Çağdaş İslam Düşüncesinde Tecdid II

Bu makale denememiz tam da bu nokta üzerinde duracak ve genel olarak çağdaş tecdit hareketinin, özelde de Kazan bölgesi ceditçiliğinin temel fikirlerinin; sadece modernitenin henüz yaşanmadığı 18. asır Türk Babür Devleti’nin en önemli düşünürlerinden olan bir kişinin “modernist” fikirlere (!) tekabül ve tekaddüm eden düşüncelerine dayandığı tezi üzerinden değil, aynı zamanda diğer birçok sebepten dolayı, asla gelenekten bir sapmayı temsil etmediği, bilakis geleneğin sadece tarihsel süreçte hakim duruma geçen belirli bir zihniyetini temele almaksızın gelenekteki farklı bakış açılarının, bu düzlemde felsefî ve tasavvufî ve hatta, başta Maturîdîlik olmak üzere, kelamî görüşler vb.lerinin, daha dikkatli bir okuyuşla yeniden ele alınması ve bunlara dönemlerinin bakış açısıyla yeniden bir yorum getirilmesi çabasından kaynaklandığı kanaatini ispata çalışacaktır.

Yukarıdaki kanaatimizi ispat sadedinde ilk üzerinde duracağımız husus, tecdit geleneğinin Kur’an ve sünnetin temel amacı olduğu meselesidir. Meselâ, Kur’an-ı Kerim, birçok ayette tamamen olumlu bir anlamda ıslah edicilerden ve bunun zıddı olan müfsidlerden bahsetmektedir (Bakara, 2/228; Hud 11/88; el-A’raf 7/170). Yine Kur’an, Hz. Adem’den bu yana uyulması gereken ve asla değişmeyen temel esasları, yani inanışları ihtiva eden gelenekle, aklı bir kenara koyarak sadece bilinçsiz taklidi esas alan ve düşünmeden, eleştirmeden takip edilen “atalar geleneğini” birbirinden ayırmakta ve ikincisini, aklın ışığında tahkik etmeden kabul edildiği için, kesinlikle reddetmektedir. Bu yüzdendir ki, bazı alimler, bir alimin veya müctehidin yoluna uyan ammîyi, yani sıradan insanı taklitçi olarak görmemiş, delile dayanmayan taklitçiye mukallid adını vermişlerdir[1]. Hatta bunu sadece ammî-alim ilişkisinde de görmeyen meşhur imamımız Ebu Hanife, kendi ictihad metodunu izah ederken alim-alim ilişkisinde de adeta taklide yer olmadığını izaha çalışmaktadır: “Biz önce Allah’ın kitabında olanı alırız. Onda bulamazsak Hz. Peygamberin sünnetine bakarız. Orada da bir şey bulamazsak ashabın ittifak ettiğini benimseriz, ihtilâf etmişlerse dilediğimizin görüşünü alırız. Başkalarının görüşlerini onlara tercih etmeyiz. Ancak Hasan-ı Basrî, İbrahim en-Nehaî, Saîd b. Müseyyeb  gibi tabiin alimlerine gelince onların ictihatlarına bağlı kalmayız. Onlar gibi biz de ictihadda bulunuruz. Aralarında müşterek illet bulununca bir hükmü diğerine kıyas ederiz”[2].

Görüldüğü üzere müctehidin müctehidi taklidi caiz olmadığı gibi, müctehidlik seviyesine ulaşamamış bir kişinin de isterse avamdan olsun, mümkün olduğu kadar delili öğrenmesi ve körü körüne taklide başvurmaması şart koşulmuştur. Ama bütün bunlara rağmen Ebu Hanife’nin bile ashabu’l-hadis ve bazı muhaddisler tarafından İslam dinine zarar vermekle veya bidatçilikle suçlandığına şahit olmaktayız[3]. Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadislerinde de ıslah ile aynı manaya gelen ve her asır başında “dinî ve ahlâkî yenilenmeyi gerçekleştirecek mücedditlerin geleceğinden” haber vermesi[4], bütün tecdit hareketlerinin kendisine dayandığı önemli bir unsur olmuştur. Ancak tabii ki sorun burada bitmemektedir. Gerek o dönemlerde, gerekse tarihsel süreçte ve günümüzde Müslümanlar bir kısım alimleri “müceddid, muslih” diye adlandırdıkları halde, diğer bir kısım Müslümanlar, aynı kişileri dine zarar veren müfsid, müceddit bozuntusu, zındık, mülhid, reformatör veya modernist gibi ithamlarla suçlamışlardır. Özellikle de Hanefî gelenekten gelenlere karşı mürciî veya Mutezilî ve hatta Şiî gibi yakıştırmalar yapıla gelmiştir. Meselâ, kendisi de büyük bir müceddit ve ihyacı olarak anılan İmam Gazali (ö. 1111), döneminde suçlanmış ve hatta ilginç olanı, kendisi de filozofları küfürle suçladığı halde Faysalü’t-Tefrika’da, “Haset edicisi olmayan adam hakirdir, ehemmiyet verme. Küfür ve zındıklıkla sövülmemiş zatları fazilet ve sadakat ehlinden olmak üzere hesap etme!” diyebilmiştir. Meşhur Kazanlı ceditçi Rızaeddin b. Fahreddin, Gazali ile ilgili yazdığı kıymetli kitabında onun Faysalü’t-Tefrika’daki bu sözünü naklederken o dönemde bir taraftan onu aşırı derecede yüceltmeye çalışanların yanında kitaplarının yakılmasını isteyenlerin bulunduğunu belirtmekte ve iki önemli hususa işaret etmektedir. Bunlardan birincisi bu tür yüceltme ve alçaltmaların avam ve sefil insanlardan çıktığını belirtmesi, bir diğeri de Gazali’yi eleştiri babında “Tehafüt’ünü  ‘Kitabu’l-Arbaîn’ ya da ‘el-Mustasfa’ üslubunda yazmış olsaydı daha faydalı ve etkili olmuş olurdu” demesidir[5].

Meşhur tecdid hadisinin dışında Tirmizi'de geçen bir hadiste ıslahtan da bahsedilmektedir: “Din garib olarak gelmiş ve garip olarak dönecektir (devam edecektir). Benden sonra insanların fesada uğrattıkları sünnetimi ıslah eden o gariplere ne mutlu” (Tirmizi, Sünen, İman 13). O halde Kur’an ve sünnet, tecdit geleneğini reddetmediğine göre tecdit ile ilgili mevcut olumsuz bakışın kaynağı nedir?

 



[1] Bkz. İbrahim Paçacı, “Fıkıh Mezhepleri ve Taklid”, Dinî Araştırmalar, 1999/4, s. 59-84; Eyüp Said Kaya, “Taklid”, DİA, c. 39, s. 462.

[2] Bkz. Mustafa Uzunpostalcı, “Ebu Hanîfe”, DİA, c. 10, s. 135.

[3] Bkz. Yusuf Şevki Yavuz, “Ebu Hanîfe”, DİA, c. 10, s. 142-143.

[4] Ebu Davud, Melahim, 1,

[5] Rızaeddin b. Fahreddin, İmam Gazali, Orenburg 1909, s. 20-24, 77.

[4] Ebu Davud, Melahim, 1,

[5] Rızaeddin b. Fahreddin, İmam Gazali, Orenburg 1909, s. 20-24, 77.

En son değiştirme: Salı, 14 Ocak 2020, 4:56 ÖS