Tecdid Hareketi

Olaya çağdaş İslam düşüncesi açısından bakacak olursak bazı araştırmacılar, yazarlar ve akademisyenlerin özellikle çağdaş İslam düşüncesi söz konusu olduğunda tecdidin bir iyi bir de kötü anlamından bahsettiklerini görmekteyiz. Bu iyi ve kötü tasnifinin ise gelenekteki iyi bidat, kötü bidatten mülhem olduğunu düşünebiliriz. Ancak şurası bir gerçek ki, bu tasnifi yapanların birçoğu yeterince tutarlı iddialar sergilememektedir. Çoğunluğu kötü tecdide bir tanım getirmeye çalışırken; genelde İslam dışı etkileri vurgulayarak; ya dıştan içe bir yenilikten, ya Batı’daki reform hareketlerinin kavramlarıyla konuşuyor olduklarından veyahut da kendileri hiçbir temeli olmayan terimsel ayrımlardan hareket etmektedirler. Sonuncusuna örnek olarak Mevdudi’nin ihya ve tecdidi olumlayıp teceddüd ve müteceddidi olumsuzlayan tavrı ile, Muhammed el-Behiy’in ıslah kavramına, “kendi özgün değerlerini açığa çıkarma çabası” olarak olumlu bir mana yüklerken, tecdit ve reform kavramlarına “İslam’ı yabancı bir düşünce biçimine uydurma” gayreti şeklinde olumsuz bir anlam yüklemesini verebiliriz[1].

Gerçekte Erol Güngör ve Mehmet Aydın veya tecdid araştırmacısı John O. Voll gibi isimler, çağdaş İslam düşüncesini; içeriğine bakmadan ve geleneğe tam vakıf olmadan, sıfırdan başlayıp geleneği değersizleştiren bir hareket veya pozitivizmde olduğu gibi “ilerlemeci” bir hareket veyahut da sonradan türedi bir hareket olarak görmenin çağdaş İslam dünyasının çıkmazı olduğuna işaret etmişlerdir[2]. Söz konusu yazarlar, yenileşmenin bir zaruret olduğundan hareketle, tecdidi sadece ilahi değil aynı zamanda insani anlamda da olmazsa olmaz bir durum olarak yorumlamışlardır. Özellikle Voll, tecdidin, “İslami deneyimin dinamik boyutlarından birini oluşturduğunu, ceditçilerin ahlâka ve geleneğin dinamizmine yaptıkları vurgunun önemini vurguladıktan sonra şöyle demektedir:

“İslam geleneğinde, bir yandan özgün kaynakları bir kez daha gündeme getirirken diğer yandan ictihad hakkını savunan tecdit-ıslahta bir araya getirilen temalar, çağdaş ortamda oldukça işlevsel, kavramsal bir bütünlük kazandırıyor”[3].

Çağdaş yazarlardan Mustafa Öztürk’ün de belirttiği gibi; “çağdaş dönem İslam dünyasındaki ıslah ve tecdit projelerinin tümü bir şekilde tarihsel bir geçmişe referansta bulunmakta, dolayısıyla “değişime uyumla devamlılığı sağlama” diyebileceğimiz yeni bir gelenek oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle, söz konusu projelerin hiçbiri gelenekteki ilmî ve kültürel birikimi yok sayan bir yenilik/yenilikçilik teklifinde bulunmamakta, aksine geleneğin içinde yeni bir gelenek üretmeye çalışmaktadır”[4].

Yukarıdaki izahlarımızdan anlaşılacağı üzere, tarihsel süreçteki bütün tecdit hareketleri şu üç ana prensibin dışına çıkmamıştır:

1. İslam düşüncesinde değişen şartlar çerçevesinde akıl yürütme yoluyla yeni bilgilere ulaşılması (içtihat) temel bir gerekliliktir. Buna bağlı olarak akıl ile vahiy arasında bir uzlaşma söz konusudur.

2. Yeni bilgilere ulaşılırken geleneğe, yani başta vahiy ve sünnet olmak üzere selefe/selefin metoduna dönmek esastır, ancak bu durum körü körüne taklide yol açmamalıdır.

3. Bilginin evrenselliği temel ilkelerden kabul edilmek suretiyle hikmet müminin yitiği olarak görülmüş ve insanlığın mevcut miras vahyî süzgeçten geçirilerek değerlendirmeye alınmıştır.

Yukarıdaki üç temel esası genel olarak çağdaş İslam düşüncesi açısından değerlendirdiğimizde benzer sonuçlara varmak kaçınılmazdır. Aynı durum Tatar ceditçiliği için de söz konusudur.  Biz bunları esas alarak çağdaş İslam düşüncesinin bazı ceditçi fikirlerini Tatar ceditçiliği ile karşılaştırmalı olarak maddeler halinde sıralamayı uygun görüyoruz:

1. Çağdaş İslam düşüncesinde ilk olarak göze çarpan en önemli husus, Şah Veliyullah’tan başlayarak Efgani, Abduh, İkbal, Nurettin Topçu, Erol Güngör ve Ali Şeriati gibi pek çok düşünürde gördüğümüz “mutlak devamlılık fikrine dayalı bir hakikat anlayışı”nın savunusudur. İnsanın ruhi kabiliyetinin öne çıkarılması, iradesini kullanmaya çağırılması, böylece hürleştirilerek ahlâkî kemale ulaşması üzerinde ısrarla duran çağdaş İslam düşünürleri, bu görüşlerine geleneksel mirastan referanslar getirmişlerdir[5]. 19. Yüzyıl sonlarının büyük yenilikçisi Cemaleddin Efgânî, Kazan’dan Petersburg’a, İstanbul’dan Mısır’a pek çok coğrafyayı gezmiş ve “nahda”[6] hareketine, yani İslam dünyasının uyanışına önderlik etmiş bir isimdir. Kazan’dan başlayarak pek çok bölgede onun düşünceleri ve faaliyetleri büyük etkide bulunmuştur. Buna rağmen o günden bugüne hâlâ bazı çevrelerce çeşitli ithamlarla suçlanmaktan da geri kalmamıştır. Yine kendisi kadar İslam dünyasında şöhret bulmuş öğrencisi, ıslah hareketinin öncüsü Muhammed Abduh üstadını aynen şu manidar cümlelerle anlatmakta ve üzerinde durduğumuz mutlak devamlılığa dayalı hakikat vurgusuna işaret etmektedir:

“Bu insanın düşünce ekolü, saf imandı ve kendisi Hanefîydi. O, imanında mezhep taklitçisi değildi (mukallid). Sahih gelenekten ayrılmadığı gibi sufi geleneğe de özel bir ilgisi vardı”[7]



[1] Bkz. İbrahim Maraş, “İslam Dünyasında Yenileşme Arayışları”, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, ed. Hasan Onat, Ankara 2009, ANKUZEM Yay.s. 401-418.

[2] Bkz. Erol Güngör, İslamın Bugünkü Meseleleri, İstanbul 1989, s. 7-10; Mehmet Aydın, “Fazlur Rahman ve İslam Modernizmi”, İslamî Araştırmalar, Fazlur Rahman Özel Sayısı, c. 4 (1990), sayı:4, s. 273-284; Fazlur Rahman, İslam, Çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, İstanbul 1993, s. 268-326. 

[3] John O. Voll, “İslâm Tarihinde Tecdid ve Islah”, Güçlenen İslâm'ın Yankıları, ed. John L. Esposito, çev. E. Çatalbaş, İstanbul 1989, s. 58.

[4] Mustafa Öztürk, “İslam Dünyasında Yenilik ve Yenilikçilik Karşıtlığının Zihniyet Kodları-Modern Türkiye Örneği”, Ç.Ü.İ.F. Dergisi, 2009/1, s. 8.

[5] Haydar Bammat, İslamiyetin Manevi ve Kültürel Değerleri, çev. B. Dülger, İst. 1963, s. 406-408.

[6] Burada “nahda”, Seyyid Hüseyin Nasr’ın veya bazı Müslüman Arap yazarların eleştirdiği oryantalist anlam olan Rönesans, durgunluk ve çöküş anlamında değil kelimenin sıradan manasıyla bir uyanış hareketi olarak alınmıştır. Bu dediğimiz olumlu anlamda Kahire’de 1908’de sadece üç sayı çıkabilen Arapça en-Nahda gazetesini neşreden meşhur Kırım Tatar ceditçisi İsmail Bey Gaspıralı (ö. 1914)’yı burada zikretmek gerekir. Her ne kadar o da gazetesinin ilk iki sayısında, “Nahda” başlığının altında “La Renaissance” alt başlığını kullanmış olsa da bu durum, tamamen stratejik hedeflerle, yani Kahire’de gerçekleştirmek istediği büyük İslam kongresini İngiliz muhataplarına şirin gösterme gayesiyledir. Gaspıralı, “nahda” kelimesini tam manasıyla bir dini uyanış ve eğitimde yenilenme hareketi olarak kullanmıştır. Gaspıralı’nın çıkardığı Nahda gazetesiyle ilgili detaylı bilgi için bkz. Thomas S. Kuttner, “Rusya Müslümanları Arasında Ceditçilik Hareketi ve İslam Dünyası: İsmail Gasprinskiy Kahire’de. Yıl 1908”, çev. Bülent Tanatar, İsmail Bey Gaspıralı İçin, içinde, ed. Hakan Kırımlı, Ankara 2004, s. 391-443; Nahda hareketiyle ilgili detaylı bilgi için şu üç kaynağa bakılabilir: İbrahim M. Abu Rabi, İslami Hareketin Entelektüel Kökenleri, çev. M. Ali Demirci, İstanbul 2001, s. 33-42; S. H. Nasr, “Decandance, Deviation and Renaissance in the Context of Contemporary Islam”, Islamic Perspectives, Studies in Honor of Sayyid Abu’l-Ala Mawdudi, ed. K. Ahmad-Z. I. Ansari, Leicester 1980, s. 35-42; Harun Anay, “Çağdaş Arap Düşüncesi Üzerine”, Dîvân: İlmî Araştırmalar, 2001, cilt: VI, sayı: 10, s. 1-88.

[7] Tarık Ramazan, İslami Yenilenmenin Kökenleri, çev. Ayşe Meral, İstanbul 2005, s. 62 (Ramazan, bu kaydı Abduh’un hatıralarını içeren ve Muhammed ‘Imara’nın aktardığı el-A’mâlü’l-Kâmile li’l-İmam Muhammed Abduh, adlı eserden, Beyrut 1952, c. II, s. 351’den nakletmektedir).

En son değiştirme: Salı, 14 Ocak 2020, 4:59 ÖS