Gdt13-1

POLİS

            Polis, gündelik hayatta devletin temsilcisidir. Devletin görünür eli olarak ifade edebiliriz. Polisi görünce üstümüzü düzeltiriz, kendimize çeki düzen veririz bu bakımdan bir korku da verir ama asıl amacı güvenliği sağlamaktır. Güvenlik ile polis aynı anlama gelir gibi geliyor. Kökeninin Antik Yunan’dan geldiğini söyleyenler olsa da bu kesinlikle yanlıştır. Çünkü zaten o kent devletlerinde polis gibi bir yapılanmaya ihtiyaç yoktu.

 

            Modern devletin oluşturduğu modern kurumlardan birisi de polistir. Yani kökeni çok da eski değildir, 1670’lere kadar geri götürebiliriz. Osmanlı’da, “Ases” denilen aslında yeniçerilerden oluşan, kent içinde gezen bir grup vardır. Polisle kıyaslanabilecek yapılardır. Yeniçeri deyince akla “ordu” gelir, dolayısıyla ases de ordunun bir parçasıdır ama “polis” ile “ordu”yu ayırmak gerekir.

 

            Modern devlet öncesinde kentleri koruyan bütün yapılanmalar ordu kökenlidir. Oysa modern devletin ortaya çıkmasıyla beraber, ordu kökenli değil özerk kurumlar oluşturulmuştur.

 

            Polis ilk olarak, 1676’da Fransa’da Paris’te ortaya çıkmıştır: “Paris’in Polisi” ilk ortaya çıktığında Paris Belediyesinin ortaya çıkarttığı bir kurumdu. Bütün bir Fransa’ya ya da Avrupa’ya bakıldığında, Polisi bir teşkilat olarak görmek mümkün değil, bir belediye hizmeti olarak görülür. Henüz merkezileşmenin olmadığı bir kentte ortaya çıkmıştır.

 

            Kolluk, ruhsat verir, trafikle ilgilenir. Kolluğun, suçu önleme işlevi var. Birçok işlevi vardır. Neredeyse hayatın tamamına nüfuz etmiştir. Polisin işlevinin ne olduğu (neye sahip olduğu) bilinmek isteniyorsa, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanununa bakılmalıdır. Bu kanunda dilenciliğe, sarhoşluğa, denetlemeye ilişkin düzenlemeler görülebilir.

 

            Polisi Devletin içinde nereye koymak gerekir? Polis, ne salt siyasal alana ne de salt toplumsal alana ait bir yapılanmadır. Siyasal alan ile toplumsal alanın kesiştiği yer Polisin konumlandığı alandır. Her Polis aynı zamanda bir vatandaş ama vatandaşlar arasında da bir ayrım var: Polisin bir üniforması vardır. Üniforma ‘aidiyet’ kavramıyla ilişkilidir.

 

            Üniforma bağlayan bir giysidir. Formaların hepsinin ortak özelliğidir. Polis ve orduda biraz daha özelleşiyor. Neden? Bir yere ait yani devlete aitmiş gibi bireylere gösteriliyor.  Üniformalı bir polis görünce kendimizi biraz da toparlıyoruz. Genellikle de sorun yaşadığımız polis modeli üniformalı polislerdir. Ağırlığını biraz daha hissediyoruz. Dolayısıyla polisi devletle özdeşleştirdiği ve kendilerini bir gördüğü yer üniformadır. Ama üniforma onu bir memur, bürokrasinin içinde yer alır.

 

            Dünyada bütün polisler devlet memuru kategorisinde yer alıyor. Tabi son zamanlarda bazı tartışmalar da yapıldı. Özellikle Türkiye’de 2004-2005 yıllarında polisin yetkisini özel güvenliğe devretme gibi bir özelleştirme çabasına gidildi. Polisin yanında bir de özel güvenlik yapılanması oluşturuldu. 1983’ten beri kanunda yer almaktadır ama uygulanması 2004 yılına tekabül eder. 2004 yılından sonra özel güvenlik ve polisin yetkilerinin bir kısmını kullanmaya başladılar. Silah kullanamazlardı ancak son zamanlarda yapılan düzenlemelerle özel güvenliğin bir kısmı silah kullanmaya başladı. Dolayısıyla yetki alanında bir çatışma ortaya çıkmaya başladı. Polisle özel güvenlik karşı karşıya geldiğinde acaba ne olacak? Birisi devleti temsil ediyor, özel güvenlik ise bir şirketi temsil ediyor. Bir kısmı polis olarak kullanılır bunları eski polislerden seçiyorlar ama birçoğu önceden polislikle hiçbir bağlantısı olmayan ama şiddet tekelini uygulayan bir yapılanmadır.

 

            Polisin şiddet tekelini kullanması hukuk teorisi açısından çok tuhaf değildir. Çünkü devleti temsil ediyor. Şiddet tekeli için “Devletin bireylere fiziksel güç kullanma tekelini elinde bulundurmasıdır” demiştik. Bu hukuk vasıtasıyla yapılmaktadır ve şiddet tekelini topluma nüfuz ettiren de polistir. Özel güvenlik bir şirket elemanıysa acaba onlar da şiddet tekelini bireylere karşı kullanabilir mi? Genel uygulamaya bakıldığında imtina edildiğini görmekle birlikte özel güvenliğin de şiddet tekelini kullanmaya başladığını görüyoruz.

 

            Amerika’da özel güvenlik yerine üniversite polisi diye yapılanma vardır. Dünya geneline bakıldığında iki sistemin olduğunu görülür., biri Anglosakson Sistem, diğeri de genellikle Fransa kökenli Kara Avrupası Sistemi.

 

            Anglosakson Sisteme, ABD ve İngiltere’yi örnek gösterilebilir. İngiltere’de polislerin bir kısmı silah kullanmaz. Bize tuhaf geliyor. Çünkü biz polisi silahla özdeşleştiriyoruz. ABD’de örneğin üniversitelerde özel güvenlik değil de üniversite polisi gibi bir yapılanma bulunmaktadır.

 

            İtalya’ya baktığımızda altı çeşit polis modeli görürüz. Bir tanesi de Türkiye’de de olan jandarmadır. Bu altı çeşit polisler farklı farklı alanlarda çalışırlar.

 

            Türkiye’de de polis hukuk çerçevesinde teşkilatlanmıştır. Polis teşkilatı, bürokrasinin içinde bir yere sahiptir. Trafik polisleri, cinayet büro, narkotik hepsi ayrı ayrı uzmanlaşmış ekiplerden oluşur.

 

            Polis, bu anlamda aslında bütün dünyada çeşitli şekillerde topluma nüfuz etmeye başlamıştır. İlk polis teşkilatlanmasının, Fransa’da Paris’te 1676’da ortaya çıkmasında etki eden sebepler neler olabilir?

 

            Fransa için, 1676 özellikle önemli bir tarihtir. Ulusal birliği oluşmamış, henüz modern devlet yapılanması çok yeni, burjuva yavaş yavaş ortaya çıkmış. Kapitalist sistem egemendir. Feodal düzenin ortadan kalktığı, kapitalist sistemin ortaya çıktığı dönemdir. Ekonomi kötü ve kapitalist sistem kriz durumuyla karşı karşıyadır. Kapitalizm dışındaki bütün ekonomik modeller krizle karşı karşıya kaldığında yıkılmıştır. Kapitalizm sistem ise kendisini krizden doğuran, var eden bir sistemdir.

            Fransa, 1600’lerin sonlarında bir krizle karşı karşıya gelmiş, Avrupa’nın durumu kötü özellikle Paris kötü durumdadır. Burjuvalar bu krizi aşmak istemiştir. Ekonomi çökmüştür. Burjuva, işçi sınıfını ele geçirmeye çalışmaktadır. Çünkü üretim yapmadıkları sürece kapitalist sistem işleyemez, iş gücüne ihtiyaç var ama bir kesim var ki Avrupa’da çalışmak istemiyorlar. Bunlar, Başıbozuklar, İpsizler ve Sapsızlardan (teknik terimlerdir) oluşan Tehlikeli sınıflar.

 

            Neden tehlikeli sınıftırlar? Kapitalizm fabrikada işgücü olarak bireyi kullandığında günümüzdeki gibi sekiz saat çalışma sistemi yoktur. Günde on iki, on beş saat, on altı saat çalışma sistemi var. Yapacakları bir şey yok. Üretimin dışında zaten uyuyorlar ve yemek yiyorlar. Bu tehlikeli sınıflar, sokaklarda yaşıyor. İnsanların yollarını kesiyor, fabrikalara saldırıyor, makineleri kırıyor.

 

            Dolayısıyla burjuva için çok tehlikeli olan bu tehlikeli sınıfları baskı altına almak gerekiyor. Tehlikeli sınıflar baskı altına nasıl alınabilir? O dönemde de ordular var olsa da henüz ulusal ordular ortaya çıkmamış ve bu ordular monarşinin ordularıdır. Baskı için bu ordular kullanılır.

 

            Acaba bir kent içinde orduyu kullanmak çok karlı mıdır? Hareket kabiliyeti açısından düşünelim. 1600’lü yıllara gidecek olursak ordu modernize olmamıştır. Yani hantaldır. Aslında tek derdi de savaşmaktır. Ordu, savaşmayı bilir fakat şehir içindeki tehlikeli sınıflara nasıl davranacağını bilmez. Ordu da tabii ki müdahale edebilir. Monarşi tehlikedeyse, kral orduyu çağırır, ordu da gider ve tehlikeli sınıfları yakalamaya çalışır. Ancak, tehlikeli sınıflar mobilizedir. Sürekli yer değiştiriyorlar. Saklanıyorlar, mesela ordu bir yere gittiği zaman oraya konuşlanıyor. Konuşlandığı zaman onlara saldırı yapıyorlar, ellerinde çok büyük silahlar olmasa bile zarar verebiliyorlar. Çünkü hızlı hareket edebiliyorlar.

 

            1676’da ordunun bu hantallığına karşı acaba daha mobilize bir ekip oluşturulabilir mi düşüncesinden sonra, Paris Belediyesi, polis yapılanmasını oluşturmuştur.

 

            Polis’in özelliği;

            *          Askerlerin giydiği üniforma dışında farklı bir üniforması olması,

            *          Hızlı olması (çünkü küçük bir birlik) ve bir olay olduğunda hızla hareket edip bastırabilmesi ve kontrol altına alabilmesidir.

 

            Dolayısıyla, polis; ordudan ayrı, orduya benzer ve ordunun içinden çıkmış bir yapıdır. Tabii ki bu kişiler; ordu mensupları, ordunun içinden çıkmış yeni bir teşkilat oluşturuluyor.

           

            Polisin oluşturulmasının temel mantığı, tehlikeli sınıfları kontrol altına almaktır. Bu temel mantık zamanla biraz daha gelişmiştir. Bu düşünceden hareketle, “Tehlikeli sınıfları kontrol altına almanın dışında acaba topluma da nüfuz edilebilir mi?” sorusunun cevabı düşünülmüştür. Yani geniş kitlelere de ulaşılabilir mi? Güvenlik problemini nasıl halledilebilir? Sonuçta, “Polislerin sayısı arttırılırsa ve bunlar hızlı hareket ettikleri için toplumsal denetim de sağlanabilir” denilmiştir.

 

            Daha önce toplumsal denetim orduyla sağlanırken, kendileri zaman içinde çoğalması, büyümesi ile yeni bir teşkilat, yeni bir hukuki kurum olarak polis ortaya çıkarılmıştır. Polis, hızlı hareketi sağlamak için çıkarılmış bir mekanizmadır. Ama bunun altyapısında da başka bir şey daha vardır. Burjuva, kendisine güvenliğini sağlayacak bir araç olarak merkezileşmiş bir polis teşkilatı kurmuştur. Paris’te ortaya çıkan polis teşkilatı diğer kentlere ve Avrupa’nın neredeyse tamamına 100-150 yıllık bir serüven içinde yayılmıştır. Böylelikle, merkezi ve kurumsal devlet memurlarından oluşan bir yapılanma ortaya çıkmıştır.

            Modern devletin temel özelliklerinden birisi merkezileşmeyi sağlamasıdır. Feodal yapıda birçok iktidar var (parçalı bir iktidar) ancak merkezi bir iktidar yoktur. Modern devlet bu yapıyı ortadan kaldırmak için merkezileşmiştir. Dolayısıyla Polis de merkezileşmiştir.

 

            1789’dan sonra polis de ulusal hale gelmiş ve Avrupa’nın birçok yerine yayılmıştır. Sadece Avrupa’ya da yayılmamış, Osmanlı Devleti’nde de gelmiştir. Osmanlı Devleti, çöküş dönemlerinde (1800’lerin ortası) modernleşmeye çalışmıştır. Yeniçeriler ortadan kaldırılmıştır. Şehir içinde, aslında ordu mensubu olan asesler güvenliği sağlamaktadır.

           

            Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılınca acaba yeni bir teşkilata ihtiyaç var mıdır? İlk polis müfettişi 1850’li yıllarda Fransa’dan getirilmiştir. Bu müfettişin görevi, Osmanlı Devletinin polis teşkilatlanmasının yapılandırılmasıdır. Fransa’dan getirilmesinin nedeni de, Türk İdari yapılanmasının kökeninin Fransa olmasıdır. Kara Avrupası modeline uygun bir yapılanma olması için Fransa’nın tecrübesi etkili olmuştur.

 

            O dönemde Osmanlı Devletinde de ilginç bir yapılanma vardır. Önemli bir özellik olan ve daha sonra 2nci Abdülhamit’in çok kullandığı Jurnalcilik uygulanmaktadır. Jurnalcilik, Türkçeye çevrilebilir.

 

            İspiyoncular neyin haberini verir? Jurnalciliğin çok yoğun yapıldığı yerler kahvehanelerdir. Çünkü dedikodunun ya da siyasetin çok konuşulduğu yer o dönemde kahvehanelerdir. Osmanlıda da kahve kültürü gelişmiştir. Dolayısıyla millet kahvehaneye gidip boş vakitlerinin orada değerlendirir. Sohbet sohbeti açar. Kahvehaneler kültürel bir ortama dönüşmüştür ve sadece erkekler gidebilmektedir 1850’lilerden sonra. Jurnalciliğin temel mantığı da buradan gelir.  

            İstihbarat teşkilatını polisten çok ayrı düşünülmemelidir. Jandarmanın istihbarat teşkilatı var, başbakanlığa bağlı olan Milli İstihbarat Teşkilatı var, aynı zamanda polisin de istihbarat teşkilatı var.

 

            Polisin temel mantığında toplumu düzenlemek için de bilgi toplamak gerekmektedir. İleride kullanır mı, belki kullanır, belki kullanmaz. Ama bunların hepsi toplanır. Bunun temel mantığında işte devletin toplumu inşa etmesi vardır. Dolayısıyla bu polisiye faaliyetler, jurnalcilik, Osmanlı kültüründen tıpkı Türkiye Cumhuriyeti’ne de aktarılmıştır. Yani Türkiye Cumhuriyeti’ndeki polis teşkilatının kökeni Osmanlı’ya dayanmaktadır.

 

            Polis Vazife Salahiyetleri Kanununun, tarihi de çok çok eskidir. O yüzden polisi anlamak için modern devlete ilişkin iki olguya bakmak gerekir.

            *          Modern devlet, bize özgürlük sunma vaadiyle gelmiştir.

            *          Bu özgürlüğü sunma vaadini gerçekleştirirken, bir yönüyle de cezalandırma işlevini hiç unutmamıştır.

Yani devleti, hem bizi özgürleştirecek, hem de cezalandıracak bir yapı olarak görmek mümkündür. Polis tam da bu noktada durmaktadır. Bizim özgürlüğümüzü korumak için oluşturulmuş, şekillendirilmiş modern bir yapılanma.

 

            Polis, aslında bizi cezalandırmaya çok yakın bir yapılanmadır. Modern devlet, kutsallığı yıkıp rasyonel bir dünyayı yarattığını iddia etmektedir. Polis söz konusu olduğunda da aynı şey geçerlidir. Polis, hukuk kurallarına bağlı bir yapılardan, rasyonel bir yapılardan ama ancak üniformaya baktığında çok da rasyonel bir yapılanma olmadığını görülebilir.

 

            Polis, aynı zamanda bayrak demektir. Yani modern devletin yarattığı yeni kutsallık sembolüdür. Bayrak, kutsal bizim için. Rasyonel bir tarafı yok ama manevi bir tarafı var. Biz inandığımız ve bir anlam yüklediğimizden bizim için kutsaldır. Modern devletin yarattığı polis de böyle bir kutsaldır. Polis, kendisinin rasyonel olduğunu iddia ederek, hukuk kurallarına uyacağını taahhüt ediyor, eğer hukuk kurallarına uymazsa zaten görev suçu işlemiş olur.

 

                        Dünyanın her yerinde polisin şiddetle en yakından bağlantılı olduğu görülür. Çünkü şiddet tekelini içte polisten başkası uygulamaz. O zaman polise acaba aynasız denirken objektif olması gerektiğinden mi bahsedilmektedir? Yani tarafsız olması gerektiğinden mi bahsediyoruz? Çünkü polis yapılanmasının bütün yurttaşlara eşit mesafede yaklaşması gerekir. Polisin kafasında hukuken, “karşı tarafı düşman olarak ya da suçlu olarak gören” bir algı olmamalıdır.

