Gdt12-1

FEODALİTE

Orta Çağ, Avrupa üzerinden anlatıldığında karanlık bir çağ deniyor. Doğu ise Batı kadar karanlık değildir. (Feodal Çağ  5.yy – 15.yy)

O dönemde rahiplerin birçoğu Latince biliyor, kimisi Yunanca da biliyor. Latince o zamanda okuma-yazma bilenlerin bildikleri bir din, aynı zamanda konuşma dili olarak da kullanılıyor. Özellikle yazmada Latince kullanılmasının sebebi Kutsal kitabın Latince yazılmış olmasıdır.

Orta Çağı karanlık yapan unsur güvenlik probleminin olmasıdır. Polis yok, polis olmayınca da herkes herkese karşı şiddet uyguluyor. Ortaçağdaki özellik şiddetin yüksek olması yani güvenlik probleminin olmasıdır.

Orta Çağda günümüzdeki şehirler gibi şehirler yok, kentleşme neredeyse hiç yok, kentler henüz ortaya çıkmamış. Roma yıkılmış, yıkılınca Barbarlar istila etmiş Avrupa’yı hala istila ediyorlar. Bu istila yüzyıllar boyunca istiladır bir anda olup biten bir şey değildir. Barbar denen insanlar her şeyi yıkıp yok eden insanlar değildir.                                                               

  Onlara barbar denmesinin sebebi: Roma uygarlığına dahil olmayanlara barbar denir. Avrupa’ya başka yerlerden göç eden kişilerdir ve bununla beraber göç ettikleri için kendilerine yer arıyorlar ve yine ararken yerleşik düzeni yıkıyorlar, Bu yüzden barbar deniyor.

İnsanlar bu dönemde birbirlerinden uzak, farklı farklı yerlerde yaşıyorlar.  Dolayısıyla güvenlik problemi var. Ticaret yapıyor insanlar fakat o malları taşıyabilecekleri güvenli yollar yok, birileri önlerini kesip mallarını alabiliyor. Dolayısıyla Avrupa’da merkezi iktidar denen Roma İmparatoru yıkıldığı için birçok küçük imparatorluk, krallık –adına ne derseniz deyin- ortaya çıkıyor. Tabi 7.yy’da Karolenj İmparatorluğu daha büyük bir yapılanma sergiliyor ama bu arada yine barbar istilaları devam ediyor ve devam ettikçe bu imparatorluk ortadan kalkıyor.

Şöyle bir ortam düşünebiliriz: Birçok otorite var ama onları birleştiren çok büyük ve tek bir otorite yok. O yüzden sanki hiç devlet yokmuş gibi yaklaşılıyor Avrupa’ya ama aslında orada da devletler var fakat büyük devletler yok. Orada Senyörler ve Krallar var. Senyörlere “şövalyeler” de denir. Bunlar Avrupa’da savaşan kesimdir. Bunun yanında bir toplumu oluşturmak için çalışanların da olması gerekir. Bir de dua edenler vardır. (Platonu hatırlayın onda da filozoflar ve çalışanlar vardı.) Demek ki sınıflı bir toplum yapısı var ve hiyerarşik sıralamasına göre şu 3 sınıftan oluşuyor:

 

  1. Dua Edenler
  2. Savaşanlar (Şövalyeler)
  3. Çalışanlar

O dönemde Tapınak Şövalyeleri vardır.  Soylu kişilerden bahsediyoruz. 1119 yılında 9 kişinin kurduğu bir tapınaktır. Bu tapınağın özelliği: Haçlı Seferleri esnasında oluşturulmuş, kilisenin emrindeki Haçlılara asker toplamaya çalışan bir tarikat. Dini amaçları olan bir tarikat. Kilise bir süre sonra kendisine bir otorite problemi yaşattığını düşünüp bunları aforoz etti. Dolayısıyla tapınak şövalyeleri de biraz yer altına indi.

Bir de kilisenin aforoz etmediği, birlikte çalıştığı şövalyeler vardır. Şövalyelerin hepsi kilisenin emrinde değildir çünkü o dönemde Avrupa’da laik bir iktidar da mevcuttur. Dini, ideolojik bir iktidardan bahsediyoruz çünkü kilise topluma hakim ama bunun yanında laik iktidar da var. Laik iktidar Hristiyanlığın gelişmesiyle birlikte kendisini Kiliseye bağımlı kılıyor. Kiliseye bağımlı kılmama ihtimali yoktu zaten çünkü kilise bütün topluma hakim. (Tanrının koyduğu kurallar üzerinden Dünyayı yönettiğinden dolayı kilise tüm topluma hakimdir. İnsanlar Hristiyan olmaya başladıkça Kilise dini güçlerini onların üzerinde kullanıyor ve itaat etmelerini sağlıyor. İtaat etmezlerse Cehenneme giderler.) Hristiyanlığın başlarında Kilise yok daha sonradan ortaya çıkıyor ve halkı otoritesi altına alıyor. Bu kilise Katolik Kilisesidir.

  • Feodalite birçok ülkede farklı şekillerde yaşanıyor.
  • Feodal Çağ sınıflı bir toplum yapılanmasıdır. Senyörlerin karşılığında çalışan kesim de teknik bir isimle tanımlanıyor: Serf. En alt tabakayı oluştururlar. Serfler çalışan kesimdir ama köle değildirler. Köle derseniz Roma Hukukuyla karıştırmış olursunuz. Romanın yıkılışıyla kölelik de kısmen ortadan kalkıyor ya da şekil değiştiriyor diyebiliriz. Bütün üretimi yapanlar serfler, bunun kaymağını yiyenler dua edenler veya şövalyelerdir.

Malikâne (Manor) Sistemi:

Toprak, bölgelere ayrılmış durumdadır. Asıl toprak malikâneyi oluşturuyor. İnsanların yaşadığı yere malikâne diyoruz. Onun etrafında ekilip-biçilen, ürünlerin alındığı yer vardır. Onun da etrafında sahipsiz mallar dediğimiz otlak, mera, ormanlar –ekilemeyen her şey- gibi mallar vardır.

Kökeninde Roma Hukuku var. Latifindum denen bir sistem var.  Latifindum, Roma kökenli toprak anlamına gelen bir terimdir, kölelerin çalıştığı bir sistemdir. Feodal düzende bu biraz değiştiriliyor: Serflerin çalıştığı bir sisteme yani malikâne sistemine dönüştürülüyor.

Vassallık İlişkisi:

Vassallık ilişkisinin kökeni Roma ve Germendir. Kökeni melez bir ilişki diyebiliriz. Her vassal da aynı zamanda bir senyördür. Aralarında eşit bir ilişki var. Birisi diğerinden daha güçlü olduğu için, vassal diğerinden koruma talep eder. Beni korur musun? Sebebi basit kişisel bir ilişkidir. Güven ilişkisi de var. Bağımlılık ilişkisi de denebilir, çok yanlış olmaz. Bedava bir ilişki değildir. Karşılığının ödenmesi gerekir. Bir senyör vassaldan ben seni koruyacağım ama sen de bana silah ve asker vereceksin diyebilir. Sadakat Yemini, Törenlerle yapılır. Koruma vaat ederken bir şey daha verir. Bu fief’tir (topraktır). Ben seni hem korurum hem de sana toprağı vereceğim, ama sen de bana işleyip artı ürünü vereceksin der. Fief üzerinde işleme yapılan, ekilen biçilen bir topraktır.

Vassal ile senyör arasındaki ilişki, vassal da aldığı toprağın işlemesi için serfe veriyor. Bunları köylüye benzetebiliriz. Serf köle demek değildir.

Birincisi Vassallık İlişkisi, İkincisi Vassallık Benzeri. Serf ise köle değil, köle sistemi o dönemde Roma’daki gibi değildir.

Buna göre, Toplumsal Hiyerarşik İlişki;

Senyör-Vassal-Serf şeklindedir. Hiyerarşi var denirse kısmen yanlış ifade edilmiş olunur. Bütün senyörler eşittir. Bütün krallar eşittir. Ama kral olan senyör daha eşittir. Buna Primus Inter Pares (Eşitler Arasında Birinci) denir. Bu kral daha güçlü olmasına rağmen o da bir senyördür.

Serfler için böyle söylenemez. Çünkü serfler soylu değildir. Her senyör soylu olmasına rağmen, serfler soylu olmayanlardır. Bu durum Feodal düzen için böyledir. Bunun dışında bir de dua edenler (rahipler) vardır. Kilise o dönemde en büyük toprağa sahip olmasına rağmen kendilerini senyör olarak görmezler. Çünkü toprakları paylaşmak istemezler. Rahiplerin aldıkları yetki tanrısal olduğu için herkesin üzerindedirler. Kilise rahipleri bütün emirleri, bütün yetkileri tanrıdan aldıklarını belirtirler. Bu nedenle aralarında hiç çatışmazlar. Oysa senyörler güçlerini birbirlerinden alırlar. Senyörler birbirleriyle savaşabilir, ancak kilisede bir rahip diğerleriyle savaşmaz. Rahipler savaşçı değil, tanrının buyruklarını insanlara ilettiklerini iddia ederler. Bu nedenle en üstte olduklarını iddia ederler. Bu durum, Ortaçağda sıkıntılı bir hal almıştır. Kilise toplumsal hayata nüfuz etmiştir. Bu anlamda Kilise İdeolojik İktidarı, Senyörler ise Laik İktidarı oluşturmaktadır.

Bu durum sıkıntılı bir sonuç yaratır. Bütün rahipler okuma-yazma bilirler. Bu çok önemli bir ayrıcalık o dönem için. Kişiler arasında çatışma çıkınca, sorunları Latince bildikleri için Roma Hukuku’na göre çözerler. Zaman içinde Kanonik Hukuk denilen Kilise Hukukunu oluşturmuşlardır. Birçok senyör-krallar da dâhil okuma yazma bilmez. Okuma-yazma bilmeyince toplumsal çatışmaları çözme işi rahiplere kalmıştır. Senyörler okuyamadıklarından dil bilenlere okuturlar. Sorun çözerken kendi hukuk sistemini oluşturmuşlardır. Çünkü her senyör aynı zamanda bir yargıçtır. Böylece Gelenek Hukuk denilen, Örf ve Adet Hukuku somut vaka üzerinden oluşur. Yazılı Hukuk sistemi yanında bir de yazılı olmayan Örfi Hukuk Sistemi oluşmuştur. Yazılı Hukuk, Germen ve Roma Hukukundan oluşmaktadır. Bu tekeli kırmak için Örfi Hukuk oluşturulmuştur.

Dua edenler toprak sahibi de oldukları için Laik Hukuk Sistemi ile çatışmaya girerler. Feodal düzenden çok hoşlanmazlar. Çünkü bu düzen olmasa, bütün topraklar Kilisenin olacak ve onlar da tanrı adına bütün toprakları işleyeceklerdir. Toprak sistemi yeni bir düzeni ortaya çıkarmıştır. 5. Gregor tarafından “bundan sonra kendi hukukumu kendim yaparım” demiştir. O dönemin Papasına “görevi bırak” der. Papa da ona “Ben görevi bırakmıyorum. Ama seni cezalandırıyorum” demiş ve Aforoz etmiştir. Aforoz verilecek en büyük cezadır. Aforoz edilen imparator bütün meşruiyetini kaybeder. Aforoz edilen İmparatora karşı bütün prensler isyan eder. İmparatorun bütün gücü yıkılır. Merkez tamamen parçalı hale gelir. Küçük krallıklardan oluşan çok parçalı iktidar ortaya çıkmıştır. Buna sebep olan da aslında Kiliseden başkası değildir. Laik İktidar Kilise İktidarını kabul eder. 1122 Worms Anlaşması yapılır. Bir barış sağlanır. Laik İktidar, Dinsel İktidarı kabul etmiş olur.

Bu dönemde kilisenin gücünü artıran bir olay daha var. 1100’lü yıllarda Kutsal Topraklara (Kudüs) seferler düzenlenmiştir. Kudüs bütün dinlerin doğduğu yerdir. Buraya geri dönüş ve kutsallık kisvesi altında Feodal Düzenin yıkılma hesabı yapılmıştır. O dönemde doğunun zenginliğinden faydalanmak istemiştir. Bu arada birçok senyör oraya sevk edilirse kilisenin hâkimiyeti artacak düşüncesi vardır. Bu bakımdan Feodal düzenin sonunun başlangıcı Haçlı Seferleridir. Askerleri ise “siz haçlısınız” denilen serseri ve tehlikeli kişilerdir. Bunların da büyük kısmı bir daha Avrupa’ya dönememiştir. Böylece Avrupa’da daha “elit” bir tabaka ortaya çıkmıştır.

Haçlı Seferlerinin mal ve hizmet ihtiyacını küçük İtalya şehir devletleri sağlamıştır. Bu ilişki sonucunda bu şehirler güçlenmiş, para ortaya çıkıp tedavüle girince, askeri olarak da güçlenmişler, aslı önemlisi 11-13. yy’da tacir denilen burjuvazi sınıfı doğmuştur. Burjuva, Avrupa’nın yapısını değiştirmiştir. Bunun sonucunda orta çağda kaybolan kentlerin daha özgür olanları ortaya çıkmıştır. “Kent havası insanı özgür kılar” kent ortaya çıkınca para ortaya çıkar, düşünceye imkân tanınır, üniversite oluşur. Avrupa’da bilinen ilk üniversite Bologna da ortaya çıkmıştır. Böylece üniversiteler de kendilerini kiliseden kurtarmışlardır. Daha önce Manastır Sistemi varken, Laik anlayışlı Üniversite Eğitim Sistemi ortaya çıkmıştır. Bu üniversitelerin hocalarının çoğu ise Teologlar (İlahiyatçılar)dır. Buralarda, tıp, hukuk vb. bilimler okutulur. Daha sonra laik hocalar ortaya çıkar. Bildiğimiz felsefecilerin çoğu Üniversite hocalarıdır. Buna bağlı olarak Manastır Eğitim Sistemi de yavaş yavaş etkisini kaybetmiştir.

Avrupalılar, Haçlı Seferleri ile birlikte, Aristo çevirilerini Arap-Müslümanlardan öğrenirler. Bu konuda İbn Rüşt önemlidir. Avrupa’da Kendi sistemlerini Araplardan öğrenmişlerdir.

Hukuk sistemi iyi durumda değildir. Engizisyon denilen mahkemeler sistemi ortaya çıkar. Engizisyon, Ölümcül Olmayan Günahlarla ilgilenmektedir. Burada yetkili olan kilisedir. Bunun ritüeli ise Günah Çıkarmadır. Günah çıkarmaya giden aslında pişman olandır. Kilise ise “ya pişman olmazsa”, “ya günahında ısrar ederse” ne yaparız? demiştir. Bunun cevabı da Hereetik olarak bulunur. Bunun anlamı da dinden çıkmaktır. Heretikler, kilisenin canını çok sıkmışlardır. Bu durumda Kilise Hukuku içinde laik olmayan bir sistem oluşur. Bu sistem Kilise Hukuku içinde Özel Yetkili bir mahkeme olan Engizisyon Mahkemelerdir.

Sapkınlar; Ölümcül olmayanı işleyenlerdir. Bunlar, bazen kadınlar, bazen Yahudiler, bazen Müslümanlardır. Bu dönemde Avrupa’nın ortasında yaşayan Yahudiler var. Müslümanların etkisi çok fazla ve yoğundur. Anneleri çocuklara bunları çok anlatırlar. Şımarırsan seni Türklere, Yahudilere veririm. Kızıl Sakal, Kara Sakal gibi korkutma hikâyeleri anlatılır. Örneğin, ilk günahı kadınlar işlemiştir. Havva (Kadın) olmasaydı günah da olmazdı. Avrupa’da cadı avı böyle başlamıştır. Kilisenin bir düşman yaratması gerekiyordu. Günah işleyeni günah çıkararak temize çıkarır.

Avrupa’da büyü çok yok. Çünkü veba denilen bir hastalık var. Halk kiliseye bundan kurtulmak için gider. Kilise “dua edin” der. Duada hastalığı değiştirmez. Bir suçlu bulunması lazım.

Vebanın karşılığı kara ölümdür. Sicilya’ya yaklaşan 12 gemi demir atar. Adadan gemiye çıkanlar gemilerde kimsenin yaşamadığını, yaşayanların da vebadan ölmek üzere olduğunu görürler. Karadan gelenler, gemileri uzaklaştırır ve yakarak vebayı yok ettiklerini sanır. Ancak birkaç gün sonra hastalık Sicilya da hızla yayılmaya başlar. Bunun üzerine bir düşman ararlar, kadınlar bulunur.

Sapkın olanları yola getirmek için özel bir mahkeme yaratılır. Bunun da bir hukuku var. Kararnamelerden oluşur. Statüs denilen yazılı kuralları var. Tanık nasıl dinlenir, delil nasıl hazırlanır, yargılama nasıl yapılır? Savcılığı durumunu din adamları, yargılamayı din adamları yaparken, infazı ise laikler yapmaktadır. En hafif cezası aforoz edilmek, (toplumda yaşama ihtimali yok) en ağır olanı da yakılarak infaz edilmek. Şeytanın Uşağını Ateşle Yok Etmek. Müslümanlar ve Yahudiler hariç 40.000 kadın böyle infaz edilmiştir. Delil yoktur. En büyük delil itiraftır. İtiraf ise çok ağır işkencelerle elde edilir. Suya batırıp çıkarma, kızgın demirle vücudun dağlanması. Bu infazın sonucunda kişiler günahsız olarak ölür, kilise de kendini kurtarmış olur. Bir dönem sonunda bu sistem kendisini laik İktidarın hakim olduğu bir sisteme bırakır. Bu yavaş yavaş ortaya çıkan Modern Devlettir. Hemen ortaya çıkmamıştır. Kilisenin etkisi vardır ama laik iktidarda güçlüdür. Bir dönem savaşmış sonra barışmıştır.

