Konu özeti

  • Konu 1

    Stoa Mantığı

    Stoacılar, mantık eğitimini zorunlu görürler, çünkü mantık diğer tek tek erdemleri içine alan bir erdemdir. Mantık bilmeyen bir insan yanlış çıkarımlardan kaçınamaz. Mantık, bilge bir insana doğruyu yanlıştan ayırt etme özelliği kazandırır. Onlara göre, mantık aklın hareket yasasıdır ve mantığın kurallarına baş vurmadan akıl hakikati bulamaz.

    Mantığı, Aristoteles gibi bir araç olarak kabul etmişlerdir. Üzerinde asıl durulacak, bilgi sorunudur. Mantığı 1) Retorik 2) Diyalektik olmak üzere iki alana ayırmışlardır.

    Diyalektik: Kanıtlayıcıdır ve şeylerin gerçek doğasını konu alır (Platon’a yaklaşır). Akıl yürütme yoluyla araştırma ve doğrulara ulaşma yöntemidir. Burada izlenim, dil ve düşünce en başta gelir. Dil ve düşünce insanda a priori, yani doğuştan getirilmiş değildir. Konuşma ve düşünme yeteneği, uzun bir dönemin ardından gelir.

    Retorik: Pratiktir. Dil ve akıl yürütme, temel özellikleridir. Dili iyi, güzel ve etkili biçimde kullanma sanatıdır.

    İnsan zihni doğuşta boş bir levhadır. Bu bakımdan Stoacılar Locke’u öncelerler. Bu boş levhaya düşen ilk işaret duyu-algıdır. Dış dünyadaki nesneler duyu organlarını etkiler ve zihinde bir izlenim uyandırırlar. İzlenimler zihnin onayını sağlarlarsa ve kalıcı olup imgelere yol açarlarsa, izlenimlerin tekrarı ve zihinde oluşturdukları imge, genel kavramları doğurur. Yani, genel kavramlar deneye dayanırlar. Zihnin genel kavramlar oluşturma kapasitesi doğuştandır, fakat bu kapasitenin gerçekleşmesi için deneye ihtiyaç vardır.

    İzlenim ve imgelerden, ortak deneylere dayandıkları takdirde, ortak fikirler oluşturulur. Tüm insanlar için aynı olan bu genel fikirler yanlış olamazlar. Bütün bilginin temelinde izlenimler, dolayısıyla duyu algısı vardır.

    Zihin şu işlemi yapar:

    İzlenim + imge→  genel fikirler + kavramlar

                                          Tümel yargılar

    Tümeller yalnızca öznel soyutlamalardır; yalnızca tikeller, bireysel varlıklar gerçek varoluşa sahiptir.

    Böylece, Stoalılar Platon’un aşkın tümel görüşünü ve Aristoteles’in somut tümel anlayışını reddetmişlerdir. Stoacılara göre, bilgi, “şu” diye gösterdiğimiz bireylerin ve duyusal varlıkların algıya dayalı ve kavram ve genel fikirlere dayalı bilgisidir.

    İnsan aklı ile evrensel akıl, özü itibariyle bir ve aynı olduğu için, insan zihni dünya düzenini kavrayabilmekte, onun nesnel bilgisine ulaşabilmektedir. Akılla anlaşılabilir gerçeklik, şu halde, ayrı bir idealar dünyasına değil, maddi dünyaya yerleştirilmiştir.

    Stoalıların bilgi anlayışında, bir imge, nesnesinin tam ve gerçek bir kopyası olduğu zaman doğrudur. Ancak Stoalılar, algıların ve kavramların doğru ve yanlış olabileceğini söylerler. Doğruyu yanlıştan ayıracak bilgi ölçütü, kavrayıcı algı (tasarım)dır. Ruhu, kendisine onay vermeye zorlayan algı, açık algı, katalepsis (kavrama)dır. Katalepsis, episteme (gerçek bilgi) ile doxa (sanı) arasında bulunan ortalama bir şeydir. Bu çeşit bilgi delilerde, budalalarda da vardır. Episteme ise, yalnız bilgelerde bulunur. Katalepsis değil de epistemeye sahip olan bilge, doğrunun ölçüsüdür.

    Kesin bilginin alanı, deney alanıdır. Doğrunun kaynağı yalnızca algıdadır. Bilgi, izlenimde kendini gösterir, gerçek bir nesnenin ruhtaki izleniminde. Bu yüzden, bilginin doğruluğunda tek ölçüt, nesneye uygunluktur.

    Duyulur dünya bilimin alanıdır. Her kesinlik, her doğru bu alandan gelir, yani maddesel dünyadan. Maddesel dünyanın dışında bir varlık yoktur. Kesinlikleri, doğrulukları yakalayabilmek için bilge olmak gerekir, bilgelik özel bir çabayla elde edilir.


    • Konu 2

      Bilginin çıkış noktası, dış dünya nesnelerinin ruhta bıraktığı izler, izlenimlerdir. İzlenimler bilgiye karşılıktır. Bize bilgi sağlayan şey, algının kendisidir. İnsanın bilgi edinme çabası dünyaya yöneliktir, duyulurun alanına yöneliktir, Stoalıların bu bilgi anlayışı felsefelerini yeni yapar.

      Stoa felsefesi usçu bir felsefedir. Zenon’un usçuluğu, Logos’a dayalı bir usçuluktur. Doğa ussaldır, ussallık doğadadır. Evrende rastlantı ve düzensizlik yoktur. Duyumsal ve ussal özdeştir.

      Logos = Ussal yasa

      Stoacılar, felsefeyi hayvana, yumurtaya ve verimli tarlaya benzetmişlerdir.

      Mantık→ hayvanın kemikleri ve sinirleri

      Ahlâk → eti

      Fizik → ruhu

       

      Yumurtanın kabuğu → mantık

      Akı → ahlâk

      Sarısı → fizik

       

      Mantık → tarlanın çiti

      Ahlâk → meyvesi

      Fizik → toprağı ve ağaçları

      Dış nesne ile onun bizde oluşturduğu algı ve bu algıyla oluşan bilgi, yargı başkadır. Dışarıdaki bir nesne sana acı verdiğinde, gerçekte sana acı veren o dış nesne değildir, senin onunla ilgili yargındır (Marcus Aurelius).

      Aristoteles Mantığı

      Kavramların ilişkisine (kaplamına) dayanır.

      Tümevarım ve tümdengelimle bağlantıları bulur.

      Deneyimci (niteliksel iletinin deneyimciliği)

      Dünya durağan ve hiyerarşiktir.

      Duyular öz nitelikleri bildirir.

      Duyulur nitelik → özne = önerme

      Sokrates bir insandır (özneye yüklem yüklenir)

      Akıl yürütme → iyi tanınan kavramların içiçeliğine dayanır.

      Akıl yürütme, öncüller ile bir sonuçtan oluşur. Akıl yürütmenin doğru olması için diyalektik bilmek gerekir. Çünkü doğruyla yanlışın ayırt edilmesinde diyalektiğe ihtiyaç vardır.

      Zaman: Oluşun ve bozuluşun zamanıdır.

      Değerli olan, geneldir.

      Kapsama mantığı (duyu verileri (diyalektik yöntemle) → düşünce biçimleri

      Stoacı Mantık

      Olayların ilişkisine dayanır.

      Deneyimci (insan ve dünyanın iç içe işleyişlerinin deneyimciliği)

      Dünya bir canlıdır (Tanrı ile iç içedir).

      Önermeler olayları dile getirir, niteliksel yargı yoktur.

      Hava aydınlık

      Akıl yürütme → zamansal ilişkilere dayanır.

      Zaman: Tanrısal bilgeliğin ve evrensel yaşam uyumunun ifadesidir.

      Genel kavramlar, sırf sözcüklerdir (nominalizm).

      Sonuç çıkarma mantığı

      Duyu verileri + us  (yöntem yok)

      Akıl yürütme, büyük önerme + küçük önerme ve sonuç önermesinden oluşur.

      Ramazansa oruçludur

      Ramazandır

      Demek ki oruçludur

      Kavramsal ilişkiler değil, olay ilişkileri söz konusudur. Stoa mantığı, yalnızca bireylerin bir gerçekliği olduğunu, kavramların sözcükler olduğunu kabul eder.

      Stoacı Mantıkta Önerme Çeşitleri

      1) Koşullu önerme (ise)

      Ramazansa, açtır.

      2) Sonuca götüren önerme (madem)

      Madem Ramazan, açtır

      3) Evetleyen önerme (ve)

      Ramazan ve oruçlu

      4) Ayrık önerme (ya da)

      Ya Ramazan bayramı ya kurban bayramı

      5) Nedensel önerme (olduğu için)

      Ramazan olduğu için oruçludur

      6) Karşılaştırmalı önerme

      Rejimden çok oruçlu

      John Locke (1632-1704)

      İngiliz deneycilerinden (empiristlerinden), Bacon geleneğinin sürdürücüsü. İnsan Anlığı Üzerine Deneme adlı eserinde, Descartes’in doğuştan fikirlerine karşı çıkarak, Dekartçı öğretiyi çürütmeye çalışmıştır. Bilginin kaynağını ve sınırlarını araştırır. İnsanda doğuştan fikirler olsaydı, bu genel fikirler hiçbir deneyi gerektirmeksizin (her türlü deneyden önce) görünecekti; çocuklarda, okuması yazması olmayanlarda ve ilkellerde de ortaya çıkacaktı. Oysa bu kişiler özdeşlik ilkesi, çelişmezlik ilkesi gibi temel ilkelerden habersizdirler.

