Bölüm anahatları

  • Cumhuriyet Dönemi Düşünce Tarihi III

    * Profesörlerin seçilme şekilleri çok önemli bir meseledir. Hiçbir konu Darülfünûn’un geleceği için bu kadar önemli değildir. Halen uygulanmakta olan sisteme göre hocayı, alâkadar diğer hocalar bulmaktadırlar...Alâkadarlar fena hakimlerdir. Onların görüşleri alınmalı, fakat karar başka makamlarca verilmelidir.

    * Darülfünûn’da geleceğin profesörleri şimdiki yapıyla yetiştirilememektedir. Bunun için yurtdışına staj yapmaya gönderilmeleri gerekmektedir.

    * Türkçe kitaplar çok azdır. Darülfünûn genel kütüphanesinin saat 16.00’da kapanması ve dışarıya kitap verilmemesi, öğrencilerin kişisel çalışmalarını engellemektedir. Kütüphaneler çıkan önemli dergileri hemen hiç almamaktadırlar. Kütüphaneler yeterli kitaba sahip değildir.

    Darülfünûn üzerine görüşlerini yukarıda kısaca serimlediğimiz Malche bu saptamalarında yalnız değildir. Darülfünûn Edebiyat Medresesi’nde müderris olarak çalışan Fuat Köprülü, 9 Haziran 1927’de Hayat gazetesinde yayımlanan ‘Darülfünûn’un Vazifeleri’ başlıklı makalesinde şunları dile getirmiştir:

    “… Yirminci yüzyılın bilimi, çok ve zengin bir oranda maddi araçlara, mükemmel laboratuarlara, muazzam kütüphanelere, büyük müzelere, faal ‘seminer’lere dayanır. Dünyanın en büyük ve en etkin alimlerini bu araçlardan soyutlayınız: Atalete mahkum kaldıklarını göreceksiniz. Ancak şunu da itiraf etmeliyiz ki, bugünkü ‘bilimsel usulleri’ bilmeyen insanları dünyanın en zengin araç ve gereçleriyle donatsanız, yine hiçbir şey yapamazlar; ve başkalarının kitaplarında gördükleri şeyleri papağan gibi tekrar ederler. Şu halde, memlekette faal bir ilim hayatı yaratmak için, bir taraftan maddi destek yapmalı, diğer taraftan, bugünkü garp alimleri gibi bizzat gözlem ve araştırma yapabilen ve her suretle onlardan farksız yani aynı zihniyetle ve aynı usullerle donatılmış insanlar yetiştirmeğe de muhtacız. Avrupa ilmiyle uzun zamanlardan beri devam eden temasımıza rağmen garptaki ‘ilim zihniyeti’ni, ‘ilim telakkisi’ni ve oradaki feyiz usullerini temsil etmekten henüz çok uzak bulunuyoruz. Eğer bir temsil ameliyesi şimdiye kadar başarılı bir şekilde yapılabilseydi, o zaman ilim adamlarımızı ve Darülfünûn’umuzu uluslar arası normlar ile ölçebilirdik. Bu hakikati gören aziz Başbakanımızın bir nutuklarında söyledikleri gibi, bu gayeye erişmedikçe, ilim adamlarımızı ve ilim müesseselerimizi beynelmilel mikyaslarla ölçmedikçe, vazifemizi yapmış sayılamayız. Siyaset ve askerlik sahalarında bütün cihanın gıpta edeceği büyük ve asri başarılar gösteren Türk kabiliyeti, ilim vadisinde de bunu göstermekten aciz değildir, yeter ki bu lüzumu şiddetle hissederek, bu ihtiyacın tatmini için, icap eden ortam ve araçları hazırlayalım. Türkiye’de çağdaş ilimlerin gelişmesi için düşünülecek tedbirler, yarım ve geçici tedbirler olamaz. İlim sahasındaki hakiki vaziyetimizi bütün acılığı ve açıklığıyla gördükten sonra, ona göre genel ve kesin tedbirler almak zaruretindeyiz. Yoksa bugünkü zihniyet ve bugünkü usullerle yapacağımız şey, nihayet ‘tercüme ve nâkillik’ derecesini geçemeyecektir; ‘taklit’ten ‘tahkik ve ibda’a yükselebilmek çok zor bir meseledir…Binaenaleyh, tekrar ediyorum, Türkiye’de yeni bir ilim hayatı yaratmak sadece bir  Darülfünûn meselesi değil, onun çok fevkinde, bir memleket meselesidir. Bu hususta Darülfünûn müntesiblerine düşen vazife, hakikati, olduğu gibi, bütün acılığı ve açıklığı ile göstermektir.”

    Toplumsal Gerekçeler

    * Darülfünûn Grevi!

