Ahlak-Siyaset İlişkisi
AHLAK-SİYASET İLİŞKİSİ
İslam filozoflarına göre en yüce mutluluğa ulaştıracak erdemli bir toplumu oluşturmanın yolu iyi bir yönetimden, yani siyasetten geçmektedir. Bu sebeple tabii ihtiyaçların karşılanması için bir araya gelip toplumsal yapılar kuran insanlar, iyi veya fena bir şahsın idaresi altında toplanıp bir devlet kurmak zorundadırlar. Toplumsal birlikteliklerin olmazsa olmaz şartı budur. Kurulacak bu devletin başındaki şahıs yani reis veya başkan, kötü cahil, ahlaksız veya hataya düşmüş bir kimse ise devlet de kötü bir devlet (el-medinetü’l-câhile) olacak, fakat eğer reis ahlaklı ve iyi özelliklere sahip ise devlet iyi bir devlet olacaktır (el-medinetü’l-fâzıla). İşte İslam filozoflarının mutluluk anlayışı ve mutluluğun esas olarak toplumda gerçekleşecek olmasını kabul etmeleri, beraberinde mutluluğun kendisine bağlı olduğu ikinci bir hususu, siyaset felsefesini gündeme getirmektedir. İslam filozofları, mutluluğu elde edebilmek için siyasetin çok önem taşıdığını ve insanları mutluluk yoluna yöneltecek olan şeyin siyaset olduğunu belirtmektedirler. Onların siyaset görüşünde mükemmel ve erdemli bir yönetici idaresinde mutluluk ve huzura ulaşmış bir toplumu oluşturma fikri vardır.
İslam filozofları, toplumsal yapının en ideal örneği olan şehirleri, siyasetin uygulama alanı olarak görmüşlerdir. Çünkü onlar açısından mutluluğu bilmek ve elde etmek bir çeşit sanattır ve bu sanatın en iyi icra edildiği yerler de fâzıl şehirlerdir. Eğer bu sanat çok iyi icra edilirse, erdemlilik ve erdemsizlik, iyi ile kötü, güzel ile çirkin, adalet ve adaletsizlik ve nihayetinde gerçek mutluluk ile mutluluk zannedilenler birbirinden ayırt edilmiş olacaktır. Nitekim İslam düşünürü Fârâbî, siyaseti; şehir halkı için, toplum için iyi şeylerin meydana getirilmesini sağlayan ve o şeyleri meydana getirme ve onları koruma hakkında insanları yönlendiren bir sanat olarak tarif etmiştir. (Fârâbî, 1993, 183). O halde gerçek mutluluk ile eksik mutluluğun bilinmesi bir nevi siyaset sayesinde gerçekleşmektedir.
İşte bu yüzden, başta Fârâbî olmak üzere, İslam filozofları siyasi yönetim şekillerini de mutluluğa ulaştırma veya ulaştıramama esasına göre sınıflandırmışlardır. Hatta bununla da yetinmeyerek siyasi erkin başında olan yöneticilerde bulunması gereken özellikleri buna göre sıralamışlardır. Aslında onların bunu yaparken temel aldıkları yegane bir yönetici örneği vardır ki, bu örnek kişilik Peygamberdir. Onlara göre insanları yaratan Tanrı, onların erdemli toplumlar oluşturabilmeleri ve en yüce mutluluğu yakalayabilmeleri için kendi içlerinden yetkin kişiler, peygamberler, göndermiştir. Bu peygamberler, başta Tanrı ve sıfatları olmak üzere, dünya ve ahiret hayatı hakkında bazı temel bilgileri insanlara aktaracak, en yüce mutluluğun nasıl gerçekleşeceğinin yollarını apaçık ve herkesin anlayabileceği tarzda, birtakım örneklerle gösterecektir. Peygamberin seçilmesinin sebebi ise tesadüfi değildir. Filozofların bütünlükçü felsefi sistemlerinin bir gereği olarak Peygamber veya İlk Reis, tıpkı âlemdeki ilk ilke gibi toplumun ilk reisi kabul edilmiş ve faal akılla ittisal halinde olduğu belirtilmiştir. Bu ittisal, filozof veya veli veya arifin ittisalinden daha üstündür ve dolayısıyla peygamber, insanlar içerisinde bunu en mükemmel yapan kişidir. Yani o, ittisalin gerçekleştiği vahiy meleğiyle doğrudan irtibat kurmaktadır. Ona atfedilen kamil insan olma özelliği peygamberlikle birleşmekte ve dünyadaki toplumsal düzeni bu özelliğiyle sağlamaktadır. Çünkü filozoflarımıza göre âlemde mutlak anlamda iyilik vardır ve insanın en yüksek iyiye, dolayısıyla da en yüce mutluluğa erişmeleri için toplumun, âlemdeki ilahi nizamı yansıtacak şekilde kurulması gereklidir. Bu yüzden Tanrı’nın âlemle ilişkisi ne ise, siyasal yöneticinin de toplumla ilişkisi odur. İlk Reis, iradî bir şekilde belirli bir gayeye doğru toplumu oluşturmalı ve onu örnek alacak olan sonraki yöneticiler de bunu takip etmelidir. Bir nevi yönetici Tanrı’nın nizamının halifesi ve yeryüzündeki gölgesidir (zıllullahi fi’l-arz). Burada dikkat edilmesi gereken nokta, İslam filozoflarının toplumsal yapılanmayı ve siyasal yönetimi basit bir ihtiyacın ötesine taşıyarak metafizik hakikatle ilişkilendirmeleridir.
