Konu özeti

  • Araştırmanın Tanımı ve Amaçları

    Bilimsel Araştırmalar, Amaçları ve Türleri

    Araştırma Yakklaşımları

    -Niceliksel Yaklaşım

    -Niteliksel Yaklaşım

    Kütüphane Araştırmaları : Bunlar mevcut yayınlardan faydalanılarak yapılmış olan derleme

    çalışmalarıdır.

    Laboratuvar Araştırmaları : Bu araştırmalar, laboratuvarda gerçekleştirilen deneylerden elde edilen verileri analiz etmek ve yorumlamak anlamını taşımaktadır.

    Gözleme Dayalı Araştırmalar : Bir kısım bilim dallarında veriler elde edilen gözlemlerden

    oluşmaktadır. Gözlemler laboratuvar dışında olmaktadır. Çevre, tarım, astronomi, coğrafya ve

    madencilik gibi konular

    Anket Araştırmaları : Kişi ve kurumlardan bilgi almada anket yönteminin kullanıldığı

    araştırmalardır. Soruların cevapları yüz yüze görüşme ile elde edilebileceği gibi yazılı anket

    formları da adrese gönderilerek istenebilir.

    Beşeri Araştırmalar : insanların yaşam biçimleri, davranışları, tepkileri, sevinçleri, acıları,

    insanların deneyim ve birikimleri gibi konuları incelemek ve araştırmak beşeri ilimlerin

    konusudur.

    Analitik Araştırmalar : Elde edilen verilerin çeşitli yöntemlerle analiz edilerek mevcut durumun, aradaki ilişkilerin veya ileriye dönük muhtemel gelişmelerin ortaya konulmasıdır.

    Descriptif Araştırmalar : Tasviri araştırmalardır. Örneğin veya kümenin belirgin vasıflarını ortaya

    koyan veya anlatan yöntemlerdir.

    Ar-Ge Araştırmaları : Ürün veya yöntem geliştirmeye yönelik, endüstri ile iç içe yapılan

    araştırmalardır. Yeni bir ürünü veya yöntemi, üretim aşamasına hazırlayan araştırmalardır.

    Bilimsel Yöntem en gerçekçi problem çözme yoludur. Bu çerçevede, problemin tespit süreci de

    en önemli aşamalardan biri olarak ifade edilebilir. Sağlanan doğru bakış, yani problemin doğru

    tespit edilmiş olması çözüm için ilk şarttır. Araştırma konusunun doğru tanımlanması sürecinde

    ilk yapılması gereken, doğru gözlem, değerlendirme ve ardından genel bir inceleme ile kaynak

    taraması, uzmanlarla görüşme gibi yöntemlerin kullanıldığı değerlendirme işlemidir.

    Konu çerçevesi belirlendikten sonraki aşama, araştırma konusuyla ilgili olarak çözülmek istenen

    problemi, diğer bir deyişle, araştırma amacını ortaya koymaktır. Problem; kuramlardan, daha

    önceki araştırmaların bulgularından ve/veya kişisel gözlemlerden yola çıkarak oluşturulabilir.

    Problem, kuramsal açıdan

    ve/veya uygulama açısından önemli olmalıdır. Bir araştırma problemi belirlerken, her şeyden

    önce, problemin araştırılabilir özellikte olmasına dikkat edilmelidir. Araştırılabilirlik, problemin

    veri toplama ve analiz etme yoluyla incelenebilecek özellikte olmasıdır. İkinci olarak; problemin

    araştırmacının araştırma becerileri, kaynaklar, zaman vb. özelliklere uygun olmasına özen

    gösterilmelidir.

    Problem ortaya konduktan sonra, konuyla ilişkili kaynaklar taranır; elde edilen kuramsal

    bulgulara ve araştırma bulgularına dayalı bilgiler bir araya getirilerek kaynak taraması yapılır.

    Kaynaklar, problemle en az ilişkili olandan en çok ilişkili olana doğru, diğer bir deyişle,

    genelden özele doğru ele alınmalıdır. Bu çalışma hipotezin yazımı için önemlidir.

    Hipotez, araştırmacının araştırmaya başlamadan önce, ön gözlemlerden, olayların

    irdelenmesinden, kaynak incelemeleri ve tecrübelerden yola çıkarak yürütülen tahmin olarak

    ifade edilebilir.

    “İstatistiksel anlamda hipotez bir veya daha fazla ana kütle hakkında ileri sürülen, doğru ya da

    yanlış olması mümkün olan iddia veya ifadedir. Hipotez testi bir hipotezin doğruluğundan veya

    yanlışlığından %100 emin olmak için değil, belli bir ölçüde hatayı içerecek şekilde yapılır. Zaten

    sınırlı bilgiden verilecek kararda hata payı vardır”.

    Bu aşamada, araştırmanın türüne göre verilerin nasıl elde edileceği ve bu süreçte uygulanması

    gereken esaslar bilimsel metotlara oturtulur. Bu çalışma sonunda veri elde etmede kullanılacak

    yöntem açıkça belirtilir. Ayrıca, verilerin hangi ana kütle içerisinden, hangi yöntemle, ne kadar

    olacağı gibi veri elde edilecek örneklem grubunun belirlenme süreci de bu çalışma

    kapsamındadır.

    Bu süreçte araştırmanın türü temel kriterdir. Araştırma türleri kendi içerisinde farklı şekillerde

    sınıflanabilmekle birlikte temel olarak şu şekildedir;

    1. Araştırma düzeyine göre

    a. Kuram üreten araştırmalar – Temel araştırmalar

    b. Teknoloji üreten araştırmalar – Uygulamalı araştırmalar

    Temel Araştırmalar: Mevcut bilgi veri tabanını genişletmek ve bilinmeyenleri ortaya çıkarmak

    amacıyla yapılır.

    Uygulamalı Araştırmalar: İşlemsel türde araştırmalar daha çok Ar-Ge olarak bilinen iyileştirici

    ve problem çözücü türde araştırmalardır.

    2. Araştırmanın amacına göre

    a. Nedir-nasıldır?

    b. Neden?

    3. Veri Toplama yöntemine göre

    a. Anket yöntemi

    b. Gözlem yöntemi

    c. Görüşme yöntemi

    d. Deney yöntemi

    e. Tarama yöntemi

    f. Belgesel tarama

    g. Bilgi tarama

    Araştırma planlanan şekilde gerçekleştirildikten sonra, araştırmanın verilerinin analizi sonucunda

    elde edilen bulgular yazılır ve bu bulguların yorumları yapılır. Bilimsel araştırma sürecinin son

    aşamasında ise araştırma raporu hazırlanır. Araştırma planlanan şekilde gerçekleştirildikten sonra, araştırmanın verilerinin analizi sonucunda

    elde edilen bulgular yazılır ve bu bulguların yorumları yapılır. Bilimsel araştırma sürecinin son

    aşamasında ise araştırma raporu hazırlanır.

  • Araştırma Yöntemleri

    2 Bilimsel araştırmanın amaçları Olayların tanımlanması Olaylar arasındaki ilişkileri bulmak Olayları anlamak ve açıklamak Olayların önceden tahmin edilmesi Olayların kontrolü İlişkilerin içindeki sebepleri incelemek

    3 Araştırmada temel yaklaşım bir etkenin bir sonucu ne şekilde etkilediğini ya da bir sonucun bir etkenden ne ölçüde etkilendiğini belirlemek ve etkinin gücünü hesaplayarak anlamlığını ortaya koymaktır.

    4 ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ Niceliksel(Kantitatif) Niteliksel(Kalitatif) Karma Yöntem

    5 DEĞİŞKENLER Değişken, bir durumdan diğerine farklılık gösteren bir özelliktir. Araştırmalarda değişkenleri belirlemek oldukça önemlidir.

    6 DEĞİŞKENLER Öğrenme stillerinin öğrencinin hemşirelik uygulamaları başarısına etkisi nedir? Öğrenme stilleri öğrenciden öğrenciye değişir mi? Uygulanan test sonucunda sınıftaki tüm öğrenciler aynı puanı alır mı? Hemşirelik uygulamaları bir değişken midir?

    7 Değişkenlerin Sınıflandırılması Değişkenler Yapı/Özellik Değer Neden-sonuç Nicel Nitel Sürekli Süreksiz Bağımlı Bağımsız

    8 DEĞİŞKENLER Değişkenler yapılarına veya özelliklerine göre nicel ve nitel Eğer değişkenin özelliği sayı ve miktar olarak açıklanabiliyorsa buna nicel değişken denir. Başarı puanı, ağırlık ve uzunluk ölçüleri birer nicel değişkendir.

    9 Eğer değişkenin özelliği sınıflandırılıyorsa nitel değişken denir. Nitel değişkenler (kategorik değişkenler): Cinsiyet, uygulanan öğretim yöntemleri, medeni durum, doğum yeri, öğrenim görülen bölüm gibi

    10 Değişkenler aldıkları değerlere göre sürekli veya süreksiz olarak sınıflandırılır. Süreksiz değişkenler, ölçülen özellikle ilgili sadece sınırlı sayıda değer alır. Sayılarak elde edilen ve tam sayılı değerlerdir. Süreksiz değişken:cinsiyet,bir ailenin sahip olduğu çocuk sayısı

    11 DEĞİŞKENLER Sürekli değişkenler iki ölçüm arasında ondalıklı değerler alabilir ve ölçüm sonucu elde edilen verilerdir. Bireyin boyu(metre) sürekli değişkendir çünkü bireyin bu özelliği miktar olarak kesirli de gösterilebilir. Cinsiyet değişkeni nitel ve süreksiz; ailenin çocuk sayısı da nicel ve süreksiz; boy nicel ve sürekli; ÖSS puanı nicel ve sürekli değişkendir.

    12 VERİ Nicel Veri TÜRLERİ : Bir deneyin sayılabilir, ölçülebilir özelliğini veren verilerdir. Sürekli nicel veri ve kesikli nicel veri olmak üzere iki türü vardır. l) Sürekli nicel veri: Ondalıklı değerler alabilen, ölçüm sonucu elde edilen verilerdir. Boy, kilo, ölçeklerden elde edilen puanlar gibi. 2)Kesikli nicel veri: Sayılarak elde edilen ve tam sayılı değerlerdir. Hasta sayısı,öğrenci sayısı gibi. 12

    13 DEĞİŞKENLER Değişkenler neden-sonuç ilişkisi içinde bulunuyorsa bu durumda bağımsız ve bağımlı değişken olarak sınıflandırılır. Bağımsız değişken(x), araştırmacının bağımlı değişken üzerinde etkisini test etmek istediği değişkendir. Bağımlı değişken(y) ise üzerinde bağımsız değişkenin etkisi incelenen değişkendir.

    14 Değişken Tanımı Örnek Özellik/Yapı Nicel Özelliğe ilişkin sayı ve miktar verir. Test veya ölçek puanı Ücret Üretilen ekmek sayısı Çocuk sayısı Nitel Özelliğe ilişkin sınıflandırma yapar. Kategorileri vardır. Medeni durum Cinsiyet Devam edilen okul Öğretim yöntemi Değer Sürekli İki ölçüm arasında sonsuz değer alır. Boy(metre) Ağırlık(kg) Test puanı Süreksiz Sadece sınırlı sayıda değer alır. Cinsiyet Öğretim yöntemi Medeni durum Çocuk sayısı Nedensellik Bağımlı Araştırmanın olası sonucudur. Bireysel/grupsal farklılıklara odaklanır. Nicel veya nitel olabilir. Başarı puanı Kariyer seçimi Sınav performansı Tutum Bağımsız Araştırmanın olası nedeni ifade eder. Etkisi test edilecek olan değişkendir. Nicel veya nitel olabilir. Cinsiyet Öğretim yöntemi Sınav kaygısı Meslek

    15 ÖRNEK Hemşirelerin çalışma yılının tükenmişlik düzeyine etkisinin incelenmesi Yara oluşumuna hastalık türü, cinsiyetin etkisi Diyaliz hastalarına verilen eğitimin uyum düzeyine etkisi Kanser hastalarının tanı sonrası deneyimlerinin belirlenmesi

    16 ÖRNEK İç hastalıkları yoğun bakım ünitelerinde çalışan hemşirelerin hasta iletişiminde yaşadıkları güçlüklerin saptanması Tüberküloz hastalarının yalnızlık ve depresyon durumlarının incelenmesi Kemoterapi alan jinekolojik kanserli hastaların hemşirelik bakım memnuniyetlerinin belirlenmesi

    17 Tanımlayıcı çalışmalar Araştırmacının bağımsız değişkenler üzerinde değişiklik yapmadığı, tanımladığı,bağımsız değişkenler olan kişisel ve psikolojik özelliklerle görüş, tutum ve performans arasındaki ilişkiyi araştırır.

    18 NEDENSEL YÖNDEN ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ 1. İLERİYE YÖNELİK Nedenden sonuca doğru 2.GERİYE YÖNELİK Sonuçtan nedene doğru 3.KESİTSEL Neden ve sonuçları birlikte ele alan

  • Arap Tarihinin Kaynakları

    Siyer Yazarı İbn Hişam

    Basra’da doğdu. Birçok kaynakta Yemenli Himyer kabilesinin Meâfirî koluna mensup olduğu kaydedilmektedir. Zehebî ise onun Zühl kabilesinin Sedûs kolundan olduğunu, Ebû Saîd b. Yûnus’un zamanımıza intikal etmemiş olan Târîḫu Mıṣr adlı kitabındaki rivayete dayanarak belirtir (Aʿlâmü’n-nübelâʾ, X, 428-429; Târîḫu’l-İslâm, s. 282; ayrıca bk. Süyûtî, II, 115). İbn Hişâm tahsilini Basra’da tamamladı. Daha sonra Mısır’a gitti ve ölünceye kadar Fustat şehrinde yaşadı. Onun Basra’dan ne zaman ayrıldığı ve Mısır’a gitmeden önce tahsil için diğer ilim merkezlerine seyahat edip etmediği bilinmemektedir. 175 (791) yılında vefat eden Leys b. Sa‘d ile görüşmüş olduğundan hareketle Mısır’a bu tarihten önce geldiği söylenebilir. Ancak İbn İshak’ın es-Sîre’sini kendisine rivayet eden hocası Ziyâd b. Abdullah el-Bekkâî ile görüşmek üzere Kûfe’ye veya Bağdat’a gitmiş olmalıdır. İbn Hişâm 13 Rebîülâhir 218 (8 Mayıs 833) tarihinde Fustat’ta vefat etti. Bazı kaynaklarda 213’te (828) öldüğü nakledilir (Süheylî, I, 43; Ebû Zer el-Huşenî, neşredenin girişi, I, 43; Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 179). Zehebî onun 218 (833) yılında vefat ettiğini, diğer tarihin Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’nin vehmi olduğunu söyler.

    Siyer Yazarı İbn İshak

    0 (699) yılında Medine’de doğdu (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, VII, 34); künyesinin Ebû Bekir olduğuna dair rivayetler varsa da bu doğru değildir. Büyük dedesi Hıyâr (veya dedesi Yesâr), Hâlid b. Velîd’in 12 (633) yılında fethettiği Aynüttemr’deki manastırda eğitim gören kırk gençten biriydi ve esir alındıktan sonra Medine’ye gönderilmişti (Hatîb, I, 214, 216). Bazı şarkiyatçılar, İbn İshak’ın büyük dedesinin hıristiyan olmasından dolayı İncil’i ve Süryânîce’yi iyi bildiğini ve Hz. Peygamber’den önceki dönemin tarih ve kıssalarını iyi bilmesinde de bu aile kültürünün izlerinin bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak İbn İshak’ın İncil ve Tevrat’ı Medine’de okuduğu, Süryânîce’yi birkaç yıllık ikameti sırasında Mısır’da öğrendiği ve bu kültürü orada aldığı kabul edilmektedir. İbn İshak’ın babası İshak, amcaları Mûsâ ve Abdurrahman ile kardeşleri Ömer ve Ebû Bekir de ilimle, bilhassa hadis rivayetiyle uğraşan kimselerdi

    Megâzi yazarı el-Vâkıdî

    130 (747) yılında Medine’de mevâlî bir aile içinde doğdu. Dedesi Vâkıd’a nisbetle Vâkıdî, dedesinin mevlâsı olduğu, Merv kadısı Abdullah b. Büreyde b. Husayb’ın mensup olduğu Eslem kabilesine nisbetle Eslemî, doğduğu şehre nisbetle de Medenî diye anılmıştır. Babası hakkında, ilim tahsili için memleketi Merv’den Medine’ye göç ettiği dışında kaynaklarda bilgi yoktur. Annesi Fars asıllı Îsâ b. Ca‘fer’in kızıdır. Amcası Heysem b. Vâkıd ilimle meşguldü, Vâkıdî eserinde ondan iki rivayet nakleder (el-Meġāzî, II, 588; III, 1090). Küçük yaşta Medine’de eğitimine başladı; annesi onu ve kardeşi Şemle’yi küttâba gönderdi. Hocaları İbn Ebû Zi’b, ilk derste onların yazı ve kıraatlerini beğenmeyip kendilerini huzurundan kovduysa da öğrenimlerine çok önem veren anneleri ertesi gün derslere devam etmelerini sağladı (İbn Sa‘d. eṭ-Ṭabaḳāt: el-Mütemmim, s. 415; İbn Sa‘d bu bilgileri, hocası Vâkıdî’nin Medine dönemi tâbiîlerine dair günümüze intikal etmeyen eṭ-Ṭabaḳāt adlı kitabındaki rivayetlerine dayanarak yazdığı İbn Ebû Zi’b’in hal tercümesinde verir).

    el-Belâzurî

    Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. Farsça’dan Arapça’ya tercümeler yaptığı için çağdaş araştırmacılar genellikle onun İran asıllı olduğunu söylerler. Nesebi hakkında bilgi bulunmaması ve büyük dedesi Dâvûd’dan önceki atalarından hiç bahsedilmemesi bu kanaati güçlendirmekte ve onun en azından Arap asıllı bir aileden gelmediğini göstermektedir. Dedesi Câbir’in, Abbâsî Halifesi Hârûnürreşîd zamanında Mısır haracına bakan Hâsib’in kâtibi olduğu dışında ailesi hakkında bilgi yoktur. Künyesi de kaynaklarda Ebü’l-Hasan, Ebü’l-Abbas ve Ebû Ca‘fer şeklinde farklı olarak geçmektedir.

    Belâzürî Bağdat, Dımaşk ve Humus’ta Ali b. Muhammed el-Medâinî, İbn Sa‘d, Ali b. Medînî, Affân b. Müslim, Abdüla‘lâ b. Hammâd ve Abdullah b. Sâlih el-İclî gibi muhaddis ve tarihçilerle Mus‘ab ez-Zübeyrî gibi nesep âlimlerinden faydalanmıştır. Hayatı ile ilgili olarak kaynaklarda bulunan bilgilerin büyük bir kısmı Abbâsî halifeleri ve vezirleriyle olan münasebetleri hakkındadır. Halife Mütevekkil-Alellah’ın huzurunda yapılan ilmî ve edebî sohbetlerde bulunmuş ve onun on yıl kadar nedimliğini yapmıştır. Halife Müstaîn-Billâh da Belâzürî’ye yakınlık göstermiş ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere ihsanlarda bulunmuştur. Halife Mu‘tez oğlu Abdullah’ın eğitim ve öğretimini ona bırakmıştır. Mu‘temid-Billâh zamanında hayatının en sıkıntılı ve kötü günlerini yaşayan Belâzürî genellikle kabul edildiğine göre 279’da (892-93) Bağdat’ta seksen yaşlarında vefat etmiştir. İbnü’n-Nedîm, onun hâfızasını kuvvetlendirmek için hindistan cevizine benzer bir meyve olan belâzür (semacarpus anacardium, anacard) içtiğini ve bundan dolayı hâfızasını kaybedip perişan bir halde akıl hastahanesinde öldüğünü söyler. Bazı kaynaklar ise bu olayın dedesi Câbir ile ilgili olduğunu ve Belâzürî nisbesinin kendisine bu sebeple verildiğini kaydeder.

    İbn Sa'd

    160 (777) yılında Basra’da doğdu (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, X, 664). Babası veya dedesi Hz. Abbas ailesinin âzatlısı olduğu için Mevlâ Benî Hâşim diye veya Kureşî nisbesiyle tanınıyordu. Bazı kaynaklarda Kureyş’in Benî Zühre koluna mensubiyetinden dolayı Zührî de denilmekte (İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt [nşr. Muhammed b. Sâmil es-Sülemî], neşredenin girişi, I, 23; İbn Hallikân, III, 473; Horovitz, s. 126-132), ancak böyle bir nisbetin özellikle ailesinin Benî Hâşim’in mevlâsı olduğunun belirtilmesinden sonra zikredilmesi doğruluğunu şüpheye düşürmektedir.

    İbn Sa‘d, ilk yıllarını geçirdiği Basra’da çoğu tâbiîn ve tebeu’t-tâbiînden olan Hüşeym b. Beşîr, Vekî‘ b. Cerrâh, Ebû Âsım en-Nebîl, Ârim b. Fazl, İsmâil b. Uleyye, Affân b. Müslim ve Ebü’l-Velîd et-Tayâlisî gibi âlimlerden dinî ilimlerle birlikte Arap dili ve edebiyatı okudu ve onlardan hadis aldı. Daha sonra hadis ve ahbâr öğrenmek üzere Kûfe, Medine ve Mekke’ye gitti. Onun bu seyahatlerine çok erken yaşta başladığı, henüz yirmi yaşında iken Medine’de Hz. Osman ailesinin âzatlısı Ebû Alkame el-Ferevî ile buluştuğunu bizzat haber vermesinden anlaşılmaktadır (eṭ-Ṭabaḳāt, V, 424). Medine ve Mekke’deki ikameti sırasında Hz. Peygamber’in gazve ve seriyyelerinin geçtiği yerleri de inceleyen İbn Sa‘d Medine’den sonra Rakka’ya ve Dımaşk’a, ardından Bağdat’a giderek ölünceye kadar orada kaldı. Onun eṭ-Ṭabaḳātü’l-kübrâ’sı incelendiğinde rivayette bulunduğu şahsiyetlerin hadis, ricâl, cerh ve ta‘dîl, fıkıh, kıraat ve diğer Kur’an ilimleri, siyer, megāzî, ahbâr, fütûh, şiir ve ensâb sahalarında değerli âlimler olduğu, kendisinin de geniş bir kültüre ve çeşitli ilim dallarında derin bir vukufa sahip bulunduğu göze çarpar. Öğrencilerinden ve eṭ-Ṭabaḳāt’ın râvilerinden Hüseyin b. Fehüm (Fehm) esere ilâve ettiği hal tercümesinde onu ilmi zengin, çok hadis ve haber sahibi, hadisle garîbü’l-hadîs ve fıkıh alanlarında çok kitap yazan bir şahsiyet olarak tanımlamıştır

  • Arapça Yazılmış Biyografi Eserleri

    Vefeyât el-A'yân

    İbn Hallikân’ın günümüze ulaşan tek eseri Vefeyâtü’l-aʿyân ve enbâʾü ebnâʾi’z-zamân mimmâ s̱ebete bi’n-naḳl evi’s-semâʿ ev es̱betehü’l-ʿayân’dır. Kahire’de 654-672 (1256-1273) yılları arasında yazılan esere İbn Hallikân’ın, yazımını 22 Cemâziyelevvel 672 (4 Aralık 1273) tarihinde bitirdikten sonra da 680 (1281) yılına kadar ilâvelerde bulunduğu bilinmektedir. Eser, İslâm’ın başlangıcından itibaren kaleme alındığı döneme kadar yaşayan, herhangi bir alanda şöhrete kavuşmuş kadın ve erkek 800’den fazla kişinin biyografisini içerir. Sultanlar, emîrler, vezirler, eşraf, nahiv, lugat ve kıraat âlimleri, müfessirler, muhaddisler, kelâmcılar, çeşitli mezheplere mensup müctehidler, fakihler, kadılar, zâhidler, mutasavvıflar, mühendisler, filozoflar, astronomlar, astrologlar, tabipler, edip ve şairler, tarihçiler, coğrafyacılar, nesep âlimleri ve mûsikişinaslardan oluşan bu kişilerin hayat hikâyelerini eserleri, yaptıkları iyi işler ve ölüm tarihleriyle birlikte verir. Şahısların alfabetik sıraya göre ele alındığı esere birkaçı hariç ashap, tâbiîn ve halifeler dahil edilmemiştir. Kitap İslâm tarihinde kendi alanındaki en eski örnek sayılmaktadır. Çünkü daha önce yazılan biyografiler yalnız sahâbe, tâbiîn, müfessirler, fakihler, şairler, nahivciler, Şâfiîler, Hanbelîler yahut bir bölge veya şehre mensup kişiler gibi muayyen gruplara (tabakat) tahsis ediliyor, ayrıca asırlar esas tutularak düzenleniyordu.

    İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-aʿyân’ı kaleme alırken tam adından da anlaşıldığı üzere daha önce yazılmış eserlerden, hocalarından ve kendi gözlemlerinden faydalanmıştır. Müellifin eserinde sadece ölüm tarihi kesin biçimde bilinen kişilere yer verdiği, çoğununki belli olmadığı için doğum tarihleri üzerinde fazla durmayıp yalnız bildikleriyle yetindiği, bu arada daha önceki eserlerde yanlış yazılmış bazı kelime ve isimlerin doğrularını tesbit ettiği görülür. Biyografileri verilen kişilerin yaşadıkları bölge ve dönemlerin geleneklerinden, sosyal hayatlarından da bahsettiği için eser yazıldığı tarihten itibaren büyük ilgiyle karşılanmıştır. Özellikle tarih, edebiyat, dil ve sosyoloji alanlarında araştırma yapmak isteyenlerin mutlaka başvurmaları gereken bir kaynak niteliğindedir.

    https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn-hallikan

    Nuzhetu'l-Elibbâ'

    Tam adı Nüzhetü’l-elibbâʾ fî ṭabaḳāti’l-üdebâʾdır. Yâkūt el-Hamevî eserin ismini Nüzhetü’l-elibbâʾ fî aḫbâri’l-üdebâʾ, İbn Hallikân Ṭabaḳātü’l-üdebâʾ, Yâfiî Menâḳıbü’l-üdebâʾ ve Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr Ṭabaḳātü’n-nüḥât şeklinde kaydetmiştir. Kitap edebiyat ilmi ve sanatının önde gelen şahsiyetlerinin yer aldığı, nahiv ilminin doğuşuyla ilgili olarak Hz. Ali ile Ebü’l-Esved ed-Düelî arasında geçtiği rivayet edilen diyalogun bulunduğu bir girişle başlar. Eserde Ebü’l-Esved ed-Düelî’den itibaren müellifin hocası İbnü’ş-Şecerî’ye kadar (ö. 542/1148) 181 âlimin biyografisi vefat tarihlerine göre sıralanmıştır. Edebiyat ilimlerinin sekiz daldan oluştuğunu belirten müellif nahiv, lugat, sarf, aruz, kafiye, şiir, ahbâr ve ensâb diye sıraladığı bu dallara kendisinin nahivde cedel ve nahiv usûlünü ilâve ettiğini belirtir (s. 89). Nüzhetü’l-elibbâʾda bütün bu dallarda meşhur olmuş şahsiyetler zikredilmekle birlikte müellifin kendisinin de mensup olduğu Basra okulu âlimleri hakkında daha çok bilgi verilmiştir.

    Eserde âlimlerin isimleri, künyeleri, nisbeleri, haklarındaki önemli haberler, hocaları, mensup oldukları nahiv okulları, öğrencileri, eserleri, vefat yeri ve tarihleri hakkında bilgi yer alır. Bunun yanında nâdiren Basra ve Kûfe nahiv mektepleri arasındaki tartışmalara, âlimlerin devlet adamlarıyla ilişkilerine, onların dinî ve ahlâkî kişiliklerine, nahiv, belâgat ve kıraat problemlerine de temas edildiği görülür. Enbârî daha önce Ebü’t-Tayyib el-Lugavî, Ebû Saîd es-Sîrâfî, Ebû Bekir ez-Zübeydî ve Hatîb el-Bağdâdî’nin eserlerinde karşılaşılan rivayetlerin isnad zincirlerine yer vermemiş, ilk râvinin ismini zikretmekle yetinmiştir. Müellif kitabının sonunda kendisinin nahiv ilmini aldığı âlimler silsilesini Hz. Ali’ye kadar zikretmektedir.

    Enbârî, eserinin kaynaklarından söz etmemekle birlikte Ebü’t-Tayyib el-Lugavî’nin Merâtibü’n-naḥviyyîn, Ebû Saîd es-Sîrâfî’nin Aḫbârü’n-naḥviyyîn el-Baṣriyyîn, Ebû Bekir ez-Zübeydî’nin Ṭabaḳātü’n-naḥviyyîn ve’l-luġaviyyîn ve Hatîb el-Bağdâdî’nin Târîḫu Baġdâd’ı gibi önceki tabakat ve tarih kitaplarından istifade etmiş olmalıdır. Enbârî’nin yaşadığı dönemdeki ulemâ hakkında ilk elden kaynak özelliği taşıyan Nüzhetü’l-elibbâʾ, Yâkūt el-Hamevî’nin Muʿcemü’l-üdebâʾının kaynakları arasındadır.

    https://islamansiklopedisi.org.tr/nuzhetul-elibba

    Mu'cemu'ş-şu'arâ' (Merzubânî)

    Kitapta Câhiliye devrinden başlayarak yazarın kendi zamanına kadar Arap şairlerinin biyografileri alfabetik sıraya göre ele alınmıştır. Müellif, tesbit edebildiği kadar çok sayıda şahsiyete eserinde yer vermeyi amaçladığından meşhur olan ve olmayan yaklaşık 5000 şairden söz etmiştir. Şairleri Câhiliye devri, İslâmî dönem, Emevî ve Abbâsî devirleri şeklinde gruplandırarak kaydeden müellif her şairin ismini, nisbe ve künyesini zikrettikten sonra biyografisiyle ilgili kısa bilgiler aktarmakta; bazı haber, anekdot ve hikâyelerle şiirlerinden örneklere yer vermektedir. Eserde şiirlerin gerçek sahiplerinin belirlenmesinde özel bir titizlik gösterilmiştir. Eserin ayn harfinden yâ harfine kadar olan ve ancak beşte birini teşkil eden kısmı zamanımıza ulaşabilmiştir. Bu harfler arasında gayn, nûn ve vav mevcut olmadığı gibi ayn ve lâm harflerinde de eksiklikler bulunmaktadır. Kitabın kaynakları arasında müellifin hocası Ebû Bekir es-Sûlî’nin eserleriyle Mufaddal ed-Dabbî’nin el-Mufaḍḍaliyyât’ı, Ebû Temmâm’ın el-Ḥamâse’si, Ebû Abdullah İbnü’l-Cerrâh’ın Men sümmiye mine’ş-şuʿarâʾi ʿAmren adlı kitabı, İbnü’l-Kelbî, Ebû Saîd es-Sükkerî, Müberred, Sa‘leb ve İbn Düreyd’in mizahla ilgili eserleri bulunmaktadır. Öte yandan İbn Hacer’in el-İṣâbe’si başta olmak üzere İbn Asâkir’in Târîḫu Medîneti Dımaşḳ’ında, Yâkūt’un Muʿcemü’l-üdebâʾında, İbn Şâkir el-Kütübî’nin ʿUyûnü’t-tevârîḫ ile Fevâtü’l-Vefeyât’ında, İbn Hallikân’ın Vefeyâtü’l-aʿyân’ında, yine İbn Hacer’in Tehẕîbü’t-Tehẕîb’i ile Lisânü’l-Mîzân’ında Muʿcemü’ş-şuʿarâʾdan bol miktarda nakillerin yapıldığı görülür.

    https://islamansiklopedisi.org.tr/mucemus-suara

    Tezkiretu'l-Huffâz (Zehebî)

    Ṭabaḳātü’l-ḥuffâẓ adıyla da bilinir; hadis hâfızlarıyla ilgili olarak kaleme alınan kitapların en meşhurudur. Zehebî bu eserini, Endülüslü âlim Ebü’l-Velîd İbnü’d-Debbâğ’ın Ṭabaḳātü’l-ḥuffâẓ min ehli’l-ḥadîs̱, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin Ẕikru kibâri’l-ḥuffâẓ ve özellikle Ali b. Mufaddal’ın Erbaʿûn fî ṭabaḳāti’l-ḥuffâẓ adlı eserlerini inceledikten sonra telif etmiştir (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XXII, 67). Onun hadis ilmine yeni başlayan talebeler için hazırladığı, yirmi yedi tabakadan 2424 hadis hâfızının adlarını kaydettiği el-Muʿîn fî ṭabaḳāti’l-muḥaddis̱în isimli bir eseri daha vardır (Amman 1404).

    Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ’da hadis ilminde otorite olan âlimlerle cerh ve ta‘dîl konusunda görüşlerine değer verilen 1176 kişinin biyografisi bulunmaktadır. Bu kişiler, sahâbe tabakasından müellifin hocalarına kadar yirmi bir tabaka halinde tasnif edilmiştir. Birinci tabakada Hz. Ebû Bekir’den itibaren yirmi üç sahâbînin, ikinci tabakada tâbiîn büyüklerinden kırk bir kişinin biyografisine yer verilmiştir. Tâbiînin orta yaşlılarına ayrılan üçüncü tabaka Hasan-ı Basrî ile başlamakta, yirmi dokuz kişinin biyografisini içermektedir. Dördüncü tabakada tâbiînden en son vefat edenler ve büyük hadis hâfızları ele alınmış olup elli yedi biyografiyi ihtiva etmektedir. Zehebî bu tabakalarda yer alan bütün hadis hâfızlarını zikretmemiş ve eserini bunlardan ileri gelen 100 kişiyi almıştır (Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 241). Abdülmü’min b. Halef ed-Dimyâtî’den (ö. 705/1306) sonra biyografilerini yazdığı kişiler kendi hocalarıdır. Eserde son olarak müellifin hocası ve arkadaşı Yûsuf b. Abdurrahman el-Mizzî (ö. 742/1341) kaydedilmektedir.

    Kitapta tam bir kronoloji gözetilmediği için isimlerin hangi sisteme göre sıralandığını tesbit etmek zordur. Zehebî hadis hâfızlarını tanıtırken isimlerini ve künyelerini tam olarak zikretmekte, hocalarını ve talebelerini anmaktadır. Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ’da şahısların kişisel özelliklerine değinilmekte, bilhassa rivayet konusundaki tutumları değerlendirilmekte, hadis ilmine olan katkılarından söz edilip rivayetlerinden örnekler verilmekte, bazı rivayetlerinin sahih olmadığı gösterilmektedir. Biyografi sahibinden kimlerin rivayette bulunduğu, varsa eserleri ve şiirleri nakledilmektedir. Bazan tarihî olaylara temas edilerek tahliller ve tenkitler yapılmaktadır. Kişilerin faziletlerine dair nakledilen rivayetler sened bakımından eleştirilmekte, bizzat müellifin yer aldığı isnadlarla haberler aktarılmaktadır. Bazı kişilerin çevresinde oluşan ekoller belirtilmekte, bu kişilerin âlim, fakih, hâfız, imam, şeyhülislâm, mukrî, kadı, âbid ve zâhid gibi sıfatlarına özellikle işaret edilmektedir.

     

    Ṭabaḳātü’l-eṭıbbâʾ ve’l-ḥükemâ (İbn Culcul)

    Bazı kaynaklar adını Aḫbârü’l-eṭıbbâʾ şeklinde kaydetmekteyse de kitabın ilmî neşrini gerçekleştiren Fuâd Seyyid (Kahire 1955; Beyrut 1405/1985), o dönemdeki kaynaklarda yer alan ifadelerden hareketle eseri Ṭabaḳātü’l-eṭıbbâʾ ve’l-ḥükemâʾ adı altında yayımlamıştır. İbnü’l-Ebbâr’ın verdiği bilgiye göre 377’de (987) yazılan eserde farklı dönemlerde yaşamış çeşitli milletlerden ünlü bilgin ve filozoflar dokuz tabaka halinde incelenmiştir. Birinci tabakada önce, tabiat felsefesinden ve yüce hikmetten söz eden Hermes, genellikle İslâm düşünce tarihinde görüldüğü gibi İran, Bâbil ve Mısır kültürlerindeki üç ayrı hüviyetiyle tanıtılmakta, ardından onun öğrencisi diye bilinen Asclepius ile Grek-Roma dünyasında tıp üzerine ilk çalışmaları yaptığı ileri sürülen Apollon hakkında bilgi aktarılmaktadır. İkinci tabakada eski Yunanistan ve Roma’da daha çok tıp ve felsefe alanında isim yapmış kişilerden Hipokrat, Dioskorides, Eflâtun, Aristo, Sokrat ve Demokritos’a; üçüncü tabakada Büyük İskender’den sonra Yunanistan’da üne kavuşan Batlamyus, Cato ve Öklid’e; dördüncü tabakada Roma döneminde ortaya çıkan Yunanlı hekim-filozoflardan Câlînûs’a; beşinci tabakada İskenderiye felsefe okulundan (III-VI. yüzyıl) Nicolaus’a; altıncı tabakada Hz. Peygamber döneminde yaşayan Arap asıllı tabiplerden Hâris b. Kelede, İbn Ebû Rimse ve İbn Ebhur ile Arap olmayan Mâserceveyh’e; yedinci tabakada müslüman ve gayri müslim hekim-filozoflardan Buhtîşû‘, Cibrâîl b. Buhtîşû‘, Yuhannâ b. Mâseveyh, Yuhannâ b. Bıtrîḳ, Huneyn b. İshak, Ebû Yûsuf Ya‘kūb b. İshak el-Kindî, Sâbit b. Kurre, Kustâ b. Lûkā, Ebû Bekir er-Râzî, Sâbit b. Sinân b. Kurre ve İbn Vasîf es-Sâbiî’ye; sekizinci tabakada İshak b. İmrân, İshak b. Süleyman el-İsrâîlî, Ebû Ca‘fer el-Kayrevânî gibi Mağrib kökenli; dokuzuncu tabakada Hamdûn b. Ebbâ, Cevâd en-Nasrânî, (Yûnus) el-Harrânî, Hâlid b. Yezîd b. Rûmân en-Nasrânî, İbn Melûke en-Nasrânî, İmrân b. Ebû Ömer, Muhammed b. Feth, Yahyâ b. İshak, Ebû Bekir Süleyman b. Bâce, İbn Ümmü’l-Benîn ve Saîd b. Abdürabbih gibi Endülüslü filozof ve tabiplere yer verilmiştir. İbn Cülcül’ün daha çok Endülüslü âlimler hakkında verdiği orijinal bilgilerle temayüz ettiği görülür. Nitekim kitabına aldığı toplam elli yedi kişiden yirmi ikisi Mağrib ve Endülüslüdür. Eser daha sonra gelen düşünce ve bilim tarihçileri için, özellikle İbnü’l-Kıftî, İbn Ebû Usaybia ve Kādî Sâid için başlıca kaynaklardan birini teşkil eder. İbn Cülcül’ün kaynakları arasında İshak b. Huneyn’in Târîḫu’l-eṭıbbâʾ ve’l-ḥükemâʾ adlı eseriyle Huneyn b. İshak’ın Nevâdirü’l-felâsife’si, ayrıca Orosius, Heron ve Sevillalı (İşbîliye) Isidorus gibi Batılı müelliflerin eserleri bulunmaktadır; dolayısıyla İbn Cülcül, Latin kaynaklarını kullanan ilk müslüman müellif olarak tanınır. Juan Vernet, Ṭabaḳātü’l-eṭıbbâʾı tanıtmak üzere kaleme aldığı bir çalışmasında eserin son bölümünü İspanyolca’ya çevirerek yayımlamış (bk. bibl.), E. Llavero Ruiz ise 1979 yılında Granada Üniversitesi’nde hazırladığı tezinde eserin bütününü giriş ve notlar ilâvesiyle yine aynı dile aktarmıştır (Tabaqāt d-atibbāʾ wa-l-hukamāʾ: Generaciones de médicos y sabios). 2. Tefsîru esmâʾi’l-edviyeti’l-müfrede min Kitâbi Diyüsḳūrîdis. 372 (982) yılında yazılan eserin sadece bir bölümü günümüze ulaşmıştır (Madrid, Biblioteca Nacional, nr. 233; Bankipûr, Oriental Public Library, nr. 2189; Tahran, Meclis Ktp., nr. 1538, 1545). Eserden Ahmed b. Muhammed el-Gāfikī ve İbnü’l-Baytâr bazı alıntılar yapmış, İbn Ebû Usaybia da Dioskorides’in İslâm dünyasında el-Edviyetü’l-müfrede adıyla bilinen kitabı (Materia Medica) münasebetiyle mukaddimesinin önemli bir bölümünü nakletmiştir (ʿUyûnü’l-enbâʾ, s. 493-494). Burada müellif, İstifân (Stephan) b. Bâsîl tarafından Bağdat’ta Kitâbü’l-Ḥaşâʾiş adı altında Grekçe’den Arapça’ya çevrilmiş olan Dioskorides’in diğer bir kitabının Endülüs’e nasıl intikal ettiğini anlatmaktadır. Eser, Ildefonso Garijo Galán tarafından Cordoba Üniversitesi’nde tez olarak İspanyolca tercümesiyle birlikte neşre hazırlanmışsa da (Libro de la explicación de los nómbres de les medicamentos simples tomados del libro de Dioscórides de Abū Dāwūd Sulaymān b. Hassān Ibn Yulyul) henüz yayımlanmamıştır. 3. Maḳāle fî ẕikri’l-edviyeti’lletî lem-yeẕkürhâ Diyüsḳūrîdis fî kitâbih (İbn Ebû Usaybia, s. 495; Safedî, XII, 87). Günümüze ulaşmamış olan bu kitabın, Oxford’da (Bodleiana, nr. 573) bulunan bir mecmuada İbn Cülcül’e ait el-İstidrâk ʿalâ Kitâbü’l-Ḥaşâʾiş li-Diyüsḳūrîdis adlı eserle aynı olması muhtemeldir (bu risâlenin bir nüshası için bk. Nuruosmaniye Ktp., nr. 3589). 4. Maḳāle fî edviyeti’t-tiryâḳ. Bir nüshası yukarıda sözü edilen Oxford’daki mecmuanın içinde olup panzehirler ve ağrı kesici ilâçlar hakkındadır. Ildefonso Garijo tarafından İspanyolca tercümesiyle birlikte yayımlanmıştır (Tratado sobre los medicamentos de la Triaca, Córdoba 1992). 5. et-Tebyîn fîmâ ġalata fîhi baʿżü’l-müteṭabbibîn

  • Klasik Arap Nesri'nin Kaynakları

    EYYÂMU'L-ARAB

    Bu terkipte “savaş” anlamına gelen “gün” mânasındaki yevm kelimesinin çoğulu olan eyyâm ile Arab isminden meydana gelmiştir. Eyyâmü’l-Arab’ın her birine meydana geldiği yere, savaşa yol açan sebeplere veya savaşın sonucuna göre Yevmü Buâs, Yevmü Zûkār, Yevmü Dâhis ve Garbâ, Yevmü Ficâr gibi adlar verilmiştir.

    Araplar’ın iki büyük kolu olan Güney Arapları ile (Kahtânîler) Kuzey Arapları (Adnânîler) veya bu iki kola mensup kabileler arasında cereyan eden bu savaşların sayısı çeşitli müelliflere göre 75 ile 1700 arasında değişmektedir. Bir savaşın değişik isimlerle anılması, kabilenin tamamının katılmadığı küçük çatışmaların veya büyük bir harbin içindeki muharebelerin ayrı birer savaş kabul edilmesi eyyâmü’l-Arab’ın sayısını arttırmıştır. Araplar’ın İran ve Bizans gibi komşu devletlerle yaptıkları savaşlar da bazan bu adla anılmıştır.

    Eyyâmü’l-Arab çok basit sebeplerden dolayı meydana gelebilirdi. Meselâ Abs kabilesiyle Zübyân kabilesi arasında yıllarca devam eden Yevmü Dâhis ve Yevmü Gabrâ bir at yarışı yüzünden, Ficâr muharebesi Ukâz panayırında oturan birinin ayağını uzatarak, “Araplar’ın en şereflisi benim. Kim benden daha şerefli olduğunu iddia ediyorsa gelsin kılıcını şu ayağıma vursun” demesi üzerine orada bulunanlardan birinin kılıçla onun ayağına vurup kesmesi yüzünden çıkmıştır. Böyle basit olayların yanında siyasî, iktisadî, sosyal ve psikolojik sebeplerden dolayı çıkan savaşlar da vardır.

    Eyyâmü’l-Arab genellikle şahıslar veya kabileler arasında çıkan bir tartışma ile başlar, daha sonra savaşa dönüşürdü. Bu savaşlarda sebep ne olursa olsun asıl amaç intikam almaktı. Öyle ki Araplar hasımlarından intikam alıncaya kadar içki içmez, koku sürünmez ve eşlerine yaklaşmazlardı. Câhiliye toplumunda “hak” diye bir kavram bulunmadığından kabilesinden biri öldürüldüğü zaman kılıcını çeken Arap öcünü alıncaya kadar kabilesiyle beraber çarpışırdı. Ölenin intikamının alınmaması kabile ve aile için büyük bir ayıptı; diyete razı olmaksa zilletti. Savaş bittikten sonra tarafların hatip ve şairleri hicviye veya methiyelerle olayı anlatırlardı. Bazan bir hiç yüzünden birkaç kişi arasındaki çatışma ile başlayan savaş daha sonra bütün kabilenin davası haline gelir, sonunda araya girenler anlaşmazlığa son verirlerdi. Araplar bu olayları asla unutmazlardı; böylece hem savaştıkları kabileye karşı intikam duyguları kamçılanır, hem de gösterdikleri başarıdan dolayı övünürlerdi. Tarafların farklı anlatımlarıyla dikkat çeken bu savaş hikâyeleri yüzyıllarca dilden dile dolaşarak günümüze kadar gelmiştir.

    Eyyâmü’l-Arab’ın en önemlileri Zûkār, Buâs, Dâhis ve Besûs savaşlarıdır. Zûkār Savaşı Hz. Peygamber kırk yaşında iken Araplar’la İranlılar arasında meydana gelmiştir. Bedir yılında vuku bulduğu da rivayet edilen bu savaş Kisrâ II. Hüsrev’in Şeybânîler’e saldırısıyla başlamış ve onun yenilgisiyle sonuçlanmıştır. İranlılar’a karşı kazandıkları ilk zafer olan bu savaşta Arapların “yâ Muhammed” hitabını parola olarak kullandıkları rivayet edilmektedir.

    Buâs Harbi Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri arasında Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden beş veya altı yıl önce meydana gelmiş ve savaşı Evs kabilesi kazanmıştır. Bu iki kardeş kabile arasında yıllardır devam eden düşmanlık Resûl-i Ekrem’in hicretiyle dostluğa dönüşmüştür.

    Abs ve Zübyân kabileleri arasında meydana gelen ve daha sonra Esed, Fezâre ve Gatafân kabilelerinin iştirakiyle büyüyen Dâhis Savaşı, Abs kabilesinin Dâhis adlı bir atıyla Zübyân kabilesinin Gabrâ adlı kısrağı arasındaki yarışta Zübyânîler’in haksızlık yapmalarından çıkmıştır. Bekir b. Vâil ile Tağlib b. Bekir kabileleri arasında cereyan eden Besûs Savaşı, Besûs adındaki yaşlı bir kadına ait bir dişi devenin Tağlibli bir reis tarafından yaralanması sebebiyle çıkmış, aralıklarla kırk yıl devam ettikten sonra Hîre Kralı III. Münzir’in müdahalesiyle sona ermiştir. Haram aylarda yapılan savaşlara ise ficâr* adı verilmiştir. Bu savaşlar kabileler arasında kin ve nefretin yayılmasına, çok sayıda insanın ölümüne ve sonuçta Kuzey ve Güney Arabistan’da yabancı güçlerin Araplar’ı hâkimiyetleri altına almalarına yol açmıştır.

    Arap edebiyatında bu savaşlarda cereyan eden olayların nesir veya nazım halinde anlatıldığı kıssa çeşidine “eyyâm” adı verilmiştir. Yakınlara yardım, ahde vefa, komşuyu koruma, savaşta sebat etme gibi konuların işlendiği eyyâm türü Arap şiirindeki methiye, hamâse, hiciv gibi edebî türlerin doğmasına yol açmıştır. A‘şâ, Antere, Âmir b. Tufeyl, Hansâ ve Hassân b. Sâbit gibi şairlerin yetişmesinde eyyâmın büyük rolü olmuştur. Şeybânîler’in reisi Bistâm b. Kays, Kinâne’nin süvarisi Rebîa b. Mükeddem, Düreyd b. Sımme, Cessâs b. Mürre ve Hâşim b. Harmele vb. kahramanlar da eyyâmü’l-Arab’da temayüz etmişlerdir.

    Eyyâmü’l-Arab’la ilgili rivayetler II. (VIII.) yüzyıldan itibaren tedvin edilmeye başlanmıştır. Ancak bu kitaplar günümüze intikal etmemiştir. Bazı kaynaklarda eyyâmü’l-Arab’a dair anlatılanlar İslâm’ın doğuşundan yaklaşık 150 yıl öncesine ait olaylardır. Ebû Ubeyde Ma‘mer b. Müsennâ’nın (ö. 209/824 [?]) biri 75, diğeri 1200 savaş hakkında bilgi veren iki eser kaleme aldığı rivayet edilmektedir. Ebû Ubeyde’nin Neḳāʾiżu Cerîr ve’l-Ferezdaḳ adlı kitabında naklettiği bilgileri esas alan Âdil Câsim el-Beyâtî, İbnü’l-Enbârî’nin Şerḥu’l-Mufaḍḍaliyyât, el-ʿİḳdü’l-ferîd ve el-Eġānî adlı eserleriyle İbnü’l-Esîr’in el-Kâmil’i ve Şimşâtî’nin el-Envâr fî meḥâsini’l-eşʿâr’ından faydalanarak seksen dokuz savaşa ait rivayetleri Kitâbü Eyyâmi’l-ʿArab adıyla bir araya toplamış ve Ebû Ubeyde Ma‘mer b. Müsennâ’nın eseri olarak yayımlamıştır (Beyrut 1407/1987). Ebü’l-Ferec el-İsfahânî’nin de (ö. 356/967) 1700 savaşı anlatan bir eser yazdığı nakledilmektedir. Hatîb et-Tebrîzî’nin Şerḥu’l-Ḥamâse’si ile el-Eġānî’deki eyyâmü’l-Arab’a dair bilgiler oldukça dağınıktır. İbn Abdürabbih’in (ö. 328/940) el-ʿİḳdü’l-ferîd, Bekrî’nin Muʿcem me’staʿcem, Meydânî’nin Mecmaʿu’l-ems̱âl, Yâkūt el-Hamevî’nin Muʿcemü’l-büldân, İbnü’l-Esîr’in el-Kâmil (I, 502-687) ve Nüveyrî’nin Nihâyetü’l-ereb (XV, 338-434) adlı eserlerinde eyyâm menkıbeleri düzenli fasıllar halinde yer almaktadır. İbn Abdürabbih’in el-ʿİḳdü’l-ferîd’de anlattıkları, Ebû Ubeyde’nin Neḳāʾiżu Cerîr ve’l-Ferezdaḳ’ındaki bilgilere dayanır. Nüveyrî küçük ilâvelerle el-ʿİḳdü’l-ferîd’deki bilgileri tekrarlar. İbnü’l-Esîr ise yazdıklarının birçoğunu doğrudan veya dolaylı olarak Ebû Ubeyde’nin eserinden, bir kısmını da günümüze ulaşmayan diğer bazı kaynaklardan almıştır. Onun eyyâm hakkında verdiği bilgiler hem ayrıntılı hem de eserin tarihî hüviyetine uygun olarak kronolojiktir. Meydânî Mecmaʿu’l-ems̱âl’de Câhiliye döneminde cereyan eden 132 savaştan bahseder.

    Câhiliye dönemi tarihi için zengin bir malzeme ihtiva eden eyyâmı tarihçiler ve dilciler kaynak olarak kullanırlar. Nitekim İbnü’l-Esîr eyyâmı tarihî rivayetler içerisinde vermiş, Kâtib Çelebi de ilm-i eyyâmü’l-Arab’ı tarihin bir dalı olarak zikretmiştir (Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 204). Cerîr ve Ferezdak gibi şairler şiirlerinde eyyâmü’l-Arab’dan bahsederler. Eyyâmü’l-Arab Araplar’ın kahramanlık vasıflarını ortaya çıkarmış, Arap dilini geliştirmiş, atasözlerinin söylenmesine vesile olmuştur. Bu bakımdan Âdil Câsim el-Beyâtî, eyyâmü’l-Arab’ın diğer milletlerdeki destanlar mesabesinde olduğunu ileri sürmektedir (Kitâbü Eyyâmi’l-ʿArab, nâşirin mukaddimesi, s. 150-190).

    Savaşların kabile hayatında özel bir yeri olduğu için bu savaşları anlatan hikâyelere kabileler ve fertler müşterek bir kültür olarak sahip çıkmışlardır. Nazımla anlatılan savaşlar Araplar’ın divanını meydana getirmiş ve bu sayede Araplar için büyük önem taşıyan kabile nesepleri (ensâb) muhafaza edilmiştir. Ayrıca bunlarda Arapça’ya dair bilgiler verildiği gibi Araplar’ın yaptıkları önemli işler de sergilenmiştir. Gece yapılan sohbet toplantılarında kabilenin gerçekleştirdiği önemli işler arasında anlatılan savaş rivayetleri kabilelerin olaylar karşısındaki temayüllerini de yansıtır. Hadiselerin genellikle tarafgir bir şekilde anlatıldığı bu rivayetlerde bir bütünlük ve düzen bulunmamakla birlikte bunların tarihî gelenekleri aksettirdiği söylenebilir.

    Eyyâmü’l-Arab tabiri İslâmî devirde Araplar’ın katıldığı çeşitli savaşlar için de kullanılmıştır. Nitekim Câhiliye devrindeki savaşlar “eyyâmü’l-Arab fi’l-Câhiliyye”, İslâmî dönemde yapılan savaşlar “eyyâmü’l-Arab fi’l-İslâm” diye adlandırılmış ve bununla ilgili kitaplar yazılmıştır (meselâ bk. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrâhim – Ali Muhammed el-Bicâvî, Eyyâmü’l-ʿArab fi’l-İslâm, Kahire 1394/1974). Gazvelerle seriyyeler İslâmî devirdeki eyyâmü’l-Arab’ın ilk örneklerini meydana getirir. Daha sonra Suriye, İran ve Mısır’ın fethiyle sonuçlanan önemli savaşlar da İslâmî dönemdeki eyyâmü’l-Arab’ın diğer örneklerini oluşturmuştur.


    BİBLİYOGRAFYA

    İbn Hişâm, es-Sîre, I, 184-187, 286-288, 555-556;

    Ma‘mer b. Müsennâ, Kitâbü Eyyâmi’l-ʿArab ḳable’l-İslâm (nşr. Âdil Câsim el-Beyâtî), Beyrut 1407/1987, nâşirin mukaddimesi, s. 1-302;

    İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd, V, 132-268;

    Meydânî, Mecmaʿu’l-ems̱âl (Ebü’l-Fazl), IV, 2-32;

    İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I, 502-687;

    Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ (Şemseddin), I, 445-454;

    Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XV, 338-434;

    Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 204;

    C. Zeydân, el-ʿArab ḳable’l-İslâm, Beyrut, ts. (Dâru mektebeti’l-hayât), s. 296-326;

    Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Bulûġu’l-ereb (nşr. M. Behcet el-Eserî), Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), II, 68-75;

    M. Ahmed Câdelmevlâ v.dğr., Eyyâmü’l-ʿArab fi’l-Câhiliyye, Kahire 1361/1942;

    Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, VIII, 341-387;

    Ronart, CEAC, s. 137;

    İzzet Derveze, Târîḫu’l-cinsi’l-ʿArabî, Beyrut 1381/1961, V, 153-159;

    E. Meyer, Der Historische der Aiyām al-ʿArab, Wiesbaden 1970;

    Muhammed Ebü’l-Fazl İbrâhim – Ali Muhammed el-Bicâvî, Eyyâmü’l-ʿArab fi’l-İslâm, Kahire 1394/1974;

    Nisar Ahmad Faruqi, Early Muslim Historiography, Delhi 1979, s. 40-43;

    Hasan İbrâhim, İslâm Tarihi, I, 74-82;

    Hitti, İslâm Tarihi, I, 134-136;

    Tevfik Berrû, Târîḫu’l-ʿArab ḳable’l-İslâm, İskenderiye, ts. (Müessesetü Şebâbi’l-Câmia), s. 374-382;

    Şevkī Dayf, Târîḫu’l-edeb, I, 62-66;

    Abdülazîz ed-Dûrî, Baḥs̱ fî neşʾeti ʿilmi’t-târîḫ ʿinde’l-ʿArab, Beyrut 1993, s. 15-16, 25-26, 44-45, 125, 131.

    RİSÂLETÜ’l-GUFRÂN

    İbnü’l-Kārih ve Devhale lakaplarıyla anılan Ali b. Mansûr el-Halebî’nin 424 (1033) yılında Maarrî’ye yazdığı mektuba cevap olarak kaleme alınmıştır. İbnü’l-Kārih, Arap edebiyatında geniş kültürünü kanıtlamak, belki de bu vesileyle Maarrî’nin şöhretinden yararlanmak için yazdığı şikâyet ve tenkit mektubunda zındıklıkla tanınan İbnü’r-Râvendî, Hallâc-ı Mansûr, Beşşâr b. Bürd, Sâlih b. Abdülkuddûs, Velîd b. Yezîd gibi şair ve edipler üzerinde durmakta, Mütenebbî gibi meşhur bazı şairlere eleştiriler yöneltmekte, kendi yaşantısından kesitler sunmakta ve Maarrî’yi abartılı biçimde övmektedir. Muhtemelen yalnız aydın ve kültürlü kesime hitap etmek amacıyla Maarrî’nin yoğun şekilde garîb, nâdir ve metrûk kelimelerle ördüğü cevabî mektubu dil açısından oldukça ağır olmakla beraber özgün edebî yönüyle erişilmez bir düzeyi temsil eder.

    Risâletü’l-ġufrân iki bölümden oluşmaktadır. Mektuba asıl şöhretini sağlayan birinci bölüm, cennet ve cehennemle bunların ehlinin sıfatlarını konu edinen hayalî bir yolculuğu ve bu yolculukta meydana gelen olayları içermektedir. Burada Maarrî misafir olarak nitelediği İbnü’l-Kārih’i övdükten sonra onu gökyüzüne bir seyahate çıkarır, cennet ve cehenneme yolculuk yaptırır. İbnü’l-Kārih, Kur’an’da bahsi geçen cennet nimetlerini ve hûrileri görür. Ardından cehennemin şiddet ve azabını müşahede eder. Bu gezinti sırasında birçok edip ve şairle karşılaşır. Onlarla edebiyat, dil, nahiv ve felsefe konularında münazaralar yapar ve meşhur şiirlerini nakleder. Ebü’l-Alâ, bu arada kendi edebî düşüncelerini ve diğer edebiyatçılara olan üstünlüğünü ortaya koymaya çalışır. İbnü’l-Kārih dünya hayatında dinden uzak olarak bilinen şair ve edipleri cennette görür. Bunların bir kısmı Züheyr b. Ebû Sülmâ ve Abîd b. Ebras el-Esedî gibi Câhiliye dönemi şairleridir. Cennete girme sebeplerini sorduğunda dinî içerikli şiirleri veya dünyada yaptıkları bazı iyilikler sayesinde affedildikleri cevabını alır. Bundan Allah’ın rahmetinin sınırsız olduğu sonucunu çıkarır. Esere “Risâletü’l-gufrân” adını vermesinin sebebi de budur. Ebü’l-Alâ’nın amacı, hem İbnü’l-Kārih’in zındıkların durumuyla ilgili sorularına karşılık görüşünü ortaya koymak, hem de Allah’ın rahmetini sınırlayan çağındaki kelâm âlimlerini eleştirip ilâhî rahmetin sonsuz olduğunu ispat etmektir. Risâlenin ikinci bölümü İbnü’l-Kārih’e cevap mahiyetinde olup burada tanınmış zındıklar, sapık mezhepler, bunların ileri gelenleri hakkında bilgi verilir ve genellikle isabetli değerlendirmeler yapılır. Risâletü’l-ġufrân’ın en önemli yanı cennet ve cehennemle buralarda yer alan çeşitli nimet ve azap tasvirleridir. Bu tasvirler âyet ve hadislerle delillendirilir.

    İtalyan yazarı Dante’nin (ö. 1321) İlâhî Komedya adlı eserini ana hatlarıyla Risâletü’l-ġufrân’ın birinci bölümünden esinlenerek oluşturduğu kaydedilir (Şevkī Dayf, s. 276). Bununla birlikte İspanyolca ve İtalyanca’ya tercüme edilen Hz. Peygamber’in mi‘rac hadisesinin hem Dante’ye hem de Maarrî’ye ilham kaynağı olabileceği de göz ardı edilmemelidir. Maarrî’nin örnek alacağı eserler arasında Endülüslü İbn Şüheyd’in (ö. 426/1035) cinler âlemine seyahatini anlattığı, ünlü edip ve şairlerin cinleriyle görüşüp kendi edebî gücünü kabul ettirdiği et-Tevâbiʿ ve’z-zevâbiʿi de zikredilebilir. Öte yandan Risâletü’l-ġufrân’ın kaynakları arasında Kur’an’daki cennet ve cehennem tasvirleri, Kehf sûresinde anlatılan Hızır hikâyesi, Cin sûresi, cinlerin kaldırıp götürdüğü kimselere dair Arap efsaneleri ve özellikle “Hurâfe” adlı kimsenin efsanesi, Araplar arasında yaygın olan gulyabani hikâyeleri, bazı zayıf hadislerle haberlerde cennet ve nimetleri, cehennem ve azabıyla ilgili rivayetler gibi birçok husus sayılabilir. Müellifin ayrıca Câhiz’in istitrat üslûbu ile ağır alay ihtiva eden risâlelerinden etkilenmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

  • Dil ve Gramer kaynakları

    el-MÜZHİR

    Tam adı el-Müzhir fî ʿulûmi’l-luġa olup Arap sözlük bilimi ve metodolojisiyle Arap lengüistiği ve fıkhü’l-luga konusunda kapsamlı ve derli toplu ilk eserdir. Ayrıca lugavî malzemenin rivayeti ve eleştirisi hususunda hadis âlimlerinin usulünü ve terminolojisini teorik ve pratik düzlemde uygulayan ilk teliftir. Süyûtî’den önce bazı âlimlerin bu sahadaki çalışmaları sınırlı ve dağınıktır. İbn Cinnî el-Ḫaṣâʾiṣ’inde münferit rivayetler, lugatçılarla râvilerin galatları, lugat râvilerinde sıdk, adalet ve sikalık şartlarına dair bazı esaslar, Kemâleddin el-Enbârî de Lümaʿu’l-edille fî uṣûli’n-naḥv’inde lugatta mütevâtir ve âhâd rivayetlerle bunların şartları, mürsel ve meçhul rivayetler, çelişen rivayetler arasında tercih ve lugat rivayetinde icâze meseleleri hakkında bazı bilgiler vermiştir. el-Müzhir’de ise lugat rivayeti ve eleştirisi konusunda zengin örneklerle birlikte gelişmiş bir metodoloji ilk defa ortaya konulmuştur. Süyûtî önsözünde bir giriş mahiyetinde olmak üzere İbn Fâris’in eṣ-Ṣâḥibî fî fıḳhi’l-luġa’sının mukaddimesini aynen aktarmıştır. Burada dilin tanımı ve doğuşuyla ilgili görüşlerin irdelendiği kategorilerin kapsamı anlatılmıştır.

    Elli bölümden (nevi) oluşan eserde sekiz bölüm isnad (I, 7-183), on üç bölüm lafız (I, 184-321), on üç bölüm mâna (I, 321-485), beş bölüm yapıları veya anlamları incelik taşıyan kelimeler (letâif, mülah, I, 486-638), bir bölüm çeşitli isim ve fiil kalıpları, isimlerin müfred-tesniye-cemi‘, müzekker-müennes şekilleri bakımından özellik taşıyan muhtelif kalıpları, benzer durumların fiillerdeki kullanılışı (eşbâh ve nezâir, II, 3-301), sekiz bölüm sözlük bilimiyle meşgul olacak kişinin göz önünde bulunduracağı ilkelerle bilmesi gereken hususlar (II, 302-468), bir bölüm Araplar’da şiirin başlangıcı, meşhur şairler (II, 469-494), bir bölüm de Araplar’ın galatlarıyla ilgili meselelere (II, 494-505) ayrılmıştır. Eser erkek, kadın, çocuk, köle ve câriye olmak üzere fasih konuşan Araplar’ın anlamlı cümlelerinden oluşan bir kısımla sona ermektedir.

    Büyük çapta derleme ürünü olan el-Müzhir’de kadim sözlükler, fıkhü’l-luga, emâlî ve nevâdir türü eserler, çoğu tek konuya dair sözlük risâleleri, fıkıh usulü kitaplarının delillerin doğuşu nazariyeleri ve mânayla ilgili kısımları, tarih, tabakat, şiir ve ahbâr, ayrıca nahiv eserlerinden nakiller yapılmıştır (geniş bilgi için bk. Mustafa Muhammed eş-Şek‘a, s. 167-209). Süyûtî bu tür eserlerden konuyla ilgili bilgileri toplamış, titiz bir ayıklamaya tâbi tutarak dikkatle eserine yerleştirmiştir. Onun gerekli bilgileri seçip yerleştirmede gösterdiği üstün başarı bu konudaki engin tecrübesini göstermektedir. Ayrıca bölümlerin baş ve son kısımlarında ilâve, görüş ve eleştirilerine de rastlanmaktadır (a.g.e., s. 208). Eserin orijinal yanlarından biri de çoğu zamanımıza ulaşmamış, yalnız Süyûtî’nin yaptığı alıntılarla tanınan 173 kaynaktan nakillere yer verilmiş olmasıdır. Nakiller genellikle aynen alınmakla birlikte özetlemeler de yapılmış, fakat bunların bir kısmında maksat anlaşılmaz hale gelmiştir (el-Müzhir, neşredenlerin girişi, s. b).

