Farabi
FÂRÂBÎ
İkinci ve üçüncü örnek metinlerimiz İslam felsefesi tarihinde ikinci muallim olarak bilinen (ilk muallim Aristo olarak zikredilir) Fârâbî (ö. 950)’nin Tenbîh Alâ Sebili’s-Saâde (Mutluluk Yoluna Yöneltme) isimli eseri ile El-Medînetü’l-Fâzıla (Erdemli Şehir) adlı siyaset ahlâkıyla ilgili meşhur kitabından alınmadır. Fârâbî, İslam ahlâk felsefesinde ilk sistemli eserlerin yazarıdır. Fârâbî’nin ahlâk felsefesi ile ilgili diğer önemli eserleri arasında; es-Siyâsetü’l-Medeniyye, Tahsîlü’s-Sâade ve Fusulü’l-Medenî gibi eserleri vardır.
Fârâbî açısından ahlâk felsefesinin en önemli terimlerinden birisi mutluluktur. Çünkü onun düşüncesinde mutluluk, her insanın arzuladığı bir amaç olmanın yanında bir yetkinlik olarak da göze çarpmaktadır. Onun mutluluğu yetkinlik olarak değerlendirmesinin sebebi mutluluğun elde edilmesinden sonra ondan daha yüksek başka bir amaca yönelme ihtiyacının hissedilmemesidir. O halde Fârâbî açısından mutluluk, bizzat kendisinden dolayı tercih edilendir ve bu yönü itibarıyla da en büyük yetkinliktir. O böyle bir sonuca ulaşırken tercih edilen şeyin neden dolayı tercih edildiği sorusunu sormakta ve buna cevap verirken de kendisinden dolayı tercih edilenin başkasından dolayı tercih edilenden üstün olduğu kabulünden hareket etmektedir. O, buradaki akıl yürütmesinde eksik kalan şeyin farkındadır. Acaba herkes kendisinin kesin olarak mutluluk olduğunu düşündüğü şeyin en çok tercih edilen şey veya en büyük yetkinlik olduğu kanaatine varırsa nasıl bir sonuç doğacaktır? Fârâbî’nin böyle bir soruya verdiği cevap, öncelikle insanın kendi nefsinden başlamak üzere giderek dışa doğru açılan, yani aileyi, toplumu ve siyaseti içine alan ve sonuçta gerçek mutluluğun ne olduğunu, nasıl elde edilebileceğini ortaya koyan bir mâhiyet taşımaktadır. O bütün ahlâk felsefesini bunun üzerine oturtmuştur.
Fârâbî’den aldığımız diğer parçanın, yani üçüncü örnek metnin konusu ise erdemli bir devletin bilmesi gereken temel hususları içermektedir. Bu parça bir nevi söz konusu eserin küçük bir özeti gibidir. Sekiz madde halinde sıralanan bu hususlar İlk Neden diye adlandırılan Tanrı’yı ve O’nun sıfatlarını bilmekle başlar ve kademe kademe yukarıdan aşağıya doğru varlıkların mertebelerine göre devam eder. Buna göre, ikinci sırada akıllar âlemi veya melekût âlemi de diyebileceğimiz soyut varlıklar âlemini ve bu âlemin özelliklerini bilmek gereklidir. Üçüncü sıradan başlayarak; göksel cevherler, tabiî cisimler, insanın varlığa gelişi ve ruhun kuvvetleri, peygamberlik (ilk yönetici) ve vahyin meydana geliş şekli, peygamberden sonraki yöneticiler ve nihayet erdemli şehrin temel özellikleri beyan edilmektedir.
