Kınalızâde Ali Efendi

 

KINALIZÂDE ALİ EFENDİ

 

Yedinci örnek metnimiz 16. Yüzyıl Osmanlı dönemi İslam ahlâk felsefesinin önemli isimlerinden Kınalızâde Ali Efendi (ö. 1572)’nin Türkçe yazmış olduğu Ahlâk-ı Alâî’sinden alınmıştır. Eser düşünürümüzün kendisinden önceki İslam ahlâkçıları ve özellikle de Nasireddin Tûsî’nin görüşlerinin tesiri altında yazılmıştır. Oldukça geniş hacimli ve Türkçe olmasına rağmen dili oldukça ağır bir eserdir. Kınalızâde’nin bu eserinde Türk ahlâk anlayışının bazı önemli özelliklerini görmek de mümkündür. Kınalızâde felsefe, ahlâk, kelâm, fıkıh ve tefsir başta olmak üzere pek çok alanda birçok eser vermiş kıymetli bir düşünürümüzdür. En çok tanınan eseri ise Ahlâk-ı Alâî’sidir. Bu eser, ahlâk alanındaki eserler arasında ahlâkın bütün alanlarına girmiş nadir eserlerden biridir. Pek çok el yazma nüshası; olan bu eser daha önceden Bulak matbaasında (1248) basılmışsa da, daha sonraları Hüseyin Algül tarafından özetlenmiş ve sadeleştirilmiş nüshası ilk olarak “Tercüman 1001 Temel Eser” serisi içerisinde iki cilt olarak yayımlanmış ve son olarak da Mustafa Koç tarafından orijinalinden Latin harflerine aktarılmış hali tam bir metin olarak Klâsik yayımlarınca 2007’de basılmıştır.

Kınalızâde Ali Efendi, aşağıdaki metninde, Nasireddin Tûsî’ye ve Aristo’ya atıfta bulunarak, adaletin ilk şartının yaratıcıya şükrünü yerine getirmek için çalışmak ve hizmet etmek anlamına geldiğini söylemekte ve ikinci olarak da kendisine ve topluma karşı görevlerini yerine getirmekten bahsetmektedir. Onun adaletin üçüncü şartı olarak açıkladığı nokta ise, geçmişe olan borcun ödenmesi, yani geçmişteki atalarının gidilmesi gereken yollarından gidilmesi, eğer ilave edilmesi, yenilenmesi gereken durumlar varsa bunların da gerçekleştirilmesidir. Kınalızâde, Tûsî’nin görüşlerini onaylayarak, adaletin temel şartının her türlü ilişkide saygı, sevgi, hürmet ve insafın terk edilmemesi olduğunu söylemektedir. Böylece adaletin bütün toplumsal ilişkiler için söz konusu olduğunu ifade eden Kınalızâde, yine Tûsî’ye ve onun diğer bazı düşünürlerden aldığı görüşlere atıfta bulunarak, yaratıcıya şükrün, hizmetin ve ibadetin temel şartının akıl sahibi olmak, Müslüman ve ergin bir yaşta bulunmak olduğunu belirtmektedir. O, klasik İslam inancının temel kabulü olan iman amel ayrımına da değinmekte ve kendisi zikredilen bütün görüşleri toparlayıcı bir tarzda; gerçek ibadetin; sağlam bir inanış, doğru bir söz ve doğru bir davranıştan geçtiğini savunmaktadır. Böylece o, ibadeti oldukça geniş bir anlamda ele almakta ve bir yönden de şunu söylemeye çalışmaktadır: Ahlâk, bütünü itibarıyla yaratıcıya bir şükür borcudur. 

ÖRNEK METİN-7: ADALETİN KISIMLARI (KINALIZÂDE ALİ EFENDİ)

Aristoteles adaleti üç kısma ayırmış ve her kısmı şu şekilde tarif etmiştir:

Birinci kısım: Hak Teâlâ’ya kulluk borcunu yerine getirmektir. Kerim olan Ulu Allah her varlığı özel bir şekilde yaratmış ve hepsinin yaşamasını sağlayacak hayat şartlarını vermiştir. Hadsiz (sınırsız) nimetler ihsan etmiştir. Şu halde Hakk’a kulluk borcunun ödenmesi gerekir. Nimet-i ilâhiye karşı şükür ve hizmet yollarına atılmak icap eder. Cenâb-ı Hakk’a karşı olan kulluk borcumuzu ödemekte sürekli bir mücadeleye girişmek adaletin bir gereğidir.

İkinci kısım: İnsanlarla, çevresiyle ve komşularıyla olan ilişkilerini meydana getiren hakları gözetmek. Devlet büyüklerine, emirlere, milletin büyüklerine, âlimlere saygı, emanetleri yerine getirmek, muamelâtta ölçülü olmak ve sözlerde durmak gibi hususları gözetmek.

Üçüncü kısım: Ebedî âleme intikal etmiş olan geçmişlerin haklarını gözetmektir. Borçlarının ödenmesi, vasiyetlerin yerine getirilmesi, vakfedilmiş olan cemiyet yararına binaların tamirleri gibi hususlara dikkat etmektir.

