Konu özeti

  • Genel

    Oğuz tarihinin eski dönemi; Eski Oğuzların kültürü, devlet şekli; Oğuzların yayılması; Oğuzların Anadolu, Azerbaycan, Türkmenistan, Irak, Suriye vb. coğrafyalarda yerleşmesi ve çağdaş durumu.

  • Konu 1

     

    1.      Konu        Giriş Dersi

    Konular: Konunun önemi; Konu üzere kaynaklar; Bilinen en eski Türkler; Türklerin sınıflandırılması; Makale/essay nasıl yazılır?

     Temel Okumalar:

    -           A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihi’ne Giriş, Mukaddime ve I. Bölüm.

    -           Muhammet Şahin, Türk Tarihi ve Kültürü, 1. Bölüm.

    Tavsiye edilen okumalar:

    -           Türk Dünyası El Kitabı, Birinci Cilt, Coğrafya-Tarih, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1992, İkinci Bölüm; özellikle s. 3-6,  105-110;

    -           Osman Karatay, İran ile Turan. Eskiçağda Avrasya ve Ortadoğu’yu Hayal

    Etmek, İstanbul: Ötüken, 2015, 3,5,7. bölümler;

    -           Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi Pasifikten Akdeniz’e 2000 Yıl, Ankara: Kavalcı, 2008; 1,2,3. bölümler;

    -           Hasan Celal Güzel vd., Türkler Ansiklopedisi (18, 19 ve 20. Ciltler),  Ankara:

    Yeni Türkiye Yayınları, 2002;

    -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

    -           Youtube’dan değişik videolar.

    Ders Notları:

    Uzun ve köklü bir geçmişe dayanan Türk tarihi önemli detaylarıyla dikkat çekiyor. Türk tarihi ne zamana kadar uzanıyor, Türklerin dünya sahnesine çıkışına ve ilk dinlerine dair ayrıntılar merak ediliyor. Özet olarak Türk tarihi şu şekilde...

    Türk tarihi geçmişe en uzak senelere dayanan millet tarihleri arasında yer alıyor. Türk tarihi, günümüzdeki Türk halklarının ve yabancı halkların arasında Türk dilini konuşmuş olan Türk topluluklarının ortak tarihidir. Göktürklerden önce varolmuş Türk dili konuşan topluluklar bazı tarihçiler tarafından, Türk tabiri yerine Ön Türk tabiri ile anılır.

    Vikipedi’de yer alan kısa tarihe göre; Türkler’in siyasi bir topluluk olarak ilk tarih sahnesine çıkmalarının Hun (Hiung-nu’lar veya Şiongnu’lar) hükümdarlığı ile olduğuna dair iddialar vardır. Başlangıcı hususunda tartışmalar olsa da Türklerin tarihi, dünya tarihinin önemli bir parçasıdır. Avrasya ve Kuzey Afrika’da ortaya çıkan her halkın tarihi uzaktan veya yakından Türklerin hareketlerinden etkilenmiştir. Türkler doğu kültürlerini batıya ve batı kültürlerini doğuya taşımakla da önemli bir rol oynamışlardır. Kendi dinleri Tengricilik’ten sonra benimsedikleri yabancı dinlerinde çok kez öncüsü ve savunucusu olmuş ve yayılmalarını ve gelişmelerini sağlamışlardır (Mani dini, Musevilik, Budizm, Ortodoks ve Nasturi Hristiyanlığı, İslam).

    Dünya üzerinde yaşayan insan topluluklarının milletleşme süreci onların avcı-toplayıcılıktan çiftçi-çobancılığa geçmesi ile başlar. Türkleri oluşturacak insan topluluklarının MÖ 6000’lerde koyun yetiştiriciliğine başladığı düşünülmektedir. Bu tarih atlı göçebe Türk kültürünün başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu değişiklikler ile ilk Türk kültürü olan Anav kültürü ortaya çıkmıştır.

    Türklerin atalarının MÖ 2500 ile MÖ 1700 yılları arasındaki Afanasiyevo kültürü ile başlayan ve MÖ 1700 ile MÖ 1200 yılları arasındaki Andronovo Kültürü ile devam ettiğini savunurlar. Bu ırkın savaşçı ve göçebe kültüre sahip olduğu, MÖ 1700 yılları sonrasında kitleler halinde Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeye yayıldığı bilinmektedir. Bilinen ilk Türk devleti İskitler’dir (Sakalar).

    İskitler, M.ö. 9. Yüzyılda Doğu Asya’da ortaya çıkmış, M.ö. 8. Yüzyılda Hazarlar üzerinden Tuna boylarına ulaşarak burada yerleşik yaşayan soydaşları Kimmerler üzerinde baskı kurarak Doğu Avrupa ve Kuzey Karadeniz hattına hâkim hale gelmiş, Urartular, Asurlular ve Medler ile münasebetlerde bulunarak bu coğrafyadaki varlıklarını 200 yıl boyunca devam ettirmişlerdir. M.ö. 6. Yüzyılda zayıflayan ve Anadolu’yu terk etmek zorunda kalan İskitler Kuzey Karadeniz ve bölgesine yerleşerek M.ö. 3.Yüzyıla kadar burada yaşamışlar ve kendileri gibi atlı göçebe bir kavim olan Sarmatlar ve Gotlar tarafından yıkılarak bölge halkları arasında asimile olmuşlardır.

    İskitler, Ön Türk Tarihinin önemli bir taşıyıcısı olmuşlar ve tarihe bir Türk Kavmi olarak kaydedilmişlerdir. Her ne kadar bizler soydaşlarımız olan İskitlerin Türklüğünü kanıksamış olmasak ve tartışılır görsek de Dünya Tarihi, İskitlerin Türk olduklarını kabul ve ilan etmişlerdir.

    İskitlerin Türk olduğu gerçeği tarihin bilimsel metotlarıyla ispatlanmış, elde edilen bulgular bu toplumun, Türkleri Meydana getirmiş olan Turanid (Ön Türkler) kavmin bir mensubu olduğunu ortaya koymuştur. İskitler ile yakın münasebetler içerisine girmiş olan ve bu münasebetleri yazılı hale getirebilen en mühim kaynak Grek(Yunan) Tarih kaynakları olmuştur. Medeniyetler tarihinin bilinen ilk tarihçisi olan Herodot, İskitler döneminde yaşamış, İskit yurtlarında seyahat etmiş ve İskit toplumu hakkında pek çok bilgi kaleme almıştır.

    Heredotos, İskitler hakkında kaleme aldığı bilgilerle onların Türk Olduğu gerçeğini bilim dünyasına nakşetmiştir. Her ne kadar Türklük ifadesi bu tarihte milli bir isim olarak kullanılmıyor olsa da İskitlerin kültürel, toplumsal, askeri ve fiziki tasvir bilgileri, Herodotos’un ardılları olan diğer Yunan tarihçiler tarafından tetkik edilmiş ve ihtilafsız olarak bu toplumun Türklerin ataları olduğunda tespit edilmiştir.

    Her ne kadar İskitlerin Turanid bir kavim olduğu genel tetkik ve bulgularla kabul görmüş olsa da bazı tarihçiler, kısmi Linguistik (Dil bilimi) çalışmalarla bu toplumun İran kökenli bir halk olabileceğini iddia etmişlerdir. Bu iddia, bazı İskit kelimelerinin Pers kökenli kelimelerle benzeşmesinden yola çıkılarak ortaya atılmıştır. Ancak biyolojik ve arkeolojik olarak desteklenmemiştir. Pers dili ile İskit dili arasındaki kısmi benzerliklerin kökeni Soğd toplumuna dayanmaktadır. Pers toplumu, Soğd kültüründen etkilenmiş, Antik Pers Alfabesini terk ederek Soğd alfabesine geçiş yapmış, bu etkilemişin bir sonucu olarak da Soğd dili ile kaynaşmıştır. Oysa İskitler, Perslerin Soğd kültüründen etkilenmelerinden çok önce Soğd kavmi ile münasebet içerisine girmişlerdi. M.ö. 9. Yüzyılda Orta Asya da Soğd kavmi ile komşu olan İskitler, Çin ve Hign-Nu baskısına maruz kalarak bu bölgeyi terk etmeden evvel Soğdlar ile geliştirilen toplumsal münasebetler ile Soğdca kelimeleri kendi dilleri içerisine almışlardır. Bu münasebetin tam anlamıyla bilimsel bir tetkiki yapılmadığını, bilakis kronolojik bir tekzibinde söz konusu olduğunu düşünürsek İskitlerin Pers kökenli olabilecekleri olasılığı ortadan kalkmış olur. Zira Herodotos, Akhamenid Hükümdarı Darius’un İskitler üzerinde yaptığı seferle ilgili notlarında İskitlerin gerek fiziki görünümleri, gerek savaş taktikleri, gerekse kültürel vasıfları bakımından Perslere hiç benzemediğini açıkça belirtmiştir.

    İskitlerin Turanid kavme mensup olduklarına dair bulgular ise çok daha açık ve nettir. Zira bu bulgular Arkeolojik, Antropolojik ve Kültürel faktörlerle birbirini tamamlamakta ve bütünlük arz etmektedir. İskitlerin Turanid kavmin bir parçası olduğunu gösteren en açık Arkeolojik bulgular Kurganlardır. Kurgan Kültürü, Ön Türk toplumlarının kültürel karakteristiğine dair en bariz kalıntı olma özelliğini taşır. Tarih öncesi devirlerde yaşayan hiçbir toplumda görülmeyen bu kültürel değer, yalnızca Afanasyevo kültürüne mensup Turanid kavim tarafından, Atalar Kültü olarak bilinen geleneğin muhtevası olarak binlerce yıl boyunca yaşatılmıştır. Ölümden sonra bir hayat olduğuna inanılan ve “Türk Dini” olarak tarihe mal olan Gök Tanrı İnancını benimseyen Ön Türkler, önemli devlet adamlarının mezarlarını korunaklı (korugan) hale getirip birer anıt inşa etmişler, “Ata” unvanına sahip olan bu kişiler buraya defnedilerek dirileceği gün kendisine hizmet etmesi için hizmetkarlarının naaşları, yeniden dirildiğinde kullanabilmesi için değerli eşyaları, silahını ve hatta atı kendisiyle birlikte bu Kurganlarda muhafaza edilmiştir. Kimi zaman yerin altına, kimi zaman bir tepenin içerisine, kimi zaman ise taş lahitlerin içerisine yerleştirilen bu kurganlar, tarih öncesi devirlerdeki Ön Türk İmzası olarak karşımıza çıkmaktadır. İskitler, M.ö. 8. Yüzyılda ayak bastıkları Doğu Avrupa ve ardından göç ettikleri Anadolu coğrafyası üzerinde çok sayıda Kurgan inşa etmişlerdir. Bu kurganlar, son 2 yüzyıl içerisinde gün yüzüne çıkartılmış ve İskitler hakkında çok daha detaylı bilgiler elde etmemize olanak tanımasının yanında bu toplumun Turanid kavmin mensubu olduğunu da açıkça ortaya koymuştur.

    İskitlerin Türk Tarihine mal eden en mühim bulgular Antropolojik araştırmalar ışığında ortaya çıkmıştır. Genetik bilimin ışığında elde edilen bulgular, İskit genlerinin günümüzde Türk Coğrafyası içerisinde var olduğunu, hatta bu varlığın melezleşme olmaksızın küsuratlı bir kalıntı değil müstakil olarak süre geldiğini ortaya koymaktadır. İskitlerin İç Asya’dan Anadolu ya doğru giriştikleri göç hareketlerini ve Kafkaslar-Anadolu hattında arkalarında bıraktıkları Kurganları inceleyen tarih araştırmacısı Dr. Jeannie Davis Kimball, İskit coğrafyasında yaşayan Kadın Savaşçılar (Amazonlar) ile ilgili yaptığı araştırmalar neticesinde çok önemli bulgulara ulaşmıştır.


    Amazonlar, İskitlerden çok daha önce Karadeniz hattına ulaşan Kimmerler ile birlikte bu bölgeye yerleşmiş ve uzun süre Kimmer coğrfayası içerisinde yaşamış savaşçı bir ulustu. Anaerkil bir yapıya sahip olan bu toplumda kadınlar savaşıyor, erkekler ise köle olarak ya da doğurganlık amacıyla kullanılıyordu. Esasen Kimmer toplumunun bir parçası olan Amazonlar, İskitlerin Kimmerleri yıkması ile yine soydaşları olan İskitler ile münasebet içerisine girmiş ve zamanla İskit tarihine de mal olmuşlardır. Onlarca İskit Kurganı açan ve İskitlere ait pek çok arkeolojik çalışmanın içerisinde yer alan Kimball, izini sürdüğü Savaşçı İskit Kadınları Amazonların kökenine ulaşmayı başarmış, İskitlerin soydaşları olan Amazonların günümüz Türklerinin Ataları olduğunu ortaya koymuştur.

    Dr. Kimball, araştırma konusu olan Amazon savaşçılarının izini sürerken aradığını İskit Kurganlarında bulmuş, bu serüveni onu İskitlerin kökenine kadar götürmüştür. Pek çok İskit kurganının açan Kimball, Amazonların İskitler ile birlikte yaşayan savaşçı kadınları olduğunu, yani Kurganlardaki savaşçı kadınların İskit toplumunun bir parçası olduğunu tespit etmiştir. Amazon Savaşçıları ile ilgili bilgilere Yunan Tarih kaynaklarından ulaşan Kimball, Antik Yunan döneminin büyük savaşçısı Aşil’in bir Amazon Kraliçesi Pentesile ile mücadelesine rastlar. Bu hikâyede Aşil, Amazon kadın savaşçısı Pentesile ile çetin bir mücadeleye girişmiş, uzun uğraşlar sonunda Pentesile’yi mağlup etmeyi başarmış ve onu öldürmüştür. Rakibini öldüren Aşil, yüzünü görmek için rakibinin miğferini çıkarttığında sarı saçlı ve çok güzel bir kadın olduğunu görür ve Pentesile ye aşık olur.

    Aşil ve Pentesile’nin hikayesinden esinlenen Kimball, Amazon Savaşçılarının İskit kurganlarından çıkmasından hareketle Kurganlara rastlanan bölgeleri takip ederek Kuzey Kazakistan bölgesindeki Pokrovka bölgesine kadar ulaşır. Buradaki kurganları inceleyen Kimball, bu kurganların Anadolu-Kuzey Karadeniz bölgelerindeki İskit Kurganlarıyla aynı olduğunu tespit eder. İskitlerin ve Kimmerlerin bu hat üzerinden Karadeniz ve Anadolu’ya ulaştığına karar verir. Ancak bu bulgu, kısa süre sonra burada yapacağı muhteşem keşfin yanında küçük bir detay olarak kalacaktır. Dr. Kimball, at üstünde gezen sarışın, küçük bir kız çocuğu görür. Bu kız çocuğunun adı Meryemgül’dür. Meryemgül, Dr. Kimball’a Amazon Savaşçısı Pentesile’yi anımsatır. Bu küçük Kazak kız çocuğundan bir Dna örneği alarak Anadolu’daki İskit kurganlarından çıkan Amazon Kadınların Dna örnekleriyle karşılaştırır. Mitokondrial DNA örneklerinin karşılaştırılmasıyla ortaya çıkan sonuç inanılmazdır. Sonuç %99.9 oranında uyumludur. Kazakistan bozkırlarında at üstünde gezen bu küçük kız çocuğu Amazon Savaşçılarıyla aynı geni taşımaktadır. Yani Amazonların torunudur.

    Dr. Kimball, bu araştırmasını bilim dünyasına sunar ve bu konu hakkında bir kitap çıkartır. Bu tespit doğrultusunda Amazonların İskit Kurganlarından çıkması hasebiyle onların İskitli savaşçı kadınlar olduğunu, Dna karşılaştırmasının sonuçlarıyla da Amazon Savaşçı Kadınlarının yani soydaşları İskitlerin ve Kimmerlerin Türk olduğunu ilan eder. Dr. Kimball’ın bu tespiti ile birlikte bilim dünyası Amazon kadınların bir efsaneden ibaret olmadığını ve Türk olduklarını kabul etmişlerdir.

    Elde edilen bulgular ışığında hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki İskitler, Türklerin ataları olan kadim Turanid (Ön Türk) toplumunun bir parçasıdırlar ve Türk Tarihinin 3.000 Yıl önceki temsilcisidirler.

    İskitler, münasebet içerisine girdikleri pek çok toplumun tarih kayıtlarına geçmişler ve bu toplumların tarihlerinde satırbaşı olmuşlardır. Grekler İskitlere Skytai, İskit hükümdarlarına ise Sokot, Sak ve Saka demişlerdir. Asur kaynaklarında Aşguzai, İşkuza, Asagarta, Sakarta, Zakarti, Zakruti, Zikirtu telafuz edilmişler, Pers kaynaklarında Sakalar olarak geçmişlerdir. Çin hanedanlığının kaynaklarında İskitlerin kurucu sülalesinin isminin Sai, Su ve Se olduğunu belirtir. Hint kaynaklarında Şakya olarak isimlendirilirler. Bu kadim toplum Tevrat da yer bulmuş ve Aşkenaz olarak geçmiştir. Referans alacağımız en yakın kaynak olan Divanı Lugati Türk de ise yine kurucu sülalenin ismi Su/Şu olarak telaffuz edilir. Ulaşımın, tabiat şartlarının, salgın hastalıkların ve tabi meşakkatlerin insanlığı tehdit ettiği bir çağda Asya’nın bir ucundan Avrasya Bozkırlarına kadar isimlerini duyuran, münasebet içerisine girdiği tüm toplumların tarihlerine yön veren bu kadim Ön Türk Toplumu tarihe İskitler olarak kaydedilmiştir.

    İskitlerin kökeni, diğer tüm Ön Türklerde olduğu gibi yine Sümer Medeniyetine dayanır. M.ö. 7000’li yıllarda Aral gölünde ortaya çıkan Afanasyevo Kültürüne mensup Brakisefal (Yuvarlak Başlı) toplum M.ö. 5000’li yıllarda bugünkü Türmenistan havzasına ulaşmış, buradan da Orta Doğu bölgesine yerleşerek Sümerler Medeniyetini tarih sahnesine çıkartmışlardı. Bu tarihe kadar ortak kültür ve toplumsal yapıya sahip bu toplum, Sümerler dönemine kadar kendilerine muhtelif isimler vermiş, özerk bir yapıya sahip olsalar da toplumsal ayrışmaların meydana gelmediği bu tarih öncesi devirlerde müstakil bir kültürel doku kazanarak diğer tüm medeniyetlerden ayrılmışlardı. Sümerler dönemi ile Dünyanın ilk medeniyetini inşa eden bu toplum, Sümerlerin yıkılmasından sonra küllerinden kavimler, medeniyetler ve toplumlar çıkartmış, bu toplumlardan biri de Türkler olmuştur.

    Sümerlerin Semitik kavimler tarafından yıkılmasından sonra (M.ö. 2000) Sümer Medeniyetinin mensupları olan toplumlar Sümer bütünlüğünden ayrılarak kendi kimliklerini ve unvanlarını kazandılar. Merkezi koruyucu idarenin ortadan kalkması ile birlikte aynı otoritenin altında birleşemeyen bu toplumlar, hükümdarlarının isimlerini alarak kendi kimliklerini edindiler ve kendi merkeziyetçi yapılarını muhafaza ederek tarih sahnesine müstakil birer toplum olarak çıktılar. Bu toplumlardan Asşur’a bağlı olanlar Asurlular, Arpadşad’a bağlı olanlar Araplar, Aram’a bağlı olanlar Aramiler, Elam’a bağlı olanlar Elamlılar, Türk’e bağlı olanlar Türkiler olarak tanımlandılar.

    Sümer toplumu asli unsur olan Afanasyevo insanları tarafından kurulmuşlardı ancak devletin asli unsurları olan Afanasyevo insanları (Turanid Kavİm), Sümer devleti sonrasında bir kısmı yerleşik kalarak Mezopotamya’nın yerlileri olmuş, bir kısmı ise bu coğrafyadan göç ederek farklı medeniyetleri tarih sahnesine çıkartmıştır. Mezopotamyada kalmayın tercih eden Sümerliler Semitik kavimlerle yakın münasebet içerisine girerek günümüzdeki Ortadoğu kavimlerinin atalarını meydana getirdiler (Asurlar, Urartular, Elamlılar, Aramiler, Museviler, Ortadoğu Arapları, v.b.). Sümer Medeniyetinin yıkılmasından sonra burada kalmayıp göç eden Sümerliler ise sahip oldukları kadim kültürü (Afanasyevo Kültürü) Anadolu, Kafkaslar, İç Asya ve Balkanlara taşıyarak Ön Türk Kültürü olarak tanımladığımız Afanasyevo kültürünü dünya coğrafyasına taşıdılar. Bu sebeptendir ki Ön Türkler olarak adlandırdığımız Afanasyevo kültürünü taşıyan Turanid Kavmin izlerini tarih öncesi devirlerde çok farklı coğrafyalarda görebilmekteyiz.

    İskitler de Sümer Medeniyetinin yıkılması sonrasında vücut bulmuş ve tarih sahnesine çıkmışlardır. Sümer Medeniyeti, birliğini kaybettikten sonra Semitik kavimlerin (Akadlar) istilalarına maruz kalınca Mezopotamyayı terk eden Turanid Kavim üç farklı kola ayrılarak bölgeyi terk ettiler. Birinci kol doğu istikametinden İç Asya’ya göç ederek Hing-Nu’ları meydana getirdiler. Diğer bir kol Anadolu’nun içerisine girerek Batı’ya ilerlediler ve Etürks/Truska toplumlarını meydana getirdiler. Diğer bir kol ise Kuzey’e doğru ilerleyerek Kafkaslar ve Kuzey Karadeniz hattına göç edip Kimmerler’i meydana getirmişlerdir.

    İskitler, tıpkı Hing-Nu’lar gibi batıya göç eden kalabalık Ön Türk Toplumları içerisinden filizlenmiş ve aradan geçen 10 asırdan sonra komşuları ve soydaşları olan Hing-Nu’lardan ayrılarak kendi saltanat aileleri etrafında birleşmişlerdir. Çin kaynaklarına göre Su/Se/Sai olarak ifade edilen bu sülale (Aşiret/Beylik) zamanla kendi nüfuzlarını kazanarak müstakil bir güç haline gelmiş ve Hing-Nu’lardan idari olarak ayrılarak kendi kararlarını veren bir toplum haline gelmişlerdi. Binlerce yıllık Türk Coğrafyası olan Tanrı dağları bu tarihlerde yoğun olarak Türk toplumlarına ev sahipliği yapmaktaydılar. Bu dönemde (M.ö. 20-10. Yüzyıl) İç Asya’nın en doğusunda Ön Moğollar, Taklamakan Çölünün Doğusunda Ön Türkler, Ön Türklerin batısında ise Ön Tunguzlar yaşamaktaydılar. Bu üç toplumun güney hattında ise kalabalık Çin toplumu giderek güçleniyor ve bölgedeki nüfuzlarını arttırıyorlardı. M.ö. 10. Yüzyılda güçlü bir hanedanlık etrafında birleşen Çinliler, Hing-Nu’ların üzerinde baskı kurmaya başladılar. Bu baskı neticesinde doğudaki Ön Moğollarında tesiriyle Batıya doğru göç etmek zorunda kalan Hing-Nu’lar, kendileriyle aynı coğrafyayı paylaşan Su hanedanlığın etrafında birleşen İskitleri önlerine katarak batıya doğru sürüklenmeye başladılar.


    M.ö. 9. Yüzyılda İç Asya, Taklamakan Çölünün etrafına yaydığı şiddetli sıcaklar nedeniyle kuraklık dönemine girmişti. Taklamakan çölünün de çölleşmiş arazilerinin genişlediği bu tarih, İç Asya’da bozkır hayatını yaşanmaz hale getirmişti. At ve hayvan yetiştiriciliği ile yaşayan İskit ve Hunlar, daha ılıman iklimlere sahip coğrafyalara ulaşmak için Batı ve Güney istikametlerine doğru göç hareketine giriştiler. Bu göç dalgasının en uç hattında bulunan İskitler, arkalarından gelen Hing-Nu’ların baskısı neticesinde önce Balkaş gölü, ardından Aral gölü hattına, buradan da Massagetilerin baskıları neticesinde Kuzey Hazar bölgesine doğru ilerlediler.

    İskitler’in M.ö. 10. Yüzyılda başlayan göç hareketi bir asır boyunca devam etti. M.ö. 9. Yüzyıla gelindiğinde İskit toplumları Avrasya-Kafkasya bozkırlarını kendilerine yurt edinmişlerdi. Bu tarihlerde Kuzey Karadeniz, Avrasya Bozkırları ve Hazar Denizinin Batısı, başka bir Ön Türk Toplumu olan Kimmerler’e ev sahipliği yapıyordu. Sümer devleti yıkıldığında İskitlerin içerisinde bulunduğu Turanid Kavim doğuya doğru göç hareketine giriştiği dönemde Kimmerler de Kuzey ve Batı hattına yönelerek Kuzey Karadeniz hattına ulaşmıştı. İskitler, soydaşları Kimmerler’in Doğu Avrupa üzerindeki 10 asırlık hakimiyetine son vererek bu bölgeyi kendi yurtları haline getirdiler.

    İskitler’in Batı Hazar’dan Güney hattına doğru ilerlemesi Antik Yunan Tarih kaynaklarında geçmektedir. Antik Yunan Tarihi, Aşağı Don Havzası ve Ön Kafkasya boylarının M.ö. 9. Yüzyılda İskit akınlarına maruz kaldığını, bu bölgede yaşayan Kimmerler’in İskit akınlarına karşı koyamadığı belirtilir. Aslında İskitler gibi kalabalık ve köklü bir kavim olan Kimmerler, İskitler kadar kalabalık ve savaşçı bir kavimdi. Ancak atlı süvarileri ile çok hızlı hareket edebilen İskitler, savaş teknikleri bakımından Kimmerler’e üstün durumdaydılar. Bu teknik üstünlük neticesinde 1000 yıllık Kimmer yurdu olan Kuzey Karadeniz, M.ö. 9. Yüzyıldan itibaren İskit yurdu haline gelmeye başlamıştır.

    İskitlerin Kuzey Karadeniz bozkırlarındaki demografik hareketleri bölgedeki kültürel akımı da önemli ölçüde etkiledi. Zira bu bölge, iki büyük savaşçı ulusun yüzyıllar sürecek mücadelesinin başlangıç noktası olmuştur. Kimmerlerin yüzlerce yıldır yaşadığı karma ekonomik sistem, İskitlerin bu bölgeye yerleşmesi ile giderek Hayvancılığın ön plana çıktığı bir sosyal hayata dönüşmeye başladı. İskit-Kimmer mücadelesi M.ö. 800’lü yıllara kadar bu coğrafyada devam etti. Nihayet Kimmerler İskitlerin baskılarına karşı koyamayarak Karadeniz’in doğusu üzerinden Kafkaslara ve Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldılar. İskitler Kuzey Karadeniz hattında kurdukları hâkimiyet sahalarını Kimmerler’in göç yolları üzerinden devam ettirerek önce Kafkaslar, ardından Doğu-Kuzey Anadolu hattına kadar genişletmeye başladılar. Bu yayılım hareketi planlı ve tek bir koldan gerçekleşmedi. Ünlü yunan tarihçi Heredotos, Kimi İskit kitleleri Hazarın Kuzey’inden ve Doğusundan dolaştıklarını, kimi kitlelerin ise Transkafkasya dağlarından Anadolu hudutlarına ulaştığını belirtir.

    M.ö 9. Yüzyılda başlayan İskit akınları, dağınık ve plansız olarak hareket ettiği tespit edilen İskit kitleleri tarafından M.ö. 8. Yüzyılda Anadolu’nun kuzey hattına ulaştı. İskitlerin Anadolu hudutları içerisinde tespit edilebilen ilk yerleşik yurtları bugünkü Trabzon’un Kilat (Yeşilbük) köyü olmuştur. Bu köy, İskit göçlerinden önce Kimmerler içerisinde yaşayan bazı Turanid Toplumlar ve Yunan kökenli Miletoslular tarafından idare edilmekteydi. İskitlerin bu bölgeye yerleşmeleri ile Miletoslular bölgeden uzaklaşmış, Kilat köyü İskitler’in ilk Anadolu durakları olmuştur.

    İskitlerin Anadolu hattına girmelerinden sonraki göç yolları oldukça geniş ve düzensiz olmuştur. Belli bir yöne kalabalık kitleler halinde değil pek çok yöne kabileler halinde göç ettikleri görülür. Bu dağınık göç hareketleri İskitlerin bir kral ya da tek bir önder etrafında toplanmadıklarına işaret eder. Buna rağmen bölgede yaşayan toplumların içerisine karışmayarak müstakil kültürlerini muhafaza etmişlerdir. Bu durum, İskitlerin, tıpkı Bozkır Kültüründe olduğu gibi Boy-Budun teşkilatlanmasına sahip olduklarını düşündürür. Görünen odur ki; İskitler, birkaç yüz çadırdan oluşan aşiretler halinde küçük parçalara ayrılmış şekilde özerk olarak yönetiliyor, komşu kabile ve aşiretlerle birlikte hareket ediyor ancak topyekûn bir millet halinde göç hareketlerine girişmiyorlardı. İskitler, bu sosyo-politik davranışları hasebiyle Tanrı Dağlarından Tuna Boylarına, Doğu Anadolu’dan Fergana Vadisine geniş bir coğrafyada izlerini bırakmışlar ve çok geniş bir coğrafyada varlıklarını devam ettirmişlerdir.

    İskitlerin Fergana ve Aral Gölü boylarındaki varlıklarını yalnızca arkalarında bıraktıkları kurganlardan takip edebilsek de Anadolu’daki serüvenleri hakkında detaylı bilgilere ulaşabiliyoruz. İskitlerin Anadolu’daki varlıklarını yoğun münasebet içerisinde bulundukları Asur kaynaklarında görebiliyoruz. İskit toplumunun Asurlular ile ilk münasebetlerini M.ö. 7. Yüzyılda gerçekleşmiştir. Asur kaynaklarından edindiğimiz bilgilere göre M.ö. 679 yılında, en azından Doğu Anadolu’da yaşayan İskitler bir liderin etrafında birleşmiş durumdaydılar. Asurlular İskit toplumuna İşkigulu, İskit kralına ise İşpakai demişlerdir.

    Doğu Karadeniz hattından güneye doğru ilerleyen İskitler, Urartular ile Asurlular arasında politik bir öneme sahip olan Mannai bölgesini istila hareketlerine girişmişlerdi. Mannai bölgesi Asurlular içinde önem taşıyordu ve buraya hakim olmak isteyen Asurlular Urartular ile mücadele halindeydi. İskit akınlarına maruz kalan Urartu Kralı 2. Rusa, İskit Kralı İşkigulu ile anlaşma yaparak bu bölgede barınmalarına müsaade etmiş, böylelikle hem İskit taarruzlarından kurtulmuş hem de Asurluların Mannai bölgesindeki emellerine karşı İskitleri kalkan olarak kullanmıştır.

    Mannai bölgesine yerleşen İskitler, Asurlulara karşı da istilacı bir tavır izlediler. Asur Kralı Asarhaddon’un hükmettiği Kuzey Batı İran’a girerek taarruzlara giriştiler ve bu taarruzların sonucunda büyük bir savaşa girişerek mağlup oldular. İskit Kralı İşpakai bu savaşta öldü ve yerine oğlu Bartatua geçti (M.ö. 674). Bu savaşa dair izler, yakın zaman önce gerçekleştirilen Arkeolojik çalışmalarla gün yüzüne çıkartılmıştır. Bastam/Rusa, Uru ve Tur adlı yerleşim bölgelerinde Asurluların İskit taarruzlarına karşı inşa ettiği kaleler ve savunma hatları bulunmuştur. Bunun yanında Siyah Kale, Kız Kalesi, Danalu, Kaleoğlu ve Sangar olarak isimlendirilen tarihi eserler de bu dönemden kalma önemli bulgulardır. Ayrıca Urmiya gölünün 50 Km. doğusunda yer alan Ziwiye’de bulunan arkeolojik kalıntılar da İskit kralının bu bölgeyi hükümdarlık makamı olarak kullandığını göstermektedir.

    İskitlerin yenilmeleri üzerine Mannai bölgesi yeniden Asurluların hakimiyeti altına girdi. Bu bölgede yerleşik hale gelen İskitler ise Asurlulara karşı galip gelemeyince iyi ilişkiler içerisine girmek zorunda kaldılar. İskit Kralı Bartatua, Asarhaddon ile yakınlık kurabilmek için kızı Serna ile evlenmek istedi. Asarhaddon önceleri istemese de tanrıları Samas’a fal açtırıp sorarak onayladı. Bu kan bağı ile Asurlular ile İskitler arasında ittifak dönemi başlamış oldu (M.ö. 674).
    Asur Kralı Asarhaddon vefat edince yerine oğlu Asurbanipal geçti. M.ö. 654’de de Bartatua öldü ve yerine oğlu Madyes geçti. İskit-Asur barışı bu döneminde de devam etti. Asurlular, M.ö. 653 de yeni bir tehditle yüz yüze geldiler. Giderek güçlenen ve hâkimiyet alanını genişleten Medler, Asur Krallığını tehdit eder duruma gelmişti. İskitler, Asurluların Medlerle olan mücadelelerine destek verdiler (M.ö. 654-652). İskitlerin Asurlularla geliştirdiği iyi ilişkiler zamanla ittifak halini alınca İskitlerin bölgedeki nüfuzları da artmaya başladı ve zamanla daha da güçlendiler.

    Asurbanipal vefat edince Asurluların büyük hükümdarlığına gölge düştü (M.ö. 627). Giderek güçlenen Medler, Asurbanipal’in ölümü üzerine Asur toprakları üzerinde taarruzlara giriştiler. Asurbanipal’in yerine vekâleten geçen oğlu Asuretil, Medler üzerinde baskı kuramayınca Medler daha da güçlendiler. İskitlerin desteğine rağmen durdurulamayan Med akınları Asur İmparatorluğunun sonunu hazırladı. Medler, önce Babillilerle sonra ise İskitlerle ittifak kurarak Asurlular üzerine büyük bir taarruza giriştiler ve Asur Krallığını yıkarak toprakları üzerinde kendi imparatorluklarını kurdular (M.ö. 612).

    Asurluların yıkılması İskitler için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. İskit Kralı Madyes, müttefiki olduğu Asurlulara desteğini çekerek Medlerle işbirliği yapmıştı. Ancak Asurluların yıkılmasından sonra bu kez Babillilerle işbirliği yaparak Medlere karşı mücadeleye giriştiler. Med Kralı Kyaxares, bu ittifak karşısında kazanamadı. Medleri mağlup eden İskitler, Kuzey İran ve Suriye hattında söz sahibi duruma geldiler. Bölgede değişen politik dengeler Urartuları da etkiledi. İskitler, Asurluların yıkılmasında olduğu kadar Urartuların yıkılmasında da pay sahibi oldular. İskit akınlarıyla zayıflayan Urartular, Med akınlarıyla yıkıldılar. Urartuların yıkılmasıyla bölgedeki siyasi dengeler tamamen değişti. Güney Doğu Anadolu bölgesinde yalnızca İskitler ve İskitlerin Mağlup ettiği Medler söz sahibi duruma gelmişlerdi (M.ö. 610).

    İskitler, Güney Doğu Anadolu’da nüfuzlarını arttırmış ve güçlenmişlerdi. Üstelik Medlere karşı üstünlük sağlanmış ve bölgede başkaca önemli bir düşman da kalmamıştı. Bunun üzerine büyük bir sefere çıkan İskitler, Suriye’den Filistine kadar uzanan Akdeniz sahilleri boyunca yağma ve istila faaliyetlerine giriştiler. Filistin bölgesini hâkimiyeti altına almış olan Mısır Kralı Psemmetikos, İskit tehlikesinin yaklaştığını görerek İskit ordusunu Filistinde karşılayıp iltifatlar ederek hediyeler vermiş, kurulan iyi ilişkiler ile İskitlerin Mısır’a girmesine mani olmuştur. Daha fazla ilerlemeyen İskitler, dönüş yoluna düşerek geldikleri güzergâh boyunca geri döndüler. Med Kralı Kyaxares, İskit tehdidini ortadan kaldırmak için bir suikast planladı. Kyaxares, İskitlerin başarılı seferlerini kutlamak için Kral Madyes onuruna bir ziyafet düzenledi ve İskit Kralını, ordu komutanlarıyla birlikte ziyafete davet etti. Bu davete icabet eden Madyes, ziyafetin ilerleyen saatlerinde sarhoş edilerek öldürüldü. Madyes’in ölümü İskitlerin Anadolu tarihlerinde dönüm noktası oldu. İskitler için ilerleme dönemi sona erdi ve önce gerileme sonra ise yıkılma devirleri vuku buldu.

    İskitler, Kral Madyes’in ölümünden sonra yerine kudretli bir hükümdar tayin edemediler. Medler de bu durumdan istifade ederek İskitler üzerine baskı uygulamaya başlayınca Doğu Anadolu’daki bölgelerini hâkimiyetleri altında tutamayarak Tuna Boylarına göç etmek zorunda kaldılar. Madyes’den sonraki 100 yıl, İskitler için göçler ve politik istikrarsızlıkla geçti. Bu süreçte Tuna Boyları, Diyenper, Kuzey Karadeniz ve Doğu Avrupa Steplerinde yerleşik bir hayat yaşamaya başlayan İskitler, hayvancılıktan karma ekonomiye geçerek tarım ve ticaretle meşgul olmaya başladılar. İskitlerin yeniden tarihi vakalarla anılması M.ö. 512 de mümkün olabilmiştir.

    İskitlerin zayıflamasına neden olan Medler, bu süre zarfından daha da güçlenmişler ve Babilliler ile birleşerek Akhamenid İmparatorluğuna dönüşmüşlerdi. Akhamedin imparatoru Büyük Darius, İran coğrafyasındaki hâkimiyet alanını genişletmek için tarihe Darius seferleri olarak kaydedilen iki büyük sefere çıktı. Bu seferler İskitlerin Anadolu’da ki varlıklarını ortadan kaldıracak sürecin başlangıcı oldu.

    Darius, ilk seferini doğrudan İskitler üzerine yapmıştır. Bu sefer ile Aral Gölü ve Hazar Denizi civarında yaşayan İskitler üzerine taarruz ederek İskitlerin Hazar Denizi doğusundaki İskit varlığının ortadan kalkmasına neden oldu (M.ö. 514). Hazar Seferini başarıyla tamamlayan Darius, bu kez yüzünü batıya çevirdi ve İstanbul Boğazı ile Tuna Nehri boyunca ikinci büyük seferine girişti. İskitler, Kuzey Karadeniz hattında, Hazar’ın Doğusunda olduğundan daha güçlü durumdaydılar. Grek kabilelerle ticaret yapan ve yerleşik yaşama geçen İskitler, barış içerisinde yaşıyor olsalar da kalabalık ve güçlü ordularıyla büyük bir güç durumuna gelmişlerdi. Akhamenid Kralı Darius, ikinci seferinde beklemediği bir mağlubiyet alarak Tuna Boylarına geri çekilmek zorunda kaldı.

    İskitler, Hazar Denizinin doğusundaki varlıklarını kaybetseler de Kuzey Karadeniz hattı boyunca kurdukları yerleşik hayatı devam ettirdiler. Darius’a karşı alınan galibiyet İskitlerin Kuzey Karadeniz hattı boyunca yaşayan güçlü Grek (Yunan) krallıklarında İskitler ile yakınlaşmasını sağladı. Darius tehdidine karşı güçlü bir müttefik edinen Yunan Krallıklar bu tarihten sonra İskitler ile hem toplumsal hem askeri alanda daha sık münasebetler geliştirmişlerdir.

    M.ö. 5. Yüzyılın başlarından itibaren gelişen İskit-Grek yakınlaşması ilerleyen yüzyıllar boyunca da devam etti. İskitler, yerleşik hayat ve karma ekonomik sisteme geçmiş olmaları, güçlerinin esas unsuru olan askeri anlamda zayıflamalarına yol açtı. Diğer taraftan ekonomik anlamda Yunan Köylüler ile geliştirilen ekonomik münasebetler, zamanla İskit kültürünün ve dilinin Yunan tesiri altına girmesine yol açacaktır.

    İskitlerin Yunan Krallıklarıyla geliştirdikleri yakın münasebet ve bölgesel bir tehdit altında kalmadan barış içerisinde süregiden yaşantıları M.ö. 4. Yüzyıla kadar devam etti. Bu süre zarfında mühim tarihi vakalar içerisinde yer almayan İskitler, kültürleri, dilleri ve dini inançları tahrif olsa da müstakil kimliklerini kaybetmediler. Bu döneme ait pek çok tarihi eser yakın tarihte gün yüzüne çıkartılmış, M.ö. 4. Yüzyıla ait Kurganlar, el aletleri ve süs eşyaları İskitlerin Diyenper havzası ve Kuzey Karadeniz’in diğer bölgelerindeki varlıklarını devam ettirdiklerini ortaya koymuştur. İskitlerin Kuzey Karadeniz bölgesinde huzur ve sükûnet içerisinde geçirdikleri 200 yıl, büyük Makedon İmparator İskender’in doğu fetihlerinin başlamasıyla son bulur.

    M.ö. 4. Yüzyılın ortalarında İskit Kralı Ataes, sınırlarını genişletmek için Makedon Kralı 2. Phillip ile mücadelelere girişmiş, bu mücadeleler neticesinde Tuna Nehri boyunca çetin savaşlar yaşanmıştır. Bu savaşlardan birinde Kral Ataes, Makedon Kralı 2. Phillip ile giriştiği bir savaşta mağlup olur ve savaş meydanında ölür (M.ö. 339). Ataes’in ölümü üzerine İskitler yeniden siyasi bir boşluk içerisine girdiler ve güçlü Makedon Krallığına karşı askeri üstünlüklerini kaybettiler. 2. Phillip’in ölümünden sonra yerine oğlu Büyük İskender geçti. Tarihin en büyük komutanı olarak ifade edilen Büyük İskender, babasının ölümü üzerine hayalini kurduğu büyük seferlerin hazırlıklarını yapmaya başlamıştı. İskitler ise 2. Phillip’in ölümü üzerine yeniden harekete geçerek Trakya’ya kadar ilerlediler. Büyük İskender, İskitlerin Trakya üzerindeki taarruzlarını haber alınca komutanı Zopyrion’u görevlendirip İskit ordusunun ardından gönderdi. Zopyrion, İskit ordusunu sefer yolunda yakaladı. İskitler beklemedikleri bu taarruz karşısında muvaffak olamadı ve mağlup oldu ve daha fazla zayiat vermemek için geri çekilerek Trakya istikametine doğru harekete geçti. Zopyrion, İskit ordusunu Olbia’ya kadar takip etti ve daha fazla ilerlemeyip geri döndü. Ancak İskit ordusu, kendisini takip eden Makedon ordusunu kendi dönüş yolu üzerinde pusuya düşürerek Makedon ordusunu tümüyle yok etmeyi başardı. İskitler’in Büyük İskender’in ordusuna yaşattığı bu mağlubiyet, Büyük İskender’in hâkimiyeti döneminde yaşadığı sayılı mağlubiyetlerden biri olmuştur. Hatta top yekun bütün ordusunu yalnızca İskitler ile giriştiği mücadele sonucunda kaybetmiştir.
    İskitler, Büyük İskender ile giriştiği mücadelesini kazanmış, bu tarihten sonra Makedon saldırılarına maruz kalmamıştır. Bu bakımdan Makedonlara karşı koyabilen tek ordu olma özelliğini taşır. Makedon galibiyetinden sonra Trakya seferini yarım bırakan İskitler, bu tarihten sonra yeniden barış ve sükûnet içerisinde bir döneme girdiler. Yunan Krallıkları ile girişilen ticari, kültürel ve ekonomik münasebetler artarak devam etti. Göçebe yaşantısını neredeyse tamamen terk eden İskitler, bu süre zarfında askeri alanda zayıfladılar. Siyasi olarak yok olmasalar da müstakil varlıklarından ödün vererek varlıklarını uzun bir süre daha devam ettirdiler.

    İskitlerin sonunu hazırlayan demografik gelişme Sarmatlar’ın İs Asya’dan kopup Doğu Avrupa bozkırlarına göç etmeleriyle gerçekleşti. Asırlardır Aral Gölü ve Ural Dağları civarında yaşayan Turanid Kavimler, Pers (İrani) halklar ile birleşerek ortak ve güçlü bir bozkır kültürü meydana getirmişlerdi. Bu kavim, Türk ve Pers kültürlerinin bir sentezi olmuşlardır. Gerek toplumsal, gerek kültürel, gerekse askeri olarak yoğunlukla Antik Türk kültürünün temalarına rastlanan bu toplum, konuşulan dil ve inanç bakımından da Pers tesiri altına girmişti. Ön Türk kavimlerinde olduğu gibi Kurgan kültürünün hâkim olduğu Sarmatlar, göçebe kültürleri ve savaşçı kadınlarıyla da alelade bir Türk Kavmini andırmaktadırlar. Bunun yanında ateşe tapma adetleriyle antik Pers Dini olan Zerdüştlüğün izlerine rastlanmaktadır. Sarmatlar, Kültürel öğeleri tetkik edildiği zaman Türk-Pers melezi bir toplum olarak karşımıza çıkmaktadır.
    Sarmatlar’ın M.ö. 4. Yüzyılda Don Nehrinde görünmeleriyle başlayan Doğu Avrupa göçleri, devam eden 100 yıl boyunca İskitlerin hâkimiyet alanlarını daraltmıştır. Yerleşik hayata geçerek zamanla savaşçı kimliklerini kaybeden İskitler, soydaşları olan Sarmatların istila hareketlerine karşı koyamayarak yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kaldılar. M.ö. 250’ye kadar devam eden Sarmat İstilaları, İskitlerin hâkimiyet alanlarını Kırım Yarımadasına kadar küçültmüştür. Bölgedeki nüfuzu ve gücü zayıflayan İskitlere son darbe ise İskandinav bölgesinden Karadeniz’e inen Gotlar dan gelir. Got istilalarına karşı koyamayan İskitler, siyasi birliklerini kaybederek bölge halkları arasında kaybolup Doğu Avrupa’nın gen havuzu içerisinde mühim bir yer edinir.

    Siyasi birlikleri ortadan kalkan İskitlerin bir kısmı Soğdlarla kaynaşmış, bir kısmı Kuzey Hazar yolunu takip ederek Asya içlerine ilerlemiş, bir kısmı Avrupa halklarının içerisine karışıp Doğu Avrupa’nın gen havuzu içerisinde yer almışlardır. İskit toplumunun önemli bir kısmı ise kendilerini kültürel ve siyasi olarak izole edip günümüzde “Yakut Türkleri” olarak yaşamakta, bugün Yakutistan olarak ifade edilen bölgede varlıklarını devam ettirmektedirler.

    • Konu 2

      2. Konu               Orta Asya’da Eski Oğuzlar

      Konular: Avrasya’nın doğal şartları; Toplumsal yapı; Devlet şekli; Dini inançlar; Oğuzların diğer Türklerden farkı.

       Temel Okumalar:          

      -           Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler). Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, 1.Bölüm (A ve B);

      -           Osman Karatay, İlk Oğuzlar. Köken, Türeyiş ve Erken Tarihleri Üzerine Çalışmalar, İstanbul: Ötüken, 2017, I ve II bölümler;

      -          Türk Dünyası El Kitabı, Birinci Cilt, 1. Bölüm;

      Tavsiye edilen okumalar:

      -         Faruk Sümer, Oğuzlar, İslam Ansiklopedisi, s. 378-381;

      -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

      -           Youtube’dan değişik videolar.

      Ders Notları:

      Oğuzlar, Oğuz Kağan Destanı'na göre 24 boydan ve Kaşgarlı Mahmud'un Divânu Lügati't-Türk eserine göre 22 boydan oluşan Orta Asya kökenli en kalabalık Türk boyu.

      7. yüzyıl civarında konar-göçer bir yapıyla yer değiştirmeye başlamışlar ve coğrafi olarak Bizans İmparatorluğu kayıtlarına göre önce Balkanlara yayılmışlardır. Oğuzlar, TürkiyeAzerbaycanKazakistanTürkmenistanİranIrakSuriyeMısır ve Balkanlarda (BulgaristanRomanyaYunanistanMakedonyaKosovaSırbistan) yaşayan Türklerin atası sayılmaktadırlar.

      https://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/thumb/9/92/O%C4%9Fuz.png/250px-O%C4%9Fuz.png

      Oğuzlar tablosu

      Destanlara göre Oğuzlar Oğuz Han'ın 6 oğlu ve onların 4'er oğlundan meydana gelmişlerdir. Meydana gelen bu 24 boyun ayrı adı ve unvanları vardır. Bu bölümleme Oğuz Kağan Efsanesi'nden kaynaklanmaktadır

      Bu boyların Bozoklar ve Üçoklar olarak ikiye bölünmesi ise daha sonradır. Bu iki ana kol arasında çıkan anlaşmazlıklar, boyların bir kısmının batıya göçmesine neden oldu. Bir kısmı da Göktürk Devleti'nin kurulması ve Ötüken'i işgali nedeniyle batıya göçmüştür (6. yüzyıl). Kalanlar Göktürk egemenliği altına girmiştir.

      630'da ilk Göktürk devletinin zayıflayıp Çin kontrolü altına girmesiyle tekrar birleşmeye başlamışlarsa da İkinci Doğu Göktürk Devleti kurulunca fazla direniş gösteremeden tekrar egemenlik altına girdiler (7. yüzyıl sonları).[kaynak belirtilmeli] 745 yılında İkinci Doğu Göktürk Devleti de yıkılınca batıya ve Çin'e göçmüş birçok Oğuz Boyu da Ötüken'e geri dönerek Kutluk Bilge Kağan'ın kurduğu Uygur Devleti çatısı altında birleşti. Altayların batısındaki ve Tanrı Dağları bölgesindeki Oğuz toplulukları ise Gök Türklerin batı kolu olan Türgiş ya da Türkeş Kağanlığına bağlı olarak varlıklarını sürdürdüler. 760'lı yıllarda bölgeyi ele geçiren Karluk boyunun kurduğu devlette yer aldılar. Bu boyun öncülüğünde Yağma ve Çiğil boylarının da katılımıyla kurulan Karahanlı Devleti içinde Oğuz boyları da vardı. 10. yüzyılda Hazar Denizi'nin doğusunda Oğuz Yabgu önderliğinde ilk devletlerini kurdular. 1000 yılında Kıpçaklar tarafından yıkılan bu devletten sonra Oğuzlar ikiye bölündü, bir kısmı kuzeye giderek bugünkü KırımKazakBulgar ve Tatarların atası oldular; bir kısmı da Selçuk Bey önderliğinde güneye indiler, İslamı kabul edip İslâm orduları hizmetine girdiler. Doğu'daki Oğuz kitlelerinin tarihi başka yönde gelişti. 840 yılında Uygur Devleti Kırgızlar tarafından yıkılınca Oğuzların asıl büyük göçü başladı ve Asya'nın dört bir tarafına ama daha çok kitleler halinde batıya göçtüler ve öteki kandaş boylarla birleştiler.