    Ulusal Kurtuluş Savaşı öncesi, işgal yıllarında Darülfünûn’dan İzmir’in işgaline karşı yapılan protesto toplantısı dışında etkili bir ses yükselmemiştir. Kurtuluş Savaşı’nın başlaması üzerine Darülfünûn’da bir parça hareketlilik yaşanmaya, Anadolu’da yürütülen mücadele lehinde gizli-açık duygular, düşünceler ifade edilmeye başlanmıştır. Darülfünûn’da ders veren bazı hocalar ise gerek Darülfünûn’daki derslerinde ve gerekse gazetelerde yazdıkları yazılarda bu mücadele aleyhinde görüşler ortaya koymuşlardır. Bunun üzerine bu öğretim üyelerine karşı Edebiyat Medresesi öğrencilerince bir kampanya başlatılmıştır. Aleyhlerine kampanya başlatılan beş öğretim üyesi şunlardır: Ali Kemal Bey, Cenap Şahabettin, Rıza Tevfik Bey, Hüseyin Daniş Bey, Barsamiyan Efendi. Bu tepkiler üzerine İstanbul hükümeti,  Darülfünûn’u geçici olarak tatil etmiştir (12 Nisan 1922). Üç gün sonra derslere başlamak istenmişse de öğrencilerin boykotta direnmeleri nedeniyle tatil kararı uzatılmış ve sorun ancak söz konusu öğretim üyelerinin kadro dışı bırakılmalarıyla çözülmüştür. 29 Temmuz’da da ayrılanların yerine atamalar yapılmıştır.

    * Fotoğraf çektiren öğrencilere ceza.

    1924’de Darülfünûn bahçesinde resim çektiren öğrenciler, Darülfünûn yönetimi tarafından cezalandırılmış, olayı öğrenen Atatürk,  Bursa’da bu cezayı kınayan bir konuşma yapmıştır.

    * Devrim hakkında yazılacak en iyi esere 2000 lira verilmesine rağmen katılım yok!

    O dönemde eli kalem tutan yetişkin insan sayısı yok denecek kadar az olduğundan Cumhuriyet’in önde gelenleri yazma işini doğal olarak Darülfünûn müderrislerinden beklemişlerdir. Paralı yarışma olduğu halde katılanın olmayışı düşündürücüdür. Devrimi tam anlamıyla değerlendirmekten bile uzak görünen müderrisler, genç kuşakların çağa uygun öğretim yöntemleriyle yetiştirilmesinde nasıl pay sahibi olacaklardır?

    * 1 Ağustos 1933’te Dr. Reşit Galip, Darülfünûn’un kaldırılması üzerine verdiği demecin bir bölümünde Darülfünûn’un yaşamla bağını koparmasına ilişkin şunları söylemiştir:

    “…Memlekette büyük politik ve toplumsal dalgalanmalar olmaktaydı. Dârü’l-Fünûn bunun karşısında tarafsız bir seyirci rolünü sürdürdü. İktisat alanında önemli değişimler olmaktaydı. Dârü’l-Fünûn, bunlara tamamen ilgisiz görünüyordu. Hukukta köktenci değişiklikler yapıldı. Dârü’l-Fünûn yalnızca yeni kanunları ders programına almakla yetindi. Yazı Reformu yapılmış, dilin özleştirilmesi hareketi başlamıştı. Dârü’l-Fünûn bununla hiçbir suretle ilgilenmiyordu. Yeni bir tarih değerlendirmesi ulusal bir hareket anlamında bütün ülkeyi sarmıştı. Dârü’l-Fünûn’un buna karşı ilgisini uyandırmak için 3 yıl beklemek ve çabalar sarf etmek gerekti.

    İstanbul Dârü’l-Fünûnu en sonunda sustu, kendi kabuğuna çekildi ve bir Ortaçağ izolasyonuyla, dış dünyadan tamamen koptu.

    Türk toplumunun yaşam akışı içinde bu kadar soyutlanmış halde kalabilen İstanbul Dârü’l-Fünûnu dünyanın başka yerlerindeki bilim hareketlerine karşı da, doğal olarak yakınlık ve ilgi gösteremezdi ve bunlardan da uzak kaldı. İstanbul Dârü’l-Fünûnu bilimsel araştırma ve incelemeler için bir faaliyet alanı olamadı; kişisel çalışma için fırsat ve imkanlar veren bir çalışma çevresi haline giremedi. Öğretimin şekil ve yönetimi, çağdaş Batı kurumlarındakine uygun bir hale getiremedi. Türkiye gibi köktenci bir devrim ülkesinde vatanın gelecekteki yöneticilerinin eğitimi, hayattan bu kadar uzak kalan, devrimin gidişinden bu kadar uzak duran bir kuruma artık daha uzun müddet bırakılamazdı...”