Fârâbî’nin bu sıralamayı yapmasının sebebi her bir kademenin bir üst kademeye nasıl bağlı olduğunu ve hepsinin de sonunda İlk Neden’e nasıl bağlı olduğunu göstermek ve ahlâkın metafizik yönünü ortaya koymaktır. Ayrıca erdemli olmanın yolunun bilgiden geçtiği ve soyut âlemde de somut âlemde de görülecek olan mükemmelliğin, ilâhî adaletin insan tarafından gözlemlenerek örnek alınması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Nitekim Fârâbî’nin kendisi de metnin devamında bu bilginin öneminden bahsetmekte ancak bunu toplumun bütün kesiminin bilmesinin mümkün olmadığından bahsederek bu bilgiye gerçek anlamda ulaşanların toplumun diğer kesimlerine, onların seviyelerine uygun bir şekilde, anlatmalarının zorunlu olduğunu belirtmektedir. Görüldüğü gibi Fârâbî burada insan ve toplum psikolojisine de girerek insanların, yukarıda sıraladığı herkes tarafından bilinmesi gereken şeyleri, reddedebileceği durumların nasıl üstesinden gelinebileceğini de izah etmektedir. O halde önce insanların ve toplumların psikolojik, sosyolojik durumları göz önünde bulundurulmalı ve aklî seviyelerine göre onlara mevcut gerçekler anlatılmalıdır. Hatta gerçeği anlamalarını kolaylaştırmak açısından gerekirse muhatap olunan kişi veya kesimin bilgi seviyesi anlatım çeşitliliğine başvurularak yükseltilmelidir. Eğer gerçeklere inanmayı reddedenler kasıtlı olarak, inatlarından dolayı değil de sadece içlerindeki birtakım şüphelerden dolayı anlatılan gerçeklere karşı çıkıyorsa, bunları çeşitli anlatım şekilleri ve misallerle ikna etmek kolaydır. Ancak gerçeğe karşı çıkanlar arasındaki diğer bir grubu, yani cahilliklerinden ve hasetlerinden dolayı kasıtlı bir şekilde hak olmayan şeyi hak olarak bilmek isteyenleri ikna etmek kolay değildir; çünkü bu grup kendi çirkin emellerini, karşılarındaki hakikati anlatma gayretinde olanlara atfetmeye çalışarak onların kurnazlık, aldatma, makam ve mevki peşinde olduklarını iddia etmeye kalkacaklardır. Bunlar Fârâbî tarafından anlayış kusuruna sahip olan insanlar olarak değerlendirilmektedir ve belki de asla ikna edilemeyeceklerdir.
(Mutluluğun Değeri)
Mutluluk her insanın arzuladığı bir amaçtır; ona kendi çabasıyla yönelen herkes ancak bir “yetkinlik” (kemal) olmasından dolayı yönelir; çünkü o meşhur bir amaçtır ve bunun böyle olduğunu açıklamak için herhangi bir söze gerek yoktur. İnsanın arzuladığı her yetkinlik ve her amaç ancak bir “iyi” (hayr) olduğu için arzulanır. Bu bakımdan, her “iyi” şüphesiz tercih edilir. İyi ve tercih edilir olmaları sebebiyle arzu edilen amaçlar çok olduğuna göre, mutluluk, tercih edilen iyi şeylerden biridir.
