Konu özeti

  • Genel

    Bu ders, XIX. Yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar geçen süre içinde Arap devletlerinin kuruluşu, gelişmesi, yönetim biçimleri, ülke profilleri, önde gelen şahsiyetlerini konu almaktadır.

  • MISIR

    Batıdan Libya, güneyden Sudan, kuzeydoğudan İsrail, kuzeyden Akdeniz ve doğudan Kızıldeniz’le çevrili olan Mısır’ın resmî adı Mısır Arap Cumhuriyeti (Cumhûriyyetü Mısr el-Arabiyye), yüzölçümü 1.001.450 km2, nüfusu 100.000.000 (2020 tah.), başşehri Kahire (10.769.000), nüfusu 500.000’i aşan diğer önemli şehirleri İskenderiye (3.977.000) ve Port Said’dir (Bûr Saîd, 560.000).

    Ülke toprakları eski Gondvana kıtasının, temelinde genellikle üzerleri daha genç yaşta tortul tabakalarla (kum taşı, kireç taşı) örtülü gnays, granit, şist gibi kristalin kayaçlar bulunan bir parçasıdır. Sert kayaçlar Nil vadisinde yeryüzüne çıktıkları yerlerde çağlayan basamaklarını oluşturmuşlardır. Mısır fizikî coğrafya açısından dört bölgeye ayrılır: Nil vadisi ve deltası, Doğu çölü (Arap çölü), Batı çölü (Libya çölü), Sînâ yarımadası. Doğu Afrika’nın Göller bölgesinden doğan Nil nehri Sudan’dan sonra Mısır topraklarına girer. Nil vadisi Asvan çevresinde derin ve dardır. Tropikal bölgede çok genişleyen nehir ülkeye girince daralır ve herhangi bir kol almadan 1100 km. uzunluğundaki vadiyi hafif bir eğimle aşarak Dimyat ve Reşîd ağızlarından Akdeniz’e dökülür; eski metinlerde adları verilen diğer ağızlar kapanmıştır. İki kolla deltayı aşan nehrin sahilde kıyı kordonlarıyla denizden ayrılan bazı lagünleri (Maryût, İdku, Burullus ve Menzele gölleri) bulunmaktadır. Nil’in doğusunda kalan Doğu çölü, Kızıldeniz’e doğru Kızıldeniz tepeleri denilen ve bazı dorukları 2000 metreyi geçen bir dağ sırasıyla sınırlanır. Batı çölü Libya sınırına kadar uzanır; Doğu çölünden daha geniş ve alçaktır. Çok geniş ve derin çukurlara dolan sular çevrelerini tarıma ve yerleşmeye uygun vahalar (Sîva, Bahriyye, Feyyûm, Ferâfre, Dâhle ve Hârce) haline getirmiştir. Batı çölündeki Kattâre çukurluğu deniz seviyesinden 136 m. aşağıdadır ve kurak oluşundan dolayı yerleşime uygun değildir. Jeolojik yapısı bakımından Doğu çölüne bağlı olan Sînâ yarımadası Süveyş ve Akabe körfezleri arasında yer alır ve Akdeniz sahilinde alçak bir kıyı ovasıyla sınırlanır. Güneydeki Katherina dağı (2642 m.) ülkenin en yüksek noktasıdır.

    Kilometrekare başına yetmiş bir kişinin düştüğü ve nüfusun Nil’in kenarlarıyla deltasında toplandığı Mısır’da halkın % 35’i on beş büyük şehirde yaşamakta ve şehirlerde nüfus hızla artmaktadır. Nil vadisindeki yerleşmeler Kahire’nin güneyinden itibaren Asvan’a kadar uzanır. Ülkenin bundan sonraki bölümü olan Mısır Nûbe’sinin toprakları ve köyleri Asvan Barajı’nın suları altında kalmış, bölge ahalisi Kom Ombo yakınlarında Yeni Nûbe’ye nakledilmiştir. Nüfusun diğer kısmı göçebelerle çöllerdeki vahalarda yaşayan yerleşik insanlardan oluşmaktadır. En kalabalık vaha Batı çölündeki Libya sınırında bulunan Sîva vahasıdır. Doğu çölünde yerleşik nüfus kıyı boyunca birkaç kasabada yaşar; gerisi sayıları kesin olarak bilinmeyen göçebeler halindedir.