      Berkeley, Hume, Condillac, Kant onun felsefesinden yararlanmışlardır. Jean-Jacques Rousseau da “Locke benimle aynı ilkeler içinde aynı konuları işledi” demiştir. Şu halde Locke, 18. Yüzyıl aydınlanmasının, özellikle de Fransa’daki aydınlanma hareketinin en büyük öncüsü sayılır.

      Locke, doğuştan fikirleri yok sayar, insan zihnini başlangıçta boş bir levha olarak belirtir. Tüm bilgiler deneyden gelir. Zihinde, deneyden gelmiş olmayan hiçbir şey yoktur. Tüm fikirlerimiz deneyden gelir. Fikirlerimiz ve onlara bağlı olarak yargılarımız, fikirlerimizin kaynağı olan ve fikirlerimizin dışında bir gerçekliğe sahip olan nesneleri yansıtır. Tüm fikirlerimizin doğru olamayabileceğini, gerçek fikirler yanında yanılsamalı fikirler bulunabileceğini belirtir. Doğru ya da yanlış oluş yargılarla ilgili bir durumdur. Bilginin doğruluğu her şeyden önce yargının doğruluğundan gelir ya da yargının doğruluğuna karşılıktır.

      Locke, deneyi iç ve dış olmak üzere ikiye ayırır. Dış duyumla dışımızdaki nesneleri, iç duyumla ruhumuzun oluşumlarını algılarız. Öncelikli olarak dış dünya etkindir, dış kaynaklı duyu izlenimleri ruhsallığımızı harekete geçirir. Böylece elde edilen fikirleri yapısal açıdan ele almıştır ve bunları basit ve bileşik olmak üzere ikiye ayırır.

      Epistemolojiyi başlı başına bir felsefe dalı olarak ilk defa geliştiren Locke olmuştur. Her türlü metafizik düşünceyi bir kenara bırakıp, doğrudan doğruya bilginin yapısını ele alan ilk odur. Hiçbir duyunun gerçeği olduğu gibi karşılama garantisi yoktur.


      • Konu 3

        Metafizik

         

        Stoacılar, insan yaşamının anlamını öğrenmek için, bu yaşamı kesinlikle evrenin çerçevesi içinde dikkate almanın gerekliliğine inanıyorlardı. Bu nedenle fiziğin Stoa felsefesinde her zaman önemli bir yeri olmuştur.

        Metafizikleri materyalist ve monist bir metafiziktir. Asıl gerçek olan, maddi, cisimsel olandır. Çünkü yalnızca maddi olan varlık bir şey yapmaya ve kendisiyle bir şey yapılmaya elverişlidir. Bu yüzden evrenin ilkesi maddi bir şey olmalıdır. Bu maddi ilkede bir etkin, bir de edilgin öğe vardır. Etkin öğe, Us’tur, Tanrı’dır, hareket ettiren “neden”dir. Edilgin öğe ise ilk maddedir. İlk madde nicelikçe değişmez, hiçbir niteliği yoktur (Aristoteles ve Platon’da olduğu gibi). “Neden”, Herakleitos’un Logos’una benzer, evrene düzen veren rasyonel ilkedir. Bu maddi ilke, Tanrı’dır, Doğa’dır aynı zamanda. Tanrı’nın, Doğa’nın özü ise ateştir. Bütün varlıkların nedeni olan ateş, bir zaman sonra dünyadaki tek tek nesneleri kendisine geri alır, ana ateşe geri dönmekle de, bu arada kabalaşmış olan nesneler arınmış olurlar (Katharsis). Yani ateşle özdeşleştirilen Tanrı, sonunda her şeyi başladığı noktaya getirir, bu yüzden tarih döngüseldir.

        İlk ilke olan ateş, öbür öğelere dönüşerek oluşu sağlar. Her şeyin özü ateştir, her şey ateşten türer. Ateşin bir bölümü hava olur, havanın bir bölümü su olur, suyun bir bölümü toprak olur. Bu fizik dünyada ruh yalnızca hayvanlarda bulunur, bitkiler ruhtan yoksundur. Us ise yalnızca insanda vardır. İnsan ruhu tümüyle ustur.

        Bu fizik dünyada gelişi güzelliğe yer yoktur. Her değişim, her hareket herhangi bir rastlantının değil, sarsılmaz bir ussallığın sonucudur.

        Maddi ve somut olan gerçeklik, “canlı bir bütün” oluşturur, tıpkı bir organizma gibi. Yıldızlar da akıllı, canlı varlıklardır.

         

        Tanrı: Evrende gözlemlenebilir olan doğal güzellik, her şeyi insanın iyiliği için düzenlemiş olan bir Tanrı’nın var oluşuna işaret eder. Doğanın en yüksek varlığı olan insanın bir bilince sahip oluşu, bizi dünyanın da bir bilince sahip olduğunu düşünmeye zorlar. Çünkü bütün asla parçadan daha az yetkin olamaz. Demek ki Tanrı, dünyanın aklıdır.

        Tanrı, tinsel bir ilke ya da varlık değildir. Tanrı da, tıpkı biçim verdiği, etkilediği edilgin ilke gibi maddi bir yapıdadır. Tanrı, etkin ateştir, aynı zamanda cisimler dünyasını meydana getiren öğelerin kendisinden çıkmış olduğu ilk kaynaktır. Bu öğeler Tanrı’dan doğar ve daha sonra yeniden Tanrı’ya dönerler. Evrendeki her şey ya ilk ateş ya da farklı halleri içinde Tanrı’dır.

        Dünya var olduğunda, Tanrı ile dünya arasındaki ilişki, ruhla beden arasındaki ilişkiden farksızdır. Tanrı dünyadan ayrı değildir, dünyanın cismi ya da maddesidir, fakat daha ince bir maddedir. Her tür harekete ve değişik biçimler almaya uygun bir yapıda olmakla birlikte, hareketsiz ve biçimden yoksun olan ilk öğelerin hareket ettirici ve biçim verici ilkesidir.

        Logos= Tanrı= Doğa= Evren

        Bundan dolayı metafizik içinde teoloji (Tanrı) da yer alır. Evrenin düzeni ve güzelliği bizi düzenleyici bir Tanrı fikrine götürür. Tanrı’yı inkâr eden akıldan yoksundur (bilge olamaz). Kleanthes’e göre, insanları tanrı kavramına yönelten sebepler:

        1) Yeryüzündeki nimetler, bu zenginliklerin bir paylaştırıcısının var olduğunu telkin eder.

        2) Şimşeğin, fırtınaların vb.nin neden olduğu korkuyla insanlar, kendilerini aşan bir gücün var olduğu fikrine ulaşırlar.

        3) Dünyadaki düzen, gök cisimlerinin kurallı hareketi, dünyada hiçbir şeyin rastlantıya bırakılmadığını ve her şeyin bir plânının olduğunu gösterir.

        4) Geleceğe ilişkin, kehanet bilgisinin olması.

        Tanrı’nın var oluşu, Stoalıların “ortak fikirler”inin bir parçasıdır, bu ortak fikirler çocukta erken yaşlardan itibaren oluşmaya başlar ve 14 yaşında bunların hepsine sahip olunur. Yani bunlar doğuştan gelmezler, duyu izlenimlerinden doğal akıl yürütmeyle oluşurlar.

        “Tanrı; ölümsüz, akla uygun, yetkin, akıllı, her türlü kötülükten habersiz bir canlıdır, insan biçiminde değildir. Her şeyin mimarıdır, her şey onun sayesinde olur.”

        Tanrı, dünya ile birdir. Dünyanın ilkesidir.

        Tanrı, dünyanın düzen içinde oluşunu gerçekleştiren sanatçı ateştir.

        Tanrı; ussal, yetkin bir yaşayandır.

        Tanrı; bir cisim, en saf cisimdir.

        Tanrı; madde ile özdeştir, maddenin biçimlerinden biridir.

        Tanrı, akıllı bir tindir.

        Tanrı; akıldır, Logos’tur, doğadaki şeylerin düzenleyicisi ve evrenin yaratıcısıdır.

        Tanrı her şeydir, çünkü bütünün kendisidir, bu yüzden Stoa felsefesi hem bir tekçilik hem de birçokçuluk olarak değerlendirilebilir.

        • Konu 4

          Dünya: Yeryüzü+ gökyüzü+ canlılar+ insanlar+ tanrılar

          Dünya, akla uygun, canlı ve akıllı bir yaşayandır. Tanrısaldır ve tanrının kendisidir. Bilgi sayesinde, insan ve dünya arasında ussal bir uyum gerçekleşir. Çünkü bilgelik dünyaya katılmadır, Tanrı’ya boyun eğmedir, yazgıya rıza göstermedir.

          Marcus Aurelius der ki: “Ey Dünya, sana uygun gelen her şey bana da uygun gelir. Senin için mevsiminde olan hiçbir şey benim için erken ya da geç değildir. Her şey senden gelir, her şey senin içindedir, her şey sana döner.”

          Her şey cisimsel olsa da, böyle olmayanlar da vardır: İfade edilebilen, boşluk, yer ve zaman.