İyi şeyler arasında en iyi olanın, tercih edilen şeyler arasında en çok tercih edilenin ve insanın yöneldiği her amacın en yetkininin mutluluk olduğu açıkça görülmektedir. Bu husus, spor ve ilaç içme gibi iyi şeylerden bazılarının başka bir amaca vasıta oldukları için; bazılarının da bizzat kendileri için tercih edilmelerinden anlaşılmaktadır. Kendilerinden dolayı tercih edilenlerin, başkalarından dolayı tercih edilenlerden daha makbul ve daha yetkin olduğu açıkça ortadadır. Yine bizzat kendilerinden dolayı tercih edilenlerden bazıları, bazen, başka bir şey için tercih edilebilir. Sözgelişi, başkanlık (riyase) ve ilim böyledir. Çünkü biz onları bazen başka bir şeye ulaşmamıza bir vasıta olarak değil, bizzat kendilerinden dolayı tercih ederiz; bazen de zenginlik veya haz (lezze) elde etmeye ya da başkanlık veya ilim vasıtasıyla elde edilebilen başka herhangi bir şeyi elde etmeye bir vasıta olarak tercih ederiz. Bazıları da, esas itibariyle, asla herhangi bir şeyden dolayı değil; daima, bizzat kendilerinden dolayı tercih edilir. Kendilerinden dolayı tercih edilenler arasında, esasen hiçbir zaman başka bir şeyden dolayı değil; daima kendilerinden dolayı tercih edilenler, bazen, başkasından dolayı tercih edilenlerden daha makbul, daha yetkin ve daha iyidir. Mutluluğu elde ettikten sonra, onu kendisinden başka bir amaca yöneltmeye asla gerek duymadığımızı neticede anladığımıza göre, mutluluğun, hiçbir zaman başkasından dolayı değil; bizzat kendisinden dolayı tercih edildiği ortaya çıkmıştır. Bundan, mutluluğun, iyi şeylerin en çok tercih edileni, en büyüğü ve en yetkini olduğu ortaya çıkar.
Yine biz mutluluğu elde ettiğimizde, onunla birlikte ondan başka herhangi bir şeye ihtiyacımızın olmadığını görürüz. Böyle olan her şey, kendi kendine yeterli olmaya en layık olan şeydir. Bu sözün doğruluğunun delili, her insanın, bizzat kendi tahmin ve takdirine dayanarak, mutluluğun tek başına yeterli olduğu inanç ve kanaatini taşımasıdır. Çünkü bazıları zenginliğin, bazıları haz veren şeylerden yararlanmanın, bazıları başkanlığın bazıları ilmin ve diğerleri de bunlardan başka şeylerin mutluluk olduğunu düşünürler. Herkes kendisinin kesin olarak mutluluk olduğunu düşündüğü şeyin, en çok tercih edilen, en büyük ve en yetkin “iyi” olduğuna inanır. Mutluluk, iyi şeyler arasında böyle bir derecede bulunduğuna ve en “son ‘beşeri yetkinlik’ olduğuna göre, onu kendisi içine elde etmeyi tercih eden kimsenin, ona ulaşmasını sağlayacak yollara ve şeylere sahip olması gereklidir. (Fârâbî, Tenbîh Alâ Sebili’s-Saâde-Mutluluk Yoluna Yöneltme, çev. Hanifi Özcan, İstanbul 2005, s. 159-160)
ÖRNEK METİN-3: ERDEMLİ ŞEHİR HALKI ARASINDA MÜŞTEREK OLAN ŞEYLER HAKKINDA (FÂRÂBÎ)
1) Erdemli şehir halkının tümünün bilmesi gereken müşterek şeylere gelince;
i. Onların birincisi İlk Neden’i ve O’nun sıfatlarını bilmektir. Bundan sonra onların bilmeleri gereken şeyler şunlardır:
ii. Maddeden bağımsız olan şeyler, onların her birinin kendisine has olan sıfatları ve mertebeleri – Faal Akl’a gelinceye kadar- ve yine onlardan her birinin kendisine has olan fiilleri,
iii. sonra göksel tözler ve onların her birinin özellikleri,
iv. sonra onların altındaki tabiî cisimler, onların nasıl varlığa geldikleri ve yokluğa gittikleri, onlarda cereyan eden her şeyin düzen, mükemmellik, inayet, adalet ve bilgeliğe uygun olarak cereyan ettiği, onlarda ne bir ihmal, ne eksiklik, ne de haksızlığın herhangi bir biçimde mevcut olmadığı,
v. sonra insanın varlığa gelişi, ruhun kuvvetlerinin nasıl meydana geldiği, Faal Akl’ın onlar üzerine ilk akılsallar, irade ve seçme yetisinin ortaya çıkacağı bir tarzda nasıl ışık gönderdiği, aydınlattığı,
vi. sonra ilk yönetici ve vahyin nasıl meydana geldiği,
vii. sonra herhangi bir zamanda mevcut olmadığı takdirde onun yerini alması gereken yöneticileri,
viii. sonra erdemli şehri, onun halkını, bu insanların ruhlarının ulaşacağı mutluluğu, erdemli şehre zıt olan şehirleri, onların ruhlarının ölümden sonra karşılaşacakları durumları –bazısını bekleyen şey, azap, bedbahtlık, bazısını ise yokluk, hiçliktir-, erdemli milletleri ve ona zıt olan milletleri.
