Konu özeti
ORTADOĞU VE SORUNLARI, GERÇEKLERİ
Üç kıtanın birleştiği önemli bir bölgede yer alan Ortadoğu Ülkeleri, farklı kültürleri, inanışları, mimari yapıları, değişik dil ve lehçeleriyle zengin bir bölgedir. Ancak, bu çeşitlilik, bölgede tarih boyunca savaşların, çekişmelerin ve dolayısıyla çok sayıda problemin olmasını engelleyememiştir. Dersimiz, bölgenin farklılıkları ve kültürel zenginliğinin yanı sıra yaşadığı sorun ve zorlukları da ele almaktadır.
Filistin Sorunu
Kudüs şehri geçmişte birçok yönetim altında kalmış, 1915-1917 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu tarafından yönetilmiş, şehrin yönetimi 1917 yılında 1. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ye geçmiştir. Kudüs 1917-1948 yılları arasında Filistin’deki İngiliz manda idaresinin bir parçası olmuş, 1948 Yahudi-Arap Savaşı sırasında ikiye bölünmüş, şehrin daha yeni modern Batı kısmı İsrail, Haram-i Şerif’in de içinde bulunduğu eski şehir (Doğu Kudüs) ise Ürdün yönetimi altına girmiştir.
Filistin sorunu Siyonist hareketin Avrupa’da başladığı, Siyonistlerin Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmak için harekete geçtikleri 19. yüzyıldan beri devam etmektedir. İngiltere’nin Filistin sorununu 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra yeni kurulan Birleşmiş Milletler (BM) Örgütü’ne götürme kararının temelinde Filistin topraklarının bölünmesi ve bu topraklarda bir Yahudi Devleti kurulmasının amaçlandığına şüphe yoktur.
İngiltere tarafından beklendiği gibi, BM tarafından oluşturulan Komite Filistin topraklarının Yahudi ve Arap Devletlerine bölünmesi kararını almış, bu karar daha sonra BM Genel Kurulu’nda oylanarak kabul edilmiş, Yahudiler tarafından kabul, Araplar tarafından reddedilmiştir. BM Filistin topraklarını taksim planı ve kararı Kudüs ve çevresini uluslararası bir yönetim altına koymuş, Kudüs şehrinin BM tarafından yönetilmesini öngörmüştür.
1947 BM Taksim Planı’nın Filistinli Araplar ve Filistin’in Arap komşuları (Mısır, Ürdün ve Suriye) tarafından reddedilmesi üzerine ilk Yahudi-Arap Savaşı patlak vermiş, 1948 yılı Mayıs ayında İsrail Devleti ilan edilmiştir. 1948-1949 İsrail-Arap Savaşı Filistinli Araplar için sonuçları bugüne kadar gelen büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Ortadoğu'nun Dinleri
Ortadoğu, bugün genel olarak kabul edildiği şekliyle, insanlığın medeni hayata ilk olarak geçtiği (yazının bulunduğu, şehir devletlerinin ortaya çıktığı) yerdir. Ayrıca doğu ve batı arasında geçiş noktası olması bakımından insanlık tarihini değiştiren, dönüştüren olayların vukuu bulduğu ve kültürel etkileşimlerin yaşandığı (İskender’in doğu seferinin sonucu olarak doğu-batı kültürel karışımını ifade eden Hellenizm’in ortaya çıkması; Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in başlattığı dini hareketlerin buradan dünyanın her yanına yayılması ve bu yayılma sırasında götürülen kültürel unsurların küresel bir dünyaya doğru giden ilk adımları oluşturacak şekilde, gittikleri yerin dünya görüşünü değiştirip dönüştürdüğü) bir bölge olmuştur.