    Nasr el-Hûrînî’nin tashihiyle yayımlanan eserin (Bulak 1282) daha sonra çok sayıda baskısı ve ilmî neşri gerçekleştirilmiştir (Kahire 1883, 1325; nşr. E. Gilson, Beyrut, ts.; nşr. Muhammed Hasan Zenâtî, Kahire 1325/1907; nşr. M. Ahmed Câdelmevlâ Bek – Ali Muhammed el-Bicâvî – Muhammed Ebü’l-Fazl İbrâhim, Kahire 1364, 1382/1962, 1387/1967; I-II, Beyrut 1408/1987). 

    el-Muḳaddimetü’l-Âcurrûmiyye

    Müellifin hac münasebetiyle Mekke’de bulunduğu sırada yazdığı rivayet edilen eser bir nahiv kitabı olup isim ve fiillerin tasrifleri ve i‘rabı ile harflerin i‘rabı üzerine özlü bilgiler ihtiva etmektedir. Eser, yöntemi ve ana kuralları çok sade bir dille ifade etmesi gibi sebeplerden dolayı İslâm dünyasında ve XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa’da tanınarak çok rağbet görmüş, belli başlı Batı dillerine tercüme edilmiş ve birçok defa basılmıştır. el-Âcurrûmiyye’nin, Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî’nin (ö. 337/949) el-Cümelü’l-kübrâ’sının bir muhtasarı olduğu söyleniyorsa da (İA, V/2, s. 696) tarif ve tertiplerinin karşılaştırılmasından bu iddianın doğru olmadığı anlaşılmaktadır. el-Âcurrûmiyye ilk defa Roma’da basılmış (1592), daha sonra Latince tercümesiyle birlikte Pierre Kirsten tarafından Breslau’da (1610), R. P. Thomas Obicini tarafından Latince tercümesi ve şerhiyle birlikte yine Roma’da (1631) yayımlanmıştır. Eser ayrıca birçok defa basılmıştır (Leiden 1617; Bulak 1239, 1252; Beyrut 1841, 1859, 1896, 1415/1995; Cezayir [nşr. Bresnier] 1846; Viyana [nşr. G. Kanyurszky, Macarca şerhiyle birlikte] 1887; İstanbul 1315; Kahire 1298, 1333, 1344; Necef [nşr. Ahmed Habîb el-Kasîr el-Âmilî] 1962; Hindistan 1853; Münih 1876; Kudüs 1876; Dımaşk 1301, 1376/1957; Mekke 1314; Fas 1345; Erzurum [nşr. M. Sadi Çöğenli - Kenan Demirayak] 1997).

    el-Âcurrûmiyye’ye altmış civarında şerh yazılmış olup eseri şerheden belli başlı âlimler şunlardır: Ebû Zeyd Abdurrahman b. Ali el-Mekkûdî (Tunus 1292; Kahire 1304, 1309, 1345); Hâlid b. Abdullah el-Ezherî (Amsterdam 1756; Bulak 1251-1290 arasında altı baskı; Kahire 1262-1319 arasında altı baskı; Fas 1315); Hasan b. Ali el-Kefrâvî (Bulak 1242; Kahire 1280 vd. ondan fazla baskısı yapılmıştır); Ahmed b. Zeynî Dahlân (Kahire 1297-1344 arasında on baskı; Mekke 1305, 1314; Medine 1304); Abdullah b. Fâzıl el-Aşmâvî (Şerḥu’l-ʿAşmâvî, Bulak 1287; Kahire 1291); Hâşim b. Şehhât eş-Şerkāvî (Şerḥu’ş-Şerḳāvî, Kahire 1326); Ebü’l-Abbas Ahmed b. Ahmed es-Sûdânî (Şerḥu’s-Sûdânî, Fas, ts.). Bunlardan Ezherî şerhinin beş, Kefrâvî şerhinin basılmış dört hâşiyesi vardır (İbn Âcurrûm, neşredenlerin girişi, s. III, VIII; Brockelmann, GAL, II, 308-310; Suppl., II, 332-335; Abdullah Kennûn, Mevsûʿatü meşâhîri ricâli’l-Maġrib, II, 21-22; Ömer Ferruh, VI, 397-399). Eser çağdaş âlimlerden Mustafa es-Sekkā (Şerḥu’l-Âcurrûmiyye, Kahire 1979), Muhammed Abdülmün‘im Hafâcî (Tehẕîbü’l-Âcurrûmiyye fî ʿilmi ḳavâʿidi’l-ʿArabiyye, Kahire 1371/1951) ve Muhammed Muhyiddin Abdülhamîd (et-Tuḥfetü’s-seniyye bi-şerḥi’l-Muḳaddimeti’l-Âcurrûmiyye, Kahire 1353) tarafından da şerhedilmiştir.

    MAKSÛR ve MEMDÛD

    المقصور والممدود

    Sonunda maksûr ve memdûd elif bulunan Arapça kelimelere dair eserlerin ortak adı.

    Arapça’da kelimenin sonunda bulunan ve önü fetha olan elife “maksûr elif”, bu harf ile biten isim ve sıfatlara da “maksûr isimler” adı verilir. Maksûr elif ya uzatan elif ya da önü fetha olan yâ şeklinde yazılır. Maksûr elifin bazan uzun elif, bazan da yâ şeklinde yazılması belli kurallara bağlıdır. Kelime sonundaki elif-hemzeye (اء) “memdûd elif”, böyle isim ve sıfatlara da “memdûd isimler” denir.

    Lugat ve gramer âlimleri ilk devirlerden itibaren maksûr ve memdûd isimlerle sıfatların müennes veya müzekker, münsarif veya gayri münsarif olduklarının belirlenmesi, tesniye ve cemi hallerinde eliflerin dönüşüme uğraması yahut aynen kalması üzerinde durmuşlar, bu konular ve elifin az veya çok uzatılmasına göre şekillenmesinden ortaya çıkan zorluklar üzerine “el-maksûr ve’l-memdûd” vb. adlar taşıyan risâleler kaleme almışlardır. Bu risâlelerde ayrıca kelimelerin anlam ve kullanım özellikleriyle kullanım kuralları incelenmiştir.

    Bu tür kelimelerin bir araya toplanıp açıklandığı risâleler, II. (VIII.) yüzyılda telifine başlanan konu sözlüklerinin de bir bölümünü oluşturmuştur. Bir kısmı alfabetik olarak, bir kısmı da ilk harfinin mahrecine göre tertip edilen ve İbn Düreyd’in el-Maḳṣûre’si ile İbn Mâlik et-Tâî’nin eseri dışında diğerleri mensur olan bu risâlelerin müellifleri arasında Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Asmaî, Kāsım b. Sellâm, İbnü’s-Sikkît, Ebû Hâtim es-Sicistânî, Müberred, Mufaddal b. Seleme, Zeccâc, İbn Keysân, Muhammed b. Cerîr et-Taberî, İbn Düreyd, Muhammed b. Osman el-Ca‘d, Niftaveyh, Ahmed b. Vellâd, Ebû Ali el-Kālî, Ebû Ali el-Fârisî, İbnü’l-Kûtıyye, İbn Hâleveyh, İbn Dürüsteveyh, İbn Cinnî, İbn Sîde, Ahmed b. Muhammed el-Hazzâz, Ebü’l-Muzaffer İbn Hübeyre, Ebû Bekir İbnü’l-Enbârî, Kemâleddin el-Enbârî ve İbn Mâlik et-Tâî’nin adı zikredilebilir. İbn Düreyd’in el-Maḳṣûre’si İstanbul (1300), Kahire (1324) ve Dımaşk’ta (1928) şerhiyle birlikte basılmış, Mehdî Ubeyd Câsim tarafından ilmî neşri gerçekleştirilmiş (el-Mevrid, XIII/1, Bağdad 1984, s. 183-200, İbn Hişâm el-Lahmî şerhiyle birlikte), üzerine birçok şerh yazılmıştır (Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1807-1808). Bunlardan Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ (nşr. Abdülilâh Nebhân - M. Hayr el-Bikāî, Dımaşk 1983), Ahmed b. Vellâd (nşr. Brûnleh, Leiden 1900; Kahire 1326/1928), Niftaveyh (nşr. Hasan Şâzelî Ferhûd, Kahire 1980), İbnü’l-Enbârî (nşr. Atıyye Âmir, Beyrut 1962) ve İbn Mâlik’in (nşr. Şinkītî, Kahire 1329) risâleleri zikredilebilir.

    https://islamansiklopedisi.org.tr/maksur-ve-memdud

    el-Cümel

    “el-Cümel” adıyla eser yazan dil âlimlerinin çalışmalarına bu adı vermeleri, Halîl b. Ahmed’in (ö. 175/791) kendi eseri olan el-Cümel’e yazdığı mukaddimeden de anlaşılacağı gibi, bu kitapların Arapça’nın gramerine dair başlıca konuları ihtiva etmesinden kaynaklanmaktadır. Zeccâcî de geleneğe uyarak sarf, nahiv, esvât (i‘lâl, idgam ve imlâ meseleleri), zarûrât-ı şi‘riyye ve edatlarla ilgili 142 (veya 145) babdan oluşan bu en meşhur eserine el-Cümelü’l-kübrâ adını vermiştir. Muhtemelen hayatının son yıllarında Mekke’de, her bab bitiminde Kâbe’yi tavaf ederek ve eserinin faydalı olması için Allah’a niyazda bulunarak sade bir dille yazdığı eserinde müellif Kur’ân-ı Kerîm, şiir ve emsâlden bol miktarda örnekler verir. Konu ile ilgili çeşitli görüşleri verdikten sonra bunların bir değerlendirmesini yapar ve sonuçta yeni kurallar çıkarmayı başarır. Böylece kitaptan her seviyede okuyucunun faydalanmasını sağlamaya çalışır.

    Eserini “el-kübrâ” diye nitelendirmesinin sebebi, ele aldığı konuları çok ayrıntılı bir şekilde işlemesi olmalıdır. Bazılarının zannettiği gibi onun bir de el-Cümelü’ṣ-ṣuġrâ adlı eseri yoktur. Nitekim kaynaklarda bu eserin şerhleri, Şerḥu’l-Cümel, ʿAvnü’l-Cümel gibi adlarla geçmekte olup bunlarda “kübrâ” ve “suğrâ” sıfatları bulunmamaktadır. Esere Kitâbü’l-Cümeli’l-meşhûr, Zeccâcî’ye de “Sâhibü’l-Cümel” denmesi, kitabın müellifinden çok tanındığını göstermektedir. İbnü’l-Kıftî Mısır, Mağrib, Hicaz, Yemen ve Suriye’de İbn Cinnî’nin el-Lümaʿ ve Ebû Ali el-Fârisî’nin el-Îżâḥ adlı eserleri ortaya çıkmadan önce el-Cümel’in çok rağbet gördüğünü kaydeder. Ancak adı geçen iki eserden sonra el-Cümel’e gösterilen rağbetin giderek azaldığı şeklindeki kanaat de pek isabetli görülmemektedir. el-Cümel şerhlerinin hemen hemen tamamının bu iki eserden sonra yazılmış olması da onun önem ve şöhretinin VIII. (XIV.) yüzyıla kadar devam ettiğini göstermektedir.

    İlk defa Muhammed b. Ebû Şeneb tarafından el-Cümel (Cezayir 1926; Paris 1957), ikinci defa Ali Tevfik el-Hamed tarafından Kitâbü’l-Cümel fi’n-naḥv (İrbid 1402/1982; 4. bs. 1408/1988) adıyla yayımlanan eser birçok nahiv âlimi tarafından şerhedilmiştir. Brockelmann, bir kısmı Keşfü’ẓ-ẓunûn’da zikredilmeyen on yedi şerhin adını vermekte, bazı müellifler ise Mağrib’de yazılan şerhlerinin sayısının 120 olduğunu kaydetmektedir (Yâfiî, II, 332; İbnü’l-İmâd, II, 357). Ancak eseri son olarak neşreden Ali Tevfik el-Hamed, 120 rakamının mübalağalı olduğunu söyleyerek kırk bir şerhin şârihleriyle birlikte adını vermekte, ayrıca eserde geçen beyitlerle diğer şâhidler için yazılan on sekiz şerhi zikretmektedir (el-Cümel, nâşirin mukaddimesi, s. 25-33).

    Batalyevsî’nin (ö. 521/1127) Iṣlâḥu’l-ḫaleli’l-vâḳıʿ fi’l-Cümel adlı eseri el-Cümel’in en güzel şerhlerinden biridir. Batalyevsî, el-Cümel’deki beyitleri açıklamakta ve yanlış bulduğu hususları tashih etmektedir. Hamza Abdullah en-Neşretî tarafından yayımlanan (Riyad 1980) bu eserden başka Batalyevsî’nin el-Cümel üzerinde el-Ḥulel fî şerḥi ebyâti’l-Cümel adıyla bir başka çalışması da mevcuttur.

    Zeccâcî’den başka el-Cümel adıyla nahve dair eser yazan beş dil âlimi daha vardır. Bunlardan ikisi Zeccâcî’den önce yaşayan Halîl b. Ahmed ile İbnü’s-Serrâc (ö. 316/928), diğerleri ise Zeccâcî’den sonra yaşayan İbn Hâleveyh (ö. 370/980), Abdülkāhir el-Cürcânî (ö. 471/1078-79) ve İbn Hişâm el-Endelüsî’dir (ö. 570/1174-75).


    BİBLİYOGRAFYA

    Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî, el-Cümel fi’n-naḥv (nşr. Ali Tevfîk el-Hamed), İrbid 1408/1988, ayrıca nâşirin mukaddimesi, s. 18-54.

    a.mlf., Emâlî (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1382, nâşirin mukaddimesi, s. 9-13.

    a.mlf., el-Îżâḥ fî ʿileli’n-naḥv (nşr. Mâzin el-Mübârek), Beyrut 1406/1986, nâşirin mukaddimesi, s. 3-4.

    Halîl b. Ahmed, el-Cümel fi’n-naḥv (nşr. Fahreddin Kabâve), Beyrut 1985, s. 33.

    İbnü’l-Enbârî, Nüzhetü’l-elibbâʾ (nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl), Kahire 1966, s. 306.

    İbnü’l-Kıftî, İnbâhü’r-ruvât, II, 160-161.

    İbn Hallikân, Vefeyât, III, 136.

    Yâfiî, Mirʾâtü’l-cenân, Haydarâbâd 1338, II, 332.

    Süyûtî, Buġyetü’l-vuʿât, Kahire 1979, II, 77.

    Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 603-605.

    İbnü’l-İmâd, Şeẕerât, II, 357.

    Brockelmann, GAL, I, 110;  Suppl., I, 170-171.

    Sezgin, GAS, IX, 88-95.

    Şevkī Dayf, el-Medârisü’n-naḥviyye, Kahire 1968, s. 252-255.

    Ömer Ferruh, Târîḫu’l-edeb, II, 444-445.

    Abdülvehhâb İbrâhim Ebû Süleyman, Kitâbetü’l-baḥs̱i’l-ʿilmî, Mekke 1403/1983, s. 497-498.

    Mâzin el-Mübârek, ez-Zeccâcî, Dımaşk 1984, s. 23-28.

    Mahmûd Hüseynî, el-Medresetü’l-Baġdâdiyye fî târîḫi’n-naḥvi’l-ʿArabî, Beyrut 1986, s. 235-246.

    Hamza en-Neşretî, “Taʿḳīb ʿale’z-Zeccâcî fî kitâbihi’l-Cümel”, ʿAḍvâʾü’ş-şerîʿa, VIII, Riyad 1397, s. 672-698.


  • Arap Sözlükçülüğü

    Kitâbü’l-ʿAyn

    Arap lugatçılığı sahasında telif edilen şekil ve muhteva bakımından orijinal, aynı zamanda dünya lugatçılık tarihinde II. (VIII.) yüzyıl gibi erken bir dönemin mükemmel bir mahsulü hüviyetiyle dönüm noktası sayılabilecek (Haywood, s. 27) önemli bir eserdir. Daha önce hazırlanmış sistematik lugatlardan sonra Halîl b. Ahmed’in ilk defa alfabetik diziyi uyguladığı bu çalışmada kelimelerin köklerini oluşturan sessizler esas alınmıştır. Arapça’nın yapısıyla ilgili olan bu husus bazı istisnalarla lugatçılıkta hâlâ devam etmektedir. Halîl b. Ahmed ayrıca, bir kökü meydana getiren harflerin yer değiştirmesiyle ortaya çıkan kelimeleri bir araya toplamıştır (kalb/anagram usûlü). Meselâ sülâsî fiillerden muzaaflarda iki şekil (şedde, deşşe), diğer sülâsî fiillerde altı şekil (‘akabe, ‘abeka, be‘aka, beka‘a, kabe‘a, ka‘abe) elde edilir (bu fiillerin hepsi dilde kullanılmaktadır). Bu durumda rubâî fiillerde yirmi dört (‘abkara, ‘abraka...) ve humâsî fiillerde 120 şekil elde edilebilir. Halîl b. Ahmed, bütün bu muhtemel şekillerin dilde kullanılanlarının mânalarını vermiş ve bir mânaya delâlet etmeyenleri (mühmel) terketmiştir. Böylece alfabenin harflerinin bu usul içinde birbirleriyle teşkil edecekleri kelimelerin aritmetik hesabını yaparak ulaşacağı miktarı arayıp (Aʿyânü’ş-Şîʿa, VI, 343) dilin bütün kelimelerini kapsayabilen bir sistem denemek istemiştir. Harflerin diziminde ise onların mahreçlerini göz önüne alarak bunları en dipteki gırtlak seslerinden dudak seslerine doğru gırtlak, küçük dil, ağız kenarı, dil ucu, damak, dilin iki yanı, dudak ve bu organların dışındakiler için de “havâî” gibi belirli gruplar altında şöyle sıralamıştır: Ayn, ḥâ, hâ, ḫâ, gayn-ḳāf, kâf-cîm, şîn, ḍâd-ṣâd, sîn, zây-ṭâ, dâl, tâ-ẓâ, s̱â, ẕâl-râ, lâm, nûn, fâ, bâ, mîm-vâv, elif, yâ, hemze. Böylece dizide ilk yeri ayn harfi aldığı için kitap isimlendirmede uygulanan eski bir geleneğe uyarak eserine Kitâbü’l-ʿAyn adını vermiştir. Halîl b. Ahmed’in izinden giden müelliflerden İbn Düreyd el-Cemhere’sinde, Ebû Ali el-Kālî el-Bâriʿ adlı eserinde, Muhammed b. Ahmed el-Ezherî Tehẕîbü’l-luġa’sında ve İbn Sîde el-Muḥkem’inde Kitâbü’l-ʿAyn’ı örnek almışlardır.

    el-Cemhere fi’l-luġa

    Cemheretü’l-luġa adıyla da anılır. Sözlük konusunda Kitâbü’l-ʿAyn ve Kitâbü’l-Cîm’den sonra kaleme alınmış üçüncü eser olan el-Cemhere’nin Arap lugatçılığının gelişmesinde önemli bir yeri vardır. İbn Düreyd, büyük bir âlim olduğunu söylediği Abdullah b. Muhammed b. Mîkâlî’ye ithaf ve takdim ettiği bu kitabının önsözünde eserin tertibi, harflerin özellikleri, çeşitleri, mahreçleri ve isimlerin vezinleri hakkında bilgi verir. Eserini çağdaşlarının bilgisizliği, edebî ilimlere karşı ilgisizliği sebebiyle yazdığını ve Arap dilinin büyük bir kısmını teşkil eden, aynı zamanda çok kullanılan kelimeleri toplamayı tasarladığından buna el-Cemhere (büyük kısım, ekseriyet) adını verdiğini ifade eder.

    İbn Düreyd, sözlüğüne aldığı kelimelerin sıralanmasında Halîl b. Ahmed’in (ö. 170/786) Kitâbü’l-ʿAyn’ında uyguladığı aslî harflere dayalı sistemi bazı farklılıklarla takip etmiş, ancak onun kelimeleri harflerin mahreçlerine göre sıralama usulünden vazgeçerek alfabetik sıralamayı benimsemiştir. Buna göre kelimeler önce sünâî, sülâsî, rubâî, humâsî, lefîf, nevâdir vb. bablara ayrılmış daha sonra bu bablardaki kelimeler “hemze”den “yâ” harfine kadar alfabetik sıraya göre dizilmiştir. Aslî harflerine göre sıralanmış olan kelimelerle bunlardaki harflerin yerlerinin değişmesiyle meydana gelen kelimelerin mânaları aynı yerde kaydedilmiştir. Meselâ “btk” (ب ت ك) maddesinde önce bu kök, sonra da maklûbları olan “kbt” (ك ب ت) ve “ktb” (ك ت ب) maddeleri incelenmiş, “kbt” ve “ktb”nin alfabetik sıraları geldiğinde de daha önce geçtikleri yerlere işaret etmekle yetinilmiştir.

    Kelimelerin aslî harflerine ve bunların sıralanışına göre on üç bölüm halinde düzenlenen el-Cemhere’nin on iki bölümü sözlüğe, son bölümü ise Arapça’nın muhtelif dil meselelerine ayrılmıştır. İbn Düreyd’in, çağdaşı olan dilcilerin ele aldığı klasik dil konularını değişik başlıklar altında ele aldığı bu bölüm, İbn Cinnî’nin (ö. 392/1002) el-Ḫaṣâʾiṣ fi’n-naḥv adlı eserini andıran bir dil bilgisi kitabı mahiyetindedir. 

    Vankulu

    Tercüme-i Sıhâh-ı Cevherî. Cevherî’nin, Tâcü’l-luġa ve ṣıḥâḥu’l-ʿArabiyye adıyla da bilinen Arapça sözlüğünün Türkçe tercümesidir. Yirmi sekiz babdan ve her babı yirmi sekiz fasıldan meydana gelen eser Vankulu Lugatı (Lugat-ı Vankulı) ismiyle tanınmıştır. İbrâhim Müteferrika tarafından iki cilt halinde yayımlanan eser (İstanbul 1141) bir Osmanlı müellifinin kaleminden çıkmış olup Türkiye’de basılan ilk kitap sayılmaktadır. Lugatın daha sonra çeşitli baskıları yapılmıştır (İstanbul 1170, 1188, 1217-1218). Eserin mukaddimesinde İbrâhim Müteferrika’nın III. Ahmed, Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa ve Şeyhülislâm Abdullah Efendi’ye methiyeleri, sözlüğün yararlarıyla ilgili düşünceleri, matbaanın açılmasına izin veren padişahın fermanı, şeyhülislâmın fetvası ve kitap hakkında devrin âlimlerince yazılmış on altı takriz yer almaktadır. Ayrıca eserin baş tarafına İbrâhim Müteferrika’nın matbaanın önemine dair Vesîletü’t-tıbâa adlı risâlesi konmuştur. 2. Tercüme-i Kîmyâ-yı Saâdet. Gazzâlî’ye ait eserin tercümesidir (Nuruosmaniye Ktp., nr. 2334; Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 636, Hacı Mahmud Efendi, nr. 1711, 1756). 3. Tercîḥu’l-beyyinât. Vankulu’nun kadılığa başladıktan sonra kaleme aldığı bu Arapça risâlede deliller arasında çatışma bulunması durumunda başvurulacak tercih yöntemi anlatılmaktadır (Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 2070, Hacı Mahmud Efendi, nr. 1026/4, vr. 161b-170a; Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 1420; İÜ Ktp., AY, nr. 435). 4. Naḳdü’d-Dürer. Molla Hüsrev’in fıkha dair Ġurerü’l-aḥkâm adlı eserine yine kendisinin yazdığı Dürerü’l-ḥükkâm adlı şerh üzerine yapılan hâşiyelerin en önemlisi sayılmaktadır. Birçok yazması mevcut olan eser ayrıca basılmıştır (Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 985, vr. 1b-187b, müellif hattı; İstanbul 1314, Nûh b. Mustafa’nın hâşiyesi Netâicü’n-nazar’ın kenarında). 5. Müseddes Na’t-i Şerîf. Aruzun remel bahriyle (fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün) kaleme alınmış olup beş bendden ibarettir (Süleymaniye Ktp., Nuri Arlasez, nr. 54, vr. 90b). 6. Mefâtîḥu’l-cinân ve meṣâbîḥu’l-Cânân. Hadise dair bu eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Âtıf Efendi, nr. 297, vr. 1a-154a). 7. Hâşiyetü Şerḥi’s-Sirâciyye. Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin eserine yazılan hâşiyedir (İstanbul 1317). 8. Şerḥu Miftâḥi’n-necât. Hz. Ali’den nakledilen “Miftâhu’n-necât” adlı duanın şerhidir (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 1933) (eserlerinin diğer yazma nüshaları için ayrıca bk. Muʿcemü’l-maḫṭûṭât, III, 1393).

    Esâsü’l-belâġa

    Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılabilmesi için Arapça’nın fesahat, belâgat, mecaz ve diğer incelikleriyle bilinmesi gerektiğini söyleyen Zemahşerî, eserini bu hususu gerçekleştirmek maksadıyla kaleme aldığını belirtir. Tertibi ve muhtevası bakımından önceki sözlüklerden farklı olan Esâsü’l-belâġa’da kelimelerin birinciden başlamak üzere kök harfleri esas alınmıştır. Buna göre her harf bir bab kabul edilerek eser yirmi sekiz bab halinde düzenlenmiş, bu bablardaki kelimeler kendi aralarında alfabetik olarak sıralanmıştır. Rubâî ve humâsî kelimelerin sıralanmasında ise bazı karışıklıklar göze çarpmaktadır. Zemahşerî, aranan kelimenin kolayca bulunabilmesi için bu tertibi tercih ettiğini belirtmektedir.

    Eserin malzemesi âyetler, hadisler, meseller, secili ifadeler, ünlü ediplerin sözleri ve anlam kayması sonucu yeni mânalar kazanan kelime ve özel tabirlerden ibarettir. Zemahşerî bu malzemeyi Arap dili üzerinde yaptığı geniş araştırmalardan, edebî panayırlarda şiir inşad eden şairlerden, çeşitli toplantılarda konuşma yapan hatiplerden, meralarda dolaşan çobanlardan ve yağmacılık yapan haydutlardan, çarşı ve pazarlarda gezen Tihâmeli simsarlardan, sucuların kuyu başlarında söyledikleri şarkılardan, su kırbaları ve tulumları başında geçen secili konuşma ve atışmalardan, Kays ve Temîm şairlerinin münazara ve müsabakalarında irat ettikleri şiirlerinden, Sakīf ve Hüzeyl elçilerinin birbirlerini susturmak gayesiyle yaptıkları siyasî konuşmalardan, kitap ve risâlelerde rastlanan veciz ve sanat değeri yüksek sözlerden derlediğini kaydetmektedir. Daha önceki yazılı eserler yanında bilhassa zamanındaki şifahî kaynaklardan da istifade eden Zemahşerî, sözlükçülükte ancak IV. (X.) yüzyıla kadar belli bölgelerde yaşayan Araplar’ın sözleriyle ihticâca (delil olarak kullanma) cevaz verildiği halde kendisi VI. (XII.) yüzyıldaki Araplar’dan da faydalanmak suretiyle bu prensibi geçersiz kılmaya çalışmıştır. Müellifin ele aldığı kelimelerin hakiki mânalarını açıkladıktan sonra özellikle mecazi mânaları üzerinde durması, Esâsü’l-belâġa’yı muhteva bakımından diğer sözlüklerden ayıran en önemli farkı teşkil eder.

    Yazıldığı günden beri başta İbn Haldûn olmak üzere (Muḳaddime, III, 1271) birçok âlimin takdirini kazanmış olan Esâsü’l-belâġa, İbn Hacer el-Askalânî tarafından sadece mecazi mânaları alınarak Ġırâs̱ü’l-Esâs adıyla ihtisar edilmiş (nşr. Tevfik Muhammed Şahin, Kahire 1411/1990), Abdürraûf el-Münâvî de eseri İḥkâmül-Esâs adıyla eṣ-Ṣıḥâḥ tarzında tertip etmiştir. Kendisinden sonra lugat yazanlardan sadece İbnü’l-Esîr en-Nihâye fî ġaribi’l-ḥadîs̱’te, Feyyûmî el-Miṣbâḥu’l-münîr’de Esâsü’l-belâġa’nın metodunu takip etmişlerdir. Bununla beraber XIX. yüzyılın ortalarından sonra yazılan Muḥîṭü’l-Muḥîṭ (I-II, Beyrut 1870), Aḳrebü’l-mevârid (I-III, Beyrut 1889-1893), el-Müncid fi’l-luġa (Beyrut 1908), el-Bustân (I-II, Beyrut 1927-1930), Muʿcemü metni’l-luġa (I-V, Beyrut 1377-1380/1958-1960) ve el-Muʿcemü’l-vasîṭ gibi modern sözlüklerin hemen hepsi Esâsü’l-belâġa’nın tertip şeklini geliştirerek benimsemişlerdir. Eser, Tâcü’l-ʿarûs gibi bazı sözlüklere bilhassa mecazi mânaların tesbitinde kaynaklık etmiştir.


    Lisânü’l-ʿArab

    22 Zilhicce 689 (26 Aralık 1290) tarihinde eserini tamamlayan İbn Manzûr mukaddimesinde, önceki sözlükleri ya kelime sayısı fazla fakat tasnifi başarısız veya tasnifi güzel olmakla birlikte kelime sayısı az olmak üzere iki kategoride ele alıp eleştirmekte ve bu eksiklikleri gidermek üzere Tehẕîbü’l-luġa (Ezherî), el-Muḥkem (İbn Sîde), eṣ-Ṣıḥâḥ (Cevherî), et-Tenbîh ve’l-îżâḥ ʿammâ vaḳaʿa fi’ṣ-Ṣıḥâḥ (İbn Berrî) ve en-Nihâye (Mecdüddin İbnü’l-Esîr) adlı sözlükleri temel kaynak olarak kullanmak suretiyle tasnif ve hacim bakımından daha mükemmel bir sözlük yazmak istediğini, bunu da Kur’an ve Sünnet’in dili olan Arapça’yı korumak için yaptığını açıklamaktadır.

    İbn Manzûr Lisânü’l-ʿArab’a, mukaddimeden sonra biri Ezherî’nin Tehẕîbü’l-luġa’sının sonunda yer alan, bazı sûrelerin başındaki hurûf-ı mukattaa ile ilgili, diğeri Harâllî’den naklen hece (alfabe) harflerinin mahreç ve sıfatlarına dair olmak üzere iki bölüm (bab) eklemiştir (İbrâhim el-Ebyârî, I, 363). Bölümlerin girişinde o bölümü oluşturan harfin mahreç ve sıfatları ile âlimlerin bu konudaki ihtilâfları çeşitli kaynaklardan aktarılarak verilmiştir.

    Lisânü’l-ʿArab’da kelimeler “Ṣıḥaḥ” ekolüne göre düzenlenmiş, kelime köklerinin son harfleri “bab”, ilk harfleri “fasıl” adıyla alfabetik olarak dizilmiştir. Ortadaki harfler arasında da alfabetik sıra gözetilmiş, türemiş kelimeler ilgili kök altında yer almıştır. Buna göre köklerinin son harfi hemze olan kelimeler birinci bölümü, yâ olanlar da son bölümü oluşturmuştur.

    Sözlükte kelimelerin anlamları âyet, hadis ve şiirden getirilmiş bol örneklerle (şevâhid) delillendirilmiştir. Örneklerin sadece anlam yönü değil sarf, nahiv, itikadî, fıkhî ve ahlâkî yönleri üzerinde de durulmuş, yer yer değişik lehçelere temas edilmiştir. Bazı şiir örneklerinin sadece Lisânü’l-ʿArab’da bulunması müellifin anılan beş temel kaynaktan başka eserlerden de yararlandığını göstermektedir.

    Dil, tefsir, hadis, fıkıh, şahıs ve yer adları ile tarihî olaylar ve edebiyat tarihine dair verilen bilgiler Lisânü’l-ʿArab’a ansiklopedi niteliği kazandırmaktadır. Sözlüğün kök ve türev olarak 80.000 kelime ihtiva ettiği söylenir. Bilgisayarla yapılan sayıma göre eserde 6538 üçlü (sülâsî), 2548 dörtlü (rubâî) ve 187 beşli (humâsî) olmak üzere toplam 9273 kök kelime yer almaktadır.