Bunun sonucunda, krallar vassalları ve senyörleri egemenliğine alarak, feodal sistemi ortadan kaldırmıştır. Burjuvalar da kralla birlikte hareket edecek, coğrafi keşifler de kilisenin etkisini azaltacak. Ayrıca Protestanlık ortaya çıkacak (Luther ve Calvin), daha sonra 1054’te Ortodoks Kilisesi bağımsızlaşacak. Böylece Katolik Kilisesinin gücü zayıflayacaktır. Böylece Hristiyanlık üçe bölünecek.

Hukuk Sistemi; Feodal Sistemin hukuk sistemi daha çok yazılı değilken, 2. Feodalite döneminde yazılı hukuk sistemine dönüş olacak. Burjuva Yazılı hukuk sistemini daha çok benimsemiştir. Ticari kuralları yazılı hale getirir. Çünkü yazılı kurallar varsa sürpriz olmaz, kafadan kural uydurulmaz. Uykuya dalan Roma Hukuk Sistemi yeniden evirilerek, yeni akılcı ve modern bir hukuk sistemine doğru gidilmeye başlanır. Gidilmeye başlanır denilmesinin sebebi, hemen ortaya çıkmaz. Hatta kutsallıklardan arandığını belirten devlet laik kutsallıkları içine almaya başlar.

 

MODERN DEVLETE GİRİŞ

           

            Günümüzde temel dört beş temel siyasal ideoloji var, liberalizm, muhafazaCarlık, milliyetçilik, Marksizm, Leninizm, Faşizm vb. bizim üzerinde duracağımız Anarşizm.

            Anarşistler, kaosu çok severler, çünkü devletlerin ortadan kalktığı, kaosun hâkim olduğu bir dünya tasavvur ederler. Çünkü, kaos özgürlük demektir.

 

            Hobbes’un düşündüğü dünya bir kaos özgürlük değil, tam aksine savaş durumudur. İyi olmayan nahoş bir doğa halidir. Öldürme Özgürlüğünden de bahsedilir.

 

            Hobbes’un kafasında kurduğu dünyası Varsayımsal (Tasarımsal) bir dünyadır. Buna karşın Locke daha esnek düşünür ve tam tersini savunur. Doğa halinde savaş varsa, Locke’a göre savaş yok barış vardır. Herkes birbiriyle uyum içindedir. O devlet demez, hükümet der. Hükümet, barışın bozulmaması için üstün bürokrasinin yetkilendirilmesidir. Buna karşılık Rousseau her ikisinin de söylemediği, bambaşka bir yaklaşım ortaya koyar. Kimsenin birbiriyle iletişim kurmadığı, kimsenin kimseyle ilgilenmediği, yalnız yaşadığı eşitlikçi bir dünyadan bahseder. Bunun tarihsel gerçekliğini ispatlamak o kadar da kolay değildir.

 

            Devletsiz toplumlar. Devletin olmadığı, merkezi otoritenin ve hiyerarşinin olmadığı, yönetilenin ve yöneticinin olmadığı, hukuk kurallarının olmadığı bir toplumlardır. Böyle bir toplum var mıdır? Böyle bir toplum için Eskimolar örnek verilebilir. Günümüzde de Hollanda ve Danimarka’da bu tip anarşist topluluklar vardır. Kızılderililer, Afrika’nın derinliklerinde, Amazonlarda yaşayanlar örnek gösterilebilir. Daha çok küçük cemaat yapılanmalarıdır. Buradaki ilkel, uygarlaşmamış anlamındadır. Aslında J.J. Rousseau’nun da söylediği eşitlikçi toplumlar, uygarlaşmamış toplumlardır. İlkel kelimesi olumsuzluk çağrıştırışa da, Rousseau ilkelin iyi bir şey olduğunu söyler. Ona göre, uygarlık kötülüklerin temelidir. Birbirine zarar vermeyen toplum ilkel (uygarlaşmamış) olsa da üstün toplumdur. Bunlara “ilkel” de denilmektedir.

 

            Devlete Nasıl Ulaşılmıştır?

            Modern Devletin temel kurucu babası Hobbes’tur. Modern Devletin temel felsefesi onun düşüncelerinden hareketle anlaşılabilir. Çünkü Modern Devlet aynı zamanda Liberal Devlete karşılık gelse de, aranılan daha yalın ve prototip bir şeydir.

 

            Modern Devlet, insanlara, “ben sizi güvenlik içinde tutarım” der. Modern Devlet denilince günümüzün devleti çok net anlaşılabilir. Dışarı çıktığınızda sizin can ve mal güvenliğinizi sağlayacak kolluk gücü yoksa dışarıda güvenli değilim demektir. “Siz bana itaat ederseniz ki bu rızayla olabilir, ben de size güvenlik sağlarım” der.

 

            Doğa Halinden, sözleşme düzenine geçildiğinde, eski düzeni yıkıp, yerine yenisini kurmak gerekir. Günahkâr olarak görülen bir şey vardır. İnsanlara ait. İnsan Bedeni. Bunun için kutsal kitaplara (Tevrat ve İncil) bakmak gerekir. Leviathan (Su Canavarı anlamına gelmektedir) Tevrat’ta geçmektedir. Hobbes bir Hristiyan olmasına rağmen, neden Tevrat’ta geçen bir figürü almıştır. Bir elinde, kılıç diğer elinde asa tutan ve başında tacı olan bir Monarktır. Monark’ın vücudu birçok insanın bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. Kılıç gücü ve şiddeti, asa ise kutsallığı temsil etmektedir. Böylelikle, Leviathan, artık Monark devlet haline gelmektedir. Hobbes, güvenlik yaratacak ve inançla bütün insanları bir araya getirecek bir deve ihtiyaç duymaktadır. İnsan doğa halinde savaştayken, sözleşme dönemine geçerek devleti oluşturmaya başlamıştır.

 

            Sözleşme Dönemi Devlet=Sivil Toplum. Sivil Toplum, günümüzdeki sivil toplum aynı anlama gelmemektedir. O zamanki sivil toplum doğa durumundan çıkıp sözleşme durumuna geçen toplumu ifade ederken, günümüzdeki anlamıyla hükümet ve devlet karşıtı oluşumları ifade etmektedir.

 

            Sivil Toplum denen şey de doğa durumundan çıkıp, uygarlaşama durumuna geçen toplumdur.

            Madem medeni bir dünyada yaşıyoruz, öyleyse devleti de oluşturmak gerekir buna toplumsallaşma da denir. Doğa halinde toplumsallaşma yoktur, Devletli halde toplumsallaşma vardır.

 

            Cemaat, devletin olmadığı (ortaya çıkmadığı) küçük toplulukları ifade eder.

 

                        Devlet Nasıl Ortaya Çıkıyor?

            İstençlerin (iradelerin) birleştirilmesi sonucunda devlet ortaya çıkıyor. Üç kişi bir araya gelerek bir Monark/Meclis oluşturmak için istençlerini birleştiriyorlar. Doğa halinde yaşayan bir topluluk bu durumdan kurtulmak için irade gösteriyorlar, doğa halinden kurtulalım ve barış haline geçelim diyorlar.

 

            Bu istenci herkesin mi yoksa, 100 kişilik topluluğun 80 kişisin mi göstermesi gerekir. Bu durum tam tamına günümüzdeki Borçlar Hukukuna benzemektedir. A, B, C bir Monark/Meclis (tek kişi veya birkaç kişinin yönetimindeki meclis, fakat tercih tek kişiden yana) oluşturmak için bir araya gelsinler. Bu durumda ihtimalleri ortaya koymak gerekirse, A desin ki, bir canavar yaratalım, B ve C de katılırsa sorun yoktur.

 

            Ancak Hobbes’a göre bu yeterli değil, toplumda bulunan herkes bu özdeşleşmeye katılacak, katılmamak diye bir durum yoktur. Herkes katılmak zorunda, ya birileri istemezse, bu durumda ikna edilmeye çalışılacaklar, ikna olmazlarsa ortadan kaldırılacaklar.

Sözleşmeye herkesin katılması zorunludur.

 

            Bu durumda devlet oluşmuş mudur? Hobbes buna hayır demektedir. Öncelikle, örneğin A ve B aralarında karşılıklı olarak sözleşeceklerdir. Buna teknik anlamda, sözleşme yerine akit der. Akit ile sözleşme arasındaki fark nedir? Akit kelimesi Latince Pactum sözcüğünden türetilmiştir. İki kişi arasındaki anlaşmaya Akit, birçok kişi arasındaki anlaşmaya ise Sözleşme denir. Bu durum Tek İstenç halini ortaya koyar. A, B ve C ile anlaşmış, B, A ve C ile anlaşmış, C de A ve B ile anlaşmıştır. Artık A, B ve C yok, hepsinin birleşik iradesi vardır.

 

            Tek İstenç, biz hemfikiriz demektir. Dolayısıyla tek tek olduğumuzdan çok daha güçlüyüz demektir. Böylelikle Monark da çok güçlü olmaktadır. İstençlerin bir araya gelmesiyle oluşan amaç da barışın korunmasıdır. Bunun için de yaşayan bir varlığa ihtiyaç duyulmaktadır. Bu varlık bir tanrıdır. Ancak Ölümlü Tanrıdır. Bir de Ölümsüz Tanrı vardır.

 

            Ölümlü Tanrı Leviathan’dır. Ölümsüz Tanrı ise Gökyüzündeki Tanrıdır. Hobbes’a göre, bizim yarattığımız tanrı; Devlet (yani Ölümlü Tanrı), öldükten sonra yerine yeni Ölümlü Tanrılar (Devletler) gelir, yaşar ve ölürler.

            Oysa Ölümsüz Tanrı daima yaşayacaktır. Bu düşünce laik bir düşünce değildir. Tanrı fikrini eğer vazgeçmiyorsa meşru otoriteden bu onun laik olmadığını gösterir. O yüzden, Hobbes’a laik deniyorsa, bu fikri çürütmek gerekir. Onun kitaplarında, ayetler bulunur. Bu kitaplarda, Gökyüzü Krallığından bahseder. Meleklerden ve özelliklerden bahseder. Devlet gücünü tanrıdan almaktadır.

 

            Devlet denildiğinde, tüzel kişiliğe sahip bir varlıktan bahsedilmektedir. Bütün haklar devlete mi veriliyor. Doğa halinde insanın, bir hakkı ve bir de özgürlüğü vardır. bir Öldürme Hakkı bir de Öldürme Özgürlüğü vardır. Yani sadece bir hakkı bulunmaktadır.

 

Direnme Hakkı var mı? Ne zaman direnebilirler?. Egemenin yarattığı yasalara doğa yasasından aykırı davranırsa, egemen. (Doğa Yasası, Tanrının koyduğu yasadır.) ona aykırı davranırsa belki itiraz edebilirsiniz. Ancak, Egemenin yaptığı yasalara veya egemenin varlığına, artık yetkilerinizi devrettikten sonra direnemezsiniz, itiraz edemezsiniz.

 

            Bu durumda Hobbes’un anladığı devlet aslında egemenlik ile donatılan devlettir, buna Potestas (İktidar) denir. Bir de Dominium (Hakimiyet) vardır. Potestas, salt güç anlamındaki iktidar, Dominium ise daha çok mali (parasal güç) anlamdaki iktidardır. Devlet bu iki egemenlik gücünü de bünyesinde bulundurmaktadır. Büyük bir canavardan bahsedilmektedir.

            Hobbes’a göre devletin iki farklı kökeni olabilir. Birincisi, gerçekten Doğal Kökendir. İnsanlar korktuğu için devleti yaratmış olabilir. İkincisi Tasarımsal (Varsayımsal) devlet olabilir. İnsanlar güvenlikleri için, Hangisi acaba Leviathan?. Bakıldığında bu yanlış bir sorudur. Cevabı her ikisi içindir. Dolayısıyla Hobbes’un devleti hem doğal, hem tasarımsaldır. Çünkü korku üzerinden kurulan bir yapı vardır ve bu hiç unutulmamalıdır.

 

            Güven ve Teminat önemlidir. Monark, “Bana güvenin, ben sizi koruyacağım. Siz de üstün yeteneklerinizi vereceksiniz” demektedir. Böylece bir sözleşme meydana gelecek ve devlet denilen yapı ortaya çıkmış olacaktır.

 

            Herkes hakkını devretmezse ne olacaktır?

            Locke bu soruya farklı bir cevap veriyor. Hobbes ise daha başka yanıtlıyor. Ona göre, mümkün değildir. Herkes katılmak zorundadır.

            Locke ise daha farklı olarak ben devleti oluştururken iradelerin birleşmesini istiyor ama bazılarının iradesini birleştirmek istemeyebileceğini belirtiyor.

 

            Liberalizme ilişkin bilginiz var mı? Nedir Liberalizm? Çünkü tartışmalı bir konudur. Serbestlikten yana, mülkiyeti yalnız güvenliğin merkezi konumuna alan. Yani yutturmaya çalıştıkları düzen, gerçek liberalizm bu değil de Locke’dan esinlendikleri o Hobbes herkes katılmak zorundadır diyor. Locke ise Ben katılmak istemiyorum diyor. Herkes katılmak zorunda değil, Hobbes’un tam tersini söylüyor. Mümkün olmayan bir Hobbes, Mümkün o zaman doğa halinde yaşamaya devam etsin diyen Locke

 

            Hobbes’un devletinde egemenlik çok güçlüdür. O zaman, bu devlet için Tahakkümcü Devlet denilebilir mi? Tahakküm, baskıcı, totaliter bir yapılanmadır. Rusya için söylenmiştir. Birisi sizinle bir sözleşme yapacak, ama siz bu sözleşmeye katılmak istemiyorsunuz. Hobbes’un devletinin bir yönü tahakkümcüdür, çünkü başka bir yaşam alanınız bulunmaz,  sizi zorlamaktadır.

 

            Bir diğer yönü Tanrısaldır. Çünkü İncil ve Tevrat’a (Kutsal Kitaplara) dayanmaktadır.

            Acaba Özgürlükçü müdür? Bir Özgürlük alanı var mıdır? Doğa halini düşünecek olursak, özgürlük yoktur. Tek özgürlüğünüz öldürmektir. O da özgürlükse eğer. Yetkilerinizi devrettiniz. O da diyor ki “Ben sizi korurum, bana güven” yani teminat veriyor. “Sen bana itaat ettiğin sürece, ben sana zarar vermem, seni korurum.” Yasalara uyduğun sürece yaşayabilirsin.

 

            Krallık var, ama özgürlük var mı? Böyle düşünülebilirse de bu her zaman da doğru değildir. İngiltere’de krallık vardır, ama demokrasinin en ileri seviyesi de uygulanmaktadır. Bu durum Osmanlı Devleti için de böyledir. Özellikle, Fatih’in, Süleyman’ın Kanunnameleri vardır ve Padişahlar her istediklerini kendi kafalarına göre yapamazlar. Onların da ihlal edemeyeceği yasalar vardır. Hatta Roma İmparatorluğu için bile bu durum geçerlidir. Feodal Toplumda da kralların uyması gereken kurallar vardır.

            Günümüzden bakılınca, biraz ters gelebilir. Ama olaya Hobbes’un döneminden bakılmalı, onun gibi düşünülmelidir. O dönemde yasa yoktur.

            Yasa ne demektir? Yasa, Öngörülebilirliktir. Bir yasa varsa, vahşice bir yasa da olsa, belirli kıstaslar getirilmiştir. Bir kanunla iktidarınız sınırlandırılır. Yasa yoksa, kaos vardır. Yasa yoksa istediğimi yapabilir miyim? Evet yapabilirim.

 

            Bütün insanlar, iradeleriyle kendilerini adil ve korunaklı bir döneme getirmişlerdir. Bu nedenle, sözleşmenin ihlal edilemeyeceğinden bahsedilmektedir. Yasalar adil olmak zorundadır. Platon ve Cicero’nun kitaplarından etkilenmiştir.

 

            Yasa deyince, iki yasadan söz etmek gerekir. Biri Tanrısal Yasa, diğeri, Monarkın Yaptığı Yasası. Doğa Yasası, barışı aramak için hazırlanan yasadır. Doğa Yasası, adildir. Adilliği sorgulanamaz. Sorgulanırsa günah işlenmiş olur. Monark da olunsa Doğa Yasası sorgulanmaz. Monark da sorgulasa günah işlemiş olur. Hobbes da böyle düşünmektedir.

            Monarkın Yasası da çok sorgulanmaz. Çünkü zaten sözleşme ile irade devredilmiştir. Monark size “yasayı nasıl yapıyım” diye sormaz. Monark yasayı yapar, insanlar da itaat ederler. Monarkla yapılan sözleşme bir itaat sözleşmesidir. Tahakkümcü olması da buradan ileri gelmektedir. Hem yasa yapma imkânı veriliyor, hem de sözleşmeyi oluştururken, Ona itiraz edilemez.