 

            Ceza hukukunun temel ilkesine göre, birisi mahkeme kararına kadar masum olarak kabul edilmektedir. Ama polisin kafasında potansiyel bir düşman, potansiyel bir suçlu teriminin yer aldığı görülür. Dolayısıyla objektif olması gereken bir kurum, acaba gerçekten objektif mi, değil mi? Bunun sebebi, acaba kendisini devletle özdeş kılması ve devlete yönelik bir tehlike olarak görmesi ya da bazı durumlarda toplumu korumak için toplumun düşmanlarına karşı bir refleks göstermesi mi?

 

            Her polis aynı zamanda eve gittiğinde bir vatandaş halini alır. Yani 24 saat polis olarak yaşamaz. Polis, mesai çalışmasıyla yapılanmıştır. Mesai saatleri dışında polis bir anne veya bir baba olmaktadır. Bu durum da polisin çift kişilikli olduğunu göstermektedir. İş yerinde devleti, toplumu koruyan bir yapılanma, evde sıradan bir birey. Tabii ki bu her zaman böyle değildir. Eve gittiğinde de mesleğini yürütebiliyor. O yüzden polis yapılanması devlette çetrefilli ve paradoksal bir yapılanma olarak ortaya çıkmaktadır. Şiddetle iç içe kalan bir yapılanma.

 

            Polisten bahsederken bir kurum, bir teşkilat olarak bahsediyoruz. Kurumsal olarak ve kuramsal olarak ortaya çıkması, polisin tamamen bu mantık üzerinden gider. Kendisini şiddeti kullanabilecek, hukuk kurallarının üzerinde bir araç olarak görmesi. O yüzden modern devletin elini, polis olarak anlıyoruz. Çünkü şiddetle her gün aslında karşı karşıyadır.

 

            Polisin tipik söylemi, “tecavüzcüsü, hırsızı, dolandırıcısı, katiliyle sürekli yüz yüze kaldığı için psikolojilerinin bozulduğu o yüzden de şiddete başvurulduğudur”

 

            Modern devletin oluşum aşamasında polis, şiddeti önleyici bir araç, tehlikeli sınıfları yok edici bir araç olarak ortaya çıkmıştı. Ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla da 1789’dan sonra merkezi konuma getirilmiştir.

 

            Modern devletin iddiası, “Polisin her zaman hukukla bağlı olduğudur”. Buna karşın, polisin de iddiası “bazı öyle durumlar olabilir ki kendisini hukukla bağlı hissetmeyebilir”.
Bu durum da polisin paradoksal bir yapılanması olarak ortaya çıkmaktadır.

 

            Şiddet tekelini sadece polis üzerinden düşünmemek ve diğer kurumlar üzerinden de düşünmek gerekir. Çünkü sadece polis, bir teşkilat, bir faaliyet olarak değil, hapishaneler de aslında şiddet tekelini uygulayan kurumlardır. Hapishanelerde de bir kurumsallaşmadan bahsedilir. Bunu genişleterek;

 

            *          Bireyleri yapılandıran, denetim ve disiplin altında bulunduran yapılanma olarak Tımarhaneleri eklenebilir,

            *          Okullar eklenebilir,

            *          Kışlalar eklenebilir.

 

            Ortak yönleri hepsinin disipline ilişkin olmasıdır.

            Polis bireysel olarak, hapishaneler, okullar ve kışlalar da kurumsal olarak disipline eden kurumlardır.

 

HAPİSHANELER

 

            Bu hafta şiddet tekeli Hapishaneler bağlamında işlenecektir. Hapishaneler, modern devlet içinde ortaya çıkmış bir kurumdur. O yüzden geçmişi çok eskiye dayanmaz. Eskiye dayanmasa da, 500 yıllık bir tarihi olmakla birlikte, ancak 200-300 yıldır cezalandırmada bir mekân olarak kullanılmıştır.

 

            Hapishanelerin temel mantığında, kişi hakkında bir hüküm verilmiş ve bu hükmün kesinleşmiş olması gerekir. Ama, hapishaneler günümüzde tutukevi olarak da kullanıldığından, kişiyi hapsetmek anlamında hareket ediyoruz. Hapishaneler cezalandırmada etkili bir araç mıdır? Bazı öyle suçlular var ki toplumda hep şu itirazı duyarız: Niye bunları besliyoruz? Hapishane suçlu beden yani normalin dışına çıkmış, anormal insanların kaldığı bir yer ve toplum/devlet de onları besler. Hatta öyle bazı suçlular var ki ömür boyu dışarı çıkamayacaktır.

 

            Türkiye’de artık idam cezası uygulanmıyor. Dolayısıyla idam cezası olmadığına göre önemli cezalardan biri, ağırlaştırılmış müebbet hapistir. Bazı öyle suçlular var ki acaba idam cezası düşünülemez mi ya da bir ceza olarak işkence yapılamaz mı? Onları besleyecek miyiz? Cezanın amacı, caydırıcılık, ıslah, ödetme, korkutma, öç almadır. Genellikle ceza hukukçularına bakıldığında cezanın amacının öç almak olmadığını söylerler. Tam tersini iddia edecekler. O zaman “ceza” denildiğinde bunu modern cezanın, modern öncesi cezanın orta çağda nasıl uygulanıyordu biraz buna bakmak lazım.

 

            Kamu düzenini korumak cezanın bir amacı olabilir. Bir suç işlenirse, bu suçun ceza kanununda rasyonel olarak bir karşılığı vardır. İnfaz kanununa bakılırsa, kişi neredeyse bu cezaların yarısından azını yatmaktadır. Dolayısıyla toplumda, işlenen suçun karşılığının çok ödettirilmemesinden kaynaklanan bir huzursuzluk oluşabilmektedir. O zaman, ceza gerçekten de ıslah ediyor mu? Toplumdaki genel mantık “cezanın tek bir amacı var o da öç almaktır”. Modern devlet, bunu daha rasyonel kurallarla ve daha estetik olarak iyi bir hale getirmiştir

 

            Ama her zaman böyle miydi? Şimdiki ceza politikası birden bire mi ortaya çıktı? Bu konuyu incelemek gerekir. O yüzden hapishane kavramı bir mekân olduğu ve bu mekânın merkezileşmeyle ilgili olduğu bilinmelidir. Hapishane bir kurumdur. Çünkü modern devlet, orta çağdan sonra oluşan bir devletse orta çağın bütün sistemini yıkmak zorundadır.

 

            Orta Çağ’daki sistem neydi? İktidar parçalı, merkezileşme yoktu. Birçok devlet var ama merkezi krallıklar zayıftı. Modern devlet, merkezi bir devlet haline geldi ve bütün kurumları bünyesinde topladı. Hapishaneler gibi bir kurum aslında 1596’ya kadar görülmez hapsetme mekânı olarak. “Hapishane hiç yoktu, kimse bir yere kapatılmıyordu” gibi düşünmek de yanlış bir yaklaşımdır. Elbette suçlular, hapsediliyordu ama cezayı infaz etmek için belirli ve kısa bir süre kapatılıyor ve sonra cezası infaz ediliyordu. Bu infazın tipik karşılığı da genellikle idamdı. “Ödetme” teknik bir terimdir ve karşılığında intikam almayı gerektirmez. Öçte de bir intikam alma duygusu vardır. Ödettirmede bir intikam yoktur ve belli rasyonel kurallar üzerinden hareket etme vardır. Oysa öç, bilinen o basit insani bir duygu üzerinden şekilleniyor.

            Hapishanenin, bir kurum olarak ortaya çıktığını belirttik. Peki, Ortaçağda ya da daha önceleri hapishane nasıldı?

 

            Bilinen ilk hapishane, 1596’da Amsterdam’da ortaya çıktı. Ama hapishanelerden kurum olarak 18nci ve 19ncu YY’da bahsedilmektedir. Yani Avrupa’da aslında çok da eski olmayan bir kapatma mekânlarından bahsediyoruz. Modern devlet, dünyayı kendisine göre şekillendirirken polisi nasıl ortaya çıkardıysa, hapishaneleri de o şekilde ortaya çıkardı. Peki, bu fikri uygulama nereden geliyor? Acaba Ortaçağ’da hapsetme yoksa nasıl cezalar uygulanıyordu? M.S. 476’daki Kavimler Göçünden sonra Avrupa’nın coğrafyası biraz daha değişmiştir. Gelen barbar kavimler, kendi hukuklarını da Avrupa’ya getiriyorlar. Özellikle Cermen hukuku Avrupa’da bir süre Ortaçağ’da etkili oluyor. Cermen Hukukunda da cezalandırma vardır.

 

            Acaba insanlar nasıl cezalandırılıyor olabilir? Kısasa kısas. Tevrat’a bakacak olursak “göze göz dişe diş” denilmektedir. Yani birisi bana olumsuz bir faaliyette (fiilde) bulunuyorsa ben de aynısını ona ödettirmeye çalışırım. Ben ödetmezsem, akrabalarım ya da kavmim ona ödettirir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kişilerin birbirlerine karşı uyguladıkları bir şiddet eyleminin var olmasıdır. Orta Çağ’ın şiddet ortamı aslında bunu ifade ediyor. Kısasa kısas, bir hukuk kuralıdır. Tabii ki bu Cermen Hukuku daha sonra Orta Çağ’da yaygın bir hale gelmiştir. Kişiler birbirlerine karşı şiddete yönelmişler, göze göz, dişe diş kuralıyla intikam almaya çalışmışlardır.

 

            Velev ki bazı durumlarda kişiler birbirlerine karşı şiddet eyleminde bulunmamak için bir otoriteye dayandıkları durum oluyor. Kişilerin birbirlerine karşı işledikleri suçlarda, otorite devrede değildir. Bireyler birbirlerine şiddet eylemi uygularken, dıştan bir otorite onlara müdahale etmezdi. Yani kim güçlüyse (Hobbes’u hatırlayalım) o biraz hakim oluyordu. Ben kendi gücümü başkasının üzerinde uygulayıp intikamımı alıyordum. İntikam Hukuku denilen aslında bu uygulamadır.

 

            Tabii ki kişiler, İntikam Hukukunu yapmak istemediklerinde bir arabulucu arıyorlar ve yetkili otorite kimse ona gidip uzlaştırılmalarını istiyorlar. Kişiler birbirlerine karşı bazı olumsuz fiillerde bulunduklarında, savcıya veya uzlaştırmacıya gidip “bizi uzlaştır” diyorlardı. Yani bizi mahkemenin önüne çıkarmadan bu sorunu hallet. Bunun kökeni Cermen Hukukudur.

 

            Cermen Hukuku uzlaşmanın genel felsefesini yaratan hukuk sistemidir. Çünkü Cermen Hukukunda baskın olan asıl cezalandırma yöntemi uzlaştırmadır. Kişiler kısas yöntemi dışında birbirlerine uzlaştırma yöntemini uygularlar. Yani gidip bir başat otoriteye “bizi uzlaştır” derler. O kişide o kişiler arasında arabuluculuk yaparak o kişileri uzlaştırmış olur.

 

            Oysa günümüzdeki uzlaşma sanki binlerce yıl önce biraz geriye gidiyormuş gibi bir izlenim veriyor. Uzlaştırma, modern ceza hukukuna aykırı bir sistemdir. Bireyler birbirine karşı bir suç işliyor ve siz onları uzlaştırıyorsunuz.

            Oysa günümüzde ne yapıyor devlet? Kendisi bir yargıç atıyor ve o bağımsız otorite onlar arasında arabuluculuk sağlıyor.

 

            Geçmişe dönük olarak düşünülebilir. Bir kişi birisiyle bir problem yaşıyor, bir arabulucuya başvuruyor, o arabulucu aramızdaki meseleyi çözüyor. Bu durumda, ya başvuran kişi ya da karşı taraf haklıdır. Arabulucu verdiği karara itiraz etme imkânı kalmıyor. Bu yöntem, Sınama Usulüdür. Yani aramızdaki meseleyi halletmeye çalışıyoruz. Temel felsefesi hakikattir. Kişinin bir iddiası var. Karşı tarafın da bir iddiası var. Hakemleri belirliyoruz. Hakem, birimizin haklı olduğuna karar veriyor. Gerçekte kimin haklı olduğundan çok, arabulucuların söylediği şey doğrudur. Yani, gerçeği ya da hakikati sınayan kimse o ortaya çıkıyor.

 

            Avrupa’daki bu sistem zaman içinde çok verimli olmamıştır. 12nci ve 13ncü YY’da feodal düzen yavaş yavaş çözülmeye başlayınca, yerine yeni bir sistem araştırılmaya başlanmıştır. Böylece, Soruşturma Usulü getirilmiştir. Bu usul biraz daha farklıdır. Toplumdaki saygın kişiler bir yargıç gibi görev yapmaktadır. Bunun temel özelliği, aslında hakikati ortaya çıkarmaktır. Sınamada da, soruşturmada da hakikati ortaya çıkarılmaktadır. Soruşturma Usulünde de, Sınama Usulünde olduğu gibi gerçek ya da hakikat aslında bir prosedürle bulunmaya çalışılmaktadır. Gerçek öyle olmayabilir. Örneğin, cadı diye bir kavram gerçekte olmayabilir, ama bir kez bu soruşturma sonucunda siz cadı olabilirsiniz. Akıbet, bellidir; yakılarak öldürülmek. Dolayısıyla soruşturma usulünün temel mantığında bu vardır.

 

            İlk başlarda işkence yöntemi uygulanmıyordu. Soruşturma usulünde mesela savcı (ki bir papaz oluyor), gidip size soru soruyor. “Bunu yaptın mı?” Siz “hayır” diyorsunuz. Savcı, gerçeği ortaya çıkarmak zorundadır. Sonunda bir yöntem buluyorlar. Acaba “o kişiye işkence yapsak gerçekleri ortaya çıkarabilir miyiz?” İşkence sonucunda bazı kişiler dayanamadıkları için yapmamış olsalar bile, orada hiç bulunmamış olsa bile işkencenin ağırlığı karşısında dayanamayanlar “evet, ben yaptım.” diyor ve böylece soruşturmacı hakikati ortaya çıkarıyor.

 

            Aslında bütün sistem itiraf etme üzerine kurulmuştur. Ortaçağ’da yaygın soruşturma lü itiraftır. Günümüzde itirafın hiçbir değeri yoktur. Ben şimdi karakola gitsem, “böyle bir cinayet işledim. İtiraf ediyorum.” desem. Beni büyük bir ihtimal savcılığa sevk ederler, savcılık soruşturma yapar. Hemen tutuklanmam. Bir araştırma yapılması gerekir. Bunların hepsi modern hukuktadır. Oysa modern öncesi hukukta, özellikle Ortaçağ Avrupası’nda hiç de böyle değildir. Siz suçunuzu itiraf ettiğiniz anda başka bir delile ihtiyaç kalmadan mahkûm edilmiş olursunuz. Tabii mahkûm edilmeyi hapishane olarak düşünmemek, “yok edilme” olarak düşünmek gerekir. Siz bir cadıysanız, inançsızsanız kilisenin sizin için vereceği karar öldürülmenizdir.

 

            Bu sistem modern devletin ortaya çıkmasıyla birlikte yavaş yavaş kaybolmuştur. Acaba buradaki işkence metodu, yani kişilere azap çektirme barbarca bir şey mi yoksa bir iktidar tekniği midir? Yani iktidarın kendisini güçlü hissettiği bir nokta mı, yoksa gerçekten bu Avrupalılar o dönemde gerçekten çok mu barbardır? Birisine işkence yapmak barbarlık mıdır? Genellikle modern dünyada hiç kimse buna itiraz etmez ama gerçek dünyaya baktığımızda işkence hâlâ çok büyük bir vakadır. Neden çok büyük bir vakadır? AİHM kararlarına bakıldığında, neredeyse bütün ülkelerden işkence vakalarının mahkemeye geldiğini görürülür. İç hukukta da işkence çoktur. Aslında işkence, 12nci, 13ncü YY’dan beri var olan çok eski bir metottur. Aklınızda da işkencenin kötü bir şey olduğunu düşünmekle birlikte gerçek dünyada hiçbir kötülüğü bitiremeyen bir uygulama olduğunu görürsünüz.

            Oysa bizim anlamaya çalıştığımız modern öncesindeki, yani rasyonel kuralların olmadığı, karanlık bir dünyadır. Bir barbarlık olduğu şimdi kabul edilse de, o zamana bakıldığında işkence bir teknik olarak kullanılmıştır. Aslında oradaki iktidarın derdi barbarlık yapmak falan değildi. İşkence kendi iktidarını sağlamak için bir metot olarak kullanılmıştır. İlk başta olmadığını söylüyor. Sonra insanlar itiraf etmeyince, ne yapabiliriz diye düşünere işkence ve şiddet uygulama bulunmuştur. İnsanlar, “şiddet altında gerçeği söyler” düşüncesi gelişmiştir. Ama işkence sonucunda gerçeği söyleyen insan neredeyse yoktur. Herkesin acı eşiği farklıdır. Bazıları buna çok dayanırken bazıları da hemen suçlu olduğunu itiraf ediyor. Kişi daha suçlu olduğunu itiraf etmeden ölürse masum mu yoksa suçlu mudur? Bu sistemin mantığında ne olabilir? Tabii ki “masum” demiyorlar “işte bak hakikat, gerçek çıktı, Demek ki bir suç işledi ki hayatını kaybetti” diyorlar. Yani öldüğünüz zaman da suçlusunuz itiraf ettiğiniz zaman da suçlusunuz.