          Boşluk: Dünyada boşluk yoktur, ama dünyanın kendisi sınırsız, bedensiz, etkisiz bir boşluk içindedir. Dünyada boş bir yer yoktur, çünkü dünya sürekli bir bütün oluşturur. Dünyanın dışında boşluğun olmasının nedeni, dünyanın boyutlarının ötesine genleşeceği tutuşmaya imkân sağlamaktır.

          Yer: Kendisi boşluk olmaksızın, bedensiz olandır. Çünkü hep bir cisimle doldurulmuştur. Cisimlerin art arda geldiği ya da iç içe geçtiği, hep dolu olan bir sahnedir.

          Zaman: Hareket süresidir. Zamanın cisimsel olmaması, olayların zamanın içinde, zaman tarafından dönüştürülmeksizin olup bitmesindendir.

          İfade Edilebilen: Stoa önermesindeki yüklem bedensizdir. Varlıkların nitelikleri, sıfatlarla değil, fiillerle ifade edilir. Fiil, bir kavramı ifade etmez, olayı ifade eder. Böylece, Stoacılarda yüklem, kavram olmaz. Bir nedenin etkileri olarak görünür ve bedensiz olur. Örneğin, havanın aydınlık olması bedensiz bir etkidir.

          Ruh: İnsan, beden ve ruh gibi iki ayrı bileşenden meydana gelir. Beden öldüğü zaman, ruh da yok olup gider ya da ana kaynağına geri döner. Ruh da maddi bir tözdür. Yani ruh görüşleri de materyalist ve monisttir.

          Ruh ve bedenden, beden edilgin öğeye, bileşene karşılık gelir. Ruh ise etkin öğe, tanrısal ateşten bir kıvılcımdır. Ruhun yürekte bulunan yönetici parçası; algı, yargı, çıkarım, duygu ve iradi faaliyetler gibi işlevleri gerçekleştirir. İnsanın evrensel akıldan, yani logostan aldığı pay ruhundaki bu parça sayesinde, zaman içinde kavramsal düşünce gücü kazanarak, insan rasyonel bir varlık haline gelir, evreni bilme düzeyine yükselir.

          İnsan, içgüdüleri ya da arzuları tarafından değil de, kendisindeki bu rasyonel parça tarafından yönetildiği ölçüde hem bilge olur hem de özgür olur. Yani insan, akla uygun yaşadığı, aklının evrensel akıldan pay aldığı için anlayıp bilebildiği doğanın ezeli edebi ve değişmez yasalarına uygun davrandığı sürece özgür olur. Bilge insanın yapmayı istediği şeylerle, aklın ya da doğanın buyrukları arasında bir paralellik vardır. Mikro kosmos olan insan, ruhsal bakımdan ölümsüzdür.

          İnsanda ruhun bulunması, onu bilgi bakımından da ahlâk bakımından da yükümlü kılar. Tanrısal ruh insanların bedenine kadar işlemiştir, böylece insanı tanrıyla ya da evrenle özdeş kılmıştır.

          Seneca, “us, insanın bedenine girmiş tanrısal ruhtan başka bir şey değildir” der. Bedene, baştan aşağı ve bütün görevlerinde ruh egemendir. Ruh, sıcak bir soluktur ve bedeni bir arada tutan ilkedir. Ruhta 8 kısım vardır: Akıl (ruhun birliği), beş duyu, konuşma yetisi ve üreme gücü. Bunların hepsi de, insanın hayat gücünün, ruhun birliğinin çeşitli görünüşleridir. Tanrısal ruhla insan ruhu öz bakımından birdirler.

          Zenon’a göre insan ruhu ile hayvan ruhu arasındaki temel ayrılık, hayvanlarda akıllıca gibi görünen bütün davranışların, yalnızca doğal bir kökten gelmesidir. Zenon ruhun mutlak ölümsüzlüğünü kabul etmez. Kleanthes’e göre ise ruhlar her şeyin tanrısal ruha dönüşüne kadar yaşarlar.

          Khrysippos’a göre de ancak bilgelerin ruhları için bu doğrudur, sıradan insanların ruhları bedenleriyle birlikte yok olur.

          Zenon’a göre, ruhun birliği, ruhun bütününe egemen güçtür, onda, iyiye ve kötüye kendiliğinden dönen bir esneklik vardır. Yanılma, tutku, günah başlı başına birer ruh olayı olmayıp, ruhun birliğinin bütünündeki değişmeleridir, dolayısıyla ahlâkça düzelme de buna bağlıdır. Zenon’da bu ruhun birliği kavramı ile kişiliğin birliği kurulmuş oluyordu.

          Stoalıların psikolojileri ve materyalist gerçekçilikleri, görme ve duyma kuramlarında gelişir. Khrysippos, insanın göz bebeğinden dış dünyaya koni biçiminde yayılan bir hava ve ateş soluğu çıktığını söyler, koninin tepe noktası gözdedir. Görme uzaklıkla zayıflar ve uzak nesneler bize oldukları gibi görünmez.

          Kulağımız da başımızın çevresine, tıpkı suya bir taş atıldığında oluşan halkalar gibi yayılan bir soluk yayar. Bu kavrayışlar Stoacıların şu düşüncelerini gösteriyor aslında: Evren süreklidir ve kendi kendisiyle duygudaşlık içindedir. Duyumlar, kendimizle ve çevremizdeki bedenlerle temaslardır, yönelim alışverişleridir.

          İşte bu yüzden ruhun yalnızca biyolojik, hareket ettirici ya da bitkisel özellikli bir işlevi olmayıp, insan ruh sayesinde bilgi ve akıl yoluyla dünya ile uyum içine girebilir ve böylece bilgelik içinde yaşayabilir. Ruhun 2 temel işlevi vardır: 1) Ruhun tözünde, dış nesnenin izleniminden doğan tasarım vardır 2) Arzu ve tiksinme yeteneği olan eğilim vardır.

          Ama insanda akıl yalnızca doğru tasarımlara onay verme ve yalnızca doğaya uygun eğilimleri izleme olanağına sahiptir. Böylelikle eğilim akla sahip kılınır ve buna istenç denir.

          Stoalıların yaşamsal ve akla sahip ilke olan ruh kuramları, Platon’daki ya da Hıristiyanlıktaki gibi kötülerin cezalandırılmasını ve iyilerin ödüllendirilmesini güvence altına almaz. Gelecekteki yaşam, Stoalıları ilgilendirmiş gibi görünmemektedir. Sadece yaygın bazı inanışları benimsemişlerdir.

          • Konu 5

            İnsanın Yazgısı ve Özgürlüğü

            Ruhun birliği (akıl), insanın yazgısını (içsel) yönlendirir. İnsan, tanrısal öngörünün her şeyi düzenlediği bir evrende yaşar. Doğayla uyum içinde yaşamak, bizi alıp götüren yasaların determinizmine kendimizi bırakmak mıdır? İnsan bir otomata indirgendikten sonra, hâlâ övgü veya yergiye uğrayabilir mi? Tutkuları, arzuları zaten evren plânının bir parçası değil mi? İnsan ya özgür ve sorumludur ki bu durumda yazgı, evrensel ve önüne geçilmez bir zorunluluk değildir. Ya da yazgı, bütün varlıkları sıkıca sarar. Bu durumda insan, ahlâki bir varlık olarak ele alınamaz. Yani eylemlerinin ve bunların sonuçlarının sorumluluğunu üstlenmeye elverişli bir birey olarak ele alınamaz.

            Burada, mutlak determinist bir felsefede, insan özgürlüğüne nasıl yer verileceği sorunuyla karşılaşıyoruz. Bu sorun, Stoacıların rakiplerinin eleştirisine yol açmıştır. Burada en büyük eleştiriyi yöneltenler, Epikurosçular olmuştur. Epikuros için yazgı yoktur, dünyada her şey atomlarla, fizik nedenlerle açıklanır.

            Yazgı

            Tanrı’nın istenci, varlıkları kenetleyici nedendir. Dünyanın yapısında bulunan doğal bir gerçekliktir. Khrysippos’a göre, yazgı, ezelden beri her şeyin, her bir şeyin bir başka şeyi izleyip bu şeye eşlik ettiği bir yatkınlıktır, yok edilemez bir yatkınlıktır. Böylece yazgı, nedenler düğümü, yani asla zorlanamayan ve çiğnenemeyen bir düzen, bir bağlantıdır. Yani Stoacıların dünyasında ne kendiliğinden olana, ne de rastlantıya yer vardır.

            Yazgı, bütünün düzenlenişini yöneten logostur, yönelimdir, tanrısal soluktur.

            Yazgı, ezeli ebedi, sürekli ve kurallı bir harekettir.

            Yazgı, dünyanın aklıdır ya da tanrısal öngörüyle yönetilen ve yönlendirilen dünyadaki bütün şeylerin yasasıdır.

            Yazgı, sayesinde geçmiş şeylerin olmuş olduğu, şimdiki şeylerin olmakta olduğu ve gelecek şeylerin olacak olduğu akıldır.

            Yazgı, tanrısal öngörüyle birdir (kozmik ve tanrısal güç olarak)

            İnsan bilgeliği, bütün şeylerdeki bu yazgının bilincine varmakla başlayacak ve varlıkları kendi aralarında birleştiren yaşam akışına boyun eğmekle açılacaktır.