 

            Sürekli kafasında güvende olmak var. Güvende olmak, bir şeylerden korkulduğunun göstergesidir. Hobbes’un felsefesi de korku üzerine kurulmuştur denirse çok da yanlış olmaz.

 

            Neden sürekli modern devlet diyoruz. Modern Devletin başında yasa yapan bir Monark vardır. Monarşi yasa yapar. Feodal Devlette olan nedir? Birçok iktidar vardır. Ancak merkezi devletin olmadığı bir iktidardır. Merkezi İktidar Modern Devleti ortaya çıkarmıştır ve merkezileşmeyi sağlar. Egemenlik, Coğrafi Sınırlar, Yurttaş vb. kavramlar, çok büyük bir kavram olan Merkezi Devletin altını doldurmaktadır. Günümüzdeki devletlerin merkezi bir yapılanması vardır.

 

            Modern Devlet ilk kuruluşunda, tanrıyla bağını çok koparmamıştır. Hatta 1789 Fransız Devrimi, Tanrı yerine Ulus kavramını ortaya çıkarmıştır. Ama kutsallıkları da ortadan kaldıramamıştır. Kutsallık denilince hemen din algılanmamalıdır. Kutsallık sadece din ile yaratılmaz, devlet de kutsallık yaratabilir. “Laik Kutsallık” oluşturabilir. Bazı semboller kullanır. Modern Devletin kutsallık sembolleri, bayrak, şehitlik vb.dir. Çünkü onlar için de hem şehitlik, hem de bayrak kutsallık içermektedir. Bunlar Modern Devletin yarattığı kutsallıklardır.

 

            Hobbes’un Modern Devleti (kuruluş aşamasından sonraki Modern Devlet kastediliyor) “Ben rasyonel olan kurallar üzerinden bir devlet kuracağım. Bütün kutsallıklardan kurtulmuş bir modern devlet yapacağım, bütün dini ortadan kaldıracağım” demektedir. Yapabildi mi? Aslında bir bakıma Aydınlanma Filozofları yapmıştır. Hobbes ve Locke, Rousseau ateist değildir. Ancak ardından gelenlerin tamamı ateisttir. 18nci YY filozoflarının hepsi ateisttir. Din düşüncesini yıkmak için düşüncelerini ortaya koymuşlardır. Kaldı ki din, Manevi Dünyaya hitap ederken Maddi Dünya devam ederken, insanların manevi dünyasında oluşan boşluğu kapatmak için yeni bir şey oluşturmuşlardır. Sanat. Sanatı manevi dünyaya dinin yerine koymaya çalışmışlardır. Bunu başarabildiler mi? Sanat ilgi çekmedi toplumda fakat din etkisini hiç kaybetmedi. Bu konuda, literatürde “Kutsallıkların Geri Dönüşümü” vb. adlarla birçok kitap, makale görülebilir.

 

            Modern Devletin, bir iddiasıdır kutsallıkları yok edip Rasyonel Dünya kurma. Hobbes’un dünyasında hiçbir zaman rasyonel bir dünya kurmak yoktur. Tanrı fikri, Onda yoğundur. Bu nedenle Ölümlü Tanrı fikrini oluşturmuştur. Tanrının yeryüzündeki suretini yaratmıştır. Bu Osmanlı Devletinde de çok kullanılır. Padişahlar, “Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesidir”. Dolayısıyla, Batı toplumlarında olduğu kadar, doğu toplumlarında da var olan bir konudan bahsedilmektedir. Modern Devletin temel noktası, Tanrısallıktan uzaklaşmış bir nokta değildir.

 

            Locke’a göre Devlet nasıl kurulmuştur?

            İnsanlar barış halindeyken, cezalandırma yetkisini üstün bir otorite olan hükümete devretmektedirler. Bunun sebebi de aslında çok basittir. Ya bir gün barış ortamı bozulursa. Korkusu, barışın bozulmasıdır. Cezalandırma yetkisi devredildiğinde, garanti altına alınan Barış İçindeki Dünyadır.

 

            Aslında Locke da, Hobbes’un söylediğinden çok farklı bir şey söylememektedir. Barış içindeki dünyada, üstün otorite (hükümet), can ve mal güvenliğini de sağlayacaktır. Mal güvenliğinden kasıt mülkiyettir. Bu noktada Hobbes eleştirilmektedir. Onun derdinin can güvenliği ve özgürlük ortamı değil, mülkiyetten oluşan bir devlet olduğu söylenmektedir. Bu yüzden, Locke’un devletinde öncelikle korunması gereken şey mülkiyettir. Devlet mümkün olduğunca gündelik hayata müdahale etmez. 19. YY’da ortaya çıkan Jandarma Devlet kavramı, güvenliğin asgari seviyede sağlandığı, daha çok serbest piyasanın üzerinden hareket eden bir devlettir. Daha sonra bu anlayış bazı değişikliklere uğramıştır. Güvenlik asgari düzeyde sağlanırken, mümkün olduğunca özel alana ilişkin düzenlemeler yapılsın, herkes serbest piyasadan azami ölçüde yararlanabilsin. Böyle olursa zaten güvenlik ihtiyacı da asgari düzeye inecektir.

 

            Ancak, bu yaklaşım çok eleştirilmiştir. Devlet özel alandan elini çekerse, kamu hizmetini yapmazsa, bu işleri serbest piyasa (Locke’un deyimiyle görünmez el piyasayı yönetirse) yapmaya başlarsa, devlet buna müdahale etmemelidir. Özgürlük ortamı bunu gerektirir.

            Bu durumda, şöyle düşünülürse, “sadece güvenlik sağlayan ve başka hiçbir faaliyeti bulunmayan devlet çok güçlenmiş olmaz mı? Daha tahakkümcü bir devlet haline gelmez mi?” Kamu hizmeti çok ağır bir iştir. Bu işten uzaklaşıp sadece kolluk hizmeti üreten bir devlet, zamanla özgürlükleri de kısıtlamaya başlayabilir. Olağanüstü Hal ilanı, buna benzer bir durum yaratmıştır. Bu nedenle devlet, hem kamu hizmetinde bulunmalı, güvenlik sağlamalı, ancak bunun yanın da özel alanda da faaliyet göstermelidir. İster inanın, ister inanmayın, işin ilginç tarafı bu fikri savunanlarda daha çok sosyalist kesim Locke’u eleştirmek için dile getirmiştir.

 

            Locke’un, dünyasında, sivil toplumuna (devleti) herkes te katılmak zorunda değil. Buna katılmak istemeyenler, Doğa Halinde yaşamaya devam ederler. Katılanlar da rızalarıyla katılırlar. Bu devlette, bireyleri ne bulacak? Hobbes’tan farklı bir şey söylemiyor. Yasalar olacak, devlet yasalar yapacak, hükümetler bu yasalar üzerinden insanları koruyacaktır.

            Locke, savaş halini nasıl açıklamaktadır? İnsanlar, ara bölge olarak savaş haline geçtikten sonra uzun sürmeyen bir süreçte tekrar Barış Haline geçerler. Oysa Hobbes’ta ara bölge kavramı yoktur. İnsanlar Savaş Halinden sonra, doğrudan Doğa Haline dönerler.

 

            Modern Devletin, kutsallıkları biraz anayasalarda görülebilir. 1982 Anayasası içinde değiştirilemez ve kutsallık atfedilmiş hükümler bulunmaktadır. Bu durum biraz da 1789 Fransız Devriminin etkisidir. İtalyan Anayasasının 7nci maddesine bakıldığında, Kilise ve Devlet eşit bir güç olarak gösterilmektedir. İtalya’nın Modern bir Devlet olduğu şüphesiz olduğu gibi, Rasyonel bir devlet olduğu da şüphesizdir. Buna rağmen kiliseye de bir ışık çakmıştır.

            Şimdi de Rousseau’ya bakalım. Ne demişti, “İnsanlığın sonu, devlete geçmeyle başlar” bu aslında çok basit bir anlatımdır. “O çiti toprağın etrafına çekmeselerdi, mülkiyet ortaya çıkmayacaktı. Mülkiyet ortaya çıkmasaydı, devlet de ortaya çıkmayacaktı.” Eşik bir durum var. Devletsiz dönemde, doğa halinde eşit bir durum varken, Devlet ortaya çıktığında artık eşitlik ortadan kalkar. Bunun günahı da o çiti ilk çekene aittir. İnsanlar birbirine uzak ve rahat yaşarken, bir mecburiyet sonucunda yan yana gelmeye başladılar. Bunun sonucunda iletişim kurmaya başladılar. Daha sonra mülkiyet (bu durum Rousseau’ya göre kötü bir şeydir) gelişmeye başladı. Mülkiyet oluştuktan sonra da devlet denilen bir yapılanmaya geçilmiştir. İnsanlar bir sözleşme yaptılar. Ancak bu yalancı bir sözleşmedir. Burjuvanın yaptığı bir oyundur. Burjuva insanları kandırarak devleti ortaya çıkarmıştır. Öyleyse bu oyun bozulmalı, sözleşme kaldırılarak, yerine yeni bir sözleşme yapılmalıdır. Bu sözleşme Toplum Sözleşmesidir. Kitabının mantığı ve adı da buradan gelmektedir. Ancak bir şeye altını çizerek dikkat çeker. Bu yeni sözleşmede hiç beklenilmeyen, eşitsiz bir dünyada insanlar yaşayacaktır. Dolayısıyla Rousseau’ya göre, devlet sanıldığı kadar da iyi bir yapılanma değildir.

 

            Bunun kurtuluşu ise Genel İradenin ortaya çıkmasıdır. İnsanların sözleşmeyle yeni ve özgür bir dünyaya ulaşmalarıdır. O halde, Genel İrade nedir? Rousseau, bunu tam olarak ifade etmemektedir.

 

            Anayasaya bakıldığında da, Genel İrade üzerinden kurulmuş bir sistemin öngörüldüğü görülmektedir. Modern Devlete bakıldığında tamamen Hobbes’un fikirleri üzerinden kurulduğunu görebiliriz.

            Acaba Devlet, güvenlik sağlarken, özgürlükten taviz alınabilir mi? Anayasanın içinde de güvenlik ve özgürlük ikilemi net olarak belirmektedir. Anayasa, özgürlük ve haklar verirken, Olağanüstü Hal ile bu özgürlükleri de kısıtlayabilmektedir. Bu sıkıntılı bir dengedir.

 

DEVLET AKLI (HİKMET-İ HÜKÜMET)

Devletin kriz halinde, yani varlığının tehlikeye düştüğü hallerde hukuku askıya alarak hukuka aykırı faaliyetlerde bulunmasına doktrinde verilen isimdir. Kriz halinde devletin aldığı tavır; olağan dönemlerde sakladığı, uyuttuğu “doğası”nın uyanışıdır.Eskiden İtalya’da İtalyan Ceza Kanununda olan bir terimdir: Ragion di stato. (Toplum için meşru müdafaa) İtalya’da bunun bir teorisi vardır.

Zaman ve mekandan bağımsız, evrenseldir. Fransızcadaki “raison d’etat”, Almancadaki “Staatsraison”, İtalyancadaki “ragione di stato” terimlerinin karşılığı olarak kullanıldığı söylenir.

Derin devletin teorisidir. TV’deki bir dizide geçen bir kavramdır, dizide bir kişi yargılanır ve meşru müdafaa savunmasını ileri sürerek kurtulur. Yani işlediği bütün cinayetlerden devlet adına meşru müdafaada bulundum diyor.

Toplum için meşru müdafaa yoktur yani işlediğiniz suçlardan “devlet adına” diyerek kurtulamazsınız. Türkiye bu konuda güzel bir örnek. Türkiye’de de devlet adına işlenen suçlardan bahsetmek mümkün.

İlk bakışta basit bir trafik kazası gibi görünen olay aslında çok sıkıntılı bir suç zincirinin kırılma noktalarını ortaya çıkarmıştı. 1996 yılının Kasım’ında Susurluk Uçakyolu mevkiinde Mercedes marka bir lüks araç öndeki seyir halindeki kamyona arkadan çarpar. Buraya kadar her şey çok normal gözükürken araçta bulunan 3 kişi hayatını kaybeder ve yaralı olarak hastaneye kaldırılan kazazedenin ise hayati tehlikesinin bulunmadığı açıklanır.

Bu çok eski bir terim, kökenleri genellikle 1596’ya kadar gider. İtalyan kökenli bir kavramdır: Ragion di stato. Burada devlet ve akıl kavramı yan yana geliyor. Burada devletten kastı devlet mi hükümet mi dediğimizde kendi coğrafyamıza baktığımızda sanki soyut bir devlet anlayışını esas alıyor. Soyut devlet anlayışı da aslında hükümeti bir kenara koyuyor.

Teorinin temel mantığında şu vardır: Eğer devlet ortadan kalkacak ve bekası tehlikeye girecekse bütün kuralları o dönem için –geçici dönem- askıya alabiliriz diyor. Muhafaza ve beka için hukukun ve /veya ahlakın ezilip geçilmesi, ihlal edilmesi, yok edilmesi gerekiyorsa; yönetici, bunu rahatlıkla yapabilir. Zira amaç, “devletin” gücünü korumak, onun devamını sağlamaktır.

Giovanni Botero, tarihler 10 Mayıs 1589’u gösterirken, o ünlü kitabı Della Ragion di Stato’yu yayınlar.. (Ondan önce bu teori hakkında İtalya’da birkaç tane daha kaynak bulunabilir 1515-1520lerde yazılmış.) Bu ismi açıkça zikredip bir doktrin olarak ileri süren BOTERO’dur. Bu kitabı prenslere, krallara övgüler olan bir kitap olarak da algılayabilirsiniz. Bunun örnekleri tarihte çoktur. Macchiavelli’nin kitabını da değerlendirdiğinizde buna benzer bir şey görürsünüz. Devletin çökmemesi için devlete ne yapmaları gerektiğini söylerler.

Botero der ki: “Ragion di Stato, [devletin halk üzerinde] kurabildiği, muhafaza edebildiği ve temdit edebildiği hakimiyet araçlarının ilmidir.” “Ama” diye ekler Botero, “[…] terimin asıl anlamı, tüm bunları içermekle beraber, kurulmasından da önemli olanı, muhafazası ve temditi ile ilgilidir; Ragion di Stato için biri soyut diğeri somut olan iki ölçüt gerekir: Yönetici ve Devlet.”

Bu teorinin kökeninde modern devlet mi yoksa geleneksel devlet mi vardır? Yazarların çoğu bunun modern devletle ilgili olduğunu söylerler. (Modern devlette aklın esas alınması ile ragion di stato kavramındaki akıl.)

Platon’da “Gece Konseyi” Yasalar kitabında geçmektedir. Eğer devletin bekası tehlikeye düşerse yasalar ve ahlak kurallarını askıya alıp Gece Konseyi şafak vaktinde uyanıp devletin varlığını korumak için her türlü faaliyette bulunabilir. Bunu sadece Platonda görmüyoruz, Aristo’nun Politika kitabında Tiranlardan bahsettiği bölümde de vardır: “Bir tiran, tiranlığını kurtarmak için ilk önce tepeleri biçmelidir daha sonra biçtiği tepelerin faillerini de bulmalıdır.” Devlet burada faili bulursa kendi meşruiyetini sağlamlaştırmış olur.

Bu doktrin Hıristiyanlıkta da biraz vardır. En başta pek hoşuna gitmese de Kilisenin daha sonra “Devleti korursam kiliseyi korumuş olurum” diye düşünüyor.

Asıl teoriye baktığımızda modern devlette bir doktrin haline geldiğini görürüz. Daha önce benzer görüşler olsa da doktrinleştirilmesi ilk defa buradadır. Hukuk dışı bir teori değildir.

Ragion Di Stato’nun Hukuk İçindeki Hali: İstisna Hali

Devletin kriz halinde, yani olağan-normal işleyişinin sekteye uğradığı ya da uğrama ihtimalinin olduğu durumlarda yarattığı düzene, olağanüstü hal ya da istisna hali denir. Ragion di stato devletin kriz halindeki tavrıysa eğer, istisna hali de onun kuramıdır denebilir.

İstisna halinin kuramcısı Carl Schmitt’dir. Tarih 1921’dir. Schmitt, Diktatörlük kitabında istisna halinin diktatörlük figürü aracılığıyla sınar. Diktatörlük bir istisna halidir ve kendisini hukukun askıya alınmasıyla ortaya koyar. Schmitt istisna halinin hukuki bağlama yerleştirmiştir. İstisna hali, hukuk içine hukuk dışı bazı faktörlerin yerleştirilmesi halidir.

İstisna, pozitif hukukun üstündedir. İstisna pozitif hukuku askıya alıyorsa, zaten onu aşan aşkın bir içeriğe sahiptir ve onun üzerindedir. Dolayısıyla, pozitif hukuk kendisini askıya alan bir egemen istisnaya karşı koyabilecek güce sahip olamaz.

EGEMENLİK

 

            Geçen ders, Devletin Aklından bahsedilmişti. Bu derste de Devletin Ruhundan söz edilecektir. Egemenlik, en üstün buyurma gücüdür. Egemen denince, insanın aklına, hemen o ülkedeki en üst hiyerarşide bulunan kişi gelmemelidir. Egemenliği bu şekilde anlamak yanlıştır.