      Oğuz kitleleri içinde Kınık boyundan olup ataları Selçuk'un adından ötürü Selçuklular olarak anılmaya başlayan bir kol Tuğrul Bey önderliğinde 1038 yılında Irak ve İran'da Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nu kurdu. Etrafta dağınık yaşayan diğer Türk boyları da bu İmparatorluğa katıldı. 1040'ta Merv yakınlarındaki Dandanakan Muharebesi'nde Gaznelileri yendiler.

      Selçuklu egemenliği İranHorasan, Merv, IrakSuriyeGüney Kafkasya ve Anadolu'da bir asırdan fazla sürdü. Son büyük sultanları Sencer'in 1141'de Semerkant ile Buhara arasında bulunan Katavan mevkiinde Moğol kökenli Karahıtaylılar'a yenilmesi ile devlet çözülmeye başladı. 1153'te kuzeydoğudan gelen Karahıtaylar ve Karluklar tarafından imparatorluk yıkılınca Oğuzlar dağıldı. Dağılan bu boyların kimi Harzemşahlara bağlandı, kimi Horasan'a, Kirman'a göçtü, kimileri de daha batıya gidip Irak'a, Suriye'ye yerleşti, kimileri de Anadolu Selçuklu Devleti 'ne katıldı. Bunlardan sonra kurulan AkkoyunluKarakoyunluSafevi Devletleri, Alemdarlar, Anadolu beylikleriOsmanlı İmparatorluğuSuriyeIrak ve Azerbaycan'da çeşitli beyliklerde de Oğuz Kağan Destanı mevcuttu.

      "Oğuz" daha doğrusu "Oguz" sözünün yapısına dair birçok görüş vardır. Etimoloji açıklamalarından birisi şu şekildedir: Ok+u+z "Oklar; boylar".

      "Oğuz" sözü, kendi orijinal yapısı yanında, tarihte birçok şekilde kullanılmıştır. Bizanslar "Uz" der, Araplar "Guz" der.

      Türk-Oğuz geleneklerine göre idarî ve sosyal teşkilat, ikili bir yapı oluşturmaktaydı. Bu geleneğe uygun olarak Oğuzlar, Bozoklar ve Üçoklar olmak üzere on ikişer boydan iki ana kola ayrılmışlardı. Her boyun, idarî ve sosyal mevkilerini yansıtan orun ve ongunları vardı.[1] Yine Oğuz geleneklerine göre Bozoklar hâkim unsur, Üçoklar ona tâbiydi.

      24 Oğuz boyunu önce iki kolda (Bozoklar ve Üçoklar) daha sonra Oğuz Han'ın 6 oğluna ve son olarak da onların 4 oğluna ayırmaktadır. Listelerin kaynakları, Kaşgarlı Mahmud ve 14. yüzyılda yaşayan Reşideddin'e dayanmaktadır. Reşidüddin 24, Kaşgarlı Mahmut ise 22 boy saymaktadır.

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

        

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

      Oğuzlar

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

        

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

      Bozoklar

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

      Üçoklar

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

        

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

      "Gün Han"
      Kayı
      Bayat
      Alkaevli
      Karaevli

       

      "Ay Han"
      Yazır
      Döğer
      Dodurga
      Yaparlı

       

      "Yıldız Han"
      Avşar
      Kızık
      Beğdili
      Karkın

       

       

       

      "Gök Han"
      Bayındır
      Beçenek
      Çavuldur
      Çepni

       

      "Dağ Han"
      Salur
      Eymür
      Alayuntlu
      Yüreğir

       

      "Deniz Han"
      İğdir
      Büğdüz
      Yıva
      Kınık

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

        

       

       

       

       

       

      Ongunu Şahin

       

      Ongunu Kartal

       

      Ongunu Tavşancıl

       

       

       

      Ongunu Sungur

       

      Ongunu Uçkuş

       

      Ongunu Çakır

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

       

        

      Oğuz Boyları ve Beylikler[değiştir | kaynağı değiştir]

      https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/c/c3/Seljuk_Empire_locator_map.svg/220px-Seljuk_Empire_locator_map.svg.png

      Büyük Selçuklu İmparatorluğu 1092, I. Melikşah ölümü sonrası

      Bozoklar

      ·         Kayı ( Osmanlı HanedanıCandaroğulları)

      ·         Bayat ( Kaçar HanedanıDulkadiroğullarıFuzûlî)

      ·         Alkaevli

      ·         Karaevli

      ·         Yazır

      ·         Döger (Artuklular)

      ·         Dodurga

      ·         Yaparlı

      ·         Afşar (Afşar;Afşar HanedanıNadir Şah)

      ·         Kızık

      ·         Begdili ( Harzemşahlar Devleti )

      ·         Kargın veya Karkın

      Üçoklar

      ·         Bayandur ( Ak Koyunlu)

      ·         Pecheneg

      ·         Çavuldur[2]

      ·         Çepniler (bkz. Küresünni)

      ·         Salur (Kadi Burhan al-Din Salgurlular ve Karamanoğulları; ayrıca Salarlar)

      ·         Eymür (bkz. Ayrum)

      ·         Alayuntlu

      ·         Yüreğir (Ramazanoğulları)

      ·         Iğdır[3]

      ·         Büğdüz

      ·         Yıva ( Karakoyunlular ve Oğuz Yabgu Devleti )

      ·         Kınık (Selçuklu Hanedanı)

       

      • Konu 3

        3. Konu      Selçuklu Fetihlerinin Nedenleri

        Konular: Oğuz yayılmasının nedenleri; Yayılmanın sonuçları.

        Temel Okumalar:

        -           A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihi’ne Giriş,3. Bölüm;

        -           Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi. Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl,7. Bölüm.

        Tavsiye edilen okumalar:

        -           Türk Dünyası El Kitabı, Birinci Cilt, 5. Bölüm;

        -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

        -           Youtube’dan değişik videolar.

        Ders Notları:

        Türklerin ilk ve asıl ana yurdu, Altay ve Sayan Dağları bölgesidir. Milattan önceki yıllardan itibaren göçebe bir hayat tarzına sahip olan Türkler, pek çok göç hareketini gerçekleştirmiş ve böylece yaşam alanlarını oldukça genişletmişlerdir. Milattan önceki dönemde göçler ve akınlar aracılığıyla Orta Asya’nın büyük bölümüne hâkim olan Türkler, sonraki yıllarda kronolojik olarak Türkistan, Afganistan, Kuzey Hindistan, Güney Rusya, Kafkaslar, Orta Avrupa, Balkanlar, İç Asya, Doğu Avrupa, İran ve Anadolu gibi bölgelerle birlikte Orta Asya’daki hâkimiyetlerini daha da genişletmişlerdir.  

         

        Türklerin Anadolu’ya yayılması, 11. yüzyılda Maveraünnehr üzerinden ve İran yoluyla gerçekleşmiştir. Bu yüzyıldan sonra Orta Asya’da oluşan siyasî ve ekonomik şartlar, Türklerin Batıya yönelik göçlerini hızlandırmıştır.  

         

        Bu süreçte yönlerini Batıya çeviren Türklerin bir bölümü Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara ve Avrupa’nın doğu ve kuzey bölgelerine bir bölümü de güneyden Kafkaslar ve Anadolu’ya yönelmişlerdi.  

         

        Anadolu, hem coğrafî hem de siyasî anlamda yurt edinilebilecek en uygun bölge olarak Türklerin dikkatini çekmiştir. Çünkü öncelikle Anadolu, coğrafî bakımdan Batıya yönelmiş Türklerin güzergâhı üzerinde bulunuyordu. Diğer taraftan Anadolu’da egemenlik Bizans gibi iyice zayıflamış bir devletin elinde bulunuyordu. Ayrıca Anadolu’nun güneyinde gelişen İslâm dünyası da İslâm dünyasının bir parçası haline gelen Türkler için Anadolu’nun İslâmlaşması sürecini kolaylaştırmıştır.  

         

        Büyük Oğuz göçleri fütûhât ve sızma olmak üzere temelde iki biçimde gerçekleşmiştir. Bu göçlerin halkın güvendiği ve kutsal saydığı önderler yönetiminde yeni bir yurt edinme düşüncesiyle fütûhâtlar (fetihler) şeklinde gerçekleşmesi, sonuç itibarıyla başarılı olmaları yolunda büyük bir avantaj sağlamıştır.  

         

        Türklerin asırlarca yurt edindikleri yerlerden ayrılıp göç etmelerini tetikleyen birçok sebep olduğu söylenebilir. Bunlardan biri, nüfus bakımından hızla artmalarına karşın geçim kaynakları olan hayvanlarını otlatacakları alanların yetersiz kalışıdır. Bu durum, göçebe olduklarından tarım yapmayan ve hemen hemen bütün geçimlerini hayvancılıkla sağlayan Türklerin ekonomik bakımdan büyük sıkıntıya düşmesine sebep olmuştu.   

        Diğer taraftan 11. yüzyılda olduğu gibi Türkler, yalnızca etraflarında bulunan başka milletlerin ülkelerine değil, yine Türk olan; ama daha elverişli topraklara sahip diğer Türk topluluklarının bölgelerine göç etmişlerdir.   

         

        Göçebe olmaları, Türklerin göçlerini kolaylaştıran ve tetikleyen en önemli sebeplerdendir. Zira zaten her zaman göçe hazır ve alışkındılar. En küçük bir sebep bile onları göç etmeye yönlendirmeye yetebilirdi. Ayrıca göçebe hayatın gereği olarak devamlı at üzerinde bulunuyorlar, zor şartlarla ve düşmanlarla mücadele ediyorlar; böylece maceralı bir hayat sürüyorlardı. Bu durum, onları korkusuz ve endişesiz kılıyor; yeni maceralara atılmak için zinde kalmalarını sağlıyordu.  

         

        Zaman zaman başka ülkelerin siyasî ve askerî baskıları bu anlamda çok etkili sebepler arasında yer almaktadır. Şüphesiz bu anlamda en büyük baskı, 5. ve 11. yüzyıllarda Moğollar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu bakımdan büyük Oğuz göçlerini tetikleyen en önemli sebepler arasında yer alan Moğollar, istilâ ettikleri pek çok yerleşim merkezi gibi Anadolu’yu da harabeye çevirmeleri yanında, Türklerin geri dönmemek üzere Anadolu’ya göç etmelerini sağlaması bakımından Türk tarihinde çok önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır.

         

        • Konu 4

          4.         Konu     Büyük Selçuklu Devleti

          Konular: Selçuklu Devleti’nin oluşması, onun imparatorluğa dönüşmesi; Selçuklu İmparatorluğu’nun yönetim şekli.

          Temel Okumalar: 

          -          A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihi’ne Giriş,4. Bölüm;

          -          Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi. Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl,7. Bölüm.

          Tavsiye edilen okumalar:

          -          Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler). Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, Bölüm 1 (C ve Ç).

          -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

          -           Youtube’dan değişik videolar.

          Ders Notları:

          Büyük Selçuklu İmparatorluğu,  Orta Çağ'da Oğuz Türklerinin Kınık boyu tarafından kurulan Türk ve Sünni Müslüman imparatorluk. Hindukuş Dağları'ndan Batı Anadolu'ya ve Orta Asya'dan Basra Körfezi'ne kadar uzanan geniş bir alanı kontrol etti. Aral Gölü yakınındaki memleketlerinde güç kazandıktan sonra ilk olarak Horasan'ı ele geçiren Selçuklular, buradan İran içlerine doğru ilerledi ve ardından Anadolu'daki şehirleri kontrol altına aldı.

          Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Tuğrul Bey (1016–63) tarafından 1037'de kuruldu. Tuğrul'u büyüten dedesi ve Oğuz Yabgu Devleti'nde yüksek makam sahibi olan Selçuk Bey, adını hem ülkeyi yöneten hanedana hem de imparatorluğa verdi. Devlet kurulduktan kısa süre sonra İslam dünyasının merkezi otoriteden yoksun parçalanmış siyasi haritasını birleştirdi ve daha sonra Haçlı Seferlerinin birinci ve ikincisinde kilit rol oynadı. Dili ve kültürüyle yoğun bir şekilde İranlılaşan Selçuklular, Türk-İran geleneğinde büyük bir gelişme sağladı ve İran kültürünü Anadolu'ya taşıdı. Türk boylarının ele geçirilen yerlerde devlet otoritesini artırmak gibi siyasi amaçlar doğrultusunda devlet yöneticileri tarafından ülkenin kuzeybatısına yerleştirilmesi ile bu bölgelerde Türkleştirme süreci başladı.

          Kınık boyu Orta Asya'daki Oğuz boylarından biriydi. Büyük Selçuklu İmparatorluğunun çekirdeğini oluşturan boy, ittifak ile bu boy olarak kabul edilmesine karşın elimizde bunu gösteren net bir kanıt yoktur. Devlete ve hanedana adını veren Selçuk Bey'in bilinen en eski atası babası Dukak'dır. Dukak Yengikent Oğuz Yabguluğu'nda subaşı (ordu/birlik komutanı) olarak görev yapmış ve daha sonra adı kaynaklarda “Salcuk”, “Salçuk”,”Selcük”, “Selçuk”, “Sarçuk” gibi farklı şekillerde yazılan oğlu Selçuk bu göreve gelmiştir. Selçuk Bey’in torunlarının kurduğu devlet devrin kaynakları tarafından, onun adına nisbetle Selçukiyyan, Selaçıka, Al-i Selçuk (Selçuklu ailesi) olarak verilir. Oğuz Yabgularının Hazar Kağanlığı veya Karahanlılar’a bağlı oldukları ileri sürülür. Oğuzlar’ın Karahanlılar ile bazen mücadele, bazen de ittifak halinde bulundukları ve onlara paralı asker olarak hizmet ettikleri tespit edilmiştir. Selçuk Bey’in oğullarına Mikail, İsrail, Musa, Yusuf gibi isimler vermesi nedeniyle de Hazarlara bağlı olduğu ve Musevi olduğu ileri sürülmektedir.

          10. yüzyılın ikinci yarısında, Kıtaylar Moğolistan’dan çıkartılınca Kıpçak boy birliği dağıldı ve Oğuzlar kuzey komşuları olan Türk boylarının birleşmesi ve göçleri sebebiyle ciddi baskıya maruz kaldılar. Bu da Yabguların otorite ve güçlerini etkilemeye başladı. Bu etki ve belki de bazı kaynaklarda belirtilen Selçuk Bey'in iktidar mücadelesine girdiği Yagbu karşısında başarılı olamaması sonucu (tahminen 960~985) Selçuk Bey boyu ile beraber Maveraünnehir yönüne göç ettiler ve yine bir Yabgu'ya bağlı Cend'e yerleştiler. Bu bölge o sıralarda özellikle Samaniler tarafından yoğun biçimde İslam propogandası uygulanan bir bölgeydi ve Selçuk Bey de ailesi ile İslamiyet’i seçti. İslamiyeti seçmesinden sonra da kısa süresinde etrafındakiler ve özellikle silahlı Oğuzlar onun önderliğinde topladılar. Bu göçebe topluluk Karahanlılara ve Samanîlere savaşlarda asker vererek karşılığında geniş otlaklar elde etti ve Samanîler Devletinin yönetiminde söz sahibi oldu. Samanîler Devleti yıkılınca Selçuk Bey, Müslüman halkıyla birlikte Horasan bölgesine yerleşti. Selçuk Bey'in 1009'da ölümünden sonra daha da güneye indiler.

          Selçuk Bey'in oğlu Arslan Bey'in yönetiminde, Karahanlıları ve Gaznelileri endişelendirecek kadar güçlendiler. Arslan Bey'in Gaznelilerce tutuklanması ve 1032'de ölmesinden sonra, Selçuk Bey'in torunları Tuğrul Bey ve Çağrı Bey bağımsızlıklarını elde etmeye giriştiler. Selçukluların teşkilatlı devlet düzenine girmesi bu dönemde oldu. Devletin ilk yöneticisi Tuğrul Bey'di. Selçuklular 1035'te büyük bir Gazneli ordusunu yenerek Horasan içlerine doğru ilerlediler. 1037'de de, bugünkü Türkmenistan’da yer alan Merv kentini ele geçirdiler. 1038'de Gaznelileri ikinci kez yendiler ve Nişabur kentine girerek bağımsızlıklarını ilan ettiler. Tuğrul Bey sultan sanıyla hükümdar ilan edildi ve Büyük Selçuklu Devleti de böylece kurulmuş oldu.

          Dandanakan’ın muzaffer başkumanlardan Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy yâni büyük ziyafette üstün idarecilik vasfı ve keskin siyâsî zekâsını takdir ettiği kardeşi Tuğrul Bey’i Büyük Selçuklu Devleti Sultânı îlân etti. Merv başşehir yapıldı. Toplanan kurultayda feth edilecek yerlerle idareciler tespit edildi. Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Bey’e, Bust-Sistan havalisi Mûsâ Yabgu’ya, Nişâbur’dan îtibâren bütün batı bölgeleri Tuğrul Bey’e verildi. Çağrı Bey’in oğlu Yâkutî ile İbrahim Yınal, batı cephesinde vazife aldılar. Hanedandan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış, Gürcan ve Damgan’a, Çağrı Bey’in oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirman havalisine tâyin olundular. Vazife taksiminin ardından kısa zamanda; kuzeyde Hârezm dâhil, Mâverâünnehr, Sistân, Mekrân bölgesi, Kirman ve civarı, Hürmüz Emirliği hattâ Arabistan Yarımadası’nda Umman ve dolayları ile Gürcan, Bâdgis, Huttalân tamamen zabt edildi. Tuğrul Bey, Taberistân, Kazvin, Dehistân, İsfehan, Nihâvend, Rey ve Şehrezur’u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046’da Gence, 1048’de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havalisindeki GürcüErmeni ve Bizans orduları mağlûbiyete uğratıldı.

          Henüz yeni kurulan devlet kısa zamanda, Büveyhîlerin işgalindeki Bağdâd hâriç, bölgedeki bütün İslâm topraklarına hâkim oldu. Sultan Tuğrul, Büveyhîlerin işgalindeki halifelik merkezi olan Bağdâd’ı kurtarmak için Abbasî halîfesi el-Kâim bi-Emrillah’ın daveti ile 17 Ocak 1055'te Bağdâd’a girdi. Halîfenin, âlimlerin ve sünnî müslümanların büyük hüsn-i kabulüyle karşılanan Tuğrul Bey, Büveyhî hükümdarlığını yıkarak Abbasî halifeliğini yeniden ihya etti. İslâm âleminin takdirini kazanıp, büyük iltifatlara kavuştu. Halîfeliğe karşı yapılan Fatımî saldırılarını bertaraf etti. Halîfelik makamına ve Bağdâd şehrine hizmetinden dolayı 25 Ocak 1058’de Tuğrul Bey’e iki altın kılıç kuşatan halîfe, onu; doğunun ve batının hükümdarı îlân etti. Selçuklu sultânının, halîfe tarafından “Dünyâ hakanı” îlân edilmesi, Türklere büyük itibâr kazandırdığı gibi, Alplik ruhunu okşayarak islam dîninin cihâd emrine daha fazla sarılmalarına yol açtı. Aynı sene Tuğrul Bey, tahrikler sebebiyle isyan eden üvey kardeşi İbrahim Yınal’ı cezalandırdı. Çağrı Bey, yetmiş yaşlarında 1060'ta, Tuğrul Bey ise, 1063’de yetmiş yaşında vefat etti. Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzeri ne oturtarak, sınırlarını Ceyhun’dan Fırat’a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans idaresinde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu.

          Tuğrul Bey’in oğlu olmadığından, Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan Selçuklu Deleti sultânı oldu. Başa geçer geçmez amcasının veziri Amîd-ül-mülk’ü görevden alarak, yerine Nizâm-ül-mülk’ü tâyin etti. Sultan Alp Arslan, tahta geçmek iddiasında bulunan diğer rakiplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itaati altına aldi. Doğu Anadolu’nun Kuzeydoğu ucundaki meşhûr Ani kalesini 1064'te feth ederek, 16 Ağustos 1064'te Kars’a girdi. Ani, hıristiyan âleminin kutsal yerlerinden biri idi. Bu fetihler İslâm âleminde büyük sevinç kaynağı oldu ve Halîfe Kâim bil-Emrillah, Sultan’a, fetihler babası yâni çok feth eden mânâsına gelen Ebü’l-Feth lakabını verdi. Sultan, 1065 senesi sonlarında doğuya yönelerek Üstyurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticâret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler itaat altına alındı.

          Alp Arslan, 1067 senesinde Kirman melîki olan kardeşi Kavurd’un isyanı ile karşılaştı. Bu isyanı kısa sürede bastırdı (Bkz. Kirman Selçukluları). Öncelikle müslümanlar arasında birliğin te’minini arzu eden Sultan Alp Arslan, Bahreyn taraflarındaki Karmatî sapıkları ve önasya’daki Şiî-Fâtımî kalıntılarını temizlemek için harekete geçti. Şiî-Fâtımî sultasının İslâm ülkeleri üzerinden kalkmakta olduğunu gören Mekke şerîfi, Alp Arslan’a itaatini arz ederek, hutbeyi Abbasî halîfesi ve Sultan Alp Arslan adına okumaya başladı. Doğu ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri; 1067 senesinde Anadolu’da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071’deki Malazgirt muharebesine kadar devam etti. Malazgirt zaferiyle Büyük Selçuklulara kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbâldeki yurdu durumuna girdi. Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan andlaşma, tahttan indirildiği için tatbik edilemedi. Sultan Alp Arslan, andlaşmanın silâh zoruyla tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu’nun fethini istedi. Selçuklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya’dan batıya sevk edilerek, Doğu Anadolu’daki Bizans hududuna gönderildi. Selçukluların gaza akınlarına mukavemet edemiyen Bizans kale ve garnizonları Türklerin eline geçti. Türk akınları Marmara Denizi sahillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu, iskân edildi. Anadolu’nun Türkleşip, İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Sultan Alb Arslan, çıktığı Mâverâünnehr seferinde, esir alınan bir kale kumandanı tarafından şehîd edildi. Türk târihinin büyük sultanlarından olan Alp Arslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaleti ile temayüz etmişti (Bkz. Alb Arslan).

          Sultan Alp Arslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Yaşgar’dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen’e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı.

          Alp Arslan’ın yerine oğlu ve veliahdı Melikşâh, Büyük Selçuklu Devleti sultânı oldu. Sultanlığını tanımayan amcası Kavurd ile Kerez’de yapılan savaşı kazanan Melikşâh birkaç gün sonra Kavurd’un ölümü ile devet içinda asayişi kısa sürede sağladı. İç işlerini hâlleden Melikşâh, taht mücâdelesinden faydalanarak Selçuklu hududlarına hücûm eden Gazneliler ile Karahanlılara karşı sefere çıktı. Bu sırada Karahanlı Şemsülmülk Nâsır’ın mektubunu aldı ve elçisini kabul etti ise de, hareketinden vazgeçmedi. Tirmiz’i muhasaraya başladı. Emir Savtiğin’in ikmâl yollarını kesmesi, şehrin düşerek Sultan’ın başarıya ulaşmasına ve Şemsülmülk’ün sulhu kabul etmesine sebeb oldu. Gaznelilere karşı, Emîr Gümüştiğin ve Anuştiğin’i gönderdi. Gazneli hükümdarı İbrahim bin Mes’ûd, Melikşâh’ın başarılarının artması üzerine itaate mecbur oldu. Gönderdiği elçilik hey’eti ve hediyelerle iyi münâsebetler te’sis edildi. Sultan’ın kızı Gevher Hâtun’un, Gazneli veliahdı Mes’ûd bin İbrahim ile evlendirilmesi, iki devlet arasında çıkması muhtemel anlaşmazlığı önledi.

          Doğu sınırlarını garantiye alan Sultan Melikşâh, babasının vezîri ve kendisinin de hocası olan sapık ve bâtınî akımlara karşı Sünnîliğin müdâfaası için Nizâmiyye medreselerini kurart Tuşlu Nizâm-ül-mülk Hasen’derr vezîrliğe devam etmesini istedi. Bu sayede Selçuklu Devletine ve İslâm dînine çok hizmet etmesine şebeb oldu. Sultan Melikşâh çok hâlim-selîm, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde ciddî, müstesna bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün İran’ı, Arabistan’ı, Suriye ve Filistin’i, idaresi altına aldı. Anadolu’nun fethi üzerinde hassasiyetle durup, babasının vazifelendirdiği amcazadesi Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Türkmen beylerinden Alb İlig, Artuk Bey, Mansur, Dolat gibi komutanlarla fütuhatı sürdürdü. Selçuklu kumandanları, Bizans’ın Türklere karşı kurduğu ölmezler adlı askerî birlikleri mağlûb etti. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini 1074'te Sapanca çevresinde mağlûb ederek, yüz binden fazla Türk, İzmit’ten Üsküdar’a kadar olan sahaya yerleşti. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını feth etmekle meşguldü. Fırat’ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa’ya dağılan Ermeni ve ücretli frank askerlerini Antakya’da, Gümüştiğin de Nizip, Âmid ve Urfa civarında Bizans kuvvetlerini mağlûb ettiler. Artuk Bey, Sultan Melikşâh’ın emriyle Doğu harekâtını idare etti. 1074-1077 seneleri arasında Sivas, Tokat, Çorum havalisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Bey’den sonra yerine Danişmend Gazi geçerek, Amasya ve civarını Karadeniz’e kadar aldı. Mengücük Gazi, Şarkî Karahisar, Erzincan ve Divriği havalisini; Ebü’l-Kâsım da, Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti. Orta, Kuzeybatı ve Batı harekâtını Süleyman Şah idare edip, Bizanslılar ile mücâdele ve onların âsî kumandanları ile ittifak yaptı. Bizanslılar, Balkanlar’daki iktidar mücâdelesi ve iç hâdiseler üzerine Selçuklulardan yardım istediler. Yardım talebleri Selçukluların menfaatleri doğrultusunda karşılandı. Süleyman Şah, İznik’e yerleşerek, bu şehri Türkiye Selçukluları Devleti’nin merkezi yaptı. Selçuklular, Anadolu’da sahil şehirleri dışında Toroslar ve Çukurova’dan Üsküdar’a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar Çin’e elçilik hey’eti göndererek, Selçukluların doğudan tazyik edilmesini istediler. Ancak müracaatları netîcesiz kaldı. Süleyman Şah, 1082-1083 senelerinde Bizanslıların elinde olan Adana ile Tarsus, Misis, Anazarba ve bölgedeki diğer yerleri zabtetti. 1085'te Suriye’nin kilit şehri Antakya’yı bir baskınla fethetti. Antakya’nın en büyük kilisesini camiye çevirip, fetih şükrânesi olarak yüz yirmi müezzinin okuduğu ezandan sonra Cum’a namazını burada kıldı. Diyarbekir bölgesinin fethi için Selçuklu seferleri, Fahrüddevle Cüheyr’in İsfehân’a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki şiî îtikâdlı Karmatîlerin yola sokulması için hareket eden Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle beraber Diyarbekir’e doğru yola çıktı. Şehrin muhasarası sırasında Selçuklu ordusundaki Arab unsurların şehrin müdâfilerinin içindeki Arablarla savaşmaya yanaşmamaları, ordudaki Türkmen beylerini güç durumda bıraktı ise de, Arablardan müteşekkil kısım, bölgede bulunan diğer şehirlerin fethine me’mûr edildi. Fahrüddevle’nin kumandanlığındaki birlikler, çevredeki Mardin, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdi. Diyarbekir, Fahrüddevle’nin oğlu Zaimüddevle ve emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085'te şehre girmesiyle düştü ve Mervânîler Devleti ortadan kalktı.

          Musul’un fethine me’mûr edilen Aksungur ve diğer Türkmen emirleri şehre harpsiz girdiler. Fethi müteakip Musul’a gelen Melikşâh, büyük bir merasimle karşılandı. Musul emîrliğine Şerefüddevle’yi tâyin etti.

          Sultan Alp Arslan zamanından beri Suriye ve daha güneye yürüyen meşhûr Selçuklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşâh zamanında da sürdürdü. Uzun süre muhasara ettiği Dımaşk’ı 1076 Mart’ında Selçuklu topraklarına kattı. Dımaşk’ın alınmasından sonra camilerde okunan Şiî-Fâtımî ezanını yasaklayarak Cum’a hutbesini Halîfe Muktedî ve Sultan Melikşâh adına okuttu. Daha sonra Selçuklu Devleti’nin “Fatımî Devleti’nin ortadan kaldırılması” politikasına uygun olarak, Mısır’a doğru sefere devam etti. Fakat muvaffak olamadı ve başarısızlığı Suriye emirlrğinden alınmasına sebeb oldu. Yerine Melikşâh’ın kardeşi Tâcüddevle Tutuş getirildi.

          Sultan Melikşâh, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile kardeşi Tutuş’un Suriye’deki mücâdelesi üzerine 1086’da İsfehan’dan bölgeye hareket ederek bölgede asayişi yeniden te’sis etti. Haleb valiliğini Aksungur’a, Urfa’yı Bozan’a, Antakya’yı da Yağısıyan’a verdi. 1087 senesinde Sultan Melikşâh, Süveydiye kıyılarından Akdeniz’e ulaştı. Böylece Uzakdoğudan Ortadoğuya kadar hâkimiyet kurdu. Dönüşte hilâfet merkezi olan Bağdâd’ı ziyaret etti. Halîfe Müktedî tarafından iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087’de “Dünyâ hükümdarı” îlân edildi.

          Selçukluların İslâm’a ve insanlığa hizmeti sayesinde kısa zamanda genişlemesi, düşmanlarını hızlı bir faaliyet içine soktu. Bizanslılar ve sapık fırkalara karşı mücâdele eden âlim ve kumandanlar suikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçukluların meşhûr vezîri Nizâm-ül-mülk, Hasen Sabbah’ın fedailerinden bir bâtınî tarafından; arkasından Sultan Melikşâh Bağdâd’da zehirlenerek şehîd edildiler.

          Melikşâh’ın ölümü ile başlayan saltanat mücâdelesinde Şam Meliki Tutuş, derhal sultanlığını îlân etti. Bu arada Melikşâh’ın hanımı Terken Hâtûnda küçük oğlu Mahmûd’u sultan ve torunu Ca’fer’i halîfenin veliahdı yapmak için bütün kuvvetiyle uğraştı ve 1092’de Mahmûd’un saltanatını îlân ederek, nâmına hutbe okutmaya muvaffak oldu. Yine bu arada tarafdârlarıyla Rey’e çekilen Berkyaruk da sultanlığını îlân etti ve Terken Hâtun’un üzerine gönderdiği orduyu Burucerd’de bozguna uğrattı. Terken Hâtun’un Gence meliki İsmail’i tarafına çekmesi de bir fayda sağlamadı.

          Terken Hâtun’un bir suikast neticesinde öldürülmesiyle saltanat mücâdelesi Tutuş’la Berkyaruk arasında kaldı. Tutuş, Rey üzerine yürüdü ise de 1093 yılında vuku bulan uzun mücâdeleler esnasında birçok emir Berkyaruk tarafına geçti. Bu sayede Berkyaruk karşısındaki orduyu bozguna uğrattı. Ayrıca Tutuş’un ölümü ile bütün rakiplerini bertaraf ederek adına Bağdâd’da hutbe okundu.

          Sultan Berkyaruk zamanında Selçuklu Devleti; a-Irak ve Horasan, b-Sûriye, c-Kirman, d-Türkiye Selçukluları olmak üzere dörde bölündü. Ayrıca Doğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Türkmen beylikleri ve Atabeglikler ortaya çıktı. Berkyaruk, parçalanan Selçuklu İmparatorluğu’nu toplamaya başladığı bir sırada haçlı orduları da Suriye’ye geldiler. Berkyaruk, haçlılara ve onların Antakya muhasarasına karşı Kürboğa’yı ve Artuklu beylerini sefere me’mûr etti. Anadolu’dan geçen haçlılar, Suriye’ye vardıkları zaman sayıları oldukça azalmıştı. Ancak İslâm dâvasına ihanet eden Şiî-Fâtımîlerin, sünnî müslümanlara karşı haçlılarla ittifak etmeleri, ayrıca Suriye emirleri arasındaki emniyetsizlik ve rekabetler, Tutuş’un oğlu Dukak ile birlikte Suriye kuvvetlerinin haber vermeden çekilmesi, Frenklerin taarruza geçerek, Türkleri bozguna uğratmalarına sebeb oldu. Netîcede ilerlemeye devam eden haçlılar, Antakya’dan bir sene sonra da Kudüs’ü işgal edip şehirde meskun olan yetmiş bin müslüman ve yahûdiyi hunharca katlettiler.

          Bu arada Gence meliki ve kardeşi Muhammed Tapar, Berkyaruk’a saltanat iddiasıyla isyan etti. Berkyaruk, 1100 senesinde Sefîdrûd’da mağlûb olmasına rağmen, Muhammed Tapar’ı arka arkaya dört defa bozguna uğrattı. Ahlat’a sığınan Muhammed Tapar, buranın hükümdarı Sülemen’i ve Ani emîri Menuçehr’i hizmetine alarak yeniden savaşa hazırlandı ise de, Sultan Berkyaruk çok kan aktığını, memleketin harap, emir ve askerlerin yorgun olduğunu, hazînenin boş kaldığını, vergilerin tahsil edilemez bir hâle geldiğini ve nihayet İslâm düşmanlarına fırsat verildiğini beyân ederek, gönderdiği bir elçi ile, kardeşini barışa ikna etti. Böylece 1104'te Azerbaycan’da Sefîdrûd hudud olmak üzere Kafkasya’dan Suriye’ye kadar bütün vilâyetlerde Muhammed Tapar sultan tanındı. Bağdâd, Rey, Cibâl, Taberistan, Fars, Huzistan, Azerbaycan, Mekke ve Medîne’nin idaresi de Berkyaruk’da kaldı.

          Selçuklu İmparatorluğu iki devlete ayrılmak suretiyle Türkiye ile birlikte üç Selçuklu sultânı ortaya çıktı. Lâkin bu durum çok sürmedi. Çünkü, Berkyaruk hastalıklı olduğu için 1104 senesinde yirmi altı yaşında iken vefat etti. Sultan Berkyaruk, ülkesini düşünen ve milletinin refahı için çalışan bir kimse idi. Ancak kardeş kavgalarının, memleketin birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğu bir döneme rastlaması Berkyaruk’u çok üzdü. Buna rağmen fırsat buldukça haçlı kuvvetleri üzerine asker sevk etmekten ve darbeler vurmaktan geri kalmadı.

          Berkyaruk’un vefatıyla oğlu Melikşâh ile Muhammed Tapar saltanat mücâdelesine başladılar. Muhammed Tapar, Bağdâd üzerine yürüyerek fazla zorluk çekmeden 1105'te tek başına sultan oldu. Önce kendisine karşı isyan eden amcasının oğlu Mengübars hâdisesini bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır karışıklık çıkaran, anarşiyi tahrik eden bâtınîlere karşı mücâdele etti. 1107’de bâtınîlerin merkezi olan Alamut kalesi kuşatıldı ve çok sayıda bâtınî öldürüldü. Selçuklular arasındaki karışıklıklardan istifâde eden haçlılar, Birinci Haçlı Seferi sonunda Suriye’de haçlı devletleri kurmaya başladılar. Sultan Muhammed Tapar, bunların üzerine ordular gönderdi ise de, kumandanlar arasında tam anlaşma sağlanamadığından kesin sonuca gidilemedi. Sefer kumandanı Emir Mevdud, Şam Emevî Camii'nde bir bâtınî tarafından öldürüldü. Sultan, haçlılara karşı Aksungur'u kumandanlığa getirdi. Bu arada kardeşi Sencer’i Suriye ve Horasan’daki bâtınîlere karşı mücâdele etmekle vazifelendirdi. Alamut üzerine de bir ordu gönderdi. Sultan Muhammed Tapar’ın 1118’de vefatı sebebiyle bu fesad ocağı ortadan kaldırılamadı. Sultan Muhammed Tapar, ilim ve îmar işleri ile de uğraşma fırsatı buldu. İsfehan’da yaptırdığı medresenin bahçesine defn edildi. İleri gelen devlet adamları, Muhammed Tapar’ın henüz küçük yaştaki oğlu Mahmûd’u tahta geçirdilerse de, Melikşâh’ın oğlu ve Horasan meliki olan Sencer, yeğeni Mahmûd’un sultanlığını kabul etmeyerek, saltanat iddiasında bulundu. 14 Ağustos 1119 târihinde yapılan Save savaşını kazanarak sultanlığını îlân eden Sencer, yeğenine evlâd muamelesi yaptı ve kendi hâkimiyetini tanımak şartı ile Rey hâriç, batı ülkelerinin hâkimiyetini ona bıraktı (Bkz. Irak Selçukluları). Sultan Sencer, batı işlerinden çok doğu ile uğraştı. Gaznelilerle savaştı. Karahanlıları kendisine bağladı. Zamanı, Selçukluların son parlak devri idi. Bu arada Selçuklu Devleti’ni iki büyük tehlike tehdid ediyordu. Bunlardan birisi batıdan Anadolu ve Suriye’ye saldırmakta olan haçlılar, diğeri doğudan gelen ve devletin doğu sınırlarını zorlayan Karahitaylar idi. Sultan yalnız bu ikinci tehlike ile uğraştı. Doğu Karahanlılar Devleti’ni yıkarak Seyhun boylarını zorlayan Karahitaylarla çarpışan Sencer, onlarla 10 Eylül 1141 senesinde yaptığı Katvan meydan muharebesini kaybetti. Bu muharebeden sonra Seyhun nehrine kadar olan topraklar Karahitayların eline geçti. Katvan meydan muhârebesiyle Büyük Selçuklu Devleti târihinde yeni bir devir başladı ve Selçuklu ülkesi müslüman olmayan Türk ve Moğol birliklerinin istilâsına uğradı.

          Sultan Sencer’in bu mağlûbiyetinden istifâde etmek istiyen Gûr hükümdarı Alâeddîn Hüseyn, yıllık vergiyi vermemek, sultanlık peşinde koşmak gibi davranışlarla Sencer’e olan tâbiliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Zâten sınırlarını fazla genişletmesi, bölgenin kuvvet dengesini bozmakta ve bu durum Sultan Sencer’i endişeye düşürmekte idi. Büyük kuvvetlere sâhib olan Gûrlular üzerine yürüyen Sultan Sencer, Haziran 1152’de yaptığı muharebede Gûr ordusunu mağlûb ederek Katvan’da kaybedilen itibârı yeniden sağladı.

          Melikşah'tan sonra sırasıyla başa geçen I. Mahmud (1092-1094), Berkyaruk (1094-1105), Müizzeddin Melikşah (1105-1105) ve Mehmed Tapar (1105-1118) dönemlerinde Büyük Selçuklu Devleti gücünü ve eyaletlerdeki merkezi denetimini giderek yitirdi. 1118'de tahta çıkan Ahmed Sencer’in ülke topraklarını yeniden birleştirme çabası da başarılı olduysa da devlet hiçbir zaman Melikşah dönemindeki sınırlarına ve otoritesine kavuşamadı. 1128 yılında Doğudaki Doğu ve Batı Karahanlı Devletine boyun eğdiren Karahitaylar Büyük Selçuklu Devleti ile komşu oldular ve Selçuklulara baskı yaratmaya başladılar. 1141 yılında Karahitay ve Selçuklu orduları arasındaki Katvan Savaşı'nda yenilgiye uğrayan Büyük Selçuklu Devleti hızlı bir dağılma sürecine girdi. Karahitayların devletin en verimli toprakları olan Maveraünnehir'i işgal etmeleri Büyük Selçuklu Devleti'nin ekonomisini ve ordusunu iyice sıkıntıya soktu. Sultan Sencer, giderek artan ekonomik buhran nedeniyle ayaklanan göçebe Oğuzlara 1153'te tutsak düştü. İki yıl sonra kaçarak kurtulduysa da ülkede iktidarını yeniden sağlayamadan 1157’de öldü. Büyük Selçuklu Devleti böylece sona erdi. Bu tarihten sonra Büyük Selçukluların toprakları büyük ölçüde Harzemşahların denetimi altına girdi.

          Hanedan üyeleri yönettikleri bölgelerde bağımsız davranmaya başladılar. Daha önce bağımsızlıklarını ilan etmiş olan Selçuklu hanedanın kurduğu devletlerden yalnızca Anadolu Selçuklu Devleti, yüz yılı aşkın bir süre daha ayakta kalabildi. Ayrıca devletin gerilemesinin sebepleri arasında Haçlı SeferleriFâtımîler ile olan çatışmalar, Hasan Sabbah'ın Bâtınîlik propogandaları ve Oğuz boylarının ayaklanmaları sayılabilir. Bunun sonucunda ise Abbâsî halifeleri Selçuklu egemenliğinden kurtulmak için bir takım çalışmalar yürütmüştür. Bunlar Selçuklu Devleti'nin yıkılmasına neden olan etkenler ve nedenlerdir. Özet olarak Büyük Selçuklu Devleti'nin yıkılma nedenleri olarak aşağıdaki nedenler sayılabilir:

          ·         Merkezi otoritenin zayıflaması

          ·         Taht kavgaları

          ·         Oğuz isyanları

          ·         Haçlı Seferlerinin başlaması

          ·         Atabeylerin bağımsız hareket etmesi

          ·         Abbâsî Halifelerinin Selçuklu egemenliğinden kurtulmak için yürüttüğü bir takım çalışmalar

          ·         Bâtınîlik hareketleri

          ·         Fâtımîler ve Şiîlerin yıpratmaları

          ·         Şehzade ayaklanmaları

          ·         Katvan mağlubiyeti ve Karahitayların istilası

          ·         Kötü yönetim

           

          • Konu 5

            5.         Hafta       Selçuklu Döneminde Kültür Hayatı

            Konular: İmparatorlukta resmi dil meselesi; Türk kültürünün gelişmesi.

            Temel Okumalar:

            -          A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihi’ne Giriş,4 (5). Bölüm;

            -          Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler). Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, 3.Bölüm;

            Tavsiye edilen okumalar:

            -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

            -           Youtube’dan değişik videolar.

            Ders Notları:

            Büyük Selçuklu Devleti’nin örgütlenme biçimi, kendisinden önceki İslam devletlerine benziyordu. Hint-İran devlet anlayışını yansıtan bu örgütlenmede, eski Türk devlet geleneğinin de belirgin etkisi vardı. Eski Türk devlet geleneğinde olduğu gibi, Büyük Selçuklu Devleti’nde de ülke toprakları hanedanın ortak malı sayılıyordu. Bundan dolayı Büyük Selçuklu toprakları eyaletlere bölünmüştü. Eyaletlerin yönetimi de Melik olarak adlandırılan hanedanın erkek üyelerine bırakılmıştı. Tuğrul Bey'den önce boy başkanına Oğuz geleneğine göre Yabgu deniyordu. İslam dininin benimsenmesinden sonra, hükümdarlar İslam devletlerindeki geleneğe uyarak "sultan" unvanı ile anıldılar. Suriye Selçukluları ile Kirman Selçukluları’na Irak Selçukluları da katıldı. Büyük Selçuklu topraklarına göçen yeni Oğuz boyları da iç düzeni büyük ölçüde sarstılar. Bu karışıklık döneminde Harzemşahlar, Büyük Selçuklu toprakların büyük bölümünü ele geçirdiler. Bir süre daha direnen Kirman Selçukluları 1175’te, Irak Selçukluları da 1194’te Oğuzlar ve Harzemşahlar tarafından yıkıldı.

            Başkentte oturan sultan, devletin mutlak egemeniydi. Bütün atamalar ve toprak dağıtımı sultanın buyruğuyla yapılıyordu. Ayrıca sultan yüksek yargı kurullarına da başkanlık ediyordu. Hükümdarların "danışman"ı konumundaki kişiler yönetimde önemli rol oynuyorlardı. Alp Arslan döneminde bu göreve getirilen Nizamülmülk, İslam geleneği uyarınca vezir unvanı aldı ve devlet yönetiminde köklü değişiklikler yaptı. Nizamülmülk, devlet yönetimine ilişkin anlayışını Siyasetname adlı kitabında da anlatmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nde devlet işleri "Divan-ı Âlâ" adı verilen bir kurulda görüşülür ve karara bağlanırdı. Ayrıca maliye, askerlik ve adalet işleriyle uğraşan başka divanlar da vardı. Meliklerin yönetimindeki eyaletlerde de büyük ölçüde merkezdeki örgütlenme örnek alınmıştı.

            1. Divan-ı Âli/ Divan-ı Saltanat: Devlet işlerinin görüşüldüğü divandır. Sultandan sonra en yetkili kişi olan 'Vezir' tarafından yönetilir.

            2. Divan-ı İstifa: Maliye işlerinden sorumludur. Yöneticisi 'Müstevfi'dir.

            3. Divan-ı Arz: Ordunun ikmal ve lojistik desteğini veren divandır. Ayrıca hassa askerlerinin maaşlarını da bu divan öder. Yöneticisi 'Arız'dır.

            4. Divan-ı İnşa: İç ve dış yazışmalardan sorumludur. Yöneticisi Tuğrai'dir.

            5. Divan-ı İşraf: Devletin idari ve mali işlerini denetlerdi. Yöneticisi 'Müşrif'tir.

            6. Niyabet-i Saltanat: Hükümdar başkentte yokken devleti idare eden divandır. Başında 'Naib' bulunur.

            Büyük Selçuklu ülkesinde tarım yapılan topraklar ikta denen bölümlere ayrılmıştı ve iktalar hizmet karşılığında belirli süre için ileri gelenlere veriliyordu. Bu usulle verilen topraklar hasikta ve haraci olarak üçe ayrılıyordu. Has toprakların geliri doğrudan sultan ailesine veriliyordu. İkta sahipleri ise, toprakları işleme karşılığında belli sayıda asker besliyor ve savaş zamanlarında orduya katılıyorlardı. Haraci olarak adlandırılan toprakların geliri de doğrudan devlet hazinesine aktarılıyordu.

            Alp Arslan dönemine kadar beylere bağlı göçebe Türkmenlerden oluşan ordu Nizamülmülk tarafından yeniden yapılandırıldı. Nizamülmülk, aylıklı askerlerden oluşan sürekli bir ordu kurdu. Bu aylıklı askerlere "gulam" deniyordu ve bunlar temel olarak başkentte iktidarı korumakla görevliydi. Savaş sırasında asıl ordu ise ikta sahiplerinin yönetimindeki atlı askerlerden oluşurdu. Ayrıca bağlı devletler de savaş zamanlarında sultanın ordusuna asker gönderiyorlardı. Melikşah döneminde orduda 50 bin kadar atlı asker olduğu bilinmektedir.Kısa bir not Türkler yani Selçuklular orduyla iç içe bir toplum oldukları için onlara 'ordu millet' denirdi.

            Büyük Selçuklu Devleti'ndeki Oğuz boyları ve başka bazı topluluklar göçebeydiler. Oğuz boylarının başında bir bey bulunuyordu. Bu göçebe topluluklar geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlardı ve otlak bulmak için de mevsimlere göre yer değiştiriyorlardı. Devlet göçebe topluluklardan otlak vergisi alıyordu. Yerleşik nüfus ise çiftçilik, zanaatçılık ve ticaretle uğraşıyordu. Kentlerdeki tüccar ve esnaf, işkollarına göre loncalar biçiminde örgütlenmişti. Merkezi devlette görevli memurlar ile sürekli ordudaki askerler maaş alıyorlardı.

            Büyük Selçuklular, kendilerinden önce var olan medreselerde öğretimi sürdürdüler, ama bununla yetinmediler. Vezir Nizamülmülk’ün öncülüğünde ve onun adını taşıyan yeni medreseler kurdular. Nizamiye medreselerinin ilki 1067’de Bağdat'ta açıldı. Daha sonra İsfahanReyMerv(selçukluların başkenti), BelhHeratBasraMusul gibi kentlerde yeni Nizamiye medreseleri kuruldu. Medrese sisteminde programlı ve belli bir yönteme dayanan eğitim ilk kez bu medreselerde verildi. Medreselerde din konularının yanı sıra matematik, felsefe, dil ve edebiyat gibi dersler de okutuluyordu ve medreselerde zengin kitaplıklar vardı. Medreselerin dışında da ülkenin çeşitli yerlerinde kurulmuş kitaplıklar bulunuyordu. Melikşah döneminde önce Isfahan'da, sonra Bağdat'ta birer gözlemevi kuruldu. Büyük Selçuklular Arapça'yı din ve bilim dili, Farsça'yı edebiyat ve devlet dili, Türkçeyi ise saray ve orduda günlük konuşma dili olarak kullanıyorlardı.

            Büyük Selçuklular, var olan kentleri bayındır hale getirirken yeni kentler de kurdular. Ülkenin pek çok yerinde yeni kurumlar ve yapılar inşa ettiler. Bunlar camimedresekervansaray, hastane, köprü, çeşme, imarethan, hamam, türbe ve kümbet gibi yapılardı.

            Büyük Selçuklular, ince ve uzun minarelerle cami mimarisine yeni bir anlayış getirdiler. İsfahan'daki Mescid-i Cuma bu anlayışla yapılmış en eski örnektir. Büyük Selçuklu anıtmezarları olan kümbetler de yaygın mimari yapılardır. Kümbetler içten kubbe, dıştan ise piramit ya da konik bir çatıyla örtülüyordu. Dört köşeli, çok köşeli ya da yuvarlak formdaki Büyük Selçuklu kümbetleri genellikle iki katlı olarak yapılıyordu. Bu kümbetlerin alt kat mezar, üst kat ise mescit olarak kullanılıyordu.

            Büyük Selçuklu sanatında hat (yazı), minyatürahşap ve taş oymacılığıçinicilikmaden işlemecilt ve çeşitli süsleme sanatları da gelişmişti. Zamanla yayıldığı bölgelerdeki Farsi kültürü benimsediği yönünde görüşler de vardır.

             

             

            • Konu 6

              6.         Hafta      Osmanlı İmparatorluğu ve Oğuzlar

              Konular: Oğuz boylarının Anadolu’da yerleşmesi; Hıristiyan kavimleri ve kültürlerinin kaderi; Arap ve İran/Fars kültürünün etkisi.

              Temel Okumalar:

              -           Türk Dünyası El Kitabı, Birinci Cilt, 10. Bölüm;

              -          A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihi’ne Giriş,5 (1-3). Bölüm;

              -           İlhan Şahin, Anadolu’da Oğuzlar, Türk Tarihi, https://www.altayli.net/anadoluda-oguzlar.html

              Tavsiye edilen okumalar:

              -           Wikipedia’dan uygun makaleler;                                                                         

              -           Youtube’dan değişik videolar.