            Stoalılarda yazgı, dünya dışı bir ifade değildir, dünyada evreni ve varlıkları canlandıran yaşam içinde yer alan doğal, ahlâki ve teolojik bir gerçekliktir.

             

            Tanrısal Öngörü

            Tanrının istenci olarak yazgı, insanınkinden üstün bir bilgeliğin ifadesidir, yani bu tanrısal öngörüdür. Dünyada kör bir mekanizma yoktur, tanrısal öngörü (inayet) vardır. Yazgı, bütünün (dünyanın, evrenin) uyumunda her varlığa kendi payını, kendi rolünü verendir. Bu nedenle yaşam, tanrının herkese rolünü dağıttığı bir tiyatro sahnesidir. Oyuncular rollerini değiştiremezler, ancak kendilerine verilen rolü en iyi biçimde oynamak durumundadırlar. Stoalılar, canlılarda her türlü deneyimden önce ve doğumlarından beri bulunan, kendileri için yararlı olana yönelme, zararlı olandan ise kaçınma içgüdüsü gibi, birçok olguda bu tanrısal öngörünün belirtilerini bulurlar.

            Kader, tanrının önceden görüp bilmesidir. Tek tek varlıkların ve davranışlarının kesin olarak önceden belirlenişi kaderdir.

            Tanrısal öngörü, varlıkları kendi aralarında bir araya getiren evrensel duygudaşlıkta ve dünyanın yaşamının kendisini gösterdiği olayların akışında ortaya çıkar. Tanrısal öngörü, varlıklar arasındaki bağımlılığın uyumlu olmasını sağlar. Hayvanlarda bu açıkça görülür. Karıncalar, arılar, leylekler başka canlılar için bazı şeyler yaparlar. Yani dünya tanrıların istenciyle yönetilir. Biz dünyanın bir parçasıyız, öyleyse dünyanın çıkarını kendi çıkarımızın önünde tutmalıyız. Dünyada her şey, uyumla birbirine geçmiş zincir halkaları gibidir, içten bir dayanışma içindedir. Bununla ilgili olarak Marcus Aurelius, “başa gelen her şey adilce gelir… Sonradan gelenler önce gelenlerle daima bir soy ilişkisi içindedir. Basit bir ardı ardına geliş değil, apaçık ve hayranlık uyandırıcı bir yakınlık bağı vardır” der.

            Tanrısal öngörü hep insanın iyiliğini gözeterek etkide bulunuyorsa, kötülüğü neden hoş görür? Kyrysippos bu eleştiriyi, bir çelişiğin kendi çelişiği olmadan var olamayacağını söyleyerek cevaplandırır. Adalet, adaletsizliğe bağlıdır. Ayrıca insan her şeyi bilmez, zararlı hayvanlar ve zehirli bitkilerin bize faydası olabileceğini biz bilmesek de tanrı bilir. Kötülük, iyiliğin gözükmesi için zorunludur. Kötülük, doğa ile uyum içinde yaşamayı reddeden insanın akılsızlığından doğabilir. Bu kötülük, sağduyudan yoksun insanın eseridir.

            Kehanet

            Kehanete bilimsel bir temel kazandırmaya çalışmışlardır. Çünkü onlara göre evrende hiçbir şey tek başına değildir. Her şey birbirine bağlıdır, her şey “bütün” ile ilgilidir. Bu nedenle kurban hayvanlarının bağırsakları, kuşların uçuşu, vb. ile ilerde olacak olaylar arasında bir ilişki vardır. Bunlardan yararlanarak geleceği okuyabilmek mümkündür. Olayların, bir zincirin halkaları olarak dizilişinde tanrısal öngörü ifade bulur, şu halde gelecekteki olayları şimdide okumak mümkündür. Kâhinlerin işi budur.

            Khrysippos’a göre, kehanet, tanrıların insanlara gösterdikleri işaretleri tanıma, görme, açıklama yeteneğidir. Kâhin, kehanetle, tanrıların insanlar hakkındaki niyetlerini, onlardan beklentilerini ortaya çıkarmalı, tanrıların ne istediğini anlayıp, onları iyiliksever hale nasıl getirmek gerektiğini bilmelidir.

            Gelecek hakkında bilgi sahibi olma imkânı, tanrıların iyi yürekli olmalarına bağlıdır. Eğer tanrılar varsalar ve olması gerekeni insanlara tanıtmıyorlarsa, bu, ya insanları sevmediklerinden ya da olması gerekeni bilmenin insanlara hiçbir faydasının olmayacağını düşünmelerinden veya bu bilgiyi veremediklerindendir.

            Tanrıların bizi sevmediği doğru değildir, onlar bizim dostlarımızdır. Kendi kararlaştırdıkları ve durdurdukları şeyleri bilirler. Olması gerekenin bilgisinin bize hiçbir faydası olmayacağı doğru değildir. Tanrıların var olması ve bize geleceği bildirmemeleri olamaz. Mademki tanrılar vardır, demek ki bize geleceği bildirirler. Geleceği anlamının bilimini temellendirmek için bize bazı yollar sağlamazlık edemezler, bu durumda bir kehanet biliminin olmaması mümkün değildir. Yani bir kehanet bilimi vardır.

            Evrensel Duygudaşlık

            Dünya öz olarak bir cisim evrenidir. Etken ve edilgin, bütün nedenler cisimseldir. Evren bir ve sürekli olduğundan, bütün cisimler de etkileşim içinde bulunduklarından, en ufak bir olgu ya da olay bütün dünyayı etkiler. Denize dökülen bir damla şarap bütün denize yayılır. Dünyanın sürekliliği, tanrının ve evrenin birbiri içinde erimesi, evrenin kendi kendisiyle duygudaşlık içinde olduğunu, varlıkların evrensel bir duygudaşlık içinde olduğunu gösterir. Aslında evrensel duygudaşlık, Tanrı ile dünyanın özdeşliğini gösteren bir terimdir. Tanrı ile temellenen bu duygudaşlık, güçlü bir tanrısal öngörünün insanın iyiliğini isteyen niyetlerini varsayan bir doğa hedefi içerir.

            Bilge kişinin yaşamı, uyumu kendi içinde gerçekleştirmeyi ve katıldığı evrenle kendini duygudaşlık içinde tutmayı bilen bir yaşam olacaktır. İşte bu yüzden bilge, kendisini yalnızca bir sitenin yurttaşı değil, dünyanın yurttaşı olarak görür.

            Stoa dünya yurttaşlığı, evrensel duygudaşlığın ahlâki ve toplumsal düzeyde dile getirilişidir.

            • Konu 6

              AHLAK

              Zenon’a göre, nesnelerin değeri ile insanın ne olduğu ve dünya içindeki yeri ve anlamı üzerine doğru yani bilimsel bir bilgisi olmayan kimse doğru, erdemli bir eylemde bulunamaz, dolayısıyla mutluluğa erişemez. Doğru bilgi doğru iş yapmayı ve doğru davranmayı da sağlar. Bilgi ile eylemin birliği düşüncesi, Stoa öğretisinin ana özelliğidir.

              Stoalılar, ahlâkça yetkin olma anlayışını, bilge idealinde canlandırmışlardır. Bilgelik erdemli olmaktır. Bilge kişi, erdemli kişidir. Bu idealin canlı örneğini de Sokrates ile Antisthenes vermişlerdir. Çünkü onların bildikleri ile yaptıkları tam bir uyum halindeydi. Onlarda bilme ile eylem birleşip kaynaşmıştı.

              Erdem, doğaya, akla uygunluktur (doğa= akıl). Bundan dolayı bilgenin erdemi akıl bilgisinde ve bundan doğmuş olan irade gücündedir. Erdem aklın doğru durumda olmasıdır. Aklın doğru durumda olması da, insanın, özü bakımından rasyonel olan dünyanın (doğanın) gidişine ayak uydurması, ona kendini bağlı kılması ile elde edilir.

              Dünyanın gidişini isteyerek benimserse, bu gidiş artık kendisine batmaz olur, böylece de tedirgin olmaktan kurtulur. Stoa ahlâkının başlıca ilkelerinden birisi: Doğanın kanununa boyun eğmek.

              Stoa ahlâkının ideali olan apatheia (duygusuzluk) durumu, insan için doğal olan duyguları duymamak değil, akılla ilişiği olmayan duygulara, aşırı etkilere meydan vermemek, bunların doğmasını önlemek demektir. Bu çeşit aşırı duygular, nesneleri yanlış değerlendirmeden ileri gelir, bu da duygulanmaya götürür. Nesneleri doğru olarak değerlendirmeği bildiği için, bilge kişi korku, üzüntü, acıma gibi duyguları bilmez.

              Zenon’a göre, aklı mı duyguları mı kendisinde egemen kılacağı insanın elindedir. Çünkü her eylem bir yargıya dayanır. Her şey, insanın, elde edilecek ya da kaçınılacak şeyler üzerine doğru ya da yanlış bir tasavvuru uygun bulup bulmamasına bağlıdır. Bu da onun elinde olan bir şeydir. Bundan dolayı, insan kendi kaderine egemendir. Kötülük insanı mutsuz yapar, erdem ise mutlu olmasına yeter. Bundan dolayı Stoalılar dış değerlerin mutluluk üzerinde bir etkisi olabileceğine inanmazlar.