2) Bu şeyler iki şekilde bilinirler:
i. insanların ruhlarında, gerçekten oldukları gibi tasavvur edilmeleriyle (irtisâm),
ii. veya münasebet ve temsil yoluyla tasavvur edilmeleriyle. Bu ikinci, onların insanların ruhunda kendilerini taklit eden misalleriyle temsil edilmeleridir. Şehirdeki filozoflar, bunları kesin ispatlar (burhân) ve kendi görüleri (basâir) ile bilen insanlardır. Filozoflardan sonra gelenler, filozofları takip ve tasdik etmek ve onlara güvenmek suretiyle, onların görüleri ile bunları bilirler. Geri kalanlar ise onları, kendilerini temsil eden misaller, semboller aracılığıyla bilirler. Çünkü onlar ne tabiat, ne de alışkanlık bakımından bu şeyleri oldukları gibi anlamak yönünde bir yetenekle donatılmamışlardır. Bunların her ikisi de bilgidir; ancak filozofların bilgisi şüphesiz ki daha mükemmeldir. Bu şeyleri, onları temsil eden misallerle bilenlerin bazısı onları, onlara yakın olan misallerle, bazısı onlardan hafifçe uzak olan misallerle, bazısı bunlardan da uzak olan misallerle, bazısı ise çok uzak misallerle bilirler. Bu şeyler her millet ve her şehir halkı için, onlarca en iyi bilinen misallerle temsil edilirler. Ancak en iyi bilinen şeyler, çoğu zaman, milletten millete göre az veya çok değişirler. Bundan dolayı bu şeyler her millet için başka bir millet için kullanılan misallerden başka misallerle ifade edilirler. Bundan ötürü de hepsi amaç olarak bir ve aynı mutluluğa sahip olan, aynı amaç peşinde koşan, bununla birlikte dinleri birbirinden farklı olan birçok erdemli millet ve erdemli şehrin var olması mümkündür.
3) Bu müşterek şeyler kesin ispatlarla bilindiklerinde ne mugalâtalar ortaya atarak, ne de herhangi bir insanın anlayış eksikliğinin sonucu olarak, hiçbir noktada delillerle onlara karşı çıkmak mümkün değildir. Çünkü bu durumda karşı çıkılan nokta, meselenin kendisi değil, onun hakkındaki yanlış görüş olacaktır. Ancak bu şeyler kendilerini temsil eden misallerle bilindiklerinde, bazılarına daha az, bazılarına daha çok olmak üzere bu misallere karşı çıkmak mümkündür. Karşı çıkış noktaları bazılarında daha kolay görülebilir, bazılarında ise daha gizli olabilir. Bu şeyleri, onları taklit eden misallerle bilen kimseler arasında bu misallerdeki karşı çıkılabilir noktaları fark eden ve onların doğru olmadığını söyleyen kişilerin olması imkânsız değildir.
