Nasiruddin Tûsî

 

NASİRUDDİN TÛSÎ

 

Altıncı örnek metnimiz, 13. asrın büyük İslam düşünürü Nasiruddin Tûsî (ö. 1274)’nin Ahlâk-ı Nâsırî adlı eserinden alınmış olan ve bir arada yaşamanın zorunluluğunu dile getiren bir parçadır. Nasiruddin Tûsî, felsefe, kelâm, matematik, astronomi, fizik ve biyoloji gibi pek çok sahada oldukça önemli eserler vermiş büyük bir İslam düşünürüdür. Felsefî görüşlerinde genellikle İbn Sînâ’yı takip eden Tûsî’nin en meşhur eserleri arasında İbn Sînâ’nın el-İşârât ve’t-Tenbîhât’ına yazdığı Şerhü’l-İşârât, kelam alanında üzerine pek çok şerh yazılan Tecrîdü’l Akaid ve astronomi ile ilgili Zîc-i İlhânî zikredilebilir. İslam ahlâk felsefesinin klasiği sayılan Farsça olarak kaleme aldığı Ahlâk-ı Nâsırî’nin dışında; Ahlâk-ı Muhteşemî, Evsâfü’l-Eşrâf (Seçkinlerin Ahlâkı), Edebü’l-Müteallimîn (Öğretenlerin Edebi) gibi ahlâk eserlerinin de yazarıdır.

Nasiruddin Tûsî, aşağıda verdiğimiz örnek metninde, insanın yaratılışından getirdiği temel özelliğin bir arada yaşamak olduğundan hareket ederek toplumsal hayat ile erdemli olmak arasında birebir ilişki kurmaktadır. İnsanlar en küçük bir araya gelme şekli olan aileden, mahalleye, köye, şehre ve devlete doğru giderek büyüyen toplumsal yapılar kurmak zorundadır. Bu toplumsal yapılar yardımlaşma üzerine kuruludur ve her birinin mutlaka bir yöneticisi, idare edicisi olması gereklidir; çünkü âlemin de bütün olarak bir yöneticisi ve idare edicisi vardır. O halde Tûsî’nin görüşüne göre toplum içinde yaşamak olmazsa olmaz diyebileceğimiz bir gerekliliktir. Hatta ona göre yalnız ve uzlet hayatı (dünyadaki lezzetlerden el etek çekmek) yaşamak sadece fıtrata aykırı değil, aynı zamanda zulümdür; çünkü bireysel yaşamak, başkalarının hakkını gözetmemek ve insanlığın düzen ve mükemmelliği ancak toplum içinde yaşamakla sağlanacağından, bunu bozmak veya kendi bir şey üretmediğinden başkasına muhtaç olmak anlamlarına gelmektedir. Ona göre bazı düşüncesiz insanlar, uzlet halinde yaşamayı yanlışlıkla erdem zannetmektedirler. Burada Tûsî, orta erdemi gerçekleştirmekten, yani her şeyin en ideal olanını yapmaktan bahsederek çok önemli bir hususa işaret etmektedir. Ona göre erdemli davranışlar yaratılıştan gelen güçleri iptal etmek değil, onu doğru, itidalli, yani olumlu veya olumsuz açıdan aşırıya kaçmadan, yerine getirmektir. O halde tek başına yaşayan bir kişiye nasıl iffet sahibi, cömert veya âdil denecektir? Tabii ki Tûsî açısından buna verilecek cevap olumsuzdur. Dağda, mağarada tek başına yaşayan bir insan elbette bu eylemleri yerine getiremeyecektir. Düşünürümüzün buradaki açıklamaları, İslâm tasavvuf anlayışındaki zühd, yani dünyadaki lezzetlere değer vermeme anlayışının yanlış anlaşılmasına da bir itirazdır; çünkü tasavvufta zühd erdeme ulaşmak için başvurulan bir araçtır. Toplumdan kopmayı değil bilakis toplum içine erdemli bireyler yetiştirmeyi hedeflemektedir.

ÖRNEK METİN-6: İNSANLARIN TOPLUMSALLAŞMA (TEMEDDÜN) İHTİYACI BU İLİM TÜRÜNÜN MÂHİYET VE ERDEMİNİN AÇIKLANMASI (NASİREDDİN TÛSÎ)

…Aile (ev) konusunda dediğimiz gibi her bir toplanmanın bir başkanı (reis) olur: Ancak ailenin (evin) başkanı mahalle başkanına nispetle başkanlık edilendir (mer’ûs), mahalle başkanı da şehir başkanına nispetle başkanlık edilendir ve bu şekilde âlem başkanına kadar uzar ki, ‘başkanların başkanı’ (reis-i rüesa) odur ve o, ‘mutlak hükümdar’dır. Onun, âlemin parçalarının halini incelemesi tabibin bireyi ve bireyin parçalarını incelemesi ve aile (ev) başkanının evin halini ve parçalarını incelemesi gibidir.

