Harezm Tarihi, Siyasi ve Kültürel Ortam
Harezm Tarihi
Harezm (Ḫˇorezm, Harizm, Harzem), bugünkü Özbekistan ve Türkmenistan sınırları içinde kalan, Ceyhun (Amu Derya) ırmağının döküldüğü Aral gölünün güneyinde ve bu ırmağın her iki tarafında uzanan bölgeye, aynı zamanda bölge halkına verilen addır. Arap istilâsından sonra bu ad sadece ülke adı olarak kalmış, burada yaşayan halka da “Harezmî (Ḫˇorezmi̇̄)” denilmiştir. Harezm bölgesini, bazı İslâm coğrafyacıları batıda Oğuz Türklerinin ülkesi, güneyde Horasan, doğuda Maverünnehir, kuzeyde yine Türk topraklarıyla çevrili bir ülke olarak tanıtır.
Harezm, Semerkant ve Buhara gibi merkezler dışında geniş bozkır ve çöllerle kaplı Batı Türkistan’ın ortasında önemli bir yerleşim merkezi. Doğusundaki Kırgız bozkırları ve Kızılkum çölü, batısındaki Karakum çölünün ortasında Ceyhun ırmağı ve deltası bölge için hayat kaynağı olmuş ve verimli toprağı ile tarih boyu halkları kendisine çekmiş.
Harezm bölgesini önemli kılan bir başka özelliği de İran, Hindistan ve Çin gibi Asya ülkeleri ile Güney Rusya ve Sibirya bozkırlarını bağlayan yolların kavşak noktasında bulunmasıdır. Zaten coğrafî konumu itibarıyla Ortaçağ’ın en önemli ticaret yollarından olan Baharat yolunun üzerindedir. Bu bakımdan Harezm, aynı zamanda önemli bir ticaret merkezidir. Ayrıca Ceyhun ırmağı ile kanallar doğal barikat görevini üstlenmiş, bir taraftan diğerine geçişi engellemesiyle bölgenin askerî bakımdan savunulmasını kolaylaştırmış. Bundan dolayı gerek Samanoğulları ve Gazneliler gerekse Selçuklular zamanında bölgeye vali olarak tayin edilenler kısa zamanda bağımsızlıklarını ilân ederek hanedanlıklar kurmuşlardır.
Harezm ve Harezmlilerle ilgili ilk tarihî bilgiler “tarihin babası” unvanıyla bilinen Heredot’a (MÖ 484- 425) aittir. Ona göre, Harezmliler Amu Derya ırmağı üzerinde her tarafı dağlarla çevrili bir ovada yerleşik idiler. Kaynaklarda bu kavmin yaşadığı ülkenin başkenti “Horasmia” olarak geçmektedir ki bu isim yani “Harezm”, XIII. yy’a kadar Kat şehri için kullanılmıştır. Kat, Amu Derya’nın sağında yani sağ Harezm’de yer alır. Sol Harezm’in merkezi olarak da Gürgenç (Curcâniye, Ürgenç, Köhne Ürgenç) şehri gösterilir. Bu şehirler, yazarı belli olmayan, 982 yılında yazılmaya başlanıldığı kaydedilen dünya coğrafyasının anlatıldığı Hudûdu’l-âlem adlı kitapta şu şekilde geçer[1]:
Kath, Harezm’in başkenti ve Oğuz Türkistanı’nın giriş kapısıdır. Türklerin, Türkistan’ın, Maveraünnehir’in ve Hazar’ın ticaret merkezidir; tüccarların konaklama yeridir. Soylulardan biri olan hükümdarlarına “Harezm-şah” denir.
Gürgenç, eskiden Harezimşahlara ait olan; ancak şu anda ayrı bir hükümeti bulunan ve Gürgenç Emiri’nin hükümdar olduğu, varlıklı bir şehirdir. Tüccarların konaklama yeridir ve Türkistan’ın kapısıdır. Şehir kendi içinde iki ayrı şehir içermektedir.
“Harezmşah”, İslâmiyetten önceki zamanlardan itibaren bölgeye hâkim olan kişiye verilen unvandır. Harezm tarihi ve Harezmşahlarla ilgili kaynaklarda Harezm’de Pers İmparatorluğu yıllarından başlayarak 995’e kadar hüküm süren hanedanların İranî kavimden gelen Afrigoğulları olduğu belirtilir[2]. Buna tanık olarak da tarih ve coğrafya alanındaki çalışmaları dışında matematik, gökbilim, doğa bilimleri alanında da başarılı çalışmaları olan, Harezm’de doğan Bîrûnî’nin (973-1048?) Âsâru’l-bâkiye adlı eserinde İslâmiyetten önceki Harezm hükümdarlarına ait eski Harezm rivayetleri gösterilir[3]. Bu eserde, Harezm sülalesinin atasının Afrig adlı biri olduğu ayrıca eski Harezm halkının ayrı dili, dini bulunduğu, ayrı takvim, ölçü ve para sistemi kullandıkları açıklamaları verilir. Bu açıklamaların yanında Bîrûnî’nin adı geçen eserinin Edward Sachau tarafından İngilizceye yapılan tercümesinde geçip de söz konusu Harezm tarihi ile ilgili çalışmalarda geçmeyen husus, Türk imparatorluğunun yani Köktürklerin bölge üzerindeki hakimiyetidir[4].
Harezm bölgesi, 717 yılında Emevîlerle birlikte İslâm orduları tarafından fethedilmiş Afrigoğullarından İskecmük yalnızca şahlık unvanı olan yetkileri kısıtlamış Harezmşah olarak bırakılmıştır. 995 yılında Samanoğulları, ticaret merkezi olan Gürgenç’i kendilerine bağlayıp buraya vali atadılar. Daha bu vali zamanında Samanoğullarının hakimiyet sahası genişleyince ilk olarak Harezmşahlar döneminin başkenti olan Kat şehri zaptedildi ve başkenti Gürgenç olan yeni bir hanedanlık kuruldu. 1017 yılında ise Gazneliler, Harezm’i zaptederek kendi idarelerini kurdular ve komutanlarından Altuntaş’ı buraya vali tayin ederek yeni bir Harezmşahlar dönemini başlattılar. Altuntaş’ın ölümünden sonra oğlu Harezmşah Hârûn, Gazneli Mahmûd’un yerine geçen Sultan Mesûd’a isyan etti ve Buhara halkından Selçuklu Türkmenleri ile işbirliğine girişti. Bu dönemde Cend Emiri Şah Melik, Selçukluları bir gece baskınında bozguna uğrattı ve Harezmşah Hârûn’u da öldürdü. 1041 yılında Cend Emiri Gürgenç’e girerek Gazne hükümdarı Sultan Mesûd ve kendi adına hutbe okuttu. Bu arada Selçuklular Horasan’da Gaznelilere karşı parlak zaferler kazandılar ve nihayet Dandanakan Savaşı ile Gaznelileri Horasan’dan sürdüler. Harezm’den sürülen Altuntaşoğulları Horasan’a giderek Selçuklulara sığınıp yardım istediler. Bunun üzerin Selçuklu sultanları Tuğrul ve Çağrı kardeşler Harezm’e giderek Şah Melik’i mağlup ettiler ve böylece Harezm, Selçuklulara geçti. 1065’te Mangışlak seferinden sonra Gürgenç’e uğrayan Alp Arslan, Harezm’in idaresini oğluna verdi ise de daha sonra kendi döneminde gerekse Melikşah döneminde Harezm, bu sultanların tayin ettiği valiler tarafından idare olundu.