Süryaniler: Dil, İnanç, Kültür
Süryaniler, Aramice konuşan ve dünya genelinde dağınık olarak yaşayan Hristiyan halk. MS 37-43 yılları arasında elçilerin lideri Mor Petrus tarafından Antakya’da kurulmuş ve kısa zamanda bütün Orta Doğu'ya bu inancı müjdelemiştir. Kilisenin ve bazı mensuplarının kullandığı dil İsa’nın da konuştuğu Süryanice ’dir. Son dönemlerde Süryanilerle ilgili önemli tartışmalardan birisi bu etnik grubun Asurlulardan gelip gelmediğidir. 1836’da Irak’ta ortaya çıkan Asurilik veya Aşurilik görüşü olup Nasturilerden ayrılmış bir gruptur. 1968’de Vatikan’a iltihak etmişlerdir. Süryani Kadim Kilisesi'nin resmi açıklamasına göre, "Aramice konuşan Süryaniler, tarihin belirli bir döneminde Asurlularla aynı coğrafyayı paylaşmışlardır ve Asur kökenli değillerdir. Aramice yazılmış olan yazıtlar (Bunlardan birkaçı küçük krallıklar yöneticileri tarafından yazılmışlardır. Asur Krallarının, Arami Krallıklarına karşı seferlerini kaydettikleri yıllıklar ve (3) Kutsal Kitap’taki “Samuel, Krallar ve Tarihler Kitapları” bölümleri bu ayrımı yeteri kadar net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Yezidilik
Yezidiler ya da Ezidiler çoğunlukla Kürtçe konuşan etnik-dinî bir topluluğa verilen isimdir. Bu topluluğun Zerdüştlük ve eski Mezopotamya dinlerinden uzanan dinî inançlarına Yezidilik ya da Ezidilik denilmektedir. Ezidiler, temel olarak târihte Asurluların bir parçası olan Irak’ın Ninova bölgesinde yaşamaktadırlar. Yezidilerin bir kısmı Kürt kimliğini benimsemiş olsa da, özellikle Ermenistan’da yaşayan Yezidiler, kendilerini Kürtlerden ayrı tutmaktadır. Ermenistan, Gürcistan, Suriye ve Türkiye gibi ülkelerde yaşayan Yezidi toplulukları gittikçe azalma ve Avrupa’ya, daha çok da Almanya’ya göç etme eğilimindedirler.
Nusayrilik
Bâtınî karakteri dolayısıyla ismi, tarihi ve inanç yapısı hakkında önemli bilgi eksiklikleri bulunan ve çelişkili görüşlere konu olan Nusayrîlik, mensuplarınca yayımlanan eserler ve akademik araştırmalar sayesinde bir dereceye kadar aydınlatılabilmiştir. Fırkanın Hz. Ali’nin hizmetçisi Nusayr’a yahut fırka mensuplarının yoğun olarak bulunduğu Lazkiye bölgesindeki Nusayriye dağlarına nisbetle bu ismi aldığı iddiası isabetli görünmemektedir. Zira Hz. Ali’nin bu adla anılan bir hizmetçisi olmadığı gibi söz konusu dağların eski dönemlerde bu şekilde isimlendirildiğine dair bilgi bulunmamaktadır. Nusayrîlik ile Hıristiyanlık arasındaki bazı benzerlikleri öne çıkararak kelimenin “nasrânî”nin küçültmeli ismi olduğunu ileri süren görüş de İslâm coğrafyasındaki bazı grupları yitik hıristiyanlar olarak görme eğilimine sahip oryantalist bakış açısının ürünü niteliğinde değerlendirilmiştir. Büyük bir ihtimalle fırka adını kurucusu Ebû Şuayb Muhammed b. Nusayr en-Nemîrî’den (ö. 270/883) almıştır. Nitekim fırkanın kutsal metni Kitâbü’l-Mecmûʿun daha ilk bölümünde bu kişinin görüşleri nakledildiği gibi çeşitli bölümlerinde de Nusayrî ve Nemîrî nisbelerine yer verilmiştir
Sykes - Picot Anlaşması ve Sonuçları
I. Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi konusunda anlaşamayan İtilâf devletleri savaş esnasında da bir iş birliği sağlayamadılar. Birinin elde ettiği başarı diğerleri için hoşnutsuzluğa yol açıyor, her devlet diğerlerinin istilâsına karşı kendi nüfuz bölgesini titizlikle koruyordu. İngiltere ve Fransa’nın Çanakkale’den yeni bir cephe açmaya karar vermesi Boğazlar üzerinde tarihî emelleri olan Rusya’yı telâşlandırdı. Müttefiklerinin İstanbul’a yerleşmesinden endişe eden Rusya Boğazlar’ın kendisine verilmesini istedi (4 Mart 1915). Aralarında bir