 

            Bu dönemlerde, ceza hukukunun mantığı böyle işlemiştir. Modern devletin yavaş yavaş ortaya çıkması ve rasyonel kurallar üzerinden kendisini kurmasıyla birlikte, bu metot da kolay olmasa da değişmiştir. 1700’lerde bile işkence metodunu kullanılmıştır. Michael Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” adlı bir kitabı vardır. Bu kitap Fransa’da, Paris’te kralı öldüren bir kişinin infazını anlatır. Bu kitabın ilk sayfasında bir kişinin nasıl idam edildiğinden, yani ceza hukukunun nasıl uygulandığından bahsediliyor.

 

            “Damiens, 02 Mart 1757’de ‘Paris Kilisesinin cümle kapısının önünde, suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye’ mahkûm edilmişti. Buraya elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti. Sonra aynı yük arabasıyla Gréve meydanına götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek, babasını öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek.  Sonra da bedeni dört ata çektirilerek parçalatılacak ve vücudu ateşte yakılacak, kül haline getirilecek ve bu küller rüzgâra savurulacaktır."

 

            Bu gerçek bir olaydır. 1750’lerde böyle birçok vakayla karşılaşılır. Neredeyse 1800’lerin sonuna kadar da görülür. Burada iktidar aslında ne istiyor? Niye bir kişi babası dediği bu arada kral, kralı öldürdüğü için merkezi otoriteye karşı işlenen suçları iktidar asla affetmiyor. Kişi bir platforma çıkarılıyor. Cellat elinde işkence aletleriyle ilk önce ona işkence yapıyor daha sonra işkence sonucunda kişiyi idam ederek öldürüyor. Tabii bu işkence bazen
5 dakika, bazen saatlerce sürüyor. İşkence yaparken birileri onları izliyor. Halk bu meydana toplanıyor, kişinin infazını izliyor.

 

            İlk başlarda bu infazlar şu şekilde gerçekleşiyor: Kişi çıkıyor, cellat (yüzü görünmüyor, cellatların neredeyse hiçbir zaman yüzü görünmez.) (Bir anekdot: 1789’da insanlara yurttaşlık hakkı verilirken iki kesime yurttaşlık hakkı verilmemesi çok ciddi anlamda tartışılmıştır. Kimdir bunlar? Birisi cellatlar diğeri de aktörler. Cellatlık da yurttaşlıktan daha alt bir kategori olarak görülüyor. Yani bunlar aşağılık insanlar olarak görülüyor.) işkence yapmaya başlar, halk bu işkenceyi ilk başta alkışlamaya başlar. Hatta cellada tezahüratta bulunurlar. Celladın Yalnızca yaptığı budur. Hareketlerinin hepsinin o dönemdeki ceza hukukunda bir karşılığı vardır. Yani cellat ezbere hiçbir hareket yapmaz aslında. Hepsi ne zaman kırbaç vuracağı, kaç tane kırbaç vuracağı ve kişiyi nasıl öldüreceği kurallar çerçevesinde belirlenmiştir. Bunun sonucunda kişi ya tanrıdan af dileyerek ya da halktan af dileyerek hayatını kaybeder. Genellikle parçalanır zaten. Halk böylece tatmin olmuş olur. Bir eğlence aracı ve aynı zamanda korkutma aracıdır. Siz bu suçu işlerseniz sizin başınıza da bunlar gelir. Ama aynı zamanda halkı eğlendirmek için güzel bir imkândır. Çünkü bunu izleyen kişi kendisini rahatlamış hisseder. Zaman içinde idam edilenler, işkenceye uğrayanlar af dilemekten vazgeçebilirler. Öyle bazı kişiler ortaya çıkar ki af dilemek yerine küfür etmeye başlarlar. Krala, dine ve kiliseye hakaret etmeye başlarlar. Dolayısıyla halk bundan çok hoşnut olmamaya başlar. O kadar ağır işkenceler yapılmaya başlanır ki, mide bulandırıcı hale gelmeye başlar ve halk bu sefer cellada ateş püskürmeye başlar. Hakaret etmeye başlar, krala sövmeye başlar. Öleceğinden zaten emin olan suçlu, halkı galeyana getirmek için onlara her türlü şeyi söyler. Halk da onun gazına gelip, hep beraber krala küfretmeye başlar.

 

            İşkence, iktidar için çok verimli hale gelmemeye başlayınca, yeni bir sistem yaratabilir miyiz acaba düşüncesi gelişmiştir. İktidar, bu işkence metodunu uygularken iktidar için çok yararlıydı. Çünkü hem korkutma hem eğlendirme amacı vardı. Ama infaz edilenlerin tavrı ve halkın onları desteklemesi yeni bir ceza ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Eğer gerçekten cezaların insani boyutları olduğunu düşüyorsanız yanılırsınız.

 

            İktidar için önemli olan şey o cezanın verimli olup olmamasıdır. Tarihsel sürece de bakmak gerekir 1700’lerde. Çünkü artık bir sınıf (burjuvalar) iyice palazlanmış hatta iktidarı ele geçirmiştir. Burjuva için idam etmek çok karlı, verimli hale gelmemeye başlamıştır. Dolayısıyla azap çektirmek yerine, başka bir fikir ileri atılmıştır. Islah ettirmek. Kişileri öldürüp yok etmek yerine, onların bedenlerini ortadan kaldırmak yerine başka bir ceza bulmak istenilmiştir.

 

            İşkence metodunun temel mantığında kişilerin bedenini yok etmek vardır. Oysa yeni bir ceza, kişilerin dışında ve onun yanında bir şeye daha ihtiyaç duyması gerekir. Yani sadece bedenin hapsedilmesi, yok edilmesi değil, başka bir şey daha yapılması gerekir. Beden dışında bir şeyi daha “Ruhu” da hapsetmek gerekir. Çünkü hapishane mantığında, insanın sadece beden, ceza almaz ruhu da ceza alır. Hapishane, kişinin özgürlükten mahrum bırakılması kadar aslında ruhunun da hapsedilmesini gerektirir. Dolayısıyla iktidarın bu ceza dışında başka bir ceza daha vermesi gerekir. O da hapishane şeklinde ortaya çıkan bir kurumdur.

 

            Moderniteyle beraber, bedenle birlikte ruh da hapsedilmeye başlanmıştır. Hapsederken de bir ceza üzerinden davranılıyor: Hapis Cezası.

 

            Ceza yasaları pozitif hukuk ne diyorsa onu yapar; kişinin geçmişindeki yaşadığı olaylardan ötürü, suç işlemesinde tazminattan indirim yapmaz. Sadece fiiline bakar, daha önce yaşadıklarına, hayat hikâyesine bakmaz. Çünkü rasyonel olan bu değildir. Rasyonel olan kişilerin eşit tutulmasıdır. Bundan dolayı “kişilerin tutkuları, arzuları, içgüdüleri cezalandırılmaz” denir. Oysa modern öncesi dünyada içgüdülerin de cezalandırıldığını söyleyebiliriz.

 

            Günümüzde işkence uygulanmaz. Onun yerine cezalandırılma vardır.

            Avrupa’da 1700’lerde, ortalarda dolanan bir tehlikeli sınıf var, burjuva bunlardan hoşlanmıyor.

 

            Hapsetmenin bir ihtimali var: Kişileri ıslah edebilmek. Islah ettiğiniz zaman burjuvanın da kullanacağı işgücünü de sağlıyorsunuz. Tehlikeli sınıfların bir özelliği, çalışmak istememeleridir. Çalışmak isteyenleri, fabrikada çalıştırıyorsunuz saatlerce. Çalışmayan sınıfı ortadan kaldırmak gerekiyor. Bunlar diğer kişilere zarar veriyorlar ve sürekli iktidarı sarsıyorlar. Polis her ne kadar müdahale etse de yeterli olmuyor. Burjuva da “bunları alıp hapsedelim, böylelikle ıslah ederiz ve daha verimli olur.” diye düşünmüştür. Burjuva, Krallığın yasalarına itiraz ederken, daha sonra bu tehlikeli sınıfı kullanmıştır. Burjuvanın kendi otoritesini kurmasıyla beraber yasalar oluşturulmuştur. Tehlikeli sınıf, bu defa da burjuva yasalarına karşı gelmiştir. Burjuva bunun üzerine hapishane sistemini öngörülmüştür. Hapse kapatma daha verimli görülmüşse de, her zaman çok da verimli olmamıştır.

 

            Hapishane sistemi ilk ortaya çıktığında bildiğimiz hapishane sistemlerine çok benzemez ve aslında Panopticon kavramına karşılık gelir. Bir gözetleme kulesi gibi düşünülebilir. 1800’lerde ve 1900’lerin başında, bir çar Samuel Bentham ve Jeremy Bentham adlı iki felsefeciyi yanına çağırır ve işçilerini kaytaramamaları için sürekli gözetleyebileceği bir çiftlik sistemi ister. Bunun üzerine felsefeciler çalışır ve Panopticon adı verilen bir sistemi bulurlar. Ortada bir yüksek ve etrafı çevrili bir kule vardır. Çevrili olan bu alanda işçiler çalışacak ve kulenin içinde de birisi onları gözetleyecektir. Bir kişinin çok kişiyi gözetlediği bir sistemdir. Kulenin bir özelliği de karanlık olması ve içeride biri var mı yok mu bilinmemesidir.

 

            Bu sistem bir hapishane sistemi olarak düşünülebilir mi diye Amerika’da uygulanmaya çalışılmıştır. Bir kule oluşturulmuş, kulenin içine birkaç tane muhafız konulmuştur.. Etrafına arkası kapalı, önü açık hücreler yapılmıştır.(Böyle bir hapishane sistemi kurulması denenmiş ama hiçbir zaman faaliyete geçmemiştir). Gerekli bir sistemdir, tek kişiyle çok kişiyi gözetlemek söz konusudur. Burjuvanın kâr maksimizasyonu burada da kendini gösterir.

 

            Bu sistem yerine başka bir sistem ABD’de Synopticon adıyla bulunmuştur. (The many watch the few) Kapalı hücreler yapılmış, herkes belli saatlerde dışarı çıkmaya başlamıştır. “Philadelphia Sistemi” de denir.

 

            Bu sistem biraz yararsız kalınca başka bir sisteme karar verdiler: Kişiler tek kişilik hücrelerde kalıyor ama gün içinde tarlalara, madenlere ya da başka yerlere götürülerek; orada birbirileriyle hiç konuşmadan üretim için çalıştırılıyorlar. Benzer sistem Avrupa’da ve Türkiye’de de vardır. Örneğin içeride bir elişi ya da yemek vb. gibi işler yapıyorlar.

 

            Burjuva insanları hapsederken, içeride hiç hareket etmediklerinden yola çıkarak “Acaba hapishane içinde bir fabrika yaratabilir miyim?” diye düşünmüştür. Dolayısıyla işgücü olarak da hapishanedeki mahkûmları kullanmaya başlamıştır.

 

            Bütün bu sistemlere bakıldığında, hapishanenin bir denetleme aracı olduğunu görülür. Hapishane o kişileri alıp hapsedip onlar üzerinde sürekli bir harita çıkarmaya başlıyor. Bu harita, onların davranışlarıyla ilgilidir: “İnsanlar neden suç işler, bunu azaltabilir miyim?” diye düşünür, ama asıl düşündüğü şey kapitalist sisteme bir iş gücü katıp katamamaktır.

 

            Günümüz hapishane sistemine bakıldığında, 19ncu YY hapishanelerinden bayağı uzaklaşıldığı görülür.

            Hapishaneler özelleştirildiğinde, devletin şiddet tekelinde bir kırılma meydana gelir mi?

 

            Panopticon iktidar için her zaman çok yararlı olmayabilir. Yani az kişiyle çok kişiyi denetlemek her zaman iyi olmuyor. Çünkü kapitalist sistem ve teknoloji sürekli değişiyor. İktidar yeni bir sisteme doğru geçiyor: Synopticon (Sinoptikon). (Çok kişinin az kişiyi izlediği bir sistem). Panopticon işlevsiz kalınca teknoloji vasıtasıyla iktidar bizi izler. (Çipli kartlar, TV programları gibi.)

 

            Geçen hafta elin iktidarından bahsetmiştik, bu hafta ise gözün iktidarı kavramıyla ilgilidir. Panopticon’da suç işlemedikçe çok fazla problem olmaz ama Synopticon’dan kaçma ihtimaliniz neredeyse yoktur.

 

            Şiddet tekeli bize şiddeti sadece kaba güç olarak vermez. Polis de sürekli kaba güç kullanmaz. Şiddet uygulamasa da sizde bir korku yaratır. Modern devletin önemli yanı, Hobbes’un da söylediği gibi, bir korku iktidarı yaratmasıdır. Yani, her an her yerde bizi gözetleyebilecek bir iktidar anlayışı. Mahrem kalacak hiçbir şey yoktur.

 

            Hapishaneler belli bir kitleyi, anormal insanları hapsetmeyi planlıyordu. Modern birey normal bir bireydir. Bu bireyin dışına çıktığınızda, anormalleşirsiniz. İktidarın “Öteki” dediği kişi yasalara karşı gelen bireylerdir. Anormal insan hapishanelerde ıslah edildiğinde normal bir insana dönüş yapar.

 

            Şiddet tekeli, mekânlar üzerinden de uygulanabilir: Hapishaneler. Polis şiddet tekelinin uygulayıcı eli; hapishane, hastane vs. onların mekânlarıdır.

 

SINIRLAR

 

            Bir ülkeden başka bir ülkeye gitmek için mutlaka hukuki bir belge olan pasaporta ihtiyaç vardır. Pasaport, bir ülkeye giriş için giriş belgesi niteliğini taşır. Bu, modern dünyaya ait bir hukuki prosedürdür.

 

            Modern öncesi (Geleneksel) devletlerde, pasaport, hatta sınır kavramları yoktur. Roma İmparatorluğunun ve Osmanlı İmparatorluğunun bir sınırı değil, sınır boyları ya da uçları vardır. Sınır boyları devletin en son gittiği yer değil, başladığı yerlerdir.

 

            Sınırlarda egemenliği temsil eden bazı simgeler vardır: Bayrak, Gözetleme Kuleleri, Dikenli Teller vb.. Oysa modern öncesi dönemde bu tip simgeleri bulmak mümkün değildir.

 

            Sınır kavramı, 1500’lerden sonra, özellikle de 1648 yılında ortaya çıkmıştır. 1648’de Westphalia Antlaşması imzalanmıştır. Burada ilk defa Avrupa ve Dünya haritasının oluşmuştur. Bu antlaşmayla sınırlar harita üzerinden, sınırları belirlenmiştir. 1648’e kadar geçişken olan sınırlar, 1648 ile birlikte artık belirgin hale gelmiştir. Özellikle, 1789’da Fransız Devrimi, ulus devletin ortaya çıkması ve yayılmasıyla birlikte her ülkenin bir egemenlik alanı ortaya çıkmıştır. Bu egemenlik alanı da belirgin sınırlara sahip olunmasını gerektirmiştir.

 

            Dolayısıyla, modern devletin önemli unsurlarından birisi de sınırlardır. Fakat sınırları yalnızca karalar üzerinden anlamak da yanlıştır. Sınır kavramına başka unsurları da eklemek gerekir, öyleyse sınır denilince, kara, deniz ve hava sınırları anlaşılmalıdır.

 

            Devletin en uç noktasına, bittiği yere sınır denilebilir. Oysa modern öncesi dönemde devletin başladığı yere sınır denirdi. Modern devlet sınır kavramını yaratmıştır. Daha önce de, sınır yerine, sınır boyları ya da kavramı kullanılırdı. Uç beylikleri ya da sınır boyları devletlerin başladığı yer sayılıyordu. Çünkü o dönemde devletler sürekli genişlemek istiyorlardı. Bu genişleme isteği başka bir kavramla sorunlu hale gelmenize neden olabilir: Egemenlik. Meşru bir gerekçe olmaksızın sınır ihlali yapılarak egemenliğe müdahale savaş sebebidir. (Örn.: Kardak gibi bir problem yaratabilirsiniz.) Sınırlar ve egemenlik yan yana gelen kavramlardır.

 

            Sınır coğrafi bir kavram olmanın yanında aynı zamanda metaforik bir kavramdır. Yani zihinlerde yaratılmıştır ve kültürel bir yanı da vardır. Ülke değiştirdikçe, her devletin kendine özgü kültürleri vardır. Sınırlar devletin uzamsal bir görüntüsüdür, yani bir mekân olarak da düşünülebilir. Sınırların aynı zamanda siyasi bir boyutu da vardır, siyasi iktidarın kendisini hem içte, hem de dışta gerçekleştirdiği bir yerdir. Sınırların içinde (yurt içinde) egemenliği gösteren bir kurum Polistir.

 

            Sınırlar bazen bir ülkenin içinde de olabilir. Örn.: Doğu Almanya-Batı Almanya. İnsanlar Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya göç etmeye başlayınca, bunu fark eden Doğu Almanya 13 Ağustos 1961’de bir gecede bir duvar (Berlin Duvarı/Utanç Duvarı) örmeye karar vermiştir. Bu duvarın üzerinde dikenli teller, silahlı askerler bulunuyordu. Berlin duvarı sadece ulusları ayıran değil, aynı zamanda uluslar içinde ayrıma neden olan bir sınırdır.



            Sınırlar bir sembol olarak egemenliğin göstergesidir. Bir devleti diğerinden ayıran kavram bayraktır. Bir ülkenin sınırına, o ülkenin bayrağı dikildiği anda o ülkenin sınırını da gösterilmiş olunur. Kim ki o bayrağı ihlal etmeye kalkar, işte o zaman ordu ya da polis, şiddet tekeli devreye girer.