              Ders Notları:

              Orta Asya’nın steplerinden kitleler halinde gelen Türkmenler için Anadolu, hem yerleşik hem de hayvancılığa bağlı göçebe hayat tarzını yaşamaya elverişli bir bölge idi. Böyle olmakla beraber, tarihî bakımdan Anadolu’da göçebeliğin çok eskilere gittiğini söylemek çok güçtür. Nitekim Klâsik Antik Çağ’da ve Bizans Dönemi’nde gerçek manada burada göçebe bir hayat tarzı yaşayanların olmadığı anlaşılıyor. Bu bakımdan Anadolu’nun esas olarak göçebe hayat yaşayanlarla tanışması, bu Türkmen göçleri ile olmuştur. Son zamanlarda özellikle XV. ve XVI. yüzyıl Osmanlı kaynaklarına dayanılarak Anadolu’nun muhtelif bölgelerinin toponomisi üzerine yapılan çalışmalar, bu göçler esnasında müstahkem kale hüviyetinde olan şehir ve kasabaların dışındaki kırsal kesimin, alabildiğine boş olduğunu gösteriyor. Türkmenler için kırsal kesimi alabildiğine boş olan Anadolu, başlangıçta şüphesiz yabancı bir bölge idi. Ancak yaşadıkları hayat tarzının da icabı olarak ilk gelişlerini müteakip Anadolu’da Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından kurulan ilk Türk devleti ile Orta ve Doğu Anadolu’nun fethinde önemli roller oynayan Türkmen beylerinin kurduğu Danişmendliler, Mengücükler, Artuklular, Ahlat Şahlar, Saltuklular ve hatta Türkiye Selçuklu Devleti dönemlerinde kısa sürede bölgeyi tanımaya başladıklarını düşünmek mümkündür. Türkmen Beylikleri ve güneyde Osmanlı Devleti ile bir nüfuz mücadelesine giren Memlük Devleti Dönemi, artık göçebelerin coğrafî dağılımları ile yaylak-kışlak mahallerinin bilindiği ve şekillendiği bir dönem olmalıdır. Esasında Anadolu’da kurulan devletlerin birçoğunun doğrudan doğruya Türkmen boyuna mensup bir hanedan tarafından kurulduğunun bilinmesi, onların bölgenin fethinde oynadıkları rolleri göstermesi bakımından önemlidir.

               

              1071 Malazgirt Savaşı’nı takip eden yıllarda başlayan ve aralıklarla 14. yüzyıla kadar devam eden göçler sonunda Anadolu’ya tahminlerin de üzerinde Türkmen gelmiş olmalıdır. Ancak bu döneme ait kaynakların kifayetsizliği yüzünden bunların nüfuslarına dair bir bilgi vermek mümkün olamamaktadır. Bununla birlikte bazı kaynaklarda bunların yoğunlaştığı bölgeler üzerine az da olsa bilgilere rastlanmaktadır. Nitekim 12. yüzyılın ortalarına ait bir Latin kaynağı, Denizli bölgesi ile Isparta bölgesindeki göçebelerin 100.000 çadır civarında olduğunu vermektedir. Coğrafyacı İbn Sa‘îd ise 13. yüzyılın sonlarında Denizli bölgesinde 200.000, Bolu bölgesinde 30.000 ve Kastamonu bölgesinde 100.000 çadır göçebe halkın yaşadığını yazmaktadır. Yine bu dönemlerde Suriye bölgesinde 40.000 çadır göçebe halkın yaşadığı dikkati çekmektedir.

               

              Bu bilgilerin yanı sıra, Anadolu’nun toponomisi ile ilgili yer adları, bahis konusu Türkmenlerin coğrafî bakımdan bulundukları bölgelerin tespitine yardımcı olmaktadır. Bu adların, göçebelerin bilahere birçoğunun meskûn bir hale geldiği yer olan ve Anadolu’nun güney ve kuzey kısmında batıdan doğuya doğru uzanan Toros ve Karadeniz Dağlarının iç eteklerinde geniş bir bölgede yoğunlaştığı görülüyor. Yoğunlaşılan bölgeler, kuzeyde daha çok dağ silsilelerinin iç kesimlerinde yer alan Bolu, Kastamonu, Çorum, Tosya, Tokat ovaları ile Ankara bölgesi idi. Güneyde, Orta Anadolu steplerinin güney sınırı boyu ile Çukurova ve göller bölgesi idi. Batıda, özellikle Menderes ve Gediz ovalarının bulunduğu geniş bölge idi. Bu bölgelerdeki göçebeler, kışlak olarak daha çok dağların sahil kesimine doğru başlayan geniş ova ve vadileri kullanırken, yaylak olarak Anadolu’nun iç kesimlerine doğru bakan dağların eteklerindeki veya o dağların yayvanlaştığı yerlerdeki yaylaları kullanmakta idiler. Bu bakımdan coğrafî şartlar gereği, bu bölgelerdeki göçebelerin yaylak-kışlak mahalleri arasında uzun sayılabilecek bir mesafe yoktu. Ancak, Anadolu’nun doğusu ve güneydoğusunda durum bundan oldukça farklı idi. Buradaki göçebeler, yaylak dönemlerini genellikle Anadolu’nun orta ve doğusundaki yüksek platolar üzerinde geçirirlerdi. Kışlakları ise daha çok bugünkü Suriye ve Irak bölgesindeki yerler idi.

              Osmanlı döneminde Oğuz yani Türkmen boylarının hangi bölgeleri yurt tuttukları ve coğrafî bakımdan nasıl bir dağılım gösterdikleri, 15. yüzyılda ve özellikle Anadolu’nun bütünlüğünün sağlandığı 16. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra daha detaylı olarak tespit edilebilmektedir. Bu dönemde Anadolu, coğrafî bakımdan yaklaşık olarak bugünkü Türkiye’nin Asya kıtası üzerindeki toprakların tamamını içine almakta idi. Ancak bölgenin tamamının Osmanlı idaresine girmesi ve Osmanlı coğrafyasının bir parçası haline gelmesi, oldukça uzun süren mücadeleler sonunda olmuştu. Daha çok Anadolu’daki diğer Türkmen Beylikleri ile yapılan bu mücadeleler, Timur’la l402’de yapılan Ankara Savaşı’ndan sonra bir ara duraklama ve gerileme dönemine girmişti. Bu dönem, 1413 yılında Çelebi Mehmed’in tahta geçmesiyle birlikte sona erince, Anadolu’nun hem coğrafî hem de siyasî bakımdan bütünlüğünü sağlama mücadeleleri yeniden başladı. Bu mücadeleler, 100 yıldan fazla devam etti. Ancak 16. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’nun tamamı Osmanlı idaresine girdi. Böylece Anadolu coğrafî bir bütünlüğe kavuştu.

              Anadolu’da Türkmen boylarına mensup olan göçebe grupları, sadece o Türkmen boyunun adını taşıyanlar olarak düşünmemek lazımdır. Eğer bir boyu çınar ağacına benzetecek olursak, bu çınar ağacının gövdesi, şüphesiz boyun kendisi idi. Bu gövdenin üzerindeki dallar veya budaklar ise, boyun alt birimleri idi. Diğer bir ifade ile her boy, kendisine mensup olan gruplara veya birimlere sahipti. Erken dönemlerde boyu teşkil eden birimlerin sayıca çok fazla olduğu şeklinde bir düşünceye sahip olmamak lazımdır. Ancak bu boyların, Anadolu’ya geldikten sonraki süreç içinde daha fazla alt birimlere ayrılmaya başladığını ve hatta aynı boya bağlı birimler arasında zamanla asıl boy adı unutularak alt birim adlarının ön plana çıktığını belirtmek icap etmektedir. Bunun böyle olmasında şüphesiz önemli bazı faktörler rol oynamıştır. Bu faktörlerin başında, Anadolu’daki Moğol nüfuz ve baskısını, boylar halinde yaşayan grupların nüfusunun giderek artmasını, buna paralel olarak yaylak ve kışlak mahallerinin kifayet etmemesini söyleyebiliriz. Ayrıca bu alt birimlere ayrılmada, Osmanlı öncesinde ve Osmanlı döneminde, yerleşikler gibi bunların da idarî ve mâlî bir organizasyon içine alınmasının da önemli bir rol oynadığını hesaba katmak lazımdır.

              Anadolu’ya gelen Türkmenler, Osmanlı döneminde “Türkmen” adı ile bilinmenin yanında, “Yürük” veya “Yörük” umumî adıyla da bilinmekteydiler. Onlar için Anadolu’da ortaya çıkan “Yürük” tabiri, “yürümek” fiilinden türetilen ve “yürü” veya “yörü”nün sonuna gelen “k” eki ile elde edilen bir kelimedir. Osmanlı arşiv kaynaklarında Türkmen adının daha çok Anadolu’nun orta ve doğu bölgesinde, “Yürük” adının ise çoğunlukla Anadolu’nun batı bölgesindeki göçebeler için kullanıldığı görülmektedir. Bununla birlikte coğrafî saha itibariyle bu iki tabiri birbirinden kesin çizgileriyle ayırmak güçtür. Zira bu tabirler, aynı bölgede, aynı göçebe grubunu ifade etmek için zaman zaman birbirinin yerine kullanılmaktaydı. Bunun yanında onlar için yaşadıkları hayat tarzının da bir ifadesi olarak “konar- göçer”, “göçer-evli”, “göçerler” ve “göçebe” gibi tabirler de kullanılmaktaydı.

               

              Osmanlı döneminde Türkmen veya Yürükler, yerleşikler gibi idarî ve mâlî bir organizasyon içinde idiler. Bu idarî ve mâlî organizasyon içindeki büyük gruplar, Boz-ulus Türkmenleri, Yeni-il Türkmenleri, Halep Türkmenleri, Şam Türkmenleri, Dulkadırlı Türkmenleri, Danişmendli Türkmenleri, Esb-Keşân (At-Çeken), Kara-ulus, Ulu Yürük, Ankara Yürükleri, Bolu Yürükleri gibi hususî adlarla bilinmekteydiler. Bu adların onlara genellikle merkezî idare veya merkezî idarenin bürokratları tarafından verildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu isimlerin onlara gelişigüzel bir şekilde verilmediği dikkati çekmektedir. Bu hususta özellikle coğrafî saha olarak yaşadıkları bölgeler ile Osmanlı döneminden önce mensup oldukları Türkmen beyliklerinin isimleri müessir olmuştur. Bunun yanında Osmanlılardan önceki idarî ve sosyal teşkilatın izlerini taşıyan “il” veya “ulus” gibi tabirler de bu gibi isimlendirmelerde rol oynamıştır. Büyük grupların dışında kalan münferit veya daha küçük göçebe grupları ise, hangi eyaletin veya sancağın dahilinde bulunuyorsa, idarî ve mâlî bakımdan o eyalet veya sancağa bağlı idiler.

              Bu şekilde idarî ve mâlî bir organizasyon içinde bulunan Türkmen veya Yürük grupları arasında şüphesiz an’anevî boy yapısını devam ettirenler de vardı. Ancak bu an’anevî boy yapılarının giderek özelliğini kaybetmeye başladığı ve daha önce bahsedildiği gibi boyun alt birimlerini teşkil eden veya onun içinden çıkan birimlerin, büyük gruplar içinde daha fazla ön plana çıktığı görülmektedir. Osmanlı arşivlerinde bu şekilde ortaya çıkan ve sayıları binlere ve hatta on binlere varan birimleri görebilmek mümkündür. Bu şekilde ortaya çıkan birimler genellikle muayyen sayıdaki insan topluluğunu ifade eden “cemaat”, “oymak”, “mahalle”, “tîr”, “bölük”, “oba”, tâbi‘”, “taallukat” gibi adlarla bilinirdi.

              Bu adla bilinen her birim “X Cemaati”, “X Oymağı”, “X Mahallesi” gibi mutlaka hususî bir ad taşırdı. Bu ad Kayı, Bayat, Döğer, Avşar, Beğdili, Eymir gibi onların asıl mensup oldukları boyun adını taşıyabilirdi. Keza bu ad, Osmanlı döneminde en yaygın isimlendirme olarak gözüken Ali Koca-lu, Bayram-lu, Beçi-lü, Cengiz-lü, Çakır-lu, Gündüz-lü, Güzel Han-lu, İlyas-lu, İne Koca-lu, Kara İsa-lu, Köpek-li, Müslim Hacıl-lu, Nusret-lü, Pehluvan-lu, Sarsal-lu, Süleyman-lu, Yaban-lu, Yunus-lu örneklerinde olduğu gibi onların idarecisi veya ceddinin adı olabilirdi. Bunun yanında meslekî faaliyetleri ve mükellefiyetleri ile yaşadıkları bölge ve sairenin de adlarını alanlar olurdu.

               

              Bu gibi hususî ad taşıyan her birim, birbirleriyle uzaktan veya yakından akraba olan ve bu bakımdan birbirlerini çok iyi tanıyan hane veya ailelerden meydana gelmekteydi. Her birimin hane veya aile sayısı 5 ilâ 100 hane arasında ve hatta daha fazla olabilirdi. Her birimin başında ise çoğu defa idareci olarak “kethuda” unvanı ile bilinen kimseler bulunurdu. İdarî bakımdan kethudası olduğu birimi temsil eden kethudalar, o birimin içinde seçkinleşmiş bir aileye mensup idiler. Genelde kethudalık babadan oğula geçmekle birlikte, onların seçilmesinde ilgili birim ahalisinin ve ileri gelenlerinin önemli bir rolü vardı. Kethuda adayı tespit edildikten sonra o mahallin kadısına durum tescil ettirilir ve kadı da o şahsın tayin edilmesi için merkeze bir arzda bulunurdu.

              Osmanlı döneminde bugünkü Anadolu bölgesine tekabül eden muhtelif eyâlet ve sancaklara ait 15-16. yüzyıl tahrir defterlerine dayanmak suretiyle Türkmen veya Yürük umumi adı altında bilinen teşekkül, grup veya birimler hakkında sıhhatli bilgiler tespit edebilmek mümkün olabilmektedir. Ancak bu tespitlerin, sadece o dönemdeki durumu yansıttığını gözden uzak tutmamak lâzımdır. Daha önce bahsedildiği gibi göçebe grupları, siyasî, sosyal, ekonomik, demografik vs. gibi âmillerin tesiriyle muhtelif gruplara bölünmekte ve asıl gruptan ayrılan grup, yeni bir adla da anılabilmekteydi. Dolayısıyla bu gibi gruplar veya birimler, daha sonraki tahrirlerde veya kayıtlarda yeni adlarıyla yer almaktaydılar. Ayrıca pek çok göçebe grubu, erken dönemlerden itibaren yerleşik hayata geçerek kırsal kesimde köyler teşkil etmesinden ve hatta bazı şehir ile kasabaların sakinleri arasında yer almasından dolayı 15-16. yüzyıla ait Tahrir Defterlerinde göçebe değil, yerleşik unsur olarak kaydedilmişlerdir. Bu şekilde kaydedilen pek çok yerleşim yerinin adından onların esasında göçebe olduklarını istidlâl etmek mümkün olabilmektedir.

               

              15-16. yüzyıl Tahrir Defterlerinde Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde yoğun bir şekilde yürük gruplarının yaşadığı dikkati çekmektedir. Bu durumu, Osmanlı Devleti’nin en olgun dönemi olarak kabul edilen Kanunî döneminde bütün imparatorluğa şâmil olarak yapılan 1530’lara ait icmal mahiyetindeki tahrir defterlerinin Anadolu’ya ait olanlarını esas almak suretiyle tespit etmek mümkündür. Ancak bu tespitler yapılırken bahis konusu tarihten önce veya sonraya ait bazı tahrirleri de nazarı itibara almak icap etmiştir.

              Anadolu’da yürük adıyla bilinen göçebe grupların en yoğun olarak yaşadığı yerlerin başında Batı Anadolu bölgesi gelmekte idi. Bu bölge, Osmanlı döneminden önce, başta Germiyan olmak üzere Karesi, Saruhan, Aydın, Menteşe gibi beyliklerin; Osmanlı döneminde de Anadolu beylerbeyiliğinin hinterlandı durumunda idi. 1530’larda tanzim edilen Anadolu beylerbeyiliğine ait İcmal Defterlerinden anlaşıldığına göre, beylerbeyilik dahilinde, muhtelif adlar altında önemli yürük grupları vardı. Bu grupların bulunduğu yerler arasında ilk dikkati çeken bölge Kütahya’dır. Beylerbeyliğin merkezi de olan Kütühya’da 1530’larda üç büyük yürük grubu vardı. Anadolu beylerbeyinin hâssı olan bu gruplardan birisi Hâssa Yürükleri adıyla bilinmekteydi. Daha çok Selendi ile Taşâbâd taraflarında perakende bir durumda olduğu anlaşılan bu grup adını şüphesiz hâs reâyası olmasından dolayı almaktaydı. Onların böyle bir adla bilinmesi, Germiyanoğulları Dönemi’nde beyliğin merkezi ile yakın bir siyasî ve ekonomik bağ içinde olabileceğini düşündürmektedir. Diğer gruplardan toplam 42 cemaati olanı Bozguş, yine 42 cemaati olanı Kılcan ve 40 cemaati olanı ise Akkeçili adıyla bilinmekteydi. Bazı grupları Osman-ili taraflarında perakende halde yaşayan Bozguş’un, esasında Germiyanlı toplulukları içinde Selçuklu Sultanı Mesud’a karşı savaşan Bozguş Bahadır ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.

               

              Lazkiye’de (Denizli) ise Kayı, Seyyid Vefâ ve Çobanlar adıyla bilinen üç önemli yürük grubu karşımıza çıkmaktadır. Bu üç grubun bir arada ve aynı bölgede kaydedilmesini, onların daha önceki dönemlerde bir arada bulunmasının işareti olarak düşünmek mümkündür. Bunlardan Kayı’ya mensup olanlar 27 köy ve 8 cemaat halinde yaşamaktaydılar. Bu durum artık onların yerleşik bir hale geldiğini gösterir. Bu köy ve cemaat ahalisi arasında, muhtemelen onların geçmişteki statülerinin izini yansıtan “sipahizade” ve “abdal” gibi kimselerin mevcudiyeti dikkati çekmektedir. 193 hane, 10 mücerred, 1 muhassıl nüfusa sahip olan ve mensupları arasında dervişler de bulunan Seyyid Vefâ Yürükleri, Seyyid Velâyet bin Seyyid Ahmed bin Seyyid el-Vefâ’ya bağlı idiler. Bu adı taşıyan bir yürük grubunun, Kayı ile aynı coğrafî mekânda olması, oldukça ilginçtir. Bilindiği gibi son zamanlarda yapılan çalışmalar, Şeyh Edebalı’nın Vefâî olduğunu göstermektedir. Onların, arşiv kayıtlarında Kayı ile birlikte aynı bölgede gözükmesi, geçmişte bir arada olmalarının tezahürü olmalıdır. Çobanlar grubuna gelince: Bunlar birisi Alaşehir’de olmak üzere toplam 8 adet cemaate sahipti. Bu Çobanlar grubunun, Osman Gazi’nin Bizans’a karşı akınlarda bulunduğu erken dönemlerde, himayesinde bulunduğu Çobanoğullarının içinden çıkan bir grup olduğunu düşünmek mümkündür.

               

              Kütahya’nın Şeyhli kazasında muhtemelen bulundukları yerler Bursa’ya kadar uzandığından dolayı Bursa Yörükleri adlı bir grup bulunmaktaydı. Bu kaza dahilinde yer alan Palamut Yaylası, muhtemelen yürüklerin yaylak yerlerinden birisi idi. Uşak’da ise Akkoyunlu Yürükleri adıyla bilinen ve 19 adet cemaatten meydana gelen önemli bir yürük grubu vardı. Bu grubun Akkoyunlu adı ile bilinmesi ve büyük bir teşekkül olması, Akkoyunlular ile bir ilişkisinin olabileceğini oldukça muhtemel kılmaktadır. Uşak’ta ayrıca, sayıca çok fazla olmayan muhtelif cemaat grupları arasında Oğuz boyunun adını taşıyan Avşar ve Alayundlu adıyla bilinenlere de tesadüf edilmektedir. Bahis konusu bölgelerin dışında Honaz, Küre, Selendi, Kula ve Homa’daki yürüklerin artık yerleşik veya yarı yerleşik bir hale geldikleri tespit edilebilmektedir.

               

              Afyon (Karahisâr-ı Sâhib), daha ziyade dışarıdan gelen muhtelif yürük gruplarının yaylak mahallerinin olduğu bir bölge olarak dikkati çekmektedir. Böyle olmakla birlikte, Sandıklı ve Bolvadin kazalarında, pek çoğu dağınık bir halde bulunan ve muhtelif köylere yerleşen bazı yürük gruplarına rastlanmaktadır. Bu arada Sultanönü sancağına bağlı Seydigazi’de 13 adet cemaat grubu mevcuttu. Bunlar İnönü Kalesi mustahfızlarının reayası idiler. Burada fazla bir cemaat grubunun olmaması, muhtemelen yerleşme sürecinin erken dönemlerde tamamlanması ile ilgili olmalıdır. Hamid’in (Isparta) daha ziyade Gölhisar ve Eğridir bölgelerinde yürük grupları vardı. Gölhisar’dakiler toplam 20, Eğridir’de bulunanlar ise toplam 19 adet cemaat veya bölüğe ayrılmışlardı. Buradaki “bölük” tabiri, esasında Moğolca bir kelime idi. Onların burada bu adla bilinmesi, Moğol nüfuzunun Orta Anadolu’da daha hakim olduğu yerlerden buraya göç etmiş olabileceklerini ister istemez hatıra getirmektedir.

               

              Yürüklerin Anadolu’nun Batı Karadeniz bölgesine doğru en kesif olarak yaşadıkları yerlerin başında Bolu gelmekteydi. Bu bölgedeki yürükler, 1515’de toplam 21 adet cemaate sahipti. Bu cemaatlerden ikisi, belki de Horosan içlerinden gelmelerinin bir yansıması olarak Horosanlı adı ile bilinmekteydiler. Bazı cemaatlerin kışlak mahalleri Tefenni, Ereğli, Ulus ile Taraklıborlu’nun (Safranbolu) güneyindeki Viranşehir bölgesi idi. Bazıları ise Düzce bölgesini içine alan Konurpa ile Devrek ve Mengen arasındaki Hızırbey-ili’nde yerleşik bir hale geçmişlerdi. Tarakcılu adı ile bilinen diğer önemli bir cemaatin ise Taraklıborlu merkezinin ya da bölgesinin iskânında önemli bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. Bolu bölgesindeki yörüklerin önemli bir nüfus kesâfetine sahip olması, onların XVI. yüzyıl sonlarına doğru idarî bakımdan bir kaza haline getirilmesini icap ettirmiştir. Daha sonra bu kaza dahilindeki yürüklerin iki kaza halinde teşkilatlandırıldıkları dikkati çekmektedir. Bunlardan birisi “İfrâz-ı Yürükân-ı Bolu”, diğeri ise “Yürükân-ı Taraklu” yani “Taraklu Yürükleri” idi. Kazaya Yürükân-ı Taraklu adının verilmesi daha önce bahsedilen Tarakcılu cemaati mensuplarının, kazanın asıl nüvesini teşkil etmesinden ileri gelmekte idi. Bolu’nun yanı sıra Kastamonu bölgesinde önemli bir yürük grubuna rastlanılmaması oldukça şaşırtıcıdır. Bu durum onların Osmanlı Beyliği’nin kuruluşuna paralel olarak Batı uç bölgesine doğru göç etmesiyle alâkalı olmalıdır. Tabii olarak bunda erken dönemdeki yerleşmeleri de hesaba katmak lazımdır. Koca-ili bölgesinde yürük grubuna rastlanmaması ise, hem erken dönemlerdeki yerleşmelerde hem de bölgenin coğrafî şartlarında aranmalıdır.

               

              Söğüt gelmekte idi. Osmanlıların tarih sahnesine çıktığı bu havalideki yürükler, 1530’larda iki grup halinde bulunmaktaydılar. Sultan Murad vakfı reayası olarak kaydedilen bu gruplardan birisi 556 hane, 983 mücerred, 1 imam ve diğeri 12 hane, 12 mücerred vergi nüfusuna sahipti. Bunların müteferrik olarak kaydedilmesi, muhtelif yerlerde dağınık ve yerleşik bir hale geldiklerinin işareti olmalıdır. Bu arada Adranos, Kepsud ve Tarhala (Soma) taraflarında bir kısmı sâkin, bir kısmı da müteferrik az sayıda yürük grupları vardı. Bunun yanında Bergama’da 356 hane, 6 mücerred vergi nüfusu olan ve Bergama Yürükleri adıyla bilinen önemli bir yürük grubu mevcuttu. Buradaki bir başka önemli yürük grubunu 333 hane, 120 mücerred vergi nüfusu ile Karacalar teşkil etmekte idi. Karacaların bir diğer önemli grubu, Tarhala’da bulunmakta idi. Ayrıca bazı gruplar hem yürüklük hem de müteferrik olarak bir kısım köylerde yerleşik hayatlarını devam ettirmekte idiler.

               

              Biga Sancağı’nda yürüklerin az sayıda ve daha çok küçük cemaat grupları halinde oldukları dikkati çekmektedir. Bu gruplar arasında Yusuflar adıyla bilinen grubun Babaî adıyla da anılması, onların 1243’deki Babaî İsyanı’nın bastırılmasından sonra Batı Anadolu uç bölgelerine kadar gelen gruplardan birisi olabileceklerini hatıra getirmektedir. Biga’ya bağlı Çan kazasındaki bazı gruplar Söğüdlü adıyla bilinmekte idiler. Bu durum, onların esasında Söğüd bölgesinden geldiklerine bir işaret olmalıdır.

               

              Balıkesir Sancağı’nın merkez kazası dahilinde iki büyük yürük grubu vardı. Bu iki grubun da vergilerini belli bir rakam üzerinden vermelerinden dolayı, bürokratik yazışmalara Mukataa Yürükleri adıyla geçtikleri anlaşılıyor. Bunlardan 1450 hane, 485 vergi nüfusu olanı Emir Gazi; 460 hane, 182 mücerred vergi nüfusu olan ise Medine vakfının reayası idiler. Balıkesir’e bağlı Bigadiç’de de önemli bir yürük grubunun varlığı dikkati çekmektedir. Bu grup, Sındırgı bölgesinde bulunmasından dolayı Sındırgı Yürükleri adı ile bilinmekte idi. Balıkesir’de bir diğer önemli yörük grubu ise İvrindi kazasında idi. Bunlar Osmanlı timar sisteminin bir yansıması olan zeamet adlı idarî bir bölgede bulunmalarından dolayı İvrindi Zeameti Yürükleri adıyla bilinmekte idiler. Bunun dışında İvrindi’ye bağlı Giresin (Savaştepe) ile Ayazmend ve Manyas kazalarında da bazı yürük gruplarına tesadüf edilmektedir.

               

              Osmanlılardan önce Saruhanoğullarının merkezi, Osmanlı döneminde ise uzun süre Şehzade Sancağı durumunda olan Manisa dahilinde de önemli yürük gruplarının varlığı tespit edilmektedir. Bunlardan birisi “Ellici” adıyla bilinmekte idi. 42 cemaat biriminden ve 5311 vergi hanesinden meydana gelen bu grup, her elli haneden bir haneyi hizmete göndermelerinden yani devlete karşı mükellefiyet altına girmelerinden dolayı bu adı almışlardı. Diğer grup Mukataa Yürükleri adı ile bilinmekte idi. Vergilerini toplam bir meblağ üzerinden veren ve 3664 vergi hanesi olan bu grup, başta Manisa olmak üzere, Güzelcehisar, Tarhaniyat (Menemen), Nif, Ilıca, Adala, Demirci, Gördes, Kayacık, Akhisar, Gördek, Marmara ve Gelendos’a kadar yayılmışlardı. Diğer önemli bir grup ise Karacıyan ve Buğurcıyan adıyla bilinmekte idi. Bu iki grup beraber mukataaya verildiği için birlikte kaydedilmişlerdi. Bu gruptan Karacıyan’ın esasında Aydın bölgesinde bulunan Karacakoyunlu Yürüklerinin bir parçası olduğu anlaşılıyor. Buğurcıyan adı ile bilinenler ise deve yetiştirmekle şöhret bulmalarından dolayı bu adı almışlardı.[38] 735 vergi hanesi olan Karacıyan ve Buğurcıyan grubu, Manisa, Güzelhisar, Tire, Akhisar, Marmara ve Gördek bölgelerinde bulunmakta idiler. Manisa kazası dahilindeki bu yürük gruplarından başka, en fazla yürük gruplarının bulunduğu bölge Adala ve Demirci idi. Adala’daki yürük grupları Mendehorya ve Menye adlarıyla bilinmekte idiler. Bunlar bu isimleri bulundukları yerlere istinaden almışlardı. Demirci bölgesindeki yürükler, toplam 2050 nefer vergi nüfusuna ve 120 adet cemaate sahipti. Demirci Yürükleri, başta Demirci olmak üzere Germiyan, Kula, Selendi, Borlu, Adala, Aydın, Yengi, Manisa ve Marmara’ya kadar yayılmışlardı. Bu arada sancak dahilindeki Güzelhisar, Gördes ve Kayacık’dan da bazı yürük grupları vardı. Ancak bunların küçük ve perakende gruplar halinde oldukları görülmektedir.

               

              Aydın Sancağı’ndaki en önemli yürük grubu Bayramlu Karacakoyunlusu adıyla bilinmekte idi. Aydın’a bağlı Tire kazası dahilinde bulunan bu grup toplam 56 adet cemaate sahipti. Bunların önemli bir nüfusunun olması, kendilerine müstakil bir kaza statüsü verilmesine sebep olmuştu. İzmir ve Birgi’deki yürükler oldukça perakende bir halde idiler. İzmir’deki bir cemaat, Manavgadiyân adı ile bilinmekte idi. Manavgat adının, bu adla bilinen yürük grubuna istinaden mi, yoksa bunların Manavgat kazası dahilinde olmalarından mı ileri geldiği şimdilik meçhuldür. Güzelhisar kazasında ise iki yürük grubunun varlığı dikkati çekmektedir. Bunlardan birisi Tahtaciyân (Tahtacılar) adıyla bilinmekte idi. 77 nefer vergi nüfusu olan bu grubun, Ayasulug Kalesi’ne her yıl 300 adet tahta vermekle mükellef oldukları ve bunun karşılığında avarız vergisinden muaf tutuldukları kaydedilmiştir. Bu durum Tahtacılar adıyla maruf yürük grubunun meslekî faaliyetlerinden dolayı böyle bir adı aldıklarını göstermesi bakımından önemlidir. Diğer grup ise Alâiyeli adı ile bilinmekte idi. 160 hane, 102 mücerred ve 2 imam vergi nüfusu olan bu grubun, geldikleri yere istinaden bu adla anıldıkları anlaşılmaktadır. Alaşehir kazasında önemli bir nüfus kesafetine sahip olan Yahşi adlı yürük grubunun önemli bir kısmı ise, perakende bir halde bulunmakta idi. Bunların perakende bir durumda olması, artık yarı yerleşik bir hale geçtiklerinin işareti olmalıdır. Bozdoğan kazasında toplam 17 adet cemaat vardı. Ancak bunların pek çoğu Ayasulug kazası dahilinde sâkin bir halde bulunmakta idi. Yenişehir kazasında toplam 24 cemaatten ibaret olan yürük grubu ise kaza dahilindeki muhtelif yerlerde perakende bir halde sâkindiler. Yenişehir’deki bu grubun yazın yaylağa çıktığının ve kışın ise Yenişehir kazası dahilinde kışladığının belirtilmesi, ananevî hayat tarzlarını hâlâ yaşadıklarını göstermektedir. Sart kazasındaki yürük grupları arasında Tatar cemaatlerinin varlığı da dikkati çekiyor. Bunun yanında buradaki bazı grupların, Acem diyarından geldikleri tespit edilebilmektedir.

               

              Osmanlılardan önce Menteşe Beyliği’nin asıl hinterlandı olan Menteşe Sancağı dahilindeki muhtelif bölgelerde, muhtelif adlar altında yürük gruplarının yoğunlaştığı dikkati çekmektedir. Bu yürük grupları Yaylacık, Yatuk Barza, İskender Bey, Kayı, Kızılcakeçilü, Horzum, Bahşı Bey, Kızılca Balkıç (?), Divâne Ali ve Karacakoyunlu adlarıyla bilinmekte idiler.[47] Bu grupların başta Peçin olmak üzere Muğla, Mekri, Milas, Çine, Bozüyük, Balat, Tavas, Ayasulug, Tire, İzmir ve Çeşme’ye kadar yayıldığı anlaşılmaktadır.[48] Burada geçen “Yatuk” tabiri, o grubun büyük ölçüde yerleştiğinin bir işareti olmalıdır. Kayı adlı önemli bir grubun varlığı ise, bu boya mensup olanların, Menteşe bölgesinde de yoğunlaştığını göstermesi bakımından önemlidir. Bu gruplar arasında geçen Horzum ise, XIII. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Anadolu ve Suriye bölgesinde de faaliyet gösteren ve bilahere tarih sahnesinden silinen önemli Türk hanedanından Harizmşahlara (Harezmşah) mensup bazı küçük gruplar olmalıdır. Peçin bölgesindeki bazı grupların, alt birim olarak “cemaat” adı yanında, Farsça “tîr” yani “ok” adı altında kaydedilmeleri oldukça dikkat çekicidir. Bilindiği gibi “ok” tabiri, eski Türklerde insanların zümrelere ve idârî-askerî bakımdan kabilelerin gruplara ayrılmasını ifade ederdi. Bu bakımdan buradaki göçebelerin sosyal ve idarî yapılanmasında kullanılan tîr, Farsça bir kelime olsa da, tarihî bakımdan “ok”un köklerini göstermesi bakımından önemlidir. Menteşe Sancağı’nda çok fazla olmamakla beraber, Çine, Muğla ve Köyceğiz kazalarında da muhtelif yürük grupları vardı. Bunların da önemli bir kısmının “cemaat” ve “tîr” yapılanması içinde oldukları dikkat çekmektedir. Böyle olmakla birlikte birçoğu ya müteferrik ya da yerleşik bir halde bulunmaktaydı.

               

              Teke Sancağı dahilindeki yürük gruplarına gelince: Bunlar daha ziyade Antalya kazasında bulunmakta idiler. Kızılcakeçilü, Mahmadlar, İvacalu adı ile bilinenlerin her biri 20-22 hane arasında değişen vergi nüfusuna sahipti. Çobansa adı ile bilinen grubun vergi nüfusu ise 85 hane, 6 mücerred idi. Burada küçümsenemeyecek bir nüfusu olan Çobansa’nın Çobanoğullarının içinden çıkan bir grup olabileceği ilk anda hatıra geliyor. Bölgede bu gibi küçük grupların yanında Varsak ve Ulu Yürük adı ile bilinen iki önemli yürük grubu vardı.Varsak adı ile bilinenlerin, Karaman vilayeti dahilinde sâkin oldukları görülüyor. Bunların Tarsus bölgesini yurt tutan Varsaklardan olduğu anlaşılıyor. 21 adet cemaati olan Ulu Yürük’ün ise, esasında Sivas-Tokat arasındaki geniş bir bölgeyi kendilerine yurt tutan Ulu Yürük’ün içinden çıkıp geldiklerini söylemek mümkündür. Bunlar içinde Gencelü adı ile bilinenlerin muhtelif gruplara ayrıldığı dikkati çekiyor. Bundan başka Teke Sancağı’nın Karahisar nahiyesinde ise, 14 adet cemaati olan Serik Yürükleri mevcuttu.

               

              Anadolu eyaleti içinde en yoğun göçebe grubunun yaşadığı bir diğer bölge Ankara idi. Ankara bölgesinde beş önemli yürük grubunun varlığı göze çarpmaktadır. Bunlar Kasaba, Haymana, Karalar, Tâceddinlü ve Ulu Yürük adı ile bilinmekteydiler. Bu gruplardan her birinin “tavâif” yani “boylar” sosyal yapılanması içinde zikredilmesi, onların bölgedeki bulunmalarının kadimliğini gösterse gerektir. Kasaba Yürükleri toplam 55, Haymana Yürükleri 325, Karalar ile Taceddinlü Yürükleri 5’er ve Ulu Yürük ise 33 adet cemaatten müteşekkildi. Bu gruplar arasında yer alan Haymana, başta Seferihisar, Barçınlı, Karaman ve Kırşehir olmak üzere Bacı, Sandıklı, Karahisar ve Sultanönü’ne kadar yayılmıştı. Haymana adıyla bilinenlerin bu şekilde muhtelif yerlerde dağınık bir halde bulunması, esasında onun adının anlam ve manasına da bir paralellik göstermektedir. Ulu Yürük’ün asıl yaşadığı bölge, Sivas’in kuzeyinden Tokat’a kadar olan saha idi. Bunlardan önemli bir grubun Ankara’da gözükmesi, şüphesiz buralara kadar yayıldıklarının bir işareti olmalıdır.

               

              Ankara’nın hemen yakınında yer alan Kangırı (Çankırı) bölgesinde Kangırı Vilâyeti Yürükleri adı altında önemli bir grup vardı. Bulundukları bölgeden dolayı bu ismi alan bahis konusu grubun, 14 adet cemaati vardı. Ayrıca burada Mahmudlar Yürükleri adı ile bilinen 8 adet bölük mevcuttu. Bunların “bölük” olarak bilinmesi, Moğol nüfuz ve tesirinin daha fazla hakim olduğu Orta Anadolu’ya yakın bir bölgede yaşadıklarını gösterse gerektir.

               

              Osmanlı döneminde Karamanoğullarının ana hinterlandını içine alacak şekilde teşkil edilen Karaman Beylerbeyliği, 1530 yılına ait Mufassal Defterin icmalinden anlaşıldığına göre,  Anadolu’da göçebe unsurların en yoğun olarak yaşadığı diğer bir yer olarak dikkati çekmektedir. Bir bakıma buradaki göçebe unsurların pek çoğunun, Türkiye Selçuklu Devleti ve bilahere bölgede teşkil edilen Karamanoğulları ve diğer Türkmen beyliklerinden Osmanlılara intikal ettiğini gözden uzak tutmamak lazımdır. Göçebelerin yaylak mahallerinin, daha çok bu beylerbeyilik dahilinde Niğde, Beyşehir ve Aksaray taraflarında mevcut olduğu dikkati çekiyor. Bu yaylaklar arasında Niğde bölgesindeki Hasandağı, Üçkuyulu, Belkuyu, Ağa-seküsü, Melendiz ile Aksaray’daki Ovacık’ı zikretmek lazımdır. Bu yaylaklardan başka Niğde kazasındaki Aladağ’da da önemli yaylak mahalleri mevcuttu. Kezâ, Beyşehir’deki yaylakların sayısı 12 adet idi. Melendiz yaylağında mutad bir halde pazar kurulması, göçebe gruplar için burasının merkezî bir hüviyet taşıdığını göstermektedir. Haftada bir gün Çarşamba günleri kurulmasından dolayı Çarşamba Pazarı adı ile bilinen bu pazar, şüphesiz bölgedeki göçebe ve hatta yerleşik unsurların mal ve gıda ürünlerini getirdikleri ve alıp sattıkları bir yer olmalıdır.

               

              Karaman Beylerbeyiliği dahilinde, göçebe unsurların yaşadığı yerlerin başında Konya Sancağı dahilindeki Konya Ovası gelmekte idi. Esasında bu ovanın sınırları, Ankara’nın güneyinden başlamakta ve Toroslar’a kadar uzanmakta idi. Böylesine geniş bir ovada yaşayan göçebe unsurların başında “Esb-Keşân” adı altında bilinenler gelmekte idi. Farsça olan bu tabirin yerine Osmanlı arşiv kayıtlarında zaman zaman Türkçe “At-Çeken” tabirinin kullanıldığı da görülmektedir. Buradaki “Esb- Keşân” tabiri, muhtemelen Osmanlılardan önce, Farsçanın bürokraside ve edebî dilde hakim olduğu dönemlerde verilmiş olmalıdır. Bunlara Esb-Keşân veya At-Çeken denilmesinin sebebi, at yetiştirmekle şöhret bulmaları ve vergilerini at vergisi olarak vermeleri idi. Diğer bir ifade ile, onların ekonomik ve meslekî faaliyetleri, bu adın verilmesinde müessir olmuştur.

              At-Çekenlerin önemli bir nüfus kesâfetine sahip olması ve geniş bir coğrafî alana yayılması, Osmanlı döneminde onların bir nizam altına alınmalarını icap ettirmiş ve yoğunlaştıkları bölgeler göz önüne alınarak kendilerinden üç kaza teşkil edilmiştir. Bu kazalar Eski-il, Turgud ve Bayburd adlarıyla bilinmekte idi. Buradaki Eski-il, şüphesiz eski Türk devlet teşkilâtının izini yansıtmaktaydı. Turgud ve Bayburd’un ise, bu göçebe unsurların beylerinden oldukları ve bunların siyasî bakımdan bölgede önemli bir rol oynadıkları anlaşılmaktadır.

              Eski-il kazasındaki At-Çekenlerin 44 adet cemaat ve 3473 nefer vergi nüfusu, Turgud’dakilerin 84 adet cemaat ve 4435 nefer vergi nüfusu, Bayburd’dakilerin ise 21 adet cemaat ve 2594 nefer vergi nüfusu vardı. Bunun yanında Eski-il kazası dahilinde, esasında Varsaklara mensup olan Kuştemür’e bağlı 7 adet cemaat grubu vardı. Bunların bazısı Ereğli’nin merkezinde, bazısı da köylerde meskûn bir halde idiler. Ayrıca, Turgud kazasında toplam 26 adet cemaatten meydana gelen ve 1300 nefer vergi nüfusu olan Yapalu adlı önemli bir teşekkül mevcuttu. Yapalu’nun kabile olarak belirtilmesi, an’anevi sosyal yapısını devam ettirdiğini ve bölgede eskiden beri bulunduğunu gösterse gerektir. Bahis konusu unsurlar, hem kendileri arasında hem de kendilerine yakın şehir, kasaba ve köy halkı ile şüphesiz ticarî ve ekonomik bir ilişki içinde idiler. Bu durumun bir tezahürü olarak Turgud kazasındaki Yanıkhisâr Câmii yakınında mutad bir Pazar kurulmakta idi. Bunun yanında Konya ve Akşehir kazalarında at (esb) pazarlarının mevcudiyeti, bölgedeki at ile ilgili ticaretin bir yansıması olarak düşünülmelidir.

               

              Konya Sancağı ile sınır olan Aksaray Sancağı da göçebe unsurların muhtelif gruplar halinde bulundukları yerler arasında idi. Buradaki göçebe grupları, daha ziyade Aksaray, Koşhisar ve Ereğli bölgesinde idiler. Aksaray’da Yüzdeciyan taifesi adı altında bilinen bir grup, toplam 40 adet cemaate ve 893 nefer vergi nüfusuna sahipti. Bunların ağnam vergisi olarak her yüz koyundan 1 koyun vermesinin, bu adı almalarında âmil olduğu anlaşılmaktadır. Bu arada Hasandağı bölgesinde müteferrik bir halde 5 cemaat grubu yaşamaktaydı. Bunun yanında Şeyillah adı altındaki bir Tatar kabilesinin 6 adet, Bektaşlu kabilesinin 30 adet cemaati vardı.[59] Koşhisar bölgesinde ise muhtelif kabilelere mensup cemaat gruplarının varlığı dikkati çekiyor. Bunlardan padişah hassı reayası olanlar ve pek çoğu Runkuş adlı bir kabileye mensup bulunanlar, 31 adet cemaate ve 1063 nefer vergi nüfusuna malikti. Bozkırlu kabilesi adı altında kaydedilenler ise yine muhtelif cemaatlerden meydana gelmekte idi. Bu cemaatler arasında Kamanlu ve Kırşehirlü adlarıyla bilinenlerin olması, bunların bugünkü Kırşehir ve Kaman bölgesine yakın yerlerde yaşadıklarını gösterse gerektir. Bunlardan başka Haymana’dan olduğu belirtilen Hindlü adlı bir kabile ile Bozdoğanlu adlı bir kabile mevcuttu. Ereğli taraflarında bulunanlar ise müteferrik bir halde idiler.

               

              Niğde’de Bulgarlu, Dündarlu ve Yahyalu ile Haymana adlı göçebe gruplarına tesadüf edilmektedir. Bu grupların pek çoğunun kabilevî yapılarını muhafaza ettikleri anlaşılıyor. Esasında Türkçe “karışık” manasına gelen ve Doğu Avrupa coğrafyasında muhtelif Türk unsurlarının bir araya gelmesi ile ilgili olarak da kullanılan “Bulgar” tabirinin, Anadolu’daki göçebe grupların hususî adı olarak kullanılması oldukça ilginçtir. Niğde bölgesindeki Bulgarlu ve Dündarlu grupları Niğde nahiyesinde bulunurken, Yahyalu adı ile bilinen grup Karahisâr-ı Develü’de bulunmakta idi. Bunlardan Bulgarlu 12 adet cemaatten mürekkepti. Dündarlu ise iki gruba ayrılmıştı. Bu gruplardan 26 adet cemaati olanı, muhtemelen perakende bir halde yaşamalarından dolayı Dündarlu Haymanasu adını taşımakta idi. Diğer grubun ise 11 adet cemaati vardı. Yahyalu kabilesinin cemaat veya bölük adı altındaki birim sayısı 36 idi. Bunun yanında Karahisâr-ı Develü’de müteferrik bir halde bulunan ve 14 adet cemaate sahip olan Haymana adlı bir diğer grup vardı. Ancak bu grubun yaşadıkları bölgede artık meskûn bir hale geçtiği anlaşılıyor.

               

              Orta Anadolu’da göçebe unsurların bulunduğu bir diğer bölge Kayseri idi. Buradaki göçebeler genelde “Yürük” umumî adı altında bilinmekte idiler. Bu umumî ad altındaki grupların başlıcasını Yahyalu, İslamlu ve Küstere adı altında bilinenler teşkil etmekte idi. Bunların ilk ikisi “Irmak Kenarı” nahiyesinde, diğeri ise Malya nahiyesinde yaşamakta idi. Ayrıca bölgede sadece cemaat yapılanmasını muhafaza eden ve müteferrik bir halde bulunan yürüklerin sayısı bir hayli fazla idi. Niğde’ye bağlı Karahisar-ı Develü’de bir koluna rastlanan Yahyalu’nun, Kayseri’deki kolunun 17 adet cemaati vardı. Bugün Kayseri’nin bir kazası olan Yahyalı’nın vücut bulmasında önemli bir rol oynadığı anlaşılan Yahyalu’nun, kabile olarak zikredilmesi, an’anevi sosyal yapısını kısmen de olsa devam ettirdiğinin bir işareti olmalıdır. Bu yürük gruplarının dışında özellikle Kayseri’nin Karataş ve Bozatlu nahiyelerinde müteferrik bir halde ve cemaat yapılanması içinde grupların olduğu görülüyor. Bölgedeki yürük gruplarının çoğu, mezraalara ve kışlaklara sahiptiler. Mezraalarda genelde ziraatçilik yapıldığı, kışlakların ise ileride köy haline gelebilecek bir yerleşim mahalli olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Bu durum muvacehesinde onların en azından XVI. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren toprağa bağlanmaya başladıklarını söylemek mümkündür.

               

              Karaman Beylerbeyliği’nin güney uç bölgesinde yer alan İç-il Sancağı’nın daha çok Gülnar ve Selendi nahiyelerinde yürük grupları bulunmakta idi. Gülnar’da bulunanların başlıcasını 17 köy ve 1 cemaat ile Cece; 7 köy ve 3 cemaaat ile Bozkırlu; toplam 73 adet köy ve cemaat ile Hacı Bahaeddinlü ve toplam 38 adet köy ve cemaat ile Yuvalu ana grupları teşkil etmekte idi. Bunların kahır ekseriyetle köylerde yaşaması, artık yerleşik bir hayata geçtiklerini göstermektedir. Yalnız bu gruplar arasındaki Bozkırlu’nun, esasında Cecelerin içinden çıkan bir grup olduğu anlaşılıyor. Bunun yanında bahis konusu gruplardan Cece ve Bozkırlu’nun hâlâ kabile olarak zikredilmesi, onların en azından an’anevî sosyal yapılarının izlerini muhafaza ettiklerini gösterse gerektir. Gülnar kazasıyla beraber, yürük gruplarının bulunduğu diğer bir bölge Selendi idi. Buradaki gruplar, büyük ölçüde muhtelif köylerde sâkin bir durumda idiler.

               

              Rum beylerbeyiliği içinde en önemli yürük topluluğunu, kayıtlarda “Etrâk-ı Yürükân-ı Büzürg” olarak geçen Ulu Yürük teşkil etmekte idi. Buradaki “Etrâk” tabiri, şüphesiz onların kavmî hususiyetini göstermekte idi. Daha önce bahsedildiği gibi Anadolu’nun muhtelif bölgelerine yayılan Ulu Yürük topluluğu, esasında Tokat ile Sivas arasında bölgeyi kendisine yurt tutmuştu. Anadolu’nun önemli bir kesimindeki göçebe unsurlar, genellikle cemaat vesaire gibi idarî ve sosyal bir yapılanma içinde olurken, Ulu Yürük topluluğunun “bölük” adı ile sosyal bir yapılanma içinde olduğu görülmektedir. Bu durum, bölgedeki Moğol nüfuzunun bir yansıması olarak düşünülmelidir. Bulundukları bölgede önemli bir nüfus kesâfetine sahip olan Ulu Yürük topluluğu, 1530’larda 32 adet bölük ve 8000’e yakın vergi hanesine sahipti.[67] Bunlar arasında 22 adet sipahizâdenin olması, esasında onların geçmişteki askerî hususiyetine de bir işaret olmalıdır. Bu topluluğa ait toplam kışlak sayısı ise 409 adet idi. Bu kışlak mahallelerini, onların artık yavaş yavaş meskûn bir hâle geldikleri yerler olarak düşünmek lazımdır. Ulu Yürük topluluğunun böylesine bir nüfus kesâfetine sahip olması, onlara kazaî bir statünün verilmesini icab ettirmiştir. Bahis konusu Ulu Yürük topluluğundan başka, esasında Ulu Yürük topluluğunun içinden çıktığı anlaşılan ve “Etrâk-ı İnallu” adı ile bilinen İnallu adlı bir diğer yürük grubu daha mevcuttu. Bu grubun 6 adet bölük ile 400’e yakın vergi nüfusu vardı.[68] Bu grubun İnaloğulları idaresinde olması, bu aileye istinaden adlarını aldıklarını göstermektedir. Bu aile ile ilgili olarak geçen kayıtta: “İnaloğulları tasarruf ederler, eşerler” ifadesinin olması, esasında bu ailenin geçmişte oynadığı siyasî role bir işaret olarak anlaşılmalıdır. 20 adet kışlağı olan bu grubun, artık kışlaklarında yarı yerleşik bir hale geldikleri anlaşılıyor. Ulu Yürük’e bağlı bazı grupların, muhtemelen asıl yurtlarındaki yerlerin kifayet etmemesi sebebiyle yakın bölgelerdeki mezraalarda ziraatçilik yaptıklarını da belirtmek lazımdır. Nitekim bu gruba bağlı olan Ballu ve Kazancalu gibi gruplar, Çorum’un Karahisar-ı Demirli kazası dahilindeki mezraalarda ziraatçilikle uğraşmakta idiler.