    Tarım alanları ülke yüzölçümünün sadece % 4’ünü kaplar. Kullanılabilir arazinin kısıtlı olması sebebiyle devlet çölden yeni topraklar kazanılması ve kanal, gölet, baraj inşası için büyük yatırımlar yapmaktadır. Asvan Barajı tarım alanlarına sulama imkânı sağlamış ve ekili alanların oranını arttırmıştır. Sulama yoluyla yılda iki defa ürün alınır. Taşkınlardan sonra yapılan kış ekimlerinde (kasım-mayıs) buğday, arpa, sebze, özellikle soğan ve daha önemli olan yaz ekimlerinde şeker kamışı, pirinç ve pamuk gibi büyük gelir sağlayan ürünler tercih edilmektedir. Liflerinin uzunluğu ile tanınan Mısır pamuğu dünyanın en kaliteli pamuğudur. Nil deltasında narenciye bahçeleri artmıştır.

    Mısır’ın başlıca yer altı kaynakları demir cevheri, fosfat, kireç taşı, talk, jips ve asbesttir. Ayrıca ülkede enerji sektörüne yönelik kömür, doğal gaz ve petrol rezervleri bulunmaktadır. Petrol Sînâ yarımadası, Süveyş körfezi ve Batı çölünden, doğal gaz ise delta alanından elde edilir. Pamuk ipliği ve pamuklu giyim sanayiinde dünyanın ilk on ülkesi arasında yer alan Mısır’da diğer önemli sanayi alanları maden (özellikle hidrokarbon), altı adet petrol rafinerisinde sürdürülen petrokimya ve otomotivdir. İnşaat sektörü yeni açılan çimento fabrikaları ile gelişme göstermektedir. Nil vadisinde baraj yapımı küçük boyutlu ilk örnekleriyle XIX. yüzyılda deltada, XX. yüzyılın başında da Yukarı Mısır’da başlamıştır. Nil’in taşkın sularını biriktirmek için güneyde gerçekleştirilen ilk büyük baraj 1902 yılında İngilizler’in granitten yaptığı Asvan Barajı’dır. 1960-1970 yılları arasında Cemal Abdünnâsır’ın girişimiyle Ruslar, bu barajın 6 km. güneyine dünyanın en büyük suni göllerinden birine sahip olan bugünkü barajı (es-Seddü’l-âlî) inşa etmiştir.

    Mısır’da karayolu ve demiryolu ulaşımının başlıca kavşak noktası Kahire’dir. Burası bütün büyük şehirlere, Süveyş’e, Asvan’a ve Feyyûm vahasına karayoluyla, İskenderiye, Süveyş ve Asvan’a demiryoluyla bağlıdır. İskenderiye’den Libya’ya bir karayolu, bir de demiryolu hattı devam eder. Ayrıca tarım alanlarında şeker kamışının açık vagonlarla taşındığı dar demiryolu hatları vardır. Kızıldeniz ve Akdeniz arasında deniz ulaşımını sağlayan Süveyş Kanalı 1869 yılında açılmıştır. Başlıca havaalanları Kahire, İskenderiye, Lüksor ve Şarmeşşeyh’te bulunmaktadır. Mısır ekonomisinde turizmin ağırlığı gün geçtikçe artmaktadır. Dış ticarette ihracat ithalâta oranla düşüktür. Tekstil ürünleri, çeşitli aletler (imalât sanayii), ham pamuk ve petrol ürünleri ihraç edilir; gıda maddeleri, makineler, elektrikli aletler, taşıtlar, kimyasal maddeler, kâğıt, kereste, yağ ve mineraller ithal edilir.