Aralarında bir sanat veya bir ilimde ortaklığın olduğu her iki birey arasında bir başkanlık (şekli) kurulur; yani, o sanatta diğerinden daha yetkin olan birisi onun başkanı olur, diğer bireyinse, yetkinliğe yönelmesi için ona itaat etmesi gerekir. Bütün bireylerin (itaati), ya hak etmekle ‘mutlak itaat edilen’ ve ‘türün önderi’ olan bireyde; ya da türün yararı konusundaki görüş birlikleri sebebiyle o tek birey hükmünde olan (bazı) bireylerde son bulur. Ayrıca, ‘âlem başkanı’ (reis-i âlem) parçaların geneline olan ilgisine göre âlemin parçalarını incelediği gibi her bir toplanma başkanı da, başkanı olduğu topluluğun genelini ve o toplanmanın parçalarını ilk ve genel olarak onların iyiliğinin (salah) gerektiği, ikinci ve özel olarak her bir parçanın iyiliğinin gerektiği şekilde inceler.

Toplanmaların birbirleriyle ilgisi üçtür:

Birincisi, bir toplanmanın (başka) bir toplanmanın parçası olması şeklinde, ev (aile) ve şehir gibidir. İkincisi, bir toplanmanın (başka) bir toplanmayı kapsaması şeklinde, millet ve şehir gibidir. Üçüncüsü,  bir toplanmanın (başka) bir toplanmanın hizmetçisi ve yardımcısı olması şeklinde, köy ve şehir gibidir. Köy ehlinin toplanmaları eksik toplanmalar olduğuna göre her biri diğer bir türle tam şehir toplanmasına hizmet ederler. Bu yönden, toplanmaların birbirine madde, araç ve hizmetle yardımı, bundan önce söylediğimiz üzere türlerin birbirine yardımı gibidir.

Âlem ehlinin bir aradalığı (telif) bu tür üzere belirlendiğinden, bir aradalığın dışında olan, yalnızlığa ve tekliğe meyleden kimseler erdemden nasipsiz kalırlar; çünkü yabanlık (vahşet) ve uzleti tercih etmek ve aynı türden olanların yardımından onların elde ettikleri şeylere muhtaç olduğu halde yüz çevirmek bütünüyle haksızlık ve zulüm olur.  Böyle olmakla birlikte, bu taifenin bir kısmı, bu fiili erdem sayar, hücrelere çekilerek ve dağ yarıklarında (mağaralarda) ikamet ederek yalnız başına (müteferrid) kalan bir topluluk gibi buna ‘dünyadan el çekme’ (zühdü dünya) adını verirler. Sonra, (hem) halkın yardımını gözleye duran ve (hem de) yardım yolunu tamamen kapatan (başka) bir taife gibi, buna da ‘tevekkül’ adını verirler. Yine seyahat için şehir şehir dolaşan, hiçbir yerde ikamet etmeyen ve karşılıklı ünsiyeti gerektirecek (herhangi bir) ilişki kurmayan (diğer) bir topluluk gibi, (onlar da): “Âlemin halinden ibret alıyoruz” der ve bunu bir erdem bilirler. Çünkü bu insanlar ve onların benzerleri başkalarının yardımlaşmayla kazandıkları erzakı kullanır, bedel ve karşılık olarak onlara hiçbir şey vermezler; onların yiyeceklerini yerler, giyeceklerini giyerler, fakat değerini vermezler ve insan türünün düzenini ve yetkinliğini gerektiren şeyden yüz çevirmişlerdir. Uzlet ve yabanlık sebebiyle doğalarında kuvve (halin)de bulunan vasıflarının erdemsizliklerini fiile geçirmediklerinden, bazı dar düşünceli insanlar (da) onları erdem ehli zannederler. Bu, yanlış zanna kapılmadır; çünkü “iffet” mide ve cinsel ilişki arzusunu her açıdan terk etmek (demek) değildir; bilakis her bir şeyin sınırını ve hakkını gözetmek, ifrat ve tefritten kaçınmaktır. Yine ‘adalet’ kişinin görmediği insanlara zulmetmemesi (demek) değildir; aksine kişinin insanlara , ‘insaf’ kaidesine göre muamele etmesidir. Kişi, insanlarla kaynaşmadığı sürece ‘cömertlik’ ondan nasıl sadır olur? (Herhangi) bir korkuya maruz kalmadığı zaman nerede ‘yiğitlik’ gösterir. (Hiçbir zaman) şehvet verici bir suret görmezse, onun ‘iffet’inin eseri ne vakit ortaya çıkar? Eğer iyice düşünülürse, bu sınıf insanların erdem ve ayırt etme ehline değil, cansızlara (cemadat) ve ölülere benzedikleri bilinmiş olur; çünkü erdem ve ayırt etme (temyiz) ehli, ismi yüce olan İlk Takdir Edici’nin belirlemiş olduğu bir takdirden sapmak istemez, davranış ve adetlerde güçleri ölçüsünde O’ nun ‘hikmet’ine tabi olur ve o hususta O’ndan başarıya ulaştırmasını isterler. O, en iyi başarıya ulaştıran ve yardım edendir (Nasiruddin Tûsî, Ahlâk-ı Nâsırî, çev. Anar Gafurov-Zaur Şükürov, İstanbul 2007, s. 244-246).

 

 

En son değiştirme: Salı, 14 Ocak 2020, 1:39 ÖS