Sultan Melikşah zamanında sultanın taştdarı Anuştigin, Harezm mutasarrıfı ve valisi olarak tayin edildi. Fakat Anuştigin ülkeyi fiilen idare etmemiş, Kıpçak Türklerinden Ekinçi bin Koçkar asıl görevi üstlenmiştir. 1097 yılında Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer, Anuştigin’in oğlu Kutbü’d-dîn Muhammed’i Harezmşah tayin edince Harezm’in en parlak devri başladı ve 1231 yılına kadar sürecek olan Harezmşahlar hanedanının temeli atıldı. Kutbü’d-dîn Muhammed, Selçuklu Devletinin genel valisi sıfatıyla Harezm bölgesini, idaresi altıdayken son derece mamur hâle getirdi ve bundan dolayı Selçuklu sultanını memnun etti. Otuz yıllık valiliği süresince Selçuklu sultanına sadakatte kusur etmedi. Vilayetin vergisini bir yıl kendisi ertesi yıl oğlu Atsız’ı göndererek düzenli bir şekilde ödedi. Kutbü’d-dîn Muhammed’den sonra idareyi Atsız (1127-1156) aldı. Atsız, kendi döneminin başlangıç yıllarında Melikşah’ın oğlu Sencer’e karşı tam bağlıyken sonraki yıllarda sultana danışmadan kendi başına fetihler yapması, davranışının cezalandırılmak istenmesine karşı isyan etmesi ve defalarca bağımsızlık mücadelesine girişmesiyle bölgenin yönetimi, Selçukluya bağlı vilayet statüsünden yarı bağımsız devlet hâline dönüştü. Atsız’dan sonra Harezmşah İl-Arslan (1156-1172) zamanında, Sultan Sencer’in vefatı Harezmşahların tam bağımsızlık kazanmalarına sebep oldu. Çünkü sultanın ölümüyle Horasan ve doğu İran’da Selçuklu hakimiyeti tamamen çökmüştü. Harezm, Alâ’e’d-dîn Tekiş (1172-1200) zamanında güçlenip gelişti, Alâ’e’d-dîn Muhammed (1200-1220) zamanında imparatorluk hâline ulaştı.
Harezmşahlar tarihinin en önemli olayı olan Moğollar ile ilişki, èAlâ’e’d-dîn Muhammed döneminde başlamıştır. Muhammed, kendi ülkesini genişletirken daha doğusunda Cengiz Han’ın idaresindeki Moğollar da büyük bir güç olma noktasına erişmişti. 1218 yılında Cengiz Han’ın ticarî amaçla Harezmşah’ın ülkesine gönderdiği 450 kişilik ticaret heyetinin Muhammed’in Otrar valisi tarafından verilen emirle öldürülmesi, mallarının yağmalanması, bu konuda çalışması bulunan İzgi’ye göre, Muhammed Harzemşah’ın Moğol hanına karşı duyduğu kıskançlığı gösterir niteliktedir. Bunun üzerine Cengiz, 1220’de Otrar şehrini kuşatır ve bir dizi savaştan sonra Otrar’ın yanı sıra bölgenin en önemli şehirleri olan Semerkand ve Buhara Moğolların eline geçer. Doğu ile Batı arasındaki ticarete önem veren, ticaret kervanlarının gidip gelmesinde herhangi bir hadise çıkmaması için yollara nöbetçiler diktiren Cengiz bu sefere öç almak için çıkmış olabilir. Kendisini Doğu’nun, Muhammed Harezmşah’ı Batı’nın hâkimi olarak tanıması, Cengiz’in bu seferi bütün Orta Asya’yı yakıp yıkma isteğinden doğmuş değildir[5]. Moğolların önünden kaçan Muhammed Harezmşah, Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan Âb-ı Sükûn adasında perişan bir şekilde ölür. Sarınacak kefeni de olmadığından hassa başı gömleğini verir. Dönemin tarihçisi Nesevî, Muhammed Harezmşah’ın adaya ulaştıktan sonra şunları söylediğini kaydeder:
__ Sahibi olduğum bütün şu yerlerden bana mezar olacak bir yer kalmadı. Bu dünya filhakika üstünde bulunan mesken değildir; yeryüzündeki şeylere güvenmek hayal ve gaflete kapılmak demektir. Dünya bir kapısından girilip diğer kapısından çıkılan bir ribattır, bunu görün ve ibret alın[6].
Muhammed Harezmşah’tan sonra oğlu Celâle’d-dîn Muhammed (1220-1231), Moğollara karşı etkin bir mücadeleye giriştiyse de başarılı olamadı. Cengiz, 1221 yılının ortalarında Harezmşah’ın payitahtı Ürgenç’i ele geçirdi. Celâle’d-dîn Harezmşah’ın Moğollara karşı tetikte durmaya çalışması Anadolu Selçuklu Sultanı Alâ’e’d-dîn Keykubâd başta olmak üzere çevre bölge hâkimleri tarafından olumlu karşılanıyordu. Hatta ortak tehlike olan Moğollara karşı birlikte hareket etme mutabakatına bile varılmıştı. Fakat Celâle’d-dîn Harezmşah bu mutabakatı unutarak 1229 yılında Ahlat’ı ele geçirmek istedi. Bu tutumu Selçuklu Sultanıyla aralarının açılmasına sebep oldu ve iki güç 1230’da Erzincan yakınlarındaki Yassıçemen’de karşı karşıya geldi. 1231 yılında Celâle’d-dîn Harezmşah’ın ölümüyle Harezmşahlar devri tamamıyla sona erdi.