    Osmanlı Mısırı’nda kültürel hayat Memlük devrinin uzantısı olarak gelişme göstermiş, ancak Mısır’da İstanbul merkezli bir ortam da oluşmuştur. Mısır’ın çoğunlukla Arapça bilmeyen Osmanlı beylerbeyileri âlim, mütefekkir ve edipleri Arapça telife özendirmemiştir. Yöneticiler Türkçe yazılan eserlerle ilgilendiklerinden müellifler de Türkçe ve Farsça’yı öğrenmeye ve bu dillerle eser vermeye çalışmıştır. Türkçe ve Farsça pek çok kelime ve deyim Arapça’nın Mısır lehçesine girmiştir. Bu devirde birçok edip, tarihçi, düşünür ve âlim görülüyorsa da eserleri genellikle sathî kalmış ve mahallîlikle nitelendirilmiştir. Devrin belli başlı mütefekkir ve edebiyatçıları Buġyetü’l-erîb ve ġunyetü’l-edîb, Gülistân tercümesi Ezherü’l-Bustân adlı manzumesi bulunan Yûsuf Zekeriyyâ el-Mağribî, es-Sîretü’l-Ḥalebiyye adıyla da anılan İnsânü’l-ʿuyûn fî sîreti’l-emîni’l-Meʾmûn adlı üç ciltlik eserin müellifi Nûreddin el-Halebî’dir. Ayrıca Mısır kadılığında bulunan, Dîvânü’l-edeb fî ẕikri şuʿarâʾi’l-ʿArab ve Şifâʾü’l-ġalîl adlı eserlerin müellifi Şehâbeddin el-Hafâcî, tarihçilerden er-Ravżatü’z-zehiyye fî vülâti Mıṣr ve’l-Ḳāhire el-Muʿizziyye ve el-Kevâkibü’s-sâʾire fî aḫbâri Mıṣr ve’l-Ḳāhire isimli çalışmaları olan İbn Ebü’s-Sürûr el-Bekrî, ʿAcâʾibü’l-âs̱âr fi’t-terâcim ve’l-aḫbâr, Maẓharü’t-taḳdîs bi-ẕehâbi Devleti’l-Fransîs adlı eserlerin sahibi Abdurrahman el-Cebertî de sayılabilir.

    Kahire’de Ezher Camii faaliyetlerini bu dönemde etkili biçimde sürdürmüştür. Burada hadis, tefsir, fıkıh gibi dinî dersler okutulduğu gibi bazı âlimler şer‘î olmayan ilimler sahasında da ders vermiş ve eserler telif etmiştir. Nitekim Ezher şeyhi Demenhûrî el-Ḳavlü’ṣ-ṣarîḥ fî ʿilmi’t-teşrîḥ, el-Ḳavlü’l-aḳrab fî ʿilâci lesʿi’l-aḳrab ve İḥyâʾü’l-fevâʾid bi-maʿrifeti ḫavâṣṣi’l-aʿdâd gibi eserler kaleme almıştır. XVIII. yüzyıl boyunca Ezher Camii bir nevi halk meclisi gibi olup âlimleri halkın meselelerini halletmeye çalışmıştır. Bunlar Osmanlı merkez idaresiyle Mısır zorbaları arasında ara buluculuk yapmış, 1147’de (1734-35) Mısır Memlük emîrleri Ömer et-Tahlavî’yi ulak olarak İstanbul’a gönderdikleri gibi 1183’te (1769-70) Bulutkapan Ali Bey de bazı hususları aktarmak üzere Abdurrahman b. Ömer el-Arîşî’yi yollamıştı.

    Osmanlı devrinde özellikle Mısır’ın büyük şehirlerinde imar faaliyetleri görülmüştür. Mimari eserler genellikle vali ve beyler gibi devlet ricâli tarafından yaptırılmış, cami, mescid, medrese, küttâb ve sebiller için birçok gelir kaynağı vakfedilmiştir. Bu dönemde Osmanlı tipinde Mısır’da inşa edilen en meşhur camiler Kal‘atülcebel’de Süleyman Paşa (935/1528), Bulak’ta