Hoca Nasîr-i Hakim (Nasîreddin Tûsî), kitabında bunları naklettikten sonra şöyle der: Adaletin şartı, para alışverişinde olsun, diğer beşerî ilişkilerde olsun, karşılıklı saygı, sevgi ve hürmette hâsılı (sonuçta) her hususta insafı elden bırakmamaktır. Bir atâ (bağış, lütuf), bir ihsan (iyilik, yardım) görürse kişi karşılığında mal ile mukabelede bulunmak veya beden ile yardımına koşmalıdır. Böyle yapma imkânı yoksa karşısındaki kişiye saygı duymalı, onu övmelidir. Teşekkür etmelidir. Kişi imkân bulundukça çevresine ve yakınlarına iyilikte bulunmalıdır. Hali vakti yerinde olduğu halde başkalarına yardımdan uzaklaşmak, çirkin bir gaflettir. Bu gafletin sonucu pişmanlık ve nedâmettir, perişan olmaktır. İlk olarak şunu hatırlatmak lazım: İnam edicilerin ve ihsan edicilerin en yücesi olan Hz. Allah, vücudumuzu bütün hayırların başlangıcı olan bir hayır elbisesiyle süsledi. İkinci olarak himmet mayamızı dünyada övülecek, ahirette azık olacak marifet ile yükseltti. Üçüncü ve dördüncü olarak sayılamayacak kadar çok ihsan ve i’tâsı ile bizleri donattı. Sağlam uzuvlar, sıhhatli beden, kuvvet, nefsin danışmanı olan temiz bir akıl, aile, yakınlar, yaşama vasıtaları, mal mülk, elbiseler, kitaplar, ilim, binekler, yiyecek ve içecekler, yardımcılar, hizmetçiler gibi… nimetleri ihsan buyurdu. Ne yazık ki, bütün bu ihsanlar karşılığında bize düşen hizmetleri, bize in’am edilen (nimet verilen) şeyler karşılığında borcumuz olan taat ve kulluğu tam olarak yerine getirmiyoruz. Hâlbuki Mevlây-ı Celil’in nimetine karşı şükürde kusur ve tembellik, kulluk borcunun ödenmesinde ihmalkâr davranmak açık bir zulümdür. Nerde kaldı ki, nimetine karşı Hakk’ı inkâr ve zatına şirk isnad oluna! Üstelik bunda ısrar oluna! Böyle bir zulme düşmekten Allah’a sığınırız…

Anlaşıldı ki, Hak Teâlâ’ya şükür, hizmet, taat ve kulluk her mükellef (aklı başında, Müslüman ve ergin olanlar) üzerine vacip ve lâzımdır. O halde taat ve ibadet ne suretle yapılmalı ve kaç nevidir?

Eski ahlâkçılardan Hoca Nasîreddin Tûsî, bu hususta şu görüşleri nakleder:

Filozoflardan bazıları şöyle derler: Beşer nevine lâzım olan, Allah’a hizmet hususunda, tefekkür ve tedebbürdür. Böylelikle hakk’ı marifet ona hâsıl olur ve tevhidde taklitten kurtulup tahkike vasıl olur.

Bazıları da şöyle dediler: İnsana lâzım olan hizmet, hemen Hak Teâlâ’nın rububiyetini ikrar, ihsanını bilip kudreti yettikçe sitayiş ve sena etmeye himmet göstermektir.

Bazıları, “Kula lazım olan hizmet, namaz ve oruç, bedenî ve mâlî ibadetler, yakınlara yardımda bulunmak, düşkünlere sadaka vermektir” dediler.

Bir grup şöyle dedi: İnsana gereken hizmet şudur: Hak Teâlâ’ya ihsanla yaklaşmak. Kişi kendi nefsine ihsan eder, yani nefsini temizleyip marifet ilimleriyle ruhunu nurlandırır veya başkasına ihsan eder, yani hikmet, irşad ve hidayet yollarını insanlara gösterip, aynı zamanda onlara, mali yardımlarda bulunarak adaleti gerçekleştirmek yolunu tutar…

Sonra gelen filozoflardan naklolundu ki, Hak Teâlâ’ya hizmet ve ibadet üç nevidir.

Birincisi: Bedenle ilgili olandır. Namaz, oruç gibi.

İkincisi: Nefislerle ilgili olandır. Sahih itikad, Hak Teâlâ’yı tevhid ve marifet gibi. Varlık alemindeki ilâhi ayetleri tefekkür, Allah’ın ihsanını tezekkür gibi.

Üçüncüsü: Halk ile ilişkilerinde insaf ve adalet üzere olmak. Emanetleri yerine getirmek, topluma nasihat etmek, dini ve milletin namusunu korumak. Düşmanlarla cihad ederek Allah’ın hükümlerini, dinini müdafaa etmektir.

En doğru ve hakikate en yakın görüş budur ki, ibadet üç şeyden ibarettir:

1.      Hak itikad(doğru inanış)

2.      Sahih söz (doğru söz)

3.      Sahih amel (makbul amel)…

 

Ben de derim ki, her mükellefe lazım olan hizmetler, taatlar, sahih itikad, hak söz, sahih amel en parlak yoldur… İman da iki şeyden ibarettir. Kalp ile tasdik dil ile ikrar. Yani mükellef, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Hak tarafından getirdiklerine, başından sonuna kadar, usûl, marifet ve itikattan her ne buyurduysa hepsini tasdik, kabul ve teslim edip, diliyle de kalben tasdikine muvafık ikrar ve itiraf eder… Âzâlârın ameli, namaz ve orucun rükünleri ve sâir emredilmiş olan ibadetler ehl-i sünnet ve’l-cemaat katında imanın aslına dahil değildir (Kınalızâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâî, Haz. Hüseyin Algül, Tercüman 1001 Temel Eser Yay., İst. Tarihsiz, s. 141-145).

 

 

En son değiştirme: Salı, 14 Ocak 2020, 1:39 ÖS