Demokrasi, Sendikacılık, Siyaset
Demokratikleşme Süreci ve İşçi Hareketi
Alpaslan IŞIKLI
Demokratikleşme ile işçi hareketi arasındaki ilişki iki yönlüdür. Bir yandan işçi hareketinin varlık kazanabilmesinin teme koşulunun demokratikleşme olduğunu söylemek ne kadar doğru ise, diğer yandan, demokratikleşmenin gerçeklik kazanabilmesinin geniş ölçüde işçi hareketinin oluşumuna ve etkinliğine bağlı olduğunu söylemek de aynı ölçüde doğrudur.
İşçi hareketinin demokratikleşmeyle yakın bağlantısını çeşitli toplumların tarihsel süreç içinde geçirdikleri evrime bakarak gözlemlemek mümkündür. İşçi hareketinin sendikal ve siyasal alanda örgütlü bir güç olarak ilk defa tarih sahnesine çıktığı ülke olan İngiltere’nin, aynı zamanda 1215’te Magna Carta’nın ilanına kadar dayanan köklü bir demokratikleşme geleneğine sahip bir ülke olması, bu bağlantının belirgin bir örneğini teşkil eder. Günümüzde de işçi hareketinin etkinlik ve saygınlık kazandığı bazı Batı toplumlarında, demokratik düzenin de aynı ölçüde güçlü bir temele oturmuş olduğu söylenebilir.
Batı toplumlarında demokrasi doğrultusunda atılan adımların ve esas olarak demokrasinin doğuşunun gerisinde işçi hareketinin ve işçi hareketine dayalı siyasal mücadelelerin yattığı açıkça gözlemlenebilecek bir gerçektir. Bu durumla bağlantılı bir başka gerçek de şudur: Batı toplumlarında demokrasi, kapitalizmin doğuşunun kaçınılmaz ve doğal sonucu olarak veya kendiliğinden ortaya çıkan bir uzantısı olarak doğmamıştır. Demokrasi, kapitalist gelişmenin ürünü olan işçi sınıfına dayalı toplumsal ve siyasal hareketlerin, kapitalizme rağmen ve kapitalizmin bünyesinde mevcut temel eğilimlerle çelişen kazanımlarının bir ifadesi olarak doğmuştur.
Gene İngiltere örneğine dönerek bu durumu biraz daha yakından incelemeye çalışacak olursak hem demokratikleşme, hem de işçi hareketinin doğuşu bakımından bu ülkenin tarihinde önemli bir yer tutan çartist(chartist) hareketle karşılaşırız. İngiltere’de, 19.yüzyılın son yarısında varlığını göstermiş olan çartizm, her ne kadar bünyesinde küçük esnaf ve zanaatkarları da barındıran bir hareket olmakla birlikte, geniş kitle tabanı bakımından ve esas olarak bir işçi hareketi niteliğiyle tarih sahnesindeki yerini almıştır. Çartistler, zamanla sendikal örgütler bünyesinde varlığını sürdürecek olan örgütlü işçi hareketinin ilk ve önem ilk ve önemli bir örneğini teşkil etmişlerdir. Ancak, çartist hareket, seşme-seçilme hakkının tüm yurttaşları kapsayacak bir yaygınlık kazanması yolundaki temel mücadelesiyle, demokrasinin, yıkılmakta olan aristokrasinin ve yeni doğmakta olan burjuvazinin malı olmaktan çıkarak gerçek niteliğine kavuşması doğrultusunda önemli bir tarihsel gelişmeye de öncülük etmişlerdir.
İşçi hareketinin, demokrasinin doğuşuna sağladığı katkıyı ve iki oluşum arasındaki derin ilişkiyi Fransa’da yaşanan tarihsel evrim boyunca da gözlemlemek mümkündür. Bilindiği gibi, 1789 Fransız devriminin, bugünkü çağdaş demokrasiye yön veren bazı temel kurumların ve kavramların ilk defa ortaya çıkışı yönünde sağladığı katkı, geniş ölçüde radikal burjuvazinin temsilcilerinin eseri olarak gerçekleşmiştir. Bununla birlikte, bu dönemde, devrim hareketinin gerek oluşumunda ve gerekse yönlenmesinde, yeni doğmakta olan ve geniş ölçüde Babeuf’ün şahsında temsil olunan işçi hareketinin devrimci yönelimlerinin payını da göz ardı etmemek gerekir. Öte yandan, 1789 devriminin kazanımlarının, ardından gelen restorasyan dalgasıyla uzunca bir süre için ortadan kaldırılabilmiş olmasının da. , esas olarak güçlü ve kararlı bir işçi hareketinin desteğinden yoksun bulunmasının sonucu olduğunu da unutmamak gerekir.