Sınırların üç rolü vardır:

 

            1.         Sınır bir kurumdur: Egemenliği gösteren bir sembol olmakla birlikte, aynı zamanda hukuki bir yönü de vardır. Örneğin nüfus kâğıdında uyruk diye bir bölüm var. Sınırları kurum olarak nitelerken, aynı zamanda vatandaşlık sağlayan bir unsur olduğunu da vurgulamak mümkündür. Dolayısıyla sınırlar kimlik yaratır. Modern dünyada bir ülkede yaşanmak isteniyorsa, mutlaka bir vatandaşlığa tabi olmak gerekir, eğer tabiyet yoksa değilseniz vatansızsınızdır. (Vatansızlık: Haymatlos)

 

            2.         Sınırlar ulusal bir kimlik yaratır: Sınırlar yurttaşlık sağlamakla birlikte yabancılık kimliğini de oluşturur. Bir ülkenin vatandaşlığına bağlıysanız başka bir ülkeye gittiğinizde yabancı olarak adlandırılırsınız.

 

            3.         Sınırlar süreçtir: Devletin politikasını belirleyen bir süreçtir. Buna bağlı olarak sınırlar dost ve düşman kavramlarını da yaratır. “Öteki” (bizden olmayan) kavramını ortaya çıkarır. Bu kavram sürekli değişir. Burada düşman yapay bir düşmandır.

 

Sınır kavramı bir bölünme yaratır. Bu bölünme de genellikle yapay bir bölünmedir.

 

            Sınır boyları geleneksel devletlerde olan bir şeydir. Bu da ikiye ayrılır: Birincil sınır boyları ve ikincil sınır boyları.

            *          Birincil Sınır Boylarında neredeyse hiç kimse yaşamaz. Devletin bir ucu, sınır boyları vardır ama buralar kimsenin yaşamadığı yerlerdir.

            *          İkincil Sınır Boyları ise çok az kişinin yaşadığı yerlerdir. Dolayısıyla modern öncesi devletlerde dağınık bir yerleşim değil bir arada yaşama isteğinin bulunduğu söylenebilir.

 

            Devletin bittiği yer, modern devlete ait bir kavramken, devletin başladığı yer modern öncesi devlete aittir. Modern devlet merkezileşmenin sonucu olarak bittiği yeri oluşturur. Merkezileşmiş bir devlet, sınırlarını belirginleştirir.

 

            Sınır boylarında bazı sembol ve ritüelleri görülür (Geçen senenin sınav sorusu: Modern Devletin sembolü ve ritüeli nedir?) Modern devletin ritüelleri: -vatanı temsil eder.-

 

            Modern Devletin Sembolleri:

            1.         Vatan (Egemenlik de yazılabilir ama tercihen vatan.),

            2.         Bayrak,

            3.         Şehit Cenazeleridir.

 

 

            Şehit cenazeleri de aynı şekilde kutsaldır. Şehit cenazeleri eskiden bir kavram üzerinden geçer: Pro Patria Morti (Vatan İçin Ölmek) anlamına gelir. Kökeni Antik Çağa ve Roma’ya kadar uzanan çok eski bir kavramdır. Onurlu Kişi anlamına da gelir. Birisi polis ya da res publica (korumak) için ölüyorsa “kahraman” kişidir. Yarı Tanrı haline gelir. Cenazeleri de özel olarak defnedilir ve tarih boyunca hiç unutulmaz. Bu, Antik Yunanda ve Roma’da gerçekleşen bir gelenektir. Düşmanlar da o dönemde onurlu kişidir, birisi vatanı için ölüyorsa siz onun ölüsüne saygısızlık yapamazsınız. Buna verilen önemi görebilmek adına İlyada’ya da bakılabilir. Öldürdüğün kişiyi ruhunun huzura ermesi için, babası kimse ona teslim etmen gerekir. Eğer teslim etmezsen o senin ve ülkenin üzerinde yıllar boyunca yaşar.

 

            Orta Çağa gelince (özellikle Hristiyanlıkla birlikte) bu kahramanlık” biraz değişir ve Şehitlik denilen başka bir kavrama evrilir. Vatanı için ölen insanlar şehit olmaya başlar. Dolayısıyla Orta Çağ boyunca şehit olanlar kutsanır. Modern devlet, en başta bu yapıyı yıkmaya çalışır. Dine bağlı bir kavram olduğu için Pro Patria Mortiyi ortadan kaldırmak ister. Yerine yeni bir şeyler araştırır ve eskiye dönüş yapar: Kahramanlık. İşte böylece şehit cenazelerinin temelinde bir kahramanlık hikâyesi yatar. Böylelikle de Antik Çağa bir geri dönüş diyebiliriz. Şehit cenazeleri resmi bir törenle yapılır. Devlet memuruysanız ya da ordu mensubuysanız öldüğünüz zaman bayrakla defnedilebilirsiniz.

 

            Sınır kavramına karşılık gelmek üzere sembol ve ritüelleri biraz somutlaştırmak gerekirse, bunun için güzel bir örnek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Çünkü, KKTC’de 08 Ağustos 1996’da yaşanan bir olay aslında, bu kavramların ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

 

            08 Ağustos 1996’da Yunanistan’dan bir grup motosikletli Yunan, Güney Kıbrıs’ta Mağusa bölgesinde sınır ihlali yapmak için özel olarak geldi. Bunun duyumunu herkes önceden almıştı. Zaten göstere göstere gelmişlerdi. Motosikletlerle Güney Kıbrıs’a indiler. Güney Kıbrıs’tan Mağusa’ya da motosikletlerle geldiler. Bunun karşılığında, tabii ki bunun duyumunu alan Türkiye’deki milliyetçiler de kaos yarattılar.

 

            Biraz Kıbrıs’tan bahsetmek gerekirse, Kuzey ve Güney olarak fiilen ikiye ayrılmıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Kıbrıs ikiye bölünmüştür. 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edilerek yeni bir devlet ortaya çıkmıştır. Uluslararası hukuk açısından bakılırsa, KKTC diye bir devlet yoktur. Çünkü uluslararası hukuk açısından bir devletin resmi yolla tanınması gerekir. Oysa iki ülke KKTC’yi devlet olarak tanımaktadır: Türkiye ve Pakistan. Kimsenin tanımadığı bir devlete uluslararası hukukta, İngilizce tabirle (Kıbrıs için de) Puppet State, Kukla Devlet denilmektedir.

 

            Aslında Türkiye’nin bir uç kolu gibi görünüyor. İlginçtir, ordusu, kendisine ait bir ordusu yavaş yavaş kurulmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir askeri bir birliği de bulunmaktadır. Neredeyse Türkiye Cumhuriyeti’nin toprağı olarak sayılıyor. İlginç olansa, KKTC, Türkiye’nin toprağı değidir. Eğer T.C. toprağıysa, bir cumhurbaşkanı ve başbakana ihtiyaç yoktur. Oysa KKTC’de, seçilmiş cumhurbaşkanı, başbakanı ve bakanları vardır ve devlet bütün kurumlarıyla tesis edilmiştir. O zaman burası nasıl bir devlettir? İkiye bölünmüş bir devlet.

 

            Kıbrıs Cumhuriyeti uluslararası hukukun kabul ettiği devlettir. Hâlâ var olduğunu iddia eden devlet. Ama bu devletin içine bakıldığında Türkiye’nin, Güney Kıbrıs ve Kuzey Kıbrıs dediği iki devletten oluşuyor.

 

            08 Ağustos 1996’da Yunan milliyetçileri işgal altındaki toprakları ele geçirmek için motosikletlerle geçme teşebbüsünde bulundular. Bu çok yanlış bir teşebbüstü. Çünkü bir devletin sınırını ihlal ettiğinizde karşılığını misliyle alırsınız. Yani bir devletin sınırını geçiyorsanız size şiddet tekelini uygulaması hukuka uygun, meşru hale gelir. Tabiki bunu güvenlik güçlerinin yapması gerekirken kamyonlarla gelen milliyetçiler yaptılar ve bir Rum’un ölmesine sebep oldular. Tabi Türkiye ile Yunanistan arasında ipler bir kez daha gerildi. Bir hafta sonra yine Yunanlılar Lefkoşa’da Türk sınırını ihlal ettiler. Bir Rum bayrak direğine tırmandı askerler aşağı in diye uyardılar. Dinlemediler ve vurularak öldürüldüler. Derdi neydi Rum’un? Türk bayrağını indirip yerine Yunan veya Kıbrıs Bayrağını asmak. Rasyonel olarak düşündüğümüzde bir bez parçası için birisinin öldürülmesi gibi görebilirsiniz.

 

            Başka bir açıdan bakacak olursak egemenlik alanınızı koruyormuş gibi bakabilirsiniz. Kıbrıs bu anlamda ilginç bir yerdir. Sınır kavramının ender görüldüğü yerlerden birisidir. İki ayrı devlet var. Ama aslında iki ayrı halk. Dinleri farklı olsa da kültür olarak birbirinden uzak değillerdir. 2003 yılına kadar Kıbrıs’ta çok uzun yıllar Kuzey’den Güney’e, Güneyden Kuzey’e geçmek yasaktı. 2003 yılında KKTC hükümeti “kuzeyden güneye geçiş yapabilirsiniz.” diye bir karar aldı. Oysa daha önce Kıbrıs’ta BM’nin bir güvenlik alanı oluşmuştu.

 

            Eskiden bir siyasetçi Maraş’ı açalım derdi. 1974’den önce, Maraş aslında dünyanın önemli turistik merkezlerinden biriydi. 1974’te Barış Harekâtı sonrası kapatıldı ve hâlâ da kapalıdır. Ne Türk bölgesi ne de Rum bölgesidir. Türklerin kontrolü altındaki Mağusa içindedir.

 

            Kıbrıs’ta Yeşil Hat denen ve Kuzey ve Güney’i aslında birbirinden bölen bir hat vardır.

 

            1974’de uluslararası hukuka uygun bir harekâtla adaya müdahale edildi. Neden müdahale edildi? Rumlar, Türkleri kitlesel olarak öldürmeye başladılar. Bu olayın arka planı 1963’e kadar geri gider. 1963’te Rumlar Megali İdea (Büyük Fikir)’larına dayanarak “Rumların, Yunanlıların büyük devlet kurmak yani Ege’yi ve Kıbrıs’ı alıp Büyük Yunan Devleti’ni kurmak” için Türkleri yavaş yavaş öldürmeye başladılar. Tarihteki soykırımlardan birisi de budur. 1963’te Yunanistan’daki askeri cuntadan aslında gizli gelen kimliklerle gelen askerler, Türkleri öldürmeye başladılar.

 

            Aslında dertleri ilk olarak Türkler değil, İngilizleri adadan atmaktı. Çünkü ada daha önce İngiliz sömürgesiydi ve bu çeteciler İngilizlerin politikasını yok etmek için İngilizleri özellikle de polisleri öldürmeye başladılar. İngilizler bu dönemde ilginç bir şey yaptı. İngilizler, kendi polisleri öldürülmeye başlanınca 1963’te Türkleri polis yapma stratejisini geliştirdiler. Kıbrıslı Türkleri polis yapmaya başladılar. Bu sefer çeteciler (özellikle aralarında önemli kişiler de vardı) Türk, İngiliz ayırmadan bütün polisleri öldürmeye başladılar. Bu yavaş yavaş Türkler arasında bir rahatsızlığa sebep olunca Türkler de karşılık vermeye başladılar.

 

            Olaylar büyüdü. 1974 yılında kitlesel olarak Türkler, sırf Türk oldukları için öldürülmeye başlanınca Türkiye uluslararası hukuktan doğan Garantörlük Hakkını kullanarak adaya, soydaşlarının öldürüldüğü gerekçesiyle müdahale etti. İşte bu yeşil hat Türklerin ilerlediği noktayı gösterir. Yani kuzeyi ve güneyi ayıran o hatta yeşil hat denir.

 

            Yeşil Hat, Lefkoşa’dan da geçer. Eskiden 2003’e kadar o hattı geçmek mümkün değildi. Ne bir Türk ne de Kuzey Kıbrıslı o hattı geçemezdi. 2003 yılında KKTC o hattın geçilmesine izin verdi.

 

            Lefkoşa ikiye bölünmüş tek kenttir bir kenttir. Bir tarafı Türk diğer tarafı Rum’dur. Kıbrıs bu anlamda çok ilginç bir yerdir. Çünkü dört tane ayrı milliyetçiliği aynı yerde görebileceğiniz ender ülkelerden, topraklardan birisidir.

            *          Rum milliyetçiliği, Güney’de yaşayan Rumların milliyetçiliği

            *          Kıbrıslı milliyetçiliği

            *          Türkiye Milliyetçiliği

            *          Yunanistan Milliyetçiliğini aynı anda görülür.

 

            Başka bir ilginçlik de, Rumlar ve Türklerin birbirine düşman olmasını tarihsel boyutunu çok net görülebilmesidir. Ama kültürel ayrışmaları da burada çok görülebilir. Bir Kıbrıslının Türkiye’yi sevmediğini çok rahat görebilirsiniz. Çünkü orası kendisine ait, kendi kültürüne ait bir yerdir. Dolayısıyla burada sizi istemez. Bir Türkiyeli, Kıbrıslı Türk için onların terimiyle söyleyecek olursak Gaco’dur ya da Garasakal’dır veya Fica’dır.

 

            Fica, Rumca bir kelimedir. Anlamı, denizde ayağınıza yosunlar takılır ya yapışır onlara fica denir. Türkleri öyle görüyorlar. Bu milliyetçiliğin tam da gerçek bir yüzüdür. Buna baktığımızda kendisini Türk olmaktan daha çok İngiliz’e yakın görüyor.

 

            Rum tarafına bakıldığında da, çok ilginç bir milliyetçilikle karşılaşılır. Rum milliyetçiliği, ada milliyetçiliği. Onlar da Yunanlıları sevmezler. Bu sınır dediğimiz kavramın yarattığı bir şeydir. Kendi ırkından bir kişiyi bile sınırlar. Bu kültürel bir ayrımdır. Diğeri ırksal bir ayırımdır. Milliyetçilik kökenleri açısından çok daha anlaşılabilir. Ama kültürel ayrım yapmak da mümkündür. O yüzden Kıbrıs’taki yeşil hat bunları özetler.

 

            Sınır, ayrım yaratır. Birilerini birilerinden ayırır. Birilerine Fransız dersiniz birilerine Türk dersiniz. Belki bize Türk demelerinin çok da anlamlı bir tarafı olurken bir Fransız, bir Alman ya da bir İtalyan arasındaki problemi anlamak çok da mümkün değildir. Çünkü hepsinin kökeni Avrupalı ve barbar kavimler sonucu oluşmuş bir yapılanmadır. Niye bir Alman’a Alman diyoruz? Aynı kökenden gelen başka devletler de var? Niye İsviçreliye Alman demiyoruz? Çok basit bir nedenden dolayı. 1789 Fransız Devrimi, ulus yaratmak istedi. Dolayısıyla yeni bir kavram yaratmak istedi. Ona da bu şekilde karşılık verdi.

 

            Fransızların kökenine baktığımızda orijinal Fransız’ı hiç bulamazsınız. Ama 1789 ulus devlet sürecinin başlamasıdır ve ulus devletlerin genişlemesiyle insanları ulus olarak görmüştür. Ulusu gerçekten yapay bir şey olarak görmek gerekir. Eğer ulusu gerçek bir kategori olarak görürsek çok yanılmış oluruz. Çünkü Alman dediğimiz, Fransız dediğimiz ulusların tarihi çok da eski değildir. Yaklaşık 200 yıllık tarihleri vardır. İtalyanlar daha önce İtalyanca bile konuşamazken, 1789’da sınırların belirginleşmesiyle birlikte ortak bir dil de oluşturulmuştur.

 

            Sınırların bir göstergesi de dil oluşturmalarıdır. Ulusal dil. O yüzden ulusal diller dışındaki diller, kolay kabul edilen diller değildir. Mutlaka bir devlette yaşıyorsanız o devletin ulusal dilini bilmekle yükümlüsünüzdür. Bütün sistem, hukuk sistemi, yaşam düzeyi ulusal dil üzerinden kurulur. Bir yere gittiğinizde burası resmi bir yerse, size o dille ya da başka bir ikinci ulusal dille yaklaşılır. Ama ulus devletin temel felsefesi tek bir dil yaratmaktır: Fransızca. Fransa’ya gittiğinizde nereden geldiğinizin önemi yoktur. Fransızca konuşmak zorundasınızdır. Resmi dairede İngilizce konuşursanız bir dirençle karşılarsınız. Aslında sınır dediğimiz kavram bunu da yaratmıştır.