            Egemenlik deyince, modern devlete ilişkin bir kavramdan bahsedilir. İki egemenlik modeli varsdır;

            *          Birincisi, Modern Öncesi Egemenlik Kuramı,

            *          İkincisi, Modern Egemenlik Kuramı.

 

            Modern Egemenlik de, Dış Egemenlik ve İç Egemenlik olarak ikiye bölümde incelenir;

            *          Dış Egemenlik, dışa dönük bir kavramdır.

            *          İç Egemenlik ise, en üstün buyurma gücünün içte egemen olmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla aralarında ciddi bir fark bulunmaktadır.

 

            Bir ülke, başka bir ülkenin sınırlarını ihlal ederse Meşru Müdafaa gündeme gelir. Buna ilave olarak Önleyici Meşru Müdafaa da yeni bir teoridir.

 

            Devletler egemenliklerini korumak için, dışarıdan bir müdahale gelirse, o ilgili kişiyi (müdahale edeni) yok etmektedir. Egemenliklerine müdahale edilmesi, iki devlet neredeyse savaş haline gelir. Dış egemenlik daha çok uluslararası hukukla ilgilidir.

 

            İç egemenlik ise daha çok iç problemlerle ilgilidir. En üstün buyurma gücü, ülkeyi korumak için iç düşmanlara karşı kendisini savunur. İç Egemenlik de bir nevi, meşru müdafaa gibi düşünülebilir. Devlet Aklı kavramı, daha çok burada akla gelebilir: Devletin kendi varlığını korumak için meşru müdafaa sayılması. O devletin aklıysa, bu da devletin ruhunu oluşturuyor.

 

            Günümüzdeki modern dünyada, egemenlik hakkına sahip olmayan bir devlet yoktur. Yani dünya sistemi artık egemenlik üzerinden kurulmuştur. Ne zaman ki, büyük devletler parçalanıyor, yerine küçük devletler ortaya çıkıyor ve kendi sınırları içinde ve çerçevesinde kendi haklarını koruyorlar. Başka bir devletin saygı duymak zorunda olduğu alandan bahsediyoruz. Egemenliği ihlal edilen devlet diğerine meşru olarak savaş açabiliyor ya da onun askeri gücüne zarar verebiliyor. Normalde bir devletin askeri uçağını düşürdüğünüzde bu bir savaş nedenidir. Ama bunun yanına meşru bir sebep koyarsanız, BM size bu konuda bir yaptırım uygulamaz. Çünkü kendi alanınızı korumuş olursunuz.

 

            Egemenlik kavramı, sınırlar kavramıyla da bağlantılıdır. Egemenlik, sınırların hem dışını hem de içini kapsar. Ancak, asıl önemli olan egemenlik modern öncesinde nasıldı?

 

            Avrupa Hristiyanlık üzerinden düşünülebilir. Avrupa’da, Rasyonel bir temele dayanmayan, İlahi bir egemenlik anlayışı vardı.

            Burada da aslında ortaya bir ayrım çıkmaktadır;

            *          Egemenliğin bir ilahi şekli var (rasyonel olmayan),

            *          Bir de rasyonel bir şekli var.

 

            Rasyonellik, ilahi olanı, tanrısal olanı yok eder, öldürür. Dolayısıyla rasyonellik yeni bir dünyanın ismidir.

            İlahi olan da eskiye ait bir şeydir. Roma İmparatorluğunu hatırlanacak olursa, din üzerinden kurulan bir sistemdir yani ideolojik bir tarafı vardır.

            Yunan da din üzerinden kurulmuş bir sistemdir. (Çok Tanrılı-Pagan)

            Mezopotamya’da da Pagan, yani din üzerinden kurulmuş bir sistem hakimdir.

 

            Roma’da, Yunan’da ve Mezopotamya’da egemen olan, Tanrı ya da Tanrılardır. Hristiyanlar, kilisenin otoritesine yani papaya dayanıyordu. Pagan olanlar ise Tanrılara dayanıyordu. (Romayı hatırlayın)

            Platon’un devletinde de yine Tanrılar vardı.(Yunan kültürü tamamen din üzerinden kurulduğundan dolayı Platon’un da bunu başka türlü yapması beklenemez.) Özetle, modern öncesi egemenliğin kaynağı Tanrı’dan gelmektedir.

 

            Modern öncesinde kuramları Tanrı yapıyordu. Eğer inançlıysanız Tanrının kuralları üzerinden yönetiliyordunuz. Kilise, Tanrının kurallarını yeryüzünde ifşa ediyor, kendisi kural yaratmıyor. Dayandığı kutsal kitap bütün kuralların oluştuğu kitaptır. (Modern devletin kutsal kitabı ise anayasadır.)

 

            Bir toplumu din üzerinden kuruluyorsa, kurallar da dinsel kural olmak zorundadır. Bunun yanında, laik kuralların olması sistemi değiştirmez.

 

            İktidarı gökyüzünden yani Tanrıdan almak gerekmektedir. Modern öncesi bütün iktidarlar, Tanrıdan gelir. “omnis potestas a deo”: (İktidarlar Tanrıdan gelir.) Bu anlayış uzun süre geçerli olmuştur. Bunu sağlayan mekanizmayı ise Kilise koymuştur. Çünkü Tanrının yeryüzündeki temsilcisi kilisedir. Bu anlayış, zamanla Kilisenin etkisinin azalmasıyla değişmiştir. O yüzden, başka bir terim gelişir: omnis potestas a deo per populum”: (Bütün iktidarlar halk aracılığıyla Tanrıdan gelir.)

 

            *          Birincisinde, Tanrı bütün iktidarı kiliseye verir. Kilise de toplumu yönetir.

            *          İkincisinde ise, Tanrı iktidarını topluma verir. Toplum kendisini yönetecek kişileri seçer. Ama yine temel kaynağa bakıldığında, egemenliği kuranın Tanrı olduğunu görülür. Egemenlik denilen kavramın, temelinde din veya tanrı var.

            Modern Devlet, bunu değiştirmek istemiş fakat bu pek kolay olmamıştır. İlk başlarda, kral kiliseyle iktidarı eşit olarak kullanmaya başlamıştır. Yönetici kraldır, fakat kral bu vasfını kiliseden almaktadır. (Tanrı kiliseyi görevlendirir, Kilise kralı görevlendirir, halk da itaat eder.)

 

            Modern anlayışı değiştirecek olay; 1789 Büyük Fransız Devrimidir. Bu tarihten itibaren kraldan bütün yetkileri alınmış ve ulusa tevdi edilmiştir. Kralın somut ve soyut kişiliği yok edilerek, yerine ulus veya cumhuriyet geçirilmiştir.

 

            Baba-Oğul-Kutsal Ruhta (Teslis/Üçleme) egemen kimdir? Kutsal kitapta teknik bir terim geçer: Egemen Rab. Yani her şeyin üstündeki kişi Tanrı’dır. İsa, yeryüzünde Tanrının gölgesidir, temeli ve ilkeyi ifade eder. (arke) Krallar da daha sonra, İsa’ya ait olan gücü Tanrının yeryüzündeki gölgesi olduğu için kullanacaktır. Egemen Tanrı ise, onun gölgesi de yeryüzünde hakim olmak zorunda anlayışı vardır. Devlet düşüncesi ile Tanrı düşüncesi birleştirilmektedir.



            Kutsal kitaplarda dünyevi yaşam düzenlenir. Hırsızlık, zina vs. günah denmekte, devlet ise bunlara suç ya da yasak demektedir. Aralarındaki fark, biri ilahi iken diğeri ilahi olmayan, insan yapımıdır. 1500-1789 arasında kral-devlet, kısmen modern bir anlayışa geçmiştir. 1789’a kadar tamamen ilahiliği kaldırmak mümkün olmamıştır. 1789’dan itibaren bu mümkün olmuştur.

 

Machiavelli:

 

            1469 yılında Floransa’da doğmuştur. Egemenlik kavramının kurucusu denemese de, egemenlik kavramından bir önceki duraktır. Egemenlik kavramın ve Devlet kavramının oluşumunda etkili bir isimdir. Kilise Machiavelli’yi sevmez ve 1963’e kadar Prens kitabını okumayı yasaklamıştır. İnsanlar bu kitabı okursa, günaha girerlerdi.

 

            Machiavelli’ye, “yalaka” ve “şeytanın uşağı” denir. Çünkü, iktidar kimdeyse onun yanına geçmeye çalışmıştır. Ancak, bu konuda çok başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Doğduğu yer, o dönemde önemli bir yerdir çünkü ticaretin merkezi, kent devletidir. İtalyan Birliği o dönemde yoktu ve kent devletleri hakimdi. Çatışmalar çok fazladır. Floransa’da, Medici’ler egemendi. Medici’ler, Floransa’ya hakim güçlü bir ailedir. Machiavelli, Medicilerin hakim olduğu Floransa’da ortaya çıkmıştır.

 

             Burjuvazi kavramı da, o dönemde artık ortaya çıkmıştır. Burjuva, öncü sınıftır. Çünkü, burjuvalar okur yazardır ve kilisenin otoritesini yıkmışlardır. Zengin, ticaretle uğraşan bir sınıftır. O dönemde, Mediciler ve burjuvazi arasında gizli de olsa bir çatışma sürüyor. Bu gizli çatışma, zaman içinde açık bir çatışmaya dönüşmüştür.

 

            1494’te, esasen burjuvazi sınıfından olmayan ve daha önce rahip olan SAVONAROLA, Floransa’ya hakim olmuş ve daha sonra derisi yüzülerek idam edilmiştir. Bu dönem bitince, burjuvazi tekrar egemen olmuş ve yeni bir sınıf olarak kent devletini ele geçirmiştir. Machiavelli, Barışçıl Birlikler Kurulu, adlı bir kurulda görev almış ve 12 yıl boyunca bu görevi burjuvalar ortadan kaldırılıncaya kadar devam ettirmiştir. Burjuvalar ortadan kaldırılınca Mediciler geliyor. Medici ailesinde yaşayan Machiavelli, medicilere bir güzelleme yapmak düşüncesiyle, Prens adlı kitabını yazmıştır. Bu kitap, Medicilerin başındaki kişiyi güzellemek (övmek) için yazılmıştır.

 

[Cemil MERİÇ’in- Zavallı Machiavelli önerildi.]

 

Egemenlik Nasıl Tanımlanır?

 

            Egemenliği tanımlamak çok mümkün değildir. Bütün unsurları kapsayan, hiçbir unsuru dışarıda bırakmayan bir tanım bulmak kolay değildir. Ancak egemenliğin belli unsurlara da sahip olması gerekir.

 

            Machiavelli herkesin çok sevdiği birisi değil. 1513’te Prens’i yazıyor ve Medicilere gönderiyor. Belki beni tekrar göreve çağırırlar diye. 1518’de memur oluyor. Bu tarihe kadar bir görevde bulunmuyor. Mediciler 1527’de tarih sahnesinden çekildikleri için bu tarihe kadar görevini sürdürüyor. Machiavelli yine ortada kalıyor. 1528’de de ölmüştür.

 

Machiavelli’nin özelliği nedir?

            Egemenlik kavramını ortaya çıkardı diyemeyiz ama egemenliğe ilişkin çok şey söylediğini iddia edebiliriz. Prens kitabı önemli bir kitaptır. Devlet kavramından bahsediyor. Asıl ortaya çıkarmak istediği kavram devlet değil. Daha çok Prens üzerinden, yönetici üzerinden hareket ediyor. O yüzden egemenlik kavramını devlet üzerinden değil Prens üzerinden anlamak daha makuldür. Çünkü kurumsallaşmış bir egemenlik anlayışı için bir Fransız olan Jean Bodin beklenecektir. Machiavelli’nin Prensi’ni egemenlik kavramının niyesini ortaya çıkartmış olarak düşünebiliriz.

 

            Machiavelli çok sevilen birisi değil ama bazılarının çok tuttuğu birisidir. Çünkü “İtalya birliğini nasıl sağlar?” meselesiyle uğraşmıştır. Prens’ten bahsetmesinin sebebi kent devletlerinden oluşan bir İtalya’da, bu kent devletlerini nasıl bir araya getiririm. Medicilere “siz öncü olun, bütün İtalya’nın birliği sizin kişiliğinizde sağlayın.” demiştir. Prens bu amaç için her yolu deneyebilir. Ona çok atfedilen bir söz vardır. “Amaca ulaşmak için her yol, her türlü araç mubahtır.” Bu cümle, Söylevler adlı kitabında yer almıştır. Eğer kitaba bakarsak benzer bir cümle sarf ettiğini görürüz.

 

            İtalya’nın birliğini sağlamaya çalıştığı için birçok kişi tarafından da sevilmiştir. İlginçtir ki, çok ünlü Marksist Gramsci, Machiavelli’ye çok atıf yapar. Aynı zamanda ilginç bir kişi de Machiavelli’ye atıf yapıyor. Mussolini. Bir faşist olan Mussolini de Machiavelli’ye atıf yapmıştır. Kilise, Machiavelli’yi hâlâ çok sevmez.

 

            Ne getirdi ki, bizi bu kadar rahatsız ediyor bu kişi?  Modern egemenlikle modern öncesi egemenlik arasında bir eşik sağlamıştır. Yani, ne modern ne modern öncesi egemenlik, ikisinin arasında bir yol bulmaya çalışmıştır. Kiliseyi kızdıran tarafı ise, “Daha siyaset ve din iç içeyken, siyaset ve ahlak iç içeyken Machiavelli yeni bir sistem ortaya atar. Ahlak ve dini bir tarafa siyaseti başka bir tarafa koyar.” Dolayısıyla din ile siyaset arasında bir ayrıma gider. Bu da, kilisenin hiç hoşuna gitmez. Çünkü kilisenin egemenlik anlayışı, din ve siyasetin bir arada olması ilkesinden hareket eder. Machiavelli bunu kabul etmez. Yerine siyasetin çok teknik bir alan olduğuna ilişkin ve siyasetin dinden ayrı olması gerektiğine ilişkin, devleti yöneten Prensin de, dinle bu şekilde bir bağlantısının olmaması gerektiğine inandığından Prens kitabını yazar.

 

            Ama Prens kitabında, ulusal birliği sağlarken başka bir derdi daha vardır: Kişilerin güven içinde kalması. Siyasetin temel mantığında, kişilerin güvenlik içinde yaşaması vardır. Bu güvenlik meselesi daha sonra Hobbes’un da ilgisini çekecektir. Yani Hobbes biraz daha Machiavelli’den etkilenmiştir dersek, çok yanılmış olmayız.

 

            Dolayısıyla, din, ahlak ve siyaset arasındaki ayrım, aslında Machiavelli’nin siyaset bilimine, hukuk dünyasına kattığı önemli bir ayrıcalıktır. Siyaset artık teknik bir iş haline gelmiştir. Günümüzde de uygulanan siyaset ya da uygulanması gereken siyaset teknik bir iş olarak siyasette, dolayısıyla ne din ne de ahlak bu alana müdahale etmiyor. Bunun kökenine baktığımızda Machiavelli’nin düşünceleri olduğunu görüyoruz. Ama bir terimden daha bahsediyoruz. Makyavelizm.

 

            Makyavelizm, belki de Machiavelli’nin hiç bilmediği bir terimdir. Machiavelli’nin görüşlerinden ziyade devleti ön plana çıkaran bakış açısıyla anlatılan bir metindir. Yani, devlet aklının biraz daha değişik bir ifadesi. Oysa Machiavelli devletten çok yöneticinin üzerinden hareket etmiştir. Diyor ki “yöneticiler halka yakın olmalıdır. Dolayısıyla yöneticiler iktidarını tanrıdan değil halktan almalıdır ama gerektiğinde halka yalan da söyleyebilmelidir. Çok kurnaz bir tilki gibi olmalıdır. Halkı kandırmak için elinden ne geliyorsa yapmalıdır.”

 

            Machiavelli’nin bu söylemleri günümüzde hâlâ yerini korumaktadır. Siyaset, bu anlamda tuhaf bir iştir. Belki biraz tahrif edilerek gelmiştir. Ama egemenliği, birisinin kavramlaştırması gerekiyorsa bu kişi Machiavelli değil, Jean Bodin’dir.

            Bodin, 1500’lü yılların ortasında (1530), dünyaya gelmiş bir Fransız, bir hukukçu aynı zamanda bir hukuk hocasıdır. Toulouse Üniversitesi’nde görev yapmıştır. Ama zeki bir adam Profesörlüğün ona para getirmeyeceğini düşündüğü için, Üniversite’yi terk etmiş ve burjuvaların savcısı olmuştur. Etkili bir kişi ve önemli bir figürdür. Egemenlik üzerine çok önemli bir kitap olan, Devletin Altı Kitabı adlı kitabını 1576’da tamamlamıştır. Ama tabii ki, bu kitabı okumak çok zordur. Sadece Fransızca olduğu için değil İngilizcesine de ulaşmak çok kolay değildir.

 

            Bodin sadece bu kitabı yazmamıştır. Birçok alanda eserleri mevcuttur. Edebiyata meraklıdır. Ama asıl önemli kitabı onun cadılar üzerine yazdığı bir kitap. Jean Bodin’i özellikli kılan taraf Cadıların nasıl ortadan kaldırılmasına ilişkin bir hukuk kitabı yazmasıdır. Demonoloji, (Şeytanbilim diye çevrilebilir). Cadılar, nasıl hukuka uygun olarak ortadan kaldırılırın cevabını çok net bulunabilir. Egemenlik kuramını oluşturan bu kişiyi, modern kuramı oluşturan kişiyi çok da özgürlükçü olarak göremeyiz.