               

              1530 tarihlerinde tanzim edilen İcmal Defteri’nden anlaşıldığı kadarıyla, Çukurova bölgesinde yürüklerin en yoğun olarak yaşadıkları yerlerin başında Tarsus, Adana ve Kars (Kadirli) gibi bölgeler gelmekteydi. Tarsus bölgesindeki yürükler, daha ziyade Varsaklara mensuptular. Bu bölgedeki grupların an’anevî teşkilât yapısının izlerini devam ettirdikleri anlaşılıyor. Bu cümleden olarak Varsaklara mensup asıl boyları Kuştemür, Kusun, Ulaş, Esenlü, Gökçelü, Elvanlu gibi boylar teşkil etmekte idi. Bu boylara bağlı cemaatlerin içerisinde boy beylerinin, âile ve efradını belirten cemaatlerin “Ordu” adı ile belirtilmesi, onların geçmişteki askerî ve siyasî fonksiyonlarının bir işareti olmalıdır.

               

              Bu boy adlarının pek çoğunun, Osmanlı idarî sistemi içinde, o boyun mensuplarının yaşadıkları bölgeler nazar-ı itibara alınarak, Kuştemür nahiyesi ile Kusun ve Ulaş kazaları gibi adlar altında bir nahiye ve kaza haline getirildiği anlaşılıyor. Bu nahiye veya kazalarda müteferrik cemaatler halinde yaşayan ve birçok mezraaya sahip olan grupların artık yavaş yavaş yarı yerleşik bir hale geldikleri anlaşılmaktadır. Bu Varsaklardan önemli bir diğer grubun Osmanlı döneminde Kırşehir bölgesinde bulunduğu görülüyor. 1485 yılında 12.000 civarında bir nüfusu olan Kırşehir’deki Varsak grubunun, 1530’larda %100’e varan bir nüfus artışı ile 25.000 civarında bir nüfusa ulaştığı görülüyor. Buradaki Varsak grupları “cemaat” veya daha önce bölgedeki Moğol nüfuzunun tesiri ile “bölük” adı ile bilinmekteydiler. Daha çok Kırşehir’in kuzey ve kuzeybatı taraflarını yurt tutan ve buralardaki mezraalarda ziraatçilik yapan bahis konusu Varsaklara mensup gruplardan çoğunun bilahere kışlaklarında meskûn bir hale geldikleri ve köyler teşkil ettikleri tespit edilmektedir.

               

              Adana bölgesindeki Türkmenlere gelince: Bu bölgedeki gruplar daha ziyade Adana, Yüreğir, Saruçam, Dündarlu ve Bulgarlu ile Kara İsalu bölgelerinde bulunmakta idiler. Bu isimlerden bazılarının onların boy beylerinden geldiği anlaşılıyor. XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde bölgede daha çok muhtelif cemaatler halinde yaşayan Türkmenlerin, an’anevi boy yapılarını büyük ölçüde kaybettikleri anlaşılıyor. 1530’larda toplam 272 adet cemaate ve 10.000 civarında bir nüfusa sahip olan buradaki Türkmen grupları, muhtelif mezraalarda kısmen de olsa ziraatçilikle uğraşmaktaydılar. Bunun yanında Adana bölgesinin hemen yakınındaki Üzeyr sancağında, az da olsa bazı Türkmen grupları vardı. 18 adet cemaatten ibaret olan bu bölgedeki grupların, yarı yerleşik bir halde oldukları görülüyor. Aynı durumu Sis (Kozan) bölgesindeki gruplarda da görmek mümkündür. Bu bölgede yine cemaat yapılanması halinde yaşayan Türkmenlerin, 1530’lardaki toplam cemaat sayısı 79 ve vergi mükellefi nüfusu ise 3428 idi.

               

              Anadolu’nun güneyinde göçebe grupların en yoğun olarak yaşadıkları yerlerden birisi Maraş ve Elbistan bölgesi idi. Bu bölgedeki göçebe gruplar, Dulkadırlı Beyliği’nin bakıyyesi olduğundan, Osmanlı döneminde Dulkadırlı Türkmenleri adı ile bilinmekte idiler. Bunlar öz yurtları olan Maraş ve Elbistan bölgelerinden başka batıda Çukurova ve kuzeyde Bozok ile Sivas bölgelerini kendilerine yurt tutmuşlardı. Bu Türkmenlere mensup olan gruplar, Tamirlü, Gündeşlü, Anamaslu (Karacalu), Dokuz, Küreciyân, Bertiz, Cerid, Peçenek, Kavurgalı, Alcı, Döngelelü, Küşne, Eymir, Çimelü, Kızıllu ve Alibeylü, Demrek, Çağırgan gibi tâife adlarıyla bilinmekteydiler. Bu boylardan bazılarının doğrudan doğruya Oğuz boy adları ile bilinmesi, şüphesiz onların adı geçen boylardan olduklarını göstermektedir. Bunların 1530’larda tâife yani boy adı altında kaydedilmesi ise, an’anevi sosyal yapılarını devam ettirmeleri ile ilgili olmalıdır. Daha önce de bahsedildiği gibi an’anevi sosyal yapılarını devam ettiren boylar, kendilerine bağlı muhtelif cemaatlerden meydana gelmekteydiler. Bu durum, Dulkadırlı Türkmenlerini teşkil eden tâifeler için de bahis mevzuudur. Ancak zamanla Dulkadırlı Türkmenlerinin bu boy teşkilâtını kaybedeceği ve ileride cemaat biriminin daha fazla ön plana çıkacağı görülecektir. Bu durumu, Osmanlı Devleti’nin bu ve bunun gibi göçebe gruplar üzerinde uyguladığı idârî ve mâlî sistemde aramak lazımdır. 1530’larda Dulkadırlı Türkmenlerini teşkil eden boylara bağlı cemaatlerin toplam sayısı 757 idi. Toplam vergi hanesi ise 21.733 idi. Bu nüfusun dönemi için önemli bir sayı olduğu dikkate alınacak olursa, bunların bulundukları bölgelerin iskânında oynadıkları roller daha iyi anlaşılır. Bu nüfusun dışında 179 nefer sipahinin olması ise, onların daha önceki askerî faaliyetlerine bir işaret olmalıdır.

              Dulkadırlı Türkmenlerinin Maraş ve Elbistan’dan başka Anadolu’da yurt tuttuğu yerlerin başında bugünkü Yozgat bölgesi gelmekte idi. Esasında Oğuzların Bozok koluna mensup olan Dulkadırlı Türkmenlerinin, Yozgat bölgesini yurt tutması, bu bölgeye Bozok denilmesine sebep olmuş ve bölge Osmanlı idârî teşkilâtında Bozok Sancağı adı ile yerini almıştır. Anlaşıldığı kadarıyla Dulkadırlı bölgesinden bu bölgeye gelen Türkmenler, kabile yapılanmasını burada muhafaza etmekteydiler. Bu kabileler Kızılkocalu, Selmanlu, Ağçalu, Çiçeklü, Eymir, Gündeşlü, Küşne, Avşar, Kızıllu, Zâkirlü, Mes’udlu, Ağçakoyunlu, Kavurgalı, Demircülü, Şam Bayadı, Söklen ve Hisarbeylü gibi adlar taşımaktaydılar. Bu kabilelere mensup cemaatlerin Bozok dahilindeki Gedük, Çubuk, Akdağ, Boğazlıyan, İlisu, Sorkun nahiyelerine kadar yayıldığı ve büyük bir kısmının timar reayası olduğu görülmektedir.

               

              Bozok bölgesinin dışında Dulkadırlı Türkmenlerinin yayıldığı bir diğer bölge Kars (Kadirli) idi. Kars bölgesinde bu Türkmenlere mensup Zâkirlü, Kavurgalı, Karıkışlalu, Karamanlu, Demircülü, Selmanlu taifeleri yanında, Çobanlu, Hatablu, Mes’udlu, Keçelik, Kemallu gibi büyük cemaat grupları da vardı. Bu tâifeler veya cemaatlere bağlı ve nüfusça az sayıda olan cemaat gibi daha küçük birimler mevcuttu. Bu küçük cemaat birimlerinin oldukça müteferrik bir halde olduğu anlaşılıyor. 1530’larda bahis konusu taife ve cemaatlerin 8000 nefer civarında bir vergi nüfusu vardı. Bunun yanında diğer bölgelerde de görülen Karıkışlalu’ya bağlı bazı grupların, Maraş’ın Zamantu kazasında muhtelif yerleri yurt tuttukları anlaşılıyor.

               

              Anadolu’da toplu bir grup halinde Türkmenlerin yaşadığı bölgeler arasında özellikle Yeni-il’i zikretmek lazımdır. Osmanlı döneminde Yeni-il, bugünkü Sivas’ın güney kısmındaki geniş bir bölgeyi içine almaktaydı. Bu bölgenin en önemli hususiyeti, Dulkadırlı Türkmenlerine mensup olan gruplar ile daha güneyde Halep bölgesini kendilerine yurt tutmalarından dolayı Halep Türkmenleri adı ile bilinen büyük bir teşekkülün yaylak mahalli olması idi. Bu yaylak mahalleri arasında Uzunyayla ve Yellüce oldukça meşhurdu. Bölgede önemli bir göçebe grubunun bulunması, 1548 yılında burasının bir kaza haline getirilmesini icap ettirmiş ve bu kazaya muhtemelen daha önce Karaman bölgesinde mevcut olan Eski-il’e mukabil, Yeni-il veya bölgedeki Türkmenlerden dolayı Türkmân-ı Yeni-il (Yeni-il Türkmenleri) kazası denilmiştir. Yeni-il kazasının en önemli hususiyeti, kaza dahilinde bazı köylerin de yer alması idi. Bu bakımdan kaza ahalisinin bir kısmı göçebe, bir kısmı da yerleşik idi. Bu kaza ilk teşkil edildiğinde, önce Üsküdar’daki Mihrümâh Sultan’ın, daha sonra ise III. Murad’ın anası Nurbânû Sultan’ın (Atik Valide Sultan) Üsküdar’daki imaretlerine vakfedilmiş ve bu sebepten dolayı buradaki Türkmenler bürokratik yazışmalarda zaman zaman Üsküdar Türkmenleri veya Üsküdar Evi Türkmenleri olarak anılmışlardır. Yeni-il kazasının 1548’deki toplam nüfusu 13.000 civarında idi. Bu nüfusun 6800’e yakınını Dulkadırlı ve Halep Türkmenlerine mensup olanlar, geriye kalanını ise köylerde yerleşik hayat yaşayanlar teşkil etmekte idi. Yeni-il’in 1583’deki toplam nüfusu yaklaşık 95.000 idi. Bunun 69.000’ini Halep ve Yeni-il Türkmenleri, geriye kalanını ise köylerde yaşayanlar meydana getirmekte idi. Bu yerleşik halkın bir kısmının, bölgeye zamanla yerleşen Türkmen grupları olduğu tespit edilmektedir.

               

              Anadolu’da toplu grup halinde yaşayan önemli bir diğer teşekkül ise Boz-ulus Türkmenleri idi. Esasında Oğuzların Bayındır boyuna mensup bulunan ve Akkoyunluların bakiyesi olan Boz-ulus Türkmenleri, coğrafî bakımından başta Diyarbekir havâlisi olmak üzere kuzeyden Erzurum’a ve hatta Azerbaycan ve Gürcistan’a kadar gitmekteydiler. Güneyde ise Mardin’in aşağı bölgesinde yer alan Dey-i Zor’a kadar uzanan çöl bölgesine kadar yayılmışlardı. Boz-ulus Türkmenleri esasında Halep ve Dulkadırlı Türkmenleri ile Diyarbekir bölgesindeki bazı müteferrik göçebe gruplarından meydana gelmekteydi. Osmanlı döneminde Boz-ulus’a mensup grupların arasında temel idâri ve sosyal yapılanmanın “cemaat” olduğu görülmektedir. Boz-ulus’un dönemi için önemli bir nüfus kesafetine sahip olması, kendisine önce kazaî bir statünün verilmesine, XVI. yüzyılın ikinci yarısında ise sancak itibâr edilmesine sebep olmuştur. Ancak bu sancaklık durumu uzun süreli olmamış ve XVI. yüzyıl sonlarına doğru bu teşekkül tekrar kaza haline getirilmiştir. Boz-ulus’a mensup bazı grupların, XVI. yüzyılın sonlarından ve özellikle XVII. yüzyıldan itibaren Orta ve Batı Anadolu’da gözüktüğü dikkati çekmektedir. Bunun en önemli sebebini, bulundukları bölgelerde nüfuslarının artması ve yaylak-kışlak mahallerinin kâfi gelmemesi yanında, geldikleri yeni bölgenin kendilerine sunduğu ticâri ve ekonomik şartlarda aramak lazımdır.

               

              Anadolu’daki önemli Türkmen grupları arasında Halep Türkmenlerini mutlaka zikretmek lazımdır. Bu Türkmenlerin kışlak mahalleri Halep bölgesi olmasına rağmen, büyük çoğunluğu yaylak mahalli olarak Anadolu bölgesini kullanmaktaydılar. Halep Türkmenlerinin Osmanlı idaresine girdiği andan itibaren detaylı olarak Tahrir Defterlerine yansıması, bu Türkmenleri anlamamıza daha fazla yardımcı olmaktadır. Nitekim, bu Türkmenlerin tahririni ihtiva eden ilk defterlerde, bunların an’anevi sosyal ve idarî yapılarını büyük ölçüde muhafaza ettikleri görülmektedir. Bu durum, diğer bölgelerdeki göçebe unsurlar üzerine yapılacak çalışmalar için de bir model olacak hususiyet göstermektedir. Halep Türkmenlerinin bu an’anevi sosyal ve idâri yapılanması içinde muhtelif taife veya boylardan meydana geldiği, boyların ise kendilerine bağlı cemaat gruplarına sahip olduğu dikkati çekmektedir. Bu boylar Beydili, Kızık, Karkın, Köpekli Avşarı, Gündüzlü Avşarı, Bayat, Bayat’a bağlı Beylikli, İnallu ve Harbendelü gibi adlarla bilinmekteydiler. Bu boy adlarından da anlaşılacağı üzere Halep Türkmenleri, Anadolu’ya gelen Oğuz boylarının önemli bir kısmını bünyesi içinde barındırmaktaydı.

              Bu boylar arasında boybeyi ailesini teşkil eden bazı cemaatlerin “ordu” adı ile bilinmesi, şüphesiz onların geçmişte oynadıkları siyasi rollerle ilgili olmalıdır. Halep Türkmenlerinin 1530’larda 40.000, 1552’de 49.000 ve 1570’de 60.000’e yakın bir nüfusu vardı. Bu nüfus, dönemi için küçümsenemeyecek bir rakamdı. Onların bu büyük nüfus potansiyeli ile Anadolu’yu yaylak olarak kullanması ve gelişen ekonomik şartlar neticesinde bazı gruplarının Batı Anadolu’ya geçmesi, Anadolu’nun nüfus ve iskânında oynadıkları rolü açıkça göstermektedir.

               

              Anadolu’da Türkmen veya Yürük adı ile bilinen önemli göçebe teşekküller, 1530 yılları esas olmak üzere, genelde yukarıda belirtilen coğrafî dağılımı göstermekte idiler. Bu coğrafî dağılım, özellikle XVI. yüzyıl sonlarından itibaren Yeni-il, Halep ve Boz-ulus Türkmenleri gibi büyük teşekküllere mensup bazı grupların doğudan batıya doğru gelmesi ve daha sonra ise, uygulanan iskân siyaseti çerçevesinde bazı değişiklikler göstermesine rağmen, pek çok göçebe grup için hemen hemen aynı kalmıştır. Ancak bunların bulundukları yerlerde her zaman önemli bir nüfus kesâfetine sahip olduklarını belirtmek lazımdır. Bu hususu, dönemin Tahrir Defterlerinden istifade ederek, konu ile ilgili öncü çalışmaları yapan Ö. L. Barkan’ın tespitlerinden anlamak mümkün olabilmektedir. Barkan’ın hesaplamalarına göre 1520-30 tarihlerinde yaklaşık olarak bugünkü Anadolu coğrafyasını içine alan Anadolu, Karaman, Dulkadır ve Rum beylerbeyiliklerinde toplam 872.610 hâne nüfusun, 160.564 hânesi göçebe ve geriye kalanı yerleşikti. Beylerbeyilikler arasında göçebelerin en fazla barındığı yer, Anadolu beylerbeyiliği idi. Buradaki göçebe nüfusu 77.268 hâne idi. Ancak bu nüfusa, yerleşikler arasında yer alan ve 52.000 hâne civarında nüfusu olan göçebe menşeli yaya ve müsellemler dahil değildi. 1570-80 tarihlerinde Anadolu, Karaman, Dulkadırlı ve Rum beylerbeyiliklerindeki toplam 1.360.474 hâne nüfusun 220.217’si göçebe idi. Bu tarihte göçebe nüfusun en fazla bulunduğu eyâlet, 116.219 hâne ile yine Anadolu idi.[85] Bu tarihlerde Anadolu beylerbeyiliğinde bir önceki döneme göre normalin üzerinde bir artış olduğu dikkati çekmektedir. İnalcık, haklı olarak bu durumun doğudaki göçebelerin batıya doğru göç etmesinden ileri geldiğini belirtmektedir.[86] Başta Türkmen ve Yürük adı altında bilinenler olmak üzere göçebelerin yoğun olarak yaşadığı Trablus, Şam, Bağdat ve Basra ile özellikle Halep beylerbeyiliğinin 1570-90 tarihlerindeki toplam nüfusu 371.848 hane idi. 87.030 hanesi göçebe olan bu nüfusu teşkil eden grupların önemli bir kısmının yaylak mahalleri Anadolu’da idi.

               

              Osmanlı döneminde Türkmen veya Yürük adı ile bilinen grupların nüfusunu, sadece yukarıda verilen rakamlar çerçevesinde düşünmemek lazımdır. Daha önce bahsettiğimiz gibi, bu gruplardan birçoğu, erken dönemlerden itibaren yerleşik hayata geçerek kırsal kesimde köyler teşkil etmişler ve hatta bazı şehirlerin sâkinleri arasında yer almışlardır. Bu hususu, özellikle köy adlarından istidlâl etmek mümkündür. Bunun yanında bazı grupların, bir bölgeye yoğun olarak yerleşmesi, o bölgenin, yerleşen grubun adı ile anılmasına ve bilinmesine sebep olmuştur. Nitekim, 1466 tarihi gibi erken bir dönemde, Mihaliç’e bağlı nahiyelerden birisinin adı “Kayı” olarak bilinmekte idi. Bu nahiyenin Hıntı, Sorkun, Çukur-Viran, Çörüş, Gürleyik, Narlı, Göçet, Çardak, Eğri-Bayad, Ballık, Günce-Bükü, Çukur- Viran, Halil-Oğlanı, Sunkur-Sarayı, Mahmud-Hisarı, İki-Kilise, Büğdüce, Oğuz ve Köpek adlarıyla bilinen 19 köyü vardı.[88] Bahis konusu idarî bölgenin Kayı adıyla bilinmesi tesadüfî olmamalıdır. Bu durum, daha önce belirtildiği gibi, Osmanlı Beyliği’nin neş’et ettiği bölgeye, yoğun bir Kayı boyu yerleşmesi olduğunu göstermektedir. Buna benzer bir durumu, Giresun bölgesinde görmek mümkündür. Burada oldukça geniş bir bölge, yoğun bir Çepni boyu yerleşmesine sahne olduğu için, Çepni Vilayeti adı ile bilinmekte idi. Buradaki “Vilayet” tabiri, şüphesiz muayyen bir idarî bölgeyi karşılamak için kullanılmıştır. Bu idarî bölge, 1515’de 52 civarında köy, 26 yaylak mahalli ve 10 kadar da mezraayı içine almaktaydı. Bu bölgeye olan yerleşmenin Osmanlı Dönemi’nden önce Anadolu Selçukluları ve Beylikleri Dönemi’nde olduğu ve hatta başta Çepnilere mensup olanlar olmak üzere, diğer Türkmen unsurlarının, bölgenin fethinde önemli roller oynadıkları bilinmektedir.[89] Bölgenin Osmanlı idaresine girmesinden sonra buradaki tımar ve zeamet sahiplerinden pek çok kimsenin Çepni beyleri ile oğulları veya bunların hizmetinde olanlara ait olması, Çepnilerin bölgedeki askerî hizmetini açıkça ortaya koymaktadır.

               

              Anadolu’daki muhtelif Türkmen veya Yürük gruplarının, sosyal, ekonomik, demografik şartların icabı olarak, kendiliklerinden yerleşip yeni iskân üniteleri kurdukları bilinmektedir. Ancak onların merkezî idare tarafından şümûllu olarak yerleştirilme teşebbüslerine, 17. yüzyılın sonlarından itibaren başlanıldığı görülmektedir. Bunun en önemli sebebi, uzun süre devam eden savaşlar ile 17. yüzyıldaki Celâlî hareketleri sonucunda harap olan ve boşalan yerleri imar etmek ve yeniden ziraate açmak; onları merkezî bir idare altına almak ve ekili alanlardan daha verimli ürünler alınmasını sağlamaktı. Bir diğer bir önemli sebep ise göçebe grupların yaylak ve kışlaklarının artık yetersiz bir hâle gelmesinden dolayı, bunların başı boş hareketlerinin önlenilmek istenmesi idi. Bu iskân hareketi için devletin Anadolu’nun başta Karahisâr-ı Sahip (Afyon), Urfa, Adana ve Bozok bölgeleri olmak üzere, Rakka ve Halep bölgelerinde iskân mahalleri tespit ettiği görülmektedir. Rakka’nın iskân mahalli olarak seçilmesinin en önemli sebebi, güneyden gelecek Arap aşiretlerinin şekavetlerine karşı koymaktı. Bu iskân hareketi, genişleme devirlerinin aksine, içe dönük bir iskân siyaseti özelliğindeydi. Burada asıl gaye, boş ve harap yerleri yeniden ziraate açmak ve o bölgeleri şenlendirmekti. Bu iskân hareketinde, özellikle Anadolu’nun bazı bölgelerinde istenilen ve arzu edilen neticelere ulaşıldığı dikkati çekmektedir. Ancak, başta Rakka bölgesi olmak üzere bazı bölgelerde, bilhassa psikolojik, tabii (toprak, iklim ve su gibi) âmiller vesâire gibi sebeplerle, ümid edilen müsbet sonuçlar pek alınamamıştır.

               

              17. yüzyıl sonlarında göçebe unsurlar üzerinde merkezi idâre tarafından uygulanan iskân siyâseti, XVIII. yüzyıl boyunca da devam etmiştir. Bu yüzyıl boyunca, merkezi idare tarafından göçebe unsurlar, başlıca terkedilmiş harap ve boş alanlar ile kendi yaylak ve kışlaklarına iskân edilme yoluna gidilmiştir. Tabii olarak bu arada göçebeler arasında kendiliğinden yerleşip, yeni iskân üniteleri kuranlar dahi olmuştur. Bunun yanında bazı grupların, 17. yüzyılda olduğu gibi, başta güneyde Arap kabilelerine karşı bir set teşkil etmek gayesi olmak üzere, muhtelif sebeplerle iskân edildikleri görülmektedir. Bu iskân hareketi, XIX. yüzyılda Tanzimât Dönemi’nde de devam etmiştir. Bu durumun tabii bir sonucu olarak, büyük aşiret gruplarından bazıları, eyâletlerdeki müşirlerin nezâretleri altında muhassılık hâline getirilmişlerdir. Bu durum onların hem mâlî hem de idarî bakımdan bulundukları yerlere bağlanmasında önemli bir rol oynamıştır.

               

              Bu iskân hareketleri sonucunda göçebe unsurlar, peyderpey toprağa bağlanmışlar ve yeni iskân üniteleri kurmuşlardır. Onların bu şekilde yerleşmesi, Anadolu’nun iskânı ile maddî ve manevî kültürün yenilenmesinde şüphesiz önemli bir rol oynamıştır.

               

               

              • Konu 7

                 

                7.         Hafta                    Oğuz Boylarının Azerbaycan Tarihinde Yeri

                Konular: Oğuz boylarının Azerbaycan’da ve İran coğrafyasında yerleşmesi; Kıpçak unsuru ile karışma; İlk yazılı edebiyat örnekleri; Gayri-Türk unsurlarla ilişkiler.

                Temel Okumalar:

                -        Zeki Velidi Togan, Azerbaycan, İslam Ansiklopedisi, 2. Cilt, İstanbul, 1961;

                -        Faruk Sümer, Azerbaycan’ın Türkleşmesi Tarihine Umumi Bir Bakış, Belleten, cilt XXI, sayı 83, Temmuz 1957;

                -        Ali Sinan Bilgili, Azerbaycan Türkmenleri Tarihi, Türk Tarihi, https://www.altayli.net/azerbaycan-turkmenleri-tarihi.html

                 

                Tavsiye edilen okumalar:

                -          Gönül Pultar (Der.), Ağır Gökyüzünde Kanat Çırpmak, s. 53-104;

                -          Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, II, III, IV bölümler;

                -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

                -           Youtube’dan değişik videolar.

                Ders Notları:

                Azerbaycan coğrafyası, dünya tarihinin en müstesna kavmiyle daha milattan önce tanıştı. 7. yüzyılda Sakalar, ardından Uzlar, Akhunlar, Bulgarlar, Hazarlar, Saragurlar, Sabirler, Kıpçaklar, Belencerler gibi çeşitli Türk kavimlerine mensup topluluklar, Derbend yoluyla bu ülkeye gelip yerleştiler. Derbend kapısından yüzyıllar boyunca o kadar Türk geçti ki, adı “Türk Kapısı” olarak kaldı. Tarihler M.S. 6. yüzyılı gösterirken, bu kez, Tabaristan ve Cürcan havalisinde yaşayan Hazar, Ağaçeri ve Yazarlar geldiler. Bu yeni gelenler biraz sonra “ateş ülkesi”nin her tarafına yayıldılar. Coğrafyayı vatana çevirmede gösterilen yüksek marifet ve maharet ile ülkeyi “Türk-ili” haline getirdiler. Öyle ki, Muaviye’nin, Azerbaycan nedir? sorusuna,”eskiden Türklere ait bir memleket idi” cevabını verdirecek kadar.

                 

                Ancak, Sovyet işgali döneminde Marksist-Leninist tarih nazariyesi, Azerbaycan halkının etnik kökenindeki Türk gerçekliğini çarpıtmaya ve tahrif etmeye çalıştı; “Azerbaycanlılar” ve “Azerbaycan dili” diye sûni bir etnik kök ve dil yaratılmak istendi. Azerilerin kökenlerini Stalin Medlere, bir başkaları da Manna, Atropatena, Fars ve Albanya kavimlerine dayandırmaya gayret gösterdi. Bütün gaye, Azerbaycan halkının dimağındaki Türklük tadını kaybettirmek, millî ve manevî değerlerini yok etmekti.

                 

                Selçuklu Çağrı Bey, Türkmen ordusuyla 1015’de Azerbaycan’da göründü. Onun akınları 1021’e kadar sürdü. Bu akınların maksadı yurt tutmak değil, keşif ve yağma idi. 1043’te Selçuklu orduları; Hemedan-İsfahan, Gilan ve Azerbaycan’a doğru akına geçtiler. Ülkenin büyük bir kısmının ele geçirildiği bu akında, faal rol oynayan Oğuz boylarının bir kısmı Aras’ın kuzeyine, Arran kesimine, bir kısmı da Tebriz ile Erdebil arasındaki bölgeye yerleşti. Bu sonuncuları Bişkin ve Balak isimli iki Türkmen beyi idare ediyordu. Alp Arslan ve ardından Melikşah’ın fetihleri sonucu ele geçirilen topraklara 1076’da Türkmenler dolmaya başladı. Öyle ki, Gence’nin adı “Türkmen şehri” tesmiye olacak kadar. Harizmler (Harezmler) Devrinde Arrân’a “Türkmen yığınağı” adı verildi. Her tarafı karıncalar gibi saran aşiretlerin reisleri, siyasî arenada rol oynuyor ve kendilerine kale komutanlığı veriliyordu.

                 

                Nitekim, Gence, Berda, Seng-i Surâh, Hezel, Câriberd, Baylâkân, Kaban ve Bacni Türkmen kaleleriydi. Kezâ, Azerbaycan yerleşme tarihine de yön veren Türkmenlerin yaşadıkları mıntıkalarında yeni şehirler kuruluyordu. Arslan Kuşâd ve Tarûz, Selçuklu Dönemi’nde bu neviden meydana gelen şehirlerdendi. Öte yandan 1118’de Kuman/Kıpçaklar, Derbend yolundan inerek Kür boyları ve Gence bölgesine yayıldılar.

                 

                Moğollar, 1239’da başlayan istila hareketi sırasında, ele geçirdikleri Meraga, Erdebil, Berde, Gence, Tebriz bölgelerinde yaşayan pek çok kimseyi katlettiler. Böylece, Azerbaycan arazisi demografik açıdan boşaldı. İlhanlılar boş topraklara, Argun (1284-1291), Gazan ve Hülagu dönemlerinde Uygur, Celayir, Çoban ve Türkmen unsurları yerleştirdi. İlhanlılar Devri’nde Azerbaycan’daki Türkmen nüfusu dört-beş misli artış göstererek bir Türkmen cenneti haline geldi.[9] İşte bu sırada Azerbaycan Türkleri veya Azerî Türkler deyimi, Arran ve Şirvan taraflarındaki Türklere denilmeye başlanmasıyla ortaya çıktı.[10] Azerbaycan’da Türkmen Fırtınası Timurlular ve ardından gelen Akkoyunlu ve Karakoyunlu hakimiyetleri döneminde Azerbaycan’daki Türkmen nüfusu, şiddetli bir şekilde arttı. Zira, gerek Timur ve gerekse Koyunlular, Suriye, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ve hatta Orta Anadolu’da meskûn bazı aşiretlerin de göç etmesine sebep oldular. Öte yandan, en kalabalık kütlesi bilhassa Hoy ve Alıncak bölgesine yerleşen Akkoyunlular, göçer hayat tarzını ilke haline getirerek bir konar-göçerlik ideoloji oluşturmuşlardı. Bu ideoloji, Oğuz töresi, Türklük, egemenlik, ve özgürlük anlamı taşıyordu[13] ki, bu da Türkmenleri cezbediyordu. Diğer taraftan Karakoyunluların, Timur ve Çağataylara karşı giriştikleri mücadele[14] sırasında Türkmenleri etraflarında toplamaları ve tek elden sevk etmeleri, onların siyasî ve askerî üstünlüğünü perçinledi.

                 

                Bu üstünlük, 16. yüzyıl başlarında Safevî Devleti’ni doğurdu. Rumlu, Şamlu, Musullu, Kuzanlu, Kavanlu, Dulkadirlü, Kaçar, Ustacalu, Tekelü, Baharlu, Avşar, Varsak ve Karadağ sufileri Safevî şah- şeyhlerinin insan gücünü ve “kızılbaş” ordusunu oluşturdular. Bununla da kalmayarak Erdebil sufî tarikatının hem orijinal karekterini değiştirerek tarikate heterodoks bir karekter verdiler, hem de askerî bir organizasyona dönüşmesinde etkili oldular. Yeni karekter, Anadolu ve diğer bölgelerdeki Türkmen gruplarını hür yaşamı ve mutluluğu bulma yolunda Safevî hükümranlık alanına davet ediyordu. Bu davete uyanlar, ülkenin dağını, taşını, ovasını doldurdular. Böylece değerli bir eser doğdu; “Azerbaycan Türkmenistanı”.

                 

                Ancak, bu harikulâde değerli eser bir müddet sonra çökmeye başladı. Çünkü, şahların “İran milliyetinin müceddidi” rolünü oynamaları Türkmen unsurunun tedricen güç kaybetmesine yol açtı. Türkmen unsuruna dayanarak devlet kuranların bir müddet sonra, merkezi hükümete karşı bir güç olan Türkmen nüfuzunu kırmak için aşiretleri tehcir etmeleri, Şiî mezhebinin bayraktarlığına soyunmaları ve devletin resmi ideolojisi haline getirmeleri, orduya devşirme almaları, Lur, Fars ve Afganlı unsurlara bürokraside fazlaca yer vermeleri, gruplar arasındaki iç çekişme ve Osmanlı savaşları, Türkmen gücünü olumsuz etkiliyordu. Nitekim, 1525’te başlayan Ustacalu, Rumlu, Şamlu ve Tekelüler arasındaki iç savaş sonucunda, 1532’de Tahmasb çatışmalara son vererek merkezî- iktidar gücünü kuvvetlendirdi.

                 

                Yüzyıllar boyu süren Osmanlı-İran mücadelesi, Türkmenlerin acılı günler yaşamasına neden oldu. Osmanlılar, Murad III, Ahmed III, ve Mahmud I zamanlarında Azerbaycan’ın Osmanlı ülkesine katılması siyasetini uygulamaya çalıştılar. Bu politikanın gerçekleşmesi için ülkede etkin güç olan Türkmenlerin desteği arandı. 1578’de Dağıstan, Tiflis ve Şirvan Sünnîlerinin Safevîlere karşı yardım istemeleri üzerine Lala Mustafa Paşa onlardan da destek alarak Güney Kafkasya’yı ele geçirdi.

                 

                Ardından kızılbaş aşiretlerden Tekelüler ve pek çok Türkmen aşireti, Özdemiroğlu Osman Paşa’nın 1585 fethinden hemen sonra Osmanlılara katıldı. Osmanlılara katılan olduğu gibi, Osmanlılardan kaçanlar da vardı. Nitekim, 1588’de Gence’nin ele geçirilişinden birkaç gün önce Gence hakimi Kaçarlı Ziyadhanoğlu Mehmed Han, 40-50 bin haneden ziyade Kaçar, Yiğirmidörtlü ve diğer Türkmen gruplarına mensup ulusları buradan göç ettirip Aras nehri kıyılarına (Arasbâr bölgesine) yerleştirdi. Kendisi de Ustacalu Tokmak Han ile pusuya yatıp fırsat kolluyordu. Ancak, Osmanlı ordusunun Arasbâr’daki Türkmenler üzerine yürüdüğü haberi gelince, Aras’ı geçerek kaçmaya çalışanlardan üçte biri nehirde boğularak, bir kısmı da katledilerek öldüler. Bu akın, Gence-Karabağ arasında yaşayan Türkmenlere büyük bir darbe vurdu.

                 

                Şah Abbas Devri’nde (1588-1628), Şirvan, Borçalı ve Kazak bölgelerinde yaşayan Sünnî inanca sahip Kazak, Karamanlı ve diğer Türkmenleri Şiîleştirme politikasına ağırlık verildi. Aşiretlere bu yönde baskı yapıldı. Ya kabul edecekler ya da Horasan’a sürgün edileceklerdi. Çaresiz aşiretler bunu kabul ettiler. Fakat, bu aşiretler içten içe Sünnîliği devam ettirmiş olacaklar ki, bir müddet sonra Osmanlı idaresine geçtiklerinde tekrar Sünnî inanca geçtiler. Safevîler bu tür insanlara “dönük” diyorlardı ve cezalandırılmaları gerektiğine inanıyorlardı. Dönüklerin başında Kaçar, Karapapak, Alpavut, Sa’adlu, Pazukî, Kazak, Karamanlu, Şemseddinlü, Hacılar gibi aşiretler geliyordu.

                 

                Nitekim, 1603’de Osmanlıların iç karışıklıklarından istifade eden Şah Abbas, Azerbaycan’ı ele geçirerek Tebriz yöresinde yaşayan pek çok Sünnî Türkmeni öldürttüğü gibi, 1606’da Gence’yi ele geçirdiğinde de Hasançay nehri kıyısında 2.500-4.000 arasında dönük Türkmeni katlederek cezalandırdı. Keza, devletin kuruluşunda büyük rol oynayan Ustacalu ve Bayatlara[22] ağır darbeler vurdu. 1614’de Şirvan, Tebriz ve Gence-Karabağ bölgelerinde 25 bin dönük ailesini ülkenin iç kesimlerine tehcir etti. Yaklaşık yüzbin aileyi Azerbaycan haricine süren[24] Şah Abbas’ın katliamlarından korkan Şirvan ve Dağıstan’da yaşayan Türkmenler, bu yüzden Osmanlı payitahtına mektup göndererek yardım istediler. Bunun üzerine Osmanlılar, 1617’de büyük bir orduyla Safevîler üzerine yürüdüler ise de, pek başarılı olamadılar. Fakat, daha sonra gelen Murad IV, 1635’te Azerbaycan’a girerek Safevîleri mağlup etti ve bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşma uzun bir müddet Türkmen ahalinin rahat etmesini sağladı ise de, Safevî baskısı üzerine Sünnî ahalinin şikayeti nedeniyle Ahmed III zamanında, 1714’de Osmanlı ordusu tekrar Azerbaycan üzerine yürüdü. Bu sıralarda Safevîlerin son şahı Tahmasb Il’nin (1722-1731) beceriksiz yönetiminden istafade etmek isteyen Ruslar, Hazar sahillerini işgal edince, Osmanlılar da güney Azerbaycan’a girdi. Bu sefer sonunda 1724’e kadar tekmil Azerbaycan Osmanlı ülkesine katıldı. Bu yıllarda Osmanlı siyaseti, Azerbaycan’a yerleşmek ve burayı merkezî hükümete bağlamaktı. Bu nedenle, yurtlarından göç edenlerin geri dönmesi için ferman yayınlandı. Ardından, İrevan, Nahçivan, Tebriz, Hoy, Erdebil, Gence, Meraga, Urmiye gibi şehirler ve kır kesiminde nüfus ve arazi tahriri yapıldı. Tahrir işlemi 1727’ye kadar sürdü ve şu anda İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan defterler tutuldu.[28] Safevî Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte Azerbaycan’a hakim olan Avşarlardan Şah Nadir (1736–1747), İmam Cafer Sadık’ın anlayışına uygun bir mezhep politikası uygulayarak Sünnî ve Şiî Müslümanlar arasındaki düşmanlığa son vermek istedi. Ancak, sert ve acımasız bir karektere sahip olan Şah Nadir, merkeziyetçi yapıya girmek istemeyerek emrine itaat etmeyen Türkmen unsurlarına karşı çok sert uygulamalarda bulundu. Bu meyanda onları, özyurtlarından kaldırarak başka yerlere tehcir etti veya kılıçtan geçirdi. Nitekim 1736-1747 yılları arasında, Meraga’da yaşayan Otuzikili boyunun Halilvend kolunu, Karabağ aşiretlerini, Mugan Şahsevenleri’ni ve Derbend’de yaşayan aşiretleri Horasan’a, Kür boylarında yaşayan Sorsor boylarını Şirvan’ın kuzeyine ve Derbend-Kuba arasına sürgün etti. Ancak, bunlardan Karabağ aşiretleri, Karabağ Hanlığı’nı kuran Penah Ali Bey tarafından geri getirildi. Öte yandan Esterâbâd ve Merv’de yaşayan Kaçarları kılıçtan geçirdi.

                 

                Şah Nadir’in 1747’de ölümü üzerine Azerbaycan’da siyasî otorite boşluğu meydana geldi. Bu durum hanlıkların ortaya çıkmasına neden oldu. Azerbaycan’ın sosyal ve siyasî hayatında yeni bir dönem olan ve 1828 tarihine kadar süren “Hanlıklar Dönemi”, Türkmen beylerinin ülkedeki ağırlığını göstermesi bakımından öneme haizdir. Bu hanlıkları kuran beyler şunlardır; Urmiye Hanlığı; Avşarlardan Feteli Han, Karabağ Hanlığı; Civanşirlerden Penah Ali Bey, Meraga Hanlığı; Mukaddemlerden Alikulu Han, Erdebil Hanlığı; Şahsevenlerden Nazarali Han, Serab Hanlığı; Şekakîlerden Ali Han, Gence Hanlığı; Kaçarlardan Şahverdi Han, Nahçivan Hanlığı; Kengerlilerden Haydarkulu Han, Tebriz-Hoy Hanlığı; Dunbililer ve Revan Hanlığı; Kaçarlardan Mir Muhammed Han tarafından teşkil edildi.

                 

                Osmanlı-İran mücadeleleri hiç şüphesiz Türkmen aşiretlerini olumsuz etkiliyordu ki, tam bu sırada kuzeyden Rus tehlikesi başgösterdi. Nitekim Ruslar, 1827’de Tebriz, Meraga, Urmiye ve Erdebil gibi Türkmen bölgelerini işgal ettiklerinde, bu hadise aşiretler içinde büyük heyecan yarattı. Kaçar, Avşar, Kengerlü, Şahsevenli, Beğdilli ve Civanşirler Ruslara karşı şiddetli bir mücadeleye giriştiler. Rus işgali aynı zamanda aşiretlerin yer değiştirmesine sebep oldu. Kars taraflarında yaşayan Kengerli ve Kaçar kabileleri Revan’a, Gence’deki Kazak Şemseddinlü ve İmrelü kabileleri ile Karabağ’daki Eymirlü aşiretleri güney Azerbaycan’a göçtüler. Birinci Dünya Harbi Türkmenlerin hazin sonunu hazırladı. Toprakları güney (İran Azerbaycanı) ve kuzey (Sovyet Azerbaycanı) olmak üzere iki parçaya bölündüğünden birbirlerinden ayrıldılar. Lenin ve Stalin, Revan ve çevresindeki Türkmenleri buradan tehcir ederek topraklarını Ermenilere verdiler. Yirminci yüzyılın sonlarına gelindiğinde yine bir Türkmen yurdu Karabağ, Rus ve İran desteğindeki Ermenilerce işgal edildi. Yaklaşık bir milyon Türk vatanlarından ayrılmak mecburiyetinde bırakıldı. Günümüzde Kuzey Azerbaycan Türkleri -topraklarının %30’u Ermeni işgali altında olsa bile -bağımsız bir devlete sahiptirler. Güney Azerbaycan Türkleri ise, istiklale kavuşacakları günü beklemektedirler.

                 

                Koyunlu ve Safevî anlayışı, konar-göçer hayat tarzına sahip Türkmenler için cazip şartlar sunuyordu. Bu yüzden de Türkmenler için hoşa giden bir tercih olmuş ve Safevî Devleti doğmuştu. Osmanlılar ise, prensip olarak Türkmenin konar-göçer hayat tarzına pek karışmıyordu. Ancak, devletin merkeziyetçi politikası gereği, tahrire tâbi tutup, başıboş, düzensiz bir hayat tarzına müsaade etmiyordu. Onlar için Türkmenlerin yerleşmesi, reaya olması genel politikaydı.

                 

                16-18. yüzyıllarda Azerî Türkmenlerinin büyük bir kısmı, tıpkı Anadolu’da yaşayan karındaşları gibi konar-göçer hayat tarzına sahipti. Umumiyetle koyun besiciliği yapar, kış boyu kışlak denilen köylerde oturur, sürülerinin ürünleriyle geçinirlerdi. Büyük nehirlere dökülen çay veya arkların kenarında az da olsa ziraî üretim yaparlardı. Yaz başında da (mart-nisan) yaylak denilen sözlü töre ile sahiplenilmiş yaylalarına göç ederek, büyük sürülerini buralarda otlatırlardı. Mesela; Otuzikili taifesine bağlı Begahmedli aşiretine mensup obalar; Kür kenarında Karasu’da, Haçin’de Karasu ve Kabarta ve Çalaberd’de Tavus’ta kışlar, Revan’da Kilit özü, Derbend, Uzunhaç, Güzeltepe Gelencevir ve Salimkervansarayı’nda yaylar, Barde’de Gaklı, Molla Bedeli ve Nebatiyan, Kutehan, Karaağaç ve Çukur, Celaberd’in Aldaş arklarının kenarında ziraatle uğraşırlardı. Yaylaya çıkarırken göç ve kervan yollarından giderlerdi. Mesela; 18. yüzyılda Karabağ aşiretleri Tartar, Zengezür, Kırkkız, Kirs, Sarıbaba, Ziyaret, Murovdağ yaylalarına çıkarlardı. Tartar yaylasına Hacnık-Dovşanlı-Tahta yolunu veya Çardaklı-Sarseng-Hasanrız yolunu ya da Canyatak-Ulukarabey-Hasanrız yolunu kullanarak giderlerdi. Büyük aşiretler için toprağı münbit ve otu bol olan Mugan kır kesimi Azerbaycan ülkesinin en müsait kışlağıydı.

                 

                Yerleşmiş, ziraatla meşgul olan Türkmene “tat”, “kendli” veya “tahta kapu olmuş” denilirdi. Konar-göçer hayat tarzını devam ettirenlere de, “ilât” veyahut “aşiret” adı verilirdi. Aşiretlerin yerleşik hayata geçmesi ve toprağa bağlanması, 19. asrın başlarında vuku buldu. Bu sırada kabile isimlerini terk etmeyerek oturdukları köylere, Azerbaycan toponomisinden de anlaşılacağı üzere aşiret/oymak adlarını verdiler ve soylarını unutmadılar. Makü halkının Bayat boyundan, Urmiyelilerin Avşar boyundan, Meragalıların Mukaddem taifesinden olduklarını unutmadıkları gibi Türkmen Aşiret ve Taifeleri Azerbaycan tarihi ve coğrafyasında iz bırakan, Gence, Halha, Berda, Arasbar, Karabağ, Revan, Nahçivan, Makü, Urmiye, Tebriz, Meraga, Merend, Erdebil ve Hoy bölgelerinde yaşayan büyük Türkmen grupları 16 ve 18. yüzyıllara ait tahrir defterlerindeki kayıtlara göre şunlardır;

                 

                Ağaçeri; Karakoyunlu ulusuna bağlı olan Ağaçeriler, Maraş bölgesindeki ormanlarda yaşarken, 15. yüzyılda Karakoyunlu aşiretleriyle birlikte Azerbaycan’a göç ettiler. Bunlar, 1727’de Erdebil’in Heşterud, Meraga’nın Seracu, Revan’ın Gerni ve Tebriz’in Saidabâd ile Direcrûd nahiyelerinde kendi adlarını taşıyan köylerde meskûndu.

                 

                Akkoyunlu; 15. yüzyılda Azerbaycan’a göç ettiler. Oğuzların Bayındır boyuna mensup olup, etraflarına topladıkları taifelerle birlikte devlet kurmuş bir konfederasyon/boyla birliğidir. Doğu Anadolu’da hayat süren Musullu, Pürnek, Hamza Hacılu, Avşar, Bayat, İnallu, Tabanlu, Danişmendlü, Bicanlu gibi oymakların birleşmesinden meydana gelmiştir. Ayrıca, Hoca Hacılu, Süleyman Hacılu, Ahmedlü, Çavundur, Dodurga, Kargın, Duharlu, İnallu gibi boylar da Akkoyunlu birliği içerisinde yer almıştır. 1727’de Akkoyunlu bazı obaları Hoy’un Sekmanabâd ve Bebecik nahiyelerinde Sufîkent, Karakuşî, Dibek, Kurunav ve Temaşa köylerinde yaşıyorlardı. Hamzalu oymağı, Gence’nin Şüturbasan nahiyesinde aynı adlı köyde sakindi. Hocalı obası, Berda’nın Hasankaya, Ahmedli obası, Revan’ın Abnih nahiyesinde kendi adını taşıyan köylerde oturuyorlardı. 19. asır başlarında Azerbaycan’da 7 bin-8 bin kişilik Akkoyunlu grubu yaşıyordu.

                 

                Alpag (v)ud; 15. asır sonlarında Azerbaycan’a göçetmiş, Karakoyunlu ulusunun en mühim teşekkülerinden biridir. “Aşa’ir-i terâkime-i Şirvan” adıyla da anılan Alpagud aşiretleri Şirvan, Revan (Çukur Sa’d) ve Gence bölgelerinde yaşıyorlardı. Nitekim, 1593’de Gence nahiyelerinden birinin adı bu taifenin adıyla tesmiye olunmuştu ve Yavlak nahiyesinde aynı adlı köyde sakin bir oba vardı. Revan’ın Gerni nahiyesinde de bir oba bulunmaktaydı. Revan kanununda, Alpavud aşiretinin, arûsâne ve badîhevâ vergilerinin yarısını timar sahibine vermeleri emrolunmuştur. 1727’de Berda’nın Sir nahiyesinin Alibad ve Kuthan köylerinde obaları yaşamaktaydı.

                 

                Avşarlar; İran ve Azerbaycan tarihinde mühim bir yer işgal ederler. Bir kısmı Horasan’dan, bir kısmı da Karakoyunlu aşiretleriyle birlikte Halep ve Şam taraflarından göç ederek Azerbaycan’a geldiler. Akkoyunlu hakimiyeti döneminde Batı Azerbaycan’da oturuyorlardı. Harizmşahlar (Harzemşahlar) Devri’nde gayet kalabalık ve zengin bir kabile olarak, Hemedan ve Ahlat civarında yaşamakta idiler. Safevî Devleti’nin kurulmasında etkileri büyük olduğu gibi, devlet kurmuş Şah Nadir de bu boydan çıkmıştır. Avşarlar, coğrafya itibariyle genellikle Urmiye bölgesinde yerleşmişlerdi. Urmiye Avşarları; Kasımlu, Gündüzlü, Keşilü, Günlü, İmanlu, Kırklu gibi çeşitli taifelere ayrılmışlardı. Avşarların ikinci büyük kolu Tebriz kır kesiminde yaşardı. Bir kısım Avşar da Erdebil, Revan ve Karabağ’ı yurt tutmuştu. Azerbaycan haricinde, Anadolu, Horasan, Kazvin, Hemedan, Tahran, Kirman ve Şiraz bölgelerinde de Avşarlar yaşamaktaydı. İran Avşarları, maalesef devlet oluşumundan sonra, tedricen Fars kültürünün etkisinde kalmışlardır.,

                 

                Azerbaycan Türkmenlerinin en mühim teşekkülerinden biri olan Avşarlara bağlı aşiretler şunlardı;

                1727 yılı itibariyle Avşarlardan bir oba, Berda kazasının Bayat nahiyesinde yaşıyordu.

                Arşlu Avşarı; Urmiye ve Tebriz bölgelerinde tesadüf edilen bu taifeye bağlı obalar, Tebriz’in Merend nahiyesinde Aliyarbeg, Kasımlı ve Aynîverdi köyleri ile Urmiye’nin Benaberuze nahiyesinin Artasa, Göçedlü, Pirçataklu, Dikentepe, Şirabâd köylerinde ve Belde nahiyesinin Saraycık ve Kelemerz köylerinde yaşamaktaydı.

                 

                Ali Beglü Avşarı; 1591’de Revan ve 1727’de Urmiye bölgelerinde rastlanılan bu taifeye bağlı obalardan Revan obası, Gerni nahiyesinde aynı adlı köyde, Urmiye obaları, merkez ve Benaberuze nahiyelerinin Hanakçı, Çataklu ve Seyidlü köylerinde yaşarlardı.