            Sınır başka şeyler de yaratır. Sizi bazı kategorilere de sokar. Sınırlar sizi yurt dışına tatil amaçlı gittiğinizde turist olarak karşılar. Eğer iş için, istihdam için gitseydiniz göçmen olarak karşılar. Eğer bir yerden iç karışıklıktan şiddet olaylarından kaçıp özgürlük için başka bir ülkeye kaçtığınızda sizi mülteci olarak karşılar. Bunların hepsi aslında bizi belli kategorilere koyan şeylerdir. Hepsinin hukuki karşılığı çok farklıdır. Bir yere göçmen olarak gittiğinizde bazı haklarınız vardır. Ama hiçbiri vatandaşlık kavramına tam karşılık gelmez. Vatandaş ya da yurttaş değilsiniz. Siz artık bir ötekisiniz. Dolayısıyla sınır dediğimiz kavram sizi çeşitli kategorilere sokmaktadır. Bir turist kendi ülkesine döndüğünde hemen vatandaşlık korumasıyla karşılaşır. Bir göçmen kendi ülkesine döndüğünde yine bir vatandaş olarak bekler kimliği. Bir mülteci kendi ülkesine döndüğünde oranın yine yurttaşıdır, vatandaşıdır. Dolayısıyla gittiğiniz yerler sizin kimliğinizi de belirtir. Tabi bu gitmek bu kadar kolay değildir. Çünkü sınırlar bedenin hareket ettiği yerlerdir. Sınırlar da bedenle uğraşır. Bir ülkenin vatandaşı başka bir ülkeye giderken önce pasaportunu gösterir. Eğer ki göstermezse serbestçe geçemez.

 

            İngiltere’ye giderseniz, önce bir vize almanız gerekir. Sadece bu da yetmez. Gittim, pasaportumu verdim, İngilizce konuşmaya çalışıyorum. Eğer Türkiye gibi bir ülkeden gidiyorsanız size gösterecekleri muamele, diğer Avrupa ülkelerinden biraz daha farklıdır. İngiltere’nin kapılarına gittiğinizde European Citizen ve The Others yazar. Yani siz ötekisinizdir. Bir de Afrikalı giderse bir hastalık taşıyıp taşımadığına ilişkin bir karantinaya alırlar ya da potansiyel uyuşturucu tacirisinizdir. Dolayısıyla böyle bir ayrıma çok rahat tabii olursunuz. Birçok ülkede de benzer durumlar görürsünüz.

 

            Genellikle sınırlarda kötü muameleye maruz kalırsınız. Özellikle ABD’ye giderken son 17, 18 yıldır problem var. Eğer bir Müslümansanız potansiyel terörist olarak nitelendirilirsiniz. 11 Eylül 2001’den beri çok ciddi yaptırımlar uygulanmaktadır. Gidiyorsanız, özellikle de Müslüman bir ülkeden gidiyorsanız problem yaşayabilirsiniz. Dolayısıyla sınır dediğimiz şey aslında milliyetçiliğin de bir göstergesidir. Ulus devleti, sınır kavramında görebilmek mümkündür. Sınır kavramı milliyet yaratır. Dolayısıyla modern devletin önemli faktörlerinden biridir.

 

            Modern Devletle, Ulus Devletin Farkı:

 

            Modern devlet, teknik bir terim olarak kullanılmaya 1500’lerden sonra başlanmıştır. Bu tarihten sonra ortaya çıkmıştır. Çeşitli unsurlardan oluşur.

 

            Ulus devlet, modern devlet biçiminin içinde ortaya çıkan 1789’daki bir devlet modelidir. Yani ulus devleti görmek için, 1789 Fransız Devrimi’ne bakmak gerekir. Harita üzerinde düşünürsek, “her toprağı bir ulusa lanse eden devlet anlayışıdır.”

 

            Bu anlamda Afrika’ya bakıldığında, “acaba ulus devlet midir?” diye sorulabilir. Her modern devlet ulus devlet midir? sorusu sorulabilir. Her modern devlet ulus devlet şeklinde ortaya çıkmak zorunda değildir. Ama her ulus devlet modern devlettir. Ulus devlet, Modern devletin bütün unsurlarını taşır. Sınırları vardır, yurttaşları vardır, bürokrasisi vardır, şiddet tekeli vardır, egemenlik anlayışı vardır, yasal-ussal-meşruiyet anlayışı vardır. Bunların hepsi modern devletin özellikleridir. Bu özellikler, ulus devlette de görülür. Ulus devletin özelliği, bütün yapılanmasını ulus kavramı üzerinden kurmasıdır.

 

            Oy kullanmak da aslında bu anlamda önemlidir. Böylece insanlar (vatandaşlar) nasıl yönetileceğine karar verirler. Ulus devletin temel mantığında bu yer alır. Ulus kavramının niteliği değiştiği için ulus devlet niteliği ortadan kalkmadı. Kalksaydı eğer Türkiye’de şunlar söylenmezdi: Tek Devlet, Tek Millet. Aslında bir şeye referans veriyor: Bu cümleleri duyduğunuz anda ulus devlete referans veriyor.

 

            Bütün bunların temel mantığında coğrafi sınırlar yer alır. Ne zaman ki sınır kavramı ortaya çıktı, modern devletin ulus devlete de dönüşümü başlamış oldu. Bu dönüşümün,
200-300 yıllık bir geçmişi vardır. Bu sınır kavramının oluşması da bu şekilde ortaya çıkmıştır. Türkiye’de, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir 1923 ivmesi olduğunu söylemek yanlış olmaz.

 

*          Meşru Şiddet Tekeli: Marksistler buna zor tekeli de der. Meşru şiddet tekeli kavramını ilk olarak Max Weber kullanır. Polis, ordu meşru şiddet tekelini uygularlar. Meşru şiddet tekelini uygulayan kurumlar ise hapishaneler ve mahkemelerdir.

 

*          Egemenlik: En üstün buyurma gücüdür. Egemen de buyuran kişidir. Bu konudaki önemli düşünürler Bodin ve Machiavellidir.

 

*          Ülke: Toprak parçası, sınır.

 

Bu üç unsuru ayrıntılı olarak gördük. Bu unsurları daha tamamlayacağız. Bu hafta da “Bürokrasi” unsurunun üzerinde durulacaktır.

 

BÜROKRASİ

 

            Bürokrasi yeni bir kavram değildir. Yani, “Modern Öncesine” ait bir kavramdır. Modern Devletle ortaya çıkmamıştır.

 

            Fakültedeki, Öğrenci İşleri, bürokrasinin işleyen mekanizmasıdır. Bu sistem, daha yukarıda Rektörlük Öğrenci İşleri, YÖK vb. kurumlarla da irtibat haindedir. Bir Üniversitedeki Öğrenci İşleri, merkezi bir sistem üzerinden yönetilir.

 

            İdare Hukukçuları, Bürokrasi kavramına başka bir kavramla (İdari Teşkilat) karşılık verir. İdari Teşkilat, bürokrasinin hukuki karşılığıdır. Bürokrasinin kötü işlemesini de “kırtasiyecilik” kavramıyla açıklarlar. (Metin GÜNDAY)

 

            “Saat” bürokrasi için önemli bir simge, metafordur. Saat moderniteyi ve bürokrasiyi temsil eder.

 

            Bürokrasi ortaya çıktığında gerçekten işlemesi gerekir. Bir devletin makinesidir. Makinesi olmayan bir devletten bahsetmek mümkün değildir.

 

            Modern Devlet rasyonel-akılcı olma çabasındadır. Bürokrasinin rasyonel-akılcı olduğunu iddia eder. Modern devlet, modernite aracılığı ile bürokrasiyi rasyonel hale getirmiştir. Burada da Öznel Akıl (Araçsal Akıl) denilen yeni bir akıl anlayışı doğmuştur. Modern öncesi dönemde ise Nesnel Akıl hakimdir.

 

            Aydınlanma fikri öznel akıl üzerinden hareket etmiştir. Öznel Akıl, rasyonel olmayan (eski düzeni) yıkma çabasındadır. Soyut düşünceyi ön plana çıkarır. Nesnel Akıl ise somut dünya üzerinden tasavvurlarını ortaya koyar. Önceden mümin somut insanken şimdi yurttaş soyut bir insan; yani herkesi aynı potada eritti, özelliklerini ortadan kaldırdı. Öznel akıl ortaya çıkarak doğa ve kültürü yani insanı ve doğayı birbirinden ayırmıştır. Daha önce insanlar doğa ile uyumlu yaşarlarken modernite doğaya uyumlu yaşamak yerine doğaya hükmetmek planını ortaya çıkardı. Kültür diye bir kavram ortaya çıkarmıştır.



Aydınlanmacı anlayış araçlar ve amaçlar arasında bir fark gözetmiştir. Amaçlara ulaşmak için kullanılan araçların bizatihi kendisinin akli olduğu varsayımından hareket etmiştir.

 

Modern Devlet, ergin insan kavramını yaratmıştır. Ergin İnsan, kendi kararlarını kendisi verebilen, hukuk karşısında daha yetkili olan bir kişidir. Aydınlanma filozofları ergin insanı yaratmaya çalışmış, bürokrasiyi de öznel akıl üzerinde çalışan bir noktaya koymuşlardır. Bu durumda da, modern bürokrasi kavramından söz etmek gerekir. Modern Bürokrasi kavramından ilk olarak bahseden Max Weber’dir. Weber ideal bir tip yaratmak istemiştir.

 

            Modern öncesinde toplumlar doğa olaylarını; ya dine ya da mitsel bir temele dayandırmışlardır. Toplumda da yaygın olarak uygulanan büyü anlayışı, inanışı vardı.

 

            Modern öncesinde insanlar büyünün onlara zarar vereceklerine inanırlardı. Öznel akılda ise mitsel bir temele, dine yer yoktur. Bu konuda, Max Weber, “Modern dünya, eski dünyanın büyüsünü bozan akılcı bir dünyadır.” demiştir. Weber’in kurduğu bütün sistem, soyut düşünce ve rasyonellik üzerine kurulmuştur.

 

            Max Weber ne demişti? Eski düzen yıkılıp yeni bir düzen kuruldu. Eski dünyanın büyüsü bozuldu. Rasyonelleşme ortaya çıktı. Eski dünyada dinsel ve içsel bir dünya vardı. Büyü denilen, rasyonel olma rasyonel olmayan bir yaşam tarzı varken modern dünya bunu yıktı. Yani bunun büyüsünü bozdu. Bürokrasi denetlenebilir, öngörülebilir ve hesap edilebilir bir dünyanın yolunu açmış olduğu için, daha önce tehditler, tehlikeler içinde yaşayan ama doğayla bir bütün içinde yaşayan insanlar, bürokrasiyle birlikte artık tehlikelere maruz kalmayacaktı.

 

            Rasyonellik tanımlanacak olunursa, ölçülebilir, denetlenebilir bir dünya olduğu söylenebilir. Her şey hesap edilebilir. Öngörülebilir bir dünya aslında hukuk sisteminin temelidir. Öngörülebilir bir dünyada insanlar hesap edebiliyor. Tehlikeleri hesap edebilir, riskleri hesap edebilir hatta günümüzde çok da revaçta olan risk yönetimi alanları açılmaktadır.

            Oysa modern öncesi dünyada her şey hesap edilemezdi. Depremin ne zaman olacağını bilinemezdi, yıkıcı etkileri bilinemezdi. O yüzden ya tanrı vergisi ya da birilerinin yaptığı, insanın göremediği (ki bazı modern toplumlar bunları tanrıların yaptığı bir şey olarak görmektedir). Tek tanrılı inançlarda ise tanrının bir cezası olarak görülebilir. Rasyonel düşüncede buna yer yoktur. Max Weber “dünya değişti, artık denetlenebilir bir dünya haline geldi. Yani bürokrasi, örgütlenmeyle, teşkilatla rasyonel düşünce üzerinden kendisini bulmakla birlikte eski dünyayı yıkmış ve ortadan kaldırmış oldu” demeye çalışmaktadır.

 

            Peki insanlar nereye gitti? Bu büyük makinenin bir dişlisi oldular. Büyük bir makinede o örgütlenme için her bir birey bir dişli olmuştur. Günümüzde örgütlenme dışında yaşamak mümkün değildir. Yani insan bir devletin kurduğu büyük bir örgüt içinde yaşamak zorundadır. Bu örgütün dışına çıkılması durumunda, hukuken hiç tanınmayan bir insan haline gelinir. Devlet, “vatansız olma” imkânını tanır, ama “sen vatansız olursan hiçbir hukuki korumadan yararlandırmam, hiçbir sağlık olanağından yararlandırmam” der. Yani insan sivil bir ölü gibi olur. Dolayasıyla yaşamak neredeyse mümkün değildir. Max Weber buna başka bir terimle karşılık vererek, “bürokrasi büyük bir örgütlenme, rasyonel bir örgütlenme olarak oluşmakla birlikte bürokrasinin demir kafesine insanları hapsetmiştir” demiştir. Bu önemli bir tespitidir. Bürokrasi demir bir kafestir, insanlar onun içinde yaşayan bireylerdir. Bir araç gibiyiz.

 

            Tabi Max Weber’in bürokrasiden anladığı, hem kamu bürokrasisi hem de özel bürokrasidir.

            *          Kamu bürokrasisi deyince devlet olarak anlıyoruz.

            *          Diğer bürokratik araç yani büro dediğimiz şeyin siyaset bilimindeki karşılığı nedir? Devlet bir örgütlenme, devletin karşısında özel işletmeler de bir örgütlenmedir. Geçmişi 700-800 yıl olan bu büyük yapı Kapitalizmdir. Kapitalizm de bürokratik bir işletmedir. “Devlet bürokrasiyi sağlıyor, kapitalizm bunun neresinde?” biçiminde düşünmemek gerekir. Kapitalizm de kendi bürokrasisini, hizmet bürokrasisini oluşturan bir yapılanmadır. O zaman bürokrasiyi biraz toparlarsak, idare hukuku tarafında söylenen olumsuz tarafı kırtasiyeciliktir bürokrasi. Bir örgütlenme olduğu için hukuk da bunu sağladığı için bir teşkilattır.

            Dolayısıyla, hem kırtasiyeciliktir, hem teşkilattır ama aynı zamanda bir tekniktir.

 

            Teknik de önemli bir kavramdır. Teknik denilince ne anlamak gerekir? Tekniği eş anlamlı olarak, makineleşme ile ifade etmek mümkün müdür? Makineleşme aslında tekniği ifade eden bir tabir ama bunu Sanayi Devrimi Makineleşmesi olarak algılamamak gerekir. Çünkü teknik de, bürokrasi gibi çok eski bir kavramdır.

 

            Teknik, aslında tekerlek gibi insanlığın ilk aşamalarına ait bir olgudur. İlk teknik aslında avcılık-toplayıcılık da ortaya çıkmıştır. İnsanlar silahı bulmuşlar ve beslenmek için kullanmışlardır.

 

            Teknik, Antik Yunan’da nasıl uygulanmıştır? Antik Yunanlıların, o dönemde doğululara ilişkin bir düşüncesi vardır. Doğuluları mistik dünyayla karşılaştırmışlardır. Onlara göre, Antik Yunan akılcı, doğu da mistik (tekniğin olmadığı, büyüye dayalı) bir dünyadır. Özellikle de yakın doğuyu böyle anlamışlardır. Oysa bu düşünce çok doğru değildir. Doğu mistik düşüncede önemli bir akıma sahip olmakla birlikte, ilk teknik yakın doğuda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, Antik Yunanlıların sandığı kadar da mistik bir dünya içinde değildir.

            Ama Yunanlılar tekniği çok önemsemeyen bir uygarlıktır. Çünkü Antik Yunan’da, soyut düşünce, akıl ön plandadır.

 

            O zaman bu soyut düşünceden biraz daha pratik dünyaya geçecek Roma uygarlığını beklemek gerekir. Roma, Yunan’dan çok ayrı olarak daha pratik dünyaya ilişkindir. Roma Hukuku da öyledir ve pratik sorunları çözmeye yönelik bir hukuk sistemi oluşturmuştur. Romalılar, Yunanlıların aksine somut bir dünya kurmuşlardır. Hatta yaşadıkları kentler bile biraz daha somuttur. Roma ve diğer eski Roma kentlerinin hepsinde geometrik bir yapı vardır. “Her yol Roma’ya çıkar” sözü de budur. Her şey pratiktir. Kaybolmak imkânsızdır.

            Pratik dünyada kaybolmak kötü bir şeydir. Roma da büyük bir kent olduğu için her şeyi geometrik olarak hesaplanmıştır. Romalılar bu konuda tekniği kullanmışlardır. Örneğin, o dönemde yapılan su kanallarına bakıldığında, insanların hâlâ bu yöntemi çok aşamadıkları görülür. Dolayısıyla tekniğin gelişmesinde Roma önemlidir. Hukuk sistemi de bu şekilde oluşmuştur.

 

            16ncı ve 18nci YY’da işler biraz daha değişmiştir. Neden? Çünkü matbaa ve pusula da teknik bir şeydir aslında. Bu dönemde, teknik çok ivme kazanmıştır denilemez. Matbaa, pusula ve barut gibi birkaç buluştan bahsedilebilir. Bunların hepsi aslında tekniktir.

 

            18nci YY ve sonrasına kadar Teknik yavaş yavaş hız kaybetmiştir denilebilir ama ne zamana kadar? Özellikle 1800’lerde sanayileşme hareketi başlamıştır. Buhar makineleri ve fabrikalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Makineleşme çok belirgin bir hayat sistemi anlamına geliyor. Dolayısıyla tekniğin, geçmişten geleceğe bir serüvendir. Bazen ivme kaybeden bazen ivme kazanan, kültürel hayatta farklı türlü algılanan bir şey oluyor. Tekniğin bürokrasi açısından önemi nedir? Bürokrasinin de işleyeceği mekanizma tekniktir.

            Özellikle Napoleon kanunlarında teknik net olarak görülür. Napoleon her şeyi düzenlemek, somutlaştırmak ister. O yüzden Napolyon Kanunları kazuistiktir. Her şeyin ayrıntısına girerek belirgin, öngörülebilir bir şey haline getirmeye çalışmıştır.