           

            Çünkü, kendisi Machiavellili’den biraz geriye düşmüştür. Machiavellili, siyasetten tanrı fikrini, din fikrini çıkarmıştır. Daha laik bir sistemin (tam laik sistemden bahsetmiyoruz ama daha laik) öncüsü olmuştur. Oysa Jean Bodin geriye gitmiştir. Bulduğu egemenlik teorisi kurumsallaşmış bir egemenlik teorisi olmakla birlikte tanrıdan bağını koparmamıştır. Yani tanrıdan bağını koparmış bir Jean Bodin arıyorsanız çok fazla bulamazsınız.

 

            Bodin’in kitaplarına bakıldığında, onun da tanrı fikrini reddetmediğini tanrı üzerinden oluşturduğunu görülebilir. Ama özelliği ne? Bir kavramı ortaya çıkarmıştır aslında. Kurumsallaşmış İktidar.

 

            Daha başka bir terimle, karşılıyor bizi Soyut Devlet fikrinin başlangıcı. Somut devlet fikri diye bir kavram yoktur. Somut devlet aslında, kişilerden oluşmuş devlettir. Kişiler bünyesinde, kimliğiyle oluşmuş bir devlete somut devlet denir. Aslında, devletin kendisini bir kral  ifade ediyor modern öncesinde. Tam da XIV. Lui’nin dediği gibi “Devlet benim!”.

 

            Devlet denilen şey, yürüyen bir canlı bir kişinin kişiliğinde oluşmuş. Somut, gözle görülebilir, kurumsallaşmamış. Oysa soyut devlet ya da kurumsallaşmış iktidar ya da devlet ne demek? Kişilerden ari, kişiler üzerinden kurulmayan iktidar üzerinden kurulmuyor. Mesela; günümüzdeki devlet anlayışı. Kişi üzerinden bir devletin gösteremiyoruz. 1789’da son Fransız Kralı idam edildiğinde artık, devletin sahibi ulus oluyor. Yani soyut bir varlığa dönüşüyor.

 

            Bunun başlangıcı da, Bodin’de bulunabilir. Kurumsallaşmış iktidarı, Bodin ortaya çıkarmıştır. Daha önce egemenlik kavram olarak bahsedilmemişken, egemenlikten, ilk defa kavramsal olarak bahsetmiştir. Machiavellili egemenliği daha çok hakimiyet olarak anlar. Oysa Bodin’de belli ilkelere değinildiği görülür.

 

            Jean Bodin kafayı birisine takmış durumda. Aslında bütün teorisini oluştururken, birisiyle mücadele ediyor. Aslında sevmediği birisiyle, Machiavellili’yle hesaplaşıyor. Machiavellili’ye ağız dolusu küfrediyor. Çünkü Machiavellili tanrı ile iktidarı birbirinden ayırmıştır. Oysa Jean Bodin, tanrıyla iktidarı birbirinden o kadar kolay ayırmamaktadır. Bir Fransız olarak, Machiavelli’nin bir dinsiz olduğunu iddia ediyor ve dolayısıyla eleştiriyor. Eleştirirken de tabii ki onun kuramını da eleştiriyor. Bir itaatsiz ve dinsiz olan, Machiavellili’yi yanlışlamak için bir itaat skalası oluşturuyor. Yani İtaat Merdiveni.

 

            Bodin diyor ki “Yeryüzünde bir hiyerarşi vardır. Ve bütün sistem daha çok bu hiyerarşi üzerinden hareket ediyor. Yani bir devleti bir hiyerarşi oluşturur dolayısıyla devleti oluşturan hiyerarşi de itaat skalasını meydana getirir.” En üstte kim olabilir? Eğer en üste Prensi koymuş olsaydı Machiavelli’den çok farklı bir şey söylemiş olmazdı. Ama Machiavelli’yi yanlışlayacak o zaman başka bir şey koymalıdır. Bodin’in hiyerarşisinde, itaat skalasının en üstünde Tanrı bulunur. Demek ki Bodin’i anlamak için Tanrı fikri önemlidir. Bunun altında tanrının yeryüzündeki yansıması olan prens ya da kral; onun altında prensin yetki verdiği kişiler, yöneticiler; en altta da yurttaşlar bulunmaktadır.

 

            Aslında, Bodin yurttaşlardan da farklı bir terim kullanıyor. Aile. 1576 yılında Roma Hukuku canlanmaya başlamıştır. Roma Hukukunun bütün sistemi, aslında, Pater Familias (aile) üzerinden kurulmuştur. Onun için, devleti oluşturan en küçük unsur aile, pater familiastır. Ailenin içindeki baba, kralın aile içindeki otoritesini temsil eder. Devleti oluşturan şey de ailelerdir. Ailelerin oluşumu adil yönetim eşittir devlettir der. Yani devlet, birçok ailenin ortak çıkarını temsil etmek için, bir egemen tarafından adaletle yönetilmesidir. O zaman madem aile bu kadar önemli, demek ki devlet aileye benzediği için bütün ailelerin birleştiği bir sistemden bahsediyoruz. Ailenin yapı taşı kadın olmayacağı için, bu dönemde aile babası bütün sistemin temel merkezine oturmuştur.

 

            Böyle olunca bazı sorular sorması gerekiyor. Devlet için, dedik ki birçok ailenin ortak çıkarını bir egemen vasıtasıyla adil olarak yönetmesidir. Acaba devleti eşkıyalardan farklı kılan nedir? Bu Jean Bodin’in sorusudur. Devleti böyle tanımlıyorsa eşkıya sürüsüyle devlet arasında bir fark olmalı. Bu fark nedir?

 

            Jean Bodin, “Eşkıyaların da belli kuralları vardır, meşru olabilir. Eşkıyaların hukuku yoktur. Devletin hukuku vardır” demektedir. Yani, devleti diğer yapılardan farklı kılan, onun kendisinin oluşturduğu bir hukukunun olmasıdır. Kralın ya da prensin, hukuk yaratmasıdır. Aynı zamanda tanrısal hukuk kuralları vardır. Onu da ayrı bir tarafa koymuyor. Dolayısıyla Bodin, laik birisi değildir. Bunun dışında devletin bir amacı da olmalıdır. Platon da benzer şeyleri söylemiştir. Modern Devlet de çok farklı bir şey söylemiyor.

 

            Devletin amacı nedir? Devletin güvenlik dışında bir şey sunması gerekiyor. Devlet aynı zamanda mutlu olmayı sağlamalıdır. Jean Bodin “Bir devletin amacı, kişilerin mutlu olmasını sağlamaktır.” demiştir. Eğer mutluluk gibi bir ideoloji vermiyorsa, korku bir yere kadar götürebilir bizi. Bir yerde direnişi, isyanı bastırmak için onlara pozitif bir şey sunması gerekiyor. O da mutluluk. Mutluluğun ne kadar pozitif olduğu tartışılır. Modern devletin ya da modernitenin anladığı mutluluk, ideolojik bir mutluluktur.

 

            İlla ki mutlu olmak zorundayız. Acaba mutlu olmak zorunda mıyız? Mutsuz yaşayamaz mıyız? Kapitalist sistem ve modern devlet mutsuz yaşamaya izin vermez. Eğer mutsuz olursanız, size sunduğu bütün arzu ve beğeniler ortadan kalkar. O yüzden hepimiz mutlu olmak zorundaymışız gibi, yaşarız modern devlette.

 

            Mutluluğu bize ne sağlar? Bazen istediğimiz elde etmek bunun sınırı asla yok. Mutsuz olunca yeni başka bir şey sahneye girer modern devlette? Ne oluyor mutsuz olunca? Genellikle Avrupa’da insanlar psikiyatriste gidiyor. Ama modern insanların mutsuzluklarını halledeceği bir şey yine modern devletin yaptığı psikologlar ve psikiyatristler.

 

            Dolayısıyla devletin o korku ve güven yanında bir de mutluluk sunması gerekiyor. Bodin, bundan farklı bir şey söylemiyor. Ama Bodin’in egemenlik anlayışına anlarken bir benzetme yapılabilir. Daha doğrusu bu benzetmeyi kendisi kitabında yapmış ve Egemenliği bir gemiye benzetmiştir. Egemenlik bir geminin omurgasıdır. Gemiler nasıl omurgasız olmaz, egemenlik olmadan da devlet var olamaz. İşte onun, geminin var olması için egemenliğin olması gerekir. Yoksa ona artık gemi demeyiz.

 

            O yüzden, “devletin temel mantığında egemenlik vardır” diyor. İlk kez kavramsal olarak egemenlikle devleti yan yana getiren kişidir.

 

            O zaman acaba egemenliğin unsurları nedir? Genel olarak üç büyük unsurdan bahsediyor ama unutmayın ki bu üç unsurdan sadece Bodin bahsetmiyor, Machiavelli’nin bahsettiği unsurlar da var.

 

            Birinci özellik, mutlaklıktır. Egemenlik mutlak olmalıdır. Bu ne anlama geliyor? Başka bir güç tarafından sınırlandırılmamış olan kişi mutlaktır. Benzetme yapalım dinden. Bir demek mutlak demek, onun üstünde hiç kimse yok demek. Bodin’in de söylediği şey bu. Egemen demek mutlak demektir. Mutlaklık, aynı zamanda; Yasa yapan kişi anlamına da gelmektedir. Mutlak, yasayı yapan, istediği zaman değiştiren, istediği zaman tekrar yapan kişi demektir. Hiçten var eden kişi demektir. Dolayısıyla mutlaklık, aynı zamanda egemenin yasa yapma imkânını da ortaya çıkarıyor. Yani egemen dediğimiz zaman kimse ona emir veremiyor, aynı zamanda o yasa yapan bir kişilik olarak ortaya çıkıyor. O zaman, yasa egemenin ruhudur dersek çok yanlış söylemiş olmayız. Bodin de. Acaba yasa ile hukuk arasında bir ayrım yapabilir mi? Çünkü yasa egemenin buyruğuysa hukuk da adalet, hakkaniyet anlamına geliyor onun terminolojisinde. Ama, daha doğru bir şey söylemek gerekiyorsa, yasa mı hukuk mu sorusunda tabii ki egemenin yaptığı şey yasa olduğuna göre, yasa hukuku önceler. Yani yasa hukuktan daha önce gelir. Neden? Çünkü mutlaklığı sağlamak için ortaya çıkardığı şey.

 

            İkinci özellik; Egemenlik bölünemez ve devredilemezdir. Eğer, egemenliği feodal sistemdeki gibi, parça parça bölersek o zaman bir egemenlikten bahsedemeyiz, birçok egemenlikten bahsederiz. Onun düşüncesi ise kurumsallaşmış devlet düşüncesi. Dolayısıyla bir, tek olmalıdır. Diyor ki, “devleti Aristokrasi, monarşi ve demokrasi şeklinde yönetebiliriz”. Demokrasiyi, filozoflar kötü bir yönetim biçimi olarak kabul ettiğinden monarşi tercih edilebilir. Ancak, bölünemez, devredilemez dediğinde, acaba kral eşittir egemen anlamına gelir mi? Çağdaş filozoflardan birisi, bir soru sormuş ve onun cevabını vermiş. Diyor ki o çağdaş filozof: “Egemen, olağanüstü hale karar verendir.”

 

            Egemen eşittir prenstir diyebilir miyiz? Jean Bodin diyor ki “egemen eşittir prenstir ya da kraldır diyemeyiz. Egemen onun da üstündedir.” O zaman egemen kim? sorusuna cevap verdiği söyleyemeyiz. Egemen yasayı yapan kişidir. Kral o zaman, kral olmayabilir. Yani egemen aslında onun kafasında biraz tanrısallaşmış bir figür gibi düşünebiliriz. Biraz daha soyut bir varlık. Tam olarak kral dersek onun düşüncesine aykırı söylemiş oluruz. Tam bir cevabı yok o anlamda. Aslında Carl Schmitt de bunu söylüyor. Schmitt “egemen olağanüstü hale karar verendir” diyor. Bazen kral olabilir bazen başkaları da olabilir. Kimliği çok bilinen birisi değil.

 

            Üçüncü özellik, Jean Bodin’i diğerlerinden ayırır. Egemenlik süreklidir. Bu çok önemlidir. Kral öldü yaşasın kral. Neyi ifade ediyor? Osmanlıda da benzer bir durum vardı. Bir sultan ölünce, hemen başka birisi sultan oluyordu. Bunu bir terimle açıklamak gerekirse, Ardıllık (Süreklilik) İlkesi denir. Aslında krallar hiç ölmez. Devlet hiçbir zaman kral öldüğü için sona ermez, devamlıdır, daimidir. Yani burada aslında ifade edilmek istenen, tacın bir başkasına devredilmesidir.

 

            Fransa’da; 14ncü Louis ölüyor, yerine 15nci Louis geliyor, sonra 16ncı Louis geliyor. Fransa tarihinde, Louis adlı 16 kral vardır. Biraz da sürekliliğe vurgu yapıldığı için aynı isim kullanılıyor. Kralların ölmeyeceğine ilişkin teori oluşturmaları için. Kral elbette ölüyor, ama ölen kralın, somut (canlı, kanlı) bedeni. Soyut kralsa hiç ölmüyor.

 

            O zaman, kralın iki bedeni olduğunu söylüyoruz. Bir ölümlü beden, hepimiz gibi yaşayan, ölen bir de ölümsüz beden yani hiç ölmeyen, dünyevi olmayan, uhrevi beden.

 

            Buna İngilizler başka bir teoriyle karşılık veriyor: Kralın İki Bedeni Teorisi. Bu teorinin aslında anlatmak isteği şey, egemenliğin sürekli olduğu, kralların somut kişiliğinin ortadan kalkmasına rağmen devletin asla ortadan kalmayacağı yönelik bir durumdur. Yani, devletler zamanla sınırlı değildir. Jean Bodin’in getirmeye çalıştığı özellik, devletlerin zamanla sınırlı olmamasıdır. Sürekli olduğu ve zamanla ortadan kalkmayacağı anlamına geliyor.

 

Böylece, üç ilke yan yana getirilmiş olundu. Acaba bu ilkeler yan yana getirildiğinde, Bodin’in çeliştiği hiçbir yer yok mu? Yani, Bodin çok tutarlı bir filozof mudur?

 

            Egemenliğin belli sınırları vardır. Bodin demiştir ki, “Egemenlik, bölünemez, devredilemez, mutlaktır, sınırlandırılamaz” ama kitabına bakınca, birden bire “egemenliğin de belli sınırları vardır” da demektedir. Buna çeşitli kitaplara bakıldığında, “Jean Bodin’in Çelişkileri” olarak adlandırıldığı görülebilir ve çok da yanlış bir terim değildir.

 

            Bodin’in belli çelişkileri vardır. Çünkü diyor ki “Egemenliği sınırlayan bazı kurallar vardır.Egemenliği ne sınırlayabilir?

 

            *          Tanrısal kurallar egemenliği sınırlar. Egemen sınırsızdı, mutlaktı. O zaman tam bir mutlaklıktan bahsettiğini söyleyemeyiz. Tanrısal ve doğal yasalar egemenliği sınırlar yani egemen tanrısal ve doğal yasalara aykırı bir yasa ortaya çıkaramaz. Egemen bütün yasaları yapabilirdi, değiştirebilirdi hani? İşte burada Bodin’in çeliştiğini söyleyebiliriz. Demek ki tanrısal ya da doğal yasalar, söz konusu olduğunda kral mutlaklığını net olarak kullanamıyor. Dolayısıyla bu yasalara karşı gelemiyor.

 

            *          Bir de diyor ki “Tanrısal ve doğal yasalar dışında bir de temel yasalar vardırTemel Yasalar nedir? Süreklilik (Ardıllık) İlkesini değiştiremez. Çünkü bu devletin temel yasasıdır. Yine birbiriyle çeliştiğini görüyoruz.

 

            *          Aynı zamanda diyor ki, “Kamu topraklarının mülkiyetini başkasına devredemez. Ben egemenim, kralım, kamu topraklarını istediğim gibi birilerine devredemez miyim? Yasayı yapan benim, bir yasa çıkarırım toprakları devrederim”. “Hayır” diyor, “kamu topraklarını devredemez”. Çünkü; kamu mülkiyeti, bu anlamda bu yasaların üstünde temel bir yasadır. Anayasal bir yasa gibi düşünebiliriz.

 

            *          Ekonomik sınırlar da var: “Özel mülkiyete de zarar veremezsiniz” diyor. Bunun mantığını anlamak çok mümkün. Çünkü Bodin, burjuvayı temsil etmekteydi, burjuvanın savcısıydı. Dolayısıyla, burjuvanın temel noktası özel mülkiyettir. Eğer özel mülkiyete aykırı yasalar çıkaracak bir sistem öngörseydi, burjuvaların bütün sistemini yıkmış olurdu. Kendisiyle çelişmek pahasına özel mülkiyete de zarar veremezsiniz diye bir cümle de kuruyor.

 

            *          Aynı şekilde vergilendirmeye de ilişkin bir cümle kuruyor.