Cengiz Han’ın 1227’de ölümünden sonra dört oğlu arasında yapılan taksimde Harezm bölgesi, doğu kısmı hariç, en büyük oğlu Cuçi’nin payına düştü. XIV. yy’da Cuçi Hanlığının (Altın Ordu) yönetimi, Kongrat Türklerinin eline geçti. Bu yüzyılda bölgeyi gezen İbn Batuta buradaki çarşı-pazar, medrese ve camilerin güzelliğine ve halkın işbilirliğine dikkati çekmiştir. Kongratlardan Hüseyin Sûfî’nin Çağatay ulusuna bırakılan Harezm’in doğu taraflarını (Kat ve Hive) işgal etmesi ile Timur, Harezm’e yürüdü ve yağmaladı (1379). Timur’un 1405’te ölümünden sonra Özbekler (Şeybânîler) Harezm’i işgal ettiler.
XVI-XIX. yüzyıllar arası Harezm’in gerileme devresi oldu. Hanlıkların yönetiminde bölgede ilim ve kültür hayatı geriledi, XVII. yy’da Kalmuk saldırıları ile ticarî faaliyetler altüst oldu ve nihayet 1873’te Ruslar bölgeyi tamamen ele geçirdi, Batı Harezm hanlığı Ruslara tâbi olarak yönetildi. Bolşevik ihtilalinden sonra hanlığa son verilerek 1920’de Harezm Halk Cumhuriyeti, 1921’de Harezm Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. 1924’te ise Hive Hanlığının doğu tarafı Özbekistan, Batı tarafı ise Türkmenistan Cumhuriyetlerine bırakılmıştır.
Harezm Türkçesi Eserlerinin Siyasî ve Kültürel Güçle İlişkisi*
İslâmî ortaçağ tarihi ile ilgilenen, özellikle Selçuklu tarihi konusunda yaptığı araştırmalarla ünlenen Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu adıyla Türkçeye tercüme edilen eserinin önsözünde şöyle söylemektedir:
Türkler, ortaçağın ve modern zamanların genel tarihinde hatırı sayılır bir rol oynadılar. Bununla birlikte tarihlerindeki gelişmeler onları son zamanlarda Avrupa halklarının çoğuyla, bu arada Arap ya da İranlı diğer Müslüman halklarla karşı karşıya getirdi. Bunun sonucunda Batılı tarihçiler Türk tarihine genellikle düşmanca önyargılarla yaklaştılar. Türklerin bütün yaptıklarını küçümseme ya da onları karanlık bir tablo hâlinde sunma eğilimi içinde oldular. Türk tarihçileri de anlaşılabilir bir tepkiyle, özellikle de modern ulusal Türkiye oluştukça, bu tarihin genellikle olumlu yanlarını abarttılar. Duygularımız ne olursa olsun, nesnellik her iki tarafın da önyargılarını önemse-mememizi ve önümüze koyduğumuz tarihi, kesinlikle bilimsel bir düşünce ile olabildiğince belgelere dayanarak yeniden oluşturmamızı zorunlu kılıyor[7].
Ortaçağ Türk tarihinin anlaşılmaz oluş nedenlerini ortaya koyan bu cümleleri alma nedenimiz, ortaçağda kullanılan dillerden biri olan Harezm Türkçesidir. Bu kitapta, ilk bahsedeceğimiz konu, bugüne kadar Harezm Türkçesini tanımlarken kullandığımız “Harezm bölgesinin Türkleşmesi” ve “Harezm Türkçesinin kullanımda olduğu siyasal idare” gibi hususlarda neyin kastedildiğine bir bakmak gerektiğidir.
Eckmann, 1959 yılında yayımlanan Fundamenta kitabının “Harezm Türkçesi” adını taşıyan bölümüne; “Harezm, Sir Derya’nın denize döküldüğü bölge ile birlikte, daha Moğol devrinden önce Kaşgar’ın yanında ikinci bir edebiyat merkezi olarak önemli rol oynuyordu. Bu bölge 11-12. yüzyıllarda Oğuz ve Kıpçak boyları tarafından Türkleştirilmişti. Türk dili burada gittikçe önemli bir yer alıyordu.[8]” diyerek başlamış, ben ise 2002’deki Harezm-Altın Ordu Türkçesi kitabımda Harezm Türkçesini “XI-XII. yüzyıllarda gerek etnik yapı gerekse siyasî hayat bakımından Türkleşen Harezm bölgesinde[9]” diyerek Harezm Türkçesini tanımlamaya çalışmıştım. Nuri Yüce’nin de “Harezm’in Türkleşmesi”ni Selçuklu ve ondan önce Gazneliye yani XI. yy’a dayandırdığını, 1988 yılında Mukaddimetü’l-Edeb’in Şuster nüshası üzerine yaptığı çalışmasında geçen şu cümlelerle anlıyoruz:
Türkleşen Harizm’de Türk dili, Türk adet ve gelenekleri yalnız ordu ve saray çevresinde kalmayıp halkın malı olmuştur. Gazneliler ve Selçuklularda hükümdar sülalesi, ordu ve hattâ halkın çoğunluğu Türk olmasına rağmen Türkçe hiçbir zaman yazı ve edebiyat dili olamamıştı. Harizmşahlar devrinde ise Türkçe bu bakımdan daha ileri bir gelişme göstererek Harizm’de bir yazı ve edebiyat dili olmuştur[10].
Türk dünyasının önemli tarihçisi olarak anılan Zeki Velidi Togan da 1951 İ. Ü. Edebiyat Fakültesi yayınlarından olan Horezm Kültürü Vesikaları adlı kitabının “Horezm’in Türkleşme Devri” başlığını taşıyan bölümüne;
Gazneli Mahmûd memleketi işgal etti ve idaresini emirlerinden Altın-Taş’a verdi; bunun vefatından sonra oğlu Harun idareyi ele aldı, 24 sene sonra (1041)’de idare Qıpçak ve Qaŋlı uruğlarından gelen emirlerin eline geçti. Böylece Horezm’de Karahanlılarınkinden farklı Oğuzca ile bağdaşmış bir Qaŋlı-Qıpçak dili ve kültürü yerleşti[11].
açıklaması ile başlamaktadır. Yani Togan da bölgenin XI. yy’dan itibaren Türkleşmiş olduğunu kabul eder. Ayrıca Türkiye’de Harezm ve Harezmşah tarihi ile ilgili yayımlanan İbrahim Kafesoğlu ve Aydın Taneri’nin kitaplarında da Harezm ve Harezm’in dahil olduğu bölgenin, Gazneli ve Selçuklu yönetimine geçmeden önce Arap ve Afrioğulları denilen İranî bir kavmin idaresi altında iken bölgede Türk varlığının olup olmadığından hiç bahsedilmez.