  • Arapça Yazılmış Coğrafya Kaynakları

    Ṣûretü’l-arż

    Belhî’nin tarzında kaleme alınmış bir İslâm dünyası coğrafya kitabı olup kısa bir takdimi takip eden iki ana bölümden meydana gelir. Birinci bölümde, dünya haritası ve eserin telifinde takip edilen metotla ilgili bilgilerin verildiği bir girişten sonra sırasıyla Arap yarımadası, Basra körfezi ve çevresi, Kuzey Afrika, Endülüs, Sicilya, Mısır, Suriye, Akdeniz, el-Cezîre ve Irak anlatılır; ayrıca her bölgenin haritası verilir ve açıklaması yapılır. İkinci bölümde İslâm dünyasının doğu yarısı yani İran, Azerbaycan, Sind, Horasan, Sicistan, Hazar denizi ve çevresiyle Batı Türkistan ele alınır ve her bölge anlatılırken gayri müslim komşu ülkeler hakkında önemli bilgiler verilir; Türkler, Ruslar, Güney İtalya şehirleri, Nübye ve Sudan hakkında anlatılanlar bu husustaki en güzel örneklerdir. Ebû Zeyd el-Belhî ve İstahrî’nin eserleri, “es-Sûretü’l-Me’mûniyye (es-Sûretü’l-Hindiyye)” denilen haritanın tashihi ve yeniden yapılmış şerhleriydi. İbn Havkal ise dolaştığı İslâm ülkeleri ve komşuları hakkında topladığı siyasî, idarî ve iktisadî coğrafyaya dair bilgileri seleflerinin eserleriyle karşılaştırarak ortaya gerçek ve müstakil bir çalışma koymuştur. Onun özellikle, bir bölge hakkında bilgi verdiği zamanki durumundan başka daha önceki siyasî durumuna ve geçirdiği değişikliklere de işaret etmesi dikkat çeker. İslâm coğrafyacılarının eserleri arasında, çeşitli bölgelerde üretilen ve ticaret yapılan mallara dair en çok ve en sağlam bilgileri veren onun eseridir ve bu konuda en güzel örneği Mâverâünnehir bölgesine ayırdığı bölüm teşkil eder.

    İbn Havkal’in kitabı uzun bir çalışmanın ürünü olup ikisi müellifin kendi hayatında olmak üzere üç kere telif edilmiştir. Günümüze kadar gelen nüshalardan anlaşıldığına göre bunların ilki, Seyfüddevle el-Hamdânî’ye (ö. 356/967) sunulmuş, Hamdânîler hakkında tenkitler ihtiva eden ikincisi ise 367 (977) yılında tamamlanmıştır. 378’de (988) meydana getirildiği sanılan üçüncü telife müellifin ölümünden sonra bazı ilâveler yapıldığı anlaşılmaktadır. Eser ilk defa Michael Jan de Goeje tarafından Bibliotheca geographorum arabicorum serisinin II. cildi olarak yayımlanmıştır (Leiden 1873). Daha sonra Johannes Heindrik Kramers, başta Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndeki (III. Ahmed, nr. 3346) nüsha olmak üzere çeşitli yazmalarla de Goeje neşrini ve daha sonraki müelliflerin eserden yaptıkları iktibasları karşılaştırarak tenkitli neşrini yapmıştır (Leiden 1938-1939, 1967; tıpkıbasım nşr. Fuat Sezgin, Islamic Geography serisi içinde, c. XXXV, Frankfurt 1992). Kramers ayrıca eseri Fransızca’ya tercüme etmiş ve bu tercüme Gaston Wiet tarafından yeniden gözden geçirilerek yayımlanmıştır (Configuration de la terre, I-II, Paris-Beyrut 1964). Eser William Ouseley tarafından İngilizce’ye (The Oriental Geography of Ibn Haukal, London 1800; tıpkıbasım, nşr. Fuat Sezgin, Islamic Geography serisi içinde, c. XXX, Frankurt 1992) ve Ca‘fer Şuâr tarafından Farsça’ya (Tahran 1345) tercüme edilmiştir. Eserin Mâverâünnehir ve Türkler’le ilgili kısımları Ramazan Şeşen tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir (İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985, s. 162-173, 207-246). İbn Havkal’in Sicilya hakkında ayrı bir kitap yazdığı bilinmekteyse de esere henüz rastlanmamıştır.

    Muʿcemü’l-buldân

    Yâkūt 615 (1218) yılında Merv’de bulunduğu sırada, hocası Abdürrahîm b. Abdülkerîm es-Sem‘ânî’nin hadis dersinde Arap yarımadasında düzenlenen panayırlardan birine adını veren Hubâşe’nin okunuşu hususunda çıkan bir tartışma üzerine yer adlarıyla ilgili bir esere ihtiyaç duyulduğunu farkedip eserini yazmaya karar verdiğini söyler (Muʿcemü’l-büldân, I, 25). İlk müsveddesini 621’de (1224) Halep’te tamamlayan müellif esere son şeklini 625’te (1228) vermiş ve hâmisi İbnü’l-Kıftî’nin kütüphanesine hediye etmiştir. Yâkūt el-Hamevî Muʿcemü’l-büldân’ı yazarken daha önce kaleme alınmış tarih, coğrafya, edebiyat ve biyografi kaynaklarına başvurduğu gibi seyahatleri sırasında görüştüğü kimselerden aldığı bilgilerden, kendi gözlem ve tecrübelerinden de yararlanmıştır. İbn Hurdâzbih, Ya‘kūbî, Ceyhânî, İbnü’l-Fakīh, Ebû Zeyd el-Belhî, İstahrî, İbn Havkal, Muhammed b. Ahmed el-Makdisî ve Ebû Ubeyd el-Bekrî’nin coğrafyaya dair eserleri onun temel kaynaklarındandır. Bunların yanında İbn Hişâm’ın es-Sîretü’n-Nebeviyye, Belâzürî’nin Fütûḥu’l-büldân, Seyf b. Ömer’in Kitâbü’r-Ridde ve’l-fütûḥ, Ali b. Hüseyin el-Mes‘ûdî’nin Mürûcü’ẕ-ẕeheb, İbnü’l-Kattâ‘ es-Sıkıllî’nin Ẕikru Târîḫi Ṣıḳılliyye, Ebû Ali Hasan b. Yahyâ’nın Târîḫu Ṣıḳılliyye, Ahmed b. Muhammed er-Râzî’nin Aḫbâru mülûki’l-Endelüs ve Hemdânî’nin Ṣıfatü Cezîreti’l-ʿArab’ı gibi birçok esere başvurmuştur. Yâkūt’un günümüze ulaşmayan birçok kitaptan alıntılar yapmış olması eserinin değerini arttırmaktadır. İslâm âlimleri tarafından kaleme alınıp günümüze ulaşan en büyük coğrafya ansiklopedisi olan eserde bölge, şehir, kasaba, köy, mevki, deniz, nehir, ada, çöl, dağ, vadi, ova, ribât, manastırlar vb. coğrafî unsurlar alfabetik olarak düzenlenmiştir. Müellif ele aldığı maddeler hakkında sadece coğrafî bilgi vermekle kalmamış, tarihî olaylara, şiir ve hikâyelere söz konusu yere mensup şahsiyetlere dair bilgilere de yer vermiştir. Çok zengin mâlûmat içeren eser bir ilim, edebiyat, tarih ve coğrafya hazinesi olarak nitelendirilmektedir. Yâkūt el-Hamevî, mukaddimede yeryüzünü ibret nazarıyla dolaşmayı emreden âyetlere dikkat çektikten sonra coğrafya biliminin önemini vurgular ve bu konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanan hatalara işaret eder. Bu arada faydalandığı kaynaklar hakkında bilgi verir. Eserini ihtisar etmesi yönündeki taleplere ise olumlu cevap vermediğini söyler. Ardından yeryüzü hakkında genel coğrafî bilgiler aktarır, bu konuda geçmiş ulemânın görüşlerine temas eder. Yeryüzünün yedi ana bölgesini, burçları, kitapta sık sık geçen bazı terimleri (berîd, fersah, mîl, kûre, mihlâf, ustân, tûl, arz, humus, katîa vb.) açıklar. Fethedilen ülkelerde yaşayan insanların özellikleri gibi konulara değinir. Eserde yer alan madde başı sayısı 12.953 olarak tesbit edilmiştir.

    Madde başlarının doğru okunabilmesi için harekelerini belirten Yâkūt ele aldığı ismin etimolojisini ve sözlük anlamını da zikreder. Ardından yerin coğrafî konumu, bazı merkezlere uzaklığı, tarihi, savaş veya barış yoluyla fethi, bu yerle ilgili şiirler ve sözler, burada meydana gelen önemli olaylar, yetişen İslâm âlimleri, edip ve şairler başta olmak üzere buraya nisbet edilen meşhur kişiler hakkında bilgi verir. Bizzat gittiği yerlerle ilgili gözlemlerini kaydeder. Konuya dair farklı rivayetleri ve görüşleri de aktarır, bazan bu görüşler arasında tercihte bulunur. Aktardığı bilgilerin kaynaklarını zikreder. Önceki kaynaklarda tesbit ettiği hataları düzeltir. Bilgilerin doğruluğu konusunda bir neticeye ulaşamamışsa onları sadece kaydetmekle yetinir. Bazı yerlerle ilgili olarak orada yaşayanların anlatımlarını nakleder. Bu yerlerin gelirleri, yetiştirilen ürünler, esnaf ve sanatkârlar, ticaret malları ve önemli ticaret merkezleri, kara ve deniz ticaret yolları, fiyatlar, madenler, alınan vergi miktarları gibi hususlar da eserde yer alan bilgiler arasındadır. Yine söz konusu yerle ilgili imar ve iskân faaliyetleri, saray ve kasırlar, camiler ve kütüphaneler, medreseler ve diğer tarihî eserlerden de bahsedilir. Çeşitli vesilelerle Bizanslılar, Türkler, Hazarlar, Bulgarlar, Saklebîler, Ruslar, Zencler, Çinliler, Haçlılar ve Moğollar gibi müslümanların ilişki kurdukları toplumlar hakkında bilgi verilir. Arap yarımadası başta olmak üzere birçok bölgede yaşanan nüfus hareketleri, göçler ve iskân, dinî-ilmî hayat ve nüfus gibi hususlar zikredilir. Böylece Muʿcemü’l-büldân bir yer hakkında kendisinden önceki asırlar içerisinde oluşan tarihî, ekonomik, coğrafî, edebî, sosyokültürel vb. çok zengin bilgi birikimini yansıtması bakımından ayrı bir önem taşır. Bu sebeple gerek Doğu’da gerekse Batı’da birçok araştırmacı tarafından alanının en muhtevalı ve önemli kitabı kabul edilmiştir. Eser, bazı yerler hakkında ayrıntılı bilgi aktarırken önemli bazı yerlere dair bilgilerin yetersiz oluşu, bir kısım yer adlarının etimolojisinin yanlış yapılması ve zorlama yorumlara girişilmesi, müellifin bazı konularda kültür yetersizliği dolayısıyla hatalı veya eksik bilgiler kaydetmesi, eserde bazı milletler hakkında aşağılayıcı ifadelerin kullanılması, hurafelere ve mitolojik unsurlara yer verilmesi gibi noktalarda eleştirilmiştir

    Kitâbü’l-Mesâlik ve’l-memâlik

    İbn Hurdâzbih’in kendisine İslâm coğrafyacılarının babası unvanını kazandıran en önemli çalışmasıdır. Eserin girişinde müellif, Batlamyus’un kitabını (Geographia) yabancı bir dilden (muhtemelen Süryânîce veya Grekçe) Arapça’ya tercüme ettiğini söyler; ancak bu tercüme günümüze ulaşmamıştır. Kitâbü’l-Mesâlik coğrafya yazıcılığında, Irak bölgesinin hilâfet merkezi olması esasına göre düzenlenen ve Irak ekolü kitapları adıyla bilinen eserlerin ilkidir. Verilen bilgilerin büyük kısmı kara ve deniz yollarına hasredilmiş, bu yolların dört yönde gelişmesi izlenerek Hindistan ve Çin gibi ülkeler tanıtılmıştır. İbn Hurdâzbih’in kaynak olarak Sâsânî döneminden kalma kayıtları kullandığı bilinmektedir. Posta ve haberleşme müdürlüğü yapmasından dolayı herhalde bu gibi kayıtlara ulaşmakta güçlük çekmemiştir; ayrıca bazı seyyahların özel notlarına bakabildiğinden eserini güvenilir kaynakların ışığında kaleme almıştır. Çoğunlukla İran tesirinde kaldığı görülen İbn Hurdâzbih eserinde kullandığı metodolojide, bilgilerin tasnifinde ve nihayet coğrafî terimlerin tercihinde daima Fars kültürünün izlerini sergilemektedir. Eski İranlılar dünyayı, Îranşehr merkezde olmak üzere “kişver” adı verilen ve her birinde çeşitli ülkeler bulunan yedi hâkimiyet bölgesine ayırmışlardır. İbn Hurdâzbih de eserinde bölge tariflerine, onlar gibi “dil-i Îranşehr” (İran’ın kalbi) dediği Sevâd’la (Irak) başlamaktadır. Müellif kitabı 232 (846-47) yılı civarında yazmış, daha sonra özetleyerek 272’den (885) önce tekrar kaleme almıştır. Ḥudûdü’l-ʿâlem’in yazarı ve Muhammed b. Ahmed el-Ceyhânî gibi coğrafyacılar başta olmak üzere birçok âlim tarafından kaynak olarak kullanılan eserin günümüze ulaşan şekli, Fransızca tercümesiyle ilk defa Kudâme b. Ca‘fer’in Kitâbü’l-Ḫarâc’ının bir bölümü ile birlikte Bibliotheca geographorum arabicorum serisinin VI. cildi olarak Michael Jan de Goeje (Leiden 1889, 1967) ve daha sonra Muhammed Mahzûm tarafından (Beyrut 1988) neşredilmiş, Fuat Sezgin de Goeje neşrini esas alarak tıpkıbasımını yapmıştır (bk. bibl.); Hüseyin Karaçanlu ise kitabı Farsça’ya çevirmiştir (Tahran 1370). 2. Kitâbü’l-Lehv ve’l-melâhî. İslâm öncesi Fars şiiri ve mûsikisi tarihiyle ilgili önemli bir risâle olup İran’da ve diğer birçok yerde kullanılan ud, tanbur, ney, zurna vb. çalgılar, mûsiki terimleri ve makamlarla (çehâr perde) mûsikiye dair diğer konuları ihtiva etmektedir. Bazı Arapça kaynaklarda iktibasların yapıldığı eser Ignatiyus Abduh Halîfe tarafından neşredilmiştir (Muḫtâr min Kitâbi’l-Lehv ve’l-melâhî, Beyrut 1964).

    Kitâbü’l-Mesâlik ve’l-memâlik

    İstahrî’nin eseri, geleneksel Kitâbü’l-Mesâlik ve’l-memâlik adını taşımasına rağmen Ebû Zeyd el-Belhî’nin başlattığı yenilikçi üslûbu yansıtır. Eser, asıl konusu olan müslümanların yaşadığı dünyayı yirmi “iklim”e ayırır ve iklim kelimesini daha çok İran’daki “kişver”e yakın bir biçimde “idarî bölge” anlamında kullanır. İstahrî kitabını Belhî’nin metoduna uygun olarak kaleme aldığını söyler. Onun bilgi kaynakları, genelde seyahatlerinden elde ettiği görgüye dayalı haberlerle çağdaşı coğrafyacıların eserleridir. Zengin bilgiler veren ve dikkatli tasvirler ortaya koyan İstahrî, yeryüzünün meskûn kısmıyla ilgili kara ve deniz ölçülerini kaydettiği bir girişten sonra bölgelerin tanımına geçer. Esere önce Belh okulu tarzında Arabistan’ın tasviriyle başlanır; daha sonraki bölümlerde Avrupalılar’la meskûn olan bölgelerden bahsedilir. Fars denizine (Hint Okyanusu) ayrılan kısımdan sonra sırasıyla Mağrib, Endülüs, Sicilya, Mısır, Suriye, Akdeniz, Irak, Hûzistan, Fars, Kirman, Sind, Ermenistan, Arrân, Azerbaycan, Cibâl, Deylem, Hazar denizi, Doğu İran ve Mâverâünnehir’e ayrılan bölümler gelir.

    Eserde her bölge (iklim) için ilk defa şehirler tanıtılır; ardından nehirler, dağlar, nüfus ve menziller hakkında bilgi verilir. Elde edilen yeni bilgiler bu plana göre metne yerleştirilir ve bunlara resmî belgelerle bazı tarihî bilgiler eklenir. Bölgelerin tanımı eserde geniş ve kapsamlı bir biçimde yapılmış, bu arada şehir ve kasabaların bir kısmının topografik ayrıntılarına da inilmiştir. Müellif, yol güzergâhlarını ve menzillerin arasındaki mesafeleri kesin olarak verir. Fizikî coğrafya ve antropoloji eski Yunan mitleriyle Arap geleneğinin karışımı gibidir. Denizler el-Bahrü’l-Muhît’ten (okyanus) gelmedir ve bunlar arasında en genişi Fars denizidir. Hint Okyanusu altı ay yirmi bir günde, Akdeniz ise yedi ayda geçilebiliyordu. Esere göre yeryüzünün en kuzey ve en güney noktalarında çok soğuk ve çok sıcak olmaları dolayısıyla insan yaşamaz; sadece Çin ile Fas arasındaki bölgeler meskûndur. İki yarım küreyi birbirinden ayıran ekvatorun kuzeyinde yaşayanlar beyaz, güneyinde yaşayanlar esmerdir ve sıcak kesimlere yaklaştıkça tenlerin daha siyah olduğu görülür. En verimli araziler Mâverâünnehir bölgesinde bulunur, ayrıca oranın halkı çok misafirperverdir. Batıda en güzel yer Şam’da Gūta vadisi, doğudaki en güzel yer ise merkezi Semerkant olan Soğd bölgesidir. Basra’da çok sayıda kanal vardır. Âbeskûn Hazar denizindeki en uygun liman, Târân da Kızıldeniz’deki en tehlikeli yerdir. Bütün bunların yanında bölgelerin hava durumu, ticaret, doğal kaynaklar, ziraat, hayvan besiciliği ve özellikle zeki insanlar ayrı ayrı müellifin dikkatini çeken konulardır. Kitapta zaman zaman toprak, balık, meyve ve sebzeler, ağırlık ve uzunluk ölçüleri, ihracat, ithalât, kanunlar, gelenekler, limanlar ve tarihî yerler gibi konularda ayrıntılara girilir. Ancak eserde müslüman kesimin komşuları olan gayri müslimler hakkında çok az bilgi verilmiştir. Buna karşılık dârülharplerde mevcut mahallî dinler anlatılmıştır.

    İslâm coğrafyacılığında bir okulun öncü kaynakları arasında yer alan bu eserde haritalar büyük önem taşır. Ancak güneyin daima en tepede bulunduğu Belh okulu haritalarıyla ilgili tartışmalar sürüp gitmektedir. Yuvarlak dünya haritasına ilâve olarak yirmi değişik bölge için yirmi ayrı harita içeren İslâm atlası mahiyetindeki eserler, o dönem müelliflerinin bütün ilgilerini İslâm dünyası üzerinde odaklandırdıklarını ve onun dışında kalan dünyanın onların ilgisini pek çekmediğini gösterir. İstahrî’nin haritaları bir bütünün parçası değildir; dolayısıyla bir araya getirildiklerinde bir dünya haritası teşkil etmezler. Ayrıca matematikî coğrafya ile de Muhammed b. Mûsâ el-Hârizmî’nin Batlamyus’un haritaları üzerinde yaptığı çalışmalarla da pek ilgileri yoktur. Bunların İslâmî ağırlığı gerçekte, IX. yüzyılda Halife Me’mûn’un divanında Batlamyus haritaları esas alınarak ortaya konulanlardan apayrı bir düşünceye sahip olmalarındadır. İstahrî’nin haritaları, Şerîf el-İdrîsî’nin bölgesel haritaları dışında bugün elimizde bulunanların en kapsamlı coğrafî tarif içerenleridir. Bunlar X. yüzyıldaki İslâm devletlerinin genel görüntüsünü verir, ayrıca aynı dönemdeki Avrupa haritalarına nisbetle daha fazla coğrafya bilgisi içerir. Karalar ve denizler gerçeğe uymayan geometrik şekiller halinde çizilmiştir. Meselâ göller daima yuvarlaktır; hatta Akdeniz dahi yuvarlatılmış ve bir daireye benzetilmiştir. Eserdeki yirmi bölgesel haritanın on ikisi İran’la ilgilidir ve İran’ın sınırlarını eski Sâsânî İmparatorluğu’nun topraklarını kapsayacak şekilde vermektedir. On üçüncü haritaya Mâverâünnehir’in Farsça konuşulan kısımları ilâve edilmiştir. İbn Havkal, İstahrî’nin Hindistan haritasının düzeltilmeye muhtaç, İran haritalarının ise mükemmel olduğu kanısındadır.

    318-320 (930-932) ile 340 (951-52) yılları arasında telif edilen Kitâbü’l-Mesâlik ve’l-memâlik (Mesâlikü’l-memâlik) sadece Arap okuyucularına mahsus kalmamış, Farsça’ya birçok defa tercüme edilerek diğer müslümanların da okumaları sağlanmıştır; hatta bir ara orijinalinin Farsça kaleme alındığı dahi söylenmiştir. Eser özellikle doğu İslâm ülkelerinde çok etkili olmuş ve İbn Havkal, Makdisî, Ḥudûdü’l-ʿâlem müellifi, Yâkūt el-Hamevî, Hâfız-ı Ebrû ve Osmanlı coğrafyacıları tarafından kaynak olarak kullanılmıştır. Kitabın 134 bölümü, tam ve özet yazma nüshalar halinde değişik kütüphanelerde bulunmaktadır; bunların çoğunda haritaların tamamı mevcuttur. Esere ait muhtasar bir nüshanın faksimile neşri J. H. Moeller tarafından yapılmış (Gotha 1839), bu nüshayı Andreas David Mordtmann Almanca’ya çevirmiştir (Hamburg 1845). Daha sonra eseri Michael Jan de Goeje 1870 yılında, 589 (1193) istinsah tarihli Berlin yazmasını esas alarak neşretmiştir. Bunu, Kahire Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye’de bulunan üç yazmadan yararlanılarak yapılan yeni bir neşri takip etmiştir (nşr. Muhammed Câbir Abdülâl el-Hînî, Kahire 1381/1961). Eserin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde altı (Bağdat Köşkü, nr. 334; Revan Köşkü, nr. 1646; III. Ahmed, nr. 2830, 3012, 3348, 3349) ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde üç (Ayasofya, nr. 2613, 2971, 3156) yazma nüshası daha vardır. Kitabın iki eski Farsça tercümesi Îrec Efşâr tarafından yayımlanmıştır (Tahran 1347 hş./1968; trc. Muhammed b. Es‘ad b. Abdullah Tüsterî, Tahran 1373 hş./1994).

    BİBLİYOGRAFYA
    İstahrî, Mesâlik (de Goeje), tür.yer.; Yâkūt, Muʿcemü’l-büldân, I, 211; Youssouf Kamal, Monumenta cartographica Africae et Aegypti, Le Caire 1926-51, III, 568, 584-622; I. Krachkovsky, Târîḫu’l-edebi’l-coġrafiyyi’l-ʿArabî (trc. Selâhaddin Osman Hâşim), Kahire 1963, I, 199-200; A. Miquel, Le géographie humaine du monde musulman jusqu’au milieu du XIe siècle, Paris 1967, s. 292-299; a.mlf., “al-Istak̲h̲rī”, EI2 (İng.), IV, 222-223; Gerald R. Tibbetts, “The Balkhī School of Geographers”, The History of Cartography (ed. J. B. Harley - D. Woodward), Chicago 1992, II/1, s. 108, 109, 110, 117; S. Maqbul Ahmad, A History of Arab-Islamic Geography, Amman 1995, VI, 79-84; M. J. de Goeje, “Die Istakhrī-Balkhī Frage”, ZDMG, XXV (1871), s. 42-58; J. H. Kramers, “La question Balḳī-Istakrī-Ibn Hawkal et l’Atlas de l’Islam”, AO, X (1932), s. 9-30; Muhammed Mahmûd es-Sayyâd, “el-Mesâlik ve’l-memâlik li’l-İstaḫrî”, Tİ, I, 719-730; O. G. Bolshakov, “Eṣṭaḳrī”, EIr., VIII, 646-647.

  • Arapça Yazılmış Felsefe Kaynakları

    Tehâfütü’l-felâsife

    Gazzâlî hayatının en verimli döneminde (1085-1095) felsefeye ilgi duymuş, iki yıl süreyle Fârâbî ve İbn Sînâ külliyatını inceledikten sonra bir yıl süreyle okudukları üzerinde durarak bazı meselelerde yoğunlaşmıştır (el-Münḳıẕ, s. 85). Filozofların tutarsızlıklarını ortaya koymadan önce felsefe alanında kendisini kanıtlamak için 487 (1094) yılında Maḳāṣıdü’l-felâsife’yi kaleme almış, ardından Tehâfütü’l-felâsife’yi yazmıştır (488/1095). Eser bir giriş, dört mukaddime, yirmi konunun (mes’ele) incelendiği “İlâhiyyât” ve “Tabîiyyât” başlıklı iki bölümle kısa bir hâtimeden oluşmaktadır. Konuların on altısı ilâhiyat ve metafizik, dördü tabîiyyâta dairdir. Gazzâlî filozofları eleştirirken yirmi meseleden onunda “ibtâl” (çürütme, geçersiz kılma), altısında “ta‘cîz” (âciz bırakma, köşeye sıkıştırma), iki meselede filozofların ortaya koyduğu kanıtların yetersizliğini belirtmek üzere “acz”, bir meselede aldatmacaya başvurduklarını belirtmek için “telbîs” kelimesini kullanmıştır. Bunlar, ele aldığı meselelerin kendi amacı bakımından taşıdığı önemi ve konunun ağırlığını göstermek üzere bilinçli olarak seçilmiş kelimelerdir. Yirmi meseleden on yedisinde filozofların görüşlerini yetersiz ve hatalı kabul edip bunları bid‘at sayan Gazzâlî âlemin ezelîliği, Allah’ın sadece küllîleri bildiği ve âhiret hayatının ruhanî olduğu tarzında yorumladığı görüş ve iddialarından dolayı filozoflar hakkında “küfür” kelimesini kullanmıştır (s. 12-13).

    Eserin giriş kısmında Gazzâlî zekâ ve anlayışlarını akranlarının zekâ ve anlayışlarından daha üstün gören, bu sebeple dinî emir ve yasakları önemsemeyen, ibadetleri küçümseyip terkeden, zan ve şüpheye kapılarak dinle bağlarını koparan bazı kimseler gördüğünü anlatır; ardından bu kişileri yoldan çıkaran asıl etkenin Sokrat, Hipokrat, Eflâtun ve Aristo gibi filozofları taklit etmeleri olduğunu söyler. Bu filozofların olgun bir akla ve birçok fazilete sahip bulunduklarını, ancak şeriatları ve inançları inkâr ettiklerini, din ve mezheplerin ayrıntılarını kabule yanaşmayıp bunların sonradan meydana getirilmiş kanunlar ve aldatıcı hilelerden ibaret olduğuna inandıklarını nakleder. Bütün bunlar İslâm filozoflarının karakterine uyduğu için onların bu eski filozofların safında yer almak suretiyle küfre girdiklerini ileri sürer (s. 1-2). Gazzâlî döneminde filozof unvanıyla tanınmış herhangi bir kimse bulunmadığına göre onun burada eleştiri konusu yaptığı kişiler İhvân-ı Safâ ve İsmâilî geleneğini sürdürenlerle öteden beri kelâmcıların bu tür eleştirilerine muhatap olan, daha çok tabip, müneccim ve mühendisler arasından çıkan yabancı kültür hayranı birtakım zındık ve mülhidler olmalıdır. Dolayısıyla Gazzâlî, bu çevrelerin felsefeden beslendiğini düşünüp Fârâbî ve İbn Sînâ gibi meşhur iki filozofun şahsında felsefeyi ve filozofları eleştirmiştir. Çünkü ona göre felsefeyi bütün disiplinleriyle sisteme kavuşturan, mutlak filozof ve muallim-i evvel unvanıyla anılan Aristo, onu en iyi inceleyip nakleden de bu iki filozoftur. Bu sebeple Aristo’ya ait tutarsız görüşleri bunların nakillerine dayanıp reddedeceğini söyler (s. 4-5). Bunu yaparken filozofların kullandığı yöntemin temelsizliğini ve tutarsızlığını ortaya koymak suretiyle onlar hakkında iyimser düşünenleri uyarmayı amaçladığını belirten Gazzâlî, bir tez ortaya atarak değil sorgulayarak ve reddederek onlara karşı çıkacağını, filozofları sıkıştırıp kesinliğine inandıkları şeyleri geçersiz kılacağını belirtir (s. 9). Tehâfütü’l-felâsife’deki temel iddiaya göre filozofların öğretileri tutarsızdır, doğru temellendirilmemiştir; yargıları incelemeye ve kesin bilgiye değil zan ve tahmine dayandığı için aralarında görüş birliği yoktur. Eğer metafizik hakkındaki bilgileri tahminden arındırılsa ve matematikte görüldüğü gibi kesin kanıtlara dayandırılsaydı bu konularda görüş ayrılığına düşmezlerdi (s. 4). Gazzâlî esas itibariyle filozofları, bilimde uyguladıkları matematik yöntemini metafizikte uygulayamadıkları halde bu alandaki görüşlerini kesin gerçekmiş gibi göstermeleri yüzünden eleştirmektedir.

    Gazzâlî kelâmcılarla filozoflar arasındaki görüş ayrılığının üç meseleden kaynaklandığını söyler. Bunlardan ilki terimlere farklı anlamlar yüklenmesidir. Meselâ filozoflar cevherin “bir önermede yüklem olmayan, kendi kendine yeten, var olmak için başka bir nesneye ihtiyacı bulunmayan” anlamına geldiğini söyleyerek Allah’a cevher denmesinde bir sakınca görmezler. Kelâmcılar ise bu terime “yer kaplayan” mânası verdiklerinden Allah hakkında kullanılamayacağını ileri sürerler. Gerçekte bu, esasa ilişkin olmayan lafzî bir tartışmadır. İkinci mesele ay tutulması hadisesi gibi astronomi ve tabiat bilimleriyle alâkalıdır. Gazzâlî’ye göre bu konuların dinle bir münasebeti yoktur. Dini savunmak amacıyla bilimin kesin kabul edilen sonuçlarına karşı çıkan kimse din adına cinayet işlemiş sayılır. Esasen zındıkları en çok sevindiren şey şeriatı savunan bir kimsenin ilmî görüşlerin şeriata aykırılığını iddia etmesidir. Üçüncü mesele âlemin yaratılmışlığı, Allah’ın sıfatları ve âhirette ölülerin dirileceğine dair konulardır. Gazzâlî’ye göre filozoflar bu üç meselenin hepsini inkâr etmiştir (s. 6-8). Ebû Bekir er-Râzî dışında nasları açıkça inkâr eden bir İslâm filozofu bulunmadığına göre filozofların söz konusu üç meseleyle ilgili nasları te’vil ederken ileri sürdükleri görüşler Gazzâlî tarafından dinî nasların ve hükümlerin inkârı şeklinde yorumlanmış ve filozoflar bu yüzden tekfir edilmiştir.