                 

                Gündüzlü Avşarı; Amik ovasından Urmiye bölgesine göç eden bu taifeye mensup bir oba, Sahraabâd nahiyesinin Kavralan ve Dehne köylerinde yaşardı.

                 

                Güngüli Avşarı; Urmiye merkez nahiyesinde aynı adlı köyde yaşarlardı.

                Haydarlu Avşarı; Urmiye merkez ve Berda nahiyelerinin Haydarî, Pirlük, İkiağaç ve Seder köylerinde iki ayrı oba halinde yaşıyorlardı.

                İmanlu Avşarı; Dulkadir yöresi Avşarlarının bir koludur. Safevîler Devri’nin başlarında Azerbaycan ve İran’a gelmişlerdir. 1727’de Urmiye bölgesinde İmanlu, Kalaman İmanlu ve Karalu İmanlu adlarında üç kol olarak perakende yaşamaktadırlar. İmanlu kolu, Urmiye merkez ve Belde nahiyelerinde İbacılu, Kaluvan, Büreşan, Şeyh Timur, Emreabâd ve Ağçakal’a köylerinde, Kalaman İmanlu kolu Belde nahiyesinin Haruli köyünde, Karalu İmanlu kolu Benaberuze nahiyesinin Buşibağ ve Hangan kışlağı köylerinde iskân olmuştu. Urmiye bölgesinde 236 hane, 27 bekar (1.207 kişi) İmanlu yaşıyordu.

                Kara Hasanlu Avşarı; Urmiye’nin Belde nahiyesine bağlı Kürmehane, Kurdtepe ve Hoca Paşa köyleri ile Sahrabâd nahiyesinin Mirşekeli, Ozanlu, Suregân, Kelanser, Halase, Tizharab, Kürbaban, Sahan, Mahmudabâd ve Kurumhane köylerinde yaşıyorlardı.

                Kasımlu Avşarı; İmanlu Avşar boyunun beyi Kasım Han’ın adını alan bu taifeye bağlı obalar, Urmiye’nin Belde nahiyesinin Beşniken, Karaağaç, Karaağıl, Sarı Alan, Asbestân ve Sahraabâd nahiyesinin Dizectekbe, Tumir, Tülkiyan, Nazı, Benacık, Zevik, Balanç, Derinabâd, Baya, Türkmânlar ve Bilinecik köylerinde dağınık halde yaşarlardı.

                Keçilü Avşarı; Erdebil ve Revan bölgelerinde rastlanılan bu taifenin Erdebil obaları, Serab ve Meyane nahiyelerinde aynı adlı köylerde, Revan obaları, Gerni nahiyesinin Bulaksızhargı ve Kula köylerinde yaşardı.

                Kılıçlu Avşarı; Bu taifeye bağlı obalara, 1593’de Gence, 1727’de Erdebil ve Urmiye bölgelerinde tesadüf edilmektedir. Gence obası, Ahıstabâd nahiyesinde ve Erdebil obası, Meyane nahiyesinde aynı adlı köylerde, Urmiye obası, Koca Ozan köyünde yaşardı.

                Kırklu Avşarı; Önceleri Horasan’da yaşayan bu oba, 16. yüzyıl öncesinde Azerbaycan’ın Meraga ve Urmiye bölgelerine göçmüşlerdir. Nadir Şah da, Horasan Abiverd’de yaşayan Avşarın Kırklu obasındandı. 1727’de Urmiye Kırkluları, Belde ve Benaberuze nahiyelerinin Bederbağı, Burhanlu ve Alikân köylerinde ve Meraga’nın Seracu nahiyesinde obanın adını taşıyan bir köyde yaşarlardı.

                Köpeklü Avşarı; Antep bölgesinde yaşar iken, diğer Avşar obalarıyla birlikte Azerbaycan’a geldiler. 1727’de Meraga ve Urmiye bölgelerinde iki Köpekli aşiretine rastlanmaktadır. Meraga’da Suldus nahiyesinde kendi adlarını taşıyan köyde ve Urmiye’nin Belde nahiyesinin Aydınlu köyünde yaşarlardı.

                Terzilü Avşarı; Urmiye’nin Belde nahiyesinin Aşcıyan, Merabâd ve Mirabdullah köyleri ile Sahraabâd nahiyesinin Tüçke köyünde yaşarlardı.

                Yorganlu Avşarı; Urmiye’de Benaberuze nahiyesinin Dökmedüş, Çuluçoban ve Kühle köylerinde obalar halinde yaşarlardı.

                Baranlu ve Karaçalu isimli iki Avşar aşireti de Tebriz’in Hıtay nahiyesinde kendi adlarını taşıyan köylerde meskûndu.

                19. yüzyıl başlarında, bilhassa Urmiye bölgesinde yerleşik hayat sürmeye başlayan Avşarlar, Kasımlu ve Arşlu adlı iki kola ayrılmıştı. Bu dönemin Avşar obaları; Karaçlu, İmanlu, Davudlu, Haydarlu, Yorganlu, Usalu, Kılıçlu, Gani Baglü, Hasansalu, Kilelü, Yeberla, Tutmaklu, Adaklu, Kuhguelu, Kara Hasanlu, Ali Beglü, Terzilü ve Şah Buranlu’dur. Bunların, 25 bin kişilik bir nüfusu vardı. Aynı yüzyılın ortalarında da Urmiye yöresinde 7 bin hanelik bir grup oturuyordu.

                 

                Bayat; İran, Irak ve Türkiye coğrafyalarına yayılmış, Cengiz Han Dönemi’nde Azerbaycan’a göç etmiş Oğuz boylarından biriydi. Bir kısmı da Anadolu ve Suriye’ye geçmişti. Timur, bir kısım Bayat aşiretlerini Şam’dan kaldırarak önce Diyarbakır’a oradan da Azerbaycan’a getirip yerleştirdi. 16. asırda Akkoyunlu politikaları ve ardından Safevî Devleti’nin kuruluşu üzerine Kuzey Suriye’den göç eden bazı Bayat aşiretleri de Azerbaycan’a göç ettiler. Safevî şahları da, onları Mazanderân, Tahran ve Horasan’a göç ettirip buralarda iskân ettiler. Bayatlar Azerbaycan’da, Gence, Berda, Kuba, Şamahı, Karabağ ve Makü çevresinde yaşarlardı. Makü hanlarının bir kısmı bu Bayatlardandı. 1593’de Haçin kazasının Çelaberd nahiyesinde yaşayan bir grup Şam Bayatı bulunmaktaydı. 1727’de de Berda’nın bu boydan tesmiye olunmuş nahiyesi ve bir köyü ile Akçabedi köyünde yerleşik hayat sürüyorlardı. Anadolu Bayatlarının iki mühim teşekkülü olan Reyhanlu ve Kuzugüdenlü aşiretleri de Azerbaycan’da yaşamaktaydı.

                 

                Kuzugüdenli Bayatı; Anadolu Bayatlarının mühim kollarından biriydi. 1727’de Revan’ın Gerni, Aralık ve Şüregel nahiyelerinde perakende olarak; Gürenlü, Oruç, Kuzugüdenlü, Kutlu, Aşayış harg, Kedelabâd, Eğdelü, Küreganlu, Kozanlu, Nazırlu, Ağca, Sağır korkışlağı ve Çirevir kışlak ve yaylaklarında 141 hane Kuzugüdenli yaşıyordu (Tablo- 10).

                Reyhanlu Bayatı; Anadolu Bayatlarının mühim kollarından biri olan bu teşekkül Erdebil, Makü ve Revan bölgelerinde yaşardı. 1727’de Erdebil’in Kermerud kazası ile Makü’de aynı adlı köylerde ve Revan vilayetinin Gerni, Iğdır ve Aralık nahiyelerinde Cankada, Eğerlü, Hoca Yaralu, Taşlı, Atlukışlağı ve Ali Hamzalı köylerinde Reyhanlu obaları oturuyordu (Bk. Tablo- 1-5 ve 10). İran’da Şah Tahmasb Devri’nde 10 bin çadırdan oluşan bir Bayat grubu yaşıyordu. 19. asır başlarında Azerbaycan’da 5 bin kişilik Bayat grubu bulunuyordu.

                 

                Civanşirler; Cesurluğu ile meşhur bir Türkmen teşekkülüydü. 1727 yılına ait kayıtlarda bahsi geçen Civanşir taifesi, Gence vilayetinde perakende olmuş oymaklar halinde yaşıyordu. Merkez kazaya bağlı Gencebasan ve Şemkirbasan nahiyeleri, Halha ile Berda’nın Dizak, Keştak, Verende, Bayat ve Haçin nahiyelerinde kışlayan ve Revan serhaddinde yaylayan Civanşir oymakları vardı. Bunlardan Gencebasan’da yaşayanlar, Kaza yaylasında yaylar ve hayvancılık yaparlardı. Şemkir’de yaşayanlar da Şemkir yaylalarında yaylayıp, Arranında kışlardı. Halha’da yaşayanlar, Dumaklı köyünde kışlar, Kazancı’da yaylardı. Berda’da yaşayanlar Sarı Meclisi ve Şimşir köylerini kışlak olarak kullanırlardı. Civanşir’e bağlı oymaklar şunlardı;

                 

                Yağlavend Oymağı; Bu oymak aynı adı taşıyan dört obaya ayrılmıştı. Obalar, Dizak’ta Kendelençayı kenarında ziraat yapar, Arasbar Sancağı’nda Kür nehrinin kenarında Hanarkı, Okçulu Tepe, Ağbayır, Kelci, Çoban, Bayli, Kemalkend, Aral ve Hasirköprü’de kışlar, Revan serhadinde Kiliseligedik, Zilhaç, Perihan, Yakınlı ve Güney’de yaylardı.

                Mafruzlu Oymağı; Bayat’ta Leten arkının kenarında ziraat yapar, Revan’da yaylardı.

                İbadi oymağı; Bayat’ta Üzerlik çayının kenarında ziraat yapar, Alibey çayının kenarında Ali Fahreddinli’de kışlar, Revan’da Yıkılmış’da yaylardı.

                Sofulu Oymağı; Haçin’de Tornagud’ta ziraat yapar, Mahur Dağı’nın eteğinde kışlar, Revan’da Kızıltepe’de yaylardı.

                Dedeli Oymağı; Dizak’ta Kurtaracağı, Kendelen çayının kenarında ziraat yapar, Arasbar’da Hanarkı kenarında kışlar, Revan serhaddinde Ayrıdere ve Sarıyar’da yaylardı.

                Tamatlı Oymağı; Dizak’ta Kendelen, Sofi Hasan ve Arasbar’da Soyukaş ve Sarıcan çaylarının kenarında ziraat yapar, Revan’da Yıkılmış’ta yaylardı.

                Keçegözlü Oymağı; Yağlavend oymağının obalarındandı. Revan’da Keşegün’de yaylar, Arasbar’da Hanarkında kışlar, Dizak’ta Kendelen çayından ayrılan Çaraken arkının kenarında ziraat yaparlardı.

                Seyid Ahmedli Oymağı; Yağlavend oymağının obalarındandı. Dizak’ta Kendelen çayının kenarında ziraat yapar, Arasbar’da Hanarkında kışlar, Revan serhaddinde Kiliseligedik’de yaylardı.

                Karıbend Oymağı; İki ayrı oba halinde yaşarlardı. Bir oba, Arasbar’da Balağan ve Geleme’de kışlar, Revan’da Yıkılmış’ta yaylardı. Diğer oba, Dizak’ta Şahbad arkının kenarında ziraat yapıp, Yüzbaşı’da kışlayıp, Revan’da Zilhac, Kilisekayası ve Aktepe’de yaylardı.

                 

                • Konu 8

                   

                  8.        Hafta         Türkmenistan Coğrafyasındaki  Oğuzlar

                  Konular: Türkmen adı geçmişte ve şimdi; Türkmenistan’da başak boylar.

                  Temel Okumalar:

                  -           Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler). Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, Bölüm 1 (D);

                  -          Saparmyrat Türkmenbaşy, Ruhnama, Aşgabat, 2001;

                  -          Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, 3. Bölüm;

                  -           Soltanğa Ataniyazov, Türkmen Boylarının Geçmişi, yayılışı, Bugünkü Durumu ve Geleceği,  http://bilig.yesevi.edu.tr/yonetim/icerik/makaleler/3475-published.pdf

                  Tavsiye edilen okumalar:

                  -          Gönül Pultar (Der.), Ağır Gökyüzünde Kanat Çırpmak, s. 237-270;

                  -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

                  -           Youtube’dan değişik videolar.

                  Ders Notları:

                  Saldırıya uğrayan halkı toparlayarak bünyesine alan boyun veya uruğun adları, yeni topluluğun adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Buna “Burkaz”, “Göklen”, “Yemreli”, “Yomut”, Olam”, “Sakar”, “Sayat”, “Surhı”, “Çandır”, “Teke”, “Hatap”, “Esgi” gibi boy adlarını misal verebiliriz. Bu şekilde oluşmuş bazı boylara, onlara önderlik ve komutanlık yapan şahısların adları verilmiştir. Meselâ, Alili boyu, 14. asırda Uzboy kıyılarındaki dağınık Türkmenleri toplayarak onlara önderlik yapan Ali Cora’nın adını almıştır. “Ali ili”: Alili. 11. asırda tanınmış Türkmen komutanı Selçuk hükümdarı Tuğrul bey’in kayını Kızıl İbn Yahya’nın çevresinde toplanan halk da, bu şahsın adını almıştır: “Gızılili:Gızıl”.

                  Ersarı boyu da Moğol baskılarından sonra Uzboy’da ve Balkan dolaylarında yaşayan dağınık halkı başına toplayan Ersarı Bay’ın (13-14.asır) adını almıştır. Aslı Salur Türkmenlerinden olan bu tarihî şahsiyete, önderliğini yaptığı Salur boyunun ikinci adı olan “Sarılar” ile ilgili bir unvan verilmiştir: “Sarı ili’nin eri:Ersarı” Hanlara ve hükümdarlara bu tarzda ünvan vermek geleneği eski Türklerde bu çerçevede Oğuzlarda da oldukça yaygındı. Nitekim Türk kağanı Bumin’in ünvanı “İlhan”, Kutluk Tegin’in ünvanı “İlteriş’ti”. Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı M. Kemal’e “Atatürk”, Türkmenistan’ın ilk devlet başkanı Saparmırat Niyazov’a ise “Türkmenbaşı” ünvanlarının verilmesi bu geleneğin bir devamıdır. Yerleştikleri bölgelerin adları verilen boylara (“Garadaşlı”, “Maniş”, “Mehin”, “Mürçe”, “Nohur”, “Hasar”, “Anevli”) rastlandığı gibi, bunların mesleklerine ve meslekî faaliyetlerine göre ad alanlarıyla da karşılaşıyoruz: “Arabaçı”, “Düyeçi” gibi. Bu şekilde ad alma veya ad verme geleneğinin, 1071 Malazgirt Savaşından sonra büyük kitleler halinde Anadolu’ya yerleşen Oğuz /Türkmen boyları tarafından da devam ettirildiği dikkat çekmektedir. Nitekim Osmanlı döneminde “boy” veya boyun daha alt birimini teşkil eden “cemaat”, “bölük”, tîr”, “oymak” ve “oba” gibi Türkmen gruplarının pek çoğu, kendi içlerinden çıkan idarecilerin veya liderlerin adını taşımaktaydılar. Bundan başka yaşadıkları bölgelerin adını alan veya o bölgelere adlarını verenler de vardı. Ayrıca, yaşadıkları hayat tarzı ile meslekî faaliyetlerine göre ad alanlar dahi mevcuttu.

                  Kaşgarlı ve Reşidüddin tarafından sıralanan adlardan günümüzde Türkmenistan’da boy adı olarak muhafaza edilenleri sadece “Bayat”, “Salır” ve “Çovdur” dur. Bunlar arasında en büyük boy Salırlar olup, bu boy 3 gruba ayrılmıştır. 1- Sarahs Salırları: Sarahs ilçesinin yerli halkını oluşturan bu topluluk diyalektleri, giyimkuşamları, gelenek-görenekleri bakımından “Teke”, “Yomut”, “Ersarı”, “Sarık” gibi boylara çok yakındır. Bu topluluk “Garaman”, “Kiçi- ağa” ve “Yalvaç” adlı 3 büyük bölümden ibarettir.

                  2- Lebap vilâyetinin Danev, Farab, Çarçöv; Özbekistan’ın Buhara vilâyetinin Buhara, Garaköl, Alat; Semerkant vilâyetinin Nurata, Goşrabat; Harezm vilâyetinin de Ürgenç dolaylarındaki Türkmen topluluğunun çoğunluğunu teşkil eden Salırlar. Bunların dili (diyalekt) Türkmen edebî diline temel olan merkezî diyalektlerden farklılaşıpTürk dillerinin Kıpçak grubuna giren toplulukların konuşmasına yakındır.

                  3- Lebap vilâyetinin Hocambaz ve Kerki ilçelerinde, Tacikistan’ın Cılıköl bölgesinde yaşayan Salırlar. “Kırk Öyli” yaygın adıyla tanınan bu Salırlar, konuşmaları bakımından yukarıda belirtilen topluluklardan biraz farklılaşıp, bu ikisinin arasında, konuşma dilleri edebî dile daha yakın olan bir topluluk meydana getiriyorlar. Bu 3 topluluğun uruğ ve tîrelerinin adlarında birbiriyle olan benzerlikleri çok, ancak farklılıklar da az değildir. Salurlar, erken dönemlerde Oğuzlar’ın büyük boylarından birini teşkil etmiş ve Türk topluluklarının bölük bölük göçtükleri çağlarda, Sırderya boylarından dört bir yana dağılıp “Salı” adıyla bir çok Türk topluluğunu bünyesine almıştır. Bunların bir bölümü Selçukluların batıya yürüdükleri devirde Saltık Baba’nın önderliğinde Kırım’a giderek burada Salır (şimdiki adı Salgir) ırmağının boyuna yerleşmişlerdir. Başka bir bölümü 1370 yılından önce Semerkant vilâyetinin Nurata ve Goşrabat dolaylarındaki Salırlar’dan (Salır) ayrılıp Çin’e giderek Pekin’den 50 km. uzaklıkta Yantszı ırmağı boyundaki Sün Hua bölgesinde “Salar” adlı topluluğu meydana getirmişlerdir.

                  Salurların en büyük bölümü, 10-11. asırlarda Sırderya boylarından Balkan’a (Ebulhan) ve Mangışlak’a göç ettikten sonra 14-15. asırlarda Türkmen boylarının “Salur Birliğini” meydana getirerek İç (İçki) Salur ve Dış (Daşkı)Salur adlı iki topluluğa ayrılmışlardır (Balkan-Mangışlak dolaylarında bu devirde Türkmen boylarının Çovdur Birliği de olup, bu birliğe “Çovdurlar”, “İğdirler”, “Söyüncacılar”, “Abdallar”, “Arabacılar”, “Hocadırıklar gibi büyüklü-küçüklü az sayıda uruğlar dahil idi. Salur birliğine (muhtemelen bu birliğin Dış Salur topluluğuna) 17-18. asırlarda boy derecesine ulaşan “Teke”, “Sarık”, “Ersarı”, “Yomut”, “Esgi”, “Olam”, “Göklen”, “Alili”, “Hıdırili” gibi topluluklar da. Bunları göz önüne alan Faruk Sümer, günümüz Türkmenistan halkının yarısından çoğunun Salurlardan ibaret olduğunu vurgulamaktadır. Salurlar hakkında verilen mâlûmattan sonra Türkmenistan’da eski sosyal hayatını yaşatan ikinci büyük boy olan “Çovdurlar” dan bahsetmek lâzımdır. Bu boyun büyük bölümü, Daşhovuz (Dış Oğuz) vilâyetinin Gubadag ve Akdepe dolaylarına yerleşmiştir. “Garaçovdur”, “Bozacı”, “Buruncık”, “Abdal” ve “İgdir” denilen 5 bölüme ayrılırlar. Görüldüğü üzere burada “İgdir” ve “Abdal” uruğları, Çovdurların içine girmektedir. Ancak Hazaryaka İgdir- leri, Rusya’nın Astrahan bölgesinin Atal obasında ve Stavropol ülkesinin Türkmen, Neftekumsk, İpatov, Blagodarnensk, Arzgir ilçelerinde yaşayan İgdirler kendilerini Çovdurlardan saymazlar. Bununla birlikte onlarla kendilerini akraba, fakat başlı başına bir boy kabul ederler. Bu tespitlerimiz o bölgede yaşayan Abdallar için de geçerlidir. Çovdurların bazı kesimleri Lebap vilâyetinin Sayat ve Hocambaz ilçelerinden başka Buhara vilâyetinin Alat ve Garaköl dolaylarında yaşamaktadır.

                  Başlıbaşına bir boy olma durumunu ve kadimî adını muhafaza eden 3. Topluluk ise “Bayatlar”dır. Bayatlar Lebap vilâyetinin Çarçöv, Danev, Farab ve Hocambaz dolaylarında birkaç obayı meydana getirmektedirler. Bayatların büyük bölümü Buhara vilâyetinin Alat ve Garaköl dolaylarındadır. Yer-yurt adlarından hareket edilecek olursa, Bayatlar geçmişte Hazar kıyılarında da yaşamış olmalıdırlar. Etrek ırmağının boyundaki Gızıletrek ilçesinin daha önceki adının “Bayathacı” oluşu ile Esegulı dolaylarında “Bayatça” adlı bir tepenin bulunması buna işaret etmektedir. Kaşgarlı ve Reşidüddin’in eserlerinde sıralanan Oğuz-Türkmen boylarının yukarıda belirtilen “Salu”, “Çovdur” ve “Bayatlar” ile diğerlerine, günümüzde, sonradan ortaya çıkmış boyların bünyesinde uruğ ve tîre halinde rastlıyoruz. Bunları tek tek gözden geçirelim. (Boy adları önce Kaşgarlı’nın ve Reşidüddin’in yazdığı şekilde yazıldı, parantez içinde Türkmen dilinde söylenişi verildi. Uzun ünlü sesler iki nokta ile gösterildi).

                  1- KINIK (Gınık): Bu boy Türkmenistan’daki yer-yurt ve boy-uruğ adlarında hiçbir iz bırakmamıştır. 2- KAYIG (Gayı): Göklen boyunun iki büyük bölümünden birisinin adı. Bayat boyu bünyesinde küçük bir tîre. Kaşgarlı’nın ikinci sıraya koyduğu Kayılar, Reşidüddin zamanında ve ondan sonraki müelliflerin eserlerinde ilk sıraya çıkıyor. Bu yüzden Türkmen klâsik şairleri Kayı ile Bayat boyunu “ilbaşı” olarak göstermişlerdir: “İlbaşı Gayu-Bayat, Yemikli, Agar, Arabaçı Nerezimde bir seniñ dek ya-ha bolgay, bolmagay.” 3- BAYUNDUR (Ba: yındır): Göklen boyunun bir uruğu, Çandır boyunun bir tîresi. Bu boyun adına Garrıgala (Karrıkale)’ daki ”Bagandar Çeşmesi”nin,”Bagandargala” adlı kalenin ve ayrıca Köneürgeç’ teki “Bayındıroy” adlı obanın adlarında rastlıyoruz. 4- IVA: Bu boyun adını taşıyan kadîm Oğuzlar, Türkmenistan sınırlarına yakın Özbekistan topraklarında bulunmakta ve Buhara vilâyetinin Garaköl ilçesinde birkaç obayı meydana getirmektedirler. Türkmenistan’da, bu boya mensup 7 bilig-10/Yaz’99 olanlara rastlanmamaktadır. Bununla beraber ataboyu- nun bünyesindeki “Ibagata”ve Çovdurlar’ın “Uvak” tîrelerinin adlarında Iva boyu adının muhafaza edilmiş olması mümkündür. 5- SALGUR (Salır, Salar): Bu konudan daha önce bahsedildi. 6- AFŞAR (Ovşar): Bu boyun adı Ersarı, Göklen, Esgi ve Mürçeli boylarının içinde uruğ veya küçük tîre adları şeklinde yer almıştır. Bu ad Gızılarbat’taki bir dere ve Kerki dolaylarında “Ovşarlık” denilen obanın adında da görülmektedir. Azerbaycan’ın başkenti Bakü’nün yerleştiği Avşaran (haritada Apşeron)adı da Avşarlar ile ilgilidir. 7- BEGTİLİ (Bekdili, Bektili): Göklen boyu içinde küçük bir tîrenin adıdır. 8- BÜGDÜZ (Bükdüz): Bu boy adı, Türkmenistan’daki topluluklar ile yer-yurt adlarında görülmektedir. Z.B.Muhammed ova, Fahreddin Mübarekşah’ın bu boy adını “Bükrüz” şeklinde yazmasından hareketle, Teke boyuna mensup “Bükri” uruğunun adının, bahis konulu ad ile alâkalı olduğunu belirtmiştir. 9- BAYAT : Bu konuda daha önce bilgi verildi. 10- YAZGIR (Yazır): Moğol saldırılarından kısa bir zaman önce Yazırlar çok güçlü bir boy kabul edilmiş ve Ahal bölgesinde devlet kurma derecesine kadar ulaşmışlardı. O devirde Yazırlar’ın yönetim merkezine “Yazır” veya “Takyazır” denilmekte idi (Bu ortaçağ şehrinin kalıntıları, günümüzde, Şehrislâm adı ile Baherden ilçesinde yer almaktadır).Türkmenistan’da yer-yurt adları ile boy,uruğ ve tîre gibi adlar arasında Yazır boyu ile alâkalı başka bir ada tesadüf edilmemektedir. Bunun en önemli sebebi Yazırlar’ın büyük kısmının komşu ülkelere göç etmiş olmasıdır. Moğol saldırılarından geriye kalanlar genellikle Köpet- dağ’ın vadilerinde yaşamışlar, saldırılardan kurtulanlar ise Karataşlı (Garadaşlı) denilen yeni bir ad almışlar ve daha sonraları bunlar küçük bir Türkmen boyunu teşkil etmişlerdir. Burada Z.B.Muhammedova’nın “Teke” boyunun bünyesindeki “Yazı” uruğunun (Mollan- epes’ in akrabaları) adını, Yazır adının kısaltılmış biçimi olarak kabul ettiği de hatırlatılmalıdır. 11- EYMÜR (Eymir): “Eymürler” daha önceleri genellikle Ahal’da, Köpetdağ’ın eteklerinde ve vadilerinde yaşamakta idiler. Tıpkı Yazırlarda olduğu gibi bunların bir kısmı daha sonraları Yemreli (Eymir ili: Yemir ili: Yemreli) adıyla yeni bir Türkmen boyunu teşkil etmişlerdir. Çünkü ortaçağın sonralarına doğru Moğol saldırılarından sağ kalanlar Daşhovuz bölgesine göçmüşlerdir. Günümüzde “Eymür” adı, Yomut ve Gök- lenler’i teşkil eden uruğ-tîre adlarında yaşamaktadır. Bu ada Köneürgeç ilçesinin Eymir adlı obasının ve Gızıletrek dolaylarındaki “Eymir’in Tutgusu” denilen yerin adında da rastlanmaktadır. 12- KARABÖLÜK(Garabö:lük): Bu boy adı, Teke ve Yomut boyları içinde tîre adı olarak geçmektedir. Reşidüddin, Karabölük’ ü “Karaevli” biçiminde vermektedir. Bu Karaevli boyu Uzboy’da ziraat ile meşgul iken XV-XVI. asırlarda sıkıştırılarak Balkan dolaylarından çıkarılmışlardır. Bundan sonra bu boy, Karaevli adıyla bilinen kavim adını kaybetmiştir (Karrıyev, Moşkova, Nasonov, Yakuboskiy, 1954 ; Vasilyeva, 1979). Bu boy adı Daşhovuz vilâyetinin Tagta ilçesindeki “Garaöyli” obasında yaşamaktadır. 13- ALKABÖLÜK (Alkabö: lük): Bu ad Salırların “Alaöylükli” tîresinin adında görülüyor. 14- İGDİR : Balkan bölgesinde, Rusya’ nın Astrahan ve Stavropol bölgelerinde bir Türkmen boyunun, Daşhovuz bölgesinde Çovdurların bir bölümünün ve Yomut boyunda bir tîrenin adı. Bu isim veya isimlendirmelerle, Gubadağ ilçesinde “İgdir” adlı bir obada, Boldumsaz ilçesinde “İgdirkal” adlı bir derede ve Gızıletrek’te “İgdirolum” adlı bir geçitte karşılaşıyoruz. 15- ÜREGİR (Yüregir): Türkmenistan’da doğrudan doğruya bu boyun adına rastlanmıyor. Ancak bu ada yakın olarak “Ürküt” adlı tîreyi, Ersarılar’ın “Üregurt” (Ürä:gu:rt) adlı tîresini de İgdirler’in bünyesinde görüyoruz. 16- TUTİRKA (Do:durga): Bu söz Göklenleri teşkil eden iki büyük bölümden birisinin adıdır. 17- ULAYUNDLUG (Reşidüddin’de “Alayuntlı”): Türkmen boy ve tîrelerinde bu adın bugüne kadar muhafaza edilmediği görülmektedir. Ancak IV. asır Çin kaynaklarında karşılaşılan “Ala At” ile, Buhara vilâyetindeki Alat denilen Türkmen boyunun ve bu boyun adı verilen Alat ilçesinin adı burada zikredilmektedir (Zuyev, 8 bilig-10/Yaz’99 1962). Bununla ilgili olarak Türkmen kale çölünde Alat adlı bir kuyu, muhtemelen Alat boyuna mensup olanlar tarafından kazılmış. Bu adı taşıyan bir tîre de Afganistan Türkmenleri arasında varlığını sürdürmektedir. 18- TÜGER (Tüver): Günümüzde bu isimlendirleye “Tüver” biçiminde Çovdur ve Bayatlar; “Tüverey” biçiminde ise Ersarılar arasında rastlanmaktadır. Bundan başka batı Türkmenistan’da “Tüver” adlı bir oba ve kuyu, “Tüvergır” adlı da bir dağ vardır. 19- BEÇENEK: Rus yıllıklarında “Peçeneg”, Reşidüddin’de ise “Beçene”, Ebul- gazi’de “Beçene” ve”İtbeçene” biçimlerinde geçen bu boy adı, Ersarılar’ın bir tîresinin adında (Halaç ilçesi dolaylarında) yaşatılmaktadır. 20- CUVALDAR (Çovdur): Reşidüddin’ de ve Salar Baba’da “Çavuldur” Yazıcıoğlu ‘nda “Çavındır”, Kitab-ı Dede Korkut’ta “Çavuldar” şeklinde anılan bu boy adı, günümüz Türkmen dilinde “Çovdur” şeklinde geçmektedir. Türkmenistan’da Çovdur boyunun adını taşıyan yer-yurt adları pek çoktur. Daşhovuz vilâyetinin Gubadag ve Boldumsaz ilçelerindeki Çovdurlar’ın yaşadıkları obalar tamamen “Çovdur ili” olarak anılagelmiştir. Çovdur adlı obalara (Sayat ve Türkmenkale ilçelerinde), “Çovdurbulak” adlı kuyuya (Gızılkum çölü) ve “Çovduryab” adlı dereye (Esengulı ilçesi Hazar kıyısı) yer-yurt adı olarak bu ad verilmiştir. Bu adın en eski şekli olan “Çavuldur” ise Kazakistan’da “Şevülder” adlı demiryolu durağının adında muhafaza edilmektedir. Bize göre, Darganata, Danev, Sakar, Farab, Daşhovuz’un Yılanlı dolaylarında, ayrıca Özbekistan’ın Harezm, Semerkant, Buhara, Kaşkaderya vilâyetlerinde onlarca obaya adını veren “Çandır” boyunun adı da, aslında “Çovdur” sözü ile aynı kökten türemiş olmalıdır. Bunu, Yazıcıoğlu’nun kadîm “Çavuldur” adını “Çavındır” biçiminde kullanmış olmasından ve bazı ilmî araştırmalardan görmek mümkündür (Muhammedova, 1973 ; Geybullayev, 1986 ; Curokulov, 1992). Buhara ve Hive hanlarının yürüttüğü siyaset neticesinde zorla dağıtılan ve bu iki hanlığın arazilerine parça parça bölünerek yerleştirilen Çandırlar, son zamanlarda Çovdurlar’dan uzaklaşıp başlı başına bir Türk men boyunu meydana getirmişlerdir. Sumbar ırmağının sol kolu olan “Çendir” ırmağı da Çandırların adından biraz değişik bir ad almıştır. Bu boyun “Çovdur” (Çavuldur) ve “Çandır” (Çavındır) adlı iki biçimine, Kafkasya ve Türkiye’deki boy veya oymak isimleri ile yer-yurt adlarında rastlanmaktadır (Muhammedova,1973 ; Ataniyazov, 1994). 21- ÇEPNİ: Türkmenistan’da bu boyun adına veya izlerine rastlanmıyor. 22- CARUKLUG: Kaşgarlı’dan başka diğer müellifler tarafından temas edilmeyen bu boyun adı günümüzde Türkmenistan’da Göklen, Nohur, Teke, Yomut boylarının bünyesindeki “Çarık”, “Çarıklı” uruğlarında korunup kalmıştır. Kaşgarlı Mahmud, yukarıda ele alarak bilgi verdiğimiz 22 boydan başka “Karlık” ve “Halaç” boylarının adlarını belirtiyor. “Karlık” adı Arap kaynaklarında “Harluk”, Farsça eserlerde “Harluh”, Çin yıllıklarında ise “Gelolu” şekillerinde kullanılmıştır (Bartold, 1968). Erken dönemlerde Karlıklara “Üç Oğuz” yani “Üçboy” da denilmiştir (Gumilev, 1967). Kaşgarlı, Oğuz boyları arasında göstermemiş olsa da, Divânının üç yerinde bunların Türkmen (Oğuz) olduğunu vurgulamakta ve “Karluk, göçebe Türkmenler’den bir topluluğun adıdır. Oğuzlar’dan ayrıdırlar. Oğuzlar gibi Türkmen dirler” demektedir (Kaşgarlı, 1992). Karlıklar günümüzde Özbek halkının bir boyu olarak kabul ediliyorsa da daha önce (X-XI. asırlar) Türkmenlerin bünyesinde yer almakta idi (Roslyakov, 1956 ; Yeremeyev, 1962). “Arabaçı” adlı Türkmen boyunun içinde “Ak Garlı” ve “Gara Garlık” adlı uruğların varlığı ise, onların geçmişte bir Türkmen / Oğuz boyu olduğunu ortaya koymaktadır. Kaşgarlı Mahmud’un temas ettiği ikinci boy ise “Halaçlar” dır. O, “Kayı” ları bu boyun bir bölümü olarak kabul etmektedir (Kaşgarlı, III, 1992). Türkmen boyları arasında ilk defa X. asırda Halaçlar, Maveraünnehir’den Amu- derya’ nın (Ceyhun) sol tarafına geçmişlerdir. Muhtemelen Buhara dolaylarından buraya göçmüş olmalıdırlar. Çünkü Buhara bölgesinin Buhara, Vabkent ve Romitan şehirlerinde “Halaç” adlı obalar bulun- 9 bilig-10/Yaz’99 maktadır. Bu obaların varlığı, vaktiyle buralarda Halaçların yaşadıklarına işaret olmalıdır. Amuderya’nın sol kıyısına geçen Halaç- lar’ın burada uzun süre barındıkları anlaşılmaktadır. Bunların kurdukları kaleye “Halaç Kalesi” , mezarlıklarına da “Hallacı Baba” denilmektedir. Kalenin adı daha sonraları burada kurulan ilçeye ve bu ilçenin çevresine verilmiştir. Halaçlılar, kadîm Merv yani şimdiki Marı şehri ile de ilişkiler kurmuşlardır. Onların Karakum Çölü vasıtasıyla Marı’ya ulaşan eski yoluna “Halaç yolu” denilmekte idi. Halaçların büyük bölümü daha sonraları İran’a ve Hindistan’a gitmişlerdir. İran’da halen dillerini ve geleneklerini kaybetmeden yaşayan Halaçlar, Hindistan’da da önemli bir tesir bırakmışlardır. Bundan başka Azerbaycan’da Salan şehri civarındaki Halaç adlı obada bu boya mensup olanların yaşadıkları görülmektedir. Muhammed Necip Bekrani’nin (13. asır) “Cihânnâme” adlı eserinde verdiği bilgiye göre, Halaçların Gazne dolaylarına göçen bir bölümü, daha sonraları Abıvert dolaylarına dönerek burada uzun süre yaşamışlardır. Anev yakınlarındaki “Halaç” adlı bayırın adı ise bunlardan kalmış olmalıdır. Böylece Kaşgarlı Mahmud’un sıralamasında adları geçen 24 boy tamamlanmış oluyor. Ancak Reşidüddin, bu sıralamada yer almayan “Yaparlı”, “Kızık” (Kırık) ve “Karkın” adlı 3 boyun daha adını vermektedir. Bunların “Yaparlı” boyunun adı, en eski şeklinde, Türkmenistan’ın boy-uruğ veya yeryurt adları arasında yer almaktadır. Bununla birlikte günümüz Türkmen boylarında karşılaşılan “Yapağı” (Sarık), “Yapan” (Teke), “Yapaç” (Teke ve Esgi), “Yapban” (Yomut) gibi boy-uruğ adlarını, belki de daha başkalarını “Yaparlı” denilen kadîm boy adıyla bağlantılandırmak mümkün olabilir. Reşidüddin ve Yazıcıoğlu’nun sıralamalarında “Kızık”, Salar Baba’da ise “Kırık” biçiminde yazılan Oğuz boy adının “Kırık” kelimesinden geldiği kanaâtindeyim. Bu boy adının, yakın söylenen şekli aşağıdaki Türkmen tîrelerinin adlarında muhafaza edilip kalmıştır: “Kırk” ve “Kırklar” (Ersarı, Göklen, Teke, Çovdur, boylarının bünyesinde tîreler), “Kırıglı” (Mukrı), “Kırrıklar” (Olam), “Gırıklı” (Er- sarı), “Gırrık” (İgdir) ve buna benzer tîreler. Reşidüddin’in sözünü ettiği “Karkın” (Türkmen dilinde Garkın) boyunun adına sadece Ersarı ve Alili boylarında tîre adları olarak rastlanmaktadır. Bu Türkmen boyunun adı, Lebap vilâyetinin Sayat ve Kerki ilçelerinde oba, Daşhovuz vilâyetinin Akdepe ilçesinde dere Köpdağ’da çeşme ve dere adı olarak yaşatılıyor. Afganistan’da yaşayan Türkmenlerin arasında “Karkınlar” daha çok olup burada büyük bir ilçeyi teşkil ediyorlar.

                  Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere muhtelif müellif ve araştırmacıların bahis konusu ettiği boy adları, Türkmen halkının o devirdeki sosyal yapısının bir aynası durumundadır. Bu adları taşıyan boyların pek çoğu, bugünkü Türkmenistan coğrafyasından çok uzaklarda, meselâ Isıkköl dolaylarında ve Sırderya boylarında tarih sahnesine çıkmış olup Türkmenistan toprakları ile pek sıkı ilişki içinde olmamışlardır. Daha önceden de belirttiğimiz gibi, bu bölgelerde yerleşen boyların büyük çoğunluğu, daha sonraları çeşitli siyasî, askerî ve iktisadî sebepler yüzünden oturumlu yerlerini terk ederek başka ülkeleri yurt edinmeye mecbur olmuşlardır. Öncelikle Cengiz Han’ın ve Timur’un askerlerinin Türkmen halkına yaptığı şiddetli saldırılar, ülke halkını temelden sarsmıştır. Bu sıkıntılı yıllarda kırılmadan veya başka ülkelere göçmeden kalmayı başarabilen çok sayıdaki insan, hangi millete veya halka mensup olduğuna bakmadan 13-14. asırlarda belirli hanların çevresinde toplanarak yeni yeni topluluklar meydana getirmişlerdir. Önceki Oğuz boy adlarından farklı adlar verilen bu toplulukların pek çoğu, daha sonraları gelişerek boy derecesine ulaşmışlardır. Dilleri (konuşmaları), giyim-kuşamları, dokudukları halıları, çizdikleri şekil ve resimleri, müzik anlayışları, yemekleri, ziraat ve hayvancılık işlerinde kullandıkları araç-gereçleri ve pek çok unsurları noktasında birbirinden çok az farklılıklar gösteren bu boyların mensupları, günümüze kadar hangi boy, uruğ veya tîreye ait olduklarını unutmamışlar ve bu bağlılığı yaşatmışlardır. Türkmen boyları arasında mevcut olan yukarıda sıraladığımız bazı küçük farklılıklar, geleneğe göre belli ölçüde günümüzde de devam etmekte ve yaşatılmaktadır. Bu özellikler göz önüne alınarak Sovyetler Birliği döneminde evvela Rus alimleri, sonraları da Türkmen etnograf ve dilcileri tarafından bu boyların pek çoğu incelenmiş ve boyların sosyal yapıları ve şiveleri hakkında bir çok ilmî çalışmalar yapılmıştır. Nitekim Alili, Arabaçı, Ata, Garadaşlı, Göklen, Yemreli, Yomut, Mukrı, Nohur, Olam, Sakar, Salır, Sarık, Surhı, Hasarlı, Çovdur, Ersarı boylarının diyalektleri (Şive...S.A) konusunda ilmî çalışmaların, tezlerin yazıldığı ve bunların pek çoğunun yayınlandığı bilinmektedir. Türkmen dilinin diyalektleri genel olarak “Boy Ağzı” (taypa gepleşiği, S.A) terimi ile ifade edilirse uygun olacaktır.. Bütün bunları göz önüne alarak ,biz, son birkaç asır içinde (Geç Dönem Orta Asır, S.A) ortaya çıkan ve ilmî araştırmalarda daha çok “Türkmen boyu” adı altında temas edilen toplulukları kısaca hatırlatmakla birlikte, onların belli başlı özellikleri ve yerleştikleri belli bölgeler hakkında da bazı bilgiler vermek icap etmektedir. Türkmen boylarının nüfusları konusunda hiçbir sıhhatli bilgi mevcut değil ise de, günümüz Türkmenistan coğrafyasında yerleşen Türkmen halkının esasını meydana getiren sonradan teşekkül etmiş boyların hiç değilse bazılarının nüfus bakımından çok büyük olduklarını, bazılarının normal büyüklükteki boyları meydana getirdiklerini, bazılarının ise nüfus ve yerleşim açısından küçük boylar halinde yayıldıklarını belirtmek lazımdır. En büyük boylar hükmünde Teke, Yomut ve Ersarıların, bunların daha küçükleri olarak Çovdur, Salır, Göklen ve Ata boylarının adlarını sıralamak mümkündür. Sarık, Sakar, Alili, Yemreli, Garadaşlı, Nohurlu, Olam gibi boylar ise orta büyüklükteki toplulukları meydana getirmekte idiler. Bunlardan daha küçük boylar olarak ise Surhı, Hatap, Mukrı, Anevli, Kıraçlı, Hasarlı gibi adlar taşıyan toplulukları sıralayabiliriz. Biz bu boylarının adlarını, diyalektleri inceleyen araştırmacıların sıralayışlarına göre düzenlemeyi uygun gördük.

                  1 – TEKE BOYU: Büyük Türkmen boylarından biri olan Teke boyu mensupları, günümüzde Ahal ve Marı vilâyetlerinin asıl halkını meydana getirmekte ve Gızılarbat’tan Murgap ırmağının kıyılarına kadar geniş bir coğrafyada yaşamaktadırlar. Ahal’a gelmeden önce bu boy, Balkan’ın ve Mangışlak’ın kuzey taraflarında yaşamış olmalıdır.İlmî kaynaklarda sözlü malûmatlara dayanılarak 12-13.asırlarda Tekeler’in, Sırderya’nın aşağı kısımlarında yaşadıkları ve daha sonraları bir bölümünün Semerkant’ın Nurata dolayla- rında, büyük toplulukları ise Balkan -Mangışlak civarlarında yer tuttukları belirtiliyor. Gerçekten de Nurata Türkmenleri içinde, “Teke“ ve “Sıçmaz” (Teke boyunun bir uruğu) gibi adlar ile karşılaşılması, bu bilgilerin doğruluğunu göstermektedir. Tekeler XVII. asra kadar büyük ve güçlü bir boy şeklinde Türkmen tarihinin sahnesinde pek xer almamış gibi görünmektddirler. Türkmen boy ve uruğlarının ortaya çıkışlarını ele alan Şecere-i Terakime (Türkmenlerin Şeceresi) adlı eserini 1660’da yazan Hive hanı Ebulgazi’nin Tekeler hakkında çok az bilgi vermesi, bizi böyle bir düşünceye götürmektedir. Bundan önceki müelliflerin eserlerinde “Teke” adlı boydan pek bahsedilmediği de belirtilmelidir. Bununla birlikte Ebulgazi şunları yazıyor: Salı ilinde bir kişi bar erdi. Adı: “Toytutmaz.” “Teke” ve “Sarık” ili anın oglanları tururlar. Bunun yanı sıra Ebulgazi’nin, “Tekeler’in Salı ilinden olduğu”şeklindeki malûmatı bizim için daha önemlidir. Çünkü bu bilgi Tekeler’in boy olarak nerede ve ne zaman ortaya çıktıklarını tahmin etmemize imkân vermektedir. G. İ. Karpov, Teke boyunun XVI. asırda teşekkül ettiğini düşünmekte ve rivayetlere dayanarak XI-XII. asırlarda teşkil olunmaya b`şladığını mümkün görmektedir. Anadolu, Harezm ve Sarahs’ta yaşayan Tekelerin, buralara XIII. asırda göçmüş olduklarını ve ayrıca Kazaklar’da ve Kırgızlar’da “Teke” adlı uruğ-tîrelerle karşılaşıldığını göz önüne alırsak, “Teke” denilen boyun tarihinin çok eskilere dayandığını ifade etmek mümkündür. Çünkü Türkmenler Selçuklular’ın batıya gelişleri sırasında (11. asır), Kırgızlar’dan ayrılıp bugünkü Türkmenistan bölgesine gelmişlerdir. Bu durum, Tekelerin uruğ olarak çok eski devirde, yani Türkmenlerin Kırgız sahralarında yaşadıkları zamanlarda ortaya çıktıklarını göstermektedir. Bunu, onların hususî adı olan “Teke” sözü de göstermektedir. Bilindiği gibi “totemler”den meydana gelen “Teke” gibi adlar, boy-uruğ adlarının en eski tabakasını meydana getirmektedirler. Bize göre Selçukluların batıya doğru ilerlediği yıllarda, Tekelerin büyük bir bölümü Mangışlak sahasına göçmüş, kalanları ise Kırgızlar’ın ve Kazaklar’ın bünyesine girmişlerdir. Mangışlak’a gelen Tekelerin büyük bir kısmı bu yarımadanın kuzeyindeki Yayık (Ural) ve Emba ırmaklarının kıyılarında yurt tutmuşlardır. Bunu, Yayık ırmağının kıyısındaki, şimdiki Uralsk şehrinin adının geçmişte “Tekeli” olması da göstermektedir. Öte yandan Moğolların hüküm sürdükleri devirde Yayık-Emba dolayları ve Mangışlak ile Balkan civarları Altınordu hanlarına tabi olmuştu. Tekelerin “Utamış ve “Togtamış” denilen iki büyük topluluğunun Altınordu hanlarının adlarını taşıması, Tekelerin bu sahalarda yaşadıklarını göstermektedir. 15. asırda Altınordu devletinin dağılıp Astrahan, Kırım, Kazan ve Sibir gibi küçük hanlıklara bölünmesinden sonra ülkedeki karışıklıklar artmış ve bunun sonucunda diğer Türk boylarının üzerlerine saldırılar şiddetlenmişti. Mehmet Saray’ göre, 1639 ve 1700 yılarında Kazak sahralarından Tekelerin üzerine saldıran Kalmuklar onları bugünkü Türkmenistan topraklarına göç etmeye mecbur etmişlerdi. Tekelerin önceleri Vas civarlarına çekilmiş olduklarını tahmin ediyoruz. Tekeler daha sonra Türkmen boylarının “Salır birliği”nde büyük bir boy olarak kendilerini tanıtmışlardır. Demek oluyor ki, Tekelerin küçük bir topluluktan büyük ve güçlü bir boy derecesine ulaşmaları, 16-18. asırlarda gerçekleşmiştir. Boy derecesine ulaştıkları yerlerde Dış Salır (Daşkı Salır)’ ların içidir. Bu boyun, sonraki tarihi hakkında bilgi sahibiyiz. 16. asırda Uzboy suyu kesildikten sonra Uzboy-Vas dolaylarında hayat şartlarının güçleşmesi Tekeler’in Ahal topraklarına yaklaşarak buradaki yerleşik halkı 18. asırda sıkıştırıp çıkarmalarına sebebiyet vermişti. Tekelerin Ahal’a toplanması ve bu bölgede halkın artması neticesinde 19. asırda Tekelerin bir bölümü Tecen-Sarahs taraflarına yerleşmişti. 1855-1857 yılları arasında Tekeler, Govşut han’ın önderliğinde Murgap arazisinin aşağı kısımlarını da ele geçirmişlerdir.

                  2 – YOMUT BOYU: Bu boya mensup olanlar Balkan ve Daşhovuz vilâyetlerinde yaşayan halkın çoğunluğunu teşkil etmektedirler. İlişki içinde oldukları boyların ve toplulukların çok çeşitli oluşu ve ekonomik hayatı düzenleyen geleneklerin bazı farklılıklar göstermesi yüzünden, temelde aynı boya mensup olan bu Yomutlar (Batı / Balkan ve Kuzey/ Daşhovuz Yomutları) arasında şive, giyimkuşam, güzel sanatlar (halı-nakış), yemekler vb. konusunda birbirinden az da olsa farklılıklar meydana gelmiştir. Büyük bir bölümü İran’daki Türkmensahra’da (Etrek-Gürgen dolayları) yaşayan Yomut boyu, küçük topluluklar halinde Afganistan ve Karakalpakistan topraklarında görülmektedir. Yomutlar boy olma derecesine Moğol istilâsından çok daha sonraları ulaşmış olsalar gerektir. Ebulgazi’nin “Şecere”sinden önce yazılan kaynaklarda Yomut denilen bir boy adı ile karşılaşılmaması, bizi böyle bir neticeye götürmektedir. Ebulgazi de bu kelimeyi boy olarak değil uruğ adı olarak kullanmıştır. Ebulgazi’nin yazdığına göre:”Yomut, Salır Kazan’ın neslinden olan Ögürcik Alp’ın oğlunun torunudur: Ögürcik, Berdi, Gumlı, Yomut...”(Ebulgazi, 1958). Yomutlar, Balkan-Mangışlak dolaylarında Salırların Dış Salır (Daşkı Salır) birliğine girdikleri devirlerde boy olma derecesine ulaşmış olmalıdırlar Yomut adının anlamı konusunda araştırıcılar arasında çeşitli görüşler vardır. Bunlar arasında hakikate en yakın gördüğümüz Macar alimi Vambery’nin fikridir. Vambery, “Yomut adını kadîm Türk dilinde “il”, “halk”, “tayfa”, “topar” (Almancası Menge) anlamlarında kullanılan “Yom” sözünden ve “-ut” ekinden teşkil etmiş olarak kabul etmektedir (Vambery, 1885). Her ne kadar “Yom” sözü yukarıda verilen anlamında günümüz Türkmen dilinde kullanılmıyor ise de, bu söz “yumak”, “yumruk”, “yumrı”, “uymalak” (yuvarlak), “yumurtga gibi kelimelerde günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Uygurlar’da “topbak”, “topar”; kadîm Türk dillerinde ise “yumgı, “yumgılık” kelimeleri “yığın”, “cem olmak”, “toplanmak” anlamlarında kullanılmıştır. Kadîm atalarımız olan Hunlar’a (Hun Türkleri) “Yomut” da denilmiştir. “Gun” (Türkmen dilinde “Hun” demektir, Y.A) şeklindeki adında “il”, “topluluk”, “tayfa” gibi anlamlara geldiğini göz önüne alırsak (Karşılaştırınız: Türkmen dilindeki “il-gün” sözü, Anadolu Türkçe’sinde de aynı anlama gelmektedir.) “Gun” veya “Yomut” şeklindeki adların aynı anlamda kullanıldığını anlamak güç değildir. Yomut sözünde kullanılan “-ut” eki, kadîm Türk dillerinde “çokluk” bildiren bir takıdır.