Şimdiye kadar okuduğum Köktürklere ait tarih kitaplarında geçen bir gerçek en son 2007 yılında Fırat Üniversitesi Tarih Anabilim Dalında Ahmet Altungök’ün yapmış olduğu IV ve VIII. Yüzyıllar Arası Sasanîler Dönemi Türk-Fars İlişkileri adlı yüksek lisans tezinde şöyle geçmektedir:
Sasanî hükümdarı Hüsrev Anuşirvan; Akhunlar tarafından öldürülen atası Piruz’un intikamını almak amacıyla Göktürklere yanaştı ve İstemi Kağan’ın kızı ile evlenerek onunla ittifak kurmuş oldu. İstemi Kağan Anuşirvan’a Akhunların müttefiki olan Avarların işini bitirdikten sonra sıranın Akhunlara geleceğinin sözünü verdi. Nitekim 560 yılında İstemi’nin Akhunları tarih sahnesinden kaldırması ile bu defa Göktürkler Sasaniler’in komşusu olmuş oluyorlardı[12].
İran tarihi ile ilgili kaynaklarda, 531 ile 579 yılları arasında hükümdarlık yapan I. Hüsrev, en çok övülen Sasanî kralı olarak belirtilir. Bunun da nedeni, Sasanîlerin eskiyen yönetim yapısını değiştirip orduyu ve bürokrasiyi yerel beylerden ziyade merkezî hükümete yakınlaştırması gösterilir. Yani devletin yapısını değiştirecek güçte bir Sasanî kralı, Akhunları yıkmak amacı ile Batı Köktürklerin başında bulunan İstemi Kağan’ın kızı ile evlenir. Akhunlar yani Heftalitler yıkıldıktan sonra toprakları Türkler ve Sasanîler arasında paylaşılır; Maveraünnehr ve Fergana’nın bir kısmı, Kaşgar, Hoten ve Harezm’in içinde yer aldığı Batı Türkistan’ın önemli yerleri Köktürklere bağlanır. Benim takip edebildiğim kadarı ile Harezm’in Türkleşmesi işte burada başlıyor. Bu olaya bağlı olarak kısaca üzerinde bir cümleyle de olsa durmak istediğim bir diğer husus da Türk-Fars ilişkilerinin başlangıç noktasının bazı kaynaklarda geçtiği üzere İslâmiyet olmamasıdır. Ondan uzun yıllar önce yukarıda gördüğümüz kız alıp-verme ilişkisinin yaşandığı bir süreçten geçilmiş.
Bölgenin Türkleşmesi hususunda bundan sonra vereceğimiz kanıt, Doğu ve Batı Türkistan’ı ziyaret eden Çinli Budist rahip Hüen-Çang’ın kaydettikleri olacak. Nazmiye Togan’ın “Peygamberin zamanında Şarkî ve Garbî Türkistanı ziyaret eden Çinli budist rahibi Hüen-Çang’ın bu ülkelerin siyasî ve dinî hayatına ait kayıtları” başlığıyla İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi 1964’te yayımlanan yazısında Batı Türkistan’da pek çok bölge için söylenilen “Türk (Tu-kiu)lerin idaresi altındadır” sözü, Harezm’in içinde yer aldığı bölge için de 600’lü yılların ilk çeyreğinde şu şekilde verilmektedir:
Po-tsu yani Amuderya (= Ceyhun) nehri Tuharistan ülkesinin ortasından garp istikametinde akıp geçer. Eskiden buraları idare eden bir müstakil kral sülalesi varmış, bunun munkariz olmasından şimdi birkaç asır geçmiş. Sonra araları tabii sınırlarla ayrılmış mülûk-i tavâif devri gelmiş ki bütün bunlar şimdi Tukiu yani Gök Türk hanlarına bağlıdır[13].
Burada “mülûk-i tavâif”e geçmeden önce tarih ve coğrafya kitaplarında, çoğu zaman Ceyhun (Amuderya)’un batısındaki Harezm, Sicistan, Maveraünnehr topraklarının Horasan bölgesi adı altında verildiğini söylemeliyim. Recep Uslu’nun 1997’de Uludağ Üniversitesi İslâm Tarihi Bilim Dalında tamamladığı Horasan Tarihi adlı doktora çalışmasında “mülûk-i tavâif”, Köktürk ve Sasanî hükümdarlarının iç işlerine, taht mücadelelerine kendilerini fazlasıyla kaptırmalarından tampon görevini gören küçük devletlere verilen ad olduğu açıklamasıyla geçmektedir[14]. Nitekim bu devletçiklerin, 620’li yıllarda Köktürklere bağlı olduğunu Hüen-Çang söylüyor. Uslu’nun çalışmasında da bölgedeki Türk varlığı İslâm kaynaklarının yardımıyla I. Köktürk Kağanlığı zamanına kadar indirilmiştir.
Bir diğer kaynak olan, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri adlı kitabında Ramazan Şeşen, İslâm kaynaklarında Türkler hakkında geçen bilgileri derli toplu vermeyi amaç edinmiş. Burada parantez içinde, “İslâm kaynaklarının hangi yıllarda başladığı” sorusuna cevabı, Şemseddin Günaltay’ın 1991’de yayımlanan İslâm Tarihinin Kaynakları. Tarih ve Müverrihler adlı kitabında bulabildiğimizi ve Günaltay’ın “İslâm dünyasında tarih yazarlığı, siyer ve megâzî ile başlamıştır[15]” diyerek bu sorunun cevabını verdiğini söyleyelim. Yani bu alandaki faaliyet temellerinin Emevîler zamanında olduğunu belirtmiştir. Şeşen’in yukarıda adı geçen çalışmasında da bölgedeki Türk hakimiyeti, I. Köktürk Kağanlığı dönemine bağlanmış ve daha sonrası için İslâm kaynaklarından örnekler verilmiş. Şeşen, Harezm ve Maveraünnehr bölgelerini kastederek “Horasan’ın her tarafı Türk cephesidir” diyen Ya’kûbî’nin 891 yılında tamamladığı Kitabü’l-büldân adlı eserinden şu açıklamaları vermektedir:
Türkler çeşitli cinslere ve ülkelere ayrılırlar. Bunlardan bazıları Karluklar, Tuguzuguzlar, Türgişler, Keymâklar ve Oğuzlardır. Türklerden her cinsin ayrı bir ülkesi vardır. Birbirleriyle harp ederler. … Türkler Horasan’ı çevrelerler. Horasan’ın her tarafından savaşırlar. Horasan halkı da onlara karşı gazâ yapar. Horasan diyarının her tarafındaki halk Türklerle, Türkler onlarla harp eder[16].