    Tehâfütü’l-felâsife’de eleştirilen yirmi meseleden ilki âlemin ezelîliğine ilişkindir. Üç semavî dine göre âlem sonradan yaratılmıştır. Bu dinlere mensup ilâhiyatçılar ve bazı serbest düşünürler âlemin yaratılmışlığını çeşitli delillerle savunurken Aristo, Proclus ve dehrîler âlemin ezelî olduğunu iddia etmişlerdir. Fârâbî ve İbn Sînâ gibi İslâm Meşşâîleri’ne göre ise âlem zaman bakımından ezelî, zat bakımından (bilfiil varlığı itibariyle) sonradandır. Bu filozoflar, dinle felsefî görüşler arasında bir uzlaşma sağlamak amacıyla Plotinus’tan gelen sudûr teorisine başvurmuşlar ve âlemin yaratılışının sudûr şeklinde gerçekleştiğini iddia etmişlerdir. Ancak birçok sorunu beraberinde getiren bu teori başta Gazzâlî olmak üzere kelâmcılar tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Çünkü kelâmcılar Allah’ın varlığını hudûs deliliyle kanıtlamaya çalışırlar. Halbuki zaman bakımından da olsa âlemin ezelîliği fikri hudûs delilinin geçerliliğini ortadan kaldırmakta ve Allah’ın varlığını ispatlamayı güçleştirmektedir. Bu sebeple Gazzâlî âlemin ezelîliği tezini dört delille çürütmeye çalışmıştır (s. 15-47). Fakat söz konusu iki filozofun âlemin ezelîliğini benimsediği iddiasını onların eserlerinde açık biçimde görmek mümkün değildir. Meselâ İbn Sînâ’ya göre kadîm olan yalnızca yüce Allah’tır; çünkü yokluk O’nu öncelememiştir, varlığı da başkasından değildir. O’ndan başkasının hepsi sonradandır; zira yokluk onu öncelemiştir, varlığı da yüce olan ilkten gelmektedir (İslâm Filozoflarından Felsefe Metinleri, s. 319). İbn Sînâ’nın bu açık ifadesine rağmen Gazzâlî’nin bu filozofları küfürle itham etmesinde ezelîlik fikrini içeren sudûr teorisini benimsemelerinin etkisinin bulunduğu söylenebilir. Gazzâlî’nin, âlemin zatı itibariyle hâdis, zaman bakımından ezelî olduğunu söyleyen bu iki filozofu âlemi hem zat hem zaman bakımından ezelî sayan dehrîlerle bir tutarak tekfir etmesi şaşırtıcıdır. Çünkü âlemin yaratılışını sudûrla izah etmek hatalı bile olsa küfür sayılmamalıdır. Bu konuda önemli olan Allah’ın hâlik oluşu ve âlemin bizâtihi sonradanlığıdır. Bununla birlikte Gazzâlî sudûr sistemindeki çelişkileri, tutarsızlıkları başarılı şekilde belirlemiş, yoktan ve hiçten yaratma inancı karşısında sudûrun karmaşıklığını ve tutarsızlığını ortaya koymuştur.

    er-Red ʿalâ Kitâbi’t-Tehâfüt

    Meşşâî okulunun son büyük temsilcisi, aynı zamanda fakih ve hekim olan Ebü’l-Velîd İbn Rüşd, din-felsefe ilişkisinin sağlam bir zemine oturtulması meselesine özel önem atfederek bu konuda müstakil eserler yazmıştır. Onun bu amaçla kaleme aldığı Faṣlü’l-maḳāl ve el-Keşf ʿan menâhici’l-edille’den başka muhtemelen 1180-1181 yıllarında telif ettiği eserin ismi, Escurial Library’de bulunan Bernâmecü’l-faḳīh İbn Rüşd adlı nüshada er-Red ʿalâ Kitâbi’t-Tehâfüt, zeylinde ise er-Red ʿale’l-Ġazzâlî fî Tehâfüti’l-felâsife şeklinde kaydedilmiştir. İbn Ebû Usaybia bu eserden, müellifin Gazzâlî’nin Kitâbü’t-Tehâfüt’üne cevap verdiği Kitâbü Tehâfüti’t-Tehâfüt diye söz ederken Zehebî Kitâbü Tehâfüti’t-Tehâfüt olarak zikreder. Safedî ise eser hakkında, “Onun bir de Gazzâlî’ye cevap verdiği Tehâfütü’t-Tehâfüt’ü vardır” ifadesini kullanır (Cemâleddin el-Alevî, s. 23). Tehâfüt’ün günümüze ulaşan nüshalarında Şerḥu Tehâfüti’l-Ġazzâlî, Kitâbü Red ʿale’t-Tehâfüt, Kitâbü Reddi Tehâfüti’l-ḥükemâʾ ve Tehâfütü Tehâfüti’l-felâsife adları yer almaktadır (Anawati, s. 98).

    İslâm toplumunda din-felsefe ilişkisinin Ya‘kūb b. İshak el-Kindî ile gündeme geldiği bilinmektedir. Kindî felsefeye karşı çıkan çevrelerin bu tutumundan, “Saldırgan ve zalim düşman durumunda olan bunlar, haksız yere işgal ettikleri kürsüleri korumak için elde edemedikleri ve çok uzağında bulundukları insanî faziletlere sahip olanları aşağılar” sözleriyle yakınır (Felsefî Risâleler, s. 142). Felsefenin İslâm dünyasına intikalinden beri bu harekete karşı gösterilen tepkiler Gazzâlî’nin söylediği gibi kelâmcıların kitaplarındaki kapalı, sistemsiz, çelişik ve bozuk ifadeler olmaktan öteye gidememiştir (el-Münḳıẕ, s. 34). Fakat Gazzâlî filozoflara yönelik en tutarlı ve etkili eleştiriyi Tehâfütü’l-felâsife’de ortaya koymuş, onun bu eleştirilerine cevap ise İbn Rüşd’den gelmiştir. İbn Rüşd, Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-felâsife’de gerçekleştirmek istediği amaç ve izlediği yöntem karşısında kendini Tehâfütü’t-Tehâfüt’ü yazmaya yönelten temel etkenleri gerek bu eserinin gerekse Faṣlü’l-maḳāl ve el-Keşf’in satır aralarına serpiştirmiştir. İbn Rüşd’e göre insanın mahiyetini belirleyen ve onu diğer varlıklardan ayıran temel vasfı aklî etkinlikleridir. Akıllı oluşu aynı zamanda ona çok önemli bir konum sağlar; çünkü o aklı sayesinde insandır ve varlık alanındaki her şeyden daha değerlidir (Tehâfütü’t-Tehâfüt, II, 560-561). Akıl varlıktaki düzeni düşünüp anlamaktan ibarettir. İnsanın var oluş amacı aklın nazarî ve amelî işlevleri açısından yetkinliğe ulaşmaktır. Bunlardan ilki doğru bilgi, diğeri doğru eylem sayesinde gerçekleşir (el-Keşf, s. 241; Faslü’l-makâl, s. 99-100). Bu da kendiliğinden gerçekleşecek bir şey olmayıp bir zihniyet ve yöntem meselesidir. Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-felâsife’deki tutumuna ilişkin olarak İbn Rüşd’ün yaptığı değerlendirme ve eleştiriler üç grupta toplanabilir.

    1. Hassas bir alan olan metafizik konusunda Gazzâlî gereken titizliği göstermemiştir. Nazarî meselelerin çoğu ilk bakışta kolayca anlaşılır türden olmadığı gibi bunların temellendirilmesinde kullanılan öncüller de her insan için anlamlı ve mâkul değildir. Bu öncüller ancak mantık bilenler için bir mâna ifade eder. Bu sebeple retorik (hatâbî) ve diyalektik (cedelî) yöntemin metafizikte kullanılması doğru değildir; bu alanda sadece burhanî yöntem kullanılır (Tehâfütü’t-Tehâfüt, I, 345-348; II, 647-648). İbn Rüşd’e göre metafizik meselelerin bu metotla tartışılması hem din hem felsefe açısından tehlikelidir. Nitekim Gazzâlî’nin bu hususta gereken dikkat, özen ve duyarlılığı göstermemesi yüzünden bazıları felsefeyi, bazıları dini gereksiz ve geçersiz sayma yoluna gitmiştir. Herhalde Gazzâlî bunu yaparken böyle bir sonucu amaçlamıyor, din ve felsefenin uzlaştırılmasına katkı sağlamayı düşünüyordu (Faslü’l-makâl, s. 97; el-Keşf, s. 182; Tehâfütü’t-Tehâfüt, I, 348-349). Öte yandan İbn Rüşd bu polemiğe girmiş olmaktan duyduğu rahatsızlığı ifade eder: “Böyle bir işe girişmeyi aslında doğru bulmuyorduk; ancak Gazzâlî bu önemli ilim (metafizik) alanında böylesi hayal ürünü düşünceleri ortaya atarak erdemli işler yapmak suretiyle mutluluğa ulaşma yolunu insanlara kapatmıştır” (Tehâfütü’t-Tehâfüt, I, 348-349); “Bilen, gözleyen ve gören Allah’a yemin ederim ki bu konular üzerinde bu şekilde konuşmayı doğru bulmuyorduk” (a.g.e., II, 651). Filozof başka yerlerde de bu rahatsızlığını dile getirir (meselâ bk. a.g.e., II, 874; Faslü’l-makâl, s. 99).

    2. Gazzâlî’nin, “Biz bu kitapta kendimizi, sadece onların öğretilerini bulandırmak ve tutarsızlıklarını gösteren çeşitli delillerini geçersiz kılmakla sınırladık” (Tehâfütü’l-felâsife, s. 46); “Biz bu kitaptaki meseleleri yapıcı olarak değil yıkıcı ve karşı çıkıcı bir tavırla ele aldık. Bu yüzden kitaba gerçeğin ortaya konulması değil filozofların tutarsızlığı adını verdik” (a.g.e., s. 106) şeklindeki ifadeleri karşısında onun kötü niyetli olabileceğini düşünmek istemeyen İbn Rüşd böyle bir amacın kötülükte son derece ileri gidenlere dahi yakışmayacağını söyler (Tehâfütü’t-Tehâfüt, I, 416; II, 545-546). Gazzâlî böyle bir maksat güdecek biri olmadığına, Tehâfütü’l-felâsife de bir vâkıa olarak ortada durduğuna göre onu bu kitabı yazmaya sevkeden başka etkenler aramak gerekir. Gazzâlî bu tür konuları gerçek yönleriyle anladığı halde konuyu ya burada gerçeğe aykırı biçimde ortaya koymuş ya da gerçek yönleriyle anlayamadığı ve iyi bilmediği konular hakkında görüş bildirmeye kalkışmıştır. Birinci davranışın ancak kötü niyetlilerin, ikincisinin cahillerin işi olduğunu belirten İbn Rüşd’e göre Gazzâlî her iki kusurdan da uzaktır. Fakat iyi cins bir at da tökezleyebilir, şu halde bu kitabı yazmış olması Ebû Hâmid’in sürçmesidir (a.g.e., I, 199-200, 416; II, 609, 735). Gazzâlî’nin bu doğrultuda hareket etmiş olmasını İbn Rüşd bilgi eksikliği ve yaşadığı dönemin özel şartları gibi sebeplere bağlamaktadır. Gazzâlî’nin en önemli sorunu olan bilgi eksikliği onun Tehâfütü’l-felâsife’de izlediği özel yöntemin doğal sonucudur. Çünkü Gazzâlî, Aristo doktrininin tutarsızlığını göstermenin filozofların tutarsızlığını göstermek, Fârâbî ve İbn Sînâ’nın metafizik problemlere ilişkin görüşlerini geçersiz kılmanın da Aristo metafiziğini geçersiz kılmak anlamına geleceğini düşünmektedir (Tehâfütü’l-felâsife, s. 4-5; el-Münḳıẕ, 35-38). Böyle bir ön kabul ve genelleme, İbn Rüşd’e göre Gazzâlî’nin filozoflara yönelttiği eleştirinin en önemli kusurunu ve en zayıf yönünü meydana getirmektedir. Zira Aristo’nun eserlerinin tercümeler sırasında önemli ölçüde değişikliğe uğradığının farkına varan Gazzâlî (Tehâfütü’l-felâsife, s. 4), gerçeğin arayıcısı olarak İbn Sînâ’nın da bu durumdan etkilenebileceğini hesaba katmadan yalnızca onun eserlerini inceleyip filozoflar hakkında olumsuz yargıda bulunmuştur. Dolayısıyla Gazzâlî’nin ortaya koyduğu eleştirileri doğrudan İbn Sînâ’yı bağladığı halde aslında Aristo’ya ait bulunmayan birçok görüşü önce ona izâfe etme, ardından onu mahkûm edecek genellemeler yapma durumuna düşmüştür. Eğer Gazzâlî, hedef aldığı Aristo doktrinini doğrudan onun eserlerinden hareketle inceleseydi hem kendi yöntem anlayışına ve ilkelerine uygun davranmış hem de şahsiyetine yakışan bir tavır sergilemiş olurdu (Tehâfütü’t-Tehâfüt, I, 199, 406-407, 412-413; II, 617, 790-791). Gazzâlî’yi Tehâfütü’l-felâsife’yi yazmaya yönelten ikinci sebep onun yaşadığı dönemin özel şartlarıdır. Nitekim Gazzâlî, filozoflarla hesaplaşmasının gerekçeleri arasında o dönemde bazı kişi ve grupların dinî inanç, ilke ve ibadetleri küçümseyen, hatta hiçe sayan tavırlarını da zikreder (Tehâfütü’l-felâsife, s. 1-3). Öte yandan bir terör odağı haline gelen bâtınî hareketler devrin ilim çevreleri ve dindar kesimleri kadar siyasî otoriteyi de kaygılandırıyordu. Gazzâlî de felsefeyle içli dışlı olan bâtınî öğretileri reddetmek amacıyla çeşitli eserler kaleme almıştır. Bundan hareketle İbn Rüşd, Gazzâlî’nin belli kesimlere şirin görünmek (Tehâfütü’t-Tehâfüt, I, 97) ve filozofların öğretilerinden pek çoğunu benimsediği halde bunu gizlemek için onları eleştirmek zorunda kaldığını belirtir (a.g.e., I, 272; II, 538). Fakat Gazzâlî böyle yaparak hem kendinden beklenen gerçeği ortaya koyma amacından uzaklaşmış hem de kendini zora sokmuştur (a.g.e., I, 98). Nitekim diğer eserlerine bakıldığında filozofların metafizik meselelere dair düşüncelerinden faydalandığı görülür. Mişkâtü’l-envâr’ı bunun en açık delilidir. Öte yandan onu eleştiren bazı kimselere karşı kendini, “... İzin iz üstüne gelmesi imkânsız değildir. (...) Velev ki bu görüşlerin hepsi eski filozofların kitaplarında yer almış olsun; eğer söz konusu görüş kendi içinde tutarlı, kesin kanıta dayalı olup Kitap ve Sünnet’e de aykırı değilse niçin terk ve inkâr edilsin?” şeklinde savunması da (el-Münḳıẕ, s. 45-46) bu gerçeğin bir diğer göstergesidir. 

    Kitâbü’ş-Şifâ

    İbn Sînâ’nın felsefî sistemini bütün yönleriyle kapsayan ve diğer eserlerinin anlaşılması için esas teşkil eden Kitâbü’ş-Şifâʾ, İslâm felsefesi geleneği yanında topyekün İslâm düşüncesi tarihinin de büyük bir klasiğidir. Filozofun kendi ilimler tasnifine dayalı olarak kaleme aldığı eser, onun terminolojisinde felsefî ilimler veya aklî ilimler diye geçen çok sayıda disiplini konu edinir. Eserde mantıkla temellenen felsefî araştırma tabiat felsefesi ve matematik ilimleriyle bilimsel boyutlar kazanır, metafizikle taçlanır, peygamberliğin ispatı meselesiyle son bulur. eş-Şifâʾ, Aristo külliyatının İslâm felsefe geleneğindeki ismiyle “et-ta‘lîmü’l-evvel”in yeniden ele alınışı olup felsefî ilimlerin öğretimi için kapsamlı bir kaynak şeklinde tasarlanmıştır. İbn Sînâ, felsefî çözümlemelerini Aristo külliyatından hareketle derinleştirirken tıpkı onun yaptığı gibi Thales ve Pisagor’a kadar giden felsefî fikirlerle hesaplaştığı için eş-Şifâʾ aynı zamanda İbn Sînâ’nın bakışıyla yazılmış bir Grek felsefesi tarihi görünümündedir. Bu eleştirel tutumu çağının kelâmcılarına da yöneltmiş olması eseri İslâm kelâm geleneği bakımından önemli kılmaktadır. Filozofun fizik ve matematiğin çeşitli dallarını, ayrıca zooloji ve botaniği sistemli biçimde ele alması esere bilim tarihinin bakış açısıyla da yaklaşmayı gerektiren özel bir hüviyet kazandırmıştır.

    Filozofun eş-Şifâʾya yazdığı genel giriş eserin amacı ve yöntemi hakkında fikir edinmek için önemli bir kaynaktır. Fizik bölümünün başındaki ikinci giriş de eserin müellif tarafından tanıtılması yönüyle önemlidir. Talebesi Ebû Ubeyd Abdülvâhid el-Cûzcânî’nin eş-Şifâʾya yazdığı sunuşla hocası hakkında kaleme aldığı Târîḫu’ş-Şeyḫ adlı biyografi de eserin yazılış süreciyle ilgili değerli bilgiler içermektedir. İbn Sînâ, eserini yazmaktaki maksadını “Eskiçağ’lara ait felsefî ilimlerde doğruluğunu araştırarak tesbit ettiğimiz (mâ tahakkaknâhu) ilkeleri özüyle ortaya koymak” diye açıklamaktadır. Bu ifadedeki “tahakkuk” kavramı, İbn Sînâ terminolojisinde bilgiyi bir filozofun ya da felsefe akımının otoritesinden hareketle değil ayrıntılı mantıkî analiz ve kanıtlamalarla doğrulamak anlamına gelmektedir (Gutas, s. 188). Filozofa göre bu ilkeler, uzun yıllar boyunca ortak felsefî aklın çabaları ve kabulleriyle üretilmiş bir araştırma birikimini ifade etmektedir. Bu amacın, eski nesillerin ürettiği bilgileri aktarmakla yetinilmesi veya bu birikim karşısında pasif bir yorumcu konumunda bulunulması demek olmadığını vurgulamak üzere filozof, söz konusu ilkeler ve onlarla ilgili ikincil meseleler hakkında araştırmalar yaparken tam bir problem bilinci içinde davrandığını vurgulamaktadır. Klasik kaynaklarda yer alan bütün önemli birikimlerin esere alındığını özellikle belirten İbn Sînâ bu felsefî birikime kendisinin ulaştığı çok önemli hususları kattığını da belirtmektedir (eş-Şifâʾ el-Manṭıḳ [1], s. 9-10). eş-Şifâʾda eleştirel bir yöntem izleyeceğini ve sonu gelmeyen tartışmalara girmek istemediğini fiziğe yazdığı girişte tekrar vurgulayan filozofun kendisinden önceki şârihlerce kaleme alınmış kitapları şerh veya tefsir etme yolunu seçmeyişi de bundandır. Ancak eseri Meşşâîler’in felsefesinde geçerli olana yakın bir tertip içinde düzenleme niyeti de açıkça dile getirilir (eş-Şifâʾ eṭ-Ṭabîʿiyyât [1], s. 3).

    İbn Sînâ, Aristo’nun tertibine uyarak eş-Şifâʾya mantıkla başlamıştır. Mantığı fizik, matematik ve metafizik izler. Filozof, fizik ilimlerin öncüsü kabul edilen Aristo’nun Fizika’sıyla birçok hususta paralel düşmediğini vurgulama ihtiyacı duyar. Matematik alanında takip etmeyi düşündüğü yol ise konunun anlaşılıp öğrenilmesini kolaylaştıracak bazı ilâve, açıklama ve çözümlemeler yanında esas alınan metinlerin sistematik biçimde özetlenmesidir. İbn Sînâ’nın bu alanda dayandığı kaynakların geometride Öklid’in Kitâbü’l-Üsṭüḳussât’ı, astronomide Batlamyus’un Kitâbü’l-Mecisṭî’si, aritmetikte Gerasalı Nicomachus’un Kitâbü’l-Medḫal fi’l-ḥisâb’ı olduğunu yine kendisi söylemektedir. Filozof, matematiğin üçüncü fenni olan müzik hakkında yazdığı Cevâmiʿu ʿilmi’l-mûsîḳā adlı bölüm için kaynak adı vermez, fakat bu konuda giriştiği uzun ve zahmetli incelemelerden bahseder (eş-Şifâʾ el-Manṭıḳ [1], s. 11). Gutas, eş-Şifâʾnın bu fenninde Batlamyus’un Harmonikon’undan yararlanıldığını kaydetmektedir (Avicenna, s.102). Son olarak filozof bütün bölümleri ve yönleriyle metafiziği ele almış, bu arada ahlâka ve siyasete -daha sonra bu konularda müstakil ve kapsamlı bir eser yazacağı gerekçesiyle- metafizik içinde temas etmiştir. Dolayısıyla bu bölümde amelî felsefeye sadece metafizik temelleri itibariyle değinmiştir. İbn Sînâ’nın bu eserin, felsefe sanatıyla ilgili doyurucu bilgilerin yanı sıra başka kitaplarda kolayca rastlanmayacak türden özgün katkılar (ziyâdât) içerdiği yönündeki vurgusu dikkat çekicidir (eş-Şifâʾ el-Manṭıḳ [1], s. 11).

    Filozofun eş-Şifâʾdan sonra bu kitaba bir şerhten, eserdeki temel ilkelerin açımlanması veya bir genişletme olmak üzere yazmayı planladığı Kitâbü’l-Levâḥıḳ adlı bir eserden söz etmesi, eş-Şifâʾnın belli felsefî disiplinlerle ilgili hâlâ genişletilmeyi bekleyen bir eser şeklinde tasarlandığını akla getirmektedir. Nitekim eş-Şifâʾnın kapsamının genişliğine rağmen hacminin küçük olduğunu özellikle belirtmektedir (a.g.e., a.y.). Eserin tertibinde başlıklandırma sistemi “cümle, fen, makale, fasıl” biçiminde düzenlenmiş olup cümle terimi felsefenin dört ana dalını, fen ise tâli dalları ifade etmektedir. Bu cümleler sırasıyla mantık, fizik (tabîiyyât), matematik (riyâziyyât), metafiziktir (ilâhiyyât) ve hepsi birlikte Kitâbü’ş-Şifâʾyı oluşturur (eserin genel planı için bk. Yahyâ Mehdevî, s. 132-169). eş-Şifâʾnın cümleleri gibi kapsamlı, ancak ayrıntıya girmeyen eserlere Latinler’in “compendium” adını verdiği hatırlanırsa eş-Şifâʾ, felsefenin dört ana dalı hakkında yazılmış “compendium”lardan müteşekkil bir “compendia” sayılabilir. Bu açıdan bakıldığında eser için modern araştırmacıların kullandığı ansiklopedi kelimesi uygun düşmemektedir. Çünkü modern bir ansiklopedide her bir ana dal ve bilim dalı arasında iç bağlantıların tutarlı biçimde oluşturduğu organik birlik gözetilmez (Gutas, s. 103). eş-Şifâʾ ise İbn Sînâ’nın nitelemesiyle bir “mecmû‘”dur (eş-Şifâʾ eṭ-Ṭabîʿiyyât [1], s. 4), bütüncül bir eser hüviyetindedir.

    Cûzcânî’nin eş-Şifâʾ için yazdığı sunuşa bakılırsa talebeleri İbn Sînâ’dan artık ulaşılamaz hale gelmiş eserlerini yeniden yazmasını istemiştir. Filozof eskiden yaptığı gibi lafzî metin tahlilleri ve şerhiyle uğraşacak zamanı bulunmadığını, esasen böyle bir şeye gönlünün de yatmadığını, eğer zihninde hazır olanlarla yetinilirse kendince uygun gördüğü bir tertibe göre kapsamlı tek bir eser kaleme almayı tercih ettiğini belirtmiş ve fizik ilimlerinden başlayarak eş-Şifâʾyı yazmaya koyulmuştur (eş-Şifâʾ, Cûzcânî’nin girişi, s. 2). Biyografisinde ise Cûzcânî’nin İbn Sînâ’dan Aristo’nun kitaplarına şerh yazmasını istediği, fakat hocasının böyle bir iş için boş vaktinin olmadığı cevabını vererek dilerse felsefî ilimlerde doğru bulduklarını, muhaliflerle tartışmaya girmeksizin ve reddetme gailesiyle uğraşmaksızın bir kitapta toplayabileceğini söylediği belirtilir. Bu iki metinde dikkat çeken ilk husus filozofun eş-Şifâʾ ile özgün bir eser ortaya koyma isteğidir. Dostu Ebû Ca‘fer el-Kiyâ’ya yazdığı mektupta eskilerin bütün ilimlerini kapsayan eş-Şifâʾ adlı büyük kitapta yaptığı çalışmayı şerh, tafsil ve tefrî‘ (ilkelere göre ayrıntılı hale getirme) biçiminde özetlemiştir (el-Mübâḥas̱ât, s. 374). Buradaki şerh, tafsil ve tefrî‘ terimleri felsefî ilimlerin açıklanmasına yönelik analiz yöntemlerini ifade eder. Filozofun eserinin metafizik bölümünde geçen “mantık ve fizikle ilgili şerhimizde” ifadesi de (eş-Şifâʾ el-İlâhiyyât [1], s. 22) böyle anlaşılmalıdır. Çünkü İbn Sînâ, eş-Şifâʾyı Aristo külliyatına daha önce yazılan şerhler dizisine eklenmiş sıradan bir halka gibi tasarlamamıştır. Nitekim Gutas’a göre filozof İskenderiye şârihlerinin yazdığı türden şerh tarzını kısmen terketmek istemiş, eş-Şifâʾda kendi fikrî yaklaşımı içinde yeniden teşekkül etmiş haliyle felsefî ilimleri ortaya koymuştur. Bu karar, eş-Şifâʾnın yanı sıra en-Necât ve Dânişnâme-i ʿAlâʾî’nin telif tarzında da örneği görülen yeni bir tutumu ifade etmektedir (Gutas, s. 102). Cûzcânî’nin metinlerinde dikkati çeken ikinci husus, filozofun muhalif fikirler karşısında eleştirel tutumunu muhafaza etmekle birlikte yeni eserini sonu gelmeyen tartışmalara boğmadan kendi felsefî doğrularını öne çıkarma niyetidir. Nitekim bu niyeti, eş-Şifâʾnın genel girişinde de vurguladığı gibi “meşrikī felsefe” hakkında yazdığı eserinde billûrlaşmıştır. Gutas (a.g.e., s. 109-111), eş-Şifâʾnın girişinden hareketle İbn Sînâ’nın Aristo ve “Meşşâî ortodoksi” karşısındaki tutumunu tartışmış, filozofun bu girişte olsun, orada sözünü ettiği el-Felsefetü’l-meşriḳıyye’ye dair eserin girişinde olsun kendisini Aristocu geleneğin bilinçli bir reformcusu şeklinde takdim ettiğini yazmıştır.

  • Süreli yayınlar

    Süreli yayınlar birbirini izleyen ayrı bölümler halinde, genellikle numaralandırılmış olarak yayımlanan ve önceden belirlenmiş bitişi olmayan bir süreli kaynak. Süreli yayın örnekleri arasında dergiler, magazinler ve elektronik dergiler, sürekli olarak yayımlanan rehberler, yıllık faaliyet raporları, gazeteler ve monografik diziler vardır. Türkiye'de 1795'te Fransızlar tarafından basılan ilk dergi Bulletin de Nouvelles'dir. Ertesi yılda 15 günde bir yayımlanan Gazette Française de Constantinople Türkiye'de çıkarılan ilk gazete unvanını almaktadır ve o da Fransız menşelidir. 

    https://tr.wikipedia.org/wiki/Süreli_yayın

    Genellikle yılın çeşitli zamanlarında, aylık, haftalık yayınlanan dergi, magazin ve gazete gibi yayınlar. Süreli yayınların genellikle cilt ve sayı numaraları vardır. Dergi, magazin, periyodik ve süreli yayın kelimeleri birbirinin yerine kullanılabilir. Surelı yayın = Süreli yayınlar birbirini izleyen ayrı bölümler halinde, genellikle numaralandırılmış olarak yayımlanan ve önceden belirlenmiş bitişi olmayan bir süreli kaynak. ... suresız yayın =belli aralıklarla yayımlanmayan, bir defalığına basılmış bulunan kitap türü eserleri ifade eden yayındır.

    Mecelletü Mecmaʿi’l-luġati’l-ʿArabiyye

    Daha çok Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye’den esinlenerek Dârü’l-kütübi’l-Arabiyye adıyla bir kütüphane oluşturan kurum, bu iş için tahsis edilen Zâhiriyye binasını düzenleyip yazma ve basma eserleri toplayarak kataloglarını hazırlamış, bir müze kurup Arapça ve diğer dillerle yazılan eski eserleri burada toplamıştır. Ayrıca tarihî eserler için geziler düzenlemiş, kazı çalışmaları yaptırmış, bunun için de bir müze açmış, müze 1937’de Âsârü’l-âmme Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. 
    Kurumun 1921’de Mecelletü’l-mecmaʿi’l-ʿilmiyyi’l-ʿArabî adıyla çıkarmaya başladığı dergi 1931 yılına kadar ayda bir, 1949’a kadar iki ayda bir, bu tarihten sonra üç ayda bir neşredilmiştir. 1966’dan (XLI. cilt) itibaren Mecelletü Mecmaʿi’l-luġati’l-ʿArabiyye adıyla yayımına devam eden dergi Ocak 2002’de LXXVII. cildini neşretmiştir. 

    Journal Asiatique

    1822 yılında Paris’te Antoine Isaac Silvestre de Sacy, Jean-Pierre Abel-Rémusant, Jean-Louis ve Eugène Burnouf, François ve Emile Littré, Daniel Kieffer, Claude Fauriel, Alexander von Humboldt ve Pierre-Amédée Jaubert gibi edebiyatçı ve ilim adamları tarafından Fransız şarkiyat cemiyeti Société Asiatique ile birlikte onun yayın organı olarak kuruldu. Yaklaşık iki asırdan beri Société Asiatique’in yaptırdığı arkeolojik kazılar dahil her türlü bilimsel araştırmanın sonuçlarını ve bilim adamlarının Asya kültürlerine dair makalelerini yayımlamakta olan dergi Doğu dilleri ve medeniyetleri alanlarına büyük katkıda bulundu. Ayrıca Asya kıtasındaki toplumlara ve kültürlerine ait yazmaları temin etmek, kopyalayarak ikinci nüshalarını çıkarmak, tercümelerini yapmak ve basımlarını gerçekleştirmek suretiyle misyoner, diplomat ve ilim adamlarına kıymetli dokümantasyon sağladı.

    Journal of the Royal Asiatic Society

    15 Mart 1823’te Londra’da, Asiatic Society’nin (Kalküta) eski başkanlarından Sanskritist Henry Thomas Colebrooke tarafından kurulan ve ertesi yıl İngiltere Kralı IV. George’un himayesine girerek “Royal” unvanını alan The Asiatic Society of Great Britain and Ireland isimli derneğin yayın organıdır; JRAS kısaltmasıyla tanınır. Amacı Hindistan ve diğer Asya ülkelerinin tarih, medeniyet, sanat ve edebiyatını incelemek olan derneğin, aralarında Türkiye’nin de yer aldığı çeşitli ülkelere mensup 900 kadar üyesi vardır. 1958-1961 yılları arasında başkanlığını Türkolog Sir Gerard Clauson yapmıştır. Günümüzde derneğin Bombay, Hong Kong, Tokyo gibi on bir büyük Uzakdoğu şehrinde şubeleri bulunmaktadır. İngiltere’deki merkez binasında Asya üzerine tarih, coğrafya, din, felsefe, dil, sanat ve edebiyat alanlarında kaleme alınmış 100.000 kitap, 2250 süreli yayın, 2000 el yazması, pek çok harita, tablo, fotoğraf koleksiyonu ve çeşitli müzelik eşyayı barındıran bir de kütüphanesi mevcuttur. Kütüphane, Hint ve Malay ağırlıklı iki binyılı kapsayan bir tarih zenginliğine sahiptir. Dernek, Doğu dilleri için standart bir transkripsiyon sistemi geliştirmek amacıyla gayret gösteren ilk kurumlardan biri olup bir komiteye hazırlattığı Sanskrit ve Arap alfabelerini karşılayan harfler listesini 1894’te JRAS aracılığıyla yayımlamıştır.

    Journal of the Royal Asiatic Society yılda dört fasikül olmak üzere 1834’te yayınına başladı. İlk sayılarında ekonomik ve ticarî konular fazlaca işlendi; 1880’lerden itibaren dil, edebiyat, tarih, arkeoloji ve geleneksel kültür konuları ağırlık kazandı. Zaman zaman Sumer, Akkad, Pers ve Hitit gibi Ön Asya kültürlerine de yer verilmekle beraber derginin ilk yüzyılına Hint alt kıtası üzerine kaleme alınan yazılar hâkim oldu. Başlangıçta özellikle Yakındoğu İslâm medeniyeti ihmal edilmişti; ancak son dönemlerde bütün Asya kültürlerine daha dengeli bir biçimde ilgi gösterilmektedir. Fransızca, Almanca ve İtalyanca makalelerin de yer aldığı dergi, yayın hayatına başladığı günden beri İngiliz şarkiyatçılarının araştırmalarının mahiyetini, fikirlerini ve zaman içinde değişen ilgilerini yansıtan en önemli yayın organı olma durumunu korumaktadır. Önceleri yılda dört sayı çıkarılamadıysa da 1875’ten itibaren düzenli biçimde yılda bir cilt yayımlanmıştır. Fasikül sayısı 1944’te iki, 1991’de yapılan son düzenlemeyle üç (nisan, temmuz, kasım) olarak tesbit edilmiştir. Derginin en önemli özelliklerinden biri de 1890’lardan bu yana kitap tanıtımlarına geniş bir şekilde yer vermesidir. İlk sayıdan itibaren 1997’ye kadar çıkan makalelerle ilgili alfabetik yazar indeksi mevcuttur.