 

            Dolayısıyla Jean Bodin’e bakıldığında, kendisiyle çelişen birçok kuralı kendisinin yıktığını görmek mümkün.

 

            Tiranlık, bütün bu düşünürlerin merak ettiği bir konu olmuştur. Cicero da, Aristo da, Platon da merak etmiştir. Bodin de merak etmiş ve “Bir devlet tiranlıkla yönetiliyorsa acaba halk yani yurttaşlar ne yapmalı.” demiştir.

            Tiranlık da bir devlet yönetimiyse, Bodin, “Tiranlığa karşı boyun eğmek zorundasınız” demektedir. Yani direnme hakkını tanıyan bir kişi değil, mutlak itaati önemsiyor. Dolayısıyla, Tiranlığa karşı, otoriteye uygun davranacaktır. Eğer Tiranlığa direnirseniz, devletin sürekliliği ilkesi zedelenir. Dolayısıyla Tiranlığı yıkmak için direnmenin bir anlamı yoktur.

            Bu fikir de, yine Onun bir çelişkisi olarak ortaya çıkarılabilir. Demişti ki “monarşi ile Aristokrasi arasında, tiranlık rejimini de bırakıyor”.

 

Toparlanacak olunursa;

 

            Jean Bodin’in temel özelliklerinden birisi egemenlik kavramının kavramsallaştırılmasıdır. Egemenlik kitaplarında Kavram olarak görülebilir. Terim olarak görülebilir. Dominium kelimesini kullanmaz, egemenlik kavramını yine Roma’ya atıfla kullanır.

 

            Dolayısıyla Machiavelli’den ayrılan tarafı, egemenliğe ilişkin yeni bir ilke ortaya çıkarması. Mutlaklık, bölünemezlik. Machiavelli’nin de bildiği bir ilke olmakla birlikte Machiavelli’nin bilmediği ilke, sürekliliktir. Machiavellili süreklilik ilkesinden haberdar değildir, onu çözememiştir. Onu çözecek kişi bir Fransız olan Jean Bodin’dir. Dolayısıyla egemenlik kavramıyla ilişkin bizim düşünce dünyamızda yarattığı zenginliklerden birisi bu diyebiliriz.

 

            Diğeri de egemenliği kavramsallaştırmasıdır. Egemenlik kavramına günümüzdeki anlamını tabii ki, sadece Jean Bodin değil, 1789 Fransız Devrimi de şekil vermiştir.
1789 Fransız Devrimi, ulus-devlet sürecini başlatan bir ivmedir. Dolayısıyla, halk egemenliği ya da ulus egemenliği diye yeni bir kavram ortaya çıkarılmıştır.

 

           

Machiavelli

            Machiavelli egemenlik kavramını hazırlayan kişi olmakla birlikte ama egemenlik kavramından bahseden Bodin’dir. Devletin Altı Kitabını yazmıştır, terim cumhuriyet anlamına gelse de devlet kavramını “Respublica” karşılıyor. Sınavda sorduğum soruyu hatırlayın, başka bir kavram daha karşılık geliyordu: Regnum (Krallık demektir, devlete karşılık gelir.) İngilizler “Commonwealth” diyor. Machiavelli ise “Stato” kelimesini kullansa da kastettiği yine günümüzdeki modern devlet anlayışı değildir. Machiavelli’nin kastettiği devletten çok bir kişi, yani prenstir. Gücü elinde tutan kişiden bahseder.

Machiavelli’yi sevmemelerinin nedeni: Din, ahlak ve siyaseti birbirinden ayırmasıdır. Siyaseti, ahlak ve dinden ayırmıştır. Bu yüzden, 1963’e kadar kitapları Kilise tarafından yasaklanmıştır. Machiavelli tarih anlayışına da yenilik getirmiş ve Tanrısallığı tarihten kaldırmıştır. Daha önceki tarih anlayışı Tanrıya bağlıdır. (Doğar, büyür, ölürüz ve Tanrının krallığına giderek kurtulmuş oluruz, İsa ile Tanrı ile bütünleşmiş oluruz.).

 

            Machiavelli, tarihin insanların, toplumun yaptığı bir şey olduğunu söyler. İnsanların ve toplumun da siyasal bir hayvan olduğundan bahseder. Aslında bu anlamda Aristo’ya atıf yapmak gerekir. (Aristo’nun düşüncesinin tarih anlayışını yansıttığından söz edebiliriz.)

 

            Prens her şeye muktedir, egemen olan kişidir ama Kralla egemen her zaman yan yana gelmez. Carl Schmitt, “Siyasal İlahiyat” kitabında, Bodin’in kitabını eleştirerek, Egemen, olağanüstü hale karar verendir demiştir.

 

            Prens, topraklarını yönetirken kime danışmak zorundadır? İki kesime yaslanabilir: Soylular veya halk. Prens, en güçlü olansa soylular acaba bu işi kolaylaştırır mı zorlaştırır mı? Şöyle düşünün;

            *          Prens iktidarı elinde tutan en üstün kişi ise, soylular acaba ilerde ondan bir iktidar talebinde bulunabilir mi?

            *          Ya da acaba halk ileride paylaşmasını isteyebilir mi?

Hangisi muhtemel? Tabi ki soylular. O zaman diyor ki Machiavelli: “Birisine yaslanacaksanız, halka yaslanın. Bir prens, mutlaka halkıyla var olur, soylular ortadan kalkabilir veya gidebilir ama gitmeyecek olan özne halktır.” Soylular da Prensin gizli düşmanından başka bir şey değildir. Machiavelli’nin o dönemde yapmak istediği bir şey var: İtalya’nın birliğini sağlamak yani parça parça olan prensliklerin içerisinde bir bütün ortaya çıkarmak ve büyük İtalya idealine ulaşmak.

 

            Halka dayalı bir ülkeyi iyi yönetebilmek için, iyi yasalarınızın olması gerekli. Machiavelli buna bir şey daha ekliyor: İyi de ordularınız olmalı. Hem iyi yasalarınız hem de iyi ordularınız olacak. Yasalarınız iyi olmasa da, çok iyi ordularınız olmalıdır. Bu ordular da paralı askerlerden ya da soylulardan değil, halktan oluşmalıdır. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: Machiavelli ilk defa ULUSAL ORDU fikrini ortaya atan kişidir.  –Ordu gücü + birlik sağlama düşüncesi-

 

            Machiavelli ile ilgili modernite tartışmasını ortaya çıkaran kavram: meşruiyettir.  Machiavelli’nin düşüncelerine bakıldığında meşruiyetle hiç ilgilenmediği görülür. Yani asıl derdi meşruiyet değildir. Başka bir kavramla ilgilenir: Güç. Güçlü olan, gücü eline geçiren kimse, devleti o yönetir. Prense bu kadar önem vermesinin sebebi de, gücü eline geçirmesinden başka bir şey değildir.

            Machiavelli, soyluları kendine uzak görmekle birlikte, gerektiğinde onların yanında durmaktan da hiç çekinmemiştir. Örneğin, Prens kitabını Medici ailesi için yazmıştır. Doktrinde bu konu biraz eleştirilir, çünkü hem halktan bahsetmiş, hem de soylular için kitap yazmıştır. Bu bakımdan, kendisiyle çok çelişen birisidir.

 

Jean Bodin

 

            Egemenliği, kavramsal olarak ilk defa kullanan kişidir. Bodin, hukuk profesörüdür. Daha sonra da Burjuvaların yanına geçmiştir. Burjuvalar, tarihte çok önemli bir devrimci sınıftır. Burjuvaların, bütün devrimlerde -özellikle 14ncü YY’dan sonra- parmağı vardır. Büyük burjuvaya kapitalist diyoruz, fakat küçük burjuvalar entelektüel düzeni yüksek, ticaretle uğraşan ve sürekli mevcut düzeni değiştirmeye çalışan insanlardır.

 

            Burjuvalar, laiktir. çünkü o dönemde egemen olan kilisenin otoritesini yıkmak için laikliği savunmuşlardır. Bu durum onların, ateist veya dinsiz olduklarını göstermez ama kilisenin otoritesini yıkmak için uğraştıklarını gösterir. Çünkü kilisenin otoritesi öngörülebilir bir otorite değildir. Burjuvanın yapmak istediği, öngörülebilir bir dünyanın önünü açmaktır. Öngörülebilir bir dünya istemesinin temelinde de ticaretle uğraşmaları vardır: Çünkü, bir hareket yaptığınızda başınıza nasıl bir şey geleceğini bilebilmeniz lazım. Burjuva, modern hukuku oluşturan sınıftır. Bunu da Ticaret Hukuku vasıtasıyla yapmıştır. Ticaret Hukuku tamamen burjuvanın yarattığı bir hukuk sistemidir. Tacir dediğimiz kişi de burjuvanın ta kendisidir. Burjuva, devrimci bir sınıftır (yani o kadar da kötü bir sınıf değildir). Bodin de bu sınıfa hizmet edenlerden birisi, hatta onların savcısıdır. Derdi ise devleti nasıl güçlü kılarım sorusudur.

 

            Bodin, Egemenliğe ilişkin daha önce söylenmiş şeyleri söylüyor: Machiavelli’nin daha önce bahsettiği egemenliğin birtakım özelliklerinden bahsediyor. Aslında egemenlik derken modern egemenlikten bahsediyor. (Modern öncesi egemenlik; kilisenin sürekli bahsettiği, Tanrı’nın yani Tanrı-Kral’ın egemenliğidir.)

 

            Bodin;

            *          Mutlaklık unsurundan bahseder: Mutlaklığın felsefedeki karşılığı ilk olmaktır. Yani kimseye hesap vermeyen, kimseden doğmayan demektir. Bunu Machiavelli de söylemiştir.

            *          Bölünemezlik/Devredilemezlik unsurundan bahseder: İktidar bölünüp parçalanamayacağı gibi başka birine de devredilemez.

            *          Süreklilik (Ardıllık/Zamansızlık) unsurundan da bahseder. Bodin’i ayrıksı kılan şey Süreklilik ilkesini modern egemenlik kavramına dahil etmesidir. Bu ilkeyle birlikte, devletin bir zamanı olmadığı, yani öncesiz ve sonrasız bir şekilde aslında hep var olacağından bahsediyor. Bu ilke aynı zamanda Fransa’da söylenen şeyi de destekliyor: “Kral öldü, yaşasın Kral”. Yani, Kral öldüğünde, yerine birilerini bırakıyor. Kişiler değişse de devletin varlığına bir zarar gelmiyor. Bu yaklaşım, sadece Avrupa için değil aynı zamanda Doğu için de geçerlidir. Özellikle Osmanlı Devletinde; Fatihten beri Kardeş Katli vardır. Çünkü kardeş katline izin verilmezse, bir iktidar mücadelesi meydana gelir ve devletin süreklilik ilkesi zedelenir. Yani devletin ortadan kalkacağından korktuğu için kardeşlerin birbirlerini öldürebilmesi uygun ve normaldir. Kardeş Katli, sürekliliğin ortadan kalkacağı korkusuyla yapılır.

 

            Egemenliği tanımlamak zordur. Sadece belli özelliklerini gösterebiliriz. Egemenlik dediğimizde yukarıdaki üç/dört unsuru düşünmek gerekir.

 

            Egemenlik bu kavramsallaşmanın dışında, hukukçuların da çok ilgisini çekmiştir. Hukukçular, “biz bunu nasıl teorik olarak çekebiliriz diye düşünüyor ve bir kuramdan bahsediliyor. Hâlâ geçerli olduğu iddia edilen, yani 20nci YY’da bile devam ettiği iddia edilen bir kavram: Kralın İki Bedeni Kuramı, İngiliz hukukçuların ortaya koyduğu bir kavramdır.

            *          Bir kesim düşünür, bu kuramın yeni yani modern bir kuram olduğunu söylemesine karşılık,

            *          başka bir kesim de, modern bir teori olmadığını aslında kökeninin Hristiyanlığa kadar götürülebileceğini söyler.

 

Kralın İki Bedeni Teorisi:

 

            Kökeninin aslında Hristiyanlığa kadar gittiği söylenir. Ama acaba, Kralın İki Bedeni Teorisi derken ne kastediliyor? Hukukçuların bulduğu ve Tudor dönemi İngiltere’sinde ortaya çıkmış bir teoridir.

 

            İktidarda 1. Elizabeth vardır ve bir teori ortaya atıyorlar. Kralın aslında iki tane bedeni vardır.

            *          Bir bedeni hiç yanlış yapmayan, asla kötü davranmayan, çok zeki, akıllı, hukukun kaynağı olan ve ölmeyen bir bütün halinde ortaya çıkan bedenidir. Bu politik bedenidir.

            *          Bir de doğal bedeni vardır bu da herkes gibi ölümlü, somut, hata yapan ve sonunda yok olup giden bir bedendir.

            Acaba hangisi daha önemlidir? Hukukçular diyor ki “önemli olan bedeni politik bedeni yani ölmeyen bedenidir.” Kral öldü yaşasın kral deyiminin atında, bu teori yatmaktadır. Ölmeyen, sürekli yaşayan, ilelebet devam eden bir beden, aslında devleti ifade etmek için ortaya çıkan bir terim, teoridir. Yani kökeninde devletin asla ortadan kalkmayacağı düşüncesi yer almaktadır.

 

            Bu teorinin kökenine inildiğinde, mistik beden teorisine ulaşılır. Devlet bir bedense yurttaşlar da organları oluyor. Yani, devlet tıpkı insanlar gibi yaşayan bir şeydir. Orta Çağ’da egemen olan bir teoridir. Bu teoriyi, Papa 1nci Gelasius ortaya çıkarmıştır. Gelasius “Ruhani otorite ile dünyevi otorite aslında birbirinden farklı alanlarda faaliyet gösterir.” demiştir. Dolayısıyla, “Bir tarafta dünyevi otorite var, krallarda varlık buluyor; diğer tarafta kilise gibi bir otorite var o da gökyüzünü temsil ediyor. İki alan birbirinden farklıdır.” demiştir. Aslında bu Gelasius öğretisi de, çok ünlü bir Hristiyan teologuna olan, Aziz Pavlus’a dayanmaktadır.

 

            Pavlus için Hristiyanlığın ikinci kurucusu denmektedir. Çünkü Hz. İsa’nın yapmadığı bir şeyden bahsetmiştir. Hz. İsa’nın ortaya çıktığı zaman Roma İmparatorluğu dönemidir. Hz. İsa, Yahudi toplumunun içinden çıkıyor. “Sezar’ın hakkını Sezar’a; Tanrının hakkını Tanrıya verin.” diyerek, dünyevi iktidar ve ruhani iktidar, birbirinden farklı alanlardır demek istemiştir. Dolayısıyla, “siz Roma İmparatorluğu içinde yaşarken, Sezar’ın buyruklarına, itaatlerine uyun”

 

            Tanrı, Gökyüzünde olandır. Acaba, Pavlus bunu değiştiriyor mu? Yeni bir dünyanın kapısını mı açıyor? Hristiyanlığın, ikinci kurucusuysa bu düşünceyi değiştiriyor mu? Pavlus diyor ki: “Dünyanın iktidarı dünyaya, tanrının iktidarı tanrıya yani kilisenin iktidarı kiliseye aittir. İtaat edin. İtaat etmezseniz lanetlenirsiniz.” Pavlus’un kastettiği dünyevi iktidar, tanrıdan kaynaklanan bir iktidardır. Yani tanrıya boyun eğmiş kişiler olması gerekir.



            O zaman burada biraz durmak gerekiyor. Roma İmparatorluğu, Hristiyanlığı resmi din olarak kabul edinceye kadar pagan bir imparatorluktu. Dolayısıyla aslında Pavlus’un söylediği biraz çelişkilidir. Çünkü söylediği aslında iki dünyayı birbirinden ayırmaktan ziyade iki dünyayı birleştirmektir. Pavlus, “Dünyevi iktidarın kaynağı da aslında tanrısaldır. Yani siyasal olanın da iktidarı tanrısaldır.” demeye çalışıyor. O dönemde pagan Roma İmparatorluğu Hristiyanlığı benimsememiştir. Aslında söylemeye çalıştığı, tanrının iktidarı hem yeryüzünde hem de gökyüzünde vardır. Şeytanın iktidarına direnin, tanrının iktidarı varsa direnmeyin. Eğer direnirseniz lanetlenirsiniz. Söylemeye çalıştığı şey bundan başka bir şey değildir. Pavlus böyle bir fikir ileri sürerek, aslında Hristiyanlığı, bir nevi siyasal hale getirmiştir. Hz. İsa’nın böyle bir derdi yoktur. Çünkü o tanrının emirlerini yeryüzünde yansıtan kişidir. Siyasetle ilgilenmemiştir.

 

            İlk dönem Hristiyanları da Hz. İsa döneminde siyasetle ilgilenmemiştir. Oysa Pavlus döneminde kilise otoritesi, dünyevi işleri de yapmaya başlamıştır. Çünkü Roma İmparatorluğu’nun kökenini bile Hristiyanlığa yani Hristiyan düşüncesine bağladığını söylemek çok yanlış olmaz. Gelasius, bu düşüncesini aldığı kişi aslında Pavlus’tur. Onu eleştirerek kiliseyle krallık arasında kavga etmesini, savaş çıkmasını önlemeye çalışmıştır. Pavlus’un bu düşüncesinin temelinde bütün bir toplumu, beden olarak görmesi yer alır. Aslında Pavlus’un söylemeye çalıştığı “itaat edin çünkü kurtuluş günü geldiğinde itaatsiz olanlar cennette yer alamayacaksınız”.

