Türk düşünce Tarihinde Kaynak ve Metot Problemi
Türk düşünce Tarihinde Kaynak ve Metot Problemi
Türk Düşünce/Felsefe Tarihi yazıcılığında metod açısından oldukça mühim olan bir başka nokta da, kavramların terimlerle ifadesinde Türk dilinin ve ilmi, felsefî kavramlarının ideolojik her türlü tesirden arındırılması meselesidir. Bu noktada, gelenekle bağını koparmayan bir dilin ıstılahlarının varlığını muhafaza etmek, düşünce/felsefenin her zaman olmazsa olmazıdır. Son asırda, bilhassa Cumhuriyet döneminde, her türlü ideoloji mensuplarının; modernleşme/gelenekçilik ideolojileri doğrultusunda; anlamlı/anlamsız, gerekli/gereksiz uydurma karşılıklarla, bazen geleneğe aşırı bağlanma, bazen gerici bularak reddetme kaygısı doğrultusunda, terimin ve kavramın yeni dönemde kazandığı veya kazandırılmaya çalışıldığı anlam zenginliğine müdahale edercesine koruma/atma içgüdüsüyle yaptıklarından sakınmak elzemdir. Aksi takdirde ilmi seviyeden söz edilemeyeceğinde ve her ideolojinin kendi “yanlı”, “ideolojik” ve “mutaassıp” düşünce tarihini ve kavramsal içeriğini yazacağında şüphe yoktur. Buna son dönemden bir örnek vermek gerekirse; Ülken’in son dönem Türk düşüncesindeki Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük kavramlarıyla ilgili izahlarını söyleyebiliriz. O, isabetli bir teşhisle, Osmanlıcılık düşüncesini savunanların birçoğunun gerçekte Türkçü olduklarını ve hatta bazı bakımlardan İslamcı sayılabileceklerini ortaya koymaktadır. Türk Düşüncesi adıyla bir dergi çıkaran Peyami Safa’nın Türk düşüncesinin büyük deltaları adını verdiği ortak yönler meselesi Türk Düşünce/Felsefe Tarihi’nin en önemli meselelerinden biridir (Safa, 1996: 30-42). Bu açıdan, son dönemde, kullanılagelen klasik tasniflerden kurtularak; sadece Türkçülük akımının önde gelen isimleri olarak anılan Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi bazı düşünürlerin fikirlerinin iyi ve bütünlüklü değerlendirilmesinin, İslamcılıkla ve modernleşmeyle ilgili fikirlerinin görmezden gelinmemesinin, dahası tamamen Batıcı oldukları söylenen bazı düşünürlerin İslamcılıkla ve Türkçülükle ilgili fikirlerinin detaylı bir şekilde incelenmesinin zarureti vardır.
Özellikle de son dönem düşüncesinde, kullanılan bazı ıstılahların yanlışlığı meselesine dikkat edilmelidir. Kullanılan bazı ıstılahlar, tamamen Batı düşüncesindeki anlamlarıyla kullanıldığından, Türk İslam düşünce geleneğine uymamaktadır. Meselâ, Türk İslam düşüncesinin bazı ekollerini veya özelliklerini izah sadedinde sık sık “panthéizme” ve “hétérodoxie” gibi bazı ıstılahlardan söz açılmaktadır. Buna göre; Şiilik, Batınîlik ve bazı tasavvufi ekollerin savunduğu düşüncelerin tamamını aynı kategoride değerlendirerek, İslam dünyasındaki “hétérodoxe” hareketler olarak görmek (Ülken, 2004: 17, 109, 297) doğru değildir. Çağdaş Türk Düşüncesi/Felsefesinde ilmî ıstılahlar meselesi ve bilhassa yabancı ıstılahların dikkatsizce kullanılması veya tercümesinden ziyade Arapça, Farsça ıstılahların kullanılmasının ehemmiyeti hususu üzerinde epeyce durulmuş, hatta bu konuda, Osmanlı son dönem aydınları genel bir mutabakata dahi varmıştır. Bu sebepten XX. asır başlarında bu iş için Maarif Nezareti tarafından bir “Istılahât-ı İlmiye Encümeni” dahi kurulmuş ve bazı ıstılah sözlükleri hazırlanmıştır (Kara, 2005: 23-49). Rıza Tevfik’in tamamlanamamış Mufassal Kamus-ı Felsefe ve İsmail Fenni Ertuğrul’un Lügatçe-i Felsefe çalışmaları bu konuda oldukça önemlidir. Söz konusu dönemde kurulmuş olan bu encümenin, “panthéizme” kelimesine karşılık olarak “vücudiye” terimini kullanmış olması, bunu da vahdet-i vücûd düşüncesinden ayırması (Kara, 2005: 326) dikkate değerdir. Böyle olduğu halde Ülken ve günümüzdeki birçok araştırmacı, düşünce tarihçisi ve hatta İlahiyatçı, çalışmalarında “panthéizme” kavramını “vahdet-i vücûd”un tam karşılığı olarak kullanmaktadır. Günümüz Türk Düşüncesi/Felsefesi’nin en ciddi sorunlarından birisi olan bu tarz ıstılah ve terimlerde ısrar edilmesinin temel