 

            Teknik bu şekilde gelişmişken bürokrasi nasıl gelişmiştir? Onun tarihine de bakmak gerekir. Çünkü bürokrasi yeni bir kavram değildir. Yeniyi ifade etmek için modern terimi kullanılır. Modern öncesi bürokrasiden Çin ve Mısır uygarlıklardan bahsederek başlamak gerekir. Çin ve Mısır bürokratik anlamda neyi ifade ediyor?

            *          Çinlilerin, Türklere karşı yaptığı Çin Seddi, Türk akınlarını durduramamıştır. Çin Seddi, bürokrasinin önemli araçlarından birisidir. Aslında yaptığı şey tamamen bir hiyerarşi yaratıp kendisini korumaya çalışmaktır.

            *          Mısır piramitleri de bu anlamda örnek verilebilir. Mısır piramitlerini inşa edebilmek için çok iyi bir bürokrasiye sahip olmak gerekir. Mısır piramitlerinde çalışan kölelerin hepsi bir hiyerarşiye bağlıdır ve büyük bir bürokratik mekanizma oluşturulmuştur.

            Ancak acaba modern bürokrasiden ne farkı var? Şöyle düşünelim, piramitleri oluştururken de Çin Seddi’ni oluştururken de bürokrasi olmadan yapılamaz dedik. Bu yapıların inşasında memurların çalıştırılması gerekir. Bu durumda, memur kavramının, Çin’de ve Mısır’da bilindiği ortaya çıkar. Ancak bir farkla.

 

            Modern dünyada, bir  kişi nasıl memur olabilir, ne gerekir memur olabilmek için? Belli yaş kriteri, sınav (ülkemizde KPSS). Bu sınava girilmeli ve sınavdan da iyi bir puan alınmalıdır. İyi bir puan aldıktan sonra yaş ölçütlerine bakılır. Belli suçların işlememiş olması gerekir. Memur olarak çalışabilmek için disiplin hukukuna tabi olunur. Bunların hepsi Devlet Memurları Kanunu’nda yer almaktadır. Liyakat da bu şekilde yazılıdır. Yani yükselmek için ne yapılması gerektiği, nasıl bir kademe atlanacağı hepsi açık bir şekilde kanunda yazılıdır. Bunu da insanlar yapmıştır.

 

            Çin’deki veya Mısır’daki durum nasıldır? Acaba böyle kanunlar var mıdır? Yoksa Mısır’da Ramses’e ya da Çin’de imparatora ya da yakınsanız, akrabasıysanız sizi memur yapabiliyor muydu? Antik Mısır ve Çin’e baktığımızda memurluğun rasyonel kurallara ya da liyakat hükmüne bağlı yapılmadığını, kim iktidara yakınsa ona memurluğun verildiğini, hatta memurluğun satılabilir bir şey olduğu görülür. Günümüzde memurluk satılamaz ama Antik Mısır ve Çin’de memurluk satılabiliyordu. Kim memur olurdu? Kim iktidara yakınsa, akrabaları ise o olurdu. Dolayısıyla rasyonel kurallar üzerinden işlemeyen bir sistem vardı.

            Oysa modern devlet; rasyonel, hukuk üzerinden yeni bir dünya oluşturacak, bu konuların hepsini ayrıntılı kurallara bağlayacağını ya da bağladığını iddia etmiştir. Hepsi bir rasyonel sistem üzerinden oluşur. Dolayısıyla modern bürokrasiyle modern öncesi bürokrasi arasında denetlenebilir, öngörülebilir, rasyonel kurallarla oluşmuş bir sistem olduğunu söyleyebiliriz.

 

            Modern bürokrasi, yaşam tarzını da değiştirmiştir. Yaşam tarzını nasıl oluşturdu? Binlerde yıldır devam eden Feodal bir sistem vardı. Modern devlet bu feodal bir düzeni ortadan kaldırmış ve fabrika düzeni oluşturmuştur. Feodal sistem toprağa bağlı bir sistemken, fabrikalaşma denen bir sistem, buhar makinesi ve sanayileşme üzerinden yeni bir sistem oluşturuldu.

 

            İnsanlar daha çok kırda, köylerde yaşarken modern bürokrasiyle birlikte fabrikaların çoğalması ve iş gücüne ihtiyaç olduğundan kırdan kente göç yaşanmıştır. Böylece, yeni kentlerin oluşmuş, yeni iş gücü ortaya çıkmış, kurumların büyümüş, yeni kurumların meydana gelmiş (hapishaneden okullara kadar her şeyi dahil edebiliriz) ve bunların hepsi bürokratik bir aygıtın dişlileri olmaya başlamıştır.

 

            İdare ortaya çıkmıştır. İdare Hukuku 18-19ncu YY’da ortaya çıkan bir hukuk dalıdır. Çünkü İdari teşkilatın tarihi de biraz öyledir. Yeni bir hukuk sistemi de ortaya çıkmış oldu. Modern öncesi dönemde yasal bir otorite üzerinden olmayan dünya modern dünyayla birlikte yasal bir otorite üzerinden yeni bir dünyaya yelken açmış oldu. Tabi sendikalar, siyasi partiler de bu dönemde ortaya çıkmıştır

 

            İdare aslında basit bir bilgi üzerinden, (verimli olmak, etkin olmak) çalışmak istiyordu. Yani bütün hayata nüfuz edebilmek üzerinden çalışmak istiyordu. Bürokrasinin temel amaçlarından birisi bütün hayata nüfuz edebilmek, her şeyi örgütleyebilmektir. Bürokrasi, aileyi, bireyi, okulu, hapishaneleri, hukuku örgütler. Yaşama dair her şeyi örgütlemek ister.

 

            Modern bürokrasinin yayılmasına da etki eden, Örneğin ekonominin değişmesi, gibi bazı faktörler vardır. Ekonominin nasıl değiştiğine bakılacak olursa, daha önce mübadeleye dayalı (aynî) bir ekonomi vardı, ekonomi günümüzde paraya dayalıdır. Özellikle 18 ve 19ncu YY paraya dayalı bir ekonomi üzerinden gider. Kentler ilk ortaya çıktığında parayla bir alışveriş yoktu. Para çok eski olmasına rağmen, daha çok değiş-tokuş üzerine kurulu bir sistem vardı. Günümüzde, modern demokrasiyle birlikte para ekonomisi de ortaya çıkmıştır.

 

            Memurlar her ayın 15’inde maaş alıyorlar. Modern öncesinde memurlar maaş almazdı. Onun yerine karşılığında ayni bir edim (mesela belli bir miktar çuval bulgur gibi). Oysa günümüzde memurlara ödeme parayla yapılmaktadır. Eskiden memurluk satılabilmekteyken, şimdi memurlukta satma gibi bir şey yoktur. Bunun içinde kurallar var, memurluktan çıkmak için de Eskiden, feodal dönemde memurluk satılabiliyordu Şimdi satılması mümkün değil.

 

            Bürokrasiyle birlikte İdari görevler de çoğalmıştır. Memurluk eskiden istisnai bir durumken şimdi genel bir durum haline geldi. Ülkelere bakıldığında memur oranları yüksektir. İdari işler çoğaldığı için onlara sorumluluk yüklemek amacıyla memur istihdam edilmeye başlanmıştır. Memurların sorumluluğuyla memur olmayanların özel sektörlerdeki kişilerin sorumluluğu arasında fark vardır. Dolayısıyla bir kişi memur olmakla birlikte sorumluluk altına da girmektedir. Dolayısıyla denetlemeye tâbidir.

 

            Özellikle idari yapının çoğalmasıyla birlikte hiyerarşi kavramı da ortaya çıkmıştır. Üst asta emir verebilir hale gelmiştir. Çünkü hiyerarşinin olmadığı yerde, her kafadan bir ses çıkar. Üst, ast gibi hiyerarşi oluşturulmazsa işler yürümez. Fakülteden örnek verilirse, en tepede dekan, onu altında dekan yardımcıları, aşağıda anabilim dalı başkanları, bir de anabilim dalı üyeleri ve araştırma görevlileri yer alır. Dekan rektöre bağlıdır. Rektör de, YÖK’e bağlıdır. Hepsi bir hiyerarşi içinde yer almaktadır. Emirler uygulanmazsa, her kafadan bir ses çıkarsa bürokrasi çarkı dönmez, dişliler sekteye uğrar, kırılır ve bürokrasi ortadan kalkar. O yüzden modern bürokrasi hiyerarşiyi net kurallara bağlı oluşturmuştur. Üstün astın emirlerine uymama gibi bir durumu yoktur.

 

            Hiyerarşiye verilebilecek en güzel örnek ordudur. Siz albaysınız. Altında yarbay var. Yarbaya emir verdiğinizde uymama gibi bir şansı var mı? Yarbay, üsteğmen hepsi bu tür emirlere uymak zorundadır. Bir koşul hariç emirlere uymak zorunludur. “Kanunsuz emir verilemez”. İdari teşkilatta ast, üstün emirlerine uymak zorundadır ve hiyerarşiye aykırı davranamaz. Tek istisnası vardır. Kanunsuz emir verilirse emre uymaz. “Birisini öldür” diye emir verildiğinde ya da hukuka, kanunlara aykırı bir emir verilirse yapmak zorunda değildir. Ama diğer her türlü emri yapmak zorundadır. Bir koşul var yazılı olarak isteyebilir. İlginçtir, modern öncesi bürokraside yazılılık unsuru yoktu. Belki de modern bürokrasinin getirdiği en önemli özelliklerden birisi yazılılık koşulu getirmesidir.

            Neyi kastediyoruz? Bütün kanunlar yazılı mı, yani biz bütün kanunları ezbere değil yazılı olarak öğreniyoruz. Resmi Gazetede yazılıdır. Bütün genelgeler, önergeler yazılıdır. Bütün emirler de neredeyse yazılıdır. Astın, yazılı bir emre, uymama gibi bir şansı yoktur. Bürokrasi, kendisini yazılı olarak var etme noktasına getirmiş ve yazılılıkla birlikte Mutlak İtaati de istemiştir. Hiyerarşinin de yazılılığı önemli özelliklerinden birisi mutlak itaat istemesidir. Yani itiraz etme imkânı yoktur. İtiraz edilirse, yaptırıma tabi olunur. hakkınızda disiplin hükümleri uygulanır. Dolayısıyla memuriyetten çıkarılmaya kadar gidebilir.

 

            Bürokrasi, teknik üstünlüğü ortaya çıkarmıştır. Daha önce var olan gayrişahsiliği aslında ortadan kaldırmıştır. Memurun nasıl hareket edeceğini kurallara tabi hale getirilmiştir. Mesai saati (08.30-17.30) uygulaması getirilmiştir. Saat burada önemlidir. Mesela burada bir öğretim üyesinin fakülteye giriş saati 08.30’dur, çıkış saati 17.30’tur. Özellikle üniversiteler dışında memurluk yapıyorsanız mesai saatine uymak zorundasınız. O mesai saatine uymadığınızda bir yaptırımla karşılaşırsınız. Teknik bir kural getirdi.

 

            Yazılılık ilkesi Dosyalama kavramını ortaya çıkarmıştır. Arşivleme, fişleme dediğimiz şey. Her memurun bir dosyası olur ve her memur yapığı işi o dosyalara arşivlemek zorundadır. Arşiv zorunluluğu ortaya çıkar. Aslında, bürokrasi yüz yüze ilişkileri sevmez. Türkiye bu konuda bir istisnadır. Çükü Türkiye’de bir resmi daireye gidildiğinde, genellikle yüz yüze bir ilişkiye muhatap olunur ki bürokrasi bunu kesinlikle dışlar. Memurun ne yapacağı bellidir. Sizinle muhatap olmaz. İngiltere bu konuda çok sert kurallar uygular. On ikiyi bir geçe bir memurun odasına girin oda da bile olsa asla sizinle ilgilenmez. Avrupa birçok ülkede, Almanya’da da böyledir. İtalyanları, İspanyolları bir kenara bırakalım. Onlar Türkiye gibidir. Mesela burada gidip ya beş dakika var işimi hallet deseniz memur bu işi yapabilir. Ama Avrupa’daki mekanizma bu şekilde işlemez. Bu da bürokrasinin önemli ilkelerinden birisidir. Yüz yüze ilişkiyi muhatap kılmıyor. Mesela mesai saatlerine uymayı zorunlu hale getiriyor. Gidip, birisiyle tartışamazsınız. Avrupa’da bu mekanizma çok iyi işler. Dolayısıyla yüz yüze ilişkilerde memurlarla bir muhataplığınız kalmaz. Bürokrasi insan unsurunu böylece dışlamış olur.

            Günümüzde elektronik ortama geçilmesiyle birlikte zaten her şey e-devlet üzerinden hareket eder. Dolayısıyla bürokrasiyi çok daha fazla hissedersiniz.

 

            Bürokrasi bu teorik çerçevesi dışında acaba uygulamaya sokan tarihsel örnekler var mıdır? Bürokrasiyi böyle anlatırken olumlu taraflarına çok fazla vurgu yaptık. Acaba bürokrasi bu hiyerarşi içinde mekanizma içinde tarihsel açıdan olumsuz örneklerde yaratmış mıdır?

 

            Örneğin Holocaust, bürokrasinin tam da demir kafesine insanları almış bir yapılanmadır. Holocaust aslında yakmak demektir. Bu kelime, Yahudi soykırımı için teknik bir terim olarak kullanılır ve “yakarak yok etmek, zarar vermek” anlamına gelir. Bürokrasinin en iyi işlediği Hitler dönemindeki mekanizmadır. Çünkü Hitler, bürokrasinin bütün nimetlerinden yararlanmıştır. Nazilerin, SS Subayları gelen emirleri, kanunsuz emir uygulanmak zorunda değil ama Hitler döneminde asla böyle bir şey olmamıştır. Yukarıdan verilen emir uygulanmıştır. Hiçbir SS Subayı da “bu emir veriliyor ama bu insanları acaba ölüme mi götürüyor, yok olmasına mı sebep oluyor” diye hiyerarşiyi sorgulamak gibi bir duruma düşmemiştir. Verilen bütün emirleri harfi harfine uygulamışlardır.

            Daha sonra Nürnberg Yargılamalarında kendilerine “siz bu kanunsuz emirleri niye uyguladınız” diye sorulduğunda, “ben hiyerarşik olarak bana verilen emirleri uyguladım. Benim bunları sormak ya da eleştirmek gibi bir hakkım yoktur” demişlerdir.

            Tabi ki hepsi tek tek Yahudileri öldürmemiştir. Birileri trenlere koymuştur, birileri kamplara götürmüştür, birileri kamplarda odalara koymuştur, birileri gaz odalarına götürmüştür, birileri gaz odalarında gaz veren düğmeye basmıştır.

 

Hitler DÖNEMİNDE BÜROKRASİ NASIL UYGULANMIŞTIR?





HOLOCAUST

 

            Holocaust, Yahudi soykırımı için kullanılan özel bir ifadedir. Soykırım veya jenosit terimleri yerine Holocaust teriminin kullanılmasının, bu iki terimle olan farklılığı nedeniyle bir anlamı vardır. Holocaust kelime anlamıyla “bütün olarak ateşte yakmak” olsa da bu kelime özellikle Yahudiler için kullanılmıştır. Örneğin tarihsel olarak ilk soykırımlardan birisi olmasına rağmen Çerkez soykırımdan gündeme geldiğinde holocaust gibi bir terim kullanılmaz. Yahudi soykırımı özel bir terimdir. Holocaust diyerek de uzatılmak istenmez. Holocaust’un özelliği Almanya’da yaşayan Yahudilerin öldürülmesidir. Bazı kaynaklara göre bir milyon kimi kaynaklara göre altı milyon Yahudi’nin yok edildiği bir gerçektir. Tabi bunu Avrupa yaşadıktan sonra çok ünlü bir siyaset bilimci ve edebiyatçı Thedor Adorno “Artık Avrupa’da şiir yazılamaz.” demiştir. Bu cümleyi sarf etmesinin nedeni, bu kadar büyük bir soykırımla hesaplaşmanın Avrupa için çok kolay olmamasıdır.

 

            Holocaust, sadece öldürme fiilleri olarak düşünülemez. Bu kadar basit bir işlem değildir. 1933-1944 arasında bir milyon insan kamplarda tutulmuştur. Kamp önemlidir. Çünkü günümüzde bile varlığını koruyan bir sistemdir. Örneğin, BM’nin mülteciler için kullandığı kamplar. Türkiye ve Avrupa’nın birçok yerinde görülmektedir. İnsanlar oraya tıkılıp, orada yaşamaya zorunlu bırakılır. Bu kamplar, genellikle şehir dışındadır ve kamplarda yaşayanların şehir içine girmeleri çok mümkün değildir. İnsanlar,  kamplar içinde hayatlarını devam ettirmek zorundadırlar. Aynısı 1933’ten sonra Almanya’da da olmuştur. Nazi Almanya’sının en ünlü kampı, Auschwitz (Auschwitz-Birkenau) adlı, Polonya’da kurulmuş bir kamptır.

 

            İnsanlar, bir gecede trenlere doldurulup, “sizi çalışmaya gönderiyoruz” denilerek bu tür kamplara gönderilmiştir. Gerçekten de insanlar, bu kamplarda ilk başta çalıştırılmışlardır. Hatta kampın girişinde “çalışmak özgür kılar (Arbeit Macht Frei!)” yazar. Bu kamplarda insanlar çalışmaya başlamıştır ama Nazilerin gerçek planı onları çalıştırmak değildi. Nazilerin temel mantığı, Yahudileri, çingeneleri ve sakat Almanları, başka ulustan olan herkesi yok etmektir. Nazilerin amacı, ari (saf) ırk yaratmaktır. Eğer bu kötü ırklar yok sakatlar yok edilirse, ari bir ırk oluşturulur, mantığıyla hareket edilmiştir.