 

            Pavlus, Bir şey daha söylemeye çalışır: “Bütün toplum bir bedense, diğer bir bedenle bütünleşmesi gerekir. O kurtarıcı gelinceye kadar, dünyevi iktidara itaat etmek gerekir.”

 

            Hristiyanlıkta İsa’yla bütünleşmek için Efkaristiya diye bir ayin vardır. Bu ayinde, kiliselerde ekmek ve şarap dağıtılır. Ekmeği yer şarabı da içerler. Ekmek İsa’nın bedeni, şarap İsa’nın kanı anlamına gelir. Bu ayin, İncil’in Matta, Markos ve Luka versiyonlarında yer almaktadır. Böylece, onu yiyen birisi İsa ile bütünleşmiş olur. Dolayısıyla Pavlus’un söylemeye çalıştığı şey bundan ibarettir. Bir kurtarıcı gelecek ve bizi tanrının krallığına götürecek. Pavlus’un siyasal iktidarı kurumsallaştırdığını bu anlamda söylemek çok yanlış olmaz. Papa Gelasius da bunu bir öğreti haline getirerek, MS. 470’li yıllarda böyle bir öğretiden bahsetmiştir. Tabi Gelasius iki ayrı alandan –maddi dünya ve ruhani dünya-bahsediyor. Daha sonra yeni bir kuram ortaya çıkarak Gelasius’u yalanladı. İki Kılıç Kuramı.

 

            Gelasius ve Pavlus, “İki ayrı dünya vardır” demişlerdi. İki kılıç kuramı da, “Bir maddi dünya var bir de ruhani olan manevi dünya vardır. Bir kral, maddi kılıcı elinde tutar. O zaman ruhani olan manevi kılıcı da bir başkasının elinde tutması gerekir. O da kiliseden başkası değildir.” Kilise, manevi, ruhani kılıcı elinde tutar, kral da maddi kılıcı elinde tutar.

 

            Böyle bakılırsa, Gelasius’la bir fark görülmez. Ancak, iki kılıç kuramına göre, “Maddi kılıcın kaynağı da tanrıdır. Tanrı o kılıcı kiliseye hediye etmiştir. Kilise de krala vermiştir.” Dolayısıyla aslında iktidarın kaynağına baktığımızda ikisinin de kilise olduğunu görürüz. Maddi kılıç da manevi kılıç da kilisenin elindedir. Kilise maddi olan kılıcı, krala tevdi eder (verir).

 

            Yine kılıçla kutsama törenlerinin temel mantığında da iki kılıç kuramı vardır. Maddi dünya insanların yaşadığı, hayatlarını idame ettirdiği, iktidarın otoritesini sağladığı dünya; ruhani olan da gökyüzündeki kraldır. Acaba bunlardan hangisi üstündür? Maddi kılıç mı ruhani kılıç mı? İki Kılıç Kuramı, “Her iki kılıçtan ruhani olan diğerinden üstündür” demektedir. Dolayısıyla kilise kraldan her zaman üstündür.

 

            İki Kılıç Kuramı, Gelasius’un teorisini biraz ortadan kaldırır. Çünkü Gelasius’un teorisinde maddi ve manevi olan, ruhani olan birbirinden ayrılmıştı. Oysa burada bütün dünyanın gökyüzü ve yeryüzünün hakimi tanrı olduğu için ve bunun temsilcisi kilise olduğu için Gelasius kuramından biraz uzaklaşmış olur. İki kılıç kuramı tabii ki zaman içinde geliştirilir.Salisbury’li John diye bir karakter vardır. Aslında kendisi bir din adamı ve aynı zamanda bir hukukçudur. İki kılıç kuramını geliştirdi ta ki Thomas ortaya çıkıncaya kadar. Aziz Thomas ortaya çıkınca Gelasius’un kuramı yeniden gündeme geldi.

 

Aziz Thomas diyor ki “o Gelasius’un teorisine geri dönün”. Yani öğreti olarak 400’lü yıllara geri dönün. Bunlar kendi aralarında tartıştıkları meseledir.

 

NOT: İki Kılıç Kuramının, Modern Devlet içinde ortaya çıkmış bir teori olduğunu unutmayın!

 

            İki kılıç kuramından sonra İngiliz Hukukçuları tarafından başka bir teori ortaya atılıyor. Kralın İki Bedeni Teorisi. Aslında yapmaya çalıştığı şey basittir. Krallar öldüğü zaman yerine yeni kralın gelmesini mistik bir temele bağlamak gerekiyor.

 

            Bu teorinin asıl meselesi, egemenliği açıklamaya çalışmaktır. 1789’da son kez söylenen bir sözden bahsediyoruz. Kral Öldü Yaşasın Kral , 14 Temmuz’u 15 Temmuz’a bağlayan gece ortaya çıkıyor. 15 Temmuz’da söyleniyor. 15 Temmuz’da Bastille ayaklanması oluyor. 16. Louis’i tahtan indiriyor. Çünkü, halk artık krallıkla yönetilmek istemiyor. 1789-1793’e kadar Jakobenler iktidara geçiyor. Kanlı bir iktidardan bahsediyoruz. O zaman krallar suikasta kurban gidiyorlar, ölüyor ama zaten Politik Bedeni devam ettiği için başka birisi çıkıyor onun bedeninde ikisi birleşiyor yani Politik Beden hiç kaybolmuyor. Bir özelliği de ölümsüz olmasıdır. Çünkü tanrısallığı ifade ettiği için ve tanrısallık ölümsüzlükle eş olduğu için krallığın bedeni asla ölmüyor, asla hastalanmıyor ve asla kötü bir davranışta bulunmuyor. SHAKESPEARE her şeyin egemeni kraldan bahseder.

 

            15 Temmuz 1789’da Dük, kapısını çalıyor ve kralı kaldırıyor. Kral, “Ne oldu”, dediğinde, “Efendim, yanıyoruz” diyor Dük. Kral “Bu bir isyan o zaman. Bastille yanıyor. O zaman bu bir isyan,” diyor. Dük de cevaben, “Sanırım bu bir devrim” diyor. Kralın bakış açısı isyanken; Dükün bakış açısı bir devrim olduğuna ilişkindir. Birkaç yıl sonra halka açık bir alanda 16. Louis’nin giyotinle kafası kesiliyor. Artık krallık orada son buluyor. Bundan dolayı Fransızlar cumhuriyetlerini çok severler ve bir tane cumhuriyetle yetinemezler. Şu an 5nci Cumhuriyet devam etmektedir. (Bir ara Türkiye’de de çok revaçtaydı bu. İkinci Cumhuriyetçiler diye bir ekip vardı. Türkiye’nin ikinci bir cumhuriyete ihtiyacı var diyorlardı. Türkiye’de çok tutmadı ama Fransa’da çok tuttu.)

 

            Aslında kastettikleri şudur: Kral öldüyse, kralın bedeni öldüyse, yerine yeni bir kral geliyordu. Ama kral öldü şimdi kim yaşasın sorusu havada kalmaya açık bir soru değildir. Birisini koymak lazımdır. O zaman yaşasın Fransız ulusu. Bir beden gerekiyorsa kralın bedeninden, çok daha laik, daha yaşayan bir beden, o da ulusun bedeni.

 

            Onun da Anayasalardaki ifadesine ihtiyaç vardır. Cumhuriyet. Yani halkın yönetimi, ulusun yönetimi. Dolayısıyla kralın bedeni artık ölü, yerine yeni bir beden olan cumhuriyet geçmiştir. Dünyadaki, bütün anayasalarda, “cumhuriyet ilkesi bölünemez, devredilemezdir.”

 

            1789 halkın egemenliğini ortaya çıkarmıştır. Kralın İki Bedeni Teorisi aslında kendisini cumhuriyette bir bütün olarak görmüştür. Yani, kral iki beden değil, tek beden haline gelmiştir. Dolayısıyla, Kralın İki Beden Teorisi sembolik olarak Avrupa’nın birçok yerinde vardır.

            *          İngiltere; İngiltere de bir krallık var. Ne yapıyor İngiltere’de kraliyet: Yeni kraliçe her yıl kupa arabasına biniyor. Parlamentonun önünden geçerken halk alkış tutuyor. Avam Kamarasına gidiyor, kapıyı üç kez tıklatıyor. Kapının küçük bir penceresi var, kapı açılıyor. Kim o, diyor. O da cevaben kraliçe avam kamarasını ziyarete geldi. Bir dakika deyip kapatıyor. 600 yıldır devam eden bir gelenek. Sadece sembolik olarak kraliyet var. Yani o sembolik karakter hâlâ devam etmekle birlikte, diğer beden olan cumhuriyet varlığını çok güçlü bir şekilde sergiliyor.

 

            Bu ilginçtir, Parlamenter Sistem de böyledir. Cumhurbaşkanı bu yüzden parlamenter sistemlerde sembolik yetkilerle donatılır. İstisnaları mevcuttur. Örneğin Rusya Federasyonu. Yani, cumhurbaşkanı aslında sembolik yetkilere sahip bir bedeni temsil eder. Asıl güçlü olan kısmı halk temsil eder. Yani, Politik Beden halk, diğer beden de cumhurbaşkanı olması gerekir. Kralın İki Bedeni Teorisinin, temel mantığında bu vardır aslında. Yani artık değişmiş bir teoriden bahsediyoruz. Kökenleri Hristiyanlığa kadar dayanır. Hristiyanlıkta da Pavlus üzerinden devam eder.

 

            Kronolojik olarak gidersek: Hz. İsa – Aziz Pavlus – 1nci Gelasius – İki Kılıç Kuramı – Kralın İki Bedeni Teorisi.

 

            Avrupa’da bu teoriler, kilise üzerinden bire bir uygulanmıştır. Kilise babaları toplanıp karar verip, doktrinler oluşturmuş ve onu gündelik hayatta uygulamışlardır. İlk günah Kilise babaları tarafından ortaya çıkarılmıştır. Bunlar hukuki belgeler olarak ortaya çıkmaktadır.

 

            Egemenlik kavramının temel çerçevesini böylelikle oluşturmuş olduk. Egemenlik, Modern Devletin odak noktalarından birisidir.

 

            Bodin’in ifadesi önemlidir: “Egemenlik bir geminin omurgasıdır”. Modern Devlet kavramından bahsediliyorsa, egemenlik kavramı ayrı düşünülemez. Devletin güvertesi ise, toprak yani coğrafi sınırlardır.

 

            Meşru şiddet tekeliyle egemenlik birbirinden ayrı düşünülemez. Özellikle polis ve hapishane üzerinden daha belirgin kılmamız gerekiyor

 

MEŞRU ŞİDDET TEKELİ

Aslında fiziksel şiddetten bahsediyoruz. Bu bir kavramdır. Bu kavramı ilk defa kullanan kişi Max Weber’dir. Önemli bir düşünürdür. Hem hukukçu hem de sosyologdur. Ama Max Weber gibi değil, bazı kavramlardan hareketle bu konuyu anlamaya çalışalım. Bu kavramı sona bırakalım. Bu kavramı anlamak için şiddet kavramından bahsedelim.

Pozivist yazarlar şiddet kavramına yer vermezler. Oysa şiddet bir olgudur. Yani sosyolojik bir kökeni vardır. Devlet teorisinde ve de hukukta şiddetle ilgilenmeme gibi bir ihtimal yoktur. Gerek medeni hukukta gerekse kamu hukukunda özellikle şiddet kavramı çok önemlidir. Ama hukukçular başka terimlerle ifade ediyor.

Herkes bir şekilde şiddet uygulamıştır. Gerek psikolojik gerekse fiziksel şiddet uygulamıştır. Nasıl şiddet uygularız veya niye şiddet uygularız? Şiddet uygulamadan yaşamak mümkün değil midir?         Hobbes doğa halinde herkes herkese karşı şiddet uygular demişti. Acaba Hobbes’in bu düşüncesi doğru mudur? Yani insan doğasında şiddet uyguları mı? Sadece yetişkinler mi şiddet uygular yoksa çocuklar da şiddet uygular mı?

Sineklerin Tanrısı’nda bir grup çocuk diğer çocuklara şiddet uyguluyorlar. Bunlar bir adaya düşüyor ve orada bir düzen kuruyorlar ve bu düzeni şiddet üzerinden kuruyorlar. Çocuklar şiddet uygular mı ya da şiddet bilinçli bir davranış mıdır yoksa bilinçsizce de uygulanır mı?

Şiddeti kızdığımız için mi, sevildiğimiz için mi? Yoksa içimizden gelen bazı dürtüler var da onlara hakim olamadığımız için mi şiddet uygularız? Uygar olmadığımız için mi? Uygarlıkla şiddetin yan yana gelmesi doğru mudur? Ben uygar medeni bir insanım dolayısıyla kimseye şiddet uygulamam diyebilir miyiz? Şiddet hastalıklı bir durum olarak kabul ediliyor. Şiddetle uygarlığı yan yana getirdik acaba uygar, medeni bir insan şiddet uygulamaz mı sorusunu sormuştuk tersinden soracak olursak, uygar olmadan modern öncesi dünyada acaba şiddet çok yoğun uygulandığı için mi bunu bu şekilde kullanıyoruz? Uygarlıkla şiddet yan yana gelmeyecek miymiş gibi geliyor bize ya da gerçekten böyle midir?  Örneğin bir albay emir verdi, emir verdiği kişi emre riayet etmiyor. Bunun yöntemi nedir? Çünkü emir hukuki bir terimdir. Emir verip karşılığında emri verdiği kişiden bir emri yerine getirmesini ister. Meşru bir otoritesi var. Albay bir emir verdi mi o emiri emri alan yerine getirecek. Emri yerine getirmezse o kişiye şiddet uygular mı? Normal hukuk kuralları içinde düşünürsek o kişiye disipline ilişkin yaptırımlar uygulanır. Birisi hakkında soruşturma açıldığında yetkili otoritedir. Dolayısıyla yasaların da bir otoritesi var. Bir şiddet uyguluyor ama yasa içinde yönetmelik içinde uyguluyor.

Bizim bahsettiğimiz bu şiddet değil. Daha yalın bir şiddetten bahsediyoruz. O zaman şunu diyebiliriz. Şiddet dediğimizde yasaların da bir şiddet uyguladığı durumlar vardır. Ama yasa dışı bir şiddet bahsediyoruz. Bireyler arasındaki şiddet. Birinin bir başkasına uyguladığı şiddetten bahsediyoruz.

Hepimiz kötülük düşünürüz ama eyleme geçirmeyiz. Bunun şiddetle arasında bir bağ var mıdır? Kötülük yapmak ya da şiddet; dinin, hukukun, psikolojinin, akla gelebilecek bütün sosyal bilimler ve hatta tıbbın ilgi alanına dâhildir. Şiddetle sadece psikologlar, sosyologlar ilgilenmez. Hukukçular da ilgilenir. Tarihçiler de ilgilenir. Tıpçılar da ilgilenir. Ama acaba kötülük deyince daha mı yumuşattık? Hobbes’ten beri insan doğasında şiddete meyilli olma hali vardır. Kötülük deyince acaba ne anlıyoruz?

Teodise, aslında dinle alakalıdır. Kötülükle mücadele yöntemidir. Çünkü dinin ortaya koyduğu bir şey var. Tanrı mutlakidir. Mutlakilikten de kötülük çıkmaz. Ama dünyada kötü insanlar ve kötülük varsa hatta şeytan diye bir varlık varsa o zaman tanrı neden kötülükle böyle bir ilişki içindedir? Bu teodise kötülük problemini çözmeye çalışan bir anlayıştır. Tanrının kötülükle aslında çok ilişkisi olmadığını kötülüğü bilerek var ettiğini söylüyor. İyi bir şeyden kötü çıkma anlamında değil yani tanrıdan kötü bir şey çıktığıyla değil kişinin yoldan sapmasıyla ilgilenen bir felsefedir.

Teodise, kötülük problemiyle ilgileniyor. Çünkü insanlar kötüdür. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı romanında Raskolnikov diye bir karakter vardır. Raskolnikov yaşlı bir kadını öldüren hukuk öğrencisidir. Bir kadını öldürüyor. Kadın da aslında iyi bir kadın değildir. Çünkü kadın tefecidir. Tefeci olduğu için Raskolnikov’un ondan borç para alma ihtiyacı var. Kurguluyor, kasten o kadını baltayla öldürüyor. Kötü birisini öldürmek o kişiyi kötü yapar mı? Bu ülkede birçok kötü ya da günümüzde kullandığımız bir kelime cani vardır. Hatta insan bile demiyoruz. O kişi öldürmek kötülük yapmak mıdır? Türkiye’de tartışılıyor. Linç diye bir kültür de vardır. Eski bir kültürdür.