“Harezm’in Türkleşmesi” konusunda, 9. yy’da yaşamış Basralı el-Cahiz’in Türk veziri ve bilgini Feth ibni Hakan’a takdim ettiği eserinden bir-iki cümlesini aşağıya alıyorum:
Ve siz dediniz ki, Horasanlı ile Türk akrabadırlar, aynı bölgedendirler… Türk ile Horasanlı arasındaki farkın Mekkeli ile Medineli, bedevî ile köylü ve ovalı ile dağlı arasındaki fark gibi olduğunu söylemiştiniz[17].
Şeşen’in kitabının girişinde, Fars veya Türk olduğu söylenilen Harezmli Bîrûnî’nin eserinde Ceyhun ile Hazar Denizi arasındaki bölgeye “Oğuz çölü” adının verildiği bilgisi de yer almaktadır[18]. Kısacası Şeşen’in kitabı okunduğu zaman, Ortaşark’ta Selçukludan çok çok önce tâ 7. yy’dan başlayarak oldukça kalabalık Türk toplulukları bulunduğu görülecektir.
“Harezm’in Türkleşmesi” meselesi Ordinaryüs Prof. Aydın Sayılı ve Richard N. Frye’nin birlikte yazdıkları “Selçuklulardan Evvel Ortaşark’ta Türkler” başlığıyla 1946 yılı Türk Tarih Kurumu Belleten’inde çıkan makalede de ele alınmıştır. Sayılı ve Frye, makalenin girişinde “Ortaşark” kavramı ile Ceyhun Irmağı ve Hazar Denizi arasındaki sahayı içine almak şartıyla Maveraünnehir, Horasan ile Seyhun Irmağı, Horasan Dağları ve Hindistan arasındaki bölgeyi kastettiğini açıklamışlardır. Yani Harezm’in de girdiği bölge. Makalede, Ceyhun Irmağının hem kuzey-doğu hem de güney-batısındaki bölgelerde, Türklerin yalnız 11. yy’dan itibaren değil 7. yy’dan önce de bulunduklarını gösteren delillerin Bizans, Ermeni, Çin ve İslâm tarih vesikalarında mevcut olduğu belirtilip bunlardan özellikle İslâm tarih ve coğrafya kitapları, bu yazının kaynakları arasında sayılmıştır. Sayılı, Batılı bilginlerin 19. yy’dan bu yana bu bölgeyi, İranlılara ve İranlılarla akraba kavimlere mal ettiklerini söyledikten sonra Horasan ve Maveraünnehr’in Selçuklulardan ve İslâmiyetten önce veya sonra Türkleşmiş olmasının millî tarihimiz bakımından önemli sonuçlar doğuracağını söylemiş[19]. Çünkü Harezm Türkçesi ve Harezmşahlar tarihi ile ilgili kaynaklarda gördüğümüz üzere, bölgenin Selçuklulardan sonra Türkleşmiş olması, ister istemez Türklerin ortaçağ İslâm medeniyetindeki ve ilim tarihindeki yerlerinin çok küçülmesine sebep olacaktır. Gerçekler ortada iken veya daha fazla araştırıp detaya inmek imkânı varken, peşinen bu şekilde önyargılı tutumu kabullenmek, bugün Nizâmî ve Mevlânâ gibi pek çok şahsiyetin “İranlı” veya “Fars” diye tanıtılmasına sebep olmuştur. Halbuki Cahen, yazımın başlangıcında sadece bu konu için değil önümüze çıkan tüm konuların çözümünde tutulacak yöntemi vermişti: “Duygularımız ne olursa olsun, nesnellik her iki tarafın da önyargılarını önemsemememizi ve önümüze koyduğumuz tarihi, kesinlikle bilimsel bir düşünce ile olabildiğince belgelere dayanarak yeniden oluşturmamızı zorunlu kılıyor.”
Bunları yazarken dilci olduğumun, tarihçi olmadığımın farkındayım. Ayrıca bir dilcinin araştırdığı dilin konuşulduğu bölgenin tarihini de bilmesi gerektiğinin farkındayım. Buraya kadar yazdıklarımla 1959’da J. Eckmann’dan benim yazdığım kitaba kadar Harezm Türkçesinin tanımlamasını “XI-XII. yy’da Türkleşen Harezm bölgesinde” diye başlatmanın yanlışlığını ortaya koyduğumu ya da en azından bu yazıyı okuyan insanların kafasında soru işareti bıraktığımı düşünüyorum.
Şimdi gelelim bu yazıda ele alınan ikinci meseleye yani “Harezm Türkçesi eserlerinin yazıldığı Türkçenin hangi siyasal idare zamanında olduğu?” sorusuna.
Nuri Yüce’nin yukarıda alıntıladığımız, Gazneliler ve Selçuklularda hükümdar sülalesi, ordu ve hattâ halkın çoğunluğu Türk olmasına rağmen hiçbir zaman yazı ve edebiyat dili olamayan Türkçe, “Harizmşahlar devrinde ise bu bakımdan daha ileri bir gelişme göstererek Harizm’de bir yazı ve edebiyat dili olmuştur[20].” cümlesi tarihî gerçeklikle bağdaşmıyor.
Harezmşahlar dönemini genel Türk tarihi içinde değerlendirecek olursak, 10. yy’dan başlayarak Harezm, Maveraünnehr, Horasan, Afganistan, Doğu Türkistan ve giderek batıya doğru yayılan Türk egemenliğinin Doğu İslâm dünyasının bütün politik kaderini değiştirdiği yargısına varabiliriz. Karahanlılarla Gazneliler hemen hemen aynı zamanda ortaya çıkar, onları Selçuklular izler. Bunların arasında Müslüman olup olmadığı belli olmayan göçer Oğuzlar, bazen sultanı bazen de başkasını destekleyerek Doğu İslâm dünyasının politik yapısını sürekli değiştirirler. Öyle ki bir bölgeye veya kente bazen Gazneliler, bazen de Karahanlılar gibi Harezmşah veya Selçuklular egemen olurlar. Bu devletler sürekli savaşırlar. Topraklar eski Türk geleneği uyarınca ailenin ortak malı olduğu için kardeş kavgaları yüzünden genelde sınırları belli bir devlet yoktur. Politik ortamın bu kargaşasına karşın sanat ve kültür ortamı daha belirgindir[21].