Fransa’da demokrasinin daha sonraki yeniden doğuş aşamalarında işçi hareketinin oynadığı rol, çok daha belirgin olmuştur. Fransa’da demokratikleşme açısından önem taşıyan başlıca dönüm noktalarından bir diğerini oluşturan 1848 devriminde, işçi hareketinin katkılarını çok daha açık bir biçimde gözlemleyebiliriz. 1848’de krallığın devrilmesi ve cumhuriyetin yeniden ilanı ile sonuçlanan devrim hareketinin ortaya çıkardığı anayasa, bir yandan, seçme- seçilme hakkını tüm yurttaşlar için genel ve eşit olarak güvence altına alarak; diğer yandan, bugünkü çağdaş sosyal devlet anlayışının dayandığı bazı temel ilkeleri ilk defa hükme bağlayarak, yalnızca Fransa bakımından değil, evrensel ölçekte büyük önem taşıyan bir gelişme olarak gerçekleşmiştir. Gerek bu anayasanın, gerekse bu anayasayı ortaya çıkaran devrim hareketinin gerisinde yatan belirleyici unsur, Louis Blanc’ın öncülük ettiği Fransız işçi hareketi olmuştur.
Günümüzde de bütünüyle Batı toplumları bakımından, demokrasinin geliştirilmesi ve tartışılmaz bir değer olarak korunması yolundaki en önde gelen güvencenin, işçi hareketi veya ona dayanan siyasal örgütlenmeler olduğunda kuşku yoktur.
Konuya Türkiye’de demokrasinin doğuş ve gelişimi süreci açısından baktığımızda ise, geçmişti ve –bu konuda meydana gelmiş olan bazı önemli değişikliklere rağmen- günümüzde, toplumun demokratikleşmesi sürecinin önemli dönüm noktalarında belirleyici bir unsur olarak işçi hareketinin itici gücünden söz etmek mümkün görünmemektedir. Bir bakıma, bu durum, demokrasinin, demokratik kitle temelinden yoksun bir biçimde ve esas olarak tepeden gelen ve yüzeyde kalan bir doğuş ve gelişim göstermiş olmasıyla bağlantılı olarak değerlendirilebilir.
Ülkemizde demokrasinin, doğuş ve gelişim evreleri bakımından, Batıda gözlemlenenden farklı bir seyir izlemiş olması da gene sanayileşmenin ve işçi sınıfı birikimin gecikmiş olmasıyla ve demokrasinin, özellikle ilk gelişim evreleri bakımından işçi hareketinin belirgin bir varlık ve etkinlik kazanmadığı dönemlerin bir ürünü olmasıyla açıklanabilir. Bu nedenle, Türkiye’de demokrasi, Batıda gözlemlenen durumdan farklı olarak, genel nüfus içinde ağırlığı artan ve giderek örgütlü bir güç haline gelen işçi kitlelerinin mücadeleleri sonucunda doğmamıştır; belki de bu yüzden hâlâ yeterince doğmuş değildir demek daha doğrudur.
Türkiye’de demokratikleşme yolunda atılan ilk adımlar, halk yığınlarıyla yaygın ve yoğun bağlantılar kurma olanağından yoksun ve fakat Batıda elde edilen kazanımların ilhamıyla hareket eden asker-sivil aydın kadroların eseri olmuştur. Bu durum, ilk demokratikleşme çabalarına öncülük etmiş bulunan “Genç Türkler”in ve İttihat ve Terakki Partisinin yapısında ve faaliyetlerinin niteliğinde açıkça görülebilir.
1876’da gerçekleşen ve ömrü çok kısa süren 1. Meşrutiyet denemesi, örgütlü kitle desteğinden yoksun, sınırlı genişlikteki aydın kadroların gerçekleştirdiği bir hareket olarak, ülkemizdeki demokratikleşme çabalarının başlangıcını oluşturmuştur.