              Stoalılarda doğal olan ile doğaya aykırı olan karşıtlığı vardı. Doğaya aykırı olan, insanda içgüdülerin ağır basıp üstünlük kazanmasıdır. Doğal olan ise, herkeste bulunan, herkeste bir olan aklın egemen, üstün olmasıdır. Doğal olan, akla uygun olandır. Erdem, doğanın kanununa uymadır, böylece Stoalılar ödev kavramını ilk defa ahlâk felsefesine getirmişlerdir. Olan ile olması gereken arasında yaptıkları ayrım, Stoalıların büyük katkısıdır.

              Akla uygun bir hayat yaşamak bir ödevdir. Bilge, maddi yönüne karşı gelerek, aklın kanununa uyarak bu ödevi yerine getirecektir.

              Erdem tek başına eksiksiz bir mutluluğu sağlayabildiğine göre, bunun dışındaki hiçbir şey bir değer sayılamaz. Bundan dolayı sıradan insanların değer saydıkları şeyler, zenginlik, şan, şeref, hatta hayatın kendisi bilge için aldırış edilmeyecek şeylerdir.

              Biricik iyi olan erdemdir, ama bunun dışında kalanlar da büsbütün değersiz değildirler. Öyle şeyler vardır ki, bunlar iyi içinde yer almazlar, ama değer verilebilecek, istenmeğe değer şeylerdir. Örneğin, ruhsal alanda: yetenek, beceriklilik, ahlâkça ilerleme; vücut bakımından: hayat, sağlık, kuvvet; dışarıda: zenginlik, saygınlık, iyi bir soydan gelme.

              Bütün bunlar tam erdem, tam iyi karşısında hep göreli şeylerdir. Örneğin hayat, doğal olarak istenen, değer verilen şeylerin başında gelir, ama erdem gibi mutlak iyi değildir, gerektiğinde ondan da vazgeçilebilir (intihar). Birtakım şeyleri istemenin doğal olduğunu kabul etmeleri, Stoalıları Kynikler’den ayıran başlıca özelliklerindendir.

              Değerler arasındaki ayrıma paralel olarak, eylemler arasında da bir ayırma yaparlar. Zenon eylemleri: doğru-eğri, ödeve uygun-ödeve aykırı ve ilgisiz kalınacak eylemler diye ayırır. Doğru eylemler, ruhun birliğinin doğru durumundan çıkmış olanlardır. Eğrileri ise bozulmuş bir durumdan gelenlerdir.

              Ödeve uygun eylem, akıldan değil de varlığımızı korumak doğal içgüdüsünden çıkmış olan, ama ahlâk bakımından aldırış edilmeyecek bir nitelikte olmasına rağmen, akıl karşısında haklı çıkabilen eylemdir. Zenon’a göre, eylemlerin doğruları da eğrileri de birdir, ahlâk bakımından ikisi de değersizdirler, çünkü ikisi de doğru yoldan bir sapmadır, sapmanın az ya da çok olmasından bir şey çıkmaz.

              Bu anlayışta ahlâklılığın ölçüsü, kesin olarak düşünüşe aktarılmaktadır. Eylemin ahlâki değeri, eylemin kendisinden çıktığı düşünüşe (ahlâk duygusuna, karaktere) bağlıdır. Bir bilgedeki gibi doğru düşünüşü olmayan bir kimsenin eylemi görünürde doğru olabilir, ama bu kimse bununla doğru olanı yapmış olmaz. Örneğin, duygulardan (pişmanlıktan, acımaktan) doğmuş bir eylem, doğruyu, iyiyi kavramış olan akıllı bir görüşten doğma bir eylemle aynı sonuca varabilir, buna rağmen bu eylem bir akılsızın eylemi olmaktan kendini kurtaramaz.

              Stoa ahlâkının aşırı sertliği, eylemin ahlâki değerini sıkı sıkıya düşünüşe bağlamasından ileri gelmektedir. Nitekim Zenon’a göre, iyi ile kötü, bilge ile bilge olmayan arasında mutlak bir karşıtlık vardır. İnsanlar ya iyidirler, ya kötüdürler. Bilgenin eylemleri görünüşte değersiz bile olsalar, yine de doğrudurlar. Zenon’un gözünde bilge idealine erişmemiş olanların hepsi, bu ideale ister yakın ister uzak olsunlar, bilge değildirler, bunların hepsi ruh hastasıdır.  

              Aynı kanuna bağlı olma yüzünden erdemli kişiler yalnızlıktan kurtulmuş, bir beraberlik içinde toplanmış olurlar. Bundan dolayı Zenon, insanın toplum halinde yaşama gereksinmesini doğal ve akla uygun bir içgüdü olarak kabul eder. Kendi kendisiyle yetinen bilgenin artık topluma, devlete ihtiyacı yoktur, bütün tarihi- ulusal ayrılıklar ortadan kalkar. Çünkü akıl (doğa) bütün insanlara aynı kanunu, aynı hakları vermiştir. Stoalı bilgenin sosyal ideali dünya yurttaşlığıdır. Kökleri sofistlerde olan ve doğal hukuk anlayışına yol açan bu düşünceler, sonra Roma hukukuna temel olacaktır. Roma hukukunun üç ana ilkesi olan dürüst yaşamak, hiç kimseyi incitmemek, herkese hakkını vermek Stoa felsefesi kökenlidir. Stoa düşüncesinin bir sonucu olarak, Roma hukukçuları 3. Tür bir yasa kavramı getirdiler (jus civile= yurttaşların yasası ve jus gentium= kavimler arasında kullanılan yasaya ek olarak) : jus naturale= doğal yasa veya doğa yasası. Bunu, evreni yöneten tanrısal akıldan pay alan akıl sahibi varlıklar olarak tüm insanlar için geçerli sayıyorlar. Jus naturale, yurttaşlık haklarının ve ayrıcalıklarının genişleyip yaygınlaşmasına neden oldu, ta ki sonunda imparatorluğun tüm özgür sakinleri yurttaşlar haline gelinceye dek.

              Bugün jus civile ve jus gentium bir olmuş, fakat jus naturale bir ideal olarak kalmıştır. İmparatorluğun ilk günlerinde Stoacılık, bir cumhuriyetçilik ocağıydı ve çoğu kez imparatorluk karşıtı bir duyguyu dillendiriyordu. Toplumsal ve ekonomik koşullar insanların doğal eşitliğiyle çatışmalı olduğu için, Stoacılar onları derhal değiştirmek istediler. Bununla birlikte, daha sonraları Stoacılar imparatorlukla anlaşma yoluna gittiler ve kendi ideallerini gerçekleştirmenin yolunu imparatorluğun evrensel egemenliğinde gördüler. Bu idealleri bir darbede uygulama girişiminin devleti yıkacağı açık hale geldi. Marcus Aurelius bunu çok iyi dile getirmiştir.

              Stoacılar, insanın hak ve ödevlerini evrensel bir genişlikte ele alıp gösteren ilk filozoflardır. Onların gözünde dünya yurttaşı olan bilge kişi evrensel düzeyde en yüce insani dileklerin de belirleyicisidir.

              İyinin tek koşulu, doğaya uygunluktur.

              İyilik güzeldir, Khrysippos “yalnızca güzel iyidir” der. İyi ve güzel eş anlamlıdır, iyilik dünyanın uyumuyla özdeş olan içsel uyumun ifadesidir. Mutlu insanın erdemi ve yaşamın iyi düzenlenmiş akışı, her bir kişinin ayırıcı özelliği ile bütünü düzenleyenin istenci arasındaki uyumdan doğar.

              Erdem, bir kişide iyiliğin bulunuşudur, bütünle ortak olan bir yetkinliktir. Bu yüzden erdem, birdir, mutlaktır, az ya da çok erdemli olunmaz, erdemli olunur ya da olunmaz. Erdem ile erdemsizlik arasında hiçbir aracı bulunmaz. Erdem birdir ve eğer erdemlerden söz ediliyorsa, bu çoğulluk yalnızca erdemin tasarlanışındaki farklı bakış açılarını belirtir, bütün erdemler birbirlerine içten bağlıdır, birini elde eden hepsine sahip olur.

              Yüreklilik, diretilmesi gereken şeylerle ilişkilidir.

              Sağduyu, yapılması gereken ya da gerekmeyen şeylerle ilişkilidir.

              Ölçülülük, sağduyuya bağlıdır.

              Dürüstlük, adalete bağlıdır.

              Sabır yürekliliğe bağlıdır.

              Stoalıların, daha çok psikolojik çözümlemeden ortaya çıkan bu farklı erdemlere, diyalektiği ve fiziği eklemeleri oldukça anlamlıdır.

              Diyalektik, yanlışı onaylamamayı sağlayan bir yönteme sahip olduğu için ve iyilikler ve kötülükler hakkında öğrendiklerimizi onun sayesinde saklayabildiğimiz için erdemdir. Diyalektik olmazsa, doğrudan sapılıp yanlışa sürüklenilebilinir.

