Şevket Arı'nın Eserlerinde Milli Mücadele
Seçilen Metin:
REZİL HERİF, ALÇAK HERİF
Şevket Arı
O, bir Bektaşi dervişi idi. Yunan işgalinden kısa bir müddet sonra kasabaya gelmiş, ortalıkta görünmeğe başlamıştı. Onu, kimse tanımıyordu. "Kimdi? Nereden çıkıp gelmişti?" Hiç belli değildi. Belli olan bir tarafı varsa o da, milletin başına gökten inme gibi, bir belâ olması idi. Türk ve diğer İslâm halk arasında "Rezil herif”, "Alçak herif, "yüz karası, düşman maskarası" diye anılıyordu. Rumlar ve Yunanlar ise ona "Baba efendi" diye iltifat ederlerdi. Bu soysuza, Ermenilerle Yahudiler bile yüz vermez, hatta yüzüne bakmazlardı ama onun, bunlara hiç aldırdığı olamazdı ki. Zaten, Yunanlarla Rumlardan başka kimsenin yanına uğradığı da yoktu ya...
Sırtında rengi atmış, sarı mıdır, yeşil midir, anlaşılmayacak kadar kirli, kimi yeri yamalı, kimi yeri sökük ve yırtık bir derviş cübbesi ve onun altında da, her haliyle cübbeye uygun olan bir entari; başında pis bir takke ve ona göre de bir sarık; yüz göz, pislikte, üstünden başından beter; surat, kirden ve pislikten keçeleşmiş gibi duran uzun bir sakal ile kaplı, bıyıkları da kirli bir süpürge şeklinde aşağı doğru sarkarak, erebildiği yerlere kadar bu sakal ile sarmaş dolaş. İçi, sanki, dışına çevrilmişti murdar herifin.
O, kasabaya gelir gelmez, doğruca, Rum mahallesindeki meyhanelerden birine konmuş ve orada konaklamıştı. Meyhaneler, o zamana kadar bir mislini daha görmedikleri bu konuklarına, kucak açtılar. "Baba efendi" Rum azmanlarının, Yunan askerlerinin arasında masa masa dolaşır, içilen içkinin nevine göre, kadeh kadeh, bardak bardak, atiyeler, ikramlar toplardı.
Meyhane kapısından içeri dalarken, bir elini göğsüne bastırarak "Destur" makamında bir "Zito" çeker ve önüne gelen masaya çökerdi. "Eh, yeter artık Baba efendi, biraz da geç başka tarafa" denilinceye kadar o masada nasip aldıktan sonra, öteki masaya giderdi. Her masayı birer birer dolaştıktan sonra kapıdan çıkarken de, geri dönüp lütufkârlarına karşı bir "Eyvallah" çekip sendil pündül, giderdi öteki meyhaneye. Geceleri, hangi meyhanede yıkılırsa, orada serilir kalırdı. Bu rezaletleri yetmiyormuş gibi, meydanlarda, Yunan askerlerinin arasına karışır, bizlere karşı "Yuha" manasına gelen "Zito" naraları arasında, saatlerce hora teperdi.
Yunanlar ve Rumlar, ellerine geçen bu gönüllü maskara ve rezile yüz verir, onu, büsbütün azdırırlardı ve bu suretle, elleriyle, dilleriyle bizlere yaptıkları hakaretleri, bununla tamamlıyor olmaktan ayrıca bir zevk duyarlardı.
Zavallı İslâmcıklar, zaten kan ağlayıp dururken, üstelik, bu rezilin yaptıklarından dolayı da, yerlerin dibine geçiyorlardı. Fakat, ona bir şey yapamaz, bir şey söyleyemezlerdi.
Bir gün, mecburi olarak, bir iş için kasabaya gitmiştim. Geniş bir meydanın kenarındaki ıssız bir kahvenin dışında yalnız başıma oturmuş, önümden akan ırmağa bakarak "Nedir başımıza gelenler?... Ne idik, ne olduk, daha da neler olacağız Yarabbi?..." diye düşünüyordum. Epeyce dalmışım.