“Politik ortamın kargaşasına karşın sanat ve kültür ortamı daha belirgindir” sözü boş yere tercih edilmiş bir cümle değil. Karahanlıların kapsadığı bölge dışındaki yerlerde yukarıda adı geçen Türk-İslâm devletle-rinde, sanat ve kültür ortamı Arapça ve Farsça eserlerle zenginleştirilmiştir. Selçukluya karşı bağımsızlığını kazanmayı amaç edinmiş, defalarca bu amaçla savaşa tutuşmuş olan Harezmşah Atsız, zengin saray kitaplığı için dönemin ünlü tefsir ve lûgat âlimi Zemahşerî’den bir Arapça sözlük yazmasını istemiş. Arapça öğretmeyi amaçlayan Mukaddimetü’l-Edeb adındaki sözlük, Harezmşahlar döneminde yazılan, Türkçe ile ilgili olabilecek tek eserdir. 1128-1144 yılları arasında yazıldığı tahmin edilen sözlüğün yazılış sebebi için Zeki Velidi Togan, Türkiyat Mecmuası’nın XIV. cildindeki yazısında şu bilgileri aktarmaktadır:
Mukaddimetü’l-Edeb’e yazdığı önsözde Mahmûd Zimahşerî, devrin hükümdarı Horezmşah Atsız’ın Arap dilini diğer dillere tercih ettiğini ve kendisine çok zengin olan saray kitap hazinesi için bir nüsha yazmasını emretmiş olmasına mebni bu emre uyarak kitabını Atsız’ın adına ithaf ettiğini ve kitap “bütün memleketlerde çok makbule geçmiş olduğundan Horezmşah’ın aziz isminin her zaman ve her mekânda ve bütün dillerde cârî olmasını istediğini” ifade eder[22].
Mukaddimetü’l-Edeb’in bugün Harezm Türkçesi başta olmak üzere Çağatayca, Osmanlıca, Moğolca, Farsça gibi pek çok dile tercüme edilmiş nüshaları vardır. Bu Arapça sözlüğün müellif hattı kayıp olduğundan yazılan Arapça kelime ve kısa cümlelerin anlamlarının başka dillerde -ki bu diller Sultanın Türk olmasından dolayı Harezm Türkçesi ve dönemin lingua franca dili Farsça olabilir- yazılıp yazılmadığı bilinmemektedir. Türkçe ile ilgisi buradan kaynaklanıyor. Sözlüğün Harezm Türkçesine tercüme edilmiş en eski nüshası bugün için 1257 yılına aittir. Bu yıl, Harezmşahlar Devletinin yıkılıp onun topraklarının Cengiz’in oğlunun kurduğu Cuci ulusuna -daha sonraki adlandırma ile Altın Ordu (Gök Ordu)’ya- dahil olduğu dönemdir. Harezm Türkçesi ile yazılmış diğer eserler ve yazılış yılları da Kısasü’l-Enbiyâ 1310, Mu’înü’l-Mürîd 1313 ve Nehcü’l-Ferâdîs ise 1358’den önce, Kur’an’ın Harezm Türkçesine tercüme edilmiş nüshasının istinsah yılı 1363’tür. Yani mevcut eserlerin tamamının yazılış yılları 1231’den yani Harezmşahların yıkılmasından sonradır. Bölgede Harezmşahlar zamanında ve öncesinde Türkçenin ne devlet dili ne de edebî dil olarak kullanıldığına dair şimdilik elimizde belge yok. Aynen Büyük Selçuklu ve Gaznelide olduğu gibi.
Pekala, bu bölgede bulunan Türkler hiçbir şey yazıp çizmemişler midir? Bunun cevabı tabii ki hayır. Yazıp çizmişler fakat kendi dillerinde değil. Bu yüzden, Karahanlılardan farklı olarak Gazneli ve Büyük Selçuklu Devleti ile devlet yapısı bakımından Selçuklunun kopyası olan Harezmşahlar Devleti, Samanî örneğine göre kurulmuş bir İran bürokrasisini kabul ettiğinden Karahanlılardan daha fazla İslâm geleneğine yaslanmış görünmektedir. Başka bir deyişle, Karahanlılarda “Türklük” bilincinin daha fazla olduğu yargısına Karahanlı döneminde yazılmış eserler gösterilebilir. Bu eserler her ne kadar bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda da olsa, değişmeyen bir gerçek var; o da Karahanlı Türkçesi eserlerinin Karahanlılar döneminde yazılmasıdır. Bana göre yukarıda saydığımız üç Türk-İslâm Devletinde Türk dili, başlangıçta Kur’an’ın dili olan Arapça ile baş edecek konumda görülmemiş. Türk hükümdarlar da tebaalarını Türk dilini kullanmaya teşvik ve bu konuda zorlamaya teşebbüs etmemişler. Bunu, Zahoder’in Türk Tarih Kurumu Belleten’i 1975 yılında yayımlanan “Selçuklu Devletinin Kuruluşu Sırasında Horasan” adlı makalesinde Beyhakî’den aldığı bilgi de doğrulamaktadır. Makalede, Türkmenlerin hizmetlerine karşılık olarak Gaznelilerden Nesa ve Ferave’yi istemeleri ve bunun kabulü ile Gazneli-Selçuklu ilişkisinde yeni bir sayfa açılmış olup Türkmenler uzun müzakerelerden sonra Ağustos 1035’te Gaznelilerle anlaşmaya varmışlardır. Zahoder, konuyla ilgili kısmı şöyle aktarmaktadır:
Beyhakî Hâtıratı’nda keşifçilerin verdiği malûmata göre Türkmen beylerinin toplantısı tasvir edilmektedir; bu tasvir kaynaklarda emsaline pek az rastlanan nevidendir. Bu meclis, âyân, komutan, pîrlerden müteşekkildi. Bunlar çadırda toplan-dılar; tasvirde zikredilen tabirlerden hiçbiri Türkçe değildi[23].
Ayrıca Türk hükümdarlar Türkçeyi resmi saray lisanı olarak kabul etmiş olsalardı idarî ve resmî işlerde lüzumu dolayısıyla bu dilin yayılmasına yardım etmiş olacaklardı. Fakat Türk padişahları böyle yapmadılar, tersine olarak Arapça ve özellikle Farsçayı himayelerine aldılar. Yani Türkçenin Harezm bölgesindeki yayılışı sistemli bir Türkleştirme siyasetinin neticesi olmaktan uzaktır.