              Doğanın ve tanrıların yaşamının varlık nedenini bilmeksizin, insanın doğası ile evrenin doğası arasında bir uyum olup olmadığını bilmeden iyilikler ve kötülükler hakkında hiç kimse bir yargıya varamaz. Bilge kişilerin “zamana boyun eğmek”, “kendi kendini tanı”, “aşırı hiçbir şey yok” gibi özdeyişlerinin kuvvetini, fizik bilgisine sahip olmadıkça hiç kimse anlayamaz. Adaletin gözetilmesi, dostlukların korunması için doğanın taşıdığı değeri yalnızca fizik bilgisi bize söyleyebilir. Tanrılara gösterilen dindarlık ve onlara borçlu olduğumuz minnettarlık da, doğa üzerine bir açıklama olmadan anlaşılamaz. Stoalılar için fizik bir ahlâktır, bilgeliğe ulaşmak için bir araç değil, bilgeliğin kendisidir.

              Erdem bir bilgidir ve öğretilebilir. Kleanthes’e göre, onu elde eden kişi asla yitirmez. Khrysippos ise, erdemin sarhoşluk ya da melankoli yüzünden yitirilebileceğini düşünür.

              Erdem kavramı özellikle uygulamaya dönüktür, yani somuta yönelmiştir. Bu, bilgelikle sağlanmış bir dinginlik ve mutluluk öngörüsüdür.


              • Konu 7

                Vize

                • Konu 8

                  Tutkular

                  Ruhun doğayla çelişen akıl dışı ya da ölçüsüz bir yönelimidir. Zenon’a göre, tutkunun tanımı: Tutku, ruhun, doğru akla karşıt ve doğaya karşı olan bir sarsıntısıdır. Doğal dengeden fazlaca uzaklaşmış olan bir eğilimdir. Khrysippos’a göre ise, tutku, doğadan uzak olan ruhun akılsız bir hareketidir ya da zorba bir yönelimdir.

                  Yani tutku, ruhun bir hareketidir, akılla çelişir, böylece doğa ile de çelişir, bir yönelimdir.

                  Burada bir problem var: Yönelim, doğal ve akla dayalı bir hareketse, tutku da eğilim alanına aitse, tutku nasıl mümkün olabilir?

                  Bir yönelim, yönelim olmayı sürdürdüğü halde nasıl zorba, akıl dışı ve doğalın karşıtı olabilir?

                  Doğadan kaynaklanan bir şey, nasıl doğaya karşıt olabilir?

                  Stoalılar, tutkuların nasıl doğduğunu sormazlar. Bunların olduklarını saptarlar ve ne olduklarını sorarlar.

                  Doğa, akıl →  bilgelik  →  tutku

                  Tutku, her şeyden önce bir olgu. Tutkular ruhun hastalıklarıdır. Bedenin ve ruhun hastalıkları, zayıflıklarıdır. Örneğin; zafer ve haz aşkı.

                  Bazı Stoacılara göre, dört temel tutku vardır: Acı, tasa, arzu ve haz.

                  Acı, ruhun akılsız bir eylemidir. Şunları içerir: acıma, canı çekmek, kıskançlık, gücenme, üzüntü, derin hüzün, çile (zahmetli acı), bunalım (akılsız acı).

                  Tasa, bir kötülüğün beklenişidir. Şunları içerir: korku (ürküten tasa), çekince (gerçekleşecek eylemden duyulan tasa), utanç (namussuzluktan duyulan tasa), dehşet (alışılmadık bir tasarımlamadan duyulan tasa), ürperme (sözü tutuklaştıran tasa), bunaltı (bilinmeyen bir şeyden duyulan tasa).

                  Arzu, akılsız bir iştahtır. Şunları içerir: yoksunluk, nefret, hasımlık (bir seçeneğe duyulan arzu), öfke, sevgi, hınç, taşkınlık (başlamakta olan öfke).

                  Haz, kendisini istenen bir şey gibi sunan akılsız bir yakıcılıktır. Şunları içerir: hoşnutluk (duyularımızı okşayan haz), kötülükten alınan haz, şehvet (ruhun kendini bırakması), sefahat (erdemin gevşekliği).

                  Düşüncenin sapkınlığı hatadan ileri gelir ve buradan da, huzursuzlukların nedeni olan birçok tutku doğar. Bilge kişi bir tutkun değildir, çünkü sağlıklı bir yargıda bulunur ve doğal akılla uyum içinde yaşar.

                  Bütün tutkular yargıdan ve sanıdan doğar. Bu yüzden onları belirgince tanımlarlar ki yalnızca ne kadar erdemsiz oldukları ortaya çıkmakla kalmasın, ne denli bizim elimizde oldukları da anlaşılsın. Tutku, entelektüel bir hastalık gibi görünüyor.

                  Tutkulu kişi, yargısı henüz olgunlaşmamış bir çocuktur. Yaşamda, yaşamayı bilmeyen ve sağlıklı görüşleri olmayan, çocuk diye adlandırılır. Ancak akıl bizi tutkulardan kurtarabilir.

                   

                  Bilge

                   

                  Bilge kişi, doğaya göre, yani akla göre yaşayandır. Bunun sonucunda da tutkudan sıyrılmıştır. Bilge kişi, bilgisi en yüksek olandır, masumdur, acımasız ama geçimlidir. Tek zengin olan odur, tek özgür olan odur.

                  Eylemlerimiz bize bağlı olduğundan, bilge kişi olup biten karşısında hiç şaşırmaz, ölümün karşısında bile. Ölüm kötülük değildir, ama ölüm hakkındaki sanı bir kötülüktür. Şu halde kızgın ya da üzgün olduğumuzda, kendimizden yani görüşlerimizden başka bir şeyi suçlamayalım.

                  Bilge kişi her şeye yüreklice göğüs germekten gerçek bir mutluluk duyar. Olayları kabul etmeyen, kendini evrenden dışlayan kişi, tıpkı bedenin geri kalanından ayrı olarak uzanmış, kesik bir el, kesik bir baş gibidir.

                  Ölüm doğanın bir işlevidir. Dolayısıyla ondan kaygı duymamalıyız, doğaya yararlıdır, çünkü kendisinden başka şeylerin doğacağı bir çözülüştür. Ölümü dingin bir yürekle beklemeliyiz, bu sonuçta bütün insanlar aynı sırada yer alır. Ölümün beklenişi bize, şanın boşluğunu daha iyi ölçtürür.

                  Bilge kişi, sırf doğduğu ülkenin yurttaşı değil, bütün dünyanın yurttaşıdır. Bilge kişinin sıra dışı olduğunu onaylamaya hazır ilk filozoflar Stoalılardır.

                  Bilge kişinin düzgün eylemlerine katorthomata derler. Bunlar, yetkince yapılan ve erdemin bütün yönlerini içeren eylemlerdir. Ama bu bilgenin asla sahiden var olmadığını ilk kabul edenler de Stoalılardır. Epiktetos şöyle der: “Stoalıların ahlâki ilkelerini söyleyip duran çok kişi görüyorum, ama Stoalı göremiyorum. Bana bir Stoalı göster, yalnızca bir tane istiyorum. Bir Stoalı, yani hastalıkta kendini mutlu hisseden, ölürken mutlu olan, küçümsendiği, hatta haksızca suçlandığında kendini mutlu hisseden bir insan göster! Eğer böyle yetkin ve tam bir Stoalı gösteremiyorsan, en azından böyle olmaya başlayan birini göster. Benim gibi bir ihtiyarı böyle büyük bir gösteriden yoksun bırakma, itiraf ederim ki henüz bunun keyfini yaşamadım.”

                  Demek ki bilgelik, insanlara açık değildir, yalnızca bilgeliğe yaklaşmaya girişilebilir. Az ya da çok bilge olunmaz, ama az ya da çok çılgın olunabilir.

                  İnsandan üstün olan bilgenin ulaşabildiği birinci sıradaki şey yeğlenir olan değildir. Yeğlenir olan, ikinci sırada yer alandır. Bilgenin mutlak erdeminin yanında, bir de insanca erdem türü vardır. Bu, bilgelik ve mutlak bilgi değil, sakınımlılık ve akla uygun düşünmedir. Sakınımlılık, kendimize saptadığımız ve doğaya uygun düşen amaca ulaşmak için elimizden geleni yapmaya dayanır. İyi yay çeken kişi, oku hedefe kazara ulaşan kişi değildir, bu hedefe ulaşmak için iyi bir okçudan beklenebilecek her şeyi yapan kişidir.

                  Stoalılar, ideal ahlâk ile insanlığın erişebileceği ahlâk arasındaki ayırımın ilk yaratıcıları olmuşlardır.

                  Akılla yönlenen, evrenin olaylarına rıza gösteren, doğayla uyum içinde yaşayan Stoalı bilge, “hiçbir şeye şaşırma” sözünü, kendi sözü yapmıştır. Yani kayıtsızlığın bilgeliğidir bu.

                  Bilge kişi, yani aklın yönetiminde yaşadığı için özgür olan insan, doğanın akla dayalı yasalarını tanımaya bağlanır. Bilgelik bilinçsel güç gerektirir, bilge kişi sürekli bir arayışla, sürekli seçimlerle kendini var eder. Hiçbir büyük kendini bir çırpıda yaratamaz.

                  İnsan kendisini olumsuz duygulardan kurtarabilirse, bilge insana özgü olan dinginlik, huzur ve mutluluğa kavuşabilir. Zira yalnızca bilge insan rolünün ne olduğunu bilebilir.