1908’de, 2.Meşrutiyetin ilan edildiği yıllarda, henüz yeni doğmakta olan bir işçi sınıfından söz edilebilir. Bu dönemde, ayrıca, işçi hareketinin demokratikleşme sürecine katkı niteliği taşıyan bazı eylemlerine de tanık olunabilir. Nitekim, 1908’de birbirini izleyen grevler “yalnızca tahammülsüz iş şartlarının bir tepkisi olarak değil, Manastır’da başlayan meşrutiyetçi hareketi tamamlayan tezahürler” olarak belirmekte ve işçi sınıfı saray istibdatının yıkılmasında rol oynayan amillerden birisi olarak görülmektedir.[4] Bununla birlikte, işçi sınıfının siyasal rejimin karakterinin belirlenmesi konusundaki önemsizliği kısa sürede ortaya çıkmış; bizatihi İttihat ve Terakki hükümetinin, yabancı sermaye çevrelerinin etkileriyle, grev hakkını dolaylı yolla fiilen işlevsiz kılıcı düzenlemeler içeren Tatil-i Eşgal yasasını yürürlüğe koyması ve yeni oluşmakta olan sendikacılığı ağır baskı altında tutması, 2.Meşrutiyet iktidarının gerçek yüzü olarak kendisini göstermiştir.
Kurtuluş Savaşımızın, yalnızca bağımsızlık açısından değil, aynı zamanda demokratikleşme açısından da çok önemli bir adım oluşturduğunda kuşku yoktur. Kurtuluş Savaşı yıllarında çoğunluğu yabancılara ait olan işletmelerde işçi hareketinin yürüttüğü grev ve benzeri türde eylemlerin, yabancı işverenler ve dolayısıyla saldırgan devletler açısından doğurduğu sonuçların, Türkiye’nin bağımsızlık ve dolayısıyla demokratikleşme mücadelesi açısından da kayda değer bir anlamı ve önemi vardır.[5] Keza , savaşa mühimmat ve cephane sağlama yolunda, İmalat-ı Harbiye işçilerinin gösterdikleri fedakârlıklar da bu yolda değerlendirilebilir. Ancak, işçi hareketinin zayıflığı bu dönemde de kendisini göstermektedir. Cumhuriyetin niteliklerinin belirlenmesinde işçi hareketinin katkıları son derece belirsiz kalmıştır. İzmir İktisat Kongresinde grev ve benzeri bazı haklar konusunda kabil edilen bazı kararlara rağmen, işçi ve sendikacılık hareketinin 1925’ten itibaren uzun süren bir sessizliğe itilmesi yolundaki gidiş, önemli hiçbir engelle karşılaşmamıştır.
2.Dünya Savaşı sonrası dönemde, özellikle 30’lu yıllarda gerçekleştirilmiş bulunan planlı sanayileşme hamlelerinin ürünü olarak işçi sayısında belli bir artış gözlemlenmektedir. Dolayısıyla, bu dönemde, çok partili demokratik hayata geçilmesinde ve Cemiyetler Kanununda yapılan değişiklikle sendika özgürlüğünün tanınmasında, işçi kesiminden yükselen taleplerin belli bazı etkilerinin bulunduğu söylenebilir.
Sınıf Mücadelesi Geleneği
Batı işçi hareketinin belirgin bir sınıf mücadelesi geleneği üzerinde temellendiği; buna karşılık, Türkiye’de işçi hareketinin geçmişinde, Batıda 19.yüzyılı boydan boya kaplayan oluşumlara benzer türde mücadeleli bir gelişim sürecinin bulunmayışı, çeşitli vesilelerle üzerinde durulmuş bulunan bir farklılık teşkil eder.