İlk Reis, siyasal yönetimin başında bulunan bir peygamber olmakla birlikte her şeyden önce insandır ve gerek onun gerekse ondan sonra gelecek olan yöneticiler, yani peygamber olmayan kişiler (yöneticiler) için olmazsa olmaz iki şart aranmaktadır. Bunlardan ilki, yöneticinin yaratılışı ve tabiatı bakımından yöneticiliğe yatkın olması, ikincisi ise böyle bir yatkınlığın gerektirdiği iradi meleke ve karakterleri kazanmış olmasıdır. Nitekim Fârâbî, bu iki şartın her biri için de diğer bazı şartlar öne sürmektedir. Ona göre bir yöneticinin yaratılışı ve tabiatı bakımından üzerinde taşıması gereken en önemli hususiyetler; iyi anlama ve idrak, bedensel mükemmellik ve fiiileri yapabilme gücü, kuvvetli hafıza ve hatırlama gücü, bilgiyi, öğrenmeyi arzu etme, doğruluğu, adaleti sevme, yalandan, yalancılardan ve zulümden nefret etme, yeme, içme ve eğlence gibi maddi şeyler peşinde koşmama, yüksek ruh, hitabet, cesaret, azim ve kararlılık gibi özelliklerdir (Fârâbî, 1990, 74-78). Böylesi özellikleri üzerinde taşıyan bir yöneticide olması gereken iradi meleke ve karakterler ise; nazarî, fikrî ve ahlâkî erdemler ile amelî, yani uygulamalı sanatlardır (Bircan, 2001, 414).
Fârâbî, işte bu yöneticiyi insanlığın en üst mertebesinde ve yüce mutluluğa erişmiş bir insan olarak görmektedir. Aslında onun saydığı şartlar bir nevi faal akılla en üst düzeyde iletişime geçen bir insanın yani peygamberin özellikleridir. Ancak o, yukarıda belirttiğimiz iki temel şart ve onun detaylarına sahip olan yönetici için ortaya koyduğu kriterleri daha da artırmaktadır. Ona göre, yukarıda yöneticide bulunması gerektiği farzedilen bütün özeliklerin tamamı bir nevi ilk aşamadır. Bunun ikinci aşaması olayın daha da önemli bir noktasıyla alakalıdır ki bu, yöneticinin bütün bu özelliklerini ve bildiklerini başkalarına aktarabilme kabiliyeti, yani örneklikteki mükemmelliğidir. Çünkü yönetici ancak bu sayede en yüce mutluluğa diğer insanları yöneltebilecektir (Fârâbî, 1990, 77). İşte filozoflarımızın en yüce mutluluğa erişmiş ve diğer insanları da eriştirecek olarak kabul ettikleri en mükemmel yönetici, ilk yönetici, ilk reistir. Bu şahıs, hem filozof, hem peygamber hem de kanun koyucudur. Ondan sonra gelen diğer siyasal yönetimler, yeryüzündeki yegane en mükemmel örnekliklerinden dolayı onu model almak durumundadır. Burada, İslam filozoflarının filozof ile peygamberi aynı kategoride mütalaa ettikleri gibi bir yanılgıya düşülmemelidir. Tam aksine onların amacı böyle bir eşitleme değil, seçkin kutsî bir akla sahip olan peygamberin üstünlüğünü göstermenin yanında onun faal akılla kurduğu metafizik ilişkinin insaniliğini ve dolayısıyla kabul edilebilirliğini ortaya koymaktır. İşte bu kabul edilebilirlik ilahi bilginin insan aklına uygunluğunu da vurgulamaktadır. Öte yandan İslam filozoflarının burada ortaya koymak istedikleri şey ütopik de değildir. En son Hz. Peygamber (s.a.v.) idaresinde gerçekleştirilmiş ve onu takip edenlerin de onu örnek alarak gerçekleştirmeleri istenen bir durumdur.
