Tatar Ceditçiliği II

Şehabüddin Mercânî’nin üzerinde durduğu bir başka önemli konu ise Farabi ve İbn Sina ile başlayan Gazali ile iyice vurgulanan tasavvufî felsefî bir çizgidir. Mercânî, bir taraftan İbn Sina’yı ve Gazali’yi okurken diğer taraftan Muhyiddin ibn Arabî’yi okumuş ve bu alimlerin çizgisini takip etmiştir[1]. Gazali’nin ve bazı kelamcıların şiddetle eleştirdiği İslam filozoflarının haklılığını öne çıkarmıştır. Hanefî Maturidî düşünce geleneğini kendi döneminde yeniden yorumlamaya çalışan Mercânî, geçmişte yaşayan bazı büyük alimleri de hiç çekinmeden eleştirmiştir. Esasında o, tasavvufî bir felsefeyi ön plana çıkarmakla Farabi’den itibaren var olan bir geleneği yeniden diriltmiştir. Mercânî ile birlikte Türk Tatar düşüncesinde akıl ve vahyin, yani felsefe ve dinin aynı amaca ulaşan yollar olduğu genel kabul görmeye başlamıştır. Hatta Alimcan Barudi, “Din Felsefesi”nin yüksek medreselerde okutulmasının zorunlu olduğunu savunmuştur[2]. Tatar ceditçilerinin bütün bu çabaları, tarihsel süreçten kopmadan, mutlak devamlılığa dayalı hakikat vurgusunu ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Alimcan Barûdi’nin Rızaeddin b. Fahreddin’e yazdığı bir mektupta söylediği şu sözler Tatar ceditçileri adına belki de en güzel örneklerden biridir:

“İbn Teymiye’nin mesleği umumiyetle güzeldir…Muhalifleri tarafından ileri sürülen bahislerin çoğu, zannıma göre-asılsız/yersizdir. Kendisi ilmi ve kalbi kuvvetli bir zat olup, her sözünde ve tutmuş olduğu yolda (mesleğinde) yürekli ve cesurdur; fakat tasavvuf yolunda terbiye edilmemiş ve onların zevklerinden hisse almamış olmalıdır. Bu yüzden, okyanus kadar engin olan ilminin resmî ve ıstılâhî seviyede kaldığını tahmin ediyorum.”[3]

2. Çağdaş İslam düşüncesinin ikinci karakteristiği İslam ümmetinin manevi birliğine yaptıkları vurgudur. Özellikle Osmanlı’nın dağılmasını müteakip Efgani’den başlayarak ümmetin somut birliğe yapılan vurgunun azalması ve hatta ütopik görülmesi, gerçekte tamamen var olandan hareketle gelecekteki birliğe hazırlanmadan başka bir şey değildir. Ancak buna rağmen sanki bu düşünürler milliyetçilik akımından etkilenmiş gösterilerek İslam ümmetini bölmekle suçlanmışlardır. Zaten Rusya topraklarında yaşayan Tatar ceditçileri için ise bu durum zaten söz konusu değildir. Çünkü onlar 1552’den günümüze ne Osmanlı’nın ne de bir başka İslam ülkesinin somut bir parçası olmamıştır. Tatar ceditçileri için milli kimlik dini kimliğin ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve hiçbir dönemde ayrışmamıştır.  

3. Çağdaş İslam düşüncesinin üçüncü bir yönü ve en önemli problemlerinden birisi 17. yüzyıldan itibaren Batı karşısında yenilmeye ve gerilemeye başlayan tek siyasi güç olan Osmanlı’nın yenileşme arayışlarıdır. Ancak bundan da önemli bir başka problem, başta Osmanlı olmak üzere, diğer Müslüman coğrafyalarda yaşanan bütün yenilik arayışlarının aynı kategoride görülerek genelde bunların tepkisel ve savunmacı veyahut da modernist gibi nitelemelerle yargılanmasıdır. Meselâ, dinî hürriyet, insan hakları, kadınların statüsü, tesettür, çok kadınla evlilik ve miras gibi konuların modern dünyanın beklentisine uygun olarak yorumlanmaya gayret edildiği şeklinde birçok fikirler ortaya atılmıştır[4]. Halbuki başta Tatar ceditçileri olmak üzere ceditçilerin çoğu söz konusu problemleri modern dünyanın beklentisine göre değil klasik gelenekteki farklı bakış açılarından ve hatta tarihsel süreçteki birebir örneklerden almışlardır.