    Tarih Dergisi

    Mehmet Cavit Baysun başta olmak üzere İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyeleri tarafından 1949 yılından itibaren çıkarılmaya başlanmıştır. İlk sayıda “Tahrir Heyeti” tarafından yazılan “Bir Kaç Söz” ile derginin yayım amaçları belirtilmiştir. Burada öncelikle bölümde büyük ümitlerle çıkarılan Tarih Semineri Dergisi’nin canlandırılamadığı (I/1, I/2 ve II şeklinde üç sayı olarak çıkan derginin muhtevası için bk. Koray, Türkiye Tarih Yayınları Bibliyografyası, s. 211-212), yeni bir dergiye ihtiyaç duyulduğu, esas amacın çıkacak dergiye gerek muhteva gerekse biçim yönünden kusursuz denilecek bir şeklin verilmesi olduğu, hiçbir iddia taşımadan neşriyat sahasına atılan dergide daha ziyade tarih bölümünün “yeni istidatlarına ait kalem mahsullerine” geniş ölçüde yer verileceği, tarihin bütün çağlarına dair araştırmaların, kütüphane ve arşivlerde ele geçirilmiş vesikaların, seyahat raporlarının tanıtılacağı ve bibliyografya haberlerinin verileceği belirtilmiştir. Ayrıca derginin bölüm dışındaki araştırmacılara da açık olduğu, konusu tarih haricinde olan, fakat bu ilmin ilerlemesine katkı sağlayacak makalelere de sayfalarında yer verileceği ifade edilmiştir. Tahrir heyeti bu önsözde derginin yayım süresine açıklık getirmiş ve iki sayısı bir cilt teşkil etmek üzere senede iki defa çıkarılması ve sayıların on formadan aşağı düşmemesi planlanmıştır. Yıllık sayı adedinin ileride çoğaltılması niyeti de bir hedef olarak ortaya konulmuştur.

    Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi

    Ankara Üniversitesi kurulmadan önce faaliyete geçen Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde süreli bir yayın çıkarma çalışmaları 1940’ta başladı. Dört yıl sonra da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yıllık Araştırmalar Dergisi I (1940-1941) adıyla bir dergi İstanbul’da yayımlandı. 1067 sayfadan oluşan bu dergi kullanışsız bir ebattaydı ve herhangi bir sunuş yazısı da bulunmuyordu. Derginin sayfaları fakülteyi oluşturan bölümler arasında paylaştırılmış, bazı bölümler kendi hedefleriyle ilgili kısa sunuş yazıları koymuşlardı. Her bölüm ayrı basım yaptırdığı için bazı kayıtlarda bunlar müstakil dergiler şeklinde geçmektedir. Bu derginin ikinci bir sayısı çıkmamıştır.

    Fakülte idaresi bu arada yeni bir süreli yayın projesini uygulamaya koyarak ilk sayısı Eylül 1942’de Ankara’da basılan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi adıyla bir dergi yayımlamaya başladı. Derginin başında devrin Maarif vekili Hasan Âli Yücel ile fakülte dekanı Şevket Aziz Kansu’nun birer sunuş yazısı bulunmaktadır. Bazı makalelerin Batı dillerinden birine tercümelerinin de yayımlandığı derginin sonunda “Yayımlar Üzerine” başlığı altında yeni yayımlanmış kitaplar, “Haberler” başlığı altında da fakülte ve üniversite ile ilgili haberlere yer verilmiştir. Yazı işleri müdürlüğünü fakülte dekanının yaptığı derginin bir yayın kurulu vardı. Tatile rastlayan aylar dışında iki ayda bir olmak üzere yılda beş sayı ve bir cilt olarak planlanan derginin 2. sayısı Ocak-Şubat 1943’te çıktı ve Temmuz-Ağustos 1943 sayısı ile ilk cilt tamamlandı. I. ciltte her sayıya ayrı sayfa numarası konmuş ve cildin sonunda her sayının ayrı ayrı fihristleri verilmiştir. II. cildin ilk sayısından itibaren (Kasım-Aralık 1943) her cilde baştan sona tek sayfa numarası verilmiş, IV. ciltten itibaren de (1946) cildin kendi içindeki sayı numaraları terkedilmiş ve her cildin başına tek bir fihrist konulmuştur.

    1942-1948 yılları arasında yayımlanan ilk altı cilt beşer sayı olarak planlandığı halde VII. cildin ilk sayısından itibaren (Mart 1949) mart, haziran, eylül ve aralık olmak üzere üç aylık periyotlarla yılda dört sayı yayımlanması kararlaştırıldı. Fakat bu da uzun sürmedi; dergi bazan iki (Mart-Haziran 1951), bazan üç sayı (Haziran-Eylül-Aralık 1953) bir arada çıkarılarak genelde yılda iki defa yayımlanmıştır. 1960’lı yıllardan itibaren fakülte bünyesindeki bölümler kendi dergilerini çıkarmaya başlayınca bu dergi önemli değişikliklere uğradı ve 1987’de XXXI. cilt ile birlikte yeni bir şekil aldı. Yaklaşık elli yıllık bir geçmişi olması dolayısıyla Türkiyat Mecmuası, Şarkiyat Mecmuası, Tarih Dergisi gibi doğrudan doğruya üniversite yayın organı olan dergiler arasında önemli bir yer işgal eden Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi’nin içinde yer alan araştırma ve incelemelerin daha çok tarih, arkeoloji, antropoloji, coğrafya ağırlıklı olduğu, zaman zaman da dil ve edebiyatla ilgili yazıların neşredildiği görülmektedir.

    1970’li yıllara kadar dergide yayımlanan makalelerin büyük kısmı küçük birer kitap hacminde iken son yıllarda çıkan sayılardaki makalelerin hacmi giderek küçülmüştür. Dergide yayımlanan geniş hacimli makalelerin belli başlıları şunlardır: Necati Akder, “Bir Aksiyon Problemi Olarak Felsefe” (1946, IV, 537-596); Mehmet Altan Köymen, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihinde Oğuz İstilâsı” (1947, V, 563-620); Faruk Demirtaş, “Osmanlı Devrinde Anadolu’da Oğuz Boyları” (1949, VII, sy. 2, s. 321-385); Ekrem Akurgal, “Bayraklı Kazısı” (1950, VIII, sy. 1, s. 1-97); M. Altan Köymen, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Kuruluşu” (I-II, 1957, XV, sy. 1-3, s. 97-191; sy. 4, s. 1-107); Mübahat Türker, “Fârâbî’nin Bazı Mantık Eserleri” (1958, XVI, sy. 3-4, s. 165-286); Faruk Sümer, “Oğuzlar’a Ait Destanî Mahiyette Eserler” (1961, XVII, sy. 3-4, s. 359-456).

    Dergide özel sayı niteliğinde bazı sayılar da çıkmıştır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın birinci ölüm yıldönümü dolayısıyla hazırlanan özel bölüm (Mart-Nisan 1945, III, sy. 3); ünlü Alman şair ve yazarı Goethe ile ilgili olarak yayımlanan Goethe sayısı (Eylül 1949, VII, sy. 3); “Atatürk’ün 100. Doğum Yılına Armağan” adıyla çıkan sayı ile (1982, XXX, sy. 1-2) “Türkiye’de Eski Eser Kaçakçılığı, Tahribatı ve Korunması Sempozyumu” başlığı ile bu konuya ayrılan bölüm (1990, XXXIV, sy. 1-2, s. 289-472) bunların en önemlileridir.

    Çıkışından itibaren bugüne gelinceye kadar dergide birçok ilim adamı ve araştırmacının makaleleri yayımlanmıştır. Bunların belli başlıları arasında şu isimler yer almaktadır: Mustafa Akdağ, Necati Akder, Ekrem Akurgal, Şinasi Altundağ, Necla Aytür, Ünal Aytür, Bekir Sıtkı Baykal, Niyazi Berkes, Emin Bilgiç, Necdet Bingöl, Pertev Naili Boratav, Orhan Burian, Saadet Çağatay, W. Eberhard, Nusret Hızır, Halil İnalcık, Reşat İzbırak, Zeynep Korkmaz, Mehmet Altan Köymen, Akdes Nimet Kurat, Bahaeddin Ögel, Muhaddere N. Özerdim, Melâhat Özgü, Tahsin Özgüç, Faruk Sümer, Muzaffer Şenyürek, Selahattin Tansel, Mehmet Tuğrul, Osman Turan, Şerafettin Turan, Mübahat Türker, Ahmet Edip Uysal, Kemal Edip Ünsal (Kürkçüoğlu).

    Elli yıllık geçmişine rağmen derginin genel bir dizini henüz yapılmamıştır. Sadece Enver Koray’ın hazırladığı Tarih Yayınları Bibliyografyası ciltlerinde süreli yayınlar kısmında söz konusu edilmiştir. Başlangıçta her cilt için yapılan toplu fihrist uygulaması sonradan terkedilmiş, kitap tanıtma ve haberler bölümleri de zaman içinde kaldırılmıştır.

    Fakültenin bütün profesör, doçent ve asistanları derginin tabii yazarları sayıldıklarından dergi ile birlikte fakülte elemanlarının ilmî faaliyetlerinin gelişimi de takip edilebilmektedir. Ayrıca II. Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’ye gelerek Türk üniversitelerinde hizmet veren bazı ilim adamlarının makaleleri de bu dergide yayımlanmıştır.



  • Eyyûbî Dönemi Edebiyat ve Tarih Kaynakları

    Adını, hânedanın kurucusu Selâhaddin Yûsuf b. Eyyûb’un babası Necmeddin Eyyûb b. Şâdî’den alan Eyyûbîler Zengîler’in bir devamıdır. Türk-Kürt-Arap karışımı olan Eyyûbî ailesinin menşei karanlıktır. Güvenilir rivayete göre Eyyûbîler Hezbâniyye Kürtleri’nin Revvâdiyye aşiretindendir. Revvâdîler’in atası Revvâd b. Müsennâ el-Ezdî Yemen Arapları’ndan olup 141 (758) yılında Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarafından Basra’dan alınarak aşiretiyle birlikte Azerbaycan’a yerleştirilmişti. Bu bölgedeki Hezbâniyye Kürtleri ile karışıp Kürtleşen Revvâdîler, XI. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklular’ın hizmetine girerek zamanla Türk-Kürt-Arap karışımı haline gelmişlerdir.

    Rivayete göre, Eyyûbîler’in atası olan Eyyûb’un babası Şâdî önceleri Şeddâdîler’in hizmetinde çalışıyor ve Duvîn’e (Dvin) bağlı Ecdânakan kasabasında oturuyordu. Şâdî, VI. (XII.) yüzyılın ilk yıllarında Selçuklu saray ağası ve Bağdat şahnelerinden Bihrûz el-Hâdim’in hizmetine girmiş, Bihrûz da onu veya oğlu Necmeddin Eyyûb’u kendi iktâı olan Tikrît’e vali tayin etmiştir.

    Eyyûbîler kaynaklarda ilk defa 525 (1131) yılında Musul Atabegi İmâdüddin Zengî’nin Tikrît yakınında Abbâsî Halifesi Müsterşid-Billâh ile Karaca Sâkî’nin kuvvetlerine yenilmesi dolayısıyla zikredilir. Bu mağlûbiyetten sonra Tikrît Valisi Necmeddin Eyyûb’un Zengî’ye yardım ederek Fırat’ı geçmesini sağlaması Zengî ile Eyyûbîler arasındaki dostluğun gelişmesine yardım etmiş, çok geçmeden Eyyûbîler Selâhaddin’in doğduğu yıl (532/1137-38) Tikrît’ten Musul’a giderek Zengî’nin hizmetine girmişlerdir (Minorsky, s. 107-129; Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, s. 411-418).

    Daha sonra Eyyûbîler, İmâdüddin Zengî’nin hizmetinde Haçlılar’a karşı düzenlenen seferlere katıldılar. İmâdüddin Zengî 534 (1140) yılında ele geçirdiği Ba‘lebek şehrini Necmeddin Eyyûb’a iktâ etti. Bu arada Eyyûb’un kardeşi Şîrkûh el-Mansûr da Zengî’nin büyük emîrleri arasına girdi ve Urfa’nın fethine katıldı (1144). İmâdüddin Zengî’nin 541’de (1146) Ca‘ber önünde şehid edilmesi üzerine devlet oğulları Seyfeddin Gazi ve Nûreddin Mahmud Zengî arasında paylaşıldı. Halep’te Şîrkûh el-Mansûr’un yardımıyla Nûreddin Mahmud Zengî idareyi ele aldı. Bu dönemde Ba‘lebek’te desteksiz kalan Necmeddin Eyyûb Dımaşk Atabegliği’nin (Börîler, Tuğteginliler) hizmetine girerek Dımaşk’ın en büyük emîrlerinden biri oldu. Şîrkûh ise Nûreddin’in ordu kumandanıydı. Her iki kardeş Nûreddin’in devletinin yükselmesine ve Dımaşk’ın onun idaresi altına geçmesine yardım etti. Dımaşk’ın zaptından sonra Eyyûb buranın valisi oldu (549/1154) Şîrkûh’un gücü ise Nûreddin’in kudretine yaklaştı. Bu yıllarda Eyyûb’un oğulları da genç emîrler arasına katıldı. 562 (1167) yılında Dımaşk’a gelen İmâdüddin el-İsfahânî, Eyyûb’un oğlu Selâhaddin’in Nûreddin’in en büyük yardımcılarından ve emîrlerinden olduğunu, Nûreddin’in onu yanından ayırmadığını söyler.

    Eyyûbîler’in tarih sahnesindeki önemli rolleri 559-564 (1164-1169) yıllarında yapılan Mısır seferleriyle başladı. Bu sırada Mısır’da vezirlikten uzaklaştırılan Fâtımî Veziri Şâver b. Mücîr, Nûreddin Mahmud Zengî’den yardım istemek için Dımaşk’a geldi (558/1163). İki taraf arasında yapılan müzakerelerde Zengî’nin Şâver’e yardım etmesi karşılığında Mısır’da söz sahibi olması kararlaştırıldı. Nûreddin Mahmud Zengî 559 (1164) yılında Şîrkûh’u bir birliğin başında Mısır’a gönderirken yanına yardımcı olarak yeğeni Selâhaddin’i verdi. Bu sefer sırasında Mısır’ın sahip olduğu zenginlikleri gören Şîrkûh buranın kolaylıkla ele geçirilebileceğini düşündü. Şîrkûh üç yıl sonra Mısır’a bir sefer daha yaptı, fakat başarısızlığa uğradı. Haçlılar’ın Mısır’ı işgale teşebbüs etmeleri üzerine 564’te (1168-69) Fâtımî Halifesi Âdıd-Lidînillâh ve veziri Şâver, Nûreddin Zengî ile Şîrkûh’tan yardım istediler. Büyük çoğunluğu Türkler’den oluşan 7000 civarındaki süvari birliğiyle Mısır’ın yardımına giden Şîrkûh Mısır’da idareyi ele geçirdi ve 17 Rebîülâhir 564 (18 Ocak 1169) tarihinde Fâtımî Halifesi Âdıd-Lidînillâh tarafından vezir tayin edildi. İki ay sonra da öldü. Bunun üzerine yeğeni Selâhaddin ordu kumandanları tarafından başkumandan seçildi. Ayrıca Halife Âdıd-Lidînillâh onu amcasının yerine vezir tayin etti. Böylece Selâhaddin, 25 Cemâziyelâhir 564 (26 Mart 1169) tarihinde hem Fâtımî veziri hem de Nûreddin Zengî’nin Mısır ordusu başkumandanı oldu. Ancak tâbi olduğu asıl hükümdar Nûreddin Zengî idi (Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, s. 33-36).

    Aldığı siyasî-idarî tedbirlerle kısa zamanda kabiliyetini gösteren Selâhaddin önce Fâtımî ordusunu ve taraftarlarını idareden uzaklaştırdı. 1169 yılı sonlarında Dimyat’ı kuşatan Bizans-Haçlı kuvvetlerini başarısızlığa uğrattı. En büyük yardımcısı Mısır’ın Sünnî halkıyla Nûreddin Zengî’nin desteği ve kendi ailesi oldu. İki asır devam eden Şiî-Fâtımî idaresine rağmen Sünnî kalabilen Mısır halkı Sünnî olan Eyyûbîler’i destekledi. Selâhaddin, Nûreddin Zengî’nin teşvikiyle 564-566 (1169-1171) yılları arasında Mısır’daki Fâtımî rejimini yavaş yavaş etkisiz hale getirmeyi başardı. Daha sonra Fâtımî hilâfetini ortadan kaldırıp Mısır’da Abbâsîler adına hutbe okuttu (10 Muharrem 567 / 13 Eylül 1171). Bu arada Kudüs Haçlı Krallığı’na karşı başarılı seferler tertip etti ve Eyle’yi aldı. Daha sonra Nûbe (Kuzey Sudan), Yemen ve Libya’ya seferler düzenledi ve bu ülkeleri Nûreddin Zengî’nin devletine bağladı (568-569/1173-1174). Bir taraftan da Bizans ve İtalyan şehir devletleriyle ikili anlaşmalar yaparak dış münasebetlerini geliştirdi. Mısır’ın ticarî ve iktisadî durumunu düzeltti. Donanmaya önem verdi. Mısır’da az bulunan demir, kereste, zift gibi stratejik maddeleri temin etmeye çalıştı. Bazı tarihçiler, Nûreddin’in Mısır nâibi sıfatıyla Mısır ve ona bağlı Yemen, Hicaz, Libya ve Nûbe’de hüküm süren Selâhaddin’le aralarının açıldığını iddia ederlerse de bunu ispat etmek güçtür. Çünkü Selâhaddin’in Nûreddin’e danışmadan hiçbir önemli işe girişmediği, Nûreddin’in de Mısır’ın muhafazasının her şeyden önemli olduğunu söylediği bilinmektedir.

    Selahaddin, 532 (1138) yılında Tikrît’te doğdu. Babası Necmeddin Eyyûb bu sırada Selçuklular’ın Tikrît valisiydi. Musul Atabegi İmâdüddin Zengî ile dostluk kurmuş olan Eyyûb, onun isteği üzerine Selâhaddin’in doğduğu yıl aşiretiyle birlikte Tikrît’ten ayrılarak Musul’a gitti ve Zengî’nin hizmetine girdi. Zengî 534’te (1139) Ba‘lebek’i zaptedince Eyyûb’u bu önemli sınır şehrine vali tayin etti. Kardeşi Esedüddin Şîrkûh el-Mansûr ise Zengî’nin kumandanları arasına katıldı. İmâdüddin Zengî ölünce oğlu Nûreddin Mahmud, Halep ve civarının hükümdarı oldu (541/1146), Şîrkûh da onun en yakın kumandanı haline geldi. Necmeddin Eyyûb bu dönemde Dımaşk Atabegliği’ne (Tuğteginliler) bağlanmak zorunda kaldı. İki kardeş, Nûreddin’in Haçlılar’la mücadelesinde ve onun Dımaşk’ı ele geçirmesinde önemli rol oynadı. Nûreddin, Şîrkûh’u ordu kumandanlığına, Eyyûb’u Dımaşk valiliğine tayin etti. Böyle bir ortam içinde şehzade gibi yetişen ve iyi bir eğitim gören Selâhaddin genç yaşlarında Haçlılar’a karşı yapılan seferlere katıldı ve Dımaşk şahneliğine kadar yükseldi.

    558 (1163) yılında iktidardan uzaklaştırılan Fâtımî Veziri Şâver b. Mücîr’in yardım istemek için Dımaşk’a gelmesi Nûreddin’e Mısır işlerine müdahale yolunu açtı. Bu sırada Mısır’daki Fâtımî Devleti kriz içindeydi. Fâtımî halifeleri nüfuzlarını kaybettiğinden ülke sultan unvanı alan vezirler tarafından yönetiliyor ve iktidar sık sık el değiştiriyordu. Bu yüzden hem Haçlılar hem Nûreddin gözlerini Mısır üzerine dikmişti. Mısır’ı ele geçiren taraf diğer tarafa karşı stratejik bir üstünlük sağlayacaktı. Amcası Şîrkûh’un kumandasında 559 (1164), 562 ve 564 (1169) yıllarında Mısır’a yapılan seferlere katılan Selâhaddin usta bir kumandan ve devlet adamı olarak sivrildi. Daha önceki iki seferinde Şâver’in sözünde durmaması sebebiyle Dımaşk’a dönmek zorunda kalan Şîrkûh 564 yılındaki üçüncü seferinde emrindeki kuvvetlerle Kahire’ye girdi. Fâtımî Halifesi Âdıd-Lidînillâh bu sırada öldürülen Şâver’in yerine Şîrkûh’u vezir tayin etti. Şîrkûh’un ordusunun büyük kısmı Oğuzlar’dan oluşuyordu. Böylece Mısır’da Türk hâkimiyeti devri başlamış oldu. Şîrkûh iki ay sonra ölünce Halife Âdıd, kumandanların baskısıyla onun yerine yeğeni Selâhaddin’i “el-Melikü’n-Nâsır” unvanıyla vezir tayin etti (25 Cemâziyelâhir 564 / 26 Mart 1169). Amcasının ölümünün ardından Nûreddin Mahmud Zengî’nin Mısır’daki ordusunun kumandanı olan Selâhaddin aynı zamanda Fâtımî halifesinin veziri olarak bu iki önemli görevi üstlendi. Selâhaddin, daha sonra Nûreddin Mahmud Zengî’ye danışarak onun nâibi sıfatıyla Mısır’ı ve Mısır’a bağlı yerleri müstakil bir hükümdar gibi yönetmeye başladı.

    Selâhaddin Mısır’a hâkim olunca kendisine ve Türkler’e karşı direnen Fâtımî çevreleriyle, onları destekleyen Haçlılar ve Bizanslılar’la mücadeleye girişti. Saray ağası Cevher’in liderliğindeki Fâtımî muhalifleri Selâhaddin’i iktidardan düşürmek için Haçlılar’la temasa geçtiler. Bunu öğrenen Selâhaddin Cevher’i ortadan kaldırdı. Cevher’in öldürülmesi üzerine Fâtımî taraftarları isyan ettiler (Ağustos 1169). Selâhaddin bu isyanı kısa sürede bastırdı. Ardından Haçlılar ve Bizanslılar Dimyat’ı kuşattılarsa da Selâhaddin karşısında başarı elde edemediler. Mısır’a tam anlamıyla hâkim olan Selâhaddin orduyu yeniden teşkilâtlandırdı. Sünnî medreseleri ve yeni kurumlar açtı. Fâtımî bürokrasisini kademeli olarak tasfiye etti. Nihayet Nûreddin Zengî’den gelen emir üzerine 567’de (1171) Fâtımî hilâfetine son verdi.

  • Fâtımî ve Memlûkî Dönemi Uygarlığı ve Kaynakları

    FATIMİLER: Hânedan adını Hz. Fâtıma’dan alır. Kurucuları Hz. Fâtıma ve Hz. Ali yoluyla Hz. Peygamber’in soyundan geldiklerini iddia ederler. Bu iddianın doğruluğu eski ve yeni âlimler arasında tartışma konusu olmuştur.

    İfrîkıye’de ortaya çıkan Fâtımî Devleti’nin esası İsmâilîlik hareketine dayanır. Bu hareket, altıncı imam Ca‘fer es-Sâdık’ın çevresinde başlatılan tartışmalarla ortaya çıktı. İsmâilîler Ca‘fer es-Sâdık’ın, oğlu İsmâil’i nas yoluyla halef tayin ettiğini kabul ederler. İsmâil 145 (762) yılında daha babası hayatta iken vefat edince sonradan İmâmiyye Şîası (İsnâaşeriyye) diye bilinen grup Ca‘fer es-Sâdık’ın ikinci oğlu Mûsâ el-Kâzım’ı yedinci imam olarak kabul etti. Ca‘fer es-Sâdık’ın oğlu İsmâil’in imâmetini kabul edenler iki gruba ayrılmaktadır. Bunlar İsmâil’in ölümü üzerine ortaya çıkmış ve Ca‘fer es-Sâdık’ın 148 (765) yılında vefatından sonra İmâmiyye’den ayrılmıştır. el-İsmâîliyyetü’l-hâlisa ve el-İsmâîliyyetü’l-vâkıfe adlarıyla tanınan birinci grup İsmâil’in daha babası hayatta iken öldüğünü inkâr etmekte, onun Ca‘fer es-Sâdık’tan sonra yedinci imam olduğuna, bir gün mehdî veya kāim olarak döneceğine, babasının onu korumak amacıyla öldüğünü söylediğine ve bunun bir takıyye* olduğuna kesin olarak inanmaktadırlar (Şehristânî, I, 149) İkinci grup ise İsmâil’in babasının hayatında vefat ettiğini kabul edip İsmâil’in oğlu Muhammed’in imâmetini tanımakta ve onu İsmâil’in halifesi olmaya lâyık görmektedir. Bu grup aynı zamanda Muhammed’i Ca‘fer es-Sâdık’ın henüz hayatta iken oğlu İsmâil’in yerine tayin ettiğine de inanmaktadır. Bu gruba göre Hz. Hasan’dan kardeşi Hüseyin’e intikalinden sonra imâmetin kardeşten kardeşe geçmesi câiz olmayıp ileriki nesillere intikali gerekmektedir (İdrîs b. Hasan, ʿUyûnü’l-aḫbâr, V, 160-161). 

    Memlukler:

    Mısır’da Eyyûbî ordusundaki Türk asıllı âzatlı emîrler tarafından kurulan, dönemin tarihçilerinin Türk Devleti olarak adlandırdığı Memlükler (Kölemenler), Bahrî Memlükleri (Bahriyye, Birinci Memlükler; 1250-1382) ve Burcî Memlükleri (Burciyye, İkinci Memlükler; 1382-1517) olmak üzere iki dönemde incelenebilir.

    Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb’un Kıpçak ülkesi ve Kafkasya’dan getirtip Ravza adasındaki kışlalara yerleştirdiği Türk asıllı memlüklerden oluşan ve Bahrü’n-nîl’e (Nil nehri) izâfetle el-Memâlîkü’l-Bahriyye adını alan özel birlikler çok geçmeden Eyyûbî ordusunun en önemli unsuru haline gelmişti. Necmeddin Eyyûb’un ölümünün hemen ardından Fransa Kralı IX. Louis liderliğindeki Haçlı ordusuna karşı kazanılan Mansûre ve kralla birlikte pek çok kumandanın esir alındığı Faraskur (3 Muharrem 648 / 7 Nisan 1250) savaşlarında en büyük rolü bu birlikler oynadı. Ancak yeni Eyyûbî hükümdarı Turan Şah onların başarısını kıskandı ve liderlerini tahtının ortakları gibi görüp görevlerinden almaya başladı; ayrıca tahta geçmesini sağlayan Türk asıllı üvey annesi Şecerüddürr’ü babasının hazinesini saklamakla itham etti ve ona ağır hakaretlerde bulundu. Bunun üzerine Bahrî emîrlerinden Baybars el-Bundukdârî ve arkadaşları bir suikastla Turan Şah’ı öldürdüler. Onun ölümüyle Mısır’da Eyyûbîler yıkılmış ve yerine Memlükler adıyla bilinen Türk Devleti kurulmuştur.

    Baybars ve arkadaşları efendileri Necmeddin Eyyûb’un dul eşi Şecerüddürr’ü tahta çıkarmışlar, onun memlüklerinden İzzeddin Aybek et-Türkmânî’yi de atabek yapmışlardı. Türk asıllı olması dolayısıyla bazı tarihçilerin Memlükler’in ilk sultanı saydığı Şecerüddür esir Fransa kralıyla bir anlaşma yaparak Dimyat’ı tahliye etmesi, ağır bir vergi ödemesi ve İslâm ülkelerine saldırmamaya söz vermesi şartlarıyla onu serbest bıraktı. Ancak bu başarısı işe yaramadı. Suriye Eyyûbî emîrleri, meşrû hakları saydıkları Mısır sultanlığını onun elinden almak için harekete geçmişlerdi. Ayrıca onun sultanlığı kadın olması dolayısıyla da yadırganmıştı. Bağdat Abbâsî Halifesi Müsta‘sım-Billâh’ın devreye girmesiyle tahta çıkmasını sağlayan Bahrî emîrlerinin tavsiyesine uyan Şecerüddür, İzzeddin Aybek’le evlendi ve seksen gün oturduğu tahtını ona devretti. Böylece tarihçilerin çoğu tarafından Mısır Memlük hükümdarlarının ilki sayılan İzzeddin Aybek tahta çıkmış ve Memlükler Devleti resmen kurulmuş oldu (1 Rebîülâhir 648 / 3 Temmuz 1250). 

    es-Suyûtî: 

    Receb 849’da (3 Ekim 1445) Kahire’de doğdu. Ataları Orta Mısır’daki Asyût’ta yaşadığı için Süyûtî, büyük dedelerinden biri Asyût’a gelmeden önce Bağdat’ın Hudayriye mahallesinde bulunduğundan Hudayrî nisbeleriyle anılır. Asyût’a ilk yerleşen büyük dedesi Hümâmüddin bir sûfî olup buradaki kabri halen ziyaretgâhtır. Babası Kemâleddin Ebû Bekir Asyût’ta doğmuş, Kahire’de İbn Hacer el-Askalânî gibi âlimlerin talebesi olmuş, vâizlik yanında Mısır Abbâsî Halifesi Müstekfî-Billâh’ın hususi imamlığını yapmış, bir dönem Kahire kadılığına vekâlet etmiş, şerh, ta‘lik ve hâşiye türünden eserler yazmıştır. Oğlunun da ilimle uğraşmasını istediğinden İbn Hacer’in derslerine giderken onu da götürmüş, Süyûtî henüz beş yaşlarında iken vefat edeceğini hissedince oğlunu medresedeki arkadaşlarına emanet etmiştir. Süyûtî’nin önemli iki hâmisinden biri İbnü’l-Hümâm, diğeri hocası Celâleddin el-Mahallî’dir. Annesinin Türk veya Çerkez asıllı bir câriye olduğu belirtilir. Eşi ve çocukları hakkında bilgi yoktur; sadece oğlu Ziyâeddin Muhammed’i Şümünnî’nin derslerine götürdüğü bilinmektedir.