anlaşmaya varmadan bu kadar önemli bölgenin Rusya’ya bırakılmasını doğru bulmayan İngiltere ile Fransa, Rusya’nın İttifak devletleriyle anlaşması tehlikesini de göze alamadılar. İngiltere, Osmanlı toprakları üzerindeki taleplerinin yerine getirilmesi şartıyla Rusya’nın isteklerini kabul edebileceğini bildirdi (12 Mart). Fransa, Osmanlı Asyası’nın da paylaşılmasını önerdi (23 Mart). Petrol zengini Arap topraklarını ele geçirmek amacıyla Araplar’la gizli görüşmeler yapan İngiltere önce Rusya ile anlaşmak gerektiğini bildirdi. Büyük Ermenistan vaadiyle Ermeniler’i kışkırtan Rusya, Doğu Anadolu ile Çukurova’yı istiyordu. Mersin ve Adana’nın Fransa’ya verilmesini kabul etmesi üzerine Fransa da Boğazlar’ın Rusya’ya terkedilmesine razı oldu (10 Nisan). Karşılıklı notalarla imzalanan antlaşmaya göre İstanbul ve Çanakkale boğazları, Marmara denizi, Midye-Enez hattına kadar Güney Trakya, İstanbul Boğazı ile Sakarya nehri ve İzmit körfezi arasındaki bölge, Gökçeada ve Bozcaada Rusya’ya veriliyordu. Rusya da İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinden uygun görecekleri yerleri almalarını ve Osmanlı egemenliğinden ayrılacak Arap ülkelerinin bağımsızlığını tanımayı kabul ediyordu. İstanbul Antlaşması adını alan bu ilk gizli paylaşım yeni antlaşmaların yapılmasına yol açtı. Çanakkale savaşlarında zorlanan müttefikler savaşa katılması için İzmir ve çevresini Yunanistan’a vermeyi kararlaştırdılar (12 Nisan). İtalya ile imzaladıkları Londra Antlaşması’yla da (26 Nisan), Oniki Ada ile Trablusgarp’taki işgalini tanımayı taahhüt ettiler. Ayrıca Asya Türkiyesi paylaşıldığında İtalya’ya Akdeniz bölgesinden bir pay verilecekti. Buna karşılık İtalya, müttefikler yanında savaşa girmeyi ve müslümanlara ait kutsal yerlerinin bağımsız bir İslâm devletinin egemenliğinde bırakılmasını kabul ediyordu.
Su Savaşları
Sümerler Fırat ve Dicle'yi "yaşamın kaynağı ve tükenmez bir enerji potansiyeli" olarak görmüşlerdir.
Ortadoğu'da petrol savaşları devam ederken, bir gizli savaşın da tohumları ekiliyor.
Ortadoğu'nun gözü Türkiye'nin suyunda.
Dünyadaki hızlı nüfus artışı nedeniyle miktarı giderek azalan su, petrolden daha değerli hale geliyor. Çünkü petrolün alternatifleri var ama suyun yok.
Uluslararası stratejik kurumların analizlerinde, dünyanın su bakımından en sorunlu bölgesi "petrol zengini" olan Ortadoğu... Ortadoğu, dünya nüfusunun yüzde 5'ini barındırıyor.
Ancak dünyadaki temiz su kaynaklarının sadece yüzde 1'i bu bölgede bulunuyor. Üstelik bu kaynağın yüzde 90'ı "sınır aşan" sulardan oluşuyor.
Bazı tahminlere göre, 2040 yılında Ortadoğu'da "su savaşları" yaşanabilecek.
Stratejistler, '1967 Su Savaşı'nı örnek vererek, İsrail'in Golan Tepeleri'ni neden işgal ettiğini açıkladılar. "Golan Tepeleri İsrail'in 2,1 milyar metreküplük su tüketiminin üçte birini karşılamaktadır. İsrail bu savaşta işgal ettiği Golan Tepeleri'ni en önemli su rezervi olarak kullanmaktadır. Suriye ile savaşı göze almanın ardında savunma ötesi su yatmaktadır" yorumunu yaptılar. Ortadoğu'nun su kaynaklarını elinde tutan Türkiye ise gizli mücadelenin tam odağında yer alıyor.
Ortadoğu için Türkiye'nin suyu petrol kadar değerli.
Şimdi bir önemli noktaya parmak basalım. 35 bin insanın ölümüne ve milyarlarca dolarlık ekonomik kayba neden olan PKK terörünün ardında, Türkiye'nin su kaynakları da olmasın?
Türkiye'nin GAP Projesi ile Fırat ve Dicle'yi kullanma seviyesinin artacak olmasının sadece Suriye ve Irak'ı kaygılandırmadığı ortada.
Ortadoğu'ya siyaseten şekil vermek isteyen ABD, İngiltere ve İsrail bu işin peşinde neden olmasın?