Çağdaş İslam yenilikçileri, mevcut problemleri çözmek için, bilimsel gelişmeleri takip edebilme ve uzun asırlardır ihmal edilen fen bilimlerine yeniden yönelmenin sağlanması ve bu konuda Batı’nın öne çıkarılmasını istemişlerdir. Çünkü onlara göre hakikat tektir ve önemli olan nerede bulunduğu değil nasıl alınması gerektiğidir. Ancak onların bu çabaları muhalifleri tarafından dini hakikatleri bilimsel gelişmeye uyarlama çabası olarak görülmüştür. Meselâ, mucize kavramının bizim bilmediğimiz tabii kanunlarla izahına çalışılması, Batı’nın ilmî gelişmişliğinden yola çıkılarak ortaya atılan çok yanlış bir fikir olarak yorumlanmıştır. Halbuki bu görüş moderniteden çok önce İbn Sina tarafından savunulmuş, çağdaş İslam düşüncesinin ilk dönemlerinde Şah Veliyullah tarafından da ondan mülhem olarak tekrar gündeme getirilmiştir. Benzer bir durum Tatar ceditçileri için de söz konusudur. Başta Mercânî olmak üzere, Alimcan Barûdî, Rızaeddin b. Fahreddin, Ziya Kemali, Abdullah Bubi ve Musa Carullah gibi pek çok ceditçi, İslam’ı akla ve yeni bilimlere aykırı gösterme çabasının yanlışlığını ve taassuptan kaynaklandığını vurgulamakla kalmamışlar, bir taraftan da dini medeniyete tatbik etme çabalarına karşı çıkmışlardır. Çünkü onlara göre din ile ilim birbirine ters şeyler değildir ki tatbik edilsin. Üstelik ilim, ahlak ve maarifçe yükselmek İslam’ın bir fer’idir. İşte bu yüzden ceditçilere göre tatbik kelimesini kullanmak dinin sınırlarını insanların ürettikleriyle sınırlandırmak olacaktır[5]. Ancak bütün bunlara rağmen “modernist” olmakla nitelenmekten kurtulamayan bu yazarlar detaylıca incelenmeden değerlendirilmeye çalışılmıştır. Meselâ Hilmi Ziya Ülken Musa Carullah’ı bir İslam modernisti olarak nitelemekle birlikte yine aynı yerde Zeki Velidi Togan’ın onu “bir İslam reformatörü olmaktan ziyade, Kur’an ilminde derinleşmiş bir uzman” olarak gördüğünü kaydetmektedir[6].

Sonuç olarak belirtmemiz gerekir ki çağdaş tecdit anlayışı, klasik gelenekte olduğu gibi, esas ilhamını Kur’an nassının ve sünnetin kendisinden alan ve bilhassa İslam toplumunun gerilemesini dinin yanlış anlaşılmasına bağlayan gelenekçi bir düşüncedir. Birçok çağdaş yenilikçinin ve Tatar ceditçisinin yayımları, yayım organları incelendiğinde, fikirlerinin tamamına yakınını klasik literatürden devşirdikleri anlaşılacaktır.

Çağdaş ceditçilik hareketlerinin en önemli ortak karakteri, oldukça geniş bir bakış açısı sunmasıdır. Bu bakış açısı; İslâm'ın evrensel mesajını, bir veya bir kaç mezhebin, şu veya bu zaman diliminin sınırları içine hapsedilmesine karşı çıkmaktadır. Gerektiğinde sûfilere, gerektiğinde filozoflara ve diğer büyük âlimlere müracaat etmekten çekinmeyen ceditçiler, geleneğe referansla Kur'ân ve sünnetin yeniden anlaşılmasını savunmaktadırlar. Hakim olan Eş‘arî anlayışın bazı görüşlerine karşı Maturîdîliği öne çıkarmalarının ve Ehl-i sünnet kavramını dar anlamından çıkarmaya çalışmalarının temel sebebi budur. Onların Türkçe hutbe, telfîk, taklid, kadın meselesi vb. konulardaki savundukları fikirlerin ve düşüncelerin hepsinin ilk kez onlar tarafından ortaya atılmadığı kesindir. Onların en özgün yönü getirmeye çalıştıkları bütünlükçü ve açılımcı ve daha da önemlisi kuşatıcı bakış açısıdır ve bunlar da onların ceditçi olarak nitelenmelerine yeterlidir. İşte belki de bu yüzden Musa Carullah, dar kalıpları aşarak, zamanın şartları icabı ortaya çıkan hakiki ihtiyaçları (ıslahatları) dine tatbik etmek hülyasıyla hadislere ve fetva kitaplarına bakarak çözmeye çalışmak yerine, usûl-i şer’iyyeye ve Kur’an’a (umumi maslahat, ferdin haklarının korunması…vb. açılardan) dönerek çözmeyi önermektedir[7], aynen Akif’in İslam’ı asrın idrakine söyletmeye çalıştığı gibi.

 

 

 

 



[1] . Şeher Şeref, “Mercânî’nin Tercüme-i Hâli”, Mercânî  mecmuası içinde, Kazan 1915, s. 362, 365, 390.

[2] . Alimcan Barudi, “Şakirtlernin Tilegen Derslerinden Biri, Felsefe-i Diniyye”, ed-Din ve’l-Edeb, 1906/3, s. 71-74.

[3] Rızaeddin b. Fahreddin, Kalem ve Kılıç Üstadı Şeyhülislam İbn Teymiye ve Mücadelesi, haz. Ömer Hakan Özalp, İstanbul 2007, s. 151.

[4] Mazharuddin Sıddıkî, İslam Dünyasında Modernist Düşünce, Çev. M. Fırat-G. Korkmaz, İstanbul 1990, s.  215-223;  Baljon,  Kur’an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, çev. Ş. Ali Düzgün, Ankara 1994, s. 113, 124.

[5] Bu konuda bkz. İbrahim Maraş, Türk Dünyasında Dini Yenileşme (1850-1917), İstanbul 2002, s. 117-128.

[6] Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1966, s. 272-273.

[7] Musa Carullah, Edebiyat-ı Arabiye ve Ulûm-ı İslamiye, Kazan trsz., s. 12-16.

En son değiştirme: Salı, 14 Ocak 2020, 5:00 ÖS