 

            Günümüzde de, saf ırktan bahsedildiği görülür ve böyle düşünenlere de ırkçı denir. Acaba saf ırkçılıkla mı yaptı bunu yoksa başka planları var mıydı? Acaba Avrupa’nın ortasında 1930’larda niye böyle bir soykırım ortaya çıktı? Bu düşüncenin sebebi;

            *          Yahudilerin tarihsel kökenlerine mi ilişkin,

            *          Veya Almanların geç modernleşmesi mi,

            * Ya da modernitenin bizatihi barbar olmasından mı kaynaklanıyor? Yahudilerin zaten tarih boyunca,  hem dinsel hem de ırksal olarak sevilmediklerinden mi yoksa Almanya’nın modernleşmesi çok iyi gelişmediği için mi?

 

            Bu konuda;

 

            *          Bazı yazarlar, “Almanya geç modernleştiği için modern devletin unsurlarını ve rasyonel düşüncesini ortaya çıkaramadığı için…” demektedir. Yani henüz zaman vardı, o yüzden geç modernleşen Almanya Yahudileri ortadan kaldırdı. Bir iç düşman yaratarak ortadan kaldırdı.

            *          Bazıları ise “Yahudiler zaten tarihsel olarak kimsenin sevmediği bir ırk ve din mensuplarıdır.”

 

            Yahudiler neden sevilmiyorlar? Tarihte, Babil Sürgünü (ilk Yahudi Sürgünü) diye bir olay vardır. Yahudiler Kenan ilinden kovulur. Tarihte baktığınızda Hristiyanlık açısından Yahudiler çok sevilen bir ırk olmasının, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesine neden olmalarına bağlandığı görülmektedir. Aslında Hz. İsa’da bir Yahudi’dir. Yahudiler Hz. İsa’nın ölmesine neden oluşlardır. Çünkü, Roma İmparatorluğu Hz. İsa’yı affetmiş, buna rağmen Yahudiler Hz. İsa’nın öldürülmesinde ısrar etmişler ve çarmıha gererek öldürmüşlerdir. Hristiyanlığın Yahudiliğe karşı düşmanlığının temelinde de bu olay vardır.

 

            Yahudiler bu sürgünlerin ve Hristiyan düşmanlığının da etkisiyle, her zaman sıcak parayı (nakit ve altın) ellerinde bulundururlar. Dolayısıyla da ekonomik olarak çok zengin bir ırk olmuşlardır. 1nci Dünya Savaşından sonra, 1930’larda, Almanya’nın ekonomik durumu da çok kötüdür. Nazi Partisi lideri Adolf Hitler,“Ekonomimizin kötü olmasının nedeni sıcak parayı elinde tutan Yahudiler. Dolayısıyla biz Yahudileri ortadan kaldırır ve mallarına da el koyarsak böylece Almanya’nın ekonomik durumunu da düzeltmiş oluruz.” demiştir.

 

            Ama bazıları “bunların hepsi birer faktör olmakla birlikte modernitenin kökeninde barbarlık vardır. Yani çok büyük bir şiddeti tekelinde topladığı için her an bu şiddeti topluma yayar. Dolayısıyla modernitenin kuramında bile eksiklik vardır,” diyerek itiraz etmişlerdir.

 

            Sonuçta bütün faktörler bir araya gelmiş ve Holocaust denilen aslında bizzat modernitenin sunduğu imkânlar üzerinden ortaya çıkan büyük bir soykırım ortaya çıkmıştır. Çünkü modernitenin özellikle de bürokrasinin imkânları sunmadığı bir durumda ne dünya savaşları ne de Holocaust gibi soykırım ortaya çıkardı.

 

            Tabii ki, Avrupa bu sonuçla hesaplaşmak istedi ve bunun anti-demokratik hareketlerin ürünü olduğunu ileri sürdü, ta ki 1990’lara, Avrupa’nın ortasında başka bir soykırım daha ortaya çıkıncaya kadar.

 

            Bu bakımdan, Avrupa’da Holocaust önemli ama tek olmayan bir soykırım örneğidir. Bazı yazarlar, “Holocaust, Bosna Hersek ve benzerlerini daha çok görmek mümkündür. Çünkü modernite sanıldığı kadar iyi bir sistem ortaya koymamıştır.” demektedir.

 

            Modernitenin ortaya koymaya çalıştığı şey aslında toplumu şekillendirmek ya da toplumu yeniden inşa etmektir. Avrupa, modern öncesi dönemde başka bir toplum yapısı içinde yaşıyordu. Dinin, irrasyonelitenin ve kralların egemen olduğu bir dünyayı yok edip yeni bir düzen, yeni bir toplum anlayışı ortaya çıkmıştı. Yani toplumu yeniden inşa etmek istemişti. Bu düşüncenin amacı, daha iyi bir toplum, tanrıdan bağımsız, dinden bağını koparmış rasyonel bir toplum yapısı ortaya koymaktı. İnsanların özgür olduğu, bütün hukuk kurallarını öngörebildiği, yarın başına ne gelebileceğini bilen bir toplum inşa etmek istedi. Aslında bir toplum mühendisliği ortaya çıkarmak istedi. Hitler de benzer bir düşünceyi ileri sürmüştür.

 

            Dönemin Almanya’sını şöyle düşünebiliriz, Hitler diye birisi 1933’te iktidara geliyor, Kendisinin Nasyonel Sosyalist olduğunu düşünüyor ve bunu da söylüyor. Bütün söylemleri de bunun üzerinedir. Aslında işçilere çok önem veriyor. Sosyalist bir toplum kurmak istiyor ama bu toplumu evrensel olarak değil bir ülkede gerçekleşeceği için nasyonel olacağına inanıyor. Bunu da Almanların gerçekleştireceğine inanıyor.

 

            Hitler’in toplumu inşa etmesi gerekiyor. Bu inşada, toplumu, Güllerden oluşan bir bahçe bir bahçe olarak düşünelim. Eğer güllerden oluşan bir bahçe yaratmak isteniyor ve sağlıklı olarak devam etmesi isteniyorsa, biraz emek sarf etmek gerekir. Bu bahçede gülleri yetiştirmek fakat göze hoş gelmeyen hiçbir şey (kötü ot vs.) olması isteniyorsa, bira emek gereklidir. Ayrıksı otların bitmemesi gerekir, eğer ayrıksı otlar biterse güller hastalanabilir ve yok olabilirler. Aynı zamanda bahçenin de görüntüsü çok kötü olur.

 

            Almanya’yı da böyle inşa etmek düşünülürse, ilk önce kimden rahatsız olunuyorsa, onu tespit etmeye çalışılırdı. Saf Alman ırkı oluşturmak isteniyor ve hiç sevilmeyen, ekonomide çok güçlü ve tarihsel olarak da (Hristiyanlık bakımından) hoşlanılmayan, başka bir dinin üyeleri tasfiye edilirdi. Bunlar da büyük bir oranda Yahudilerdir.

 

            Ama bununla yetinilemez ve ayrıksı otlar dışında daha kötü otlar ya da gül dışında kötü çiçekler de olabilir. Bu kapsama da sürekli olarak gezen ve toprağa bağlı bir hayat tarzı olmayan Çingeneler girmektedir. Hitler’e göre de, Çingeneler hiçbir işe de yaramamaktadır.

 

            Bunun dışında saf, ari bir ırk, güzel Almanlardan oluşan bir ırk, uzun boylu, sarışın olan bir ırk yaratılmak isteniyorsa, sakat ve yönetime engel olan Almanların da yok edilmesi gereklidir.

 

            Sonuçta, saf ırk güzel bir ırk oluşturmak için, ayrıksı otları ve kötü çiçekler bahçeden sökülüp atılmalıdır. Bunun için de;

            *          Ya ilaç kullanılır ama o zaman güller zarar görebilir,

            *          Ya da bahçe ve çiçekler bir bahçıvanın eline verilir. Bahçıvan biraz uğraşarak yavaş yavaş onları söker ve temizler, arındır.

 

            Hitler genellikle ikinci yolu tercih etmiştir. Bahçıvan Devlet kavramı da buradan ortaya çıkmıştır. Toplumu bir peyzaj mimarı gibi yöneten, öteki olan her şeyi saf olmak adına yıkan bahçeci bir devlet.

 

            Hatta bazıları diyor ki, modern devletin mantığında bahçeci olmak, bir peyzaj mimarı gibi çalışmak mantığı vardır. Dolayısıyla modern devlet zaten büyük bir peyzaj mimarıdır. Bütün ayrıksı otları ortadan kaldırır. Tarihsel gerçeklikler de bunu bize ispatlar. Ama modernite sadece buna da indirgenemez.

 

            O zaman Hitler’in ne yapması gerekiyordu? İlk önce bahaneler bulması gerekiyordu. Hristiyanlık, Hz. İsa’nın öldürülmesi iyi bir bahanedir. Ekonomi, çok önemli bahaneydi ki bütün toplumlarda en çok işe ekonomi yarardı. Eğer ekonomiye birilerinin zarar verdiğini söylüyorsanız ve bunu kitlesel olarak halka iletiyorsanız, halk buna çok kolay ikna olur. İkna olduğu zaman sizin bütün politikalarınızı destekler. Yani meşru olur.

 

            Nazi Almanyası döneminde yapılan bütün bu faaliyetler, hepsi hukuka uygun ve meşru olarak kabul edilmiştir. Meşru ve yasal bir durumdur. Yasalarla yapılmıştır. Ancak şöyle de düşünülmesin. Bir gün kafasına estiği gibi herkesi toplayıp götürmüştür. Yasa çıkarılmıştır. Kanun Hükmünde Kararnameler çıkarılmıştır o dönemde. Bütün Yahudiler, çingeneler tasfiye edilmiştir.

 

            Ama tabii ki çıkan bu yasalar ve KHK’larda şu yazmaz: “Bütün Yahudiler öldürülecektir” biçiminde bir cümle bulunamaz. Ancak, “hepsi çalışma kamplarına götürülecektir” cümlesi çok rahat bulunabilir. Öyle de yapılmıştır. İnsanlar trenlere bindirilmiş, kadın, çocuk, genç yaşlı denmeden çalışma kamplarına götürülmüştür. Herkese tek tip elbise giydirilmiş ve çalıştırılmaya başlamıştır. Bu insanların çoğu da, zaten ağır çalışma koşullarından dolayı hayatını kaybetmiştir.

            Tabii ki Hitler bununla yetinemez. Her kamp devlete bir yük getirmektedir. Orada çalıştırılan subaylar, görevli askerler, yapılan masraf (çünkü bu insanlara bir öğün de olsa yemek verilmek zorunluluktur. Onlara bazı imkânlar sağlanması gerekmektedir).

 

            Auschwitz bu yüzden çok önemli bir kamptır. Büyük barakalarda insanlar toplu halde yaşamaya zorlanmıştır. Bu kamplarda itiraz eden insanlar da olur. İtiraz etmenin sonucu idamdır. Çünkü bu kişilerin hepsi de Alman vatandaşı olduğundan, vatan hainliği ile suçlanmıştır. Diğer taraftan da “idam etmek” savaş koşullarında pek de karlı değildir. Bunun için kurşun harcanır, bu arada da başka devletlerle savaş devam etmektedir.

 

            Bu yüzden kurşun harcamak yerine acaba başka bir şey bulunabilir mi? İşte tam bu noktada bürokrasi devreye girer. Tabii ki bir şeyler bulunabilir. Teknik bir yardıma ihtiyacınız vardır. Nasıl bir teknik bulmak lazım? Bahçıvanın bahçeyi düzenlemesi için, çok fazla masraflı olmayan bir teknik bulmak gerekir. Bu kişiler, başka ülkelere sürgün edilebilir, göçe zorlanabilir veya daha kolay bir yöntem kullanılabilir. Çünkü göç ve sürgün de zor bir iştir.

 

            Bu yöntem için bilim insanlarına danışılabilir. O dönemde Almanya’da çok gelişmiş bir bilimsel araştırma vardır. Hatta şunu bile söyleyebiliriz: Bugünkü tıbbın kullandığı teknikler 1933-1944 Almanya’sında geliştirilmiştir ve hâlen kullanılan tekniklerin de kökenidir.

 

            Hitler’in, Joseph Mengele adlı ünlü bir doktoru (diğer adıyla Ölüm Meleği) vardır. O doktor, birçok araştırma yapmıştır. Örneğin, cüceleri araştırmıştır. Cücelerin neden cüce olarak doğduklarını, niye insanların siyah doğduklarını, niye siyahilerin kafatasının farklı olduğunu araştırmıştır. Tabii ki çok acı veren deneyler yapmıştır. Yahudiler üzerinde de çok fazla deney yapılmıştır. O çok eski tarihlerde tıbbın kullandığı yöntemlere benzer yöntemlerle insanların kafatasları ölçülmüştür. Bu yöntem tıpta hâlâ işe yarayan bir metottur. Çünkü birçok hastalığın kökenine böylece inilebilmektedir. Mengele de bunu uygulayan doktorlardan birisidir. Sadece Mengele değil birçok doktor vardır. Genetik araştırmaların kökeninde de Nazi Almanya’sını buluruz.

 

            Acaba saf ırkı nasıl oluştururuz diye araştırma yapmışlar mıydı? Bir söylentiye göre Hitler kendisine benzeyen insanlar yaratmak için genetik araştırmalar yapmak amacıyla doktorlara bayağı imkân sağlamıştır. Sonsuz imkân, sonsuz denek. Altı ya da bir milyon insan bunların karşısında denek ve bunları istedikleri gibi kullanabilirler. Başlarına ne gelecekleri hiç umurlarında değil.

 

            Bu arada, sadece tıp doktorları değil aynı zamanda kimyagerler de bazı deneyler yapmıştır. Acaba insanlar en çabuk ve karşı koymadan öldürmek üzere Zyklon B adlı kimyasal gaz bulunmuştur. Bu gaz verildiği anda on saniye içinde kimse hayatta kalmaz. Dolayısıyla kamplarda gaz odaları inşa edilmiş ve insanlar “banyoya yıkanmaya gidiyorsunuz” şeklinde ikna edilerek gaz odalarına koyulmuş ve milyonlarca Yahudi böylece yok edilmiştir.

 

            Ancak yok etmek de masraflı bir iştir ve bürokrasi masrafı çok sevmez. Bürokrasinin önemli bir ilkesi, Etkinlik ve Verimliliktir. Etkin ve verimli bir sistem nasıl bulunabilir?
Öldürülenlerin yok edilmesi için, gömme bir yöntemdir ama bu yöntem de kamplarda çok koku yaratır ve masraflıdır. Kendilerine gömdürülemeyeceğine göre askerler gömecek, ama askerlerin işi gücü masraflıdır. Bu durumda, başka bir yöntem bulunmuş ve küçük fabrikalar kurularak, insanları oraya atılmış ve yakılarak yok edilmişlerdir. İnsanların yakılması sonucunda meydana gelen yağ artığı da sabuna dönüştürülmüş ve diğer Yahudilere dağıtılmıştır.

 

            Bütün bunları Hitler’in subayları yapmıştır. Nazilerin SS dedikleri aslında polis de denilebilecek, ordunun içinde yer alan, Hitler’in de çok da sevdiği özel bir birliktir. SS Subayları bu işleri bilinçli olarak mı yapmışlardı? Bir kısmı tabii ki farkında olarak yapmışlardır. O düğmeye basıldığında, Yahudilerin öleceğini biliyorlardı. Belki trenlere koyanlar çok farkında değildi. Nereye gittiklerini çok bilmiyorlardı.

 

            2nci Dünya Savaşının sona ermesini müteakip, Nürnberg’de yapılan Nazi Yargılamaları sırasında bu soru da sorulmuştur. Hatta bu yargılamalar sonucunda da, soykırım suçu denilen bir suç da kabul edilmiştir. Hatta günümüzde yaygın olarak kullanılan bir sözleşme vardır. Buradan hareketle, aslında Nazilerin bu işleri yaptığı dönemde soykırım suçundan bahsedilemez.

 

            Bu pratik hukukçulara yeni metin oluşturma imkânı vermiştir. Ama 1990’lara geldiğimizde bu sözleşmenin hiçbir hukuki, gerçek değerinin olmadığı görülmüştür.
SS Subayları bu dönemde yargılanırken özellikle kendilerinin hiç bu konuları bilmediğini, kişileri tanımadıklarını, o düğmeye basarken ne olduğunu/olacağını bilmediklerini, insanları o trenlere bindirirken nereye gittiklerinden haberlerinin olmadığını, sadece bir görevi ifa ettiklerini söylemişlerdir. Kısaca soykırımı kabul eden bir Nazi Subayına rastlanılmamıştır.

 

            Öyleyse Hitler ve Nazi yöneticileri bunu nasıl başarmıştır? Bu işin icrasında hiyerarşi çok etkili olmuştur. Büyük ve iyi işleyen bir bürokratik mekanizma olmadan bunu yapmak neredeyse imkansızdır. Hiyerarşi olmadan emirler verip, bu kadar kişiyi soykırıma dahil etmek imkansızdır. SS Subayları verilen emirleri yaparlarken birçok Yahudi’yi de görmemişlerdir.