GAP kapsamında, 22 baraj, 19 hidroelektrik santrali ve 1.7 milyon hektarlık sulama sistemleri yapımı öngörülüyor. GAP tamamlandığında Türkiye Fırat ve Dicle'nin yüzde 29'unu kontrol altına alacak.
Küresel güçlerin petrol kadar su kaynakları üzerinde gizli planlar yaptığı kimse göz ardı edemez.
Türkiye'nin GAP projesinin, dün olduğu kadar bugün ve yarınlarda da küresel güçlerin gözlerini diktiği bir alan olduğunu bilmekteyiz.
.Arap - Yahudi Savaşları
Arap-İsrail savaşları, Arap Birliği ülkeleri (başlıca Mısır, Suriye, Ürdün ve Filistin) ve İsrail Devleti arasındaki politik gerilim ve askeri savaşlar dizisidir. Modern Arap-İsrail savaşlarının kökenleri, 19. yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkan Siyonizm ve Arap milliyetçiliğine dayanır. Yahudiler tarafından tarihi anavatan olarak adlandırılan toprakları, Pan-Arap hareketi, Filistinli Araplara ait olarak görür. ve Pan-İslamist bağlamda ise, bu toprakların, Müslümanlara ait olduğuna inanılır. Filistinli Yahudiler ve Araplar arasındaki savaş; 20. yüzyılın başlarındaki Nebi Musa ayaklanması (1920), Yafa Ayaklanması, 1929 yılında Filistin ayaklanması ve 1947 yılında büyük bir sivil savaşa dönüşen ve 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulmasıyla bütün Arap Ligi ülkelerine sıçrayan Arap başkaldırışıyla ortaya çıktı.
Savaş, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra ortaya sınırlarla ilgili hırslardan doğan politik ve milliyetçi çatışmalarla başladı ve yıllar içinde, geniş çaplı bölgesel Arap-İsrail savaşına döndü. 1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı sonrasındaki ateşkesle, geniş çaplı çatışmalar sona erdi ve savaş, lokal İsrail-Filistin Savaşına döndü. 1979 yılında, İsrail ve Mısır arasında, 1994 yılında, Ürdün ve İsrail arasında ateşkes anlaşmaları imzalandı. Oslo Anlaşmaları, 1993 yılında, Filistin Ulusal Yönetimi’nin kurulmasına öncülük etti ama bütün sorunları çözecek barış anlaşmasına ulaşılamadı. Suriye ve İsrail arasında bir ateşkes imzalandı ve 2006 yılında İsrail ve Lübnan arasında bir ateşkes imzalandı. İsrail, ve Hamas tarafından yönetilen Gazze arasındaki savaş, 2009 yılında ateşkesle sonuçlanmasına rağmen ve direkt olarak Arap Ligi’yle bağlantılı olmamasına rağmen, İsrail – Filistin savaşının bir parçası olarak görülür. Mısır ve Ürdün’le gerçekleşen ateşkeslere ve genel ateşkeslere rağmen, Arap dünyası ve İsrail’in arası sınırlarla ilgili genelde açıktır.
- Bu konu
Ortadoğu'nun Sosyo-Kültürel Yapısı
Batı merkezli sübjektif bir kavramlaştırma olan Ortadoğu kavramının kullanımı bütün dillere yerleşmiştir. Ortadoğu sadece belirli bir coğrafi bölgeyi değil aynı zamanda farklı bir kültürü, medeniyeti, sosyal yapıyı ve ilişkileri de ifade etmektedir. Dar anlamda Türkiye, İran, Mezopotamya, Arap Yarımadası, Doğu Akdeniz ve Mısır'ı kapsamına alan Ortadoğu bölgesi tarihsel bakımdan medeniyetlerin geliştiği, semavi dinlerin doğup dünyaya yayıldığı, kıtalararası ticaret yollarının geçtiği, farklı kültürlerin buluştuğu ve başka yerlere intikal ettiği bir kavşak noktasını oluşturmaktadır. Bölge tarihte son derece önemli roller oynadığı gibi modern dönemde de etkinliği sürmektedir. Özellikle semavi dinlerin burada doğmuş olmaları bu din mensuplarının gönüllerinin ve bakışlarının bu bölgeye yönelik olmasında etken olmutur. Modern ekonomilerin en önemli enerji kaynağı olan petrol ve doğal gaz rezervlerinin çoğunun burada olması bölgenin stratejik önemini artırmıştır. Ortadoğu geleneksel yapılarla modern yapıların, kaos ile düzenin, sosyal ve ekonomik alandaki zıtlıkların, en zenginlerle fakirlerin, geleneksel monarşilerle demokrasi sürecinde belli merhaleler kat eden sistemlerin buluştuğu bir yerdir. Coğrafi ve fiziki çeşitliliği sosyal, ekonomik, kültürel, demografik ve siyasal çeşitlilik ve çoğulculuk izlemektedir. Bölgedeki ülkelerde modern siyasal temsil kurumlarının yerleşmesi yönünde bir gelişme olduğu gözlenmektedir.