1963’te sendika özgürlüğü ve grev hakkı ile ilgili yasaları Meclise sunarken, zamanın Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’in yaptığı konuşmasında yer alan aşağıdaki sözler bu açıdan anlamlıdır:
“Batı demokrasilerinin hemen hepsinde bu kanunla Türk işçisine tanımak üzere bulunduğumuz haklar, ancak uzun ve kanlı mücadeleler sonunda elde edilmiştir.(...) Şu birkaç gün içinde bu hakları, bu tür mücadelelere gerek kalmaksızın Türk işçisine tanımak suretiyle toplum ve tarihe büyük bir hizmette bulunacağımız şüphesizdir. Batı ülkelerinde tatbikat önden, kanunlar arkadan gelmiştir. Bizde önce kanun gelecek, tatbikat arkadan gelecektir.”[7]
Kuşkusuz, ülkemizin yakın geçmişinde özellikle de 1961 Anayasası ile ve daha sonraki yasal düzenlemelerle elde edilen ve uzunca bir süre varlığını sürdüren toplumsal kazanımlar, geniş kapsamlı bir sınıf mücadelesinin sonucunda elde edilmiş değildir. Ancak, aradan geçen zaman zarfında yaşanılanların ve günümüz gerçeklerinin gerçekçi bir biçimde değerlendirilmesi, Türkiye’de de sendikal hakların kullanımının, bir zamanlar Batıda olduğu gibi acılı bazı sonuçları göze almayı gerekli kılan bir hak haline geldiğini göstermektedir. Denilebilir ki orada önce bedel ödenmiş, sonra hak elde edilmiştir; bizde ise önce hak elde edilmiş sonra bedeli ödenmiştir.
Bu kazanımların elde edilmesinde rol oynayan etmenler arasında kanımızca en önde gelen yeri işgal eden ve uluslararası plandan kaynaklanan unsurlar üzerinde, izleyen bölümde duracağız. Ancak, ülkemiz işçi hareketinin, tarihsel olarak sınıf mücadelesi geleneğinden uzak bir ortamda doğup gelişmiş bulunması, Batı işçi hareketi ile arasındaki önemli farklılıklardan birisi olarak, bu noktada, öncelikle üzerinde durulması gereken bir özelliğini oluşturmaktadır.
Batıda işçi sınıfının katıldığı ilk sınıf mücadelelerinin başlatıcısı ve öncüsü burjuvazi olmuştur. Kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasına paralel olarak ekonomik alanda egemen güç haline gelmeye başlayan burjuvazi, çeşitli Batı toplumlarının tarihinde örnekleri görüldüğü üzere, ekonomik temelleri sarsılmaya başlayan aristokrasiyi tarih sahnesinden silerek kendi egemenliğini siyasal alana da taşıma yolunda yürüttüğü mücadelede işçi sınıfının desteğini aramak zorunda kalmış ve bu destekten yararlanmıştır.
Ancak, burjuvazinin işçi sınıfını da yedeğine alarak yürüttüğü bu mücadelenin, işçi hareketi açısından çoğu kez umut kırıklığı ile sonuçlandığı görülür. Örneğin, İngiltere’de burjuvazinin, seçme-seçilme hakkı başta olmak üzere, bazı temel hakları aristokrasi ile sınırlı bir ayrıcalık olmaktan çıkarma yolunda yürüttüğü mücadelenin başlıca ürünü olan, 1832 tarihli Reform Yasası, işiçi sınıfı açısından herhangi bir yenilik getirmemiş; ancak,işçi hareketine bağımsız bir siyasal mücadele vermenin gerekliliği konusunda çok önemli bir ders teşkil etmiştir. Bu yüzden doğan hayal kırıklığı, işçi hareketinin Çartist hareket içindeki mücadelesini tahrik edici sonuçlar doğurmuştur. Ayrıca, parlamentoda temsil edilebilme yolundaki mücadelelerini, uzunca bir süre, burjuvazinin partisi olan Liberal Partinin kanatları altında sürdüren İngiliz işçileri, uğradıkları bu hayal kırıklığının yanı sıra, 1888’de liderleri Keir Hardie’nin Liberal Parti bünyesinde milletvekili adaylığının reddedilmesine kadar varan bazı olaylar sonucunda, İşçi Partisi adı altında ayrı bir partinin çatısı altında birleşerek, mücadelelerine siyasal alanda yeni bir boyut kazandırma yolunu tutmuşlardır.
İşçiler Fransa’da da, 1789 devriminden itibaren, burjuvazinin öncülüğünde katıldıkları aristokrasiye karşı yürütülen mücadelenin sonucunda, yalnızca burjuvazinin kârlı çıktığına; üstelik, bu tür mücadeleler sonucunda oluşan iktidarların, jakobenlerin “devrimci terör” üzerine kurulu iktidarları döneminde görüldüğü üzere, çoğu özellikle işçi sınıfını hedef alan bir baskı rejimine dönüştüğüne tekrar tekrar tanık olmuşlardır. Bu deneyimlerden çıkardığı dersler sonucundadır ki Fransız işçi sınıfı, yakın dönemlerin toplumsal tarihi içinde önemli bir yeri olan sınıf mücadeleleri geleneğinin başlıca aktörü ve öncüsü olmuştur.