İslam filozofları toplumu mutluluğa ulaştıracak olan İlk Reis’den sonra gelecek idarecilerin kendisinde bulunması gereken bütün özellikleri taşımasının veya taşısa bile mevcut şartların onu bundan alıkoyması sebebiyle her zaman mümkün olmadığının da farkındadırlar. Bu açıdan onlar için, İlk Reis’den sonra gelecek bu ikinci dereceden idarecilerin toplumsal hayatı idare edecek ve onları mutluluğa kavuşturan kanunları koyabilecek erdemli yöneticilerce yönetilebilmesi için daha önceden İlk Reis için belirtilen fıtrî şartlardan ayrı olarak yeni birtakım nitelikleri haiz bulunmaları gerekmektedir. Bu şartların başında filozof olmak gelirken ikinci sırada İlk Reis’in ortaya koyduğu kanunları bilme, muhafaza etme ve onları takip etme özelliği aranmaktadır. Filozoflarımızın bundan sonra saydıkları şartlar, onların ne kadar gerçekçi olduklarını göstermektedir. Buna göre ikinci dereceden yöneticilerin, ortaya çıkabilecek yeni şartlar doğrultusunda, tıpkı İlk Reis’in kanunları gibi, toplumun mutluluğunu sağlayabilecek yeni kanunlar koyabilecek akıl yürütme ve yol gösterme yeteneğine sahip olmaları beklenmektedir. Eğer bu şartlar tek bir kişide yoksa bu şartları üzerinde taşıyan birden fazla kişinin yönetici olması gerektiğini ifade eden düşünürlerimiz bir çeşit siyasi yönetim arayışı içindedirler. (Fârâbî, 1990, 78-79) Bu arayış, katı ve bağnaz bir tutum yerine her zamanın ve mekanın şartlarına uygun yeni yönetim arayışıdır. Değişmeyen şey ise, gaye ve hedeflerdir.
İslam filozofları için siyaseten önemli olan şey, mutluluğa ulaştıracak erdemli toplumlar ortaya çıkarmaktır ki, bunun yolu öncelikle yöneticilerin erdemli olmasından geçmektedir. Yöneticilerin erdemli bir siyaset yürüttüğü toplum fertleri de erdemli olunca toplumsal bir ahenk meydana gelecek, insanların aralarında oluşan sevgi ve muhabbet sayesinde ise toplumun bu ahengini mutluluğa taşıyacak adalet ortaya çıkacaktır. Çünkü erdemlerin temel özelliğinden birisi de süreklilik arzetmesi, alışkanlık haline getirilmesi olduğundan süreklilik arzeden adalet erdemi, toplumsal yönetimin mutluluğu için aranan temel erdemlerden biridir. O halde yöneticilerin ilk görevlerinden birisi topluma sevgi ve dostluğu yerleştirecek düzenlemelerde bulunmaktır. Eğer bir yönetici bu düzenlemeleri yapamıyorsa erdemli bir yönetici değildir, o toplum da erdemli bir toplum olamaz. İslam düşünürleri erdemli olmayan toplumların erdemsizliğini ve mutluluğa ulaşamamasını da siyasete bağlamaktadırlar. Bu yüzden gerekli şartları üzerinde taşımayan bu tür yöneticilerin olduğu toplumlar erdemsiz toplumlar, yani mutluluğu gaye edinmemiş olan veyahut da mutluluk zannedilen şeyi gaye edinen toplumlar olarak anılmışlardır. Burada dikkat çekmemiz gereken iki önemli husus vardır. Bunlardan birincisi, erdemli bir toplumun bütün fertlerinin erdemli olamayacağı ve keza erdemsiz bir toplumun da bütün fertlerinin erdemsiz olamayacağı gerçeğidir. İşte bu noktada filozoflarımız, bu gerçeğe işaret etmek için nevabit, yani ayrık otları kavramını ortaya atmakta ve her iki toplum çeşidi için de bunun mümkün olduğunu anlatmak için bu tabiri olumlu ve olumsuz anlamda kullanmaktadırlar. Yani erdemli toplumdaki erdemsiz bireyler de, erdemsiz toplumdaki erdemli bireyler de ayrık otları olarak nitelenmektedirler. Aralarındaki önemli bir fark erdemsiz toplumlardaki erdemli bireylerin, eğer çevrelerinde erdemli bir siyasi yönetim varsa, oraya hicret etmeleridir. (Bircan, 2001, 450-454). İşte tam bu noktada dikkat etmemiz gerektiğini söylediğimiz ikinci önemli husus açığa çıkmaktadır ki, o da filozoflarımızın erdemsiz toplumlardaki erdemli bireylerin de mutluluğa ulaşabilmelerini kabul etmeleridir. Öyleyse mutluluk için ortaya atılan toplum ve siyaset şartı ne kadar önemli olsa da bunu mutlak olarak kabul edip bireysel mutluluğu reddetmek gibi bir şey söz konusu değildir.
Netice olarak, buraya kadar zikrettiklerimizden anlaşılmaktadır ki, filozoflarımızın mutluluk için ortaya attıkları fikirler hayali veya teorik değil oldukça gerçekçi ve bütünlükçüdür ve uygulanabilirdir.