Ortadoğu'da Demokratikleşme Süreci
Arap Baharı liberal demokrasinin Ortadoğu'da yayılmasını isteyenleri çok sevindirmiş ve heyecanlandırmıştı. Tarihteki üç demokrasi dalgasından da yok denecek kadar az etkilenmiş bölge nihayet demokrasiyle tanışacak ve donanacaktı. İnsan haklarına saygısız, otoriter rejimler ortadan kalkacaktı. İnsanlar siyasal iktidarın belirlenmesine ve denetlenmesine katılacaktı. Bu aynı zamanda tüm bölgenin ekonomik potansiyelini harekete geçirecekti. Dünyanın en zengin doğal kaynak alanlarından birine yerleşmiş Arap ülkelerinin halkları açlık, fakirlik ve sefaletten kurtulma yoluna girecekti. Refah seviyesi yükselecek ve artan bölgesel ekonomik işbirliği ve ticaret aynı zamanda bölge ve dünya refahına ve barışına katkıda bulunacaktı.
Kısa sürede bu beklentilerin hepsi hayale dönüştü. Arap dünyasının ve dolayısıyla Arap Baharı'nın mihver ülkesi Mısır, baharın üçüncü yılı dolmadan bir askerî darbeye sahne oldu. Demokratik seçimlerle iş başına gelen Mursi yönetimi general Sisi tarafından devrildi. Darbeye karşı çıkan binlerce insan sokaklarda katledildi. Çoğu Müslüman Kardeşler üyesi yüzlerce kişi düzmece mahkemelerde güya yargılanarak idama mahkûm edildi. Son olarak Mursi 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bakıyorum, bütün bunlara, iş Türkiye'de demokrasiye gelince mangalda kül bırakmayanlar hiç ses çıkartmıyor, tepki vermiyor. Böylece, bu kimseler, demokrasi talebinde samimiyet testinden sınıfta kalıyor.
Mısır'da ve Ortadoğu'da ilk ciddî demokrasi denemesinin başarıya ulaşamamasının iç ve dış birçok sebebi olmalı. Sivil toplumun yeterince gelişmemesi, demokratik siyaset tecrübesi eksikliği, siyasî kültürün otoriteryen rengi vb. en başta gelenler. Ancak, baharın kısa sürmesinin ve kışa dönüşmesinin dış sebepleri de var. Bunların bir kısmı bölge ülkeleriyle, diğerleri Batı'yla alâkalı.
Biliyoruz ki, Suudi Arabistan ve -Katar hariç- körfez ülkeleri Sisi darbesine maddî ve manevî destek verdi. Anti- demokratik Arap ülkelerinin Mısır darbesine sahip çıkması belki anlaşılabilir. Bunlar, herhâlde, Mısır tecrübesinin kendi ülkelerine örnek olmasını istemedi. Özgürlükçü ve demokratik bir sistem kurarak ekonomik alanda büyüyecek bir Mısır'ın ortaya çıkmasını da istemedi. İsrail de aşağı yukarı aynı konumdaydı.
Açıklaması asıl zor olan Batı'nın tavrıydı. Batı Mısır'daki darbeyi teşvik etti. Darbeye darbe demedi. Katliamları yasak savma kabilinden sözlerle geçiştirdi. Bu şekilde, sözüm ona “Batılı değerlere" ihanet etti. Paragrafın başında “Batı'nın tavrının açıklanmasının zor olduğunu" söyledim, ama belki de açıklanması en kolay olanı o. Batı tarihi, Batı devletlerinin sicilinin demokrasi ve insan hakları konusunda yalpalamalarla ve çifte standartlı davranışlarla dolu olduğunu gösteriyor.