 

            Faaliyet Gayrişahsi İlişkiler üzerinden kurulmuştur. SS Subaylarının bir kısmı mühür basmış, bir kısmı da zorla trene bindirmiştir. Dolayısıyla hepsi aslında kendine verilen görevi ifa etmiştir. Bu kamplarda görev alan askerler evlerine gittiklerinde eşleriyle ve çocuklarıyla gayet normal ilişkiler içinde yaşamışlardır. Yani bunları canavar olarak görmek neredeyse imkânsızdır. Bunu sağlayan mekanizma da bürokrasidir.

 

            Modern devlet bürokrasiyi kurarken rasyonel kurallar (Yazılılık İlkesi, Gayrişahsilik İlkesi, Hiyerarşi ve Mutlak İtaat) üzerinden hareket etmiştir. Peki bunları öngörebildi mi? İşte bürokrasiyi kurarken modern devlet bunların hiç birini öngörememişti. Ama gizli bir tehlikeyi hep barındırdı. Bürokrasi bu şekilde büyük, devasa bir makine olarak görülürse, çok da rahat yasalar çıkarılır. Çünkü bürokrasi denilen makine tamamen hukuk üzerinden işler. Hukuk olmadan bürokrasi asla işlemez. Bunların hepsi kurallara bağlıdır.

 

            O dönemde de Naziler, kendilerini Hukuk Devleti olarak ileri sürmüştür. Yaptıklarını da savunmuşlardır. Bugün Almanya’ya gidilip bu konu hatırlatıldığında, Almanlar bundan çok mutlu olmazlar. Çünkü Almanya’da 1945’ten beri ve günümüzde de geçmişle hesaplaşmak kavramı tartışılmaktadır.

 

            Şöyle düşünmeyelim. O dönemde SS Subayları belki buna dahil oldu ama çok büyük oranda değildi. Almanlar da kendilerini (asker olmayan, sivil) suçlu görürler. Hatta Katolik Kilisesi de kendisini suçlu görür ve günah çıkardıklarını da görülür. Bunun sebebi için şöyle düşünemeyiz: “Nazi döneminde herkes Hitler’i çok seviyordu”. Buna karşı olarak, Hitler’e yönelik 7-8 başarısız suikast girişiminde bulunulmuştur. Bu girişimlerden birisi neredeyse başaralı da olacaktı.



            Yani Hitler’in subaylarında da kendisine yönelik bir tepki vardı ve “Hitler’i ortadan kaldıralım çünkü Almanya’yı felakete götürüyor” biçiminde düşünüyorlardı. Sadece Yahudileri yok ettiği için değil belki hiç de umurlarında değildi. Ama Almanya’yı büyük bir savaşın eşiğine getiren de Hitler’dir. Dolayısıyla onu öldürmek için ciddi bir muhalefet vardı. Ancak Hitler hepsini ya idam ettirmişti ya da bu kişiler yurtdışına kaçmışlardı.

 

            O zaman ne oldu? Almanlar buna fiilen katılmadıysa ne yapmış olabilirler? Susmuşlardır. Karşı çıkmayıp susmuşlardır. O dönemde Katolik Kilisesi de susmuştur ve Hitler milyonlarca Yahudiyi ve diğer insanları öldürürken Katolik Kilisesi’nden en ufak bir açıklama yoktur. Sıradan Almanlardan da bir açıklama duyulmamıştır.

 

            Sessiz kalmak kötülüğe ortak olmaktır. Almanlar bunu çok iyi bildikleri için şu anda geçmişleriyle hesaplaşmaktadırlar. Hatta buna ilişkin birçok hukuk metni de oluşturmuşlardır. Bu gün Almanya’da, “Yahudi soykırımı yani Holocaust olmadı” demek çok ciddi bir suçtur. Bunun karşılığı ceza hukuku anlamına net bir şekilde vardır. Avrupa’da Almanya’da geçmişle bu şekilde hesaplaşmıştır ama Hitler’i buna yönelten sebep, modern devletin unsurlarından başkası değildir. Bürokrasiyi bir araç olarak kullanmışlardır. Ama bir şey daha vardır: Meşruiyeti kullanmıştır. Ne demek Meşruiyet?

 

Yasal-Ussal Meşruiyet

 

            Yasal-Ussal Meşruiyet için, akılcı da denilebilir, rasyonel de denilebilir. Ne demektir yasal-ussal meşruiyet? Ancak önce şunu belirtmek gerekir ki meşruiyet nedir? Bürokrasinin işlemesi için mutlaka hukuka ihtiyaç vardır. Burada sözü edilen tabii ki Modern Bürokrasidir.

            Hukuk anlaşılanın da tespit edilmesi gerekir. Çünkü hukuk, modern devletin bir algısıdır. Modern öncesinde hukuk yok muydu? Devletsiz toplumlarda hukuk yok muydu gibi sorular çok doğru değildir. Nerede toplum varsa orada hukuk vardır. Ama hukuk modern devletin özel bir aracıdır. Çünkü devlete bağlı hukuk terimi ilk defa modern devlette çıkmıştır.

 

            Devletsiz toplumlar gibi toplumlarda da hukuk vardır. Bazen din kaynaklı, bazen doğa kaynaklı, bazen toplumsal ilişkiler kaynaklı hukuk var ama modern devletin kastettiği hukuk bu hukuk değildir. O zaman modern devletin kastettiği hukuk ne olabilir? Bu çok zor bir sorudur. Çünkü hukukun ne olduğunu bilmek çok kolay değildir. (Kitap önerisi: Cemal Bali AKAL, Hukuk Nedir?) Ama modern hukuku basitçe tanımlamak gerekirse; modern devlette hukuk ne işe yarar? Antisosyal davranışları düzenler mi? Antisosyal davranış nedir?

 

            Ceza Hukukunun konusu aslında tamamen bunu içerir. Ceza hukuku denilen hukuk dalı antisosyal davranışları baskı altına alan ve onları bir sıra içinde öğreten hukuk dalıdır. Ne suçu ne de cezayı, ceza hukukundan öğreniriz. Suç aslında antisosyal davranıştır. Normalin dışına çıkmaktır. Normal bir insan; suç işlemez, kimseyi öldürmez, hırsızlık yapmaz, kimseye hakaret etmez. Ama gerçek dünyaya bakıldığında da suç işlemeyen bir birey yoktur. Demek ki suç, ceza kanunları ve başka kanunlarla antisosyal davranışlar olarak algılanmakta ve bunlar baskı altına alınmaktadır.

 

            Hukuk bunun dışında diğer alanları da düzenlemektedir. Mallar üzerinde bir denetim yapar, mülkiyet üzerinde de bir hakkı var. Mülkiyet üzerinde bazı faaliyetler üzerinde bulunuyor.

            İdare anlamında insanları örgütler. Bütün insanlar, bir örgüt içinde yaşamaktadır. Bu örgüte İdari Teşkilat denmektedir. Bütün sistem idari teşkilat üzerinden işlemektedir. Hukuk, aynı zamanda insanları programlar ve öngörülebilirliği de sağlar. Yasalar, genelgeler, yönergeler çıkarılır ve bize hangi konularda nasıl davranmamız gerektiğini bildirir.

 

            Hukuk, her zaman suç ve ceza üzerinden hareket etmez, ama davranış komutlarımızı da belirler. Bütün bunların hepsi (bütünü) hukukudur.

            Modern hukukun özelliği, kaynakları tanrıya ya da irrasyonel düşünceye dayandırmaması ve Rasyonel Düşünceye dayandırmasıdır. Yani biz hukuk kurallarına baktığımızda, teşkilata baktığımızda, mülkiyete baktığımızda, ceza kanununa baktığımızda tanrı ya da dine ilişkin bir kavram göremeyiz. Diyanet İşleri Başkanlığını da idari teşkilat içinde algılarız. Dolayısıyla her şey rasyonel kurallar üzerinden kuruludur.

 

            Modern dünyada, sadece bu yeterli midir? Yani hukuk kuralları var ve bunlara biz uyuyoruz. Neden uyuyoruz? Neye inanıyoruz da uyuyoruz? Meşru olduğuna inanıyoruz.

 

                        İnsanlar meşruiyete inanır. Tarihsel olarak da çeşitli şekillerde inanç gösterir. Yani inanarak boyun eğeriz. İnanmasak sadece yasa bizi ikna edemez. Yani bir yasa var, inanıyorum o yasaya, diyorum ki meşru. Benim iyiliğimi sağlıyor, benim güvenliğimi sağlıyor, benim mülkiyetimi koruyor. İdari teşkilat var ki ben nereye gideceğimi, nasıl başvuracağımı, nasıl işlemler yapacağımı biliyorum. Dolayısıyla buna inanıyorum. İnanıyorsak ve rıza gösteriyorsak, o zaman otoritenin meşru olduğuna kanaat getiriyoruz demektir.

 

            Modern devlette mutlaka bir otorite vardır. Bu mevcut yasalar ve anayasalar üzerinden oluşur. Ama bir devlet bununla yetinemez. Hiçbir otorite ve iktidar da sadece baskıyla ömür boyu devam edemez. Devamlılığını inanç sağlamakla sürdürür. Bu inanç, doğru bir inanç olmayabilir. Siz birisine inanırsınız, onun söyledikleri bir başkası için tamamen yalan olabilir, doğru olmayabilir, gerçek olmayabilir ama siz ona kitlesel olarak inanıyorsanız artık meşru bir otoriteden, meşru bir iktidardan bahsedilir. Üç kişinin, beş kişinin, %49’un inanıp inanmaması önemli değildir. Seçim adı verilen bir mekanizma kurulmuşsa, bunların hepsi yasaldır ve o seçimler sonucu bir hükümet oluşturuluyorsa, o hükümet artık meşru bir hükümettir. İstenildiği kadar başka bir yakıştırma yapılsın.

 

            Ama tarihsel olarak bunu biraz çözmek gerekir. Bu nedenle de, meşru otorite tiplerine bakılmalıdır. Bu konuda üç tipten bahsedilir. Bu tasnifi yapan Max Weber’in teorisi, neredeyse günümüze kadar gelmiştir. Çok da itiraz kabul eden bir teori olmasa da Max Weber otoriteyi üçe bölmüştür;

            *          Geleneksel Otorite,

            *          Karizmatik Otorite,

            *          Yasal-Ussal Otorite (yani Meşruiyet)

 

            Geleneksel Otorite denildiğinde anlaşılması gereken, eskiden getirilen geleneklere uygun davranan otoritedir. Yani yaşanılan toplumda, bir otorite vardır. Bu otorite neye meşruiyet ararken geleneklere bakarak, “bizim geleneğimizde bu vardır” demektedir. Dolayısıyla yüzyıllardır gelen gelenekleri toplum içinde yaşatarak otoritesini meşrulaştırıyor. Buna tipik örnek olarak İngiltere verilebilir. İngiltere, modern bir devlet olmakla birlikte, belli gelenekleri de olan bir devlettir. İngilizler o gelenekleri binlerce yıldır devam ettirmektedir. Mesela, Avam Kamarasının, Lordlar Kamarasının nasıl açılacağını o gelenekler belirler. Kraliçe mutlaka atların çektiği kupa arabasına binerek her yıl halkı selamlar. Kraliçe sembolik olmakla birlikte, bir gelenek ürünüdür. Hatta hukuk sistemine bakıldığında geleneklerin (common law) yasalaştığını da, rasyonel bir temele ulaştığını da görülür. Bu çerçevede tarihsel olarak günümüzde geleneksel otoriteden, meşruiyetin yer almadığını söylenebilir mi? Belki birçok devlette yer almıyor ama modern devlet içinde bile geleneksel otorite yer alıyor.

 

            Karizmatik Otoriteye bakılacak olursa, karizmatik otorite, o ülkede yaşayan insanların, belli özellikler dolayısıyla kendisine gösterdiği ilgiyle meşruiyet kazanmış kişidir. Karizmatik otorite genellikle bu tip kişileri ifade eder. Bu anlamda Hitler inanılmaz karizmatik otoriteyi temsil eden bir şahsiyeti bir figürdür. Çünkü çok etkili konuşur mesela. Dolayısıyla “herkesin karizmatik otoriteye sahip olur” mantığı da yanlıştır. Karizmatik otorite belli niteliklere sahip kişilerin olduğu otorite şeklidir. Dolayısıyla bir kişide figür haline gelir. Hitler dönemi bu anlamda önemlidir. Ari ırkı oluşturmaya çalışan bir komutandan bahsedelim. Sarışın, uzun boylu bir ırk oluşturmak istiyor ama kendisine baktığımızda boyu 1.70’i zor geçiyor, siyah saçlı ve ilginç bıyıkları var. Ama dikkat edilirse, bütün insanların sarışın olduğu bir yerde, siyah saçlı, kısa boylu birisi, biraz daha karizmatik olabilir. Hitler ayrıca çok iyi de bir hatiptir. Karizmatik otoriteye sahip olanların genel özellikleri, çok iyi hitap etmeleridir. Hitler’in bir özelliği var, Nürnberg de yargılandı Nazi subayları gibi. Nürnberg’in de bir özelliği vardır. Hitler balkon konuşmalarını Nürnberg’de yapmıştır. Bu yüzden Nürnberg Yargılamaları sembolik bir işleve sahiptir. Hitler Nürnberg’de balkona çıkıp, binlerce, milyonlarca kişiye çok ateşli konuşmalar yapar ve asla yazılı bir metinden konuşmaz. Alman dilin de, cümlelerini de kötü kullandığı görülemez. Dolayısıyla Hitler, kitleleri bu şekilde harekete geçirir, onu dinleyen herkes etkilenir.

 

            Mussolini de, faşizmin babalarından birisidir ve O da çok etkili konuşur. Etkili hitabetin günümüzde geçerli olmadığını düşünmek yanlıştır. Modern devlette, karizmatik otorite hâlâ geçerlidir.

 

            Türkiye’den de verilecek örnek ATATÜRK’tür. ATATÜRK de çok iyi bir hatiptir. 1920’lerden sonra çok iyi giyindiğini görebilirsiniz. Onun gibi giyinen bir lider bulmak Türkiye’de ve Dünya’da bulmak çok mümkün değildir. Özel olarak tasarlanmış elbiseleri vardır. Halk önüne çıktığında çok ateşli konuşmalar yapar. Atatürk, emparyalist güçlere karşı Türkiye’nin bağımsızlığını kazandırmış, kurucu devlet başkanıdır ve dolayısıyla karizmatik bir otoritedir.

 

            Yasal-Ussal Meşruiyet; meşru olmak için hukuku, yasaları kullanmak gerekir. Yani çıkıp, “bu kanunu çıkardım. Benim söylediğim kanundur” asla denilemez. Yasal-ussal meşruiyet mutlaka hukuku devreye sokar, bunu da rasyonel kurallar üzerinden ortaya çıkarmaya çalışır. Çünkü buna bir güven telkin etmiş olursunuz. Ben öngörülebilir hukuk kurallarını, okuyabildiğim, anlayabildiğim hukuk kurallarını gördüğümde kendimi güvende hissederim. Bu da aslında rasyonel olarak oluşturulmuşsa size güven temini gösterir.

 

            Yani otorite bir işlem yaparken sadece gelenekleri kullanamaz, sadece karizmasından yararlanamaz. Bunun yanında rasyonel hukuk kurallarını da mutlaka yanında/beraberinde taşımak zorundadır. O zaman, modern devletin, gelenekler biraz dışarıda bırakılırsa, karizmatik ve yasal-ussal otorite üzerinden kurulduğu söylenebilir.

 

            Ancak, modern devlet, ne geleneksel otoriteyi ne karizmatik otoriteyi ön plana çıkarmıştır. Ortaya çıkardığı yasal-ussal otorite ve meşruiyettir. Ama gerçeklerin öyle olmadığını bütün ülkeler açısından görürüz.

 

            Modern devlet derken, ülkelere ve zamana göre değişiklik gösterse de, büyük bir serüvenden, neredeyse 500-600 yıllık devlet serüveninden bahsedilmektedir. O yüzden modern devleti anlarken;

            *          Şiddet tekelini,

            *          Sınırları, toprağı,

            *          Egemenliği ve,

            *          Tanrı kaynaklı (tanrısal) olmayan rasyonel egemenliği unutmamak gerekir. Bunların yanına yasal-ussal meşruiyeti ve bürokrasiyi de mutlaka eklemek gerekir.

 

            Eksik kalan bir husus vardır. Bütün bunlar; modern devletin unsurlarıdır. Aynı zamanda ulus-devletin de unsurlarıdır. Ulus-devlet döneminde ortaya çıkan bir unsur daha var: Yurttaş.

 

            Eğer bir devletin yurttaşı yoksa zaten devlet olarak kabul edilmez. Modern devletin yurttaşı da bunlar arasında çok farklı yere sahiptir. Hatırlanacak olursa, Antik Yunan’da da, Roma’da da yurttaş kavramından bahsedilmişti, oysa modern devletin yurttaş anlayışı daha farklıdır. Çünkü modern öncesi yurttaşlarla modern devletin yurttaşları arasında bir fark olmalıdır. Bunu tespit etmemiz için de özellikle 1789’a kadar gitmek gerekir. Çünkü 1789’da hukuki yurttaşlığın ortaya çıkması bu döneme kadar geri gider. Millet, halk nedir, bunlar gerçek mi, yoksa yaratılmış kavramlar mıdır?

 

En son değiştirme: Cumartesi, 29 Aralık 2018, 10:45 ÖÖ