye için büyük bir jeopolitik önemi taşır. Bu Cumhuriyetlerin önemi ve çekiciliğinin arttırılması görevi Çerkes diasporasına düşer. Bu ortamda çok gerçekçi olunması gerekir: "Büyük Çerkezistan" (yani Kuzey-Batı Kafkas Cumhuriyetlerinin birleşmesi) gündemde değil, Kuzey Kafkas Cumhuriyetlerin güç ve potansiyelini arttırmak için, zaman, sabır, istikrar, barış, birlik ve gayret ister. Rusya için yakın gelecekte Kuzey-Doğu Kafkasya da kalmak zor olacaktır, buna mukabil Orta ve Kuzey-Batı Kafkasya'da bir yüzleştirme politikasına girmek Çerkesler için yıkıcı olur. Çünkü ikinci bir sürgüne dayanılmaz. Tek yol askeri ve petrol meselelere endeksli olmadan, diaspora ve Kuzey Kafkasya'daki ekonomik ve kültürel ilişkileri güçlendirmektedir.

                               

                              Eskiden Sovyetler Birliği'nde bölgeler arasındaki ilişki değil, bölge-merkez ilişkileri ön plandaydı. Yeni jeopolitik çerçevesinde bölgesel işbirliği genişletmesi gerekir.

                               

                              Kuzey Kafkasya Cumhuriyetleri'nin içe dönük değil, dışa açık olması gerekir ve Rusya-Türkiye arasındaki aracılık işlevinin tekelini Güney Rusya'ya bırakmamak için bu Kafkasya Cumhuriyetleri mutlaka ekonomi, ulaşım ve iletişim potansiyeli arttırması lazımdır. Diaspora sırf dönüş kavramıyla değil, gidiş-dönüş kavramıyla da katkıda bulunmalıdır. 

                               Aşağıda belirtilen konuların incelenmesinden de anlaşılacağı gibi ulaşılan bilanço önemsizdir. Bu husus, çoğunlukla diasporadaki dernekçilik akımının amatörce tavrıyla açıklanma yoluna gidilmektedir, ama bu bir mazeret olamaz. Bugüne kadar yapılmış olanlar büyük ölçüde yetersizdir, fakat aynı zamanda, ve özellikle -Çerkes dostlarım beni bağışlasınlar- sistematik olmayan, dar ufuklu ve yarım yamalak bir biçimde yapılmıştır. Özetlemek gerekirse, bu konuda her şeye, ya da neredeyse her şeye baştan başlamak gerektiği söylenebilir.

                              Diasporanın katkısının kendine özgü durumundan kaynaklanan bir başka problem de mevcuttur. Bu konuda, her zaman olmasa da çoğu zaman ki farklı nesli temsil eden iki ekol olduğu söylenebilir. Daha ziyade yaşlılardan oluşan birinci ekolün mensuplarına göre diasporadaki Çerkesler; Kafkasya Cumhuriyetlerine yardım etmeli ve kayıtsız şartsız desteklemeli, ama politikaya karışmaktan ya da bu ülkelerin politik ve ideoloji tercihlerini etkilemeye kalkışmaktan kaçınmalıdırlar. Çoğu zaman biraz daha genç kişilerce temsil olunan bir başka akım, içişlerine müdahale tabusunun bir kenara bırakılması gerektiği kanaatindedir: Diaspora kavramının içeriği, çek imzalayan bir elden ya da Kafkasya'nın yaşadığı dramların ritmine göre çarpan bir yürekten ibaret değildir. Ekoller arasındaki bu ihtilaf olağan dışı değildir, hatta klasikleşmiştir ve Ermeni ya da Yahudi diasporası gibi diasporalara bakılacak olursa bu kutuplaşmanın şiddetle boy gösterdiği görülür. Her ikisine de saygı duymak gereken, bu tavırlar, şu soruyu gündeme getirmektedirler: Diasporanın katkısı maddi ve manevi destekle mi sınırlı tutulmalıdır, yoksa Kafkasya'da eleştirilere uğramak pahasına, Kafkasya meselelerine daha yoğun bir biçimde katılım ve müdahale boyutuna mı ulaşmalıdır? Kayıtsız şartsız destek tavrı çoğu zaman diasporanın kendi hakkında sahip olduğu kompleksli bir imajla ilişkilidir: Diaspora, referans alınan toprağa kıyasla kendisinin soysuzlaşmış bir unsurdan ibaret olduğu ve gerçek kültürün ancak Kafkas toprağında korunabildiği kanaatindedir. Bu bakış, her iki yönde de abartılıdır: Diasporanın yeri küçümsenmekte, referans alınan bölgenin yeri ise ölçüsüzce büyütülmektedir.