Niçin? Görebildiğim kadarıyla iki ana sebep var. Birincisi, en azından bazı Batılılarda hâkim olan, başka toplumları, özellikle
Müslümanları hakir görme tavrı. Bu kafaya göre İslam demokrasiye cevaz vermemekte ve Müslümanlar demokrasi gibi uygar bir rejimi hak etmemekte. İkincisi, devletlerin ulusal çıkar kavgalarıyla ilgili tahminler ve endişeler. Batılılar, İslam ülkelerinde demokrasinin işlemesi hâlinde seçmen kitlelerinin Batı'ya teslim olmayabilecek, icabında kafa tutabilecek liderleri iş başına getirmesinden korkuyor. Bu durumda ulusal çıkarlarının zarar görebileceğini düşünüyor. Onlara göre, diktatörlerle çalışmak daha kolay. Diktatör bir kere ikna edildiği veya tehdit, şantaj, baskı gibi yollardan biriyle teslim alındığı zaman, o ülkeyi Batı'nın yedeğinde tutmak daha kolay.
Batı'nın, İslam ülkelerine yönelik çifte standartlı duruşu yeni değil. Yakın zamanlarda ilk örneği 1990'larda görüldü. Batı Cezayir'de demokratik seçimlerin ilk turunu kazanan FIS'in (İslami Selamet Cephesi) demokratik yollarla iktidara gelmesine izin vermedi. Laisist çevreleri tahrik ve teşvik ederek ülkeyi binlerce cana mâl olan bir iç savaşa sürükledi. Bu tavrı Arap Baharı'nda tekrarladı. Mısır'da Sisi'nin darbesine çanak tuttu. Darbeyi meşru hatta demokratik ilan etti.
Batı'nın çifte standartlılığına ve ulusal çıkarları uğruna demokratik hakları ve süreçleri reddine dikkat çekerken, Arap ülkelerinde yaşayan insanların başarısızlıkta hiç payı olmadığını ve her şeyin dış müdahalelerle belirlendiğini iddia etmiyorum. Şüphe yok ki bir ülkede uzun vadede ne olacağı o ülkenin sakinlerine bağlı. Ancak, Batı'nın dünya egemenliği ve demokrasiyi gerek gördüğünde millî çıkarları adına ve uğruna askıya almaya razı olması da göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir faktör. Bu faktörü dikkate almadan yapılacak analizler eksik kalmaya ve yanıltıcı olmaya mahkûm.Ortadoğu'da Kadın Hakları
Petrolün zifiri karanlığında, kara bir kedere sahip olan coğrafyanın diğer adıdır Ortadoğu. Yıllardır, savaşların, akıtılan kanların ve gözyaşlarının hakim olduğu coğrafyada; artık herkes birer savaşçı, korkusuz birer kahramandır. Erkeklerden kadınlara, kadınlardan çocuklara kadar herkesin bomba seslerine alıştığı bir coğrafyanın diğer adıdır. Bu coğrafyada, çocuklar annelerinin eteklerini tutunarak hayatta kalmaya çabalıyor. Savaş coğrafyası içerisinde kadınının en temel görevi; çocuklarını korumak, önce onları doyurmak ve yeri geldiğinde çocuklarının önünde canlı bir kalkan olmaktır. Bu içten gelen bir annelik güdüsünden başka bir şey değildir. Geçmişten günümüze asırlardır devam eden savaşların, katı rejimlerin yüzünden bu topraklar içinde yaşamak oldukça zordur. Dünyanın diğer topraklarında üçüncü sınıf sosyal haklardan bahsederken; Ortadoğu için ise" yaşama hakkı" olan birinci kuşak haklardan bile bahsetmek mümkün gözükmüyor. Bir bataklığı andıran bu sınırlar içerisinde kadın olmak, hayata bir sıfır yenik başlamaktır. Bu topraklarda kadın olmak; çok çocuk doğurmak, erkeğin emrettiği doğrultuda yaşamak demektir ve siyasal haklar gibi birçok haktan mahrum edilmektir. Ortadoğu'da insan temel hakları sağlanamazken; insanların sosyal haklarından söz etmek biraz gülünç olacaktır. Bu kanlı savaşın içerisinde yaşam mücadelesi veren kadınlar, aynı zamanda var olan dikatörlük rejimlerine karşı haklarını savunmak zorunda kalınmıştır.