    Tahsil hayatına Kur’an öğrenerek başlayan Süyûtî, Cemmâilî’nin ʿUmdetü’l-aḥkâm’ını, Nevevî’nin Minhâcü’ṭ-ṭâlibîn’ini, İbn Mâlik’in el-Elfiyye’sini ve Beyzâvî’nin Minhâcü’l-vüṣûl’ünü ezberledi. 864’te (1460) Sâlih b. Ömer el-Bulkīnî, Yahyâ b. Muhammed el-Münâvî gibi hocalara ilk üç kitabı arzetti; iki yıl sonra da Şemseddin es-Sîrâmî’den Arapça okutmak için icâzet aldı. 1460’tan itibaren Şehâbeddin eş-Şârimsâhî’nin ferâiz derslerine katıldıysa da hocasının vefatı üzerine bu dersler yarım kaldı. Şeyhûniyye Hankahı’nın imamı Şemseddin Muhammed b. Mûsâ el-Hanefî’den Ṣaḥîḥ-i Müslim’in tamamına yakınını, Kādî İyâz’ın eş-Şifâʾ adlı eserini ve önceden ezberlediği İbn Mâlik’in el-Elfiyye’sini okudu. Arap dili ve edebiyatına ağırlık verdiği ve Arapça ile ilgili birçok kitap okuduğunu belirttiği bu dönemde en çok faydalandığı hocalarından biri, Şeyhûniyye Kütüphanesi görevlisi Şemseddin Muhammed b. Sa‘d b. Halîl el-Merzübânî el-Hanefî’dir. Süyûtî gençlik döneminde çoğu Arap diline ait bazı kitaplara ve meselelere dair şerh, hâşiye vb. eserler yazmış, fakat daha sonra bunları imha etmiştir (Abdülkādir eş-Şâzelî, s. 67-68). 865 (1461) yılında kendisine büyük hayranlık duyduğu hocası Kādılkudât Sâlih b. Ömer el-Bulkīnî’nin fıkıh derslerine katıldı. Aynı yıl Şerḥu’l-istiʿâẕe ve’l-besmele ile Şerḥu’l-Ḥavḳale ve’l-ḥayʿale adlı eserlerini kaleme aldı ve hocası Bulkīnî her iki eser için birer takriz yazdı. Acemi işi gördüğü bu iki eserini diğer çalışmalarıyla birlikte imha etmemesine gerekçe olarak hocasının hattıyla yazılan takrizleri gösterdi. Bulkīnî’den fetva verme ve ders okutma hususunda icâzet aldı (866/1462) ve hocasının da hazır bulunduğu ilk dersini 9 Zilkade 867’de (26 Temmuz 1463) Şeyhu Camii’nde verdi. Bulkīnî’nin ölümüne kadar onun derslerine katılmaya devam etti. Süyûtî’nin hocaları arasında Kādılkudât İzzeddin el-Kinânî, Abdülazîz b. Muhammed el-Mikâtî ve Seyfeddin İbn Kutluboğa da vardır. Fakat onun bu dönemdeki asıl önemli hocaları, on dört yıl boyunca kendisinden her gün yeni bir şey öğrendiğini söylediği ve “ikinci babam” dediği (Buġyetü’l-vuʿât, I, 118) Kâfiyeci ile 1463-1467 yılları arasında derslerini takip ettiği Şümünnî’dir. Kâfiyeci’den tefsir, hadis, fıkıh usulü, hadis usulü, Arap edebiyatı gibi alanlarda faydalandı, çeşitli ilimleri okutmak üzere icâzet aldı. Kâfiyeci, kelâmla ilgili Envârü’s-saʿâde adlı kitabına şerh yazması konusunda ısrar ettiği halde Süyûtî bu ilme ilgi duymadığı için hocasına olumsuz cevap verdi (Abdülkādir eş-Şâzelî, s. 76). Cemʿu’l-cevâmiʿ ve Şerḥu’l-Elfiyye gibi eserlerine takrizler yazan Şümünnî’den (Buġyetü’l-vuʿât, I, 377; el-Müncem, s. 87) hadis, Arap dili ve edebiyatı konularında faydalandı ve hocalarından rivayet ettiği hadislerin fihristini çıkardı. Süyûtî’nin müderris sıfatını kazandığı 867’den (1463) bir yıl sonra giriştiği hadis tahammül faaliyeti çok uzun sürmedi. Muteber hocaların vefatından önce onlardan dirâyete dair bilgi edinmeyi hadis semâ etmekten daha önemli saydı, ancak bu hocalardan hadis semâ etmekten de vazgeçmedi. Tamamını veya bir kısmını hocalarından dinlediği kitapların listesi sayfalarca uzamakta (et-Teḥaddüs̱, s. 39-42, 249-251), hadis hocaları hakkında yazdığı eserlerin en önemlisi olan el-Müncem fi’l-muʿcem’de üç tabaka halinde zikrettiği hocalarının sayısı 195’i bulmaktadır. 

    el-Kalkaşandî:

    756’da (1355) Kahire yakınındaki Kalkaşende köyünde doğdu. Kays Aylân’dan Bedr b. Fezâre’ye mensup olduğu için Fezârî diye de anılır. Küçük yaşta İskenderiye’ye giderek başta fıkıh olmak üzere dinî ve edebî ilimleri tahsil etti, felsefe okudu. Hocası İbnü’l-Mülakkın’dan aldığı ve Ṣubḥu’l-aʿşâ adlı eserinde sûretini verdiği icâzetnâmeden (XIV, 322-327), Şâfiî fıkhı üzerine fetva verme, bazı fıkıh ve hadis kitaplarını okutma izni aldığı anlaşılan Kalkaşendî uzunca bir süre kadılık görevinde bulundu. Bir yandan da ders okuttu ve tarih, coğrafya, hukuk, edebiyat, kitâbet, tabii ilimler, Arap kabileleri üzerinde araştırmalar yaptı. Arap edebiyatı sahasında kudreti ve kitâbetteki maharetiyle kısa zamanda tanındı. Kalkaşendî 791’de (1389) Kahire’ye geldi ve başında tarihçi İbn Fazlullah el-Ömerî’nin yeğeni Kadı Bedreddin el-Ömerî’nin bulunduğu Dîvân-ı İnşâ’ya kâtibü’d-dest olarak girdi. Bu görevi uzun yıllar sürdüren Kalkaşendî 10 Cemâziyelâhir 821 (15 Temmuz 1418) tarihinde vefat etti.

    Eserleri. 1. Ḥilyetü’l-fażl ve zînetü’l-kerem fi’l-mufâḫare beyne’s-seyf ve’l-ḳalem. Devâtdâr Zeynüddin Ebü’z-Zâhirî’nin Sultan Berkuk tarafından 1392’de önemli bir göreve tayini üzerine yazılan risâlenin çeşitli nüshaları bulunmaktadır; ayrıca müellif bu risâleyi Ṣubḥu’l-aʿşâ’ya dahil etmiştir (XIV, 23-140). 2. Ṣubḥu’l-aʿşâ fî ṣınâʿati’l-inşâ. İslâm dünyasında bürokrasinin gelişmesi ve kâtiplerin yetişmesi için derlenen eser inşâ sanatının en mükemmel ansiklopedik örneğidir. Kalkaşendî bu çalışmasını, birçok eserden topladığı örnekler yanında Mısır arşivinde bulunan Memlük devrine ve daha önceki dönemlere ait binlerce gizli ve nâdir belgeden istifade etmek suretiyle hazırlamış, belgelerin yüzlercesini eserine aynen aldığından eserin hacmi genişlemiştir. Tarih, coğrafya, edebiyat, kitâbet ilmi, örf ve âdetler gibi konularda pek çok kaynaktan faydalandığı görülmektedir. Fihrist cildinden de yararlanılarak edinilen bilgilere göre müellif 540 eserden istifade etmiş, bunlardan bazılarını çok sık kullanmıştır. İbn Fazlullah el-Ömerî’nin et-Taʿrîf bi’l-muṣṭalaḥi’ş-şerîf’i ve Mesâlikü’l-ebṣâr’ı ile İbn Nâzırü’l-Ceyş’in Tes̱ḳīfü’t-taʿrîf’i en çok faydalandığı eserler arasındadır. Kullandığı diğer kitaplar içinde Ebü’l-Fidâ’nın Taḳvîmü’l-büldân’ı, Sem‘ânî’nin el-Ensâb’ı ve İbn Sînâ’nın el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb’ı sayılabilir. İndeksiyle birlikte yaklaşık 6000 sayfa tutan eser mükemmel bir sistematik içerisinde düzenlenmiş, ana ve ara başlıklar için fasıl, mevzu, bab, nev‘, taraf, makale vb. yirmi terim kullanılmıştır. Yirmi yıllık bir çalışmanın ürünü olan kitap esas itibariyle bir giriş (mukaddime) on bölüm (makale) ve bir sonuç (hâtime) halinde düzenlenmiştir. Eserin 28 Şevval 814 (12 Şubat 1412) Cuma günü tamamlandığı sonundaki ferağ kaydından anlaşılmaktadır. Ṣubḥu’l-aʿşâ’nın giriş kısmında kitâbet sanatı, kâtibin başlıca özellikleri, Dîvân-ı İnşâ’nın yapısı ve müellifin zamanına kadar tarihî seyri ele alınmış, birinci bölümde Arap veya Araplaşmış kabileler, Türkler, Rumlar, Süryânîler hakkında bilgi verilmiş, dinî ve aklî ilimlerin tasnifi yapılmış, hayvanlar, kuşlar, kıymetli taşlar, güzel kokular, hükümdarlık alâmetleri, yeryüzü, sular, bitkiler, yıldızlar, çeşitli tabiat hadiseleri, takvimler, muhtelif kavimlerin dinî günleri, bayramları, güzel yazı yazma usulleri anlatılmıştır. İkinci bölümde coğrafyadan ve yollardan söz edilmiş, yeryüzü yedi iklime ayrılıp İslâm dünyasının bütün bölgelerinin ve özellikle Mısır’ın tarih ve coğrafyası tanıtılmıştır. Ayrıca Bizans Devleti ve Avrupa kıtası hakkında ayrıntılı bilgi verilmiştir. Ordu mensupları ile devlet memurları ve din adamlarının görevleri de bu bölümde ele alınmıştır. Üçüncü bölümde künye ve lakaplardan bahsedilerek halifelere, müslüman hükümdarlara, gayri müslim devlet başkanlarına, saray mensuplarına ve askerî erkâna, devletin idare teşkilâtında ve taşra teşkilâtında görev alan kişilere verilen lakaplara dair bilgi alfabetik sırayla kaydedilmiştir. Dördüncü bölüm yazışmalar konusuna ayrılmış olup eserin tarihî malzeme bakımından en zengin kısmını oluşturur. Müellif burada çeşitli belgelerden, halife ve hükümdarlar tarafından gönderilen mektuplardan örnekler sunmaktadır. Beşinci bölümde gizli haberleşme usullerinden bahsedilmiş, ahidnâme, biatnâme, askerî, dinî ve idarî görevlere yapılan tayinlerle ilgili yazışmalara örnek verilmiştir. Altıncı bölüm imtiyazlar, muhtelif takvimlerin birbirine çevrilmesi hakkında bilgiler içerir. Yedinci bölüm iktâlara, sekizinci bölüm yeminlere ayrılmış, ayrıca mezheplerden bahsedilmiştir. Dokuzuncu bölümde emannâmeler, mütarekeler, antlaşmalar; onuncu bölümde icâzetnâmeler, siciller, müfâhare ve çeşitli konulara dair risâle örneklerine yer verilmiştir. Hâtimede posta teşkilâtının tarihçesinden, Kahire ile diğer önemli merkezler arasındaki yollardan söz edilmekte, posta güvercinleri ve haberleşmede kullanılan usuller, kuleler vb. hakkında mâlûmat kaydedilmektedir. Ṣubḥu’l-aʿşâ’da “sultâniyyât” denilen devletlerarası resmî yazışmaların yanında ihvâniyyât, mersûm, menşûr, tevkī‘, ahid, tefvîz, vasiyet ve tezkire gibi tarih terimleri hakkında bilgi verilmiş, her türlü yazışmanın tarih boyunca geçirdiği değişiklikler ve müellif devrinde geçerli olan yazışma şekilleri yine resmî belgelerden örneklerle anlatılmıştır. Uzun süre gerekli ilgiyi görmeyen eser XIX. yüzyıldan itibaren Batılı uzmanların dikkatini çekmiş, üzerinde çalışmalar yapılmış, muhtevası ayrıntılı olarak tanıtılmış, bazı bölümleri çeşitli dillere çevrilmiştir (İA, VI, 138; EI2 [İng.], IV, 511). Kalkaşendî’nin sağlığında Muharrem 817’de (Nisan 1414) yedi cilt halinde istinsah edilen Ṣubḥu’l-aʿşâ’nın II ve VII. ciltlerinin eksik bir nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (III. Ahmed, nr. 2930). Eser, 889 (1484) istinsah tarihli tam bir nüshasına dayanılarak Muhammed Abdürresûl İbrâhim tarafından on dört cilt olarak yayımlanmıştır (Kahire 1331-1338). Muhammed Hüseyin Şemseddin’in açıklama ve kaynak karşılaştırmaları yaparak hazırladığı nüshayı Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye yine on dört cilt halinde basmıştır (Beyrut 1987). Muhammed Kındîl el-Baklî tarafından eserin Dîvân-ı İnşâ’dan çıkan yazışma çeşitleri, şahıs isimleri, kavim, kabile, millet isimleri, yer adları, terimler, bazı isim ve tabirler, Kur’an âyetleri, hadisler, şiirler, deyimler, kaynak kitaplar şeklinde on bir ayrı indeksi hazırlanmış, bu indeks Saîd Abdülfettâh Âşûr’un takdim yazısı ile neşredilmiştir (Kahire 1970, 1984). 3. Nihâyetü’l-ereb fî maʿrifeti ensâbi (ḳabâʾili)’l-ʿArab. Bir girişle beş bölümden meydana gelmektedir. Ensâb ilminin öneminden, erken dönem Arap tarihinden, eyyâmü’l-Arab’dan bahseden eserin esas kısmı Arap kabilelerinin alfabetik olarak düzenlenmiş bir sözlüğü niteliğindedir. 812’de (1409) tamamlanıp Emîr Cemâleddin Yûsuf el-Kureşî’ye ithaf edilen kitap ilk defa Bağdat’ta yayımlanmış (1332), daha sonra İbrâhim el-Ebyârî tarafından tenkitli basımı yapılmış (Kahire 1959), ardından bir baskısı daha gerçekleştirilmiştir (Beyrut 1984). Muhammed Emîn es-Süveydî esere, Sebâʾiḳu’ẕ-ẕeheb fî maʿrifeti ḳabâʾili’l-ʿArab adıyla 1229 (1814) yılına kadar gelen bir zeyil yazmıştır (Bağdad 1280; Bombay 1296). 4. Ḳalâʾidü’l-cümân fi’t-taʿrîf bi-ḳabâʾili ʿArabi’z-zamân. Nihâyetü’l-ereb’in zeyli mahiyetindedir. 818’de (1415) tamamlanmış ve Ebü’l-Mehâsin Muhammed el-Cühenî el-Müeyyedî’ye sunulmuştur. İbrâhim el-Ebyârî tarafından Ali b. Ahmed el-Kalkaşendî’ye nisbet edilerek tenkitli neşri yapılan eseri (Kahire 1964, 1982) Süyûtî ihtisar etmiştir. 5. Meʾâs̱irü’l-inâfe fî meʿâlimi’l-ḫilâfe. 819 (1416) yılında tamamlanıp Mısır’daki Abbâsî Halifesi Mu‘tazıd-Billâh’a takdim edilen eser İbrahim Kafesoğlu tarafından ilim âlemine tanıtılmış ve nüshaları hakkında bilgi verilmiştir (TD, VIII/11-12 [1956], s. 99-104). Bir giriş, yedi bölüm ve bir sonuçtan ibaret olan eserde hilâfetin mânası, künye ve lakapları; imâmetin şartları, biat, halife-halk ilişkileri; halifelerin cülûsu, hilâfet alâmetleri ve bunların kullanılması; çeşitli hânedanlara ait biat mektuplarından örnekler; halifelerden hükümdarlar ve kumandanlara, hükümdarlardan halifelere yazılan mektuplar; Halife Mu‘tazıd-Billâh’ın nesebi, meziyet ve icraatı anlatılmıştır. Kalkaşendî bu eserinde çeşitli kaynaklardan faydalanmış ve bunları kısmen göstermiştir. Meʾâs̱irü’l-inâfe Abdüssettâr Ahmed Ferrâc tarafından üç cilt olarak yayımlanmıştır (Küveyt 1964; Beyrut 1980). 6. Ḳaṣîde fî medḥi’n-nebî (İskenderiye 1288). 7. el-Kevâkibü’d-dürriyye fî menâḳıbi’l-Bedriyye. Müellif, Dîvân-ı İnşâ reisi Kadı Bedreddin b. Alâeddin b. Fazlullah’ı övmek için yazdığı bu risâlede inşâ sanatının önemini belirtmiş ve kâtiplerin bilmesi gereken hususlar üzerinde durmuştur (Ṣubḥu’l-aʿşâ, XIV, 111). 8. Naẓmu sîreti’l-Müʾeyyed. Memlük Sultanı Şeyh el-Mahmûdî hakkındadır. Kalkaşendî ayrıca Kemâleddin el-Müdlicî’nin el-Câmiʿu’l-muḫtaṣar ile Abdülgaffâr el-Kazvînî’nin el-Ḥâvi’ṣ-ṣaġīr adlı fıkha dair eserlerini şerhetmiştir. Künhü’l-murâd fî şerḥi Bânet Süʿâd isimli eserin Kalkaşendî’ye aidiyeti şüphelidir

    BİBLİYOGRAFYA
    Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ (nşr. Muhammed Abdürresûl İbrâhim), Kahire 1331-38/1913-20, I-XIV; Makrîzî, Sülûk, III, 821; İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’ṣ-ṣâfî, Kahire 1375/1956, I, 320-321; Sehâvî, eḍ-Ḍavʾü’l-lâmiʿ, II, 8; Taşköprizâde, Miftâḥu’s-saʿâde, I, 182; O. Spies, An Arab Account of India in the 14th Century. Being a Translation of the Chapters of India from al-Qalqashandī’s Subh al-a‘shā, Delhi 1935; M. Canard, “Les relations diplomatiques entre Byzance et l’Egypte dans le Subh al a‘shā de Qalqashendī”, Atti del XIX Congresso Internazionale degli Orientalisti, Roma 1935, s. 579-580; Brockelmann, GAL, II, 166-167; Suppl., II, 164-165; a.mlf., “Ḳalḳas̲h̲andī”, EI, II, 699-700; Abdüllatîf Hamza, el-Ḳalḳaşendî fî kitâbihî Ṣubḥi’l-aʿşâ, Kahire 1380/1961; Ebü’l-ʿAbbâs el-Ḳalḳaşendî ve kitâbühû Ṣubḥu’l-aʿşâ, Kahire 1973; Mahmûd Sa‘d, es̱-S̱eḳāfetü’l-İslâmiyye li-kâtibi’l-inşâʾ kemâ tebdû fî Ṣubḥi’l-aʿşâ, İskenderiye, ts. (Münşeâtü’l-maârif); Ömer Mûsâ Bâşâ, Târîḫu’l-edebi’l-ʿArabî: el-ʿAṣrü’l-Memlûkî, Dımaşk-Beyrut 1409/1989, s. 89-93, 540-581; Şâkir Mustafa, et-Târîḫu’l-ʿArabî ve’l-müʾerriḫûn, Beyrut 1990, III, 133-137; M. Kemâleddin İzzeddin, Ebü’l-ʿAbbâs el-Ḳalḳaşendî müʾerriḫan, Beyrut 1990; Ramazan Şeşen, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul 1998, s. 205-207; B. Michel, “L’organisation financière de l’Egypte sous les sultans mamelouks d’après Qalqachandi”, BIE, VII (1925), s. 127-147; İbrahim Kafesoğlu, “Kalkaşandî’nin Bilinmeyen Bir Eseri: Meâsirü’l-İnâfe”, TD, VIII/11-12 (1956), s. 99-104; a.mlf., “Kalkaşandî”, İA, VI, 134-139; C. E. Bosworth, “The Section on Codes and Their Decipherment in Qalqashandi’s Subh al-a‘shā”, JSS, VIII (1963), s. 17-33; a.mlf., “A Maqama on Secretaryship: al-Qalqashandi al-Kawakib al-Durriyah fi’l-Manaqıb al-Badriyya”, BSOAS, XXVII (1964), s. 291-298; a.mlf., “Christian and Jewish Religious Dignitaries in Mamluk Egypt and Syria: Qalqashandī’s Information on Their Hierarchy, Titulature and Appointment”, IJMES, III (1972), s. 199-216; a.mlf., “al-Ḳalḳas̲h̲andī”, EI2 (İng.), IV, 509-511; Ahmet Subhi Furat, “İslam Edebiyatında Ansiklopedik Eserler”, İTED, VII/3-4 (1979), s. 228-230.


  • Osmanlı Döneminde Kültürel Faaliyetler

    Taşköprüzade

    eş-Şeḳāʾiḳu’n-nuʿmâniyye’de verdiği bilgiye göre 14 Rebîülevvel 901 (2 Aralık 1495) tarihinde Bursa’da doğdu. Babası Taşköprizâde nisbesiyle anılan Muslihuddin Mustafa Efendi’dir. İlk çocukluk yıllarını Bursa’da geçirdi; daha sonra Ankara’da Akmedrese müderrisi olan babasının yanına gitti, burada Kur’an’ı ezberledi. Babasının Üsküp’e tayin edilmesi dolayısıyla Bursa’ya döndü. Ardından babası onu ve kardeşi Nizâmeddin Mehmed’i İstanbul’a “Yetim” lakabıyla tanınan Alâeddin Efendi’nin yanına götürdü. Medresede sarf-nahiv okuduktan sonra, Bursa Molla Hüsrev Medresesi’nde müderrislik yapan amcası Kıvâmüddin Kāsım Efendi’nin yanında kardeşiyle birlikte tahsiline devam etti, fakat kardeşi burada vefat etti. Ahmed Efendi, babasının Amasya Hüseyniye Medresesi’ne tayin edilmesi üzerine Amasya’ya giderek onun yanında öğrenimini sürdürdü. Dayısının yanı sıra Şeyhzâde Muhyiddin Mehmed Kocevî, Mahmûd b. Kadızâde-i Rûmî, Muhammed et-Tûnisî gibi âlimlerden ders aldı ve tahsilini tamamladı.

    Taşköprizâde 931’de (1525), Dimetoka’daki Oruç Paşa Medresesi’nde müderrisliğe başladı; ertesi yıl İstanbul’da Hacı Hasan Medresesi’ne nakledildi. Babasının İstanbul’da vefat etmesinin (935/1529) ardından önce Üsküp Alaca İshak Bey (936/1530), daha sonra İstanbul Kalenderhâne (942/1536) medreselerine müderris tayin edildi. Müderrislikte giderek yükseldi ve Koca Mustafa Paşa, Sahn-ı Semân, Edirne Üç Şerefeli, Edirne Sultan Bayezid (951/1544) gibi önemli medreselerde müderrislik yaptı. 952’de (1545) Bursa kadılığıyla görevlendirildi. İki yıl sonra tekrar Sahn-ı Semân Medresesi’nde müderrislik yaptı ve 958’de (1551) İstanbul kadısı oldu. Ancak yakalandığı bir hastalık neticesinde görme duyusunu kaybedince görevinden ayrılmak zorunda kaldı. 30 Receb 968 (16 Nisan 1561) tarihinde İstanbul’da vefat etti; cenaze namazı Fâtih Camii’nde kılındıktan sonra Fatih’te Âşık Paşa Camii’nin hazîresinde bulunan Seyyid Velâyet Türbesi yakınında defnedildi.

    Firuzabadi

    Rebîülâhir veya Cemâziyelâhir 729’da (Şubat veya Nisan 1329) İran’da Şîraz’a bağlı Kâzerûn kasabasında doğdu. Şîrâzî nisbesiyle de anılır. Babasının dil ve edebiyat âlimi olduğu bilinmekte, ailesi hakkında başka bilgi bulunmamaktadır. İlk tahsilini Kâzerûn’da babasının yanında yapan Fîrûzâbâdî yedi yaşında iken Kur’an’ı ezberledi; sekiz yaşında Şîraz’a gitti. Burada babasından ve Kıvâmüddin Abdullah b. Mahmûd gibi âlimlerden dil ve edebiyat dersi aldı. Ebû Abdullah Muhammed b. Yûsuf el-Ensârî ez-Zerendî’den Ṣaḥîḥ-i Buḫârî ve Sünen-i Tirmiẕî’yi okudu. 745’te (1344-45) Vâsıt’a giderek Şehâbeddin Ahmed b. Ali ed-Dîvânî’den kıraat dersi aldı. Aynı yıl Bağdat’ta Sirâceddin Ömer b. Ali el-Kazvînî’den Radıyyüddin es-Sâgānî’nin Meşâriḳu’l-envâr’ı ile Ṣaḥîḥ-i Buḫârî’yi tekrar okudu. Bağdat Nizâmiye Medresesi müderrisi ve Bağdat Kadısı Abdullah b. Bektâş’ın yanında yıllarca yardımcı olarak çalıştı. 755 (1354) yılında Şam’a geçti. Orada da başta Takıyyüddin es-Sübkî olmak üzere 100 civarında hocadan ders aldı ve Ṣaḥîḥ-i Buḫârî’yi bir defa daha okudu. Bundan sonra Ba‘lebek, Hama, Halep ve Kudüs’e gitti. Kudüs’te bir taraftan Alâî gibi âlimlerin derslerine devam ederken bir taraftan da çeşitli medreselerde ders verdi ve zaman zaman Gazze, Remle ve Kahire’ye gidip geldi. Kahire’de Bahâeddin İbn Akīl, Cemâleddin el-İsnevî ve İbn Hişâm en-Nahvî gibi âlimlerle tanıştı. İzzeddin İbn Cemâa ve İbn Nübâte el-Mısrî’den ilâhiyat ve edebiyat dersleri aldı. 770’te (1368) Mekke’ye giden Fîrûzâbâdî burada da Mâlikî fakihi Ziyâeddin el-Cündî ve Yâfiî gibi âlimlerden faydalandı. İbn Hacer el-Askalânî, Cemâleddin el-Merrâküşî adında bir kişinin Fîrûzâbâdî için 150’yi aşkın âlimin ismini ihtiva eden bir meşyeha* hazırladığını haber vermektedir. Fîrûzâbâdî bütün bu hocalardan dil ve edebiyattan başka Kütüb-i Sitte, Beyhakī’nin es-Sünen’i, Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’i, İbn Hibbân’ın eṣ-Ṣaḥîḥ’i, Ebû Bekir İbn Ebû Şeybe’nin el-Muṣannef’i ve Sâgānî’nin Meşâriḳu’l-envâr’ı gibi önemli hadis kitaplarını okuyarak rivayet etme izni aldı.

    Katip Çelebi

    1017 Zilkadesinde (Şubat 1609) İstanbul’da doğdu. Hayatına ait orijinal bilgiler bizzat kaleme aldığı otobiyografilerine (Süllemü’l-vüṣûl, vr. 271a vd.; Mîzânü’l-hak, s. 129 vd.) ve yeri geldikçe öteki eserlerine serpiştirdiği kısa notlara dayanmaktadır. Asıl adı Mustafa, babasının adı Abdullah’tır. Ulemâ arasında Kâtib Çelebi, Dîvân-ı Hümâyun mensupları arasında Hacı Halîfe diye tanınır. Babası Enderun’dan yetişerek silâhdarlıkla alâkalı bir görevle çırağ edilmiş, devrin âlim ve şeyhlerinin meclislerine katılarak ilme karşı büyük ilgi içinde olmuştur. Kâtib Çelebi beş yaşında iken babasının özel olarak tuttuğu Îsâ Halîfe el-Kırîmî’den ilk dinî bilgileri aldı ve Kur’an’ı kısmen ezberledi. Daha sonra İlyas Hoca’dan dil bilgisi, Böğrü Ahmed Çelebi adlı hattattan yazı dersleri aldı (Müstakimzâde, Tuhfe, s. 98).

    Kâtib Çelebi on dört yaşına geldiğinde babası ona maaşından 14 dirhem harçlık bağladı ve yanına aldı. Böylece Dîvân-ı Hümâyun kalemlerinden Anadolu Muhasebeciliği Kalemi’ne girerek burada hesap kaidelerini, erkam ve siyâkat yazısını öğrendi. Ertesi yıl Abaza Paşa isyanını bastırmak için Erzurum’a giden orduyla birlikte babasının yanında Tercan (Fezleke, II, 54 vd.), 1035’te (1626) Bağdat seferlerine katıldı. Her iki seferde de savaşın bütün safhalarına ve sıkıntılarına şahit oldu. Bağdat’ı alamayıp muhasarayı kaldırmak zorunda kalan ordunun geri dönüşü sırasında çekilen kıtlık ve karışıklıklardan oldukça etkilendi. Musul’a geldiklerinde 1035 Zilkadesinde (Ağustos 1626) babasını, bir ay sonra da Nusaybin’de amcasını kaybetti. Bir süre Diyarbekir’de kaldı. Babasının arkadaşlarından Mehmed Halîfe tarafından Süvari Mukabelesi Kalemi’ne tayin edildi. 1037 (1628) yılında Erzurum muhasarasında bulundu ve birçok sıkıntıyla karşılaştı. İstanbul’a dönünce Kadızâde Mehmed Efendi’nin derslerine devam etti. Düzgün bir ifadeye, tesirli bir hitabet gücüne sahip olan bu zatın etkisinde kaldı (Mîzânü’l-hak, s. 130). 1039’da (1630) Hüsrev Paşa’nın maiyetinde Hemedan ve Bağdat seferlerine katıldı. Bu seferler sırasında uğradıkları veya zaptettikleri Gülânber Kalesi, Hasanâbâd, Hemedan, Bîsütûn gibi şehir ve menziller hakkındaki gözlemlerini Cihannümâ (s. 300-303) ve Fezleke (II, 118 vd.) adlı eserlerinde anlattı. Ayrıca bizzat bulunduğu Bağdat’ın muhasarasını ve savaşın safhalarını oldukça canlı bir şekilde tasvir etti (Fezleke, II, 128 vd.). Daha sonra İstanbul’a dönen Kâtib Çelebi yine Kadızâde’nin derslerine devam ederek tefsir, İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn, Şerh-i Mevâkıf, Dürer ve Tarîkat-i Muhammediyye okudu. Tabanıyassı Mehmed Paşa’nın kumandasındaki ordu ile tekrar Şark seferine gitti (1633-1634); ordunun Halep’e çekilmesinden istifade ederek hac farîzasını yerine getirdi. Ardından Diyarbekir’de kışlamakta olan orduya katıldı. Burada bazı âlimlerle sohbet etti ve ilmî tartışmalar yaptı. 1635’te IV. Murad’ın Revan seferinde bulundu. Bu sefere ait gözlemlerini oldukça geniş biçimde anlatan Kâtib Çelebi (Fezleke, II, 164 vd.) daha sonraki hayatını hemen tamamen ilmî çalışmalara verdi. Kendi ifadesiyle “cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekber”e döndü. Kendisine kalan küçük bir mirası kitaplara yatırdı. Halep’te iken sahaf dükkânlarında gördüğü kitapların isimlerini yazmaya başlamıştı. Daha ziyade tarih, tabakat ve vefeyât türü eserleri okumayı seven Kâtib Çelebi, 1636 yılına gelinceye kadar bu tür kitaplardan birçoğunu okumuş bulunuyordu. Ertesi yıl zengin bir akrabasının ölümü üzerine kendisine düşen oldukça büyük bir mirasın üç yük kadarını (300.000 akçe) yine kitaplara verdi; geri kalanla da Fâtih Camii’nin kuzey tarafında bu cami ile Yavuz Sultan Selim Camii arasında bulunan evini tamir ettirdi ve aynı tarihte evlendi. Tamamen ilim ve telifle uğraştığından IV. Murad’ın Bağdat seferine katılmadı. Devrinin fazileti ve geniş bilgisiyle meşhur âlimlerinden A‘rec Mustafa Efendi’nin derslerine devam ederek onu kendisine üstat kabul etti. Hocası da Kâtib Çelebi’ye diğer talebelerinden ayrı bir teveccüh gösterdi. Ondan el-Endelüsiyye fi’l-ʿarûż, Hidâyetü’l-ḥikme (dördüncü babın sonuna kadar), Mülaḫḫaṣ fi’l-heyʾe şerhini ve Eşkâlü’t-teʾsîs’i okudu (Câmiʿu’l-mütûn, vr. 5a). Bu arada Ayasofya Camii dersiâmı Abdullah ve Süleymaniye Camii dersiâmı Keçi Mehmed efendilerin derslerine devam etti (Fezleke, II, 239). 1642 yılında Vâiz Veli Efendi’den İbn Hacer el-Askalânî’nin Nuḫbetü’l-fiker adlı eserini okudu ve yine ondan Elfiyye derslerine başladı. İki yılda usûl-i hadîs ilmini tamamladı (Mîzânü’l-hak, s. 136). Ermenek müftüsü Molla Veliyyüddin’den Telḫîṣü’l-Miftâḥ’ı, Ali b. Ömer el-Kâtibî’nin mantıka dair eş-Şemsiyye’sini okudu. On yıl kadar geceli gündüzlü ilimle uğraşan Kâtib Çelebi bazan kendini tamamen bir kitaba verir, her şeyi unutur, odasında güneşin doğmasına kadar mum yanar ve bundan hiç yorgunluk duymazdı. Ayrıca bazı talebelere ders veren Kâtib Çelebi (Süllemü’l-vüṣûl, vr. 42a) 1645 Girit seferi münasebetiyle harita yapımıyla da ilgilendi. Bu sıralarda mukabele başhalifesiyle kadro meselesi yüzünden tartışınca memuriyetten ayrıldı. Diğer öğrenciler yanında kendi oğluna da çeşitli konularda ders veren Kâtib Çelebi, hastalığı sırasında tedavi yollarını öğrenmek amacıyla bir yandan tıp kitaplarını okurken bir yandan da mânevî çareler aramak için esmâ ve havas kitaplarını inceledi; zira temiz bir gönülle edilen duaların şifalı tesirlerinden emindi (Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 725 vd.; II, 1137). Müslüman olan Fransız asıllı Mehmed İhlâsî’nin yardımıyla bazı eserleri Latince’den Türkçe’ye çevirdi. 27 Zilhicce 1067 (6 Ekim 1657) sabahı vefat ederek Zeyrek Camii civarındaki kabristana gömüldü.

    Ölümünden iki yıl sonra müsveddelerinin ve teliflerinin çoğunu satın alan İzzetî Mehmed Efendi’nin belirttiğine göre Kâtib Çelebi himmet sahibi, iyi huylu, az konuşan, hakîm meşrepli bir zattı. Uşşâkīzâde onu “rindle rind, zâhidle zâhid, küçükle küçük, büyükle büyük bir zat” olarak nitelemektedir. Vakur bir kişiliği olan Kâtib Çelebi hicivden pek hoşlanmazdı. Çiçek yetiştirmek gibi ince bir zevk ve merakının bulunduğu, hatta katmer, salkımlı mavi sümbüller yetiştirdiği bilinmektedir. Hanefî mezhebinde ve İşrâkī meşrebinde olduğunu söyleyen müellif (Süllemü’l-vüṣûl, vr. 271a), İşrâkīliğin İslâmî ilimler içinde tasavvuf menzilesinde felsefe ilimlerinden biri sayıldığına işaret ettikten sonra nefs-i nâtıka için en yüksek mertebenin Allah’ı tanımak olduğunu, bunun için de biri ehl-i nazar ve istidlâl, diğeri riyâzet, mücâhede ve tarikat sâliklerinden olmak üzere iki yol bulunduğunu belirtmektedir. Fakat zamanında tekkelerin meczupların ve değersiz kişilerin ziyaretgâhı haline geldiğini söyleyen Kâtib Çelebi ölülerden yardım dilemenin anlamsızlığını, mezarlara konan mumların ve yakılan kandil yağlarının mumculara ve mezar bekçilerine yarayacağını belirterek bu tür boş inançları eleştirmekten çekinmemiştir. Taassubun her çeşidine karşı çıkmış, bunun bir iç savaşa yol açacak kadar şiddetlendiği bir devirde gereksiz taassubu hem şeriata hem akla dayanarak önlemeye çalışmıştır. 