4) Bu insanlar çeşit çeşittir: Onların bir kısmı doğru yolu bilmek isteyen kişilerdir. Eğer onlardan biri herhangi bir şeyi yanlış bulup reddederse, onu hakikate daha yakın olan ve sözünü ettiği itiraza mahal verdirmeyen daha iyi bir misale yükseltmek gerekir. Eğer bu misalle tatmin olursa, bu noktada onu bırakmak ve daha ileri gitmemek gerekir. Eğer bu daha iyi misali de yanlış bulup reddederse, bir daha yüksek mertebeye yükseltilmelidir. Bu mertebeyle yetinirse yine o olduğu yerde bırakılmalıdır. Yani o kendisine verilen herhangi bir misali yanlış bulup reddettiği her durumda onun üzerinde olan misale yükseltilmeli, eğer bütün misalleri reddederse ve öte yandan hakikati anlayacak kuvvet ve özelliğe sahipse, ona hakikat bildirilmeli ve o filozofları taklit eden insanlar grubu içine sokulmalıdır. Eğer bununla da yetinmez hikmeti kazanmak isterse ve bunun için gerekli olan kuvvet ve özelliğe sahipse, bu hikmet ona bildirilmelidir.
5) İkinci kısım ise şeref, zenginlik, zevk veya başka şeyler gibi cahil şehre ait bazı amaçlar peşinde koşan insanlardır. Onlar erdemli şehrin kanunlarının buna engel olduğunu görünce, erdemli şehrin görüşlerine karşı çıkarlar ve ister hakikatin misalleri olsunlar, isterse onun bizzat kendisi olsunlar onların hepsini yanlış diye reddetmeye çalışırlar. Misallerin çürütülmesi iki şekilde olur: 1) Onlarda, kendilerine karşı çıkılabilecek noktaların gösterilmesiyle, 2) mugalâta yapmak, bilinçli olarak karşısındaki aldatmak suretiyle. Hakikatin kendisi ise ancak mugalâtalarla ve bilinçli aldatma ile reddedilebilir. Bütün bunlar sadece onların cahilce ve çirkin olan amaçlarını engelleyen her şeyin ortadan kaldırılması maksadıyla yapılır. O halde bu insanların erdemli şehrin kısımları arasına katılmamaları gerekir.
6) Üçüncü bir grubu da bütün misalleri, onlarda karşı çıkılabilecek noktaların bulunmasından ötürü yanlış diye reddeden kişiler oluşturur. Bunlar ayrıca hakikat; misaller, semboller olarak ortaya konduğunda anlamak ve tanımaktan aciz insanlar olduklarından, kendilerinde karşı çıkılabilecek noktalar bulunmayan misalleri de yanlış diye reddederler. Bunlar, hakikati tanımaları için onun düzeyine yükseltilseler bile, anlayış kusurlarından dolayı şaşırırlar. Böylece onu gerçekte olduğundan farklı şekilde tasavvur ederler ve onun, tasavvur ettikleri şeyin hakikatini gerçekten bilen kişinin hakikat olduğunu iddia ettiği şey olduğunu zannederler. Bu da kendilerine yanlış göründüğünde yanlış diye reddettikleri şeyin, kendilerinin yanlış olarak doğru olduğunu zannettikleri şey olmayıp, herkes tarafından doğru olduğu söylenen doğru şey olduğunu zannederler. Böylece onlar bu nedenden dolayı hakikatin hiç mevcut olmadığı, hakikati bulmak üzere doğru yolda sevk edildiğini zanneden insanın yanılgı içinde olduğunu, insanları doğru yola sevk ettiği söylenen kişinin bu tür iddialar ileri sürerek yalnızca bir yöneticilik mevkii veya benzeri peşinde koşan bir sahtekâr olduğu görüşüne varırlar. Bu insanların bir kısmını bu tür düşünceler, böylece, şüpheciliğe götürür. Bazıları ise bir şeyin insana uzaktan veya rüyada göründüğü şekilde müphem olarak hakikatin var olduğuna, ancak bazı nedenler yüzünden idrak edilemediği ve edilemeyeceğine inanırlar. Böylece onlar hakikati bilen veya onu idrak ettiğini düşünen insanlara karşı duydukları hasetlerinden, onların idrak ettikleri şeyin yanlış ve değersiz olduğunu göstermeye çalışırlar (Fârâbî, el-Medinetü’l-Fâzıla, çev. Ahmet Arslan, Ankara 1990, Sayfa: 91-94).