Tüm politik, siyasal, ve ekonomik sorunların arasında Ortadoğu’da unutulan ciddi bir kadın meselesi varlığını sürdürmektedir. Erkeklerin yazdığı, oynadığı ve yönettiği bir sahnede onlar her daim izleyici olarak ya da perde arkasında kendilerine yer bulan figüranlardan farksız değildir. Ortadoğu’da kadının adının olmadığını, isimsizleştiğini bizlere gösteren üç ülkeye değineceğiz. Bu ülkelerde olduğu gibi diğer Ortadoğu ülkelerinde de kadınların durumu neredeyse bu şekildedir. İran, Mısır ve Libya gibi birkaç devlet sınırları içerisinde yaşayan kadın haklarını anlatmaya çalışacağız. Bu saymış olduğumuz üç devlet içerisinde kadının sosyal haklarına ve toplumsal konumuna baktığımız zaman en vahim durumun İran'da olduğunu görüyoruz. İran Devrimi’nin İslami bir çizgiyle sonuçlanması ve kurulan bu rejim sonrasında insan hakları ve kadın hakları göz ardı edilmiştir. İran’ın şeriat yasaları çerçevesinde yönetilmesi nedeniyle kadına birçok kısıtlamalar getirilmekte ve kadının kimliği, cinselliği, katı kurallarla bastırılmaktadır. Yasalar çerçevesinde kadına getirilen zorunlu başörtüsü ve kılık kıyafet uygulamaları kadınların kendi kıyafetlerini seçme özgürlüklerini de ellerinden almaktadır.
Ortadoğu'da Sanat ve Spor
Ülkemiz sanat ortamının Ortadoğu ülkelerinden pek sık misafir ağırladığı söylenemez. Hal böyleyken yurt sathına İranlı, hem de Ortadoğu sanatı ve kültürü üzerine kafa yormuş bir sanat eleştirmeni, küratör geldiğini duyduğumuzda bize düşen kayıt cihazımızı kaptığımız gibi misafirimizin yanına gitmek oluyor. Bahsi geçen misafirimiz Platform Garanti Güncel Sanat Merkezin'de 'Ürkekliğin Zevki' başlıklı bir söyleşi vermek için İstanbul'a gelen Tirdad Zolgahdr. Yakın zamanda ortak küratörlüğünü yaptığı Ehnic Marketing, Centre D'Art Contemporain, Cenevre ve 7. Uluslararası Sharjah Bienali bulunan Zolgahdr dünyaca prejtijli sanat dergisi Frieze ile İsviçre ve Almanya mahreçli çeşitli dergilere yazıyor; Ortadoğu sanatı ve kültürüne odaklanan Bidoun dergisinin editörlüğünü yapıyor. Tirdad Zolgahdr'la söyleşimizde Ortadoğu semaları üzerinde dolandık durduk.
Dünya sanat ortamları üzerinde Batı ülkelerinin ciddi bir hegemonyasının bulunduğu aşikâr. Çevre ülkelerdeki sanat ortamları kendi aralarında kuracakları ağlarla bu durumun üzerlerindeki olumsuz etkisini azaltabilir mi?
Kesinlikle, bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Kahire, Tahran, Beyrut, İstanbul gibi mekânların kendi aralarında ilişkileri yok. Kahire, Paris ve Londra ile ilişkide; İstanbul, Londra ve New York'la ilişkide. Ama bu şehirlerin kendi aralarında ağlar olsa, ABD ve AB ülkelerine yönelik değil de kendileri için bir şey yapsalar o zaman bu, hem Batı ülkelerinin daha fazla ilgisini çeker hem de onların hâkimiyetini kırar. Yani sadece Doğulu sanatçılar 'Güzel, ilginç bir iş yapmış ona yardım edelim' bakışı ortadan kalkar, Doğulu ülkeler onlara rakip olabilecek sanat ortamları yaratır.
Ortadoğu özelinde sanat eleştirmenleri, küratörler, sanatçılar vs.. tarafından bu yönde yürütülen çabalar var mı?
Fazla değil. Herkes daha çok kendisiyle ilgili, herkes çok meşgul ve kimsenin bunu oluşturmak için enerjisi yok. Ama son dönemde İstanbul'da, Beyrut'ta, Tahran'da çok güzel projeler hayata geçiriliyor ve önümüzdeki 10 yılda en azından bu ağları kurmak için bir platform kurulacaktır diye düşünüyorum.Ortadoğu Kökenli Aydınlar
Bu derste, bu coğrafyadan çıkmış Ziya Gökalp, Cevdet Paşa, Corci Zeydan, Cemil Sıdkî ez-Zehâvî, Cemil Meriç, Taha Hüseyin ve daha nice aydın, yazar, araştırmacı, akademisyenler hakkında bilgi verilmektedir.