O sırada, arkamdan bir elin, okşar gibi, hafif hafif sırtıma vurmasıyla irkildim ve omuzumun üstünden geriye doğru baktım; bir de ne göreyim?.. Etrafa musibet saçan o lanet herif değil mi? Derhal kaşlarımı çattım, suratımı astım "ne istiyorsun?" der gibi sert sert yüzüne baktım.
O, hiç aldırmadan, sarhoşluğun verdiği bir yüzsüzlükle masanın ön tarafındaki boş sandalyeye, yıkılırcasına bir sendeleyişle yığıldı. Artsız, arasız, ağır bir sarhoşluk içinde geçen bir çok günlerin yorgunluğu ile donuklaşmış olan gözlerinin biri bir tarafa, diğeri öte tarafa kaymış, bakıyor mu, yoksa gözü açık uyuyor mu, belli olmayacak derecede bir süzgünlük içinde. Bu şaşkın gözlerin sağa ve sola dönük bakışları, bazen de, burnunun üstünde ve ucunda çaprazlaşıp birbiriyle kavuşuyor, fakat, şöyle bir derlenip toplanıp da iki göz birden aynı noktaya doğru bir türlü yönelmiyordu. Bana:
-Bir sade kahve ısmarla, dedi. Ben:
-İşim var, gideceğim. Ben ısmarlayayım da sen iç, diyerek oradan kaçmak istedim, kahveciye seslendim ve elimi de cebime attım.
-Paranı cebine koy, istersen kahve de ısmarlama. Bana Yunanlar, Rumlar çok ısmarlıyorlar. Sen otur da biraz beni dinle, dedi.
-Sonra konuşuruz, benim acele işim var, deyip gene davranmak istedim.
-Hele otur da dinle. "Senin gibi bir herifi dinleyip de ne olacak" deme; lâfım, senin üstüne olacak. İçini pas, dışını yas kaplamış; görüyorum ki çok hamsın. Belki bir çok şeyler biliyorsunuz, lâkin hayat ve hakikatten haberiniz yok. Çağlalıktan ileri geçip de olgunlaşmıyorsunuz ve bu ekşilik içinde buruşup gidiyorsunuz. Bir de irfan ocağından (Bektaşi tekkesinden) geçmeniz lâzım sizlerin, diye bir lâf başı yaptıktan sonra:
-Bir saattir uzaktan seni gözlüyorum; geldin, şuraya oturdun. Önüne getirilen kahveden bile haberin olmadı da, soğuttun ve sonra da döktün. Başın iki elinin arasında, oturduğun yerde için için yanarak bir mum gibi eriyor, kendini yeyip bitiriyorsun; doğru değil mi? Ben eğri bakarım ama, doğru görürüm.
Ne oluyorsun be delikanlı? Şimdiye kadar bir müslümanın yanına sokulmadım. Senin şu halin içime pek dokundu. Ben de bir insanım, sana ve gençliğine acıdım da yanına geldim. Yazık değil mi sana ve gençliğine? Kalk bir meyhaneye gidelim. Bir iki kadeh rakı iç de aklın başına, idrakin de yerine gelsin, dedi.
Ben, "bakalım neler söyleyecek" diye merak ederek şöyle bir duraklamışken, meyhane, rakı lâflarını duyunca hemen toplandım, tiksinir gibi bir tavır ve azarlayıcı bir sesle:
-Ben meyhaneye gidecek, rakı içecek bir adam değilim, deyip yürümek istedim. Eteğime yapıştı ve:
-Gitme otur; burada da konuşuruz. Sen rakı içecek adam değilsin. O senin için haramdır zaten; sana helâl olan şey, tasa ve kuruntu zehirleridir. Yut onları. Buna müstahaksın da; fakat, senin bu haline, benim içim razı olmadı da yanına geldim.