                  3 – ERSARI BOYU: Büyük Türkmen boylarından biri olan ve Lebap bölgesinde yaşayan halkın büyük çoğunluğunu teşkil eden “Ersarılar”, Türkmenistan’ın çeşitli bölgeleri ile Özbekistan’ın Buhara, Zerefşan, Kaşkaderya, Sur- handerya vilâyetlerinde ve Tacikistan’ın Cılıköl dolaylarında bulunmaktadır. Ayrıca bunların önemli bir kısmı Afganistan’ın kuzey sahalarında ve bir kısmı ise İran’da (Meşhet, Bücnurt dolayları) ve Türkiye’de yaşamaktadırlar. Mevcut bütün kaynaklar, Ersarı boyuna “Ersarı” adlı tarihî bir şahsın adının verildiğini haber vermektedir. Gerçekten de Balkan dolaylarında yaşayan ve “Salır ili” olarak bilinen boylar birliğinin lideri olan Ersarı Bay tarihî bir şahsiyettir. Bu konuda Ebulgazi Bahadır Han: “Salur ili’nde, Abulhan’da (Balkan) Ersarı Bay tiygen bar irdi. Uzak ömür tapgan dövletli ve müslümançılıkla kuşeş kılaturgan kişi irdi.” demektedir. Bu eserde Ersarı’nın şeceresi şöyle verimektedir. “Oğuz, onun neslinden Salır Gazan, onun neslinden Ögürcik Alp, onun oğlu Berdi, Berdi’nin oğlu Gulhacı, Gulhacı’nın oğlu Ersarı.” Asıl adı “Gulmuhammet” olan Ersarı Bay, XIII. asrın ilk yarısında Moğollar tarafından yerlerinden ve yurtlarından edilen ve sağa sola dağılan Türkmenlerin geriye kalanlarını bir araya toplamış ve başlarına geçmişti. Böylece bu topluluğa “Ersarı ili” adı verilmiştir. Sadece bir boydan yani Salılar’dan meydana gelmeyen bu topluluğun, orta çağlarda Türkmen boylarının pek çoğunu bünyesi içinde topladığı tahmin edilmektedir. Ancak bu birleşmenin çekirdeğini, “Salurlar” veya “Salır” denilen boylar topluluğu içindeki Türkmenler’in meydana getirdiği gözden uzak tutulmamalıdır. Bu devir de bahis konusu topluluğa “Sarılar” denilmiş olsa gerektir. Çünkü bu boyun önderi olan Gulmuhammet’e “Ersarı” eri veya “Sarıların sergerdesi” ünvanları verilmiş idi.

                  4 – SALIR BOYU: Bu boy hakkında daha önce bilgi verilmiştir. 5 – SARIK BOYU: Bu boya mensup olanlar Murgap deryasının orta kısımlarında şimdiki Guşgı, Tagtabazar ve Yolöten ilçelerinde yaşamaktadırlar. 6 – ÇOVDUR BOYU: Bu konuda daha önce malûmat verilmiştir. 7 – ALİLİ (A:li:li) BOYU: Bu boya mensup olanlar bugün genellikle Köpetdağ’ın etekleri ile Kaka ilçesinin Onbegi ve Yüzbaşı obalarında; boyun küçük bölümleri ise Daşhovuz vilâyetinin Akdepe ve Yılanlı civarındaki Alilioy’da ve Lebap vilâyetinin Danev, Çarçöv, Farab şehirlerinde; ayrıca Buhara vilâyetinin Peşku ilçesinde ve Afganistan’da yaşamaktadırlar.Bu Türkmen boyuna, XIV. asır ortalarında Uzboy yakalarında Ali Cora adlı bir sergerdenin çevresine toplanan halktan meydana geldiğinden bu boya boybaşlarının adı verilmiştir: Ali ili: Al(i) ili. 1578 yılında Ünüz suyunun kesilmesinden sonra bu boyun büyük bir bölümü Ahal’a gelmiş, bir 13 bilig-10/Yaz’99 bölümü de Çarçöv civarına göç etmiştir. Ahal Alilhleri’nin bir kısmı, 1830 yılı Mayıs ayında Hive hanı Allahkulu tarafından şimdiki Daşhovuz vilâyetine zorla sürülmüş ve daha sonraları bunların yerleştikleri bölgelere “Alilioy” denilmiştir. 8 – GÖKLEN BOYU: XI. asırda Sırderya boylarından Balkan dağlarına göçen ve “Gök/Gökli” denilen Türkmen boyunun (Agacanov, 1969) nesilleri olan “Göklenler”, günümüzde genellikle Garrıgala (Karrıkale) ilçesinde ve Gızılarbat ilçesinin Çukur ve Cecis obalarında yaşamaktadır. Ayrıca bu boya mensup olanların bir kısmı Azerbaycan ve Türkiye’de, büyük bir kısmı ise İran Türkmensahrası’nda (Moravadepe dolayları) bulunmaktadır. 9- NOHUR BOYU: Bu ziraatçı ve dağlı boya mensup olanlar Baherden ilçesinin dağ içindeki Garrı, N ohur,Garavul,Könegümmez;Garrıgala ilçesinin Könekesir, Çukuryurt, Gargılı Hocagala, Duzludepe, Kürüçdey, Durduhan, Ayıdere obalarında; Aşgabat şehrinde ve İran’ın Türkmensahra bölgesinde yaşamaktadırlar. 10 - ANEVLİ BOYU: Bu boya mensup olanlar Aşgabat şehrinin yakını ile Anev ve Manış obalarında yaşamaktadır. 11- ARABAÇI BOYU: Muhtemelen XVI. asırda Balkan – Mangışlak dolaylarında boy olma derecesine ulaşan bu küçük topluluk, günümüzde Lebap vilâyetine bağlı Danev ilçesinin Baragız, Kelleayak, Zergömen, Arakı obalarından başka Buhara ve Marı vilâyetlerinde ve Karakalpakistan’ın bazı obalarında yaşamaktadır. Arabaçı boyu hakkında bilgi veren kaynaklar, onları kadîm Türkler’in “Kanglı” boyunun nesilleri olarak kabul etmektedirler. 12 – ATA BOYU: Bu boya mensup olanlar genellikle Lebap vilâyeti’nin Darganata ve Karakalpakistan’ ın Dörtgul dolaylarında yaşamaktadır. Ayrıca bunlara Gızılarbat, Sakarçage ve Danev ilçelerinde rastlanmaktadır. 13 – GARADAŞLI BOYU: Bu boyun mensupları günümüzde Daş- hovuz vilâyeti’nin Yılanlı ve Akdepe ilçelerinde pek çok obayı meydana getirmektedirler. Kadîm Yazır Türkmenleri’nin ilk önceleri Balkan-Mangışlak’a, daha sonraları da Köpetdağ eteklerindeki Gökdepe Baher- den dolaylarına gelip yurt tutmalarından sonra bunların bir bölümüne “Garadaşlı” adı verilmişti. Bugün orta büyüklükteki Türkmen boylarından biri olan Garadaşlılar hakkında Ebulgazi Bahadır Han şunları yazmaktadır: “Yazır ili Horasan’a vararak Durun etrafında uzun yıllar yaşadı. Bu sebeple Durun’a Yazır yurdu diyorlar. Yazır ili’nin bir kısmı Durun’a yakın dağın içinde dehkanlık yaparak geçindiler. O devirde bunlara Karataşlı diyorlardı (Ebulgazi, 1958). Tekeler’in Ahal’ı ele geçirmelerinden sonra, Köpetdağ vadilerinde ve eteklerinde yaşayan Karataşlılar’ın büyük bir bölümü Daşhovuz dolaylarına göçmüş ve geride kalanlar ise başka boyların içine katılmışlardır. 14 – YEMRELİ BOYU: Kadîm “Eymir” adlı Oğuz boyundan (Ebulgazi’ye göre, Mangışlak’taki İç Salırlar’dan) bölünerek Köpetdağ’ın eteğinde, Durun civarında boy olma derecesine ulaşan ve “Eymir ili: Yemreli” adını alan bu topluluğun mensupları, Tekeler’in Ahal’ı ele geçirmelerinden sonra (XVIII. asır) Daşhovuz bölgesine geçerek burada Yılanlı ve Akdepe dolaylarında yerleşmişlerdir. Yemreliler’in geride kalanları ise Ahal’daki diğer boyların arasına karışmışlardır. 15 – MUKRI BOYU: Bu boy, Lebap vilâyetinin Dostluk ve Kerki ilçelerinden birer büyük obayı; Çarçöv, Sayat ve Garabekevül dolaylarında ise küçük obaları teşkil etmektedir. Karpov, bahis konusu boyu “Göklenler’den ayrılan topluluk”(Karpov,Elyazma: 14 bilig-10/Yaz’99 25) olarak kabul ederken; Vinnikov’da “Kadîm Mançurlar’ dan ayrıldıktan sonra Uzak Doğu’da Türk topluluklarının (Türkmenlerin) bünyesine katılan topluluk” (Vinnikov, 1968) şeklinde tanımlamaktadır. 16 – OLAM BOYU: Kadîm “Alan” halkının nesilleri olarak kabul edilen Olamlar, Lebap vilâyeti’nin Hocambaz ilçesinde ve onun çevresindeki “Olam” obasında; Çarşangı ilçesinin “Ak- gumolam” ve Dostluk ilçesinin “Olamsırhı” obalarında; ayrıca Özbekistan’ın Semerkant şehrinin Türkmengüzer (ya da Kölebat) mahallesinde ve Surhanderya vilâyetinin Kepderhana obasında yaşamaktadır. Olam- lara bölük - pörçük olarak Kerki ve Halaç ilçele-rinde de rastlanmaktadır. 17 – SAKAR BOYU: Kadîm “Sak”ların (İskitler) nesilleri olan ve onların adlarını yaşatan Sakarlar, dağınık bir şekilde, Lebap vilâyetinin Sakar ve Sayat ilçelerinde yaşamaktadır. Bunların büyüklü küçüklü obalarına Marı vilâyetinin Murgap, Bayramali, Yolöten ve Tagtabazar ilçelerinde de rastlanmaktadır. Hatta bu vilâyet’in Sakarçage ilçesinde Sakarlar’ın adları yaşamaktadır. “Sakar” adının “Sak” adından ve çokluk bildiren “-ar” ekinden teşkil olunduğu açıkça görülmektedir. 18 – SURHI BOYU: Bu boya mensup insanlar Hocambaz ilçesinin Surhı (Sabınlı Surhı) ve Dostluk ilçesinin Gargalı Surhı ile Olamsurhı obalarında yaşamaktadırlar. 19 – HASAR BOYU: Kaka ilçesinde bir obayı teşkil eden Hasarlar, konuşmaları, giyim-kuşamları ve kültürel yapıları açısından çevresini kuşatan halktan biraz farklıdırlar. Bu sebeple bu boyun diyalekti özel olarak incelenmiştir (Saparova, 1970). Yukarıda adları belirtilen boylardan başka şive ve sosyal yapı bakımından şimdiye kadar incelenmeyen ve diğer Türkmen boylarından şive, kültürel doku, süsleme-işleme ve yemek zevkleri gibi yönlerden, bulundukları bölgelerin de tesirleriyle biraz farklılık gösteren birkaç küçük boy daha vardır. Etnograflar tarafından başlı başına boy, dilciler tarafından ise konuşmaları bakımından diyalekt kabul edilen bu boyların belli başlıları şunlardır: 20 – ESGİ BOYU : Lebap vilâyetinin Sayat ilçesinde ve Özbekistan’ın Surhanderya vilâyeti’ nin Mübarek şehri dolaylarında yaşamaktadırlar. 21 – KIRAÇLI BOYU: Lebap vilâyeti’nin Farab, Danev ve Darganata dolaylarında bulunmaktadırlar. 22 – BURKAZ BOYU: Marı vilâyetinin merkezi ile Murgap, Sakarçage, Bayramali, Garagum ve Türkmenkale ilçelerinde büyüklü-küçüklü birkaç obayı meydana getirmektedirler. 23 – DÜYECİ BOYU: Bu boya mensup olanlar Çarçöv şehrinin eteğindeki Talhan- bazar ve Daşhovuz vilâyeti’nin Yılanlı ilçesinin Düyebi obalarında yaşamaktadır. Düyeciler’e Buhara vilâyeti’nin Vabkent ilçesinde (2 oba), Karakalpakistan’da, Azerbaycan’da ve İran’da da rastlanmaktadır. 24 – MÜRÇELİ BOYU: Beherden ilçesinin Mürçe obasında yaşamaktadırlar. 25 – MEHİNLİ BOYU: Ahal vilâyeti’nin Kaka ilçesine bağlı Mehin obasında ve Daşhovuz şehrine yakın Meyilli obasında bulunmaktadırlar. 26 – ÇANDIR BOYU: Bu konudan daha önce söz edildi. 15 bilig-10/Yaz’99 SONUÇ Bu araştırma ile Oğuz boylarının kadîm geçmişi muhtelif sebeplerden dolayı bir yurttan başka bir yurda göç etmeleri, bazen birbirleri ile karışarak yeni Türkmen boylarını meydana getirişleri ve günümüz Türkmenistan coğrafyasında yerleşmeleri hakkında bilgi verilmiştir. Bu bilgiler sonucunda akla gelen ilk soru, bu Türkmen boylarının geleceğinin ne olacağı ve halkın boy ve uruğlara bölünüşünün devam edip etmeyeceğidir. Bilindiği üzere yukarıda incelemeye çalıştığımız, adları belirtilen veya belirtilmeyen boylar bir bütün soy kütüğünü, yani Türkmen halkını meydana getiren büyüklü-küçüklü kollardır. Halkımızın ayrılmaz parçası olan bu boylar, X. asırdan son dönemlere kadar insanlık tarihinde kendisine uygun bir yer edinmiş ve devrindeki müelliflerin dikkatlerini çekmek suretiyle tarih sahifelerinde kendine has yerini almıştır. Bartold’a göre Oğuzlar / Türkmenler, Büyük Selçuklu devletinin kurulmasıyla birlikte Ortaçağ islâm dünyasının tarih sahnesinde çok önemli bir mevkîye ulaşmış ve diğer Türk topluluklarından daha yukarıda sayılmıştır. Bu durumun tabiî bir sonucu olarak İslâm kaynaklarında sadece Oğuz boyları geniş olarak yer almakta ve diğer Türk toplulukları konusunda böylesi kapsamlı bilgilere rastlanmamaktadır (Bartold, 1963). Kaşgarlı Mahmut’tan başlayarak günümüz bilim adamlarının Oğuz - Türkmen boyları hakkında topladıkları zengin materyaller, geçmişte olduğu gibi gelecekte de dikkatle ve ciddiyetle değerlendirilecektir. Bu bakımdan bu malûmatlar, Türkmenlerin ve Türkmenistan’ın gerçek tarihinin yazıldığı günümüzde daha büyük öneme sahiptir. Boy ve uruğlara bölünmek geleneği tarihî şartların bir gereği olmuştur. İnsanlık tarihinin çok eski devirlerinde, birbirine düşman toplulukların mücadele sürecinde atalarımız kendilerini koruyacak veya yardım edecek karındaşlarının, kan kardeşlerinin kimler olduğunu bilmeye, bunlarla ilişkilerini kesmemeye mecbur olmuşlardır. Böylece de toplumlarda boy ve uruğlara bölünme zarureti ortaya çıkmıştır. Günümüzde, bu gereklilik ortadan kalktı. Bu sebeple yaşadığımız çağda boy ve uruğlara bölünmek gibi bir durum la karşılaşmıyoruz. Yine de geçmişten gelen bir gelenek olarak Türkmen boyları arasında bazı diyalekt özellikleri, giyim-kuşam, halıkilim, nakış, süsleme-işleme ile günlük hayatta kullanılan araçgereçler, gelenek- görenekler bakımından bazı farklılıklar kaydedilmektedir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sistemi içinde Türkmenistan’ın başlı başına bir cumhuriyet haline getirilmesiyle birlikte şehirlerde veya kırsal kesimlerde Türkmen dilinde okulların açılması, bu dilde kitap, gazete ve dergiler çıkarılması, radyo, TV, tiyatro ve sinema sanatında konuşmaların Türkmen dilinde yapılması gibi çeşitli etkinliklerin yanında halkın çeşitli kesimleri arasındaki yakınlaşma ve ilişkilerin daha da sıklaşması Türkmen boylarında karşılaşılan dil, kültür, maddî ve manevî yapı çeşitliliğinin (zenginliğinin) giderdk zayıflamasına ve azalmasına yol açtı. Günümüzde Türkmen edebî dilini bütün Türkmenler anlayabilmekte ve halkın çoğunluğu bu dilde konuşmaktadır. Bu toplumsal şartlar altında halkın boy ve uruğlara bölünemeyeceği, önceden devam edip gelen bu tür bölünmeleri onaylamayacağı kendiliğinden anlaşılacaktır. Bunun için de günümüzde, değil kendisinin soy kütüğünü, mensup olduğu boy veya uruğu sayabilecek genç nesil, hatta yaşlıları bulmak gittikçe güçleşmektedir. Bağımsız Türkmenistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Saparmırat Türkmenbaşı’nın bizzat kendisi ve Türkmenistan Hükümeti’nin, Türkmen halkının bağımsızlığına ulaşmasından sonra, halkının çeşitli kesimlerinin ve boy-uruğlarının arasındaki farklılıkları gitgide azaltarak bunları merkezi bir devlete, bütünüyle bir millete dönüştürmek gibi son derece gerekli ve önemli bir meseleye büyük özen gösterdiği gözlenmektedir. Bu maksada yönelik gayretler ve yürütülen devlet pnlitikası sayesinde günümüz Türkmenistan’ında bütünüyle Türkmen halkının kendi milletine ve milli tarihine olan sevgisi, kıvancı artmaktadır.

                  • Konu 9

                    9.         Konu       Vize sınavı

                    • Konu 10

                      10.      Konu                Az sayılı Oğuz Halkları: Gökoğuzlar/Gagauzlar

                      Konular: Gagauzların demografisi; Gagauz tarihinden; Gagauz kültürü.

                      Temel Okumalar:

                      -           Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, 5. bölüm;

                      -           Mehmet Şahingöz, Alper Alp (ed.), Hamdullah Suphi ve Gagauzlar,

                                   Ankara: Türk Yurdu, 2016.

                      -          Kemal Karpat, Gagauzlar, İslam Ansiklopedisi,

                      Tavsiye edilen okumalar:

                      -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

                      -           Youtube’dan değişik videolar.

                      Ders Notları:

                      Bugün Moldova (Moldavya, eski adıyla Besarabya) Cumhuriyeti’nin güneybatısı ile Ukrayna’nın batısında Prut nehri civarında yaşayan Gagauzlar hıristiyanlaşmış fakat kimliklerini yitirmemiş Türk boylarından biridir. Bunların önemli bir kısmı özerk statüye sahip oldukları Moldova’da yaşarlar. Buradaki merkezleri 15.000 nüfuslu Komrat kasabası olup nüfusları yirmi kadar köyde dağılmış yaklaşık 160.000 kişiden ibarettir. Ukrayna’da Odessa “oblası”nda yaşayan Gagauzlar’ın sayısı 60.000 kadardır; ancak bunlar hakkındaki bilgiler oldukça azdır. Romanya’da da nüfusları 2000-5000 kadar tahmin edilen bir Gagauz topluluğu vardır. Gagauzlar’ın tam sayısını tesbit etmekteki güçlük bir yandan asimilasyondan, öte yandan nüfus sayımlarında Gagauzlar’ın ayrı bir etnik grup olarak tanınmamasından kaynaklanmaktadır. Eskiden Ruslar’ın, Ukraynalıların, Bulgarlar’ın ve Romenler’in arasında yaşayan ve belirli bir sosyal ve eğitim seviyesine ulaşmış olan Gagauz aydınları genellikle Gagauzluğu kabul etmezlerdi. Ayrıca nüfus sayımlarında, meselâ Orta Asya’da yaşayan Gagauzlar Bulgar olarak kaydedilmekte ve genellikle Slav sayılmaktaydı. Bu tutuma karşı millî benliği savunan itirazlar son yıllarda ortaya çıkmaya başlamıştır.

                      II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Moldova sınırları Karadeniz’e kadar uzanmakta iken bütün Gagauzlar bir arada yaşıyordu. Stalin Besarabya’nın güneyini Ukrayna’ya verince Gagauzlar ikiye bölünmüş oldular. Gagauzlar’ın Besarabya’da yaşadıkları bölgenin büyük bir bölümü eskiden Bucak adıyla bilinmekteydi. Bu bölge 1812’ye kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır. Gagauzlar’ın önemli bir kısmı da halen Bulgaristan’ın doğusunda Varna, Kavarna ve Balçık şehirlerinde ve civar köylerde yaşamaktadır. Bütün kaynakların ve bu sahada araştırma yapan bilginlerin Türk saymalarına karşılık Bulgar hükümeti onları Türkleştirilmiş Bulgar olarak görmekte ısrar etmektedir. Bugün Bulgaristan’da Karadeniz sahillerine yakın 20-50.000 arasında Gagauz yaşamakta ve kendi dillerini konuşmaktadırlar. Moldova’nın başşehri Kişinau’da da (Kishinev) 7-8000 Gagauz vardır. Bunun dışında Orta Asya’da Aktubinsk, Semipalatinsk, Taşkent ve Fergana ile Kafkaslar’da ve hatta Güney Amerika’da Gagauzlar bulunmaktadır. Bunların sayılarını 20-40.000 olarak tahmin etmek mümkündür. Böylece dünyada mevcut Gagauz sayısı 300-400.000’e ulaşmaktadır. Gagauzlar’ın nüfus durumları ve hatta varlıkları hakkındaki bilgilerin bu kadar az ve sıhhatsiz olmasının ana sebebi, yakın zamanlara kadar ayrı etnik-millî bir topluluk olarak tanınmamış olmalarının yanı sıra içinde yaşadıkları Bulgar, Romen ve Rus-Ukraynalı topluluklarla aynı dini, yani Ortodoks Hıristiyanlığı paylaşmalarından kaynaklanmaktadır.

                      Çuvaşlar bir yana bırakılırsa Gagauzlar müslüman olmayan tek büyük Oğuz boyudur. Tarihte çeşitli Türk kollarının, bu arada Kıpçaklar’ın ve Peçenekler’in büyük bir bölümünün XIII. yüzyılda Katolikliği, küçük bir bölümünün de Ortodoks Hıristiyanlığı nasıl ve niçin kabul ettiği aşağı yukarı kesinlikle bilinmektedir. Bunlar din değiştirdikten bir süre sonra dillerini, etnik ve kavim kimliklerini de yitirmişlerdir. Buna karşılık Gagauzlar’ın, ilk yerleşim bölgeleri olan Karadeniz kıyılarında ve Dobruca’da 1770-1810’lara kadar Osmanlı idaresinde Türkçe konuşarak müslüman gruplar arasında yaşamış olmalarına rağmen hıristiyan olarak kalmaları ve Slavlaşmadan bugüne kadar gelmeleri her bakımdan açıklanması güç bir konudur. Gagauzlar, ancak XX. yüzyılın ikinci yarısında dil esası üzerine kurulan etnik-millî kimliklerini kabul ettirmeyi başarabilmişlerdir.

                      Gagauz adının nereden geldiği ve bunların menşei tartışmalı bir konudur. Bir kısım araştırmacılar, Gagauz isminin Gök Oğuz’dan geldiğini pek de sağlam esaslara dayanmadan ileri sürmüşlerdir. Ayrıca “gaga” (totem unsuru) ve “uz” eki bir araya getirilerek bundan “gagauz” kelimesinin çıktığı iddia edilmektedir. Öte yandan bu adın Keykâvus isminden kaynaklandığı da belirtilmektedir. Diğerlerine göre daha mâkul olan bu sonuncu görüşü ilk defa 1930’da G. Balascef ileri sürmüştür. Büyük itirazlarla karşılanan bu görüş, daha sonra sağlam esaslara dayanan Paul Wittek tarafından 1952’de ispat edilmiştir. “K” harfinin, Gagauzlar’ın çıktığı Konya-Karaman bölgesi dahil Anadolu’nun bazı yörelerinde “g” şeklinde telaffuz edildiği düşünülürse Keykâvus ve Gagauz kelimelerinin birbirine yakın olduğu anlaşılır. Ayrıca Gagauz’un Keykâvus’tan çıktığını tarihî olaylar da doğrulamaktadır.

                      Gagauzlar’ın Kuzey Karadeniz toprakları üzerinde batıya doğru göç etmiş Uzlar’dan geldiğini ilk defa, Gagauz lehçesi ve folkloru üzerinde ilmî araştırmalar yapan V. A. Moskof ileri sürmüştür. Gagauzlar’ın kuzeyden gelen Uz veya Gök Oğuzlar olduğunu esaslı bir delil getirmeden savunanlar arasında A. Sokalski ve hatta R W. Radloff da bulunmaktadır. Bu teorinin diğer bir varyantını Bulgar tarihçilerinden P. Mutalfciev, Marinov ve Çek Skorpil kardeşler savunmuşlardır. Bu son tezlere göre Gagauzlar, VII. yüzyılda Dobruca’ya gelen proto-Bulgarlar olup sonradan Türkçe öğrenmek zorunda kalmışlardır. Türk lehçelerini unutan proto-Bulgarlar’ın Slavlaştıkları ve Osmanlı idaresinde 500 yıl kaldıktan sonra bugün hâlâ Slavca konuştukları göz önüne alınırsa hıristiyan olan Gagauzlar’ın neden halen Türkçe konuştuğunu anlamak güçleşir. Dolayısıyla Gagauzlar’ın Türkleşmiş proto-Bulgar olduklarını savunan görüşün sağlam bir dayanağı yoktur. Gagauzlar’ın güneyden yani Anadolu’dan geldiğini ilk defa XIX. yüzyılda Bruun ve Simirnov savunmuşsa da bu görüş o zaman panslavizme aykırı düştüğü için rağbet görmediği gibi yeteri kadar da işlenmemiştir. Nihayet Paul Wittek ilk defa sağlam tarihî kaynaklara dayanarak Gagauzlar’ın Anadolu’dan çıkarak Karadeniz sahillerine yerleştiğini ikna edici bir şekilde açıklamıştır. Wittek’in ana kaynakları, İbn Bîbî’nin bilhassa XIII. yüzyılı kapsayan tarihiyle buna yeni bilgiler ekleyerek kendi zamanına (1421) kadar getiren Yazıcıoğlu Ali’nin Selçuknâme’sidir. Bunları İslâmî kaynaklarla ve Bizans kronikleriyle destekleyen Wittek’e göre Moğol idaresine karşı çıkan ve yenilince dayısı olan Bizans İmparatoru VIII. Mikhail Paleologos’a sığınan II. Keykâvus, kendi tarafını tutan ve Sarı Saltuk idaresinde Bizans topraklarında barınan 12.000 çadır Türkmen grubunun desteğine güvenerek Bizans imparatorunu tahttan indirmek isteyince hapse atılmış, adamları da Karadeniz’in kuzeybatısına yerleştirilmişti. Bizans imparatoru bunları merkezi Tırnova’da olan ve Ortodoksluğu kabul etmiş Kuman beylerinin idaresinde kurulan ikinci Bulgar devletine karşı kullanmak niyetindeydi. Dobruca bölgesinde yerleşen bu Türkmenler ve Keykâvus’un adamlarından bir kısmı Hıristiyanlığı kabul etmiş olmalıdır. Nitekim İstanbul’da kalan İzzeddin Keykâvus’un oğlunun (Melik Konstantin) ve kızının hıristiyan oldukları bilinmektedir. Bizans idaresi altındaki bu topraklarda yaşayanların da çeşitli baskılar karşısında Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kaldıkları düşünülebilir. Hatta bunların bir kısmının Dobruca’dan ayrılıp Balıkesir yöresine yerleşmeleri bu dinî baskının bir sonucudur. Ayrıca İzzeddin’in oğullarından Mesud’un da Anadolu’ya döndüğü ve durumunu sağlamlaştırdıktan sonra Bizans imparatorundan Dobruca’da kalan kardeşlerinin durumunu sorduğu bilinmektedir. Mesud’un sorusuna karşılık imparator, Dobruca’da bulunan Türkler’le İzzeddin Keykâvus’un bir oğlunun halen Karaferye’de bulunduğunu söylemiştir. Böylece Selçuklular’ın bir kısmının Dobruca’da kaldığı kesin olarak ortaya çıkmaktadır. Patriğin baskısı ile hıristiyan olan İzzeddin’in bir oğlu sonraları Sarı Saltuk’un ısrarlı talepleri üzerine Barak adını alıp İslâm’a dönmüştür. Barak, 1307 veya 1308 yılına kadar Moğollar arasında önemli mevkiye sahip olmuştur. Hıristiyanlaştırma olayı en azından 1350’ye kadar, yani Bizans İmparatoru VI. Ioannes Kantakuzenos’un Karaferye’yi Sırplar’dan geri aldığı tarihe kadar sürmüş, ondan sonra da devam etmiştir. I. Bayezid Karaferye’yi 1392’de fethettiği zaman o bölgenin âmiri İzzeddin Keykâvus’un torunlarından olan Lizakos idi. Lizakos Bayezid’in kumandasında birçok savaşlara katılmış, gerek kendisi gerekse halefleri vergiden muaf tutuldukları gibi uzun süre “sultan” unvanını taşımışlardı. Osmanlı idaresi hıristiyan olmalarına rağmen onların asaletine saygı göstermiştir.

                      Karadeniz bölgesinde yaşayan bu Türkler, Dobruca’da VIII. Mikhail Paleologos zamanında kısa süreli de olsa Balik’in idaresinde bir devlet kurarak bölgeye hâkim olmuşlardır. Gagauzlar günümüzde bu devleti ilk Gagauz devleti olarak tanıtmaktadırlar. XV. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar Osmanlı kaynakları, adları XIV. yüzyılın başlarından itibaren daha geniş bir şekilde kullanılmaya başlandığı tahmin edilen Gagauzlar hakkında bilgi vermemektedir. Tahrir defterlerinde bunlar “gayri müslim” hânesine kaydedilmişler ve sonradan Bulgar, Rum, hatta Rus olarak adlandırılmışlardır.

                      XIX. yüzyılın başları Gagauz tarihinin dönüm noktası olmuştur. 1806 ve özellikle 1812 Osmanlı-Rus antlaşmaları ile Besarabya, yani Dinyester’le Prut nehirleri arasında kalan ve içine Bucak’ı da alan topraklar Rusya’ya kalmıştır. 1812 antlaşması gereğince Bucak’ta bulunan müslüman halk tamamıyla buradan çıkarılarak güneye Dobruca’ya veya Kuzey Kafkaslar’a sürülmüştür. Onlardan boşalan köylere ise Dobruca’dan gelen Gagauzlar ve Bulgarlar yerleştirilmiştir. Osmanlı topraklarından Rusya’ya göç eden bu hıristiyan muhacirler eski kaynaklarda genellikle Bulgar olarak gösterilmektedir. Halbuki bu muhacirlerin belki yarıdan fazlasını Gagauzlar’ın oluşturduğu bir gerçektir. Ivan Mesceruk’un bu göçler hakkında yaptığı çalışmalar söz konusu yerleşmelerle ilgili etraflı bilgi vermektedir. Dinleri, âdetlerinin bir kısmı ve giyimleri Bulgarlar’a benzediği için Gagauzlar’ın Tuna nehri üzerinde mavnalarla seyahat ettiklerini gören gözlemciler bunları da Bulgar saymışlardır. Her ne kadar Gagauzlar’ın ilk millî tarihini yazmaya teşebbüs eden Mikail Çakır (Ciachir) onların Besarabya’ya ilk defa 1770’te geldiğini ve Çadır ile Orak köylerine, Ballus adlı bir boyarın arazisine yerleştiklerini ileri sürüyorsa da en büyük yerleşmenin 1812’den sonra oluştuğu kesindir. Nitekim 1812-1830 arasında Gagauzlar Düzgünce, Kazayaklı, Baurcı, Beşelma, Taşpınar, Avdarma, Haydar, Basköy, Bolgarlika gibi adlarla anılan toplam on dokuz köy kurmuşlardır. Ondan sonra da büyük kısmı Türkçe ad taşıyan birçok köy tesis etmişlerdir. Gagauzlar, 1856-1878 yılları bir yana bırakılırsa XIX. yüzyılı Rus idaresinde geçirmişlerdir. Ruslar, sınır bölgesi olan ve halkının çoğunluğu Romenler’den teşekkül eden Besarabya’yı hoşnut etmek için çaba göstermişler, bir ara Gagauzlar’a da oldukça iyi davranmışlardır. Aynı zamanda Rus idarecileri Gagauzlar’ın hıristiyan olmalarına rağmen kiliseye gitmediklerini, ibadetlerini gerektiği gibi yerine getirmediklerini de farketmişlerdir. Bunun üzerine dinî vecîbelerini yerine getirmek ve Hıristiyanlığın kökleşmesini sağlamak için çeşitli teşebbüslerde bulunmuşlardır. Gagauz lehçesinin yazıya geçirilmesi bu çabaların sonucudur. Kendi dillerinden başka dil bilmeyen Gagauzlar’ı Hıristiyanlığa ısındırmak amacıyla Rus idaresi dinî kitapları Gagauzca’ya tercüme ettirmiştir. Bu şekilde Kiril alfabesiyle yazılan birkaç dinî kitap ortaya çıkmıştır. Bu kitapların dinî etkisini tam olarak tesbit etmek güçtür. Bu arada Rus idaresi Gagauzlar arasından bazı kabiliyetli gençleri seçerek din adamı yetiştirme yollarını da aramıştır. Gagauz tarihinin önemli bir dönüm noktasını Besarabya’nın 1918’de Romen idaresine geçmesi oluşturmaktadır. 1918’de Erdel, Besarabya, Bukoniva gibi Romen olmayan azınlıklarla meskûn bölgeleri içine alarak kurulan Büyük Romanya (Romania Mare), 1938 yılına kadar ülkede yaşayan azınlıklara oldukça iyi muamele etmiştir. Fakat Romanya’da 1938-1939’dan sonra ortaya çıkan aşırı milliyetçi, faşist idareler azınlıklara kötü davranmıştır. Gagauzlar’ın ve diğer hıristiyanların ruhanî başkanı olan Mikail Çakır bu şartlar içinde Gagauz kimliğini ve tarihini yazılı olarak ifade etmek imkânını aramıştır. Rus dinî okullarında tahsil gören Mikail Çakır, kendi anlayışına ve bilgisine dayanarak ilk defa bir Gagauz tarihi ve Gagauzca-Romence sözlük hazırlayarak yayımlamıştır. Ayrıca birkaç dinî eser de kaleme almıştır. Aynı yıllarda (1930’larda) eski Türk ocakları başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver Bükreş sefiri tayin edildikten sonra Gagauzlar’la yakından meşgul olmuştur. Tanrıöver Gagauzlar’ın Türkçe’lerinin güzelliğinden, folklorundan çok etkilenerek onları kültür bakımından geliştirme yollarını aramıştır. Romen hükümeti de Gagauzlar’ın Slavlaşmasını (Ruslaşmasını) önlemek amacıyla tarihî kimliklerini bulmalarını desteklemiştir. Böylece Gagauz köylerinin bazılarında Türkçe ders veren okullar açılmıştır. Bu okullarda öğretmenlik yapan kişilerin önemli bir kısmını Mecidiye kasabasında kurulmuş, hem medrese hem öğretmen okulu vazifesini gören Mecidiye seminerinin mezunları oluşturmuştur. Bu öğretmenler arasında Salih Recep’in (ö. 1980) adını anmak gerekir.

                      Gagauzlar 1940-1941’de tekrar Sovyet idaresine girmiş, ardından 1941-1944 yıllarında Romen hâkimiyetinde kalmışlardır. 1944-1991 arasında ise Sovyet idaresinde yaşamışlardır. Sovyet idaresi süresince komünist parti kendine yerli kadro yetiştirmek amacıyla birçok Gagauz’a yüksek tahsil görme ve meslek sahibi olma imkânını sağlamıştır. Bu hareketin gayesi Gagauzlar’ı Ruslaştırmak ve Romen çoğunluğun gücünü kırmaktı. Böylece bu süre içinde Moldavya (Moldavia) adını alan ve cumhuriyet olarak tanınan Besarabya’nın başşehri olan Kişinau’da bir Gagauz aydın grubu oluşmuştur. Kişinau Akademisinde bir Gagauz bölümü açılmıştır. Gagauz aydın grubu 1989’dan sonra millî liderlik görevini üstlenmiştir. Şüphesiz ki Sovyet rejiminin ateist politikası, milliyet kimliğinin dil ve etnik köken üzerine kurulmasını kolaylaştırmıştır. Böylece Gagauzlar’ı diğer Türk gruplarından ayıran din farkı güç kaybetmiştir. Bu arada Sovyet idaresi, gittikçe kuvvetlenen Moldovan (Romen) milliyetçiliğine karşı Gagauzlar’ın ayrı bir etnik grup olarak tanınmasına olumlu bir gözle bakmaya başlamıştır. Nihayet Moldova hükümeti 30 Temmuz 1957 tarihinde Gagauz dili ve edebiyatının ayrı bir varlığı olduğunu resmen kabul etti. Böylece Gagauzlar’ın ayrı bir etnik grup olarak tanınma yolu açılmış oldu. Bu arada Gagauzca’nın fonetiğine uygun “ö” ve “ü” gibi bazı harflerin Kiril alfabesine ilâve edilmesi kabul edildi. Bu gelişmeler sonunda eskiden folklor niteliğini aşamayan Gagauz edebiyatı hikâye, şiir, roman gibi yazılı edebiyat türlerini üretmeye başladı. Kısa zaman içinde D. Kara Çoban (Peisengelar, Kishinav 1970), Dimitri Tanasoğlu (Adamın İşleri, Kishinav 1969), Stefan Kuroğlu (Yollar, Kishinav 1970; Semeinaia Obriadnost Gagauzov v XIX nachale XX v., Kishinav 1980), N. Babaoğlu (Bucaktan Sesler, 1959), Gavril Gaidarci (Ana Tarafım, Kishinav 1972), Mina Köse (Dattım Ömürdan, Kishinav 1991) gibi isimler yazar, araştırmacı, dilci vb. olarak modern Gagauz edebiyatının öncülüğünü yapmaya başladılar. Bunların yanında Olga Radova, Karanfil Gulkızı gibi kadın yazarları da saymak gerekir. Aslında yeni Gagauz edebiyatı hem dil hem de muhteva bakımından zengin özelliklere sahip olup derinine incelenmeye hak kazanmış bir edebiyattır. Bu arada Ana Sözü gazetesi ve onu idare eden grubun başında bulunan Tudor Zanet, Gagauz edebiyatının ve Gagauz kimliğinin ifade edilmesinde birinci derecede rol oynamıştır.

                      Perestroika, Moldova’da güçlü bir Moldovan-Romen (nüfusun % 65’i Moldovanca-Romence konuşmaktadır) milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu milliyetçilerin ana amacı Moldova’yı Romanya ile birleştirmekti. Bu birleşme hareketine karşı Tiraspol bölgesinde yaşayan Ruslar’ın giriştiği özerklik hareketine benzer bir hareketi Gagauzlar da gerçekleştirdi. Gagauzlar ilk defa 12 Kasım 1989 tarihinde Gagauz Otonom Cumhuriyeti’ni ilân ettiler. Bunu 19 Ağustos 1990’da merkezi Komrat’ta olan bir Gagauz Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin ilânı takip etti. Bu hareket Sovyet hükümeti ve bu hükümetin emrinde bulunan 98. Hava Tümeni’nden destek gördü. Tümen hemen Gagauz bölgesinin güneyinde bulunan Bolgrad civarına yerleşti. Tiraspol bölgesinde yani doğuda Tigina (Bender) yöresinde de 14. Rus Ordusu bulunmaktaydı. Askerî kıskaç içinde kalan Moldovan hükümetinin hareket serbestîsi daralınca Gagauzlar da serbest hareket imkânını buldular. Gagauz Gumhuriyeti’ni ilân eden ve Komrat grubu olarak tanınan kişilerin bir kısmını yarı Ruslaşmış Gagauz komünist nomenklaturası oluşturmaktaydı. Bunlar Sovyetler’in bir parçası olarak yaşamak istediklerini, Romanya’ya katılmayı kesinlikle reddettiklerini ilân ettiler. Ayrıca Rusça’yı resmî dil olarak benimsediklerini de söylediler. Buna karşılık Kişinau’daki Gagauz grubu, Romen idaresi zamanındaki serbestîyi göz önüne alarak kültür ve dil özgürlüğünün tanınması şartıyla Romanya’ya katılmakta bir sakınca görmüyordu. Komrat komitesinin 28 Ekim 1990’da seçime gitmesini önlemek için Moldova hükümeti Gagauz sınırına kuvvet yığdı; fakat beklenen çatışma, bazı küçük çapta vuruşmalar hariç Rus ordusunun müdahalesi sayesinde gerçekleşmedi. Bundan sonra Moldova hükümeti Gagauzlar’ın bazı isteklerine cevap vererek ekonomik yatırımları arttırdığı gibi Komrat’ta bir Gagauz Üniversitesi’nin kurulmasını kabul etti. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Moldova Cumhuriyeti’nin tam özgür bir devlet statüsünü elde etmesiyle durum tekrar gerginleşti. Esasen Komrat grubu Ağustos 1991’de Gorbaçov’a karşı girişilen darbeye açıkça destek vermiş, ilk destek telgrafını Moskova’ya bunlar göndermişlerdi. Fakat bu grup darbe sonuçsuz kalınca prestijini bir hayli yitirdi. Bunun üzerine Moldova hükümeti, Gagauz ileri gelenlerinden cumhurbaşkanı Stefan Topal ve Mihail Kendigelian’ı tutuklamışsa da kısa bir müddet sonra bunlar serbest bırakıldı. Bu arada Moldova Cumhurbaşkanı Mircea Snegur, Gagauz Eri gazetesinin savunduğu kültür politikasını ve bir dereceye kadar kısmî idarî otonomiyi tanımayı kabul etti. Bu arada 1992 ortalarından sonra iki Gagauz grubu arasında bir yakınlaşma süreci başladı. Esasen bu iki grup birbirinden tamamıyla kopmadığı gibi birçok meselede ortak görüşlere sahiptiler. Sovyetler Birliği’nin kesin olarak dağıldığına kanaat getiren Komrat grubu, halkın da isteklerini göz önünde tutarak daha ılımlı bir tutum benimsedi. Nihayet Kişinau grubuna ve halka nisbeten yakın olan Leonid Dobrov 1992’de Komrat belediye başkanı seçilince millî Gagauz görüşü üstünlük kazanmış oldu. Uzayıp giden Moldovan Gagauz görüşmeleri Moldova seçimleriyle bir sonuca bağlandı. 1993’te yapılan seçimlerde Moldova’yı Romanya ile birleştirmeyi amaçlayan milliyetçi parti ağır bir yenilgiye uğradı. Böylece Romanya’nın bir parçası olmak istemeyen Gagauzlar’a da bir dereceye kadar güvence verilmiş oluyordu. 1991’den sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin Moldova Devleti’ni tanıması, Moldova Cumhurbaşkanı M. Snegur’un anlayışlı hareket etmesi ve Gagauzlar’la çeşitli alanlarda ilişki kurması, Rus taraftarı olan Gagauzlar’ı daha millî bir tutum almaya ve Moldova hükümetine yaklaşmaya sevketti. 1994 ve 1995’te Gagauzlar’la Moldova hükümeti arasında yapılan anlaşma ile Gagauz-Moldavan ihtilâfı şimdilik bir sonuca ulaştırıldı. Bu anlaşmaya göre Gagauzlar oldukça geniş bir dil ve kültür özgürlüğü ile bir dereceye kadar idarî otonomi elde etmelerine karşılık Moldova Cumhuriyeti içinde kalmayı kabul ettiler. Öte yandan Ukrayna’da Odessa oblastı içinde kalan ve eskiden Gagauzistan’ın bir parçası olan Gagauz halkının statüsünde bir değişiklik olmadı. Ukrayna idaresinde yaşayan Gagauzlar’ın hızla Slavlaştıkları söylenmektedir. 1995 yılı seçimlerinde Moldova Gagauzları’ndan Giorgi Tabuşik, eski gruptan Mihail Kendigelian’a karşı Gagauz başkanı seçilmiştir.

                      Moldova nüfusunun ancak % 4’ünü oluşturan ve oturdukları bölgede dahi nüfusları % 40 civarında kalan Gagauzlar’ın kendilerini etnik bir grup olarak Moldova hükümetine kabul ettirmeleri takdire değer bir olaydır.

                      Gagauz Türkçesi’nin Oğuz lehçe grubuna dahil olduğu bilinmektedir. Gagauz lehçesi Türkiye Türkçesi’ne ve özellikle Rumeli ağızlarına yakındır. Köylerde meselâ Beşelma’da konuşulan Gagauzca sade ve güzeldir. Kuzey ve güney (Vulkanesti) lehçeleri arasındaki farklar önemsizdir. Gagauz Türkçesi Anadolu ağızlarında kullanılan “otak” (ev), “tomak” (yün çorap), “sıpıtmak” (hızlı atmak), “bıldır” (geçen sene), “gücük” (şubat ayı), “sınaşmak” (alışmak), “teprenmek” (hareket etmek), “süsmek” (boynuz atmak) gibi birçok kelimeye sahiptir. Bunun yanında Gagauzca Rusça, Bulgarca, Romence’den birçok kelime almıştır. Gagauzca’nın söz varlığı üzerinde yapılacak araştırmaların Gagauzlar’ın etnik kökenini aydınlatmakta önemli yeri olacaktır. Gagauzlar, eskiden Sovyet idaresinde yaşamış Türk grubuna mensup birçok millet gibi Kiril alfabesini bırakarak Latin alfabesine geçmiş olup alfabeleri otuz iki harften oluşmaktadır.

                      Gagauz halkının ana geçim kaynağı tarımdır. Koyun, sığır ve at yanında buğday, mısır, meyve ve üzüm yetiştirirler. Esasen Moldova’nın ve bu arada Gagauzlar’ın Bağımsız Devletler Konfederasyonu’nda kalmak istemelerinin sebebi ekonomiktir. Moldova büyük çapta ürettiği şarap, meyve ve sebzeyi Rusya’ya satmaktadır. Romanya da aynı ürünleri yetiştirdiği için Romanya ile birleşme Moldova’yı büyük ve sağlam bir pazar olan Rus pazarından yoksun bırakabilir.

                      Gagauzlar’ın din anlayışları önemli özellikler göstermektedir. Âyin ve duaları genellikle Türkçe’dir. Fakat temel dinî terimlerin hemen hemen tamamı Arapça kökenlidir. Meselâ Allah, aaret (âhiret), cennet (ayrıca Rusça-Romence’den alınan “ray” kelimesi de kullanılır), cehennem, mâbed, haram, oruç, sevap, dava, hacı, ruh, millet gibi kelimeler bunlardan bazılarıdır. Gagauzlar’ın Araplar’la teması olmadığına göre bu kelimelerin menşeini başka yerlerde aramak gerekir. Onların bu terimleri müslüman Türkler’den alıp kendi dualarında kullanmaları da pek muhtemel görünmemektedir. Öte yandan dinî bir grup din değiştirdiği halde eski terimleri kendi dilinde kullanmakta devam etmektedir. Bazan yeni dinin ana terimlerinin eski terimlerle beraber (cennet-ray veya Allah-Bog örneğinde olduğu gibi) kullanıldığı da görülür. Dinî âdetleri müslümanlara benzeyen Gagauzlar arasında kurban kesmek yaygın bir âdettir. Sığır, koyun, hatta horoz kurban olarak kesilir. Bu hayvanların içinde kurbanlık seçilen, kırlarda serbest dolaşan ve kimsenin ilişmediği “Allahlık” denen boğanın özel bir yeri vardır. Gagauz kiliselerinde bir dereceye kadar kadın-erkek farkı gözetilir. Gagauz halkının dünya görüşü, felsefesi ve aile hayatıyla ilgili âdetlerinin müslümanlara yakın olduğunu söylemek mümkündür. Bugün Gagauzlar etnik bir grup olmanın bilincine varmışlar ve varlıklarını bütün dünyaya kabul ettirmişlerdir. 150 yıldan fazla süren ve Gagauzlar’ı bir millet haline getiren bu gelişme Türk dünyası için önemli bir olaydır.

                       

                      • Konu 11

                        11.       Konu     Az sayılı Oğuz Halkları: Kaşkaylar

                        Konular:   Kaşkayların demografisi; Kaşkay kültürü; İran politikasında Kaşkaylar

                        Temel Okumalar:

                        -           Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, 6. Bölüm;

                        -           Recep  Albayrak, Türklerin İranı, cilt 1, Ankara: Berikan, 2013, s. 324-339;

                        -           Elnur Hasan MİKAİL, KAŞGAY TÜRKLERİ HAKKINDA BİLGİ, Turan-Sam, http://www.turansam.org/makale.php?id=2247

                        Tavsiye edilen okumalar:

                        -          Mehmed Emin Resulzade, İran Türkleri, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1993, s. 39-44;

                        -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

                        -           Youtube’dan değişik videolar.

                        Ders Notları:

                        Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Kaşkay İli'nin doğal sınırları dört bozkır, su, yüksek tepeler ve sık bitki örtüsü bu bölgeyi dört yantan kuşatmıştır. Ayrıca bölgenin iklim şartları üzerinde de bu doğal kuşatmanın büyük tesirleri vardır. Bölgenin siyasi sınırları daha çok kuzey ve kuzeybatı taraflarını çizer. Bu sınırlardan itibaren ise Bahtiyari, Lor, Bayer, Ahmedi ve civar aşiretlerin sınırları başlar. Kaşkaylar daha önceleri Bahtiyarilerle kanlı çarpışmalar yapmış, bu sebepten ötürü aralarında sınırları belirleyici anlaşmalar yapılmış ve bu sınırlar siyasi sınırlar olarak kalmıştır.