                  Stoa ahlâkı gerçek anlamda bir bilgelik ahlâkıdır. Davranış tutarlılığıyla düşünce tutarlılığının insan için önemli olduğu ilkesine dayanır. İnsanın en güzel şeylerine sahip çıkar, bu arada insanda us dışından kaynaklanır gibi görünen eksiklikleri, boşlukları ussallıkla gidermeğe çalışır. Dünyadan beklenen, bilgelikle sağlanmış bir mutluluktur. Her şey insanın yüce mutluluğu içindir.

                  Stoa felsefesi, davranış tutarlılığıyla düşünce tutarlılığının insan için önemini bildiren, gerçek anlamda bir bilgelik ahlâkıdır. İnsanın insanlığına, onun değerlerine sahip çıkmak, bu arada insanın us dışından kaynaklanan eksikliklerini, sakatlıklarını, boşluklarını ussallıkla giderme temeline dayanır. Stoa felsefesi, tam anlamıyla bütüncül bir felsefedir. Bilginin konusu olan evreni bir yapılı sayar.

                  • Konu 9

                    Epiktetos (50-130)

                    Denizlili azatlı bir köledir. Topal olduğu bilinir.

                    Kendisine bilge kişi olarak Sokrates’i ve Diogenes’i örnek almıştır. Epiktetos’a göre, insan iradeden bağımsız olan iyi ya da kötü hiçbir şey bulunmadığını öğrenmeli ve olayları öngörmeye ya da yönlendirmeye kalkışmayıp, yalnızca onları anlama çabası göstermelidir. Dünyayı yönetenin tanrısal öngörü olduğunu kavrarlarsa insanların daha iyi olacaklarına inanıyordu.

                    Tanrı insanları kendine eş kılmıştır. İnsan, Tanrıdan kopmuş bir parçadır. Her insanın içinde bir “Tanrı payı” vardır. Kendisini varlığa getirenin Tanrı olduğunu bilen birine yakışır bir hayat sürmek insanın ödevidir. Tanrının bize verdiği her şeyi, yani hayatın bize getirdiği her şeyi kabullenmemiz gerekir. Tüm insanlar Tanrının eşit bir şekilde yarattığı yaratıklar olduklarından, insanların hepsi tek bir topluluğun eşit üyeleridir. Daha büyük bir birliğin üyesi olarak gerekirse, bir parçası olduğu o daha büyük bütün adına kendisini seve seve feda eder.

                    İnsanların doğaya uygun yaşamaları gerektiğini söyleyen Epiktetos, insanı bir dramdaki aktöre benzetir. Burada insan yalnızca bir oyuncudur. Oyuncu, oynayacağı rolü seçemez, dekora, oyuna etkide bulunamaz. Dünya sahnesinde, bir tiyatro eserindeki oyuncuya benzeyen insan, hiçbir etkide bulunamayacağı şeyler karşısında kayıtsız kalmak durumundadır. Kontrol edebileceği tek bir şey vardır: Kendi tavrı ve tutkuları. Bir başkasına daha iyi bir rol verildiği için kıskançlık duymamalıdır. İnsan, kendisine ne verilmişse onunla yetinmeli, erişemeyeceği şeyler için açlık, kıskançlık duymamalıdır. Bütün bu duygular onu mutsuz kılar. Yapılması gereken şey, akla uygun olmayan duygular karşısında kişinin bağımsızlığını kazanmasıdır. Bu bağımsızlığa giden yol ise bilgelikten geçer. Der ki: “ Unutma ki bir oyunda oyuncusun. Bir dilenci rolü oynaman isteniyorsa, bunu elinden geldiği kadar iyi oynamalısın. Topalı, prensi, halktan birini oynamanı istediğinde de.”

                    Bilgeliğe giden yol güç bir yoldur. Bilge kişi her şeyden önce nasıl davranacağını bilen kişidir. Şöyle der: “Genelde sessiz ol ya da ne gerekiyorsa onu söyle. Kırk yılda bir konuşman gerekebilir. Olur ya durum onu gerektirir, o zaman da sakın bayağı ve genel şeylerden söz etme. Ne gladyatör güreşlerinden, ne at yarışlarından, ne atletlerden, ne içmekten, ne yemekten konuş, bunlar sıradan konuşmaların konularıdır. Özellikle insanlardan hiç söz etme, ne onlarla alay etmek için, ne onları övmek için, ne karşılaştırmalar yapmak için ağzını aç.”

                    Bilge kişi ussallıkla donanmış kişidir. Der ki: “Ussal insana hiçbir şey us dışı kadar dayanılmaz değildir.”

                    Kötüyü gerçekleştirebilen kişi usunu ve ona bağlı olarak istemini kullanamayan kişidir. Der ki: “Körlere, topallara acıyorsun da kötülere neden acımıyorsun? Onlar kendi istekleri dışında kötüdürler, tıpkı körler ve topallar gibi.”

                    Bilgelik güçtür. Bilge kişi sürekli bir arayışla ve sürekli seçimlerle yavaş yavaş var eder kendisini. Der ki: “Hiçbir büyük kendisini bir çırpıda yaratamaz.” Doğada da böyledir. Bir üzüm, bir incir bir çırpıda olabilir mi? Bilge kişi, yetkinliğe varmağa çalışırken, erdemin peşine düşerken dünya işlerini unutmayacak, onlara sırt çevirmeyecektir.

                    “Ben şuralı değilim, insanım” der. Böylece sonraki yüzyıllarda gelişen ahlâkı derinden etkilemiştir. Evrensellikte anlamını bulan bu tür iyilik, alçak gönüllülük ve ruh yüceliğinin Dekart’ta, Kant’ta, Fransız devriminin temel evrensel haklar ve dileklerinde izlerini buluruz.

                    Stoacılar için 4 çeşit iyi vardır:

                    Adalet, cesaret, ölçülülük, bilgi.

                    4 çeşit de kötülük vardır:

                    Adaletsizlik, cesaretsizlik, ölçüsüzlük, bilgisizlik

                    Kişi bu dört iyiye yönelişiyle ağır ağır kendini örerken, bir sorumludan başka bir şey değildir. Ahlâkta us ödevlere yönelir. Böylaca ortaya çıkan ödev ahlâkı kişiyi yaşamını tehlikeye attıracak kadar yükümlü kılar.

                    Epiktetos şöyle der: “Ödevin olduğunu bildiğin bir şeyi yaptığın zaman seni görürler diye çekinme, halkın bu şey karşısındaki yargısı ne kadar kötü olursa olsun. Eylem kötüyse sakın yapma, iyi ise seni düşünmeden, gelişi güzel mahkûm edecek olanlardan ne diye korkuyorsun?”

                    Mutluluk ahlâklılığın ölçütüdür. İnsan ne zaman mutsuz olur? Kendisi için uygun olan durumlara ulaşamadığı zaman. Epiktetos şöyle der: “At şarkı söyleyememekten mutsuz mudur? Hayır, koşamadığı zaman mutsuzdur. Köpek uçamamaktan mutsuz mudur? Hayır, havlayamadığı zaman mutsuzdur. İnsan aslanları boğazlayamamaktan mutsuz mudur? Hayır, insan bunun için yaratılmış değildir. O ancak utancını, iyiliğini, bağlılığını, adaletliliğini yitirdiği zaman, tanrıların onun ruhunda yarattığı tanrısal özellikler silinip gittiği zaman mutsuzdur.”

                    Demek ki bilge kişi her şeyden önce gerçek anlamda mutlu olabilen kişidir. Bilgisiz kişi iyiliği ve kötülüğü kendinden beklemeyen, başkalarından bekleyen kişidir. Bilge kişi ise iyiliği de kötülüğü de yalnız kendinden bekleyendir. Bilge kişi yükümlü kişidir. Gerçekte bütün insanlar yükümlüdür. Böylece ödev anlayışı Stoacıyı toplumsala yöneltir, onu toplum karşısında yükümlü kılar.

                    Epiktetos ölüm karşısındaki dinginliğini şöyle ortaya koyuyordu: “Biliyorum, doğan her şey ölmek zorunda, bu bir doğa yasası. Öyleyse ben de ölmeliyim. Ben ölümsüzlük değilim. Ben bir insanım, bütünün bir parçasıyım, saat nasıl günün bir parçasıysa. Saat gelir ve geçer. Ben gelir ve geçerim. Geçiş biçimi önemli değil. Ateşle ya da suyla. Hepsi bu.”

                     

                    Seneca (MÖ. 3- MS. 65)

                    Romalı bir avukat, Neron’un hocası olmuş, ona ılımlılığı öğretmeye boşuna çalışmıştır. Neron’un davranışları onu çok üzmüş, sonunda onun emrine uyarak tam bir Stoalı davranışıyla intihar etmiştir.

                    Daha çok ahlâk görüşleri ortaya koymuştur. Doğa bilimleri ile ilgili sorunlarla çok uğraşmıştır. Doğal Sorular adlı eseri, önemli bir ahlâk incelemesidir. Yalnız filozof değil, sanatçı ve devlet adamıdır da.