Ve arkasından da, etraftan geçen İslâm ahaliyi işaret ederek:
-Sen bunları düşünüyorsun değil mi? Sen mi yarattın onları? Yoksa yaradan, yarattıktan sonra, onları sana emanet mi etti? Onları bu hale sokan Allah, şimdi, sana da, senin gibilere de, yarın ne olacaklarını bilmeden ve düşünmeden bu günlerine aldanıp da ortada oynayan ve oynaşan şu uzun püsküllülere bakıp bakıp da gülüyor. Ben de onun yaptıklarına bakarak gülüyorum işte.
"Ben ne istersem, ne dilersem onu yaparım" demiş bize; lâkin, yaptıklarımın önünde şaşalayıp da şaşkalozlasın dememiş. Ben, onun dediğine "Hu" çekip, hem keyfime ve hem de işime bakıyorum; senin idrakin gibi imanın da kısa. İdrak olmayınca da cehennemde yanıyorsun; sen acıyacak isen -oradan gelip geçen Yunan efzunlarını göstererek- bunlara acı.
Kaplarına sığmayıp da taşarak buralara kadar dökülen bu budalaların başlarına, o, sonunda, bak ne belâlar açacak. Berikilerin acıları bugünlük yarınlıktır; onları uyandırmak için, başlarını bu püsküllü derde saldı; düşman süngüsü ile dürtüyor onları; hele bir kere debeleşip davransınlar da gör neler olacak. Sen, bu ülkeleri Yunanlara yakışır mı görüyorsun ki, ilerisi için tasalara düştün? Kovana dokunan çomağın içerde (Anadolu'da) ne uğultular kopardığını duymuyor musun? dedi ve bu sefer de o gitmeğe davrandı. Beni basmış ve sarmış olan kâbus birden siliniverdi. Bu sefer de ben onu tuttum.
-Çiftliğe gel. Orada lokma da var, hırka da buluruz; orası müsaittir; bol bol konuşuruz, dedim.
-Hırkaya ihtiyacım yok; lokma da nerede olsa gelip beni bulur; kör deliğin nasibi gürdür, dedi, beni çok zelil bir halde bırakarak arkasına bile bakmadan sallana sallana gitti.
O akşam çiftliğe döndüğüm vakit, vakayı arkadaşlarıma anlattım. "Aman şu adamı bul, ne yap yap, getir onu buraya" dediler.
Bir hafta sonra bir iş bahanesiyle gene kasabaya gittim; derviş ortalarda yoktu. Aradım sordum. Bilen yok. Kasabalı arkadaşlarla meyhanelerden de sordurduk, fakat, hiç bir kimse onun ne olduğunu, nereye gittiğini bilmiyordu.
Beni büyük bir merak sarmıştı. Günlerce, soruşturmalarımın arasını kesmedim; nihayet bir arkadaş öğrenmiş, şöyle bir haber getirdi:
Bir gün "Baba efendi"ye gene bir hayli içirip hora teptirdikten sonra Efzunlar onunla birlikte bir fotoğraf çektirmek istemişler; sağında, solunda, arkasında çift sıra bir halka yapmışlar. Her vakit olduğu gibi o sırada da "Baba"nın, önünü bile görecek bir hali yokmuş. Tam fotoğraf çekileceği sırada, "Baba efendi" kafasını çevirip şöyle bir gerisine bakmış ve tam kendisinin arkasında, duvara, gerilmiş olan kocaman bir Yunan bayrağını görünce:
-Yook... Ben her haltı ederim amma bu boku yiyemem, diyerek, sandalyeden kalkmış ve yürümüş; ne yaptılarsa, ne kadar yalvardılarsa, kimse onu yolundan çevirememiş.
Babanın gidişi o gidiş oldu ve bir daha da dönüşü olmadı. Hâlâ merak ederim bu can kimdi?
(Şevket Arı, Kırdan Bayırdan, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1998, s.145)