Bu noktada, sonuç olarak ortaya çıkmaktadır ki genel olarak Batıda, işçi hareketinin bağımsız bir sınıf mücadelesi yürütme gereğini bilinçlendirmesi, tarihsel olarak burjuvazinin çıraklığında edinmiş olduğu deneyimlerle ve bu yolda aldığı bazı derslerle bağlantılı olarak gerçeklik kazanmıştır.
Batı toplumları ile ilgili olarak çok belirgin bir biçimde kendisini gösteren bu şematik tablonun, ülkemizin bugününe kadar uzanan tarihsel gelişim çizgisinin ifade ettiği biçim ve yapı ile çakıştırılması, geniş ölçüde olanaksız görünmektedir. Bununla birlikte, ülkemizin toplumsal gerçeklerini bu şema ile karşılaştırarak belirlemeye çalışmanın açıklayıcı bazı yanları bulunabilir.
Herşeyden önce, ülkemizde, aristokrasinin tümüyle benzeri olan bir toplumsal kurumun varlık kazanmamış olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Padişahlık sistemini, aristokrasinin bir benzeri olarak kabul etsek bile, Batı’da gözlemlenen ve yukarıda değindiğimiz oluşum ve ilişkiler açsından ülkemizin tarihine baktığımızda gene de bazı önemli farklılıklarla karşılaşmamız kaçınılmazdır.
Ülkemizde –gene sanayileşmenin gecikmiş olmasından ötürü- padişahlığa karşı burjuvazinin ilerici kanatlarının sürdürmüş olduğu mücadelenin bir örneği olarak nitelendirilebilen, “Genç Türkler”, İttihat ve Terakki hareketleri ve nihayet, çok daha geniş kapsamlı ve başka bazı özellikler taşıyan bir oluşum niteliğiyle tarih sahnesindeki yerini alan Kurtuluş Savaşı çerçevesinde, Batıda olduğu gibi sınıf mücadelesi deneyimlerinden yararlanabilecek ve bu hareketlerin sonuçlarından dersler çıkarabilecek bir işçi hareketinin varlığından söz etmek bile pek gerçekçi görünmemektedir. Bu nedenle, ülkemizde, toplumsal ekonomik yapının evriminin taşıdığı farklı özellikler dolayısıyla, burjuvazinin, kendi amaçları doğrultusunda yedeğine almak üzere işçi hareketinin siyasal mücadele arenasına çekmeye başlaması, esas olarak, belli ölçüde sanayileşme hamlelerinin gerçekleştirildiği Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen dönemlerde gözlemlenebilmektedir.
Dolayısıyla, Türkiye’de işçi hareketinin, aristokrasinin yer almadığı bir toplumsal yapı içinde doğmuş ve erginleşmeye başlamış olması, sınıf gerçeğini kavramasını zorlaştıran unsurlardan biri olarak kabul edilebilir. Benzer bir durumun Amerikan işçi hareketi açısından da söz konusu olması, Türkiye işçi hareketinin bu ülkeden gelen etkilere bir hayli açık olmasını açıklamakta göz önünde bulundurulması gereken özelliklerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten de Amerikan işçi hareketinin başlangıç yıllarında, Avrupa sınıf mücadelesi geleneği içinde yoğrulmuş unsurların taşıdığı etkilerin canlılık kazandırdığı bazı gelişmelerin uzun ömürlü olmaması, ülkenin sosyo-politik yapısının işaret ettiğimiz bu özelliğinin sonucu olarak yorumlanabilir. Bununla bağlantılı olarak, Amerika’da, Batı Avrupa geleneğinin önemli bir unsurunu oluşturan sınıf bilincine yabancı bir çizginin ifadesi olarak benimsenen “non-partisanship politics” anlayışına paralel bir “partilerüstü politika” anlayışının Türk işçi hareketinin önemli bir bölümüne damgasını vurmasında, her iki ülkenin tarihinde gözlemlediğimiz bu ortak özelliğin payını aramak yanlış görünmemektedir.