                        Huzistan eyaletinde de Bahtiyarilerin kışlağı olması hasebiyle tarafların mutabakatı sonucu Ramhürmüz'den itibaren kuzeye doğru Bahtiyarilerin kışlağı olarak kalmış (Mescid-i Süleyman, Ramhürümz, Dezful ve.) ve eskiden beri bu bölgeler Bahtiyarilerin iktisadi ve kültürel faaliyetlerinin devam ettiği yerler olarak tanınmıştır. Buna mukabil Ramhürmüz'den itibaren güneye doğru ve buradan Fars Körfezi ile sınırlanın bölge ise Bahtiyari ve Buyer Ahmedilerin kışlakları (Ağaçari, Ramşir, Hindican, Behbehan, Serdeşt ve Genhedan) olarak kalmıştır.

                        Kaşkaylar İran'ın güney kesiminde 17 eyalete yayılmış durumdadır. Dolayısıyla yayıldıkları bölge 186.180 km2 gibi geniş bir alanı içine elmaktadır. Bu saha İran hükümetince son yıllara kadar Vilayet-i Kaşkaî adı ile ayrı bir idari bölgeye ayrılmış ve tahminen üçyüz meskun mahalli içine alan onbeş şehre bölünmüştür
                        Tarihi kaynaklarda ve araştırmalarad Kaşkay ve Kaşgay kelimesinin menşei hakkında muhtelif bilgiler mevcuttur. Bu görüşlerden bazıları şunlardır: İran'ın XIX. asır tarihcilerinden Sipihr, "Halaçlar Rum'dan İran'a geldikten sonra, onlardan bir kısım tayfa ayrılarak Fars'a göçtü. Rum vilayetinin Halacistan bölgesinden sakin olup kalan tayfalar, göçenleri "kaçgar" diye adlandırırlar" denmektedir. M.H. Fesaî, Mes'ud Keyhan, Rus araştırmacılardan M.S. İvanov, N.A. Kielyakov vb. eserlerinde Sipihr'in görüşünü tekrar etmişlerdir. Mes'ut Keyhan ise bu kelimenin (Kaşkai) "göçmek" sözünden geldiğini belirtmiştir. N. Field de, Sipihr'in ve M. Keyhan'ın eserlerinde verilenlere yakın görüşler tekrar edilmiştir. Bazı kaynaklarda, "kaşkai" ve "kaçkai" kelimeleri arasındaki benzerlikten yola çıkarak, Türk dilindeki "kaç- (firar etmek, kaçmak) " fiilinden geldiği görüşü ileri sürülmüştür. Bu kelimenin (kaçmak) daha sonra telaffuz bozulmasına uğrayarak, "kaçkai" iken "kaşkai" şekline dönüştüğünü belitmektedir.

                        Kaşkay adına "Kaşgar" şehriyle alakalandıranlar da vardır. Kaşkaylar, vaktiyle Kaşgar şehri etrafında oturdukları için, zamanla "kaşkay" diye adlandırılmışlardır. Kaşgar şehri ve Özbekistan'daki Kaşka Derya (Kaşka-ı Derya) ırmağı ile coğrafik bağlantı bakımından "kaşkay" kelimesini açıklayan görüşler de bulunmaktadır. Balayan'a göre, "kaşkay" adının Kuzey Azerbaycan'da, Savalan'ın batısında bulunan Gaşgadağ ismiyle bağlantısı vardır. Kaşkayların "kaşkaşe" diye adlandırılan Yamut boyunun oymağı olduklarından dolayı "kaşkai" diye isimlendirildiğini iddia edenler de vardır.

                        Morisden, mahalli kaynakları dayanarak, "kaşkai" adının ilk defa Cani Ağa Kaşkai isimli, Şah Abbas'ın idaresinde makam sahibi bir şahıstan alındığını belirtmiştir. Müslüman Halklar Ansiklopedisi'nde, "kaşkay" kelimesinin geçmişte politik olarak birleşmiş ve aynı kültürel özellikleri paylaşmaya devam eden değişik kökenli kişi ve gruplar için kullanıldığı yazılıdır.

                        Kaşkay kelimesinin, muhtelif Türkçe Lehçe ve şivelerinde, "kaşka veya kaşga" (alnı beyaz at veya binek hayvanı) anlamındaki kelimeden geldiğini söyleyenler de vardır. Oberlingi, "Alnı beyaz atın uğur getirdiğine inanılırdı. Bu batıl inançtan dolayı zamanla bu kabile fertleri "kaşkay atlılar" (atlarının alnında beyaz benek olan atlılar) adıyla tanındılar. Zamanla bu ad "kaşkaylu" (lu ekinin Farsçadaki karşılığı "î" olduğundan dolayı "kaşkaylı>kaşkaî" olmuştur) şeklinde kısaldı" denmektedir.

                        B. Behmenbegi, Kaşkay adının "kaşka" sözünden alınması fikrine işaret ederek: "Bartold veya bu fikri ile sürenleri hatırlatarak, göçeri tayfa ve kabilelerin çoğu özlerini hayvanların adı ve rengi ile de adlandırmışlardır" tespitinde bulunmuştur. Başka bir rivayette de, "Kaşkayların düşman saldırısına maruz kalıp kaçmaya çalışan kardeş iki dedesi varmış. Kaçış esnasında küçük kardeş büyük kardeşe, karşısında bulunan büyük taşı göstererek, "kaç kayaya" ifadesi tedricen dillere düşerek aşiretin adı olmuştur" denilmektedir.

                        Kaşkayların menşei ve onların İran'ın güney vilayetlerine nereden göçürüldükleri ve yerleştirildikleri hakkında da kesin bir bilgi yoktur. Muhtelif görüşler vardır. Bu konudaki görüş ve bilgilerin bir kısmı şöyledir: Arap istilalarından başlayarak XIX. asrın son yıllarına kadar Fars tarihini kronolojik olarak anlatan Fesaî, Kaşkayların menşei hakkında şu görüşlere yer verir: "Kaşkayların Irak ve Kum'un çevresinde mulunan Halaçlar'dan olduğu, sonra oralardan ayrılıp, Fars'a göçen Halaçlar iki kola ayrıldılar. Onların bir kısmı yerleşik hayata geçerek Halaç adını da korudular. Konar göçer olan ikinci kısım Kaşkay İli bölgesinde yaşıyorlar. Kaşkayları "kaşgar" ile alakalandıran yazarlar, Kaşkayları Karahıtaylar soyunda sayarak, onların kuzeydoğudan, Orta Asya'dan Fars'a gitme veya göçürülmeleri fikrini kabul ederler.
                        Azerbeycan seyyahı Zeynelabidin Şirvani, Kaşkayların Türk tayfalarından olduğunu ve Cengiz zamanında Fars'a göçtüklerini yazmaktadır. M. Keyhan "Tarihçilerden bazıları, Kaşkayların Anadolu'dan İran'a göçtüklerini, bir kısmının da Cengizhan devrinde Turan'da yaşadıklarını, sonra Nadir Şah'ın emriyle İran'a göçürüldüklerini" yazmaktadır. İsmail Buşehri de, "Kaşkayların" Cengiz devrinde geldiklerini ve Nadir Şah döneminde İran'a göçürüldükleri görüşündedir." Melik Mansur Han, Kaşkayların İslâm sonrası buhranlı dönemin İran'a gelen, Türkleri olduklarını, Horasan'dan Sistan'a ve Kirman yolundan Fars bölgesine geldiklerini, daha sonraları ise güneyden yavaş yavaş kuzeye doğru Bahtiyari ve mücaviri olar Acem Irakı'na yerleştiklerini belirtmektedir.

                        Ayrıca M.Mansur, 1953'te M.T. Shooten'e verdiği bilgide de; Kaşkayların İran'a gelmelerinin, XII. Asırdaki Cengiz'in akınlarıyla alakalı olduğunu , bu akınlar sırasında Kaşkaylar önce Kafkas dağları eteklerine yerleştiklerini, sonradan Erdebil bölgesinde uzun süre kaldıklarını ve XVI. Asrın birinci yarısında Şah İsmail Safevi (1501-1524) tarafında Portekizlerin İran Körfezinden Fars vilayetlerine görmelerini engellemek için Farsa göçürüldüklerini" belirtmiştir. Said Nefisi, Kafkasya'dan İran'a göçtürülme sebebinin de 1607-1618 yılları arasındaki Osmanlı-İran Savaşı esnasında Kaşkayların ve Kaçarların Osmanlılarla olan yakınlığı olduğunu, bu yüzden Azerbaycan'dan uzaklaştırıldığını yazmıştır. Ancak, Şah Abbas (H.K. 996) 1587 yılında tahta geçmiş ve Osmanlı İmparatorluğuyla 1603-1612 yılları arasında savaşmıştır. Bu tayfa ve kabilelerin göçürülmeleri de o tarihte olmalıdır.

                        Dr. Haşmetullah Tabibi, Bartold'dan şu görüşleri aktarmaktadır: "Kaşkay aşireti, Moğolistan'dan ve Türkistan'dan Cengiz'in ordusundan ve yağmaından kaçarak bu topraklara gelmiştir." Ahmet Caferoğlu da benzer görüşlere yer vermiştir.

                        Franc-Jean Shor, "Kaşkaylar Cengiz Han'ın öncüleri , arasında Çin Türkistan'ından gelerek Afganistan'a ve kuzey İran'a yayıldılar. İran'ın kuzeybatı sınırında, Azerbaycan'da yerleştikten sonra 1600'lü yıllarda güneye gelerek şimdiki yerlerine yerleşmişlerdir" demektedir.

                        V. Monrsky, Kaşkayların esas kütlesinin Moğol devrinden önce Selçuklular zamanında buralara yerleştirilmiş olmaları gerektiği görüşündedir. Kaşkay İli ve aşiretlerinin, etnik bakımından "göçebe İranlı" olduğunu, tarihi olayların şokuyla ve diğer bazı sebeplerle kendi dillerini yitirip işgalcilerin diliyle konuşmaya başladıklarını söyleyen İranlı yazarlar da vardır. Ancak bunları hiçbir ilmi temele dayanmayan, hissi ifadelerden ibarettir.

                        Safeviler döneminde, özellikle Şah Abbas hâkimiyeti zamanında Kafkas halklarından (Azerbaycanlı, Dağıstanlı, Gürcü ve Ermeni) pek çoğunun İran'ın muhtelif vilayetlerine göçürülmesi bilinen tarihi bir gerçektir. Ancak bu göçürülmeler Safevî hakimiyetinden önce de olmuştur. Halaçları Kaşkayların selefi kabul eden müelliflerden Lorens Lakhart, Kaşkay tayfalarından Farsimedan ve Şeşbloki (Alubölüklü) gibi büyük tayfaların Safevi hakimiyetinden çok önce Kum vilayeti bölgesinde olan Halcistan'a ve oradan Fars eyaletine göçürüldüğünü yazmıştır.

                        İbrahimov, Kaşkayları Azerbaycan Türkleri'nden kabul ederek, Câni Ağa Kaşkai tarafından dönemin siyasi ve sosyal şartları içerisinde bir üst kimlik olarak "Kaşkay" adı altında bütün işaretlerin büyük bir el birliğine çevrildiğini yazmıştır. Bu adı almalarının da Câni Ağa'nın şahsıyla ilgili olduğunu belirtmektedir. Kaşkayların menşei ve hangi Türk boyuna mensup olması gerektiği, ad, dil-edebiyat ve adet ananeleri esas alınarak tespit edilebilir.
                        1. Bugün Kaşkay aşiret birliği içerisinde yer alan yüz doksana yakın boy, oymak ve oba'nın tamamı ilk önce Kaşkay adı taşımıyorlardı ve çoğu Kaşkay'da değildi. Bazıları eski adlarını değiştirip, başka ada kabul etmişse de, kendi adlarını koruyanlar da vardır.Yani Fars'ta bulunan Türk aşiretleri, tarihi hadiselerin zarureti karşısında birleşmeye mecbur olmuş, tek bir boy olmuşlar ve o boy da "Kaşkay" olarak adlandırılmıştır. Kaşkay adı onların hepsinin umumi ve ikinci adı, yani onların meydana getirdiği İl'in adıdır. Ancak bu birleşmeden önce bu ismi taşıyan bir "Kaşkay" aşiretinin sebeplerle "Kaşkay" ismini sonradan alan (çünkü, tarihi kaynaklarda bu isimle bir Türk boyuna tarihi kaynaklarda rastlanmamakta) bir Türk aşireti mevcuttur. Güçlü olan bu aşirete (Türklerin çok eski bir geleneği olarak) diğer aşiretler koşulmuştur.

                        2. Konuşma dili, yazı dili, nesir, şiir, folklor ve bunlara bağlı olarak el sanatları, her azınlığın hangi halka mensup olduğunu kuvvetlendirici delillerdir. Kaşkayların yazı dilinden, yazılı edebiyatında son yıllıra kadar (1979 inkılabına kadar) yazılı bilgi elde etmek pek mümkün olmamıştır. Son yıllarda bu sahalarda kısıtlı da olsa çeşitli eserler verilmiştir.

                        3. Bir halkın veya halka mensup olan azınlığın sahip olduğu adet ve an'aneler, kanun ve kaideler, onların milli mensubiyetlerini, mukayese yoluyla tespit etmeye yarayan bir diğer önemli sebeptir. Müelliflerin, kaşkay adı ve menşei hakkında burada, kısaca vermeye çalıştığımız görüşlerini bellibaşlı şu noktalarda toplayabiliriz. Kaşkay adı, "kaçmak", "kaşgar" veya "kaşken" kelimelerinden meydana gelmiştir. Kaşkayların ataları da, Halacistan, Suriye, Orta Asya, Kafkasya, Anadolu ve Kuzey Azerbaycan'dan göçmüş veya göçürülmüşlerdir.

                        Yukarıda belirtilen, bütün bu görüşler içerisinde gerçeğe uygun olan fikirler vardır. Ancak bu görüşlerinden çoğu bir diğerini tekrarı mahiyetindedir. Meselenin tam olarak aydınlatılmaması çeşitli zorluklardan kaynaklanmaktadır. Bu zorlukları şöyle maddeleştirebiliriz.

                        1. Kaşkayların yazılı bir tarihlerinin olmaması.

                        2. Kaşkay İli içerisinde yer alan farklı etnik unsurların bulunması.

                        3. Son yıllara kadar Kaşkayların kendi dilleriyle hiçbir eser vermemiş olması.

                        4. Kaşkayların konar göçer bir topluluk olması.

                        5. Kaşkay İli ilçesinde bulunan aşiretlerin adlarının çeşitliliği ve adların çoğunun asırlar boyu defalarca değişmeleri.

                        6. Bazı mülliflerin meseleye siyasi olarak yaklaşmaları.

                        Kaşkay kelimesinin Türk dilindeki "kaç" fiilinden zamanla değişerek"kaşkay" şeklinde tehaffuz edildiği fikri doğru bir tespit değildir. Çeşitli tarihi devrelerde, Kaşkay İli'ne kaçıp sığınan aşiretlerin bulunması mümkündür. Ancak, bu hadisenin bütün Kaşkay İli'nin için olması gerçekçi bir yaklaşım olamaz. Zaten Kaşkayların da böyle bir ismi kabullenmeleri mümkün değildir. İran hükümetine ve İngilizlere başkaldıracak kadar dirayetli olan bu insanların, böyle bir ismi kabullenmeleri ihtimali yoktur.

                        Kaşkay kelimesinin çeşitli coğrafi isimlerden alındığını kaydeden müellifler de, hiç bir aşiret birliği içerisinde, yer isimleri alan bazı aşiretlerin bulunması, "Kaşkay" isminin de coğrafi bir yerden alındığı sonucunu doğurmaz. Zaten bu konuda ileri sürülen görüşler de birbirine tezat teşkil etmektedir. Kaşkay adının Cani Ağa Kaşkai'den aldığı fikri de hiçbir ilme temele dayanmamaktadır. Bir aşiret reisi olan Cami Ağa'nın soyadını aşirete vermekten çok, bu soyadı bulunduğu aşiretten alması daha inandırıcıdır. Diğer bir görüş ise, "Kaşkay" adının "Kaşka" kelimesinden alındığı görüşüdür. Alnı beyaz atlara bindikleri için "Kaşka atlılar" olarak isimlendirilmişlerdir. Zamanla bu kısalarak "kaşkaylar" şeklinde telaffuz edilmiştir.

                        Sonuç olarak, "Kaşkay" isminin "Kaşka" (alnı beyaz at veya binek hayvanı) kelimesinden geldiği görüşü en gerçekçi olanıdır. Kaşkayların konar göçer bir aşiret olması, son yıllara kadar çok iyi atlar yetiştirmeleri (dış ülkelere ihraç edecek kadar) ve çocuklarının çok küçük yaşlarda ata binmeleri bu ilişkiyi gisterir. Kaşkaylarda, "Kaşkay" eşittir at, at eşittir "Kaşkay" görüşü de bu ilgiyi gözler önüne sermektedir. Kaşkay kelimesinin "kaşka" (alnı beyaz at veya binek hayvanı) kelimesinden geldiği görüşündeyiz. Ancak, yazılı bir tarihe sahip olmayan Kaşkayların, bu ismi nereden ve ne zaman ladıkları hususunun aydınlatılabilmesi için bu konunun ayrıntılarıyla incelenip değerlendirilmesine ihtiyç olduğu görüşündeyiz.

                        Araştırmacıların üzerinde ittifak ettiği husus, Kaşkayların Türk soyundan olduğudur. Görüş ayrılıklarının bulunduğu nokta, Kaşkayların hangi Türk boyuna mensup olduğu hususudur.

                        Kaşkaylar'ı Azeri, Halaç veya Anadolu Türkleri'nin bir kolu saymak tek başına doğru değildir. Dillerinin birbirine çok yakın (özellikle Azeri Türkçesi ve Türkiye Türkçe'si ile) olması onların bu halklara mensup olduğuna tek başına yeterli delil sayılamaz. Kanaatimizce Kaşkaylar, tarihi hadiselerin zorlamasıyla Türkistan'dan göçüp Kafkasya'ya geldiler. Uzun bir süre burada kalarak, Kafkas dillerinin (özellikle Azeri Türkçesi'nin) tesirinde kaldılar. 16 yy. birinci yarısında, Şah İsmail Safevi (1501-1524) tarafından Fars'a göçürüldüler. Bu bölgeye geldiklerinde bazı Halaç unsurlarla teması oldu veya bir kısım Halaç aşireti Kaşkay aşiretine dahil oldu.

                        Özellikle Selçuklular döneminde de Anadolu Türkleriyle olan yakın münasebetleri, hatta Kaşkay aşiret birliğine karışan Anadolu'daki bazı Türk unsurlar olabilir. Dillerindeki karışıklık ve bazı özellikler de bunu doğrular niteliktedir. Yani Kaşkay aşiretleri içerisinde az veya çok değişik boylardan gelen unsurlar mevcuttur. Kaşkay İli'nin tek bir boy veya aşiret olarak kabul etmek mümkün olmadığı gibi, onları bir tek halka bağlamak da yanlıştır. Bu konunun kesin olarak tespit edilmesi için Kaşkay birliği içerisinde yer alan tayfa ve tek tek ele alarak incelemek gerekir.

                        İran'ın güney bölgesinde, özellikle Fars eyaletinde yaşayan Kaşkaylar, gösterdikleri etkinliklerle kendilerini İran halkları tarihine tanıtmaları önemli bir yer tutar. Kaşkay İli, 1747 yılında NadirŞah Afşar'ın öldürülmesiyle, ülkenin her tarafında çıkan karışıklık (isyan) yıllarında teşekkül etmiştir. İran'ın çeşitli bölgelerinde, merkezi hükümeti ele geçirmek için, aşiretler arasıda şiddetli çarpışmalar başladı. Horasan, Azerbaycan (İran), İsfahan ve Fars eyaletleri bu çarpışmaların önemli merkezleri haline geldi. Horasan ve Azerbaycan'da Afşarlar, İsfahan ve Fars'ta Bayatlar, Bahtiyarlılar ve Zendler arasında çeşitli çarpışmalar meydana geldi. Muhtelif bölgeler ve şehirler, elden ele geçip, duruyordu.

                        Fars eyaletinde yaşayan Türk aşiretleri, aralarındaki kırgınlıkları bırakıp, başka grupların saldırıları karşısında birleşme ihtiyacı duymuşlardır. Nadir Şah'ın komutanlarından Kerimhan Zend ve Ali Merdanhan Bahtiyarlı birleşerek , III. İsmail Safevi'yi şah ilan ettiler. Şiddetli çarpışmalar sonunda Haşimhan Bayat, Şiraz'ı ve civar şehirleri Bahtiyarilerin ve Afşarların elinden alarak kendini Fars valisi ilan etti.

                        Kaşkay İli Fars'ın en kuvvetli aşireti olarak biliniyordu. İlk zamanlar bu ilde 24 tayfa birleşmiş, bazı kabile ve aileler de daha sonra bu birliğe dahil olmuştur. Haşim Han bu güçlü aşiret birliğini zayıflatmak için çeşitli girişimlered bulunduysa da (1954) bunda başarılı olamadı.

                        1795 yılında Kerimhan Zeyd'in ordusu önce Şiraz'ı sonra bütün Fars eyaletini alarak, Bahtiyarların hâkimiyetine son verdi. Böylece Kerimhan kendisini bütün ülkenin hükümdarı ve Şiraz'ı da başkent ilan etti. Kerimhan'ın hâkimiyeti döneminde (1755-1779) Kaşkaylar, Reisleri Câni Ağa'nın tedbir alması sayasinde Kerimhan'la savaşmadılar. Bu da onların saraya yakınlaşmasını sağladı. Kerim Han Câni Ağa'yı ataları vasıtasıyla idare olunmuştur. Bu sülalenin İlbeyi Câni Ağa'ya kadar altı kişisi (Emir Gazi Şahlu, Gazu Ağa, Cani Ağa, Sefer Ali Ağa, Muhammed Ağa, Namdar Ağa) tanınmış ve bilinmektedir. Aşiretin kendisi de Kaşkay adı ile tanınmış ve meşhur olmuştur. Onların yedinci nesli Cani Ağa (ikinci) İlbeği olmuştur. Cani Ağa'dan sonra oğlu Hasan Han, Kaşkay İlbeyi olmuştur.

                        Böylece Kaşkaylar daha da güçlendiler. Kışlık ve yaylaklarını tespit ederek bunu daimi hale getirdiler. Kaşkayların bazı kabileleri (aşiretleri), Kerim Han'ın oluşturduğu ordu arasında yer aldılar. Kaşkayların ileri gelenleri (Kelanterler, Kethüdalar ve. ) Fars bölgesinde çeşitli kervansaraylar, mescitler, hamam ve çeşitli binalar inşa ettirdiler. Firuzâbâd bir Kaşkay şehri haline geldi. Bu dönemde Kaşkaylar ülke genelinde kendilerini büyük bir il irliği gibi tanıtmayı başardılar. İç ve dış işlerinde Kerim Han onların görüşlerinden faydalandı. 1779'da Kerim Han öldükten sonra, yeniden ülkede şiddetli çatışmalar meydana geldi.

                        Kerim Han'ın Kardeşi oğlu Zeki Han Kerim Han'ın çocuklarından Ebulfeth Han'ı hükümdar ilan ederek, onun adı ile hakimiyeti ele geçirdi. Kerim Han'ın kardeşi Sadık Han da kendisini hükümdar ilan etti. Böylece Zerd ailesindeki anlaşmazlıklar ve kırgınlıkların arkası kesilmedi. 1781 yılında İsfahan hükümdarı El-Murad Han Zend, Şiraz'ı aldı ve Sadık Han ile Kerim Han'ın oğullarını ortadan kaldırarak 1785 yılana kadar hükmetti (idareyi elinde bulundurdu). Bu iç çatışmalar, Kerim Han'ın ordusunun dağılmasına sebep oldu. Zend hakimiyeti hayli zayıfladı. Gacarlar, Muhammed Ağa Han'ın önderliğinde, İran'ın kuzey vilayeti ve Tahran'ı aldı. Daha sonra El-Murad Han, Hasan Han'ı ve İsmail Han'ı Kaşkay hakimiyetini kurmakla suçlayıp Hasan Han'ın ellerini kestirip, İsmail Han'ında gözlerini oydurtmuştur.

                        1785 yılında El-Murad Han'ın oğlu, sonra Sadık Han'ın oğlu Cafer Han hükümdarlığa geçti. 1788 yılında Muhammed Ağa Han, Zend hakimiyetine son verilmek maksadıyla ve Kacar hakimiyetini kurmak için Fars eyaletine hücum ettiyse de bunda başarılı olamadı. Bunu üzerine kendisi için tehlikeli gördüğü Kaşkay aşiret birliğini dağıtmak ve yok etmek maksadıyla Şiraz tarafından Gerduman'dan uzaklaşarak Kaşkayların önemli kabilelerinin bulunduğu Husrev Şirin yaylasına saldırdı. Kaşkaylar bunu önceden haber aldıkları için sürülerini dağa çıkararak orada topyekün karşı koyup kendilerini savundular. Bir aylık bir çarpışma sonunda geri çekilmek mecburiyetinde kalan Muhammed Han İsfanan'a döndü.

                        1789 yılında Zend Cafer Han öldürülür ve Zend sülalesinin son hükümdarı Lutufali Han Zend tahta geçer. 1792 yılında tekrar Şiraz'a saldıran Muhammed Han, Şirazıve Kirman'ı alır. Lutufali Han ise 1795 de Bam Kalesinde ele geçirilir. Onun Tahran'da öldürülmesiyle Zend ailesinin hakimiyeti sona erer.

                        Bütün bu uzun çarpışmalarda Kaşkaylar hiçbir taraf adına çarpışmalara girmemiş, bu da onların güçlenmesini sağlamıştır. Bu dönemde Kaşkayların İlbeyi Hasan Han vefat ettiği için onun kardeşi İsmail Han'ın oğlu Cani Ağa (III. Cani Ağa) ilbeyliğe getirilmiştir.

                        Kaşkay ili, II. Cân-i Ağa'nın reisliğinde toplanmış ve Zend sülalesinin ilk hükümdarı Kerim Han Zend tarafından da resmi olarak tanınmıştır. Câni Ağa'nın oğulları Hasın Han ve İsmail Han , Zend Sarayında büyük hürmet görerek Kerim Han'ın danışmanlığı görevine kadar yükselmişlerdir.

                        Kaşkay İli, Fars eyaletinde, genellikle, bütün İran'da bulunan aşiretler arasında en teşkilatlı, düzenli, güçlü bir il birliğidir. Kendilerinin dedikleri gibi "Kan birliği" münasebetlerine tam olarak uyulması, Kaşkayların sağlam ve güçlü bir il seviyesine yükselmesinin esasını teşkil etmektedir. Bu ilin güçlü olması, Fars valilerini ve İran'ın merkezi hükümetlerini tarih boyunca endişelendirmiş ve zayıflatmak için büyük gayret göstermişlerdir. Kerim Han Zend'in vefatından sonra, İl'de Kaşkayların Zen sülasesi hakimiyetini yıkmak, İran'da güya Kaşkay hakimiyetini Hasan Han'ın ellerinin kesilmesi, İsmail Han'ın gözlerinin çıkarılması bunun en belirgin örneğidir.

                        19. asrın 50-60. yıllarında Kaşkay İli'nin güçlenmesinden endişeye düşen Nasreddin Şah güneydeki göçeriler arasında eşitlik sağlamak adı altında, daha doğrusu Kaşkarlar karşısında yeni bir göçeri kuvvet oluşturmak gayesiyle Fars eyaletindeki aşiretlerden Gavamülmük başkanlığında Baharlı, İnallı, Nefer, Baseri ve Arap tayfalarının birleştirilmesinden Hamse adlı bir ilin meydana getirilmesi için şartlar olluşturdu. Ancak, bu konuda pek başarı olmamıştır.



                        Kaşkaylar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngiliz istilacıları aleyhine isyan etmiş, Deştistan ve Tengistan mücahitlerine, Fars eyaletinin demokratik teşkilatına, yerli halk kolluk kuvvetlerinin, İngiliz taraftarlarına karşı başlattıkları Şiraz İsyanı'na da yardım etmişlerdir. Reislerinin komutanlığı altında, Fars eyaletinin İngiliz işgalinden kurtulması için, 1918-1920 yılları arasında büyük kahramanlıklar gösteren Kaşkaylılar, 1920 yılının sonunda İngilizlere büyük zayiat vererek onların İran topraklarını terk etmelerinde büyük rol oynamışlardır.

                        Kaşkay ili tarihinin ikinci devri, 1920'li yıllardın 1980'li yıllara kadar yaklaşık 60 yıla yakın bir devri, Pehlevi sülalesinin hakimiyeti devrini kapsamaktadır.

                        Kaşkay Türklerinin İngilizlerle yapılan mücadeler neticesinde edindikleri tecrübelerle 1920'li yıllarda Pehlevi idaresinin ülkede uyguladığı merkezileştirme politikasına olumlu bakmış, merkezi hükümet aleyhine güneydeki göçerlerin ayaklanmamalarında merkezi hükümete yardımcı olmuşlardır. Kaşkay Reisi Tahran'da yaşayarak, Şûra meclisini 8. Dönem Fars eyaletinden temsilci seçilmiştir. Ancak, İngilizler geçmişteki olayları unutmayarak, Rıza Şah vasıtasıyla onu 1932 yılında Kasr-ı Kacar zindanında öldürttüler. 1930'lu yıllar Kaşkayların en ağır ve felaketli dönemi olarak bilinir. Pehlevi rejimi "tahta kapı" yani, göçerlerin yerleşik hayata geçirilmesi siyaseti özellikle Kaşkayları felakete sevketmişler. İl kuruluşunu bozmakve dağıtmak için Rıza Şah, İl'in tayfa reislerinin çoğunu idam, hapis ve sürgün ederek onların yerine kendine bağlı kişileri göçeri ahaliye idareci olarak tayin etmiştir.

                        1941 yılında İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Hitler Almanyasının savaş ve siyasi planlarının önüne geçebilmek için müttefik askerlerin İran'a gelmesiyle, Rıza Şah Bütün İran haklarına ve dolayısıyla Kaşkaylara bazı serbestiyetler verdi. Ülkenin çeşitli vilayetlerine sürgün edilmiş Kaşkay Türkleri kendi yurtlarına döndü. Kaşkaylar konar-göçer hayata tekrar döndüler ve geçmişteki acı olayların tecrübesiyle süratle silahlanmaya başladılar. Ancak, İlhan ve İlbeyleri özellikle Nasır Han'a kadar İngiliz işgalcilerine karşı çıkmadılar. Haliyle halk arasnda eski güç ve saygınlığı göremediler.

                        Kaşkaylar 1950'li yıllarda milli cephenin, Musaddık hükümetinin petrol sanayisini millileştirme politikasını desteklemiş, o zaman ilbeyi olan Hacrev Han, Şura meclisinin temsilcisi sıfatıyla Musaddık hükümetinin bu tedbirlerine destek vermiştir.

                        1953 yılında Amerika'nın desteğiyle, Musaddık hükümeti aleyhine yapılan askeri darbe ve şahın tahta geçmesiyle, Kaşkayların hayatında yine karanlık günler başlamış oldu. İki asır kadar Kaşkay ilinde hüküm süren kuruluş, 1956 yılında Şah tarafından verilen fermanla kaldırıldı. Kaşkaylar aleyhine bir çok askeri tedbirler alınır, il reislerinin bir kısmı aileleriyle birlikte ülkeyi terkedip, dış ülkelere gitmeye mecbur kaldılar. Muhammed Rıza Şah'ın Ak Devrim adıyla başladttığı toprak reformu, göçerlerin yaylalarının ve meraların hazine arazisi sayılması, Kaşkayların zayıflamasını ve ilin dağılmasını birhayli hızlandırdı.

                        1979 İran devrimine kadar Kaşkaylar, Rıza Şah'ın gizli güvenlik elemanları tarafından büyük bir baskı alltında tutuldular. Çeşitli şehirlere ve kasabalara dağıtılarak yerleşik hayata zorlandılar. İslam inkılabından önce ve sonra Kaşkaylar tekrar toparlanmaya çalıştı. Dış ülkelere göçmüş Kaşkaylar dönüp, İslam Cumhuriyeti idarecileriyle görüşüp yeni hükümete yardımcı olmaya hazır olduklarını bildirdiler. Ancak bu fikirbirliği uzun sürmedi. 1982 yılında Şirazve Firuzâbâd yakınlarında, Kaşkaylılarla pasdarlar arasıda birçok çarpışmalar meydana geldi. Kaşkayların İlhanı Hüsrev Han zindana atılarak 1982 yılında Şiraz'da idam edildi.

                        Günümüzde Kaşkay İl Birliği sekteye uğratılmış, umumiyetle, göçeri hayat çeşitli zorluklar taşısa da Kaşkaylar zor sosyal ve iktisadi hayatlarını devam ettirmektedirler. Kaşkaylar İran içerisinde milli medeni hukuktan yoksun edilmiş azınlıkta kalan diğer halklar gibi kendi hukuklarını elde etmek için mücadeleden çekinmiyorlar, maddi ve medeni taleplerini elde edene kadar mücadeleye devam edeceklerdir.

                        Türk aşiretlerinde ailenin büyük erkek çocuğu bir zaman aşiret reisi olur diye bir kural yoktur. Aşiretin şartlarını taşıyan bir çocuk, aşiret reisi olabilir. Melik Mansur Han, İlhan olacak bir kişide aranan şartları şöyle sıralamaktadır.

                        1. Çevresinin olması.

                        2. İyi ata binmek

                        3. Güçlü bir yapıya (tercihen uzun boylu) sahip olması.

                        4. Gururlu ve azametli bir sima

                        5. Adalet duygusuna sahip olma

                        6. Aşiretler arasında iyi bir şöhrete sahip olma.

                        7. Asalet sahibi olması (Asil bir hayat sürmesi)

                        8. Cesur olma ve güzel el yazısına sahip olma.

                        Bu özelliklere sahip olan kişi ihtiyaç olduğunda bu makama getirilebilir. Fakat uygulamada geleneksel olarak aşiret birliğindeki değişik kabile ve aşiretlerin başçıları ile birlikte yöneten ailenin önde gelen bazı şahsiyetlerin yeni ilhanın seçiminde söz sahibidirler. Umumiyetle ilhanın oğlu veya kardeşi seçilmektedir. Tahta geçmede anlaşmazlıklar olduğunda aşiret başçılarının tercih ettikleri ve etrafında kenetlendirdikleri kişi ilhan olur. Yani diğer adaylar haliyle dışlanmış olur. Bazen bu anlaşmazlıklar bölünmelere kadar varabilir. Sonunda bu mücadeleyi kaybeden kişi, kazanan tarafın çadırına gidip bağlılığını bildirir.

                        Tahta çıkma problemi çok nadir olarak kan akıtma sonucuyla olmuştur. Kaşkaylar genellikle tek kadınla evli olduklarından, diğer İran kabilelerinde olduğu gibi, üvey evlat problemi ve çatışması olmamış bu da ilhan seçiminde bir kolaylık sebebi olmuştur.

                        Kaşkay ilinin ilhanları, uzun yıllar Fruzabad ve Farrasabad'ın bölge valisi sayılmaşlardır. İlhan-yi memleket-i Fars ünvanı da taşırlardı. Bu unvan onlara güney İran'ın merkezinde (Şiraz'da) büyük bir kontrol (o bölgedeki aşiretler üzerinde) sağlamış ve aynı zamanda onları (İlhanlıları) bir hükümet bürokratı durumuna getirmiştir. Bu durum, onların merkezi hükümet tarafından tanınması ve onanması şartını getirmiştir.

                        Normal şartlarda Fars'ın genel valisi, Kaşkaylar tarafından seçilen, yöneten aileden bir üyeyi aday gösterir. Bu adaylık, şah tarafından onaylanır ve bunun için gerekli bir ferman gönderir. Ancak, Kaşkaylar ile merkezi hükümetin arasının bozulduğu dönemlerde aşiret büyüklerinin tavsiyeleri dışında ( merkezi hükümete yakın olan) kişileri seçtirme yoluna gittiler. Böylece aşiretlerce seçilen kişiler üzerinde görüş farklılıklar olunca, merkezi hükümet, ilhanı görevden alacak kadar ileri gitmiştir. Fakat Kaşkaylar bu tür muhalefete rağmen, kendi gücünü korumuş, istedikleri biçimde yönetimlerini sürdürmüşlerdir

                         

                        • Konu 12

                          12.       Konu                           Az sayılı Oğuz Halkları: Irak Türkmenleri

                          Konular: Irak Türkmenlerinin demografisi; Irak’ta Türkmen kültürü; Irak politikasında Türkmenler.

                          Temel Okumalar:

                          -           Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, s. 241-255.

                          -           Akın Laçiner, Irak Türkmenleri, Tebaren, 2017;

                          -           Süphi Saatçi, Tarihten Günümüze Irak Türkmenleri, İstanbul: Ötüken, 2003.

                          Tavsiye edilen okumalar:

                          -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

                          -           Youtube’dan değişik videolar.

                          Ders Notları:

                          Günümüzde Irak Türkmenleri adıyla anılan Irak Türkleri, Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte Irak Cumhuriyeti topraklarının genellikle kuzey kısımlarında yaşayan Türk dilinin Oğuz lehçesini konuşan Türk topluluğudur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz mandasındaki Irak topraklarında kalan Irak Türkleri, Arap milliyetçisi Baas Partisi rejiminin darbe yaparak iktidara gelmesiyle zor şartlar altında yaşamak zorunda kalmışlardır. Sosyo-politik birçok baskıya maruz kalan Irak Türkleri, İran – Irak Savaşı, Amerika’nın Irak’a müdahalesi ve nihayetinde Baas rejiminin devrilmesi sonucu ortaya çıkan siyasî boşlukta hamle yapamaz duruma gelmişler ve büyük zararlar görmüşlerdir. Amerika’nın 2003 yılındaki Irak operasyonu sonucunda gücünün doruğuna oluşan Barzani önderliğindeki Kürt yapılanması bölgede ağırlığını hissettirmiş, Türklerin aleyhine birçok politik hamlede bulunmuştur. 2014 yılında Irak topraklarında baş gösteren IŞİD terör örgütünün zulmü altında yaşamak zorunda kalan Türkmenler, bölgedeki IŞİD tehlikesi ortadan kalkmaya başlar başlamaz bu sefer de bölgedeki varlıklarını inkar edici bir yapı görünümü sergileyen Barzani ve hareketinin bölgede aldığı bağımsızlık kararından sonra sıkıntıya düşmüşlerdir. Barzani dışında bölgedeki Türkmenlerin güvenliğini tehdit eden bir unsur PKK terör örgütüdür. Irak Türkmen Cephesi Kerkük Başkanı Mehmet Seman Ağaoğlu, 11 Ekim 2017 tarihinde, 700 PKK’lı teröristin Kerkük’e giriş yaptığını söylemiştir. Barzani yönetimiyle birlikte Kerkük’ün demografik yapısını değiştirip, Kürt unsurları ön plana çıkartmak ve bölgenin yeraltı kaynaklarından faydalanmak isteyen PKK, Kerkük sokaklarında Irak ordusu tarafından düzenlenen operasyon öncesinde ajanslar tarafından görüntülenmiştir. Bunun akabinde Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı tarafından sert bir yazı kaleme alınmış; Kerkük’te terörist yapılanmanın kabul edilemeyeceği, Türkmen yurdu olan Kerkük’ün Irak ordusu tarafından güvenliğin tahsisinin en kısa zamanda sağlanmasının önemi ve PKK terör örgütüne karşı yürütülecek bütün operasyonlarda Irak hükumetinin yanında olacağına dair düşünceleri dile getirilmiştir. Mesut Barzani’nin referandum kararı alması, bölgedeki dengeleri alt üst etmiş, Irak ordusu Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerin başında gelen Kerkük’e girmiş, Barzani taraftarı yapılanmayı uzaklaştırmıştır. Bu çalışmada, Irak Türkleri ya da Irak Türkmenleri olarak literatürde adlandırılan toplum ve dilleri ve matbuat hareketleriyle ilgili bilgiler verilmeye çalışılacaktır.

                           

                          Genelde Türkmen olarak adlandırılan Irak Türklerinin adıyla ilgili açıklamaları, tarihî kaynaklarda aramak yararlı olacaktır. Günümüzde Suriye’deki Türklere, Irak’taki Türklere ve Türkmenistan Cumhuriyeti’ndeki halka verilen ad olarak Türkmen etnonimi, Oğuz Türklüğünü ve çağdaş Oğuzları işaretlemektedir. Câmiü’t-Tevârih adlı eserinde Türkmen adını açıklayan Reşidüddin, Oğuz yurtlarından çıkıp Mâveraünnehir ve İran bölgesine gelen Oğuzların Taciklere benzemeye başladığını, bunun sonucu olarak da Taciklerin onlara Türkmen “Türk’e benzer” adlandırmasını yaptıklarını belirtmiştir. Oğuzlardan Müslümanlığı kabul eden zümrelere, onları gayrı Müslim kardeşlerinden ayırt etmek için, Mâveraünnehir Müslümanlarınca Türkmen adı verilmişti. Orta Asya’da ilk defa Türkmen etnonimini kabul eden Türk kavmi, Balasagun ile Mirki arasında yaşayan Türkmenler olduğu için Türkmen adı, Mâveraünnehir Müslümanları arasında “Müslüman Türk” anlamında kullanılmaya başlandı. Böylece Oğuzlardan da Müslüman olan zümrelere “Türkmen” denilmiştir. Türkmen adının Oğuzlardan Müslüman olanlara verildiği hususu Birunî’nin sözlerinin de gösterdiği gibi her türlü şüpheden uzaktır. Gerdidî ve Beyhakî gibi Gazneli tarihçileri de Oğuzları Müslüman Türk anlamında Türkmen etnonimiyle adlandırmışlardır. Türkmen adının aslı bugünkü yazarlar gibi eski yazarları da epeyce meşgul etmiştir. Bu hususta onlar arasında başlıca iki fikir vardır. Bunlardan birine göre Türkmen, Türk adı ile Farsça mân (mânend) ekinden meydana gelmiş olup, “Türk’e benzer” demektir. Yukarıda sayılan isimlere ek olarak, Kaşgarlı Mahmut da divanında Türkmen adının “Türk’e benzer” anlamına geldiğini belirten bir hikaye paylaşmıştır (Sümer 1999: 80). Türk tarihi ile ilgilenen yabancı Türkologlardan Türkmen kelimesinin anlamı üzerinde ilk bilimsel çalışmaları yapanlardan Vambery’e göre ise Türkmen kelimesi Türk ile men’ den oluşmuştur ve “Türklük, Türkler” anlamına gelmektedir ( Gelekçi 2004: 13). Kafesoğlu 2014 ise, Jean Deny’nin Türkmen açıklamasını isabetli bulmuştur. Kafesoğlu (2014)’e göre, Türkmen adındaki {+mAn} biçimbirimi, eklendiği sözcüğü büyüten, yücelten (augmentative) bir anlam katmaktadır. Bundan dolayı bu Türkmen sözcüğündeki {+mAn} biçimbirimi üstün, büyük, sağlam anlamlarına gelebilmektedir.

                           

                          Irak’a yerleşen ilk Müslüman Türkler, 674 yılında Türkistan’a sefer yapan Ubeydullah bin Ziyad’ın yanında bu topraklara gelen 2.000 kadar askerdir. IX. yüzyılda Abbasi Halifesi Memun zamanında da bazı Türk toplulukları bu ülkeye yerleşmiştir. Ancak Irak’a asıl büyük Türk iskanı Selçuklu hanı Tuğrul Bey’in 1055’te Bağdat’a girmesiyle başlamıştır. Selçuklulardan sonra gelen Musul Atabeyliği (1127- 1233), Erbil Atabeyliği (1144-1232) ve Kerkük’te hüküm süren Kıpçak Beyliği zamanında Türk göçleri artarak devam etmiştir. Moğol istilasından sonra İlhanlılar (1258-1336) dönemi başlamış, daha sonra sırasıyla Celâyirliler (1336-1360), Karakoyunlular (1360-1469), Akkoyunlular (1469-1508) ve Safevîler (1508-1534) dönemleri yaşanmıştır. 1534 yılında Osmanlı hakimiyetine giren Irak’a bu dönemde Balkanlar’dan, Afyon, Urfa, Diyarbakır ve Tokat gibi Anadolu şehirlerinden çok sayıda Türk yerleştirilmiştir (Özkan 2009: 91). 11. yüzyıldan beri Irak‘ta yoğun bir şekilde bulunmaya başlayan Türkmenler, Selçuklular zamanında Irak‘ın kaderini ellerinde tutmuşlardır. Irak Türkmenleri, ülkenin kuzey ve orta bölgesinde yer alan Musul, Erbil, Kerkük, Tikrit ve Diyale vilayetlerinin il sınırları ile Bağdat‘ın birkaç mahallesinde yaşamaktadırlar. Lozan Antlaşması‘nda Musul vilayetinin Irak veya Türkiye içinde kalması meselesi çözüme bağlanmadığı için, Milletler Cemiyeti yoluyla halledilmesine gidilmiş ve Musul, Kerkük, Erbil ile Süleymaniye sancaklarını içine alan Musul Vilayeti‘nin tamamı Irak‘a bağlanmıştır. Türkiye hükümeti bu olayı 5 Haziran 1926 tarihinde Irak hükûmetiyle yapmış olduğu bir antlaşmayla kabul etmiştir.

                           

                          1993 tarihli Cevanşir Hıdırov’un Irak Türkmenleri adlı eserinde, Türkmenlerin yaşadığı bölgeler Kerkük, Musul, Bağdat, Erbil, Süleymaniye ve Bekube gibi şehirler olarak gösterilmiştir. Hıdırov (1993), bu sayılan şehirlerden sadece Kerkük’te Türklerin çoğunluğu teşkil ettiğini söylemiş, geriye kalan bölgelerde ise millî azınlık olarak Türkmenlerin yaşadıklarını dile getirmiştir. Irak Türkmenlerinin nüfusu üzerine 3 farklı görüş mevcut olmasına rağmen, Irak’ın ortalama nüfusu 24 milyon olarak verilebilir. Türkmen araştırmacılara göre, Türkmen nüfusu Irak’ın genel nüfusu içinde %10 ile %15 arasında değişirken, resmî Irak ve batı kaynaklarına göre bu oran %5’ten az olarak değerlendirilmektedir. Buna ek olarak, siyasî karmaşadan yararlanmak isteyen Kürtlere göre ise, şu anda Irak makamlarının sağladığı istatistikî bilgilere dayanarak sayısal olarak Kuzey Irak’ta Kürtlerin çoğunlukta yaşadığını belirterek politik avantajlar elde etmeye çalışmaktadır. 1927, 1934, 1947, 1957, 1965, 1977 ve 1987 tarihlerinde yapılan nüfus sayımları arasında sadece 1957 sayımı, Irak’taki toplulukların etnik yapısına dayanmaktadır. 1959’da yapılan nüfus sayımı sonuçlarına göre, 6,3 milyon Iraklı nüfusun 567.000’inin Türkmen olduğu tespit edilmiştir. Iraklı otoritelerin sağladığı bilgilere dayanan nüfus değerlendirmesine göre ise Türkmen nüfusu, politik sebeplerden dolayı genel nüfusun %2’si olarak gösterilmektedir. Irak hükümeti tarafından verilen istatistikî bilgilere dayanan Kürt kaynaklarına göre ise, 1957’de nüfus sayımına göre Türkmen nüfusunun%2,6 olduğu ve bu oranın 1977 nüfus sayımında%1,15’e düştüğü belirtilmiştir .

                          http://tebaren.org/wp-content/uploads/2017/11/Yasadigi-Bolgeler.pngIrak Türklerinin Yaşadığı Bölgeler- Kaynak: Bayatlı, H. K.,(1996), Irak Türkmen Türkçesi, Ankara:TDK Yay.

                           

                          Türkçe, VII. yüzyılda Irak’ta kısmî bir konuşma dili olarak kullanılmaya başlanmış ve daha sonraki göçlerle yayılma ve kullanılma alanını genişletmiştir. XV. yüzyılda Karakoyunlular döneminde devlet dili olarak kabul edilmiş, Safevî ve Osmanlı dönemlerinde ise kültür ve edebiyat hayatının en vazgeçilmez dili olmuştur. XX. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan siyasî gelişmelerin ardından da azınlık dili haline gelmiştir .

                           

                          Irak Türkmenlerinin konuştukları ağız, Türkçenin Merkezî Oğuz Türkçesi kolu altında değerlendirilmektedir. Azerbaycan sahası dil coğrafyası bakımından: Doğu Anadolu, Güney Kafkasya, Kuzey Azerbaycan, Güney Azerbaycan, Kerkük ve Suriye Türkleri bölgelerini kapsamaktadır. Folklor değeri bakımından Türkçenin çok zengin ve çeşitli malzemesini taşıyan yine de Azerbaycan Türkçesinin ağızlarıdır. Bugün Kerkük ağzı dediğimiz ağız, bütün Irak Türkmenlerinin konuştuğu ağızları kapsamamaktadır. Irak’ta konuşulan Türk ağızları genel olarak aynı çizgide olmasına rağmen, Irak Türkçesinde kimi ağız ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Bu ayrılıklar bazen aynı il, ilçe, bucak ve bazen de bunların iki ayrı mahallesinde bile göze çarpmaktadır. Bu da değişik zamanlarda bu bölgelere göç edip yerleşen Türk boylarının ağız ayrılıklarından ileri geldiğini gösterir.

                           

                          Irak’ta çıkan ilk gazetenin 1869’da Arapça ve Türkçe yayımlanan Zevra veya 1816’da yayımlanan Jurnal Irak olduğu yolunda görüşler vardır. Ancak günümüze, Jurnal Irak’la ilgili belge ulaşmadığı halde, Zevra 11 Mart 1917 tarihine kadar 48 yıl boyunca devam etmiştir. Bağdat’ta Zuhur ve Beyne’n-Nehreyn,Musul’da Musul ve Çenebaz, Basra’da İkaz ve Tehzip gazetesi yayımlanmıştır. Ayrıca Arapça-Türkçe çıkan bir de dergi bulunmaktadır. Kerkük’te haber ağırlıklı Ajans Jurnali önemli bir yere sahiptir. 1911’den itibaren Havadis gazetesi ve Maarif dergisi de yayımlanmıştır. Basra’da ise 1889 yılından itibaren Basra gazetesiyle birlikte toplam 12 gazete çıkmıştır.