                    Ruhun ölümsüzlüğüne inanır. Kâhinliğe de inanır. Yıldırımın, kuşların uçmasının doğal nedenleri vardır, ama bunlar aynı zamanda işaretlerdir de, belirtilerdir de. Çünkü bütün doğal nedenler dönüp dolaşıp Tanrıda toplanırlar. Ancak tek tek nedenleri Tanrıya bağlamamalı, kuşların kanatlarını yöneten Tanrı değil, ama gerektiği gibi dikkatle bakarsak, Tanrının etkilerini kuşların uçmasında da, bütün öteki şeylerde de görebiliriz. Seneca, dindar bir düşünüşle Tanrılara yönelen kimsenin mutlu olması kaderin plânıdır der. Tanrılara tapma, onlara hürmet gösterme aslında doğanın iradesine, doğada egemen olan tanrısal öngörüye seve seve bağlanmanın bir belirtisidir. Her şeyde tanrısal olanı görüp sayan kimse sıkıntı çekmez, kaderin yükü altında ezilmez.

                    “Bilge zengin olabilir, ama hiçbir zaman zenginliğin kölesi olamaz.”

                    “Uzun değil, yettiği kadar yaşamaya çalışmalıyız. Uzun yaşamak için kaderin lütfüne bağlıyız, yettiği kadar yaşamak ise bizim elimizde.”

                    Ahlâkın temeline doğaya uygun yaşama ilkesini ve bir bilge idealini yerleştirmiştir. Zamanın toplumunu vahşi hayvanlar topluluğu olarak gören Seneca, bilge kişiyi; kendi kendine yeten, hazza olduğu kadar eleme karşı da duygusuz, korku bilmez, evrenin gerçek efendisi olarak tanımlamıştır.

                    Gerçek erdemle değerin dışarıda değil de, insanın içinde olduğunu belirtmiştir.

                    • Konu 10

                      Cicero ( MÖ. 106-43)

                      De Finibus (Hayatın Ereklerine Dair): “En yüksek iyi, doğaya uyumlu olanı yeğleyip, doğaya karşıt olanı reddederek doğal nedenlerin işleyişinin bilgisini hayatın yönlendirilmesine uygulamaktan ibarettir; başka ifadeyle, en yüksek iyi, doğayla barış ve uyum içerisinde yaşamaktır.”

                      Ona göre, katı Stoa ahlâkı pratiğe aktarılamazdı. Doğayla uyumlu ve bu yüzden de yapılması uygun yalnızca tek bir davranış türünün bulunduğunda diretmek keyfi ve sapkındı. Hayatın her evresinde kendine özgü ahlâki ödev vardır. Hayatta, ahlâken doğru olan her şey bu tür ödevlerin yerine getirilmesine, ahlâken yanlış olan her şey de bu tür ödevlerin savsaklanmasına bağımlıdır.

                      Ödevlere Dair adlı eserinde, toplumsal ödevleri hemen hemen tüm ayrıntısıyla tartışmıştır. Öğütleyiciydi. Bu yüzden bir insanı daha iyi hale getirmesi mümkün olmakla birlikte, bu eserin pek felsefi önemi yoktur. Önemli olan, Cicero’nun 1) sadece yönetimin yaptığı yasalar (yani aldığı kararları uygulama gücüne sahip bir bireyin ya da grubun yasaması) ile 2) Şeylerin doğasına dayanan yasalar arasında ayrım yapmaya sürüklenmesiydi.

                      Cicero’nun Stoa ahlâkını topladığı altı madde:

                      1)Yalnızca güzel iyidir.

                      2) Erdemi elde etmiş kişide, mutlu olmak için hiçbir şey eksik değildir. Yalnızca bilge kişi yetkinliğe ulaşır.

                      3) Bütün hatalar birbirine eşdeğerdedir, bütün doğru eylemler de birbirine eşdeğerdedir, bu yüzden de iyilikte ve kötülükte derece yoktur.

                      4) Akılsız insan bir çılgındır. Yalnızca akılla uyuşmaz değil, kendi kendisine ve dünyaya da yabancıdır.

                      5) Yalnızca bilge kişi özgürdür ve akılsız insan bir köledir. Bilge özgürdür, çünkü olması gerekeni ister, yalnızca o istence sahiptir. Sağduyudan yoksun olan, eylemlerinin nedenini anlamaktan acizdir. Bu yüzden, bilgeliğe sahip olmayan birinin yapacağı en soylu davranış, ancak erdemin görüntüsü olabilir.

                      6) Yalnızca bilge kişi zengindir. Kimsenin ondan alamayacağı bir şeye sahiptir: İç özgürlük.

                      Cicero’ya göre, ödevin yerine getirilmesi için nihai yaptırım akıldır. Bu formülasyon, düşünce tarihinde çok önemli sonuçlar doğuracaktı:

                      1) ilkin, devletlerin ve yasalarının değerlendirilebileceği evrensel bir ölçüt sağladı. Devletin yasaları, öncesiz sonrasız doğa yasasını model aldıklarında, bir devlet olabilirdi. Halk, adalet üzerine bir ittifak kurmuş bir insan yığınıdır, devlet halkın mülküdür.

                      2) Doğa yasası, yalnızca akla sahip olmaları koşuluyla tüm insanlara eşit ölçüde uygulanabilir olduğundan, bu öğreti dolaysız bir şekilde kozmopolis düşüncesine götürüyordu.

                      “İnsana, onu yaratan Tanrı tarafından ayrıcalıklı bir mevki verilmiştir, çünkü bu kadar farklı türden ve çeşitten canlı varlık arasında, tüm geri kalanların yoksun olduğu akıldan ve düşünceden pay alan tek varlık odur. Akıldan daha üstün hiçbir şey olmadığından ve akıl hem insanda hem de Tanrıda bulunduğundan, insanın ve Tanrının ortak olarak sahip oldukları ilk şey akıldır. Fakat akla ortak olarak sahip olanların, aklıselime de ortak olarak sahip olmaları zorunludur. Ve aklıselim Yasa olduğundan, insanların yasaya da tanrılarla ortak olarak sahip olduklarına inanmak zorundayız. Üstelik, Yasayı paylaşanlar aynı zamanda Adaleti de paylaşmak zorundadırlar ve bunları paylaşanların ise aynı hükümranlığın mensupları olarak görülmeleri gerekir. …Bu yüzden bütün bu evreni şimdi, mensupları tanrılar ve insanlar olan tek bir hükümranlık olarak kavramak zorundayız.”

                      “Evreni yöneten tanrısal buyruktur. Evren, mensupları hem insanlar hem de tanrılar olan bir şehir ya da devlettir ve her birimiz bu evrenin bir parçasıyız. Buradan hareketle, kendimiz için ortak yararı yeğlememiz gerektiği doğal bir sonuç olur.”

                      Böylelikle, tek bir devletin yurttaşları olarak tüm insanlar kardeştir ve tek bir yasanın uyruğu olarak hepsi eşittir.

                      “Akıl hepimizde ortaktır. Hiçbir insan yoktur ki bir rehber bulunduğunda erdeme erişmesin.”

                      • Konu 11

                        Marcus Aurelius (121-180)

                         

                        Hoş görülü, adaletli, tutarlı bir yönetici olmuş, vebadan ölmüştür. Boş zamanlarında kendi içine bakarmış. Kendime Bakışlar adlı eseri, kendisini bu ciddi ve disiplinli denetlemesinin bir ürünüdür. Zaten Stoa ahlâkı, insanın her gün kendisine hesap vermesini, kendisini yargılamasını ister.

                        Marcus şöyle der: “Kendini hep bir Romalı, bir imparator, görevi başında bulunan bir asker gibi gör.” Kendini denetlemesini, iktidarda bulunan bir kimseyi kolayca baştan çıkaran şeyler bakımından, yani ölçüsüzlük, kendini öfkeye kaptırmak, işi oluruna bırakmak ve kendini beğenmişlik bakımından yapar. Ödevini yerine getirmek için kendisine gerekli yetenekleri vermiş olan doğaya, tanrılara ya da kadere şükreder.

                        Stoa öğretisinin özünde bulunan bu alçak gönüllülük, “insanın ödevi, bir asker gibi doğanın buyruklarını yerine getirmek ve kendini bu buyrukları yerine getiren bir organ olarak duymaktır” görüşüne dayanır.

                        Ruhun ölümsüzlüğüne inanır.

                        Aldırış edilmeyecek şeyler arasında ölüm ile yaşam da vardır. Tıpkı haz gibi yaşamak da bir erek değildir. “Biz, tıpkı bir bağ kütüğü gibi yemiş vermek için yaşarız. Dünya düzeninin bütünü içindeki yerimizi doldurmak, dünya plânında payımıza düşeni gerçekleştirmek, sonra da yerimizi başkasına bırakmak için yaşarız. Ama hayatımız artık bu ödevini yerine getirmeyecek gibi ise, örneğin vücudumuzun ıstırapları aklımızın beden üzerinde egemenlik kurmasına engel oluyorsa, ya da dış koşullar akla ve hakka aykırı bir iş yapmaya bizi zorluyorlarsa, hayattan isteğimizle ayrılma fırsatı bize açıktır.

                        “Yaşadığın şu zaman anını doğaya uygun olarak yaşa, sonra ondan üzüntüsüz ayrıl, tıpkı olgunlaşmış bir yemiş gibi. Yemiş olgunlaşınca yere düşer, kendisini yaratmış olan toprağa ve ağaca minnet duyarak.”

                        “Ölüm, doğanın bir isteminden başka bir şey değildir, doğanın isteminden korkan da çocuktur.”

                        • Konu 12

                          Genel Değerlendirme