Bugün Ortadoğulu pek çok aydın ve politikacı, 20. yüzyıldan çok farklı bir 21. yüzyıl yakalama ülküsüne kaptırmışlardır kendilerini. Çünkü tarih gözlüğü ile bakıldığından 20. yüzyıl Orta Doğu için tümden bir yenilgiyi simgeler. Birinci Dünya Savaşından sonra peşpeşe kazanılan bağımsızlıklara, kurulan yeni devletlere, ve zengin petrol kaynaklarının ulusal denetime geçmiş olmasına karşın, 20. yüzyıl, Orta Doğu halkları için yoksulluğun, adaletsizliğin, iç baskının ve dış müdahalenin egemen olduğu bir yaşam süresi olmuştur. Bölge, hele son elli senede, dünyanın istikrarsızlık merkezine dönüşmüştür. Bugün Orta Doğulu düşünürler, tüm bu olumsuzluklardan arınmış bir 21. yüzyılın biçimlenmesini öngören çeşitli modelleri, çeşitli Büyük Projeleri tartışmaktadırlar aralarında.
Ortadoğu'da 21. yüzyıl için düşünülen ulusal ve bölgesel modellerin sahipleri dört kategoride toplanmaktadır; Pan-Arabistler; Pan-İslamistler; Orta-Doğu'cular ve; Akdenizci'ler. Her birine kısaca bakalım. İsmi üstünde, Pan-Arabistler tüm Arap ülkelerini bir birlik içinde toparlayacak bir düzen düşlüyorlar. Pan-İslamıstler ise birleştirici öge olarak İslamı görüyorlar. Orta-Doğucular, zamanın Israil Dışişleri Bakanı Shimon Perez'in 1995 yılında yayınladığı anılarında sözünü ettiği "düşmansız, sınırsız, füzesiz, atom bombasız, gümrüksüz...çok-kültürlü, çok dinli...ekonomik eşitliğin, kültürel pluralizmin, yaratıcılığın ve kalkınmanın varolduğu.." bir Orta-Doğu yaratmanın peşindeler. Akdenizciler ise, tarihi Akdeniz uygarlıklarının ortak mirasını yeniden ruhlarda ve akıllarda canlandırarak, Akdenizin doğusu ve batısı, kuzeyi ve güneyi ile yakın ve sistemli siyasi, ekonomik ve külrütel işbirliği gelişrtirme tasarısının peşindeler. Bölgeayi Akdeniz kimliği ile yeniden yapılandırma ve böylece barışın ve zenginliğin yolunu açma düşündeler.Ortadoğu'da Köklü Eğitim Kurumları
Bu derste, bu coğrafyada asırlardan beri var olan ve bilime hizmet eden Kayrevan Medresesi, Beytu'l-Hikme, Mustansıriyye Medresesi, el-Ezher Üniversitesi, Dâru'l-Funûn ve diğer köklü eğitim kurumları hakkında bilgiler verilecektir.
Ortadoğu’nun en önemli ve en kalabalık Arap ülkesi olan Mısır’daki dinamikler ve sosyal hareketler, Arap dünyasında büyük etkiler yapma ve sonuçlar yaratma potansiyeline sahiptir. Bu konumundan ötürü Mısır, bölgede, Osmanlı’nın son döneminde ve sonrası oluşan toplumsal süreçlerde belirleyici olmuştur. Gerek İngiliz gerekse Fransız işgalleri ve Mehmet Ali Paşa’nın başlattığı toplumsal reformlar, Mısır’daki eğitim tarihinin şekillenmesinde etkili olmuştur. Ayrıca Mısır, İslami ve geleneksel eğitimin en önemli kurumlarına da ev sahipliği yapmaktadır. Bu kurumlar İslam dünyasında modernle gelenekseli bir arada harmanlama konusunda başarı veya başarısızlıkta önemli görülmektedir. Bölgedeki Arap toplumları içinde bir nevi değişim ve dönüşümünün öncülüğünü yaptığı için Mısır, bulunduğu coğrafyada modernleşme tecrübesini yaşayan ilk toplumdur.
Osmanlı döneminde Mısır’da eğitim, İstanbul ve Balkanlar’a benzer bir sisteme dayanan ancak yerel kültür ve âdetlere uyarlanan bir yapıya sahipti. Bu durum, 1898 yılında Napolyon Bonapart’ın Mısır’ı işgaline kadar devam etmiştir. Bu dönemde; ulema, medrese ve dinî dersler eğitim sisteminin temel taşlarıydı ve el-Ezher Üniversitesi Mısır’ın sınırlı sayıdaki entelektüel ve elitinin yetiştiği bir kurumdu