                           

                          Osmanlı döneminde 1869-1917 yılları arasında Bağdat’ta 51 gazete, 11 dergi, Basra’da 16 gazete, Musul ve Kerkük’te 6 gazete ve 2 dergi olmak üzere toplam 87 süreli yayın çıkarılmıştır. Türklerin azınlık durumuna düştüğü dönemden itibaren Kerkük’te Afak, Beşir, Gâvurbağı, İleri, Necme, Teceddüd gazete ve dergileri Türkçe veya Türkçe-Arapça olarak yayımlanmıştır. Bunlara ek olarak 1958’de Kardaşlık dergisi, 1970’te Yurd ve Birlik Sesi çıkmaya başlamıştır.

                           

                          7. yüzyılda şimdiki Irak topraklarına yerleşmeye başlayan Türkler, günümüzde de halen Irak’ta yaşamaktadır. Irak Türkleri, Birinci Dünya Savaşı sonrasından günümüze kadar Irak ve Irak’a bağlı bölgesel yönetimlerin baskısı altında yaşamıştır. Oğuz grubu Türk lehçelerinden bir diyalekt konuşuru durumunda olan Irak Türkleri, kimliklerini koruyabilmek için çeşitli matbuat hareketlerine de girişmişlerdir.

                           

                          • Konu 13

                            13.       Konu                Az sayılı Oğuz Halkları: Suriye Türkmenleri

                            Konular: Suriye  Türkmenlerinin demografisi; Suriye’de Türkmen kültürü; Suriye politikasında Türkmenler; 2011’den sonraki gelişmeler.

                            Temel Okumalar:

                            -           Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, 7. bölüm;

                            -           Abdurrahman Mustafa, Suriye Türkmenlerinin “Onur ve Özgürlük” Mücadelesi, Ekim 2015 - Yıl 104 - Sayı 338, https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=2272

                            -           Ankara Anlaşması (1921), http://www.wikiwand.com/tr/Ankara_Anlaşması_(1921) 

                            -          Suriye Türkmen Meclisi, http://www.wikiwand.com/tr/Suriye_T%C3%BCrkmen_Meclisi

                            -         Bayır- Bucak bölgesi, http://www.wikiwand.com/tr/Bayır-Bucak

                            Tavsiye edilen okumalar:

                            -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

                            -           Youtube’dan değişik videolar.

                            Ders Notları:

                            Suriye’nin Dera kentinde Mart 2011’de “adalet ve özgürlük” talebi ile başlayan barışçıl protestoların, Suriye’deki Baas Rejimi tarafından kanlı bir şekilde bastırılmasından sonra tüm ülkeye yayılan çatışmalar, aradan geçen süre içerisinde Suriye’yi dünya tarihinin en kanlı iç savaşlarından birine sürüklemiştir.Baas Rejiminin her geçen gün artan şiddeti, zayıflayan merkezi otorite nedeni ile etnik/ mezhepsel grupların savaşa dâhil olması ve taşeron terör örgütlerinin ortaya çıkması nedeni ile Suriye, çözülmesi çok zor ve uzun zaman alacak bir savaş girdabının içine girmiş durumda. Rejim, esnekliğe, reforma, değişime, dönüşüme yanaşmıyor; uluslararası sistemin özellikle de Batı’nın çelişkili tavırları, devlet dışı aktörlerin iç savaşa müdahil olarak dinamikleri kökünden sarsması Suriye’deki kaosu derinleştirmektedir. Suriye’deki iç savaşın kızışması ile bir anda hedef haline gelen Suriye Türkmenleri aynı orantıyla Türkiye’nin de gündemine geldi. Öyle ki hem rejim hem ülkedeki radikal unsurlar, hem de diğer ayrılıkçı terör örgütlerin çatışma menzilinde adeta çapraz ateşte kalan Türkmenler, Suriye iç savaşının önemli aktörlerinden biri hâline geldi.

                            Bu yazının amacı Suriye Devrimi sonrasında gündeme gelen Suriye Türkmenlerinin kısa tarihlerini, mevcut durumlarını ve malum süreçteki “onur ve özgürlük mücadelelerini” ortaya koymaktır. Zira, Suriye Türkmenleri, ne akademik dünyada ne de diğer alanlarda bugüne değin layığı ile araştırılmamış, konu edilmemiştir. Oysaki 900 km’lik kara sınırı ile Türkiye’nin en uzun sınıra sahip olduğu komşu ülke Suriye’de, Türkiye’ye sıfır noktasında sayıları 3,5 milyonu bulan, günümüz Türkçesini konuşan, herhangi bir Anadolu köyü/kasabası ile aynı adet ve gelenekleri yaşayan ve yaşatan Türkmenler yaşamakta. Bugün gelinen noktada Türkiye açısından da bölgesel dinamikler açısından da ön plana çıkan Türkmenlerin akademik çalışmalara konu edilmesi çok büyük önem taşımaktadır.

                            Suriye’de Türkmen Gerçeği: Suriye’de bir taraftan iç savaş devam ederken diğer taraftan soruna siyasi çözüm bulma çabaları sürmektedir. Siyasi çözüm çabalarının en büyük zorluğu ülke içi ve dışında soruna doğrudan müdahil olan ve farklı beklentilere sahip toplumsal ve siyasal aktörlerin varlığıdır. Siyasi çözümün kalıcı olabilmesi için hiç bir aktörü dışlamayan ve farklı beklentileri ortak bir zeminde buluşturan bir formüle dayanması gerekmektedir. Suriye’de toplumsal yaşamın önemli bir kesimini oluşturan ve hem siyasi hem de askeri muhalif saflarda rejime karşı “onur ve özgürlük mücadelesi” veren Suriye Türkmenleri de bu bağlamda değerlendirilmelidir.

                            Farklı nedenlerle uluslararası toplum tarafından göz ardı edilen Suriye Türkmenleri konusunda ciddi bir bilgi eksikliği bulunmaktadır. Uzun yıllar Rejim’in uygulamaları çerçevesinde hiç bir şekilde örgütlenme imkânı bulamayan Suriye Türkmenleri, Mart 2011 tarihinde başlayan halk ayaklanması sürecinde bu boşluğu doldurma çabası içine girmiştir. Bu dönemde ilk olarak örgütlenme çabaları ortaya çıkmıştır. Suriye Türkmenleri, diğer Suriyeli muhalif gruplar gibi yurt dışında örgütlenmişler ve bu süreçte gerek tarihi bağları gerekse de Türkiye’de uzun zamandır yaşamakta olan Suriye Türkmenlerinin varlığı nedeni ile sadece Türkiye’nin ilgi gösterdiği bir etnik grup olarak kalmışlardır.

                            Baas Rejimi’nin sert yapısı nedeni ile daha önce hiçbir şekilde örgütlenme içine girememiş olmaları yani tecrübesizlik, ilk kurulan Türkmen siyasi örgütlenmelerinin somut başarılar elde edememesine sebep olmuştur. Bu başarısız girişimler sonrasında Türkiye’de yaşayan Suriye Türkmenlerinin girişimi ile 2012 yılında Suriye Türkmenleri Platformu kurulmuştur. Platform, Suriye Türkmenlerinin meşru temsilcisi olması ve her türlü müzakereyi yürütmesi amacıyla Suriye’den seçilecek delegeler yoluyla bir Suriye Türkmen Meclisi’nin kurulmasını hedeflemiştir. Bu girişim sonucunda 2013 yılında Türkiye’nin de desteği ile Suriye Türkmenlerinin uluslararası alandaki meşru temsilcisi olma hedefi ile tüm Türkmen oluşumlarını tek çatı altında birleştiren Suriye Türkmen Meclisi kurulmuştur. Suriye Türkmen Meclisi 2013 yılından bu yana Suriye Türkmenlerinin taleplerini ve hedeflerini stratejik bir yapılanma çerçevesinde ortaya koymuş ve bu doğrultuda hem Suriye muhalefeti içerisinde hem de uluslararası arenada Türkmenlerin “tek ve meşru” sesi olarak yoluna devam etmektedir.

                            Suriye Türkmenlerinin Kısa Tarihi: Anayasal olarak Suriye’de yaşayan herkes “Suriyeli”dir. Etnik, dini, mezhepsel kimliği yoktur. Varsa da devlet eli ve yasalar ile yok edilmiştir. Suriye’de nüfus kayıtlarında “Türkmen” olarak geçmedikleri için resmi olarak Türkmenler “yoktur”. Resmi olmayan ancak ORSAM (Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi)’ın 2011 yılında yaptığı saha araştırmasına göre ise, Suriye’de 3.5 milyon kadar Türkmen yaşamaktadır.

                            Suriye Türkmenlerinin Suriye’ye gelişleri ile ilgili çeşitli kaynaklarda, çeşitli ifadeler kullanılmakla birlikte, genel kabul görmüş kaynaklara göre Suriye’de Türk varlığı ilk kez 7. yüzyılda Oğuz Boylarının göçleri ile başlamıştır. 10 ve 11. yüzyıllarda Oğuz’ların Suriye’ye göçü yoğunlaşmıştır.Suriye’ye yerleşen Oğuz boyları iki koldan ilerlemiştir. Birinci kol; Halep, Hama, Humus ve Şam yöresine yerleşmiştir. Bunlar daha çok Bayat, Avşar, Beğdili, Döğer boyuna mensup oymaklardır. Diğer kol Lazkiye ve Trablusşam istikametinde Ensariye dağlarının batısına yerleşen Türk boylarıdır. Tolunoğulları ile başlayan Türklerin yerleşimi 11. yüzyılda Selçukluların bölgeye gelmesi ile devam etmiştir. Türk etkinliği Selçukluların bölgeye gelişiyle artmıştır. Özellikle Halep, Lazkiye, Trablusşam ve Asi Irmağı vadisi boyunca Hama, Humus ve Şam bölgesinde yerleşim yoğunluk kazanmıştır. Suriye’nin kuzey bölgeleri, Antakya ve çevresi ise 11. yüzyılda yoğun bir Türk yerleşimine sahne olmuştur. 11. yüzyılda Şam merkez olarak Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin Türk boylarının hâkimiyetine girmiştir. Daha sonraki dönemde de Orta Asya, Güney Kafkasya (Azerbaycan) ve Anadolu’dan Suriye’ye Türkmen boyları göçmüştür.         

                            1078 yılında ise Sultan Melikşah’ın önderliğinde Suriye Selçuklu Devleti kurulmuştur. Suriye, 1260’tan itibaren bir Türk devleti olan Memlukların hâkimiyeti altına girmiştir. İdaresi ve askeri gücü Türklerden oluşan bu devlet Suriye’ye yaklaşık 250 sene hâkim olmuştur.1243 yılında Kösedağ Savaşında Moğollara yenilen Türk boyları Halep bölgesine yerleşmiştir. Bu dönemde Suriye’ye gelen Türk çadır sayısının 40.000 olduğu tahmin edilmektedir. Yavuz Sultan Selim’in 1516 Mercidabık Seferi ile de Suriye’de Osmanlı hâkimiyeti başlamıştır. 1516’dan sonra yönetimi Osmanlı Devleti’ne geçen bölge 1918 yılına kadar kesintisiz olarak 402 yıl boyunca Türklerin hâkimiyeti altında kalmıştır. Bu dönemde Suriye’de Türkmen yerleşimi artarak devam etmiş ve bölgede önemli bir Türk nüfusu oluşmuştur.

                            1918 yılında I. Dünya Savaşı ve Arap İsyanları neticesinde Suriye Osmanlı’dan ayrılmış ve savaş sonrasında Fransız Mandası’na girmiştir. Osmanlı’nın çekilmesi ile Suriye Türkmenleri milli mücadeleye başlamıştır. Bu dönemde Fransa işgaline karşı Halep’te Nüveyran Oğuz, Lazkiye’de Suhta Ağa ve Nevres Ağa komutasında Türkmen direniş grupları oluşturulmuştur. Fransa ile imzalanan 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Anlaşması ve 1939 Hatay’ın İlhakı sonrasında Suriye Türkmenlerinin fiziki ve siyasi olarak Türkiye ile bir bağlantısı kalmamıştır.

                            Fransız mandası döneminde varlıklarını ve kimliklerini sürdüren Suriye Türkmenleri, 1936 yılında Fransa’nın bölgedeki hâkimiyetinin zayıflaması ile birlikte baskılara maruz kalmaya başladı. Hatay’ın Türkiye’ye katılması sırasında ve sonrasında, Suriye sınırları içerisinde kalan Türkmenlere ilişkin hiçbir görüşme ya da anlaşma yapılmamış olması, bölgede yaşayan Türkmenlerin hukuki statülerini belirsizleştirdi. Bu belirsizlikten faydalanan Suriye yönetimleri de Türkmenlere yönelik önce baskı, ardından da asimilasyon politikalarını uygulamaya koydular.

                            Suriye’nin bağımsızlığını kazandığı 1946 yılından sonra ise Türkmenlerin durumu, her ne kadar “azınlık statüsü”nde olmasalar da diğer etnik gruplar gibi sancılı bir hâl aldı. Nitekim 1949 ve 1972 Anayasalarına göre Suriye Arap Cumhuriyeti’nde azınlık olarak sadece Ermeniler kabul edilmektedir. Diğer topluluklar Suriye Arap vatandaşı olarak kabul edilmiştir. Uygulamada da oldukça katı olan bu kanun gereği Türkmenlerin Türkmen adı altında siyasi ya da kültürel anlamda örgütlenmesi mümkün olmamıştır. Bugün de halen geçerliliğini koruyan ve mevcut Baas rejiminin “meşruiyet kaynağı” olan anayasa diğer etnik gruplara olduğu gibi Türkmenlere de “kimlikleri” ile yaşam hakkı tanımamaktadır.

                            Suriye Türkmenlerinin Sosyolojik Yapısı: Suriye Türkmenleri ile kastedilen; 20 Ekim 1921 tarihinde Fransa ile imzalanan Ankara Antlaşması ile Suriye sınırları içinde kalan ve Türkmen boylarına mensup olan Türklerdir. Tarihi ve bilimsel veriler Suriye Türklerinin gerçek durumunu, yerleşim alanlarını, coğrafyalarını, karşı karşıya kalmış oldukları baskıları ortaya koymaktır.

                            Suriye’deki Türkler üzerine kamuoyunu bilgilendirecek ilk çalışmayı kaleme alan Mustafa Kafalı, Fransız Hâkimiyeti zamanında bölgedeki Türk nüfusunun 500.000’den fazla olduğunu belirtmiştir. Konu ile ilgili en son yapılan saha araştırması sonucunda elde edilen güncel verilere göre ise Suriye’de 1.5 milyon Türkçe konuşan, 2 milyon da Türkçe konuşamayan toplam 3.5 milyon Türkmen vardır. ORSAM tarafından yapılan araştırmadaki verileri, bugün hem Türkiye hem de Suriye Türkmenlerinin meşru temsilcisi olan Suriye Türkmen Meclisi, “resmi veri” olarak kabul etmektedir.

                            Bilindiği üzere Suriye ulus-devlet olarak doğmamıştır. Üstüne üstlük Suriye birçok Orta Doğu ülkesinde olduğu gibi son derece karmaşık bir etnik, dinî ve mezhepsel bir yapıya sahiptir. Suriye’nin mevcut demografik ve siyasi yapısının altında şüphesiz ki, ülkeyi 30 yıl boyunca diktatörlük ile yöneten Hafız Esad imzası vardır. İktidara geldiği 1971’den itibaren kendisine bağlı, bağımlı bir Suriye devleti yaratmak isteyen Esad, bu bağlamda ilkin devlet yapısından uzak olan Suriye’yi devletleştirmeye, bunun için de tek bir Suriyeli kimliği yaratmaya çalıştı. Ancak bu kimlik modern anlamdaki ulus kimlikleri gibi değildi. Söz konusu Suriyeli kimliğinde ilk şart devlete koşulsuz şartsız bağlılık ve hatta bağımlılıktı. Hafız Esad’ın bu kimlik politikasının asıl amacı ise devletten ziyade kişisel anlamda lidere bağ(ım)lılıktı. Zira Hafız Esad’ın iktidarı boyunca, tek bir Suriyeli kimliği oluşturma politikasının altında yatan yegâne hedefi rejimi/sistemi ya da diğer bir ifade ile Esad’ın kişisel egemenlik sisteminin toplumsal tabanını genişletme gayesidir. Esad, genişletmeye çalıştığı bu toplumsal tabanın komünist rejimlerdeki gibi “seri üretim” yani tek tip bir toplum olması için uğraşıyordu. Yani amaç ulus inşası anlamında “tek bir Suriyeli kimliği” değil, “tek tip Suriyeli” idi. İşte bu “Tek tip Suriyeli” kimliği politikasından diğer etnik, dini ve/veya mezhepsel gruplar gibi Türkmenler de nasibini fazlası ile aldı. Hafız Esad 30 yıllık iktidarının adeta parolası olan “Büyük Suriye Ütopyası” bağlamında oluşturmaya çalıştığı “Tek Suriyeli Kimliği” politikası çerçevesinde, Türkmenleri asimile ederek “Araplaştırma” politikası izledi.

                            İzlenen bu Araplaştırma politikası çerçevesinde ilk olarak köylerin isimleri değiştirildi, akabinde ise coğrafi olarak dağınık olmaları için Türkmen bölgelerinin arasına Arap nüfusu yerleştirildi. Her türlü siyasal, kültürel ve sosyal haklardan yoksun bırakılan Türkmenler korku kültürüne hapsedilerek aralarında örgütlenemedikleri için kimliklerini korumakta güçlük çektiler. Açıkça söylemek gerekirse söz konusu baskı ve tehdit merkezli dönem içerisinde “Türkmen” olmak Türkmenler için çok zordu.  Sistem/rejim her şekilde “Suriyeli” üst kimliğini dayatıyordu. Böylesine bir süreçten ve süzgeçten geçen Suriye Türkmenleri özellikle dil konusunda büyük oranda Araplaştırma politikasına maruz kaldılar. Eğitim sisteminin katı bir şekilde Arap/Suriye milliyetçiliği ile örülü olması Türkmenlerin “milli ve kültürel kimliğini” direk olarak hedef aldı. Kırsalda yaşayan Türkmenler her ne kadar resmi olarak değil ama gayri resmi olarak Türkçeyi kullanmaya devam etseler de şehir merkezlerinde yaşayan Türkmenler Türkçeyi unutmaya mahkûm edildiler. Yine kırsaldaki Türkmenlerin kendi aralarında evlilikler yapmış olması Türkmen kimliğini ve Türkçeyi muhafaza etmek konusunda etkili olsa da kentli Türkmen nüfus için aynı şey söz konusu olmadı.

                            Suriye’deki Türkmenlerin demografik yapısına baktığımızda ise ilginç bir harita ile karşı karşıya kalıyoruz. Bayat, Avşar, Karakeçili, İsabeğli, Musabeğli, Elbeyli, Akar, Hayran, Çandırlı, Sincar, Bayır-Bucak başta olmak üzere birçok Türkmen boyu yaşadığı Suriye’de oldukça dağınık bir coğrafi kümelenme görülüyor. Halep, Lazkiye, Humus, Hama, Şam, Tartus, İdlib, Rakka ve Der’a vilayetlerinde yaşayan Türkmenler görüldüğü üzere neredeyse tüm Suriye’ye yayılmış durumdadır. Belirli bir bölgede kümelenmemiş oldukları için de sosyal/siyasal birlik ve/veya örgütlenme mümkün olmamıştır.

                                     

                            Suriye’de Beydilli (Kadirli, Arapli, Begmişli, Ulaşlı, Karaşıhlı, Güneçbayraktar, Gazlı), Elbeyli (Gavurılli, Şahveli, Tırıklı, Tavli, Ferizli, Kara Taşlı, Doğanlı), Barak (Tabur, Kasımlı, Torun, İsallı, Tiryaki, Gökbakan, Mahmutlu), Bayat, Bayındırlı, Budak, Karkin, Karamanlı, Sallur, İsabeğli, Karakeçili, Musabeğli, Avşar, Bayındır, Berilli, Torun, Yörük, İse Beyli, Karamanlı, Şark Evli, Gızıklı, Bozgeyikli Dede, Karakoyunlu, Sincar gibi Türkmen boyları yaşamaktadır. Bu Türkmen boyları ile Anadolu’daki uzantıları olan Türk boyları arasında inanç, gelenek ve folklorik pratikler bakımından çok önemli benzerlikler bulunmaktadır.

                            Suriye Türkmenlerinin sosyal ve kültürel durumlarına geldiğimizde ise rejimden kaynaklanan önemli sorunlarla karşı karşıya olduklarını görmekteyiz. Nitekim Suriye’de Türkçe eğitim yapan okullar olmadığı gibi, Türkmenleri bir arada tutan herhangi bir örgütlenme de mümkün olmamıştır. Köy ve kasabalarda yaşamaya devam eden Türkmenler kendi aralarında Türkçe konuşmayı sürdürmektedir. Ancak büyük şehirlerde yaşayan Türkmenler Türkçe bilmekle/anlamakla beraber konuş(a)mamaktadır. Nitekim 1922’den 1937’ye kadar, sürgündeki Refik Halit’in de katkılarıyla çıkan “Doğru Yol” ve “Vahdet” gazetelerinden sonra herhangi bir Türkçe yayın yapılması mümkün olmamıştır. Suriye Türkmenleri, şive ve edebiyatları bakımından Türkiye’nin bir uzantısı gibidir. Suriye’de konuşulan ağız, Hatay ve Gaziantep civarında konuşulan Türkmen ağızlarının bir devamı niteliğindedir. Örneğin Halep Türkmenleri Gaziantep ve Kilis şivesiyle; Tel Abyad Türkmenleri ve Rakka Türkmenleri Şanlıurfa şivesiyle; Bayır Bucak Türkmenleri de Hatay/Yayladağ şivesiyle Türkçe konuşurlar. Türkiye-Suriye arasındaki sınır hattının hemen Suriye tarafında bulunan ve hatta çoğu bölgede “sıfır noktası” olarak tabir edilen bir hatta yaşamakta olan Halep, Bayır Bucak, Tel Abyad, ve Rakka bölgesindeki Türkmenler kendi kültürlerini, kendi dillerini hiçbir zaman unutmamıştır; binlerce yıllık geçmişe sahip örf ve adetleriyle yaşayan toplumlardır. Ancak Türkiye sınır hattına çok uzak bir konumda bulunan Humus bölgesinde ise durum biraz daha farklıdır. Humus Türkmenleri genel olarak Türkmen aidiyet ve kimliğini, şuurunu korumakla birlikte Türkçe konusunda oldukça zayıflardır. Biraz daha detay vermek gerekirse Humus şehir ve kırsalında yani “Orta Humus” denilen bölgede ismi Türkçe olan Türkmen köylerimiz var. Örneğin Zara köyü. Bu bölgedeki Türkmenlerin genelinin soyadları da Türkçedir. Ne var ki Humus Türkmenleri Türkçeyi ya hiç bilmezler ya da az bilirler ama buna rağmen aidiyet olarak sorulduğunda “Türkmenim” derler. Yine sınır hattına oldukça uzak bir konumda bulunan Şam ve Golan Türkmenlerinin durumu ise biraz daha farklıdır. Zira Şam ve Golan bölgesinde yaşayan Türkmenler bugünkü Anadolu şivesinden farklı bir şekilde, çok eski bir Yörük şivesiyle Türkçe konuşurlar.

                            Suriye Türkmenlerinin sosyoekonomik durumlarına baktığımızda alt-orta sınıfta yer aldıklarını görmekteyiz. Bu bağlamda Suriye Türkmenlerinin ekonomik faaliyetlerine bakıldığında, Halep Türkmenlerinin genellikle tarım ve geleneksel kunduracılık ile geçimlerini sağladıkları görülmektedir. Bayır-Bucak (Lazkiye) ve Tartus Türkmenleri narenciye ve ormancılıkla meşgul olurken Hama ve Humus Türkmenleri hayvancılık ve tarımla uğraşmaktadırlar. Şam’da yaşayan Türkmenler memurluk ve serbest meslek, Rakka ve Dera’da ise tarım başlıca gelir kaynağıdır. Bunun yanı sıra şehirde yaşayan memur, bankacı veya özel firmalarda çalışan ve daha iyi koşullara sahip eğitimli Türkmenler az sayıda da olsa bulunmaktadır.

                            Hem şehirli hem de kırsalda yaşayan Türkmenlerin ortak noktası eğitim seviyelerinin düşük olmasıdır. Okuma-yazma oranı özellikle kırsalda çok düşüktür. Bunda en önemli neden Türkmenlerin her daim devlet baskısı altında olmalarıdır. Bu noktada açıkça belirtmek gerekir ki, Suriye Türkmenleri, 1918 sonrası yani Fransız Mandası ile başlayan süreçte her zaman için Osmanlı bakiyesi olarak görülmüştür. Arap milliyetçiliğinin tırmandığı ve Suriye’nin bağımsız bir devlet hâline geldiği 1950’lerden sonra ise Türkiye’nin uzantısı olarak görülmüşlerdir. Zaten katı bir kimlik politikasının hüküm sürdüğü Suriye’de, Türkmenler her daim Türkiye-Suriye ilişkilerinin sancılı dönemlerinde Rejim’in hedefi olmuştur. İstisnasız her Suriye Türkmen’i Suriye Rejimi için “olağan şüpheli” muamelesi görmüştür. Türkiye-Suriye arasındaki büyük küçük her sorunda Türkmenlere baskı ve zulüm artmıştır. Başka bir ifade ile Suriye Türkmenleri neredeyse 100 yıldır Türk olmanın bedelini ağır bir şekilde ödemektedir. Rejim, Türkmenlerin millî şuurunu, kimliğini ve kültürünü yok saymıştır. İşte bu nedenlerden dolayı da Türkmenlerin siyasi örgütlenme bir yana dursun kültürel faaliyetler için bile bir araya gelmesi zinhar mümkün olmamıştır.

                            Böylesine bir baskı ve zulüm ortamında yaşamak zorunda kalan Suriye Türkmenleri ise apolitik bir tavır içine girmek zorunda kalmıştır. Kimi dönemlerde bazı çıkışlar olsa da Türkmenler arasında siyasal bir milliyetçilik geliş(e)memiştir. Kavramsal olarak ifade etmek gerekirse Türkmenler arasında tepkisel ve kültürel bir milliyetçilik vardır. Suriye Türkmenleri, bin yıldır yaşadıkları Suriye’yi vatan toprağı olarak görmektedir ve Suriye’deki diğer toplumsal bileşenler ile “barış içinde bir arada” yaşama arzusundadır.

                            Siyasal gelişime baktığımızda ise yukarıda değinilen nedenlerden dolayı uzun yıllar siyasi ve sosyal baskılara maruz kalan Türkmenler arasında siyasal bir hareket gelişmediğini görmekteyiz. Ancak değinildiği üzere savaşın başladığı 2011’den itibaren oluşan konjonktürel zeminde Türkmenler arasında tepkisel ve kültürel bir milliyetçilik gelişmeye başlamıştır. Bu yeni filizlenen “durum” deyim yerindeyse örgütlenme açısından Suriye Türkmenlerinin iç savaşın küllerinden -yeniden- doğmasına imkân sağlamıştır.

                            Suriye Savaşı’nda Suriye Türkmenleri: Suriye’de 2011 yılında başlayan süreçte Suriye Türkmenleri hâlihazırda Rejime karşı hareket eden muhalif kanadın içinde yer almaktadır. Rejimin direk hedefi hâline gelen Suriye Türkmenleri savaşta ciddi anlamda kayıplar vermiştir. Bu kanlı süreçte Türkmenler ya öldürülmüş ya rejim tarafından tutuklanmış ya da topraklarını terk etmeye zorlanmışlardır. Karşılıklı çatışmalar haricinde masum, sivil halk üzerinde de ciddi baskılar söz konusudur. Türkmen köyleri basılmakta, varil bombaları ile ayırım yapmaksızın halk hedef alınmaktadır.  

                                     

                             Böylesine bir trajedi içerisinde sıkışan Türkmenler tam anlamı ile bir var oluş mücadelesi vermektedir. 2012 yılında kurulan Suriye Muhalifler ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) çatısı altında hareket eden Türkmenler, Suriye’de oluşacak yeni devlet sisteminde Türkmen kimliğinin ve haklarının yeni anayasa çerçevesinde korunmasını temel almaktadır. Ancak siyasetten uzak geçen yıllar Türkmenlerin örgütlenme ve aktif siyaset yeteneklerini önemli ölçüde zayıflatmıştır. Türkmen toplumu sosyal, siyasal ve askeri örgütlenme açısından henüz olgunlaşmamıştır. Her ne kadar savaş sonrasında kurulmuş yapılar mevcutsa da söz konusu yapıların örgütlenme aşamasında karşılaştıkları “kurumsal sancılar” bir takım sorunları da beraberinde getirdi. Savaş sonrasında kurulan dernek ve siyasi partiler sözü edilen “kurumsal sancılar” nedeniyle manevra alanlarını genişletemediler. 

                            Ancak 2012 yılında “Suriye Türkmen Platformu” olarak temeli atılan ve 2013 yılında şemsiye yapı olarak kurulan Suriye Türkmen Meclisi kısa zamanda da olsa Suriye Türkmenleri için önemli faaliyetlere/başarılara imza attı. Öncelikle kurulan siyasi partileri içine alarak, bağımsızlarla birlikte bir çatı örgüt oluşturuldu. Suriye muhalefeti içerisinde “demokratik seçim” yöntemini kullanan tek yapı olan Suriye Türkmen Meclisi tüm zorluklara, eksikliklere ve yoksunluklara rağmen “onur ve özgürlük mücadelesi” olarak adlandırdıkları Suriye Türkmen Davası için var gücü ile çalışmalar yürütmektedir. Suriye Türkmen Meclisi bu çerçevede elindeki sınırlı imkânlara ve konjonktürün aleyhine işlemesine rağmen adeta akıntıya karşı kürek çekmekte ve geliştirdiği projeler ile Türkmen Davası’nın lokomotifi konumundadır. Suriye Türkmen Meclisi, meşruiyetini ve gücünü köklü bir kültür ve gelenekten gelen “Türkmenlik” vasfından almaktadır.

                            Suriye Türkmenlerinin bugünkü hedefleri, yeni oluşumda haklarının anayasa çerçevesinde korunmasının sağlanmasıdır. Değinildiği üzere mevcut yönetimde Suriye Türkmenlerine örgütlenme hakkı tanınmamaktadır. Ancak yeni durum Suriye Türkmenleri açısından fırsatlar sunmaktadır. Suriye’de devrimin başarıya ulaşması durumunda sivil demokratik bir siyasal sistem ortaya çıkabilir. Bu ortam içinde Suriye Türkmenlerinin en büyük beklentisi, yeni anayasada Suriye halkını oluşturan unsurlardan biri olarak yer almaktır. Bunun yanı sıra anadilde eğitim ve diğer sosyal, kültürel hakların verilmesini talep etmektedirler.

                            Sonuç ve Değerlendirme: Açıkça görüldüğü üzere Suriye Türkmenleri siyasi tecrübesizlik, dağınık coğrafi ve demografik yapı ve iç savaşın kendine has dinamikleri nedeni ile Suriye’de yaşanmakta olan süreç içerisinde savaşın küllerinden doğmaya çalışmaktadır. Bugün gelinen noktada tek bir çatı altında örgütlenme ve bu çerçevede sistematik bir şekilde siyasallaşma, Türkmenlerin varlığı ve geleceği için adeta ölüm kalım meselesi hâlini almıştır.

                            Sözün özü bugün ya da yarın, er veya geç Suriye yeniden kurulacak/kurgulanacaktır ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunan ve haklı olarak bu bütünün onurlu bir parçası olmak isteyen Türkmenler yeni Suriye’de “siyasi kimliğini kazanmış, güçlü bir siyasi/toplumsal aktör” olmayı hedeflemektedir. Şimdilerde trajedi ve strateji arasında sıkışmış olan Türkmenler, Türkiye’nin ve tüm Türk dünyasının yardım ve desteği ile stratejik yapılanmaya giderek; her şeyden önemlisi gerçekçi ve pragmatik adımlarla kurumsallaşma sancılarını aşarak yollarına emin adımlarla devam edeceklerdir. Bu noktada Suriye Türkmen Meclisi ve çatısı altındaki siyasi partilerin birlik ve beraberlik içinde atacakları stratejik adımlar Suriye Türkmenliğinin geleceği için çok önemli ve değerli olacaktır.

                                     

                             Suriye’nin geleceği sadece Suriye Türkmenlerini değil başta Türkiye olmak üzere tüm dünya Türklüğünü ilgilendirmektedir. Suriye Türkmenlerinin topraklarında güvende tutulması Türkiye’nin güney sınırlarının güvenliği için elzemdir. Türkmenlerin yoğun olarak yaşadıkları ve Türkiye’nin sınır boylarında bulunan Halep ve Bayır-Bucak (Lazkiye) Türkmenlerinin güvende tutulması, köylerini terk etmemeleri son derece stratejiktir. Bunun içinse Türkiye’nin garantörlüğünde “güvenli bölgeler” oluşturulması şarttır. Suriye Türkmenlerinin her alanda eğitimi ve ekonomik, kültürel durumlarının geliştirilmesi hayati derecede önemlidir. Unutmayalım ki Halep Türkmenlerinin güvenliği Halep’in güvenliği demektir. Halep’in güvenliği ise Türkiye’nin Güneydoğusunun güvenliği demektir; Bayır-Bucak’ın güvenliği, Hatay’ın güvenliği demektir... Suriye Türkmenlerinin “onur ve özgürlük mücadelesi”ne destek olmak, omuz vermek Türkiye’nin, tüm Türk dünyasının boynunun borcudur...

                            • Konu 14

                              14.       Konu                           Oğuz-Türk Birliği Fikri

                              Konular: Ziya Gökalp’a göre Oğuzlar; Azerbaycan aydınlarının görüşleri; Oğuz Birliği, Türk Birliği’nin neresinde dir?

                              Temel Okumalar:

                              -          Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Ankara, 1992;

                              -          Nesib Nesibli, Azerbaycan’ın Ulusal Kimlik Sorunu, Gönül Pultar (Der.), Ağır Gökyüzünde Kanat Çırpmak, İstanbul: Tetragon, 2012, s. 53-104;

                              Tavsiye edilen okumalar:

                              -          Atsız, Turancılık, Milli Değerler ve Gençlik, özel. I. Bölüm.

                              -          Nevzat Kösoğlu, Türk Kimliği ve Türk Dünyası, özel. II. Bölüm.

                              -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

                              -           Youtube’dan değişik videolar.

                              Ders Notları:

                              Türk tarihinin son beş yüz yılında Rusya ile münasebetler tayin edici rol oynar. Özellikle eski Altınordu havzasındakiler olmak üzere Türklük 1552’den itibaren gerileme ve kayıp sürecine girdi. Bu uzun süren kötü gidişin, SSCB’nin 1991’de çökmesiyle değişme işaretleri verdiği söylenebilir. Bu durumun getirdiği imkânları belirlemek için daha kuvvetli bir ifade kullanmak da mümkündür: Türklüğün “bahtının açıldığı” yeni bir tarih sürecine girildiğini söylemek de yanlış değildir.

                              Yeni Türk devletlerinin dünya siyaset meydanına dâhil olması, uzun asırların zincirinden boşalma duygusuyla bir heyecan uyandırdı. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk topraklarının siyaseten olmasa da bir türlü birleşeceği, 21. yy’ın “Türk Asrı” olacağı devlet adamlarınca sıkça ve her uygun platformda beyan edilir oldu. 100-120 yıl önce temelleri atılan Türk Birliği fikri yeni dünya şartlarında yeniden gündeme taşındı; eski milliyetçi neslin “Dilde, Fikirde, İşte Birlik!” çağrısının gerçekleşme potansiyelinin yüksekliği hissedilmeye, bu büyük gücün yaratılacağı algısı uyanmaya başladı.

                              Bu heyecan ağırlıklı hareket zamanları artık geride kaldı. 29 yılda bu duygunun yoğun yaşandığı dönemden, aklın hâkim olduğu soğukkanlı yaklaşımlar dönemine geçildi. Bu zaman kesiminde pek çok iş yapılmasına rağmen gerekenler tam manasıyla düşünülmüş, plan ve programlar hazırlanmış ve uygulanmış diyebilmek imkânında değiliz. Üstelik halledilmemiş problemlere ek yeni tehditlerin ortaya çıktığı açıktır ve bunlara nasıl karşılık verileceği endişesi ortadadır.

                              İki kutuplu dünya sisteminin yerini tek kutuplu dünyaya bırakması, kısa zaman sonra bu durumun değişerek çok merkezli dünyaya evrilmesi; bölgesel bütünleşmelere ivme kazandırdı. Gelinen noktada, Türk Dünyası’nın her biriminin ve bütünüyle geleceğinin ne şekilde ve hangi bölgede şekilleneceği tartışılan güncel konular arasındadır. Diğer taraftan 19. yy Avrupası için özgün olan millet-devlet ilişkilerinin ayrıntılı şekilde tarif edilmesi ve ona bağlı millet-devlet yapılanmaları örneğinin yeni şartlarda Avrasya’ya geçmesi özel dinamikler oluşturmuştur. Bu, çok şeyi değiştirecek bir süreçtir. Böyle bir karışık ortamda sorular ve aranacak cevaplar da çok katmanlı hale gelmiştir. Temel soru şudur: Türk devletleri ve toplulukları kendi konumunu nerede görüyor, onların bir bütün olarak ortaya çıkması mümkün müdür?

                              Yeni bağımsız Türk devletlerinde millet-devlet inşası süreci diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinden farklı şekilde cereyan etti. Bu Türk devletlerinde Çarlık ve Sovyet mirasına genellikle olumlu bakıldığından dolayı yeni değerler zar zor kendine yer bulabildi. Bu arada bağımsız devletin varlığı ve idaresi icabı, yeni devlet organları (ordu, merkez bankası, gümrük hizmeti gibi) kuruldu. Fakat devlet kavramının vatandaş için eski otoriter içeriği değişmedi. Düşünülen projelerden ve ortaklıklardan vazgeçildi. Mesela, Merkezi Asya Birliği (Türkistan Birliği) projesi gerçekleşemedi.[2] Var olan sorunlara yenileri eklendi. Bugün bu köklü değişmelerden dolayı Türk devletlerinin kendi içlerinde ve aralarında çözümlenememiş problemleri, çoğalmış hatta katlanmıştır. Bu yıllar içinde ülkeler arası münasebetlerde de hızlı değişmeler yaşanmış, çeşitli alanlarda ikili ve çok taraflı ilişkileri ve işbirliğini düzenleyen yüzlerce anlaşma imzalanmış, ama anlaşmaların çoğu kâğıt üzerinde kalmıştır.

                              Gelinen noktada kimlik meselesi, belki en çetrefil konudur. Sovyet rejiminin dayattığı kimlikler, bugün tabii bir durummuş gibi devletlerce kabul edilmiştir. Değişen bir durum yoktur. Aslında yüz yıl içinde dayatılan “yeni” kimlikler resmileştirildi ve anayasalara geçti. Böylece Jozef Stalin’in 1924’de Türkistan’ı, 1936’da ise Azerbaycan’ı Türksüzleştirme politikaları bu cumhuriyetlerde bir çok bakımdan onaylandı.  Yerel mikro milliyetçilikler gelişmeye ve daha kuvvetle yer etmeye başladı. Ayrılık ve farklılıklar daha güçlü şekilde belirtilir hale geldi. Birliğin önündeki engellerden biri de ortak alfabenin, daha doğrusu aynı sese aynı işaretlerin, kullanılmamasıydı. Ortak Latin alfabesine geçiş bunun için bir şanstı; bu da büyük ölçüde kaybedildi. Yeni Türk devletleri bunlardan dolayı mazlum durumda kalan Türklerin dertlerine, problemlerine ve çırpınışlarına ses veremiyor. Bir büyük talihsizlik de şudur ki 2002’den itibaren Türk dünyasının lider devletinde (model ülkede) hâkimiyette bulunan iktidar, dünya görüşü itibariyle Türk Birliği meselelerine soğuk yaklaştı. Eski Rus emperyalizmi ise 2000 ’in başlarından itibaren toparlanıp, bu bölgelere yeniden arka bahçesi (Yakın Hariç Doktrini) muamelesi yapmaya başladı.

                              Söz konusu olumsuzlukların yanı sıra geçen 29 yıl süresinde bağımsız Türk devletleri ve toplulukları arasında bütünleşmeyi sürdürecek onlarca teşkilatın kurulmasını da göstermeliyiz. Bunlar arasında bir ideal birliği var gibi görünse de yer yer kişi ve grup önceliklerine dayandığı görülmektedir. Resmî kurum ve kuruluşlar tabii bu cümlenin dışında ayrıca değerlendirilecek yapılardır. Onların da ciddî eksiklerle doğdukları söylenebilir. Bütünleşmeyi sağlayacak ve devam ettirecek Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (2009, Türk Konseyi/ Türk Keneşi), Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (1993, Türksoy), Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi (2009, TürkPA), Türk Kültür ve Mirası Vakfı (2012), Türk İş Konseyi (2011), Türk Akademisi Uluslararası Teşkilatı (2014), Türk Üniversiteler Birliği (2013), Avrasya Askeri Statülü Kolluk Kuvvetleri Teşkilatı’nın (2013, TAKM) çalışmaları henüz istenen seviyede değildir.[3] Özel dernek ve vakıfların, Türk Dünyasına hizmet düşünceleri de sağlam bir temele oturtulma ihtiyacındadır. Duygu ve fikir cihetiyle doğru düşünülmüş olsalar bile hedefleri ve yol haritalarını düzenlemede zayıf kaldıkları görülüyor.

                              Türk Dünyası’nda bütünleşmenin geleceğini ölçülü-biçili, planlı-programlı hale getirmek bakımından bu süreci etkileyebilen olumlu ve olumsuz faktörlere de göz atmak gerekiyor.

                              Son 500 yılda hâkim güçler (Rusya, Çin, İran) ne kadar Türk Dünyası’nın coğrafi bütünlüğünü bozmaya, onu param parça etmeye çalışsa da, Türklüğün çoğunluğu belli bir coğrafi bütünlük içinde yaşamaktadır. Özellikle Türkistan’daki devletler ve topluluklar Türklerin yoğun yerleştiği bölgededir. Bunun yanı sıra Zengezur ve Orenburg gibi bitişik ve birleşik yerleşimin zarar gördüğü coğrafi bölümlenmeler de vardır. Bu meselede Hazar Denizi’nin gelecekteki statüsü önemlidir. Türkler, tarihsel olarak bozkır halkı olduğundan etrafında yaşadıkları Hazar, fazla dikkatlerini çekmemiştir.

                              1991’den sonra Hazar’ın artık beş kıyı devlete ait olması ve burada dünya çapında petrol ve doğal gaz yataklarının keşfi, söz konusu havzayı dünya siyasetinin duyarlı konusu haline soktu. Hazar’ın hukukî statüsü meselesi son yılların en önemli müzakere konularından birine dönüştü. Su yüzünün beş kıyı devlet arasında bölünmesi, Hazar’ı Türk Dünyası’nın bir gölüne dönüştürebilir. Hazar gölünün bu beş devletin ortak istifadesine verilmesi Türk Dünyası için kritik bir meseledir. O takdirde mevcut dengelere göre Rusya ve İran askeri deniz gücünün at oynatmasına fırsat doğar.

                              Rusya, İran ve Çin’in idareleri altında tuttukları Türk halklarını asimile etmek hedefleri açıktır. Yüzyıllardır uygulanagelen bu politika bugünün iletişim imkânlarıyla ileri seviyeye çıkmış görünüyor. Bu şartlarda Türk topluluklarının kültürlerine karşı tutumları, dilleri ve edebiyatları üzerinde yürüttükleri mühendislikler, milli varlığın zayıflamasını sağlamak içindir. Bu bölücü faaliyetlere rağmen Türk kültürü canlılığını korumuş, dünya Türklüğünü bir birine bağlayan en önemli unsur olma özelliğini devam ettirmiştir.

                              Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından ticarî ve ekonomik işbirliği, yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması, çifte vergilendirmenin önlenmesi anlaşmaları imzalandı. Bakü-Ceyhan, Bakü-Erzurum, TANAP doğal gaz kemerleri ve Bakü-Kars demir yolu hattı gibi gerçekleşen projeler ekonomik bütünleşmenin ilk örnekleri oldu. Türk devletleri arasında ticaret ve yatırım hacmine bakıldığında bütünleşme düzeyinin hâlâ ilk aşamada olduğu görülüyor. Burada başka bir önemli husus daha var: Türk topluluklarını bünyesinde barındıran ve bu söylediğimiz dostane olmayan tavırları sergileyen Rusya ve Çin’in Türk devletlerinin çoğu için önde gelen ekonomik partnerler olması dikkat çekicidir.  Ama doğal zenginliklere sahip Türk cumhuriyetlerinin ekonomik yapısı tamamlayıcı-rekabetçi esaslarda işbirliğinin genişlemesi için müsait şartlar oluşturuyor.

                              Ekonomik gerekliliklerin yanı sıra jeopolitik gereksinimler de gün geçtikçe artmaktadır. Çünkü her iki Türkistan için jeopolitik ortam hızla gayri müsait hatta tehlikeli hal almaktadır. Askeri, ticarî-ekonomik ve siyasi alanlarda Pekin-Moskova-Tahran üçgeni işbirliğini pekiştirmektedir. Söz konusu üçgenin tarihen ve günümüzde Türklükle savaş halinde olmasını görmek için uzmanlık bilgilerine gerek yok. Dikkatle haritaya bakınca ortalama bir aydın bunu görebilir. Bununla beraber, zengin stratejik düşünce geleneğine sahip olmayan, yeni bağımsızlığına kavuşan Türk devletleri gibi, Türk düşmanı üçgenin dışında kalan Türkiye de ne yazık ki artan tehdidin farkında olduğu görüntüsünü vermiyor.

                              Bu arada başka bir tehdide, dolayısıyla Türklüğü bütünleşmeye zorlayan bir faktöre de kısaca göz atalım. Türkistan’daki devletler ve Azerbaycan, uluslararası teorilerdeki tasnifte ekonomik, askerî ve siyasî parametrelere göre “küçük devletler” listesinde yer almaktalar. Bu grup devletlerin kapasitesinin darlığı ve yetersizliği sadece güvenlik sorunu oluşturmaz, milletleşme sürecinin yarıda kalmasına da yol açabilir.

                              https://millidusunce.com/misak/wp-content/uploads/2020/01/mdmfoto-1.png

                              Şimdi gelelim Türk Dünyası’nda bütünleşmeye engel olan olumsuz faktörlere. Bu faktörler listesinin başına Türk cumhuriyetlerindeki otoriter rejimleri koymak gerekiyor. Bilinen bir gerçeği tekrar etmek zorundayız; entegrasyona yatkın olanlar demokratik rejimlerdir.

                              Freedom House’un uzun yıllardır sürdürdüğü araştırmalara göre, Doğu Avrupa ve Avrasya’nın totaliter komünist rejimden demokrasiye geçiş dönemini yaşayan 29 ülkesi arasında en kötü durum Türk cumhuriyetlerindedir. Freedom House’un 2018 şemasında da görüldüğü üzere,  seçim süreci (EP), sivil toplum (CS), bağımsız medya (İM), milli demokratik idarecilik (NDG), yerel demokratik idarecilik (LDG), hukuk sistemi (JFİ) ve yolsuzluk (CO) kategorilerine göre Türkmenistan 29., Azerbaycan 28., Özbekistan 27., Kazakistan 25. ve Kırgızistan 22. olmak üzere listenin sonlarında yer almışlar. Bu ülkelerdeki yönetimler Oturmuş Otoriter Rejimler kategorisiyle tanımlanmaktadır.

                              Yeni Türk devletlerinde otoriteyi temsil edenler eski Sovyet parti-devlet nomenklatürü denilen yerel elitlerdir. Onları halklarından farklı yapan Rus kültürüne, Rus devlet ve devletçiliğine aşırı bağlılıklarıdır. Son 30 yılda yerli siyasi elitler her ne kadar “milli” görünmeye çalışsalar da, en azından psikolojik olarak Rusçuluktan kopmuş değiller.[4]

                              Bağımsızlık yıllarında yerel milliyetçiliklerin ve faklı kimliklerin oluşmasına yukarıda değindik. Bu mesele konumuz bakımından çok önemli olduğu için tekrar vurgulayalım: Milli kimlik meselesini çözmeden Türk cumhuriyetleri hiçbir önemli problemini çözemeyecektir.

                              Siyasi liderler adeta zirve görüşmeleri ve diğer resmi toplantılarda hep soy kökünün birliğini dile getirirler. Fakat Sovyet döneminde Türk halklarına dayatılan bölücü ve coğrafya esaslı Sovyet tarih konseptleri halen yürürlüktedir.[5]

                              Türk devletleri arasında büyük gücün (great power) yokluğu bütünleşme sürecini aksatan faktörlerden biridir. Türk Dünyası’nın lider devleti olan Türkiye Cumhuriyeti devleti ekonomik ve siyasi parametrelerine göre bölgesel güç sayılmaktadır. Türkiye’nin nükleer güç sahibi devletlerden olmaması da güvenlik meselelerinde diğer Türk devletlerinin gözünde onun liderliğini bir zaaf gibi düşündüren esas unsurlar arasındadır.

                              Büyük güçlerden hangisinin Türk Birliği’ne sıcak bakabileceği tartışılan konulardandır. Fakat Pekin-Moskova-Tahran üçgeninin bu birliğe düşmanlık edeceği, şiddetle karşı olduğu ve hiç istemeyeceği tartışma kabul etmeyen bir gerçekliktir.

                               Yaklaşık 30 yıllık bütünleşme süreci tecrübesi, Çarlık ve Sovyet rejiminin Türklüğe bildiğimizden daha ağır darbe indirmiş olduğunu ortaya koydu. Hızlı de-kolonizasyon politikalarının uygulanmasının geciktirilmesi objektif tarih bilincinin henüz ilk adımlarını atması ve tam yerleşememesiyle açıklanabilir.

                              https://millidusunce.com/misak/wp-content/uploads/2020/01/mdmfoto1-768x432-1.png

                               

                              2020 yılına gelindiğinde soru hâlâ şudur: Türk Birliği’nin oluşması karşısında bu kadar engel varken süreç devam etmeli mi? Cevap açıktır: Devam etmelidir.  Hatta süreç akıllıca yürütülmezse ve yeterli hızda ilerlemezse bugüne kadar çekilmiş zahmetlerin heder olacağı göz önünde bulundurulmalıdır.

                              Bir diğer hususu da dikkatte tutmak lazımdır: Türkiye beka meselesini gerçekten ciddiye alıyorsa, gerçekten büyük devlet olmak istiyorsa, onun en kestirme yolu Türk Birliği’nden geçer.[6] Türk cumhuriyetleri gerçek bağımsızlığa ve egemenliğe kavuşmak, kimlik ve diğer milli meselelerini çözmek istiyorsa, bunların çözümü de Türk Birliği’ndedir.

                              BDT/Avrasya Birliği, Şankhay İşbirliği Teşkilatı, hatta Avrupa Birliği/NATO, Türk Birliği’nin alternatifi olamaz. Türkler birlik olurlarsa, bu teşkilatlardan her hangi birine katılmak tehdit değil, fırsatlar sağlayabilir.