Erdoğan Merçil’in Gazneliler Devleti Tarihi adlı kitabında İslâm kaynaklarına dayanarak verdiği açıklamalara bir bakalım:
Gazneliler divanında yazışmalarda Arapça ve Farsça kullanıl-mıştır. Vezir Ebu’l-Abbâs İsferayinî devrinde divan kararları Farsça yazılmaya başlanmıştı. Vezir Hâce bin Hasan Meymendî kararların eskiden olduğu gibi Arapça yazılmasını emretti. Sahib-i divan-ı risalet Ebu Nasr-ı Mişkân, Sultan Mes’ud’un emri ile iki mektup kaleme almıştı. Bu mektuplardan Abbasi halifesine gidecek olanı Arapça, Karahanlı Kadir Han’a gönderilecek olanı ise Farsça yazılmıştı[24].
Yani Gazneli döneminde, Harezm bölgesini 1017 yılında kendisine tâbi kılan, adına hutbe okutturan ve taht mücadelesi yaşayan Karahanlılara bunu kabul ettiren Sultan Mahmûd’un (971-1030) ilk veziri olan İsferayinî zamanında Arapça, ondan sonra gelen -Devletşah’ın (1431-1495) Tezkiretü’ş-şu’arâ’sındaki açıklamaya göre- “Firdevsî’nin mürebbisi olan” Meymendî zamanında Farsça kullanımda kalmıştır[25].
Selçuklu zamanındaki yazışma diline ait yukarıdaki açıklamaya benzer kısa bir açıklama da yine Devletşah’ın tezkiresinin XV. Sasani hükümdarı ve Farsça ilk şiir söyleyen kişi olarak bilinen Behram-ı Gûr (öl. 438) maddesinde yer almaktadır:
Hâce Nizamü’l-Mülk, Siyerü’l-Mülûk kitabında hikâye ediyor ki: Dört halife zamanından Sultan Gazneli Mahmûd’un devrine kadar kanunlar, defterler, fermanlar, menşurlar sultanların sarayından Arapça yazılıp çıkardı. Sultanların sarayında Farsça ferman yazılması ayıptı. Bu âdet Amîdü’l-Mülk Kündürî zamanına kadar devam etti. Bu kişi … bilgisinin azlığından bu kaideyi kaldırdı; bütün hükümler ve misaller (fermanlar) sultanların divanında Farsça yazılmaya başlandı[26].
Burada ise kısaca, Selçuklu döneminde İranlı vezir Nizamü’l-Mülk’ten (1018-1092) önce gelen Tuğrul Bey’in (990-1063) veziri Kündürî zamanında yukarıda aktardığımız Devletşah’ın ileri sürdüğü nedenden dolayı Farsçanın kullanılmaya başlandığı aktarılıyor.
Yukarıdaki açıklamalara dikkat ettiyseniz, Firdevsî ile beraber ilk Türk-İslâm devletlerinde Farsçanın resmî yazışma dili olarak kabul edildiğini göreceksiniz.
Diğer taraftan Harezm bölgesinin içinde yer aldığı Horasan, Maveraünnehr, İran, Irak, Mısır ve Hindistan’ın 11. yy’ın ikinci yarısından 13. yy’ın başlarına kadar geçirdiği süreç, özellikle tasavvuf tarihi açısından çok önemli bir dönem sayılmaktadır. Bu dönem tasavvuf cereyanının artık tarikatlar adı altında teşkilatlandığı ve İslâm dünyasının tümüne yayıldığı bir zaman dilimidir. Daha önce yetişen sufîler, keşişler gibi hayatlarını züht ve ibadete adayan insanlardı. İnzivayı lüzum gören bu kişiler, itikadî ve felsefî münakaşalarla uğraşmaz, müritler toplamak, âyinler yapmak gibi şeyler bilmezlerdi. Halbuki yukarıda saydığımız bölgelerde yeni yetişen büyük sûfîler yaşadıkları yerlerde dergâhlar açmışlar, birçok halife yetiştirmişler ve kendi isimlerine nisbet edilen tarikatları kurmuşlardır. Bunlar içinde Harezm topraklarında XII. yy’da ortaya çıkan ve günümüze kadar ulaşan tasavvufî bir hareket olan Kübreviliğin kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ (1145-1221) da vardır. Kaynaklarda Necmeddîn Kübrâ’nın Türk asıllı olup olmadığı hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Türklerin Harezm’e yerleşmelerinin çok daha önceki yüzyıllarda gerçekleştiği göz önüne getirildiğinde Kübrâ’nın Türk bir aileden gelmesinin ihtimal dahilinde olduğu söylenebilir[27]. Mevlana’nın babası Sultanü’l-ulema Bahaeddîn Veled’in de aralarında yer aldığı pek çok şöhretli şeyh onun halifeleridir.
Diğer taraftan Necmeddîn-i Kübrâ’dan yaklaşık elli yıl önce Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan Türk göçebelerin İslâmlaşmasında ve Türk tarikatının kurulmasında en büyük rolü Ahmed Yesevî (1093-1166) üstlenmiştir. Onun ve halifelerinin Harezm ve Harezm bozkırlarındaki etkisi bugün hâlâ devam etmektedir. Ahmed Yesevî’nin daha sonraki yüzyıllarda yazıya geçirilen hikmetlerinde Türkçe tercih edilmesine rağmen Necmeddîn-i Kübrâ’nın bugün araştırmacıların sayısını tespit etmekte zorlandıkları onlarca eserinin bazısı Arapça bazısı ise Farsça kaleme alınmıştır. Kaynaklarda Necmeddin-i Kübrâ’nın iman ve irfan hizmetini sürdürürken, bölgeyi kasıp kavuran, başlarında Cengiz’in bulunduğu Moğol tehlikesiyle karşılaştığı, tarihin kaydettigi büyük felaket ve katliamlarından birini gerçekleştiren Moğollara karşı talebelerini memleketlerine gönderdiği, kendisinin de silaha sarıldığı ve vatan savunması için cihat ederken öldüğü aktarılmaktadır. Kübreviliğin Anadolu’ya girişi ise 13. yüzyılın ilk çeyreğinde Necmeddin-i Kübrâ’nın halifesi Necmeddîn Dâye ve beraberindekilerle olmuştur. Dâye, eserlerinde Moğollarla ilgili kötü sözler sarf ederken Selçuklular ve özellikle Alâeddîn Keykubâd (1219-1236) hakkında övgü dolu ifadeler kullanmıştır. Mirsâdü’l-İbâd adlı eserinde müslümanların emniyet, asayiş ve huzuru Selçuklu hanedanının mübarek sancağı gölgesinde bulduklarını, bu dindar padişahlar zamanında başka hiç bir dönemde yapılmamış medreseler, zaviyeler, hastaneler, köprüler ve başka hayır kurumlarının yapıldığını ayrıca âlimler, zâhidler ve halka hiç bir zaman gösterilmeyen ilginin gösterildiğini yazmıştır[28].