Raskolnikov’un yapmaya çalıştığı şey hukuktan kaçabileceğini düşündüğü için kadını yok etmek. O kadın bir tefeci. İnsanlara para verip onların bütün hayatlarını sonra ellerinden alıyor. Raskolnikov aslında bir kötülüğü yok ediyor. Düşünün ki hiç yakalanmayacaksınız, öldürmek istediğiniz insanlar olur mu? En kötü şey bir insanın canını almaktır. Hiç kimse bir kişiyi öldürmeyi, fiziksel şiddet uygulamayı tasarlamamıştır, tasarlamıştır fakat eyleme geçirmemiştir, yapmamıştır. Neden yapmamıştır?  Velev ki o insanın düzelme ihtimali yok örneğin Adolf Hitler. Altı milyon Yahudi’yi öldüren bir kişidir. İnsanları yakarak öldüren, onlardan sabun yapan birisidir. Bütün bu emirleri Hitler vermiştir. SS Subayları da bu emirleri resmi olarak, hukuk kuralları çerçevesinde, emirnameler çerçevesinde uygulamıştır. Başka bir örnek de Stalin, Stalin de milyonlarca Gürcü’yü öldürmüştür. Çünkü ayaklanmalarını engellemek için. Ama kendisi de bir Gürcü’dür.

Hitler mutlak kötüdür. Kimse Hitler’i aslında yaptı ama neden yaptı diye sormaz. Öldürülen kişilerin tek özellikleri ya Yahudi olmaları ya çingene olmaları ya da hastalıklı Almanlar olmalarıdır. İçlerinde Almanlar da vardır. Fakat sakat ve hasta Almanlardır. Amacı soylu, ari bir ırk yaratmaktır. Bunun için insanları öldürmüştür. Bu ırksal olabilir, dinsel olabilir, sevdiği için olabilir, kötü bir kişi de olabilir. Çünkü aslında topluma hiçbir yararı yoktur. Bireysel, kendine bir yararı vardır.

1990’a kadar Hitler gibileri çıkmadı. Çünkü medeni insanlar ne yapar? Bizlere yıllarca öğretilen bir şey var. Uygarlaşma dediğimiz bir teorinin bir iddiası var: Ben şiddeti bireyler arasından alacağım, edilginleştireceğim. Yani bireyler arası şiddeti ortadan kaldıracağım. Eğer şiddeti ortadan kaldırırsam kötülük problemini de çözmüş oluyorum.

Bütün dinlerde, bütün ahlak anlayışlarında öldürmeyeceksin kuralı vardır. Ama günümüzde geçerli olan kural, bizi yaptırıma sadece hukuk ve devlet vasıtasıyla sağlanmasıdır. Eğer ki yasaklanmamış olsaydı insanlar birbirlerini öldürdüklerinde ben belki Ortaçağ’da olduğu gibi hapis cezası, idam cezası gibi cezalar değil sadece tazminat cezasıyla kurtulabilirdim. Çünkü Ortaçağ’da bireyler arasındaki şiddetin genel ödettirme mekanizması tazminattı yani para, maddi bir karşılıktı. Günümüzde bizi biraz korkutan şey belki de bir hapis cezası, belki idam cezası veya benzeri cezalardır. Dolayısıyla uygarlaşma kişilere şiddetin, bireyler arasındaki şiddetin kötü bir şey olduğuna ikna etti. Yani şiddeti sadece vicdani olarak kötü görmüyor, kişinin vicdanınız zorlayabilir ama herkes için söyleyebileceğimiz bir şey değildir. İnsan doğası herkeste bulunan bir şey ise o zaman herkeste bulunan vicdan muhasebesinin de bulunması gerekir. Ama Dostoyevski’ye bakarsak Raskolnikov’un vicdan muhasebesini daha sonraları yaptığını sonunda vicdanına yenilerek kendisini hukukun karşısında korumasız bırakıyor. Belki kaçabilecekken kaçmaz. Neden? Çünkü vicdanını bir türlü susturamaz.

Vicdan daha çok manevi dünyaya ilişkin bir kavramdır. Hukuki bir terim değildir. Hukukta da çok az kullanılıyor Anayasamızın 38. maddesinde kullanılıyor. Hakimler vicdanı kanaatine göre karar verir. Bunun dışında vicdanı hiçbir yerde göremeyiz. Onun da ne olduğunu bilemeyiz. Neye göre, kime göre vicdan? Vicdan bir tane mi yoksa birçok vicdan mı vardır? Cinayet işleyen birisine belli bir vicdani anlayışla yaklaşabiliriz ama bir çocuğa tecavüz eden ya da çocuğu öldüren birisine acaba aynı vicdanla yaklaşabilir miyiz?

Hukuk buna başka türlü yaklaşıyor. Vicdan üzerinden değil, rasyonel kurallar ve toplumsal barışı sağlamak için yaklaşıyor. Bu vicdan meselesi, vicdan muhasebesi şiddetle ve kötülük problemiyle yakından ilgilidir. Ama aynı zamanda bu şiddet ve kötülük problemi aslında Batı Avrupa’ya baktığımızda biraz da Hristiyanlıkla ilgilidir. Yani acı çekmeyle ilgilidir. Şiddetin içinde mutlak bir acı çekme vardır. Psikolojik şiddet de olsa maddi, fiziksel şiddet de olsa bir acı çekme vardır. Dolayısıyla Hristiyan kültüründe İsa’nın çektiği acıyla kendisini bütünleştirmek için kişilerin çilecilik denen bir duruma katlanırlar. Nasıl bir durumdur bu? Hz. İsa acı çekerek, şiddete maruz kaldığı için öldüğünden her mümin Hristiyan çileciliği kendi içinde barındırıyor. Bazen sert olabilir. Çeşitli ritüellerle kendisine zarar verme şeklinde olabilir bazen aç bırakmak şeklinde olabilir. Dolayısıyla bu şiddet problemi Orta Çağ’da çok ciddi yer alan bir problemdir.

Modern devlet bu şiddet yüklü ortamı ortadan kaldırmak için bir iddiayla ortaya çıkmak zorundaydı. Buna biraz da teknik bir terimle karşılık verirsek modernite. Modernite, modern devleti oluşturan bir ideolojidir. Uygarlık diye bir kavram yaratmak ihtiyacıyla ortaya çıktı. Çünkü karşında başka bir kavram vardı. Şiddetle eş değer bir kavramdır. Barbarlık. Eğer birisi uygarsa, medeniyse onun barbar olmadığını anlıyoruz. Kavimler Göç’ünde barbar toplumlardan bahsediliyor. Kendilerine göre uygar olmayan, kendilerine benzemeyen toplumlardır. Batı Avrupa’nın temel mantığında her zaman kendisini uygar olarak görmek mantığı vardır.

Bundan 7-8 yıl önce Türkiye’de bir vaka meydana geldi. Üç kız diğer kız arkadaşına işkence yaptı. Aralarındaki bir erkek mevzusundan dolayı. Erkek arkadaşından dolayı üç kız bir kızı kaçırıp mezarlıkta işkence yaptılar. Bundan daha uzun yıllar önce İngiltere’de iki çocuk diğer bir çocuğu işkence yaparak öldürdü. Çocukların yapmış olduğu bu işkence ya da şiddet eylemleri bilinçli olarak, tasarlayarak yaptıkları tartışmalıdır. Bütün dinlerde çocuklar neredeyse melekle eş değerdir. Çocuklar bunu nasıl yapabilir diye İngiltere’de yer yerinden oynamıştır. Sineklerin tanrısı kitabında bunu tartışmaya başlıyorlar. Acaba şiddet çok kökenleri olarak insan doğasında var olan bir şey midir? Çünkü şiddet, sonradan öğrenilemez, çocuklar bile şiddet uygulayabilir. Bunu kötü bir şey olduğunu düşünmeden yaparlar. Oysa erişkinler şiddeti uygularken onun kötü bir şey olduğunu da bilir. Kısmen dikkat almazlar, kısmen buna katlanırız.

Her insan kötülük yapmıştır. Ama bu insan doğasından mı gelir yoksa gerçekten de öğrenilen bir şey midir? Yunan tanrılarına baktığımızda onların da arada kötülük yaptıklarını görürüz. Yani Yunan tanrıları çok iyi de tanrılar değildir. Ancak tanrılar bu kötülüklerinden pişman olmuşlardır. Ama tek tanrılı dinlerin bir iddiası vardır. Tanrıdan kötülük ya da şiddet çıkmaz. Tanrı bir şeyi yapıyorsa bunu bilerek yapıyor. Ama biz tanrıların dünyasında değil insanların dünyasında konuşacaksak acaba bu şiddet meselesini nasıl halledebiliriz?

Modern öncesinde nasıl hallediyorduk? Modern öncesinde bireyler birbirlerine şiddet uyguladığında tazminat ödüyorlardı. İki istisna hariç. Bir tanesi kiliseye karşı işlenen suçlarda doğrudan idam cezasıyla cezalandırılıyordu. Diğeri de krala karşı bir suç işlenirse şiddetle karşılık veriliyordu. Diğerlerinde, bireyler arasındaki şiddet kolayca hallediyordu. Modern devlet, modernite de bu şiddet yüklü ortamı yok edeceğini, edilgenleştireceğini söylüyordu. Nasıl yapabilirdi bunu? Şimdi bireyler arasındaki şiddet bu kadar yaygınsa başka bir güce ihtiyacı var yani bireyler arasındaki şiddeti halledemiyorsa o zaman daha üstün bir otoriteye ihtiyaç duymak zorundaydı. Ne diyoruz günümüzde bu otoriteye? Devlet.

Modern devlet dediğimiz şeyin en büyük iddiası meşru şiddet tekelini elinde bulundurmasıdır. Yani günümüzde tek bir aktör şiddet uygulayabilir. Diğer aktörler birbirlerine şiddet uygularlarsa şiddet karşılığında bir yaptırıma tabi olur. O zaman şiddet meselesinin bir de aktörlerinin olması gerekir. Ya da şiddet tekelinin bazı özneleri olması gerekir. Kimdir bu özneler? Bir fail. Fail olmadan şiddet olmaz. Başka mağdur. Failin mağdura uyguladığı bir eylemden bahsediyoruz. Başka bir aktör daha var. Tanık. Eğer şiddeti birileri gözüyle, kulağıyla duyuyorsa bir de tanık olması gerekir. 1933’ten 1945’e kadar Almanya’da birçok fail vardı ama bütün Almanlar fail değildi. Birçok mağdur vardı. Bunlar Yahudiler, çingeneler ya da başkalarıydı. Bir de şiddete ortak olan başkaları daha vardı. Diğer Almanlar. Dolayısıyla şiddet her zaman iki aktörden oluşan bir eylem çeşidi değildir. Sadece faillerin ve mağdurların olduğu değil bir de tanıkların olduğu eylem çeşididir. Dolayısıyla hukukun alanına üç aktör de girer. Yani devlet bu üç aktör üzerinden meşru şiddet tekelini düşünmek zorundadır.

Ortaçağda şiddetin yoğun olduğu bir çağdır fakat bu şiddetten vazgeçmişlerdir. Burada “kurumsallaşma” rol oynar. Feodal düzende parçalı halde olan iktidar, zaman içinde merkezi hale gelir. Küçük prenslikler ortadan kalktı ve büyük krallıklar ortaya çıkmaya başladı yani merkezi bir otorite güçlendi. Böyle olunca da bireyler arasındaki şiddet krallar için bir problem haline geldi. Daha sonra bir karara vardılar: Eskiden bireyler arası olan şiddet yerine yasalarla oluşturduğumuz kralın emirlerinden oluşan bazı kuralları ihlal edenlere de biz cezalar verelim. Sadece tazminat olmasın, caydırıcı cezalar olsun.

Avrupa’da düello denen bir olgu çok görülür. Bireylerin birbirine karşı eylem uygulayarak haklarını almalarıdır. Bu da Kralların pek hoşuna gitmiyordu. Eğer merkezi krallık otorite oluşturmak istiyorsa genel yasalar oluşturmalıdır. Bu genel yasalarla birlikte bazı şiddet eylemleri cezaya çarptırılır. Bu cezalar da artık tazminat değil, hapis cezası veya idam cezası gibi cezalardır. Bu şekilde yavaş yavaş meşru şiddet tekeli oluşmaya başladı.

Belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayanlara fiziksel güç kullanımını yasalar çerçevesinde belirleyen devlet anlayışına modern devlet denir. Modern devlet bireylerin birbirlerine uyguladıkları şiddeti tek bir güç olan devletin lehine kullanır. Şiddet tekeli devletin eline tevdi edilir. Tevdi etmek kelimesi devletin, bireylerin birbirilerine uyguladıkları  şiddeti onlardan söküp aldıklarını gösterir. Bunu da ancak yasalar çerçevesinde yapabilir, o halde rasyonel olması gerekir.

En başlarda rasyonel kurallar oluşturmak çok kolay olmadı çünkü Avrupa’da dini egemenlik hala devam ediyordu. Yavaş yavaş rasyonelleştirilmeye başlandı. 18.yy itibariyle kurallar rasyonelleşti: Parlamentoların yaptıkları hukuk kuralları ile şiddet yasaklandı. Bu yasaklama ceza kanunlarıyla yapıldı. Burada devreye meşru şiddet tekelini elinde tutan devlet girmeye başladı. Ceza yasalarını yapan  devlet olduğu için devlet mala karşı işlenen suçlar vb. ‘ni ceza kanunlarıyla kendi tekelinde topladı ve böylece kişilere yaptırım uygulamaya başladı. Bir birey başka bir bireye yaptırım uyguladığında artık suç denen kavram ortaya çıkıyordu, hristiyanlıkta buna “günah” deniyordu. Rasyonel hukuk kuralları öngörülebilen kurallarla yapılmalıdır.

Meşru şiddet tekeline neden “meşru” deriz? Meşru olması özellikle Max Weber’in vurguladığı bir kavramdır. Meşru şiddet tekelini içte polis, dışta ordu uygular. Hapishaneler, bazen okullar bazen hastaneler de meşru şiddet tekelini uygular. Dolayısıyla modern devletin meşru şiddet tekelini uygulayabilmesi için doğrudan ve dolaylı araçlara ihtiyacı vardır.

Modernlik şiddeti ortadan kaldırabilir mi?

 (N.ELIAS) Bir görüşe göre şiddet kötü bir şeydir, modern öncesi zamana ait bir kavramdır. Modern devletin, uygarlaşmanın, modernitenin ortaya çıkmasıyla şiddet ortadan kalktı. İstisna, ayrıksı olarak şiddetin bazı zamanlarda kendini gösterdiğini söylerler. Modernlik, şiddetsiz bir dünya kurdu. Holokost’ın  bir istisna olduğunu söylerler. Kendi teorileri içinde şöyle bir örnek verirler: Demiri silahta da kullanabiliriz yol yapımında da kullanabiliriz. Atomu hem iyiye hem kötüye kullanabiliriz. Yani şunu demeye çalışıyorlar: Böyle şeyleri kötüye kullanıcı istisnalar her zaman çıkabilir.

Başka bir görüşe göre modernliğin temelinde barbarlık vardır. “İstediğiniz kadar şiddeti kaldırdım deyin, o zaman neden I.Dünya Savaşı ve II.Dünya Savaşı oldu?” derler.

Diğer bir görüşe göre modernlik ne barbarlıktır ne de uygarlaşmadır. Modernlik dediğimiz şey tamamlanmamış bir projedir. Modernlik daha bütün amacını gerçekleştirmemiştir. Modernleşme tamamlandığı noktada şiddet tekelinin kötüye kullanılmayacağını söyler.

Önleyici Meşru Müdafaa: Meşru müdafaada bir saldırının olması gerekir, burada ise fiili bir saldırıya gerek yok. Eğer saldıracağını düşünüyorsanız, elinizde güçlü veriler varsa meşru şiddet tekelini başka bir devlet üzerinde de uygulayabilirsiniz.

Devletin şiddet tekeli denen bu unsuru tehlikeli bir araç olarak da kullanılabilir o nedenle modernliğin şiddeti ortadan kaldırdığı savı çok da doğru değildir.

Max Weber’in söylediği şey devletin toplum içindeki şiddeti söküp alabileceğiydi. Devletin bekası problem olduğunda meşru şiddet tekeli topluma en sert şekliyle yansıtılır. Buradan da anlaşılacağı üzere rasyonellik modern dünyada tam olarak gerçekleşmemiştir. Meşru şiddet tekeli bizim her gün “tanık” olduğumuz bir şey.

Türkiye henüz modernleşme aşamasını tamamlamış değil ancak onun modern bir devlet olmadığını göstermez. Batı da iyi bir örnek değil. Bireylerin birbrine uyguladığı şiddetin en güzel örneği Fransa’dır. Özellikle Fransa’da ırkçılık ve Müslüman düşmanlığı yoğun bir şekilde yaşanmaya başlandı.

Meşru şiddet tekeli devlette var olsa da tam anlamıyla uyguladığı söylenemez. Meşru şiddet tekeli, devletin ulaşmak istediği ama henüz ulaşamadığı, ortaya çıkaramadığı bir şeydir. “Meşru” kelimesi bireylerin rıza gösterdiği anlamına gelir. Yani biz toplumdan söküp alınan şiddetin devlet elinde toplanmasına rıza gösteriyoruz. Bundan dolayı meşru diyoruz. Bu rıza örtük veya açık olabilir. Bir devletten “modern” olarak bahsedeceksek mutlaka meşru şiddet tekelinin olması gerekir. Bunun da öngörülebilir kurallarla, yasalar çerçevesinde belirlenmiş olması gerekir.

Şiddet tekelini nasıl görürsünüz diye sorsam en doğrudan olarak polis üzerinden görürsünüz.

 

En son değiştirme: Cumartesi, 29 Aralık 2018, 10:49 ÖÖ