    Evliya Çelebi

    Hayatı hakkında bilinenler seyahat hâtıralarını topladığı on ciltlik muazzam eserine dayanır. Tam ve gerçek adı belli değildir. Evliya Çelebi adı muhtemelen lakabından gelmekte olup hocası İmam Evliya Mehmed Efendi’ye nisbetle alınmış olmalıdır. Kırk yılı aşkın bir süre boyunca hemen hemen bütün Osmanlı ülkesini ve diğer memleketleri dolaşarak Türk kültür tarihinde örneğine rastlanmayan büyük bir seyahatnâme kaleme almış ve günümüzde önemi giderek artan bu eseriyle âdeta bütünleşmiştir.

    Eserindeki bilgilere göre 10 Muharrem 1020’de (25 Mart 1611) İstanbul’da Unkapanı’nda doğdu. Babası, Seyahatnâme’nin bazı yerlerinde adı Derviş Mehmed Ağa, Derviş Mehmed Ağa-i Zıllî şeklinde de geçen Sarây-ı Âmire kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendi’dir. Eserinde çoğunlukla mübalağalı haberler vermekten hoşlanan Evliya Çelebi, dünyaya geldiğinde evlerinde yetmiş kadar ulemâ ve meşâyih bulunduğunu, onların mânevî yardımlarından dolayı macera dolu hayatında her türlü dert ve sıkıntıdan kolayca kurtulduğunu belirtir. Bunlar herhalde babasının tanınmış bir kişi olduğunu anlatmak için yazılmıştır. Nitekim babasının Kıbrıs adasının fethine katıldığını, Magosa’nın anahtarlarını takdim ettiğini yazması da bu kanaati doğrulamaktadır. Ayrıca I. Ahmed devrinde Kâbe’nin oluklarını bizzat imal ederek surre emanetiyle Hicaz’a götürdüğünü, Sultan Ahmed Camii’nin kapı ve pencere tezyinatı işlerinde çalıştığını, böylece I. Ahmed’in takdirini kazanarak musâhib-i şehriyârîliğe kadar yükseldiğini de kaydeder. Ataları hakkında ise karışık bilgiler vermektedir. Ailesini Germiyanoğulları’na bağlayıp Hoca Ahmed Yesevî soyundan geldiğini bildirir. Dedeleri arasında bulunduğunu söylediği Yavuz Er (belki de Yavuz Özbek) Fâtih’in bayraktarıdır. Yavuz Er gazâ malından 100 vakıf dükkânla Evliya Çelebi’nin doğduğu evi yaptırmıştır.


  • Türkiye'de Yapılan Arap Dili ve Edebiyatı Çalışmaları

    Arap Dili ve Edebiyatı lisans programının amacı, bilinçli, eleştirel bir bakış açısına sahip, araştırmacı, etik değerleri gözeten ve geleceğin oluşturulmasında etkin rol alacak bireyleri üniversiteler, araştırma ve eğitim merkezleri, kamu ve özel sektör alanlarında çalışmalarını sağlayacak bilgi, beceri ve yetkinliklerle donatmaktır. Ülkemizde yeni gelişen süreçte Arap dünyası ile girilen yakın temaslarda bu dile olan ihtiyacın artması ve buna yönelik olarak da dil eğitiminin elzem hale gelmesi şüphesiz Arap dili ve kültürü alanında eğitim ve öğretimi önemli hale getirmiştir. Ayrıca Ortadoğu’da, dünyanın farklı ülkelerinde ve Türkiye’de Arap Dili ve Edebiyatı’nın farklı konu ve alanlarında çalışmalar yapılmakta, ancak dünyanın farklı yerlerinde Arapça’nın konuşulduğu yerlerin kültürünü ve kaybolmaya yüz tutan bir geleneği yaşatma bağlamındaki çalışmaların yetersiz olduğu bilinmektedir.

    Ülkemiz üniversitelerinde Arap Dili ve Edebiyatı, Arapça Öğretmenliği, Arapça Mütercim-tercümanlık gibi farklı programlarda belli bir disiplin içinde çalışmayı, Türkiye’de Arap dili ve kültürü ile ilgili zengin geleneğin, Arap dili, kültürü ve lehçelerinin, Arap dilinin tarihi sürecinin, Arap edebiyatının dönemleri ve akımlarının, bu alandaki iz bırakan yazarların ve eserlerin tanınması ve tanıtılmasını ve de bu sahada özgün çalışmalar yapabilecek yetkin bireyleri yetiştirmeyi amaçlamaktadır.

    Prof. Dr. Rahmi ER'in Bilimsel Çalışmaları

    A. Kitaplar:

    Telif Kitaplar

    - Türkçe Öğreniyoruz II, (Türkçe-Arapça Anahtar Kitap), Ankara: Engin Yayınevi 1986. 
    - Türkçe Öğreniyoruz III, (Türkçe-Arapça Anahtar Kitap), Ankara: Engin Yayınevi 1986.

    - Bedîu’z-Zamân el-Hemezânî ve Makâmeleri , İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 1994.
    - Hırsız ve Köpekler, (Necip Mahfuz’un "el-Lıss ve’l-Kilâb" adlı romanı üzerine bir değerlendirme ve romanın Türkçeye çevirisi), Vadi Yayınları, Ankara 1996.

    - Modern Mısır Romanı (1914-1944) , Ankara: Star Ajans 1997 (İkinci Baskı: Hece Yayınları, Ankara 2015). 
    - Arapça Lise 1 (Azmi Yüksel ve Emrullah İşler ile birlikte), Doğan Yayıncılık, Ankara 1998. 
    - Arapça Lise 2 (Azmi Yüksel ve Emrullah İşler ile birlikte), Doğan Yayıncılık, Ankara 1998. 
    - Arapça Lise 3 (Azmi Yüksel ve Emrullah İşler ile birlikte), Doğan Yayıncılık, Ankara 1998.
    - Arapça Lise 4 (Azmi Yüksel ve Emrullah İşler ile birlikte), Doğan Yayıncılık, Ankara 1998. 
    - Çağdaş Arap Edebiyatı Seçkisi, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2004 (ikinci baskı: Vadi Yayınları, Ankara 2012).

     

    Çeviri Kitaplar

    - Klasik Arap Literatürü, [Prof.Dr.Azmi Yüksel’le birlikte yapılan, Ignace Goldziher’in A Short History of Classical Arabic Literature (İngilizceye çeviren: Joseph de Somogyi) adlı eserinin Türkçeye çevirisi], Ankara: İmaj Yayınları, 1994 (ikinci baskı: Vadi Yayınları, Ankara 2012).

    - Yeni Bir Şarkı Söylüyorum, (Atal Bihari Vajpayee’nin şiirlerinden bir seçki, Haz. Sita Lakshmi Kidambi, İngilizceden Çev. Rahmi Er, Serpil Ural), Ankara: 2003.

    - O Koku (Sunullah İbrahim'in "Tilke'r-Râiha" adlı romanının Arapça aslından Türkçeye çevirisi), Jaguar Kitap, İstanbul 2013.

    - Nil Üstünde Gevezelik (Necib Mahfuz'un "Sersera fevka'n-Nîl" adlı romanının Arapça aslından Türkçeye çevirisi), Hece Yayınları, Ankara (Şubat) 2015.

    - Sessizlik ve Gürültü (Nihad Sîris'in "es-Samt ve's-Sahab" adlı romanının Arapça aslından Türkçeye çevirisi), Jaguar Kitap, İstanbul (Nisan) 2015.

    Çeviri Öyküler

    - Davet [Cemâl el-Gıytânî'nin kısa öykü seçkisi Yemâme (Birinci Baskı: Kahire, Ocak 2015), s. 23-26’da yer alan “Da‘va” adlı öykünün Arapça aslından Türkçeye çevirisi], Türk Dili Dergisi, Ankara (Mart) 2015, Sayı: 759, s.52-54.


    B. Makaleler:

    - “İbn Zaydûn”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri Dergisi , IV, 1 (1985), s. 175-194.

    - “Tâhâ Husayn’in Fî’ş-Şi‘ri’l-Câhilî Adlı Eserinden Dolayı Muhakemesi ve Davaya Bakan Savcının Raporu”, İslami Araştırmalar Dergisi, III, 3 (1989), s. 139-152.

    - “Modern Mısır Romanının Bazı Özellikleri”, (Menahem Milson’ın “Some Aspects of the Modern Egyptian Novel” başlığıyla Muslim World Dergisinin 60/3 (1970) sayısında yayınlanmış olan makalesinin Türkçeye çevirisi, İlim ve Sanat Dergisi, Sayı: 26 (İstanbul,1989), s. 63-68.

    - “Modern Mısır Tiyatrosu (I)”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, C. XXVIII, 1-2 (1990), s. 123-140.

    -  “Modern Mısır Tiyatrosu (II)”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, C. XXV, 1 (1992), s. 105-122.

    - ”12 Numaralı Yatağın Ölümü” [Gassân Kenefânî’nin el-Âsâr el-Kâmile (Beyrut 1973, c.II, s. 127-152) adlı eserinden aktarılan bir hikaye], Öykü Seçkisi (Hazırlayan: Gürsel Aytaç), Ankara, Gündoğan Yayınları (1991), s. 56-71.

    -  “12 Numaralı Yatağın Ölümü Üzerine”, Kayıtlar Dergisi, Sayı: 6 (Ankara, 1991), s. 34-43.

    -  “Modern Lübnan Romanına Genel Bir Bakış”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri Dergisi, C. V, Sayı:1 (1992), s.125-151.

    -  “İki Endülüs Şairi: İbn Ammâr ve İbn Hafâce”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, C. XXXV, Sayı:2, (Ankara, 1992), s.87-125.

    -  “İhsân Abdu’l-Kuddûs ve el-Visâdetu’l-Hâliye Koleksiyonu”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri Dergisi, 2 (1993), s.47-59.

    -  “Muhammed Huseyn Heykel ve Onun Dil ve Edebiyatla İlgili Bazı Görüşleri”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, C. XXXVII, Sayı: 1-2 (1995), s. 599-623.

    -  “Necîb Mahfûz’un Hırsız ve Köpekler Adlı Romanı Üzerine”, Tömer Dil Dergisi , Sayı: 46 (Ankara, 1996), s. 5-19.

    -  “Bidâyâtu’t-Tecdîd fî’l-Edebeyn et-Turkî ve’l-‘Arabî fî’l-Karni’t-Tâsi‘ ‘Aşar” (Arapça), Kahire Üniversitesi Doğu Araştırmaları Merkezinde ve Hilvan (Kahire) Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde verilen konferansın metni, EKEV Akademi Dergisi, 3/1, Ankara 2001, 321-335’te yayımlanmıştır.

    -  “Muhammed Hüseyn Heykel’in Hikayeleri, Nüsha, Güz, sayı 3, Ankara 2001, s. 35-42.

    -  “Bedr Şâkir es-Seyyâb ve Yağmurun Türküsü”, LITTERA, Ankara 2006, Cilt: XVIII, s.95-106.



     C. Bildiriler:

    1. “Arap Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalının 1970 Yılından Günümüze Dek olan Bilimsel Etkinlikleri”, Bildiriler [Türkiye’de Sosyal Bilimlerin Gelişmesi ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sempozyumu (24-26 Nisan 1996-Ankara)], A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1998, s.255-266

    2. “el-Lugatu’l-‘Arabiyye fî Turkiyâ” (Arapça) Kahire’de Kültür Yüksek  Kurumu tarafından 4-7 Aralık 1999’da düzenlenen uluslar arası “Arap Edebiyatı ve Evrensellik” konulu konferansta sunulan ve özeti yayımlanmış olan (Mulahhasât Ebhâs Mu’temer  “el-Edebu’l-Arabî ve’l-‘Âlemiyye”, s.52) bildiri.

    3. “Hazf ev Tahrîfu’n-Nassi’l-Aslî li-Esbâb Ahlâkiyye ve Dîniyye fî Tercemâti Ba‘di’l-A‘mâli’l-Edebiyye” (Arapça), Kahire’de Kültür Yüksek  Kurumu tarafından 28-31 Ekim 2000 tarihlerinde  düzenlenen uluslar arası “Çeviri Sorun ve Sorunsallıkları” konulu sempozyumda sunulan ve özeti yayımlanmış olan (Halka Bahsiyye Havle: Kadâya’t-Terceme ve İşkâliyyâtihâ, Mulahhasâtu’l-Abhâs,  s.71) bildiri.

    4. “Devru’t-Terceme fi’l-Hivâr beyne’l-Hadârât”. (Arapça), Kahire’de Ayn Şems Universitesi tarafından  13-16  Nisan 2002 tarihlerinde  düzenlenen uluslar arası “Küreselleşme ve Uygarlıklar Arası Diyalog: Yeni Bir Dünya Yaratma” konulu konferansta sunulan ve özeti yayımlanmış olan (Konferans Programı,  s.52) bildiri.

    5. “Bedr Şâkir es-Seyyâb ve Yağmurun Türküsü”. (27-29 Mayıs 2004 tarihlerinde Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi tarafından Elazığ’da düzenlenen “Dünden Bugüne Irak” konulu, uluslar arası katılımlı II. Orta Doğu Seminerinde sunulan bildiri olup seminerin Bildiriler kitabında (Fırat Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Merkezi Yayınları No: 12, Elazığ 2006, s.247-262) yayımlanmıştır (çalışma ayrıca aynı yıl LITTERA dergisinde de yayımlanmıştır (Ankara 2006, Cilt:XVIII, s.95-106).



    D. Ansiklopedi Maddeleri: 

            
    - “Büşti”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1992, C.6 , s. 496. 
    - “Büzürc b.Muhammed” , Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1992, C.6, s. 521-522.
    - “Ebu Zübeyd et-Ta’i”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1994, C. 10, s. 271-272. 
    - “Ebu Zü’eyb el- Hûzeli”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1994, C.10, s. 272. 
    - “İbn Vehbûn”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.20, İstanbul 1999, s.443. 
    - “İbn Zeydûn”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.20, İstanbul 1999, s.464-466. 
    - “İbnu’l-Haddâd el-Vadiaşî”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.21, İstanbul 2000, s.60-61. 
    - “İbnu’l-Hannat”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.21, İstanbul 2000, s.69-70. 
    - “İflilî”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.21, İstanbul 1999, s.512-513. 
    - “İsmail Sabrî Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.23, İstanbul 2001,  s.120-121 
    - “Kümeyt el-Esedî”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.26, Ankara 2002, s.551-552. 
    - “Makale”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.27, Ankara 2003, s.407-408. 
    - “Mendûr”,TDV İslam Ansiklopedisi, c.29, Ankara 2004, s.130-131. 
    - “Muvelledûn”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.32, İstanbul 2006, s.227. 
    - “Necâşi, Kays b.Amr”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.32, İstanbul 2006, s.475-476. 
    - “Ömer b.Ebî Rabia”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.34, İstanbul 2008, s.56-57. 
    - “Risale”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.35, İstanbul 2008, s.112-113. 
    - “Roman” (Arap Edb. Bölümü), TDV İslam Ansiklopedisi, c.35, İstanbul 2008, s.164-166. 
    - “Ru‘be b. Accâc”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 35, İstanbul 2008, s.282-283. 
    - “Rusafi, Muhammed b. Gâlib”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.35, İstanbul 2008, s.246. 
    - “Sâbî, Ebû İshâk”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.35, İstanbul 2008, s.339-340. 
    - “Salih b.Abdulkuddûs”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.36, İstanbul 2009, s.35-36. 
    - “Şeyzeri, Eminüddin”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.39, İstanbul 2010, s.109.
    - “Tenkid” (Arap Ed. Bölümü),
    TDV İslam Ansiklopedisi, c.40, İstanbul 2011, s.458-461.

    - “Tugra’î”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.41, İstanbul 2012, s.339-341. 


    Prof. Dr. Bedrettin AYTAÇ'ın Bilimsel Çalışmaları


    Kitap: 

    Arap Lehçelerindeki Türkçe Kelimeler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1994.

    İbranice Türkçe Sözlük, Kurmay Kitap Yayın Dağıtım, Ankara 2012.

               

    Çeviri Kitap:

    Modern Arap Edebiyatı Tarihi -20.Yüzyıl- (Jacob M.Landau, Arabische Literaturgeschichte der Neuesten Zeit 20.Jahrhundert ), Kültür Bakanlığı, Ankara 2002.

    Han el-Halili ( Necib Mahfuz, Han el-Halili), Hit  Kitap, İstanbul 2011.

    Modern İbrani Edebiyatı Tarihi (Yaz.Gerşon Şaked), Phoenix,Ankara 2007.

     

    Makale:

    İbranicenin Yeniden Doğuşu, A.Ü. Tömer Dil Dergisi, Sayı 139, Ankara 2009, s.25-35.

    The Issue of  Cultural Identity in Salama Moussa and Cevat Şakir Kabaağaçlı’s Essays, Şarkiyat Mecmuası, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi,  İstanbul 2007, s.1-8.

    Çağdaş Fas Nesrine Genel Bir Bakış, DTCF Cumhuriyetin 80. Kuruluş Yıldönümü Anı Kitabı, Ankara 2004, s. 41-44.

    Modern Mısır Edebiyatında Kültürel Kimlik Arayışına Bir Örnek: Selame Musa, Fırat Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Merkezi,Birinci Orta Doğu Semineri Bildirileri, Elazığ 2004, s.151-161.

    "Elements of Historical Novel in Jurji Zaydan's Istibdad al-Mamalik and Namik Kemal's Jezmi, Türkoloji Dergisi,XIV, Ankara 2001, s. 61-70.

    Selame Musa Musa ve Arap Dili Üzerine Görüşleri, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, II, Ankara 2001, s. 120-128.

    Ebu'l-Ala el-Maarri'nin el-Luzumiyyat'ında Kadın, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, III, Ankara 2001, s. 13-18.

    Emin er-Rihani'nin Denemelerinde Milliyetçilik, A.Ü.Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 41,Ankara 2001, s. 151-161.

    Abbas Mahmud el-Akkad ve Peyami Safa'nın Denemelerinde Doğu-Batı, İslamiyat II, Ankara 1999, s. 153-157.

    Arap Dünyasında Türkçe Aile Adları, EKEV, 2000, s.153-159.

    The Place of Hebrew in Middle Eastern Languages, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, I, Ankara 2000, s.

    Necib Mahfuz'un Hikayat Haratina Adlı Eserinde Anlatım Sanatı, EKEV,I, 1998, s. 309-320.

    Deneme Yazarı Olarak Abbas Mahmud el-Akkad, LITTERA, IX, s.95-123.

    The Question of Women in the Works of Selma Riza and May Ziadeh , Orient am Scheideweg, Verlag Dr. Kovac, (Edt.by. Martin Tamcke), Hamburg 2003, p.309-319.

    19.Yüzyıl İstanbul'unda Bir Arapça Gazete: el-Cevaib, XIII. Türk Tarih Kongresi, Bildiriler, T.T.K, Ankara 2002, s.1013-1022.

    Te'sirat Mutebadile Beyne'l-Lugateyni'l-Arabiyye ve't-Turkiyye, Daruna, XXVIII, Hayfa 1998, s.31-41.

    "Necib Mahfuz'un Hanu'l-Halili Adlı Romanı Üzerine Bir İnceleme, Gündoğan Edebiyat 19 (1997) 37-53.

    Aytaç, Bedrettin., " Osmanlı Dönemi Mısır Edebiyatı'ndan Bir Yazar: Şihab al-Hafaci", Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, XXXVII (1995) 55-63.

    Muhammed Teymur ve 20. Yüzyıl Mısır Edebiyatındaki yeri, Gündoğan Edebiyat, IX, Ankara 1994, s. 91-94.

    Necib Mahfuz'un "Allah'ın Dünyası" Adlı Hikayesi Üzerine Bir İnceleme, A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, XXXIV, s.1-3, Ankara 1990.

    "Hayy Ibn Yaqzan" : Ein Entwicklungsroman in Der Arabischen Literatur des 12.Jh." ,Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, XXXIII (1990) 9-15.

    Abbasi Devrinde Nesir ve al-Hariri, A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, XXXV, Ankara 1992, s. 1-14.

    İki Tarafın Görüş Açılarından Arap-Türk Münasebetleri (Kitap Tanıtma, Editörler Ekmeleddin İhsanoğlu-Muhammed Safiyuddin Abu'l-İzz) Türk Tarih Kurumu BELLETEN C.LXI, Ankara 1997, s. 165-169.

    Mahmud Teymur (Madde), Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXVII,Ankara 2003, s.386-387.

    Muhammed Teymur (Madde) , Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi'nde yayınlanacaktır.


    Çeviri Makale:

    Batılı Yazarlar Bizi Nasıl Anlıyor? (Abbas Mahmud el-Akkad, Keyfe Yefhemuna Kuttabu'l-Garb) Çağdaş Dünya Edebiyatı Seçkisi (Haz. Gürsel Aytaç) Kültür Bakanlığı, Ankara, s. 116-119.

    Arap Dili ( Werner Diem, Arabisch) Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri Dergisi V, Ankara 1992, s.205-210.



    Prof. Dr. Kemal TUZCU'nun Bilimsel Çalışmaları

    A- KİTAPLAR

    1. Tuzcu, Kemal, Arap Şiirinde Muvaşşah (IX-XV. Yüzyıllar Arası) Tiydem Yayıncılık, Ankara 2011.

    2. Leyla Yılmaz & Kemal Tuzcu,  Antalya'da Türk Dönemi Kitabeleri, CORPUS OF TURKISH ISLAMIC INSCRIPTIONS nr. 3  SOTA PUBLICATIONS, 2010 Haarlem, Nedherlands.

    3. Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi Yazmalar Kataloğu I, Üniversite A ve Üniversite B Koleksiyonları, YayınHazırlayanlar: Doç. Dr. Derya Örs, Dr. Kemal Tuzcu, Dr. Muhammet Hekimoğlu, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Yayınları No: 400, Yazma Katalogları Serisi: 1, Ankara 2006 .

    4. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi Yazmalar Kataloğu, II/1, Mustafa Çon A ve B Koleksiyonları, Yayına Hazırlayanlar: Doç. Dr. Derya Örs, Dr. Kemal Tuzcu, Dr. Muhammet Hekimoğlu, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Yayınları No: 402, Yazma Katalogları Serisi: 2, Ankara 2008.

    B- MAKALELER


    1. Tuzcu, Kemal, “Arap Şiirinde Recezin Ortaya Çıkışı”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 34, 2012/I, Ankara 2012, 32-44.

    2. Tuzcu, Kemal, “Hudbe b. el-Haşrem el-‘Uzrî”, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 50, 1 (2010), 133-144.    

    3. Tuzcu, Kemal, "The Appearance of Rajaz in Arabic Poetry" , Journal of Research, Faculty of Languages & Islamic Studies, Vol. 12, 2007, Bahauddin Zakaria University, Multan 2007, 117-130.

    4. Tuzcu, Kemal, “Klasik Arap Şiirinde Didaktik Şiirler”, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 47, 2 (2007), 147-171 

    5. Tuzcu, Kemal, “Bir Emevî Şairi:  ”, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt 44: sayı 1, Ankara 2005, 17-30.

    6.  Tuzcu, Kemal, “Mısırlı Neo-Klasik Şairler”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, V, Ankara 2002, 107-126.

    7. Tuzcu, Kemal, “Arap Yazısının Ortaya Çıkışı”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, II, Ankara 2001, 158-165.

    8. Tuzcu, Kemal,  “Araplarda Etimoloji Çalışmaları”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, I, Ankara 2001, 66-71.

    C. BİLDİRİLER

    1. Tuzcu, Kemal, “Endülüs Muvaşşahları ve Türk Şiirine Etkisi”,   Türk- İspanyol İlişkileri, I. Uluslararası Sempozyumu, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, 14-15 Kasım 2011, Ankara. 

    2. Tuzcu, Kemal, "İslamiyetten Önce Arap Yazısı" Dördüncü Uluslararası Ortadoğu Semineri (İlkçağlardan İslamiyetin Doğuşuna Kadar Ortadoğu), Fırat Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Müdürlüğü, 29-31 Mayıs 2009, Elazığ.

    3. Tuzcu, Kemal,  "Mehmet Akif Ersoy’un Yabancı Dil Eğitimi İle İlgili Bazı Görüşleri”, Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, 22-23 Kasım 2007,  Bildiriler,  Ankara 2008, s.777-782

    4. Tuzcu, Kemal, "Klasik Arap Şiirinde Av Teması", T.C. Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırma Ve Uygulama Merkezi, "Türk Kültüründe Av" Uluslararası Sempozyumu, 15-16 Kasım 2006, İstanbul

    Doç. Dr. Derya Adalar Subaşı'nın Bilimsel Faaliyetleri

    Kitaplar

        1-  Arapça II (Ders Kitabı), (Prof. Dr. Rahmi Er ile birlikte) Anadolu Üniversitesi Yayınları, Ocak 2018, 329s. , Eskişehir

        2- Arapça I (Ders Kitabı), (Prof. Dr. Rahmi Er ile birlikte) Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eylül 2017, 275s. , Eskişehir

       3-  Klasik Arap Edebiyatında Şair Tezkireleri, Engin Yayınevi, 208s.,  Nisan 2016,Ankara           

    4-Sözlük Verilerine Dayalı Görünümleriyle Arapçada Kavram Oluşturma Yolları, Divan Kitap, 268s. 2012, İstanbul (Doktora Tezi)

    5-Arapça-Türkçe-Türkçe Arapça Universal Sözlük, Engin Yayınevi, 2014 Ankara, 412s.

    6-Arapça-Türkçe-Türkçe Arapça Standard Sözlük, Engin Yayınevi, 2015 , Ankara, 705 s.

    7-Arapça Eşdizimsel Örüntülerin İncelenmesi, Ahmet Yesevi Üniversitesi, Arap Dili Eğitimi Uzaktan Eğitim Tezsiz Yüksek Lisans Programı Online Ders Kitabı, Ankara 2016

    Kitapta Bölüm

     Arapça III (Ders Kitabı 3 bölüm (1,2,3), (Prof. Dr. Rahmi Er ile birlikte) Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2018,  Eskişehir


    ULUSLARARASI  MAKALELER              

    1- Apollo Grubu: Bir Modern Arap Şiiri Ekolü, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt:47, Sayı:2, Ankara-2008, Tarandığı Index: MLA

    2- Renkler Ulamı Üzerine Türkçe ve Arapça Sözlük Tabanına Yönelik Gözlemler, Turkish Studies, International Periodical for the Languages, Literature and  History of Turkish or Turkic, Volume 7/2 Spring 2012, p.973-977, Ankara

    3- Aragon’un Le Fou D’Elsa’sı (Elsa’nın Mecnun’u) Üzerine Yazılan Bir Makale Çevirisi Bağlamında Leyla ve Mecnun’un Metinlerarası Kimliğine Dair Bir Değerlendirme, International Journal of Language Academy, Volume 2/3 Autumn 2014 p. 243/261

    4- Arap ve Türk Belâgatinde Me‘ânî İlmine Genel Bir Bakış, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, The Journal of International Social Research, Cilt: 7 Sayı: 34 Volume: 7 Issue: 34,2014,  p. 9-18

    5- Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında el-Ferec Ba'de'ş-Şidde Hikayeleri, Turkish Studies, International Periodical for the Languages, Literature and  History of Turkish or Turkic, Volume 11/4 Winter 2016, p.1-18, Ankara

     6-Arapçada Ses Yansımalı Sözcüklere Genel Bir Bakış, Journal of Academic Social Science Studies (Number 46), 25 April 2016, p. 69-83


    ULUSAL MAKALELER

    1- Arapça ve Türkçe Ders Kitaplarındaki "Yardımlaşma" ve "Arkadaşlık" Konulu Metinlerin Karşılaştırılması: Bir Eşdizimsel Örüntüleme Çözümlemesi Örneği, Tömer Dil Dergisi, Sayı:129 / Temmuz-Ağustos-Eylül /2005, s.63-84. Ankara, Ulusal Hakemli Dergi, İndeks: Ulakbim

    2- Tömer’de Yabancı Dil Olarak Türkçe Öğrenen Arap Öğrencilerin Kompozisyonlarında Hata Analizi, Tömer Dil Dergisi, Sayı:148/Nisan-Mayıs-Haziran/2010, s. 7-16. Ankara. Ulusal Hakemli Dergi, İndeks: Ulakbim

    (9-11 Aralık 2009 tarihlerinde, Uluslar arası Kıbrıs Üniversitesinin düzenlediği II. Uluslar arası Dünya Dili Türkçe Sempozyumunda sunulan bildirinin genişletilmiş şeklidir)

    3- Araplarda Sözlükçülük Çalışmaları ve el-Mu’cemu’l-‘Arabiyyu’l-Esâsî Adlı Sözlüğün Eleştirisi, Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, Sözlük Özel Sayısı, Yaz 04, 2011, s.237-250, İstanbul. Assos Index, Ulusal Hakemli Dergi

    4- Türkçe Sözlükte Yer Alan Arapça Etken-Edilgen Ortaç Görünümlü Sözlükler, Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, Kış 05, 2012, s. 273-284, İstanbul, Assos Index, Ulusal Hakemli Dergi

    BİLDİRİLER

    1- Dil Öğretiminde Güdülen Hedefler Açısından Türkiye ve Arap Ülkeleri, Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, 22-23 Kasım 2007, Ankara.

    2-Türkçe Sözlükte Üst Kavram Gösteren Arapça Kökenli Sözcükler, 22. Ulusal Dilbilim Kurultayı, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, 8-9 Mayıs 2008, Van. 

    3- Son 10 Yılda Arap Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Cumhuriyet ve Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Uluslar arası Sempozyumu, Ankara Üniversitesi, 14-16 Mayıs 2008, Ankara

    4- Türkçe Öğretimi Üzerine Çalışmalar kitabı içinde makale olarak basılan, “Anadili Olarak Türkçenin Eğitimi Öğretimi” bölümünde “Türkçe ve Arapça İlköğretim 2. Sınıf Ders Kitaplarında Metin Türü ve İletilerine Dair Görünümler”, s.3-13, Dokuz Eylül Üniversitesi Matbaası, İzmir, 2011.

    (III. Uluslar arası Türkçenin Eğitimi Öğretimi Kurultayında aynı adla sunulan bildirinin genişletilmiş şeklidir. Dokuz Eylül Üniversitesi, Dil Eğitimi Araştırma ve Uygulama Merkezi, 01-03 Temmuz 2010)

    5- Nef’î ve Mütenebbî’nin Kasidelerinde Benlik Olgusu, IX. Klasik Türk Edebiyatı Sempozyumu, Hasibe Mazıoğlu Hatırasına, 15-17 Mayıs 2014, Erciyes Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Kayseri

    6- Error Analysis and Arab Perception on Composıtion of Foreign Learners Of Arabic, IV. Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi, 4th Arab-Turkish Congress of Social Sciences, 26-27 October 2014, Petra University, Amman, Jordan.

    7- Türkiyede Devlet üniversiteleri Bünyesindeki Orta Doğu Araştırma ve Uygulama Merkezlerine Genel Bir Bakış, V.th Arab-Turkish Congress of Social Sciences, 04-05  Nowember 2015, Marrakech, Morocco.

    8- Ebu'l-'Alâ el-Ma'arrî'nin Risâletu'l-Gufrân'ından, Dante'nin İlahi Komedyasına Mistik Etkileşim Yolculuğu, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Uluslararası Orta doğu Kongresi, 29-30 Ekim 2017, Ankara

    9- Araplarda İlk Dönem Şair Biyografisi Eserlerinde Nesir Üslubu, I. Karaman Uluslararası Dil ve Edebiyat Kongresi, 7-9 Kasım 2918, Karaman

    10- Arap Dilinde Dünden Bugüne Hakîkat-Mecâz İlişkisi (Tarihsel Arka Plan Bağlamında Mecâza Dayalı Edebi Sanatlara ve Günümüz Dilbilimindeki İzdüşümlerine Bakış) Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları XV, Osmanlı Edebi Metinlerinde Teoriden Pratiğe: Belâgat, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, 24 Nisan 2019, İstanbul

    11- Prof. Dr. Fuat Sezgin’in GAS adlı eserinde Arap Edebiyatının Önemli Konuları ve Kaynaklarına Dair Görüşleri, 3. Uluslararası Avrasya Çalışmaları Sempozyumu, 17-19 Temmuz 2019, İstanbul


    ANSİKLOPEDİ MADDELERİ

    Ahmet Yesevi Üniversitesi Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü (Online), Divan/Yazılı Edebiyat, Anadolu-Osmanlı, 2014-2015