Sonuç olarak; hangi görüşte olursak olalım belgeye dayalı gerçekleri ön yargısız okuyabilelim ve okumanın insanın kendi yanlışlarını görme yetisi kazandırma gibi bir marifeti olduğunu unutmayalım.
[1] Sezin Orhan Kurulay, Hudûd al-âleme Göre 10. Asırda Türk Boyları, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, s. 110, İstanbul 2007.
[2] Fuad Köprülü, “Harizmşah”, İslâm Ansiklopedisi, C. 5/1, Millî Eğitim Bakanlığı, Eskişehir 1997, s. 265-296. Z. Velidi Togan, “Hârizm”, İslâm Ansiklopedisi, C. 5/1, Millî Eğitim Bakanlığı, Eskişehir 1997, s. 240-257. İbrahim Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları: VII, Dizi-Sayı 29, Ankara 1992 (3. baskı). Aydın Taneri, Harezmşahlar, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1993; “Hârizmşahlar”, İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul 1997, s. 228-231. M. Ali Çakmak, “Harezmşahlar Devleti”, Selçuklu Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s. 251-269. Abdülkerim Özaydın, “Hârizm”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 16, İstanbul 1997, s. 217-220. Philip K. Hitti, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, Çeviren: Salih Tuğ, Marmara Üniversitesi İahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2011.
[3] Zeki Velidi Togan, Harezm Kültürü Vesikaları, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No: 498, İstanbul 1951, s. 13.
[4] Edward C. Sachau, The Chronology of Ancient Nations. An English Versionof the Arabic Text of the Athâr-ul-Bâkiya of Albîrûnî, London 1879, s. 40-41: “Chorasmian Antiquities.—In a similar way the people of Khwarizm proceeded. For they dated from the beginning of the colonization of their country, A. 980 before Alexander. Afterwards they adopted as the epoch of an era the event of the coming of Siyawush ben Kaika'us down to Khwarizm, and the rule of Kaikhusru, and of his descendants over tlie country, dating from the time when he immigrated and extended his sway over the empire of the Turks.”
[5] Özkan İzgi, “Harezmşah ve Moğolların İlk Karşılaşmaları ve Otrar Hadisesi”, Türk Kültürü, S. 170, Ankara 1977, s. 35.
[6] Şehabeddin Ahmedünnesevî. Sîretü Sultân Celâle’d-dîn Mengüberti, Çeviren: Necip Asım (Celâlüttin Harezemşah), Devlet Matbaası, İstanbul 1934, s. 36-37.
* “Harezm Türkçesi Eserlerinin Siyasî ve Kültürel Güçle İlişkisi”, Türk Kültürünün Gelişme Çağları II: X-XIII. Yüzyıllarda Merkezi Avrasya’dan Ön Asya’ya Yeni Açılımlar Dönemi, 20-21 Nisan 2012 Türkistan / Kazakistan’da sunulan bildiri metninin yeniden şekillendirilmiş hâlidir. Yalım Kaya Bitigi: Osman Fikri Sertkaya Armağanı, Ed. Hatice Şirin User, Bülent Gül, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 2013, s. 137-145.
[7] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000, s. vi.
[8] Janos Eckmann, Harezm, Kıpçak ve Çağatay Türkçeleri Üzerine Araştırmalar, (Yayına Hazırlayan: O. F. Sertkaya), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1996, s. 1.
[9] Aysu Ata, Harezm-Altın Ordu Türkçesi, Türk Dilleri Araştırmaları Dizisi, İstanbul 2012, s. 12.
[10] Nuri Yüce, Mukaddimetü’l-Edeb, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1998, s. 5.
[11] Zeki Velidi Togan, Horezm Kültürü Vesikaları, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1951, s. 33.
[12] Ahmet Altungök, IV ve VIII. Yüzyıllar Arası Sasanîler Dönemi Türk-Fars İlişkileri, Fırat Üniversitesi, Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 2007, s. 106.
[13] Nazmiye Togan, “Peygamberin zamanında Şarkî ve Garbî Türkistanı ziyaret eden Çinli budist rahibi Hüen-Çang’ın bu ülkelerin siyasî ve dinî hayatına ait kayıtları”, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1964, s. 40-41.
[14] Recep Uslu, Hicrî I-II. Yüzyıllarda Horasan Tarihi, Uludağ Üniversitesi, İslâm Tarihi Bilim Dalı Doktora Tezi, Bursa 1997, s. 21.
[15] Şemseddin Günaltay, İslam Tarihinin Kaynakları. Tarih ve Müverrihler, Endülüs Yayınları, İstanbul 1991, s. 17.
[16] Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1985, s. 187.
[17] Aydın Sayılı – N. Richard Frye, “Selçuklulardan Evvel Ortaşark’ta Türkler”, Belleten, X (37), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1946, s. 130.
[18] Ramazan Şeşen, age., s. 2.
[19] Aydın Sayılı – N. Richard Frye, agm., s. 98.
[20] Nuri Yüce, age., s. 5.
[21] Doğan Kuban, (1993); Batıya Göçün Sanatsal Evreleri (Anadolu’dan Önce Türklerin Sanat Ortaklıkları), Cem Yayınevi, İstanbul 1993, s. 26-27.
[22] Zeki Velidi Togan “Zimahşeri’nin Doğu Türkçesi ile “Mukaddimetü’l-Edeb”i”, Türkiyat Mecmuası, 14, İstanbul 1965, s. 81.
[23] B. Zahoder; “Selçuklu Devletinin Kuruluşu Sırasında Horasan”, Belleten, XIX (76), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1955, s. 522.
[24] Erdoğan Merçil; Gazneliler Devleti Tarihi, TTK Yayınları, Ankara 2007, s. 99, 41. dipnot.
[25] Devletşah, Şair Tezkireleri (Tezkiretü’ş-şuara), (Çeviren: Necati Lugal), Pinhan Yayınevi, İstanbul 2011, s. 94.
[26] Devletşah, age., s. 65.
[27] Süleyman Gökbulut, Necmeddîn Kübrâ, İnsan Yayınları, İstanbul 2010, s. 82
[28] Süleyman Gökbulut, yge., s. 152.