sebepleri; baskın olan Batılı bilim anlayışının ideolojik bir tutum olarak ortaya çıkması, bazı mutaassıp gelenekçi ve ideolojik anlayışların tesirinde kalınması ve belirlenmiş ıstılahların dışında yerli ıstılahların, kendi anlam bütünlükleri içerisinde değerlendirilmek istenmemesidir. Tabii ki, bu hataya düşme sebepleri arasında; bilmemek, yanlış bilmek veyahut da yeterince tahkik ve karşılaştırma yapmamaktan kaynaklanan sebepler de söz konusudur. Bu konuda, Istılahât-ı İlmiye Encümeni’nin en verimli çalışan üyelerinden Rıza Tevfik’in, “Lisân-ı ilim ve felsefeyi imal etmezsek, medeniyet-i hâzıranın kemâlât-ı maneviyyesini ilelebet Türk zihn-i içtimaîsine bigâne bırakmış olacağız; yeni bir fikir nakledemeyeceğiz. Türklüğe karşı bundan büyük bir cinâyet olmaz” (Tevfik, 1330: s. 2-3) sözleri ile Babanzade Ahmed Naim’in, Fransızca’dan çevirdiği bir ahlak felsefesi kitabına yazdığı giriş yazısında, söylediği şu cümleler, her ne kadar bu sorunlar o dönemde halen devam ediyor olsa da, bundan yüz yıl önce Türk Düşüncesi/Felsefesi’ndeki ıstılahlar meselesine ne kadar dengeli ve ciddiyetle bakıldığının, fikri devamlılığa ne kadar özen gösterildiğinin delilidir: "Felsefe bizde yeni ortaya çıkmış bir ilim olsaydı ıstılahlarını belirlemek o kadar zor bir iş olmazdı… Fakat işin nazik ciheti, felsefenin Garb’ı bilenlerimizce meçhul olduğu halde ‘ulûm-ı Arabiyye’ denilen ilimlerle iştigal edenlerimizce –medrese dersleri çerçevesinde- bu asra kadar intikal etmiş epeyce parlak bir mazisi olması ve her iki tarafın yekdiğerinden haberdâr olmaksızın çalışmasından dolayı ileride içinden çıkılmaz kargaşalıklara yol açılmak korkusudur. Hâlâ dipdiri olarak ve Kelâm ilminin ıstılahlarına gereği gibi karışmış olan kadîm (eski) felsefemizin farklı bir şekle dönüşmesinden ibaret olan yeni felsefe ıstılahlarını gelişigüzel ortaya koymak, ansızın geçmiş ile ve hatta şimdi ile bağlantımızı kesmek ve kişiliğimizi ikiye bölmek gibi hastalıklı bir durumun ortaya çıkmasına sebep olmak demektir… O hâlde bizim bugün için yapacağımız şey –tabii olarak- müstağni olamayacağımız-vaz’-ı cedîdden (yeni bir kavram belirlemeden) ziyâde (daha çok), keşf-i kadîmdir (geçmişin kavram içeriğinin ortaya konulmasıdır). Binaenaleyh bir kavrama ait Fransızca bir ıstılahın karşılığını ararken daima o kavramın bizdeki şekline de bakmak ve kadimden (geçmişten) beri bizde ne gibi terimlerin kullanıldığına iyice göz atmak, arada bir fark ortaya çıkmış ise o farkı gözeterek yine konuya uygun kolayca bir değiştirme ile işi halletmek lazımdır”(Georges L. Fonsegrive,1331: 4-5).
Son olarak Türk Düşüncesi/Felsefesi’nin temel kaynakları meselesinden kısaca bahsetmek gereklidir. Yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığımız şekliyle bir düşünce tarihi ortaya koyabilmek için; destanlar, masallar, bilmeceler, mitolojiler, kitabeler, mezar taşları ve diğer arkeolojik malzemeler, devletler arası siyasi, ticari, askeri her türlü mektuplar, yazışmalar, seyahatnameler, arşiv malzemeleri, kronikler, menkıbeler, halk ozanlarının deyişleri, maniler, koşuklar, ağıtlar, güzellemeler, hicivler, koçaklamalar, ilahiler gibi sözel malzemeler, sanatsal, mimari ve edebî eserler, ulema, şuara ve meşayih tezkireleri, diğer biyografik ve biyobibliyografik eserler ve bunlara yazılan zeyl (ilave) tarzı eserler, icazetnâmeler, şecereler, fermanlar, fetvalar, şer’iyye sicilleri, tarih ve coğrafya eserleri, usûl kitapları, düşünce ekollerini ve düşünce tarihini anlatan klasik ve modern kaynaklar, hatıratlar, kurumlar ve şirketlerin tarihine dair yazılmış eserler, filmler ve tiyatro eserleri, düşünürlerin ürettiği ve tercüme ettiği her türden eserler ve bunlara yazılan şerh (eserin bütününe yazılan yorum), haşiye (eserin bir kısmına yazılan yorum), ta’lik (esere düşülen notlar), telhis (eserin bir şekilde özetlenmesi) tarzı kaynaklar, dergiler ve gazeteler gibi süreli neşriyat ve nihayet, terim sözlükleri tarzında yazılmış kaynakların değerlendirilmesi gereklidir.