                               

                              Şimdi, her konu bakımından teker teker diasporanın rolünü inceleyelim.

                               

                              Ekonomik açıdan, bilançonun bugün için geniş ölçüde olumsuz olduğu söylenebilir. Yatırımlar çok sınırlı boyuttadır. Bu cılız neticeyi açıklayabilecek yerel sebepler de mevcuttur: (Bölgedeki politik istikrarsızlık, Pazar ekonomisine geçişteki zorluklar, ekonomik ve sınai yatırımdaki yetersizlikler). Ancak, hangi eğilimden olurlarsa olsunlar, diaspora mensupları kendi hataları üzerinde de düşünmelidirler.

                               

                              Başarısızlığın temel sebepleri, girişimlerin bireysel niteliğinden, (koordinasyon yoktur) ekonominin geçiş döneminde oluşunun bilinmemesinden ve yerel pazarların tanınmamasından kaynaklanmaktadır. Diasporalı işadamları, yatırım (fabrika kuruluşları, joint-venture anlaşmaları, altyapı inşaatları) yapmak yerine riskli kısa vadeli kar peşine düşerek yatırımcıdan ziyade tüccar gibi davranmış izlenimi vermektedirler.

                               

                              Buna bir de, diasporanın Türk yatırımların (örneğin inşaat ya da gıda sektöründe hikmet veren büyük şirket gruplarını) ve evveliyetle yabancı sermayeyi Kafkasya'ya yönlendirmekte başarısız kaldıklarını eklemek gerekir. Bazıları, bu başarısızlıkları gerekçelendirmek için Kafkasya'nın ekonomik ve özellikle sınai açıdan yetersiz altyapısını öne sürmüşlerdir. Ancak örneğin, beyaz turizm (yani dağ turizmi ) ya da yeşil turizm yatırım yapmak için elverişli başlangıç noktaları olabilirdi. Kuzey Kafkasya'da yokluğunu en çok hissettiren unsurlardan biri de teknolojidir. Bu açıdan Sovyet döneminde donanımsız biline gelen Kafkasya'nın 1990'ların başından beri daha da gerilediği söylenebilir. Ekonomik kalkınmayı kolaylaştıran teknolojileri bölgeye acilen nakletmek gerekmektedir.

                              Bu ekonomik incelemenin sonunda, diasporanın koordinasyon, beceri bakımından eksiklikler taşıdığı söylenebilir, buna irade eksikliğini de eklemek gerekir. En çarpıcı hususlardan biri de Kuzey Kafkasya'daki ekonomik faaliyetlere ilişkin ülke ve alan bazında verilerin bulunmayışıdır. Burada kastettiğim, istatistikler değildir. Sovyet istatistiklerinin şöhreti malumdur, 1990'dan bu yana durumun iyiye gittiği söylenemez. İstatistiklere ulaşılsa bile, bunlar çoğu zaman Sovyet döneminden kalmadır. Oysa o zamandan bu zaman pek çok değişiklik olmuştur, (zorunlu ya da gönüllü göç, ekonomik faaliyet yaratılması ya da sona ermesi vs...) Kuzey Kafkas ekonomisinin gerçek durumunu tanımak için, diaspora mensuplarının Kafkasya'ya giderek sistematik biçimde ve hatır gönül dinlemeden envanter çıkarmaları gerekmektedir. Bu çalışma yapılmadığı sürece bugünkü durum devam edecek ve el yordamıyla denemeler halinde yatırım yapma uygulaması sürecektir.

                               

                              Ekonominin ardından ekolojiden söz edilmesi bazılarına şaşırtıcı gelebilir. Oysa, diaspora çocuklarının çevre sorunlarına gösterdikleri olağanüstü hassasiyeti bilenler şaşırmamalıdır: Onlar, bu hassasiyeti Çerkeslerin doğaya duydukları derin saygıdan, insan ve tabiatın bir bütün oluşturduğu duygusundan miras almışlardır. Atalarının 1864'te arkalarında bıraktıkları Hazar Denizi ya da Karadeniz kıyılarında yaşanan (ve yukarıda bahsedilen) ekolojik katliamlar karşısında diasporanın gösterdiği suskunluk, henüz Kafkas toprağını, Türkiye'de sığındığı binlerce köyü sahiplendiği gibi sahiplenemediğini göstermektedir. Çok geç olmadan, doğal mirasının, dağlarının, göllerinin, dere ve sahillerinin kurtarılması için diasporanın acilen harekete geçmesi lazımdır. Doğanın korunması için mücadele veren sivil toplum grupları tüm Kafkasya'da mevcuttur, bu mücadeleyi onlarla beraber yürütmek lazımdır. Diaspora açısından bu girişim, atalarının hatırasına sadakat manasına gelir.

                               

                              Doğal mirasın korunması da ekonomik yatırımlar gibi önceden bilgilenme çalışması gerektirmektedir. Diasporanın Kuzey Kafkasya hakkındaki bilgilerinin yetersizliğine ilişkin tespit genel bir nitelik taşımaktadır ve hem bugünkü hem de yarınki çabaları felç etmektedir. Geleneksel bilgi edinme yöntemleri bilinir: Seyahatten dönenler gördüklerini birkaç hafta sonra anlatırlar, bilgiler cemaat içinde kulaktan kulağa aktarılır. Bunun istisnası, seyyahın gözlemlerini yazıya dökerek dergilerde yayınlamasıdır, ki bu dergileri de pek az kişi okur. Nihayet, ara sıra seyyahlar beraberlerinde biraz bayatlamış da olsa bazı belgeler getirirler, ama bunları da okuyan azdır çünkü Kiril alfabesi itici gelir.

                               

                              Bunların ötesinde "bilgilenme", Türk basınında yayınlanan makalelerin yeniden elden geçirilmesine dayanır ki Türk basını da çoğu zaman Batı basınının ya da Rus basınına bağımlılık içindedir. Ancak bu bilgiler sistematik değildir ve pek çok kaynak ihmal edilmiştir. Bilgisayar, Web sitesi ve mail bakımından diaspora bugün hâlâ acınacak biçimde donanımsızdır. İşin daha da vahim tarafı, Kuzey Kafkasya modern iletişim araçları bakımından tamamen donanımsızdır (fax, bilgisayar vs...). Her ne pahasına olursa olsun bölgeyi donatarak diasporanın eylemleri bakımından zorunlu her alanda sürekli ve günü gününe haber toplamak gerekmektedir.

                               

                              Böylece haber toplanması, Batılı ülkelere ve Türkiye'ye yayın yoluyla ulaştırılarak bölgeyi tanıtabilecek, veri stoklarını oluşturma avantajını sağlayabilir. Bu proje, günümüz koşullarında pek çok kişi açısından vakitsiz ya da çılgınca gelebilir, ancak bana kalırsa tüm cumhuriyetlerde muhabirleri bulunan, yerel medyalarla, hükümetlerle ve özellikle sivil toplumla bağlantıları olan bir diaspora haber ajansı kurmak zorunludur.

                               

                              Bilgilenme sorunu bizi doğal olarak dil sorunlarına götürür. Türkiye'de Kafkas dillerini öğreten merkezler bulunmasa da, birkaç yıl önce ümitsiz görünen bu proje günümüzde gerçekleştirilebilecek hale gelmiştir. Bugün, bu öğretimin üniversite bölümlerinde ve araştırma merkezlerinde yapılacağı günler yakındır bile denebilir. Zamanı geldiğinde, diaspora bu işin üstesinden gelebilecek midir? Cevap maalesef olumsuzdur. Bazıları, haklı olarak böyle bir sorunun kısa süre öncesine kadar Türkiye'de tabu olduğunu mazeret göstereceklerdir. Doğrudur, ama her şey çabuk, çok çabuk değişmektedir. Oysa, günümüzde Kafkas diasporası içinde bir tane Kafkas dilleri profesörü yoktur, büyük Batı üniversitelerinin dilbilim bölümlerine gönderilen öğrenci bile yoktur. (En önemlilerini saymak gerekirse Amerika, Almanya, Hollanda, İskandinavya, İngiltere ve Fransa'daki üniversiteler örnek gösterilebilir). Oysa, yeterli puanı tutturamadıkları için Türk üniversitelerine giremeyen öğrencileri dışarıya yollamak için değil de en başarılı, en parlak, en ciddi ve en çok motivasyon sahibi öğrencileri hem Kafkas dilbilimi hem de Kafkasya bağlamında, mesela tarih, antropoloji, arkeoloji gibi başka beşeri bilimler okumak üzere dünyanın dört bir yanına göndermek üzere bir burs sistemi oluşturmak ne kadar kolay olacaktır. Eğitimlerini bitiren bu öğrenciler gelecekteki yüksek öğretim kadrolarını dolduracaktır.

                               

                              Bu arada, yukarda belirtilen dil sorununu çözmek için acele etmek lazımdır. İki çözüm belirmektedir: öğrencileri yurtdışına yollamak ya da Kafkasya'dan Türkiye'ye Kafkas dilleri öğretmenleri getirmek. Çok iyi öğretmenler mevcuttur, çünkü dil-bilim ve dil öğretimi Sovyet yönetiminin en iyi yaptığı işler arasındaydı. Muhtemelen ikinci çözüm benimsenecektir, çünkü hayata geçirilmesi daha kolaydır. Ancak, daha şimdiden en iyi elemanların peşine düşmek lazımdır.

                               

                              Şimdi de, en hassas sorunlar olan politik sorunlara geçelim. Diasporanın politik, hatta ideolojik katkısı ne olmalıdır? Türkiye'de 1994'ten beri bu tartışma, Türk iç politikasındaki kutuplaşmanın (İslamcı-laik) bir yansıması haline gelmiştir denebilir. Kendisine çok enerji kaybettiren ve çoğu zaman elini kolunu bağlayan bu kısır çatışmalardan kurtulması diaspora için hayati önem taşımaktadır. Kısa bir cevap vermek gerekirse, şunu söyleyebilirim: Kuzey Kafkasya'da camiler inşa etmeyi ve rejimler de toplumları demokratikleştirmeyi bir arada istemek mümkündür. Bu iki öneri arasında ilkesel bir uyuşmazlık yoktur.

                               

                              Kuzey Kafkasya'nın demokrasiye geçiş sürecinin gösterdiği tablo karanlıktır ve muhtemelen 1990'ların başına göre daha karanlıktır. Görünenin aksine, (seçimler, siyasi kurumlar...) Kuzey Kafkasya'da demokratik bir siyasi hayat yoktur. Bu deyimle asıl kastettiğimiz, temel hak ve özgürlüklere saygı, kuvvetler ayrılığı ve azınlığın kendini ifade etme hakkı ve iktidara ulaşabilme hakkıdır. Kimse bana "Batı'nın bu kuralları, Rus işgalinden önce pek çok bölgede ilkel bir demokrasi gibi işleyen Kuzey Kafkas yerel politik coğrafyasına uyumsuzluk gösterir" demesin. Karşılaşılan sorunun bir gecikme sorunu olduğu yönünde sözleri sıkça duyuyorum, bunu da kimse bana söylemesin. Kuzey Kafkasya toplumları, temel Sosyo-politik değişimlerin mücadelesini vermek için 1789'u ve Fransız devrimini beklememişlerdir.

                               

                              Bugün, aynı gri takım elbiseli aparaçikler, aynı imtiyazlı nomenklatura mensupları her yerde iktidardadır, sanki hiçbir şey değişmemiş gibidir. Her yerde yandaşları kayırmacılık, politik hayatın suçla iç içeliği, mafyaların etkisi hakimdir. Kuzey Kafkasya'da kurumları ve toplumu demokratikleştirme mücadelesi verenlere diaspora yardım etmelidir. Fakirlerin sokakta öldüğü ve yaşanan ortak felaketten kaçışın daima alkolizme götürdüğü kokuşmuş günümüz Rusya'sından uzak, adil bir demokratik toplumu müdafaa etmelidir. Diaspora, büyük hukukçu ve avukatlara sahip bulunmakla haklı olarak övünmektedir. Madem öyle, Kuzey Kafkasya için bir politik platform tanımlamak, insan haklarını, Hukuk Devletini, sosyal ve politik demokrasiyi savunmak uğrunda hep beraber çalışsınlar.

                              "Ne amaçla?" diye soracaksınız bana, "Diaspora neden böyle bir misyon üstlensin?" Cevabım basittir: Çünkü Kuzey Kafkasya'nın yeri Avrupa'dadır, "Asya despotizmi"nde değil. Çünkü, defalarca adaletsizlik ve zulüm altında inleyen Kuzey Kafkasya halklarının barış ve özgürlük içinde yaşamaya hakları vardır. Bu temennime idealist, tatlı bir rüya gözüyle bakılabilir. Bu programın gerçekleşmesi yoluna büyük- küçük menfaat ve imtiyazların taş koyacağı doğrudur, ama Çerkeslerin kendileri hakkında sahip bulundukları fikirleri hayata geçirecek bir toplum inşa etmenin bedeli de budur.

                               

                              Kuzey Kafkasya'nın özgür yaşaması hakkının savunma yolundaki bu mücadeleyi diaspora yurt dışında da vermelidir. Uluslararası adalet önünde Kuzey Kafkasya halklarının uğradıkları zararların, geriye dönüş hakkının tanınması ve Kuzey Kafkasya ihtilaflarının giderilmesi için özgün hukuki çözümler önerilmesi için diaspora hukukçularının, yabancı meslektaşları ile işbirliği halinde çalışmalarının zamanı gelmiştir de, geçmektedir bile[8]... Nihayet, son noktayı koymadan önce belirtelim ki, her gün tüm dünyaya Kafkasya'daki çatışmaları ve orada işlenen insan hakları ihlallerini aktaran hükümet dışı sivil örgütler ve insancıl örgütlerle diasporanın sağlam ve kalıcı ilişkiler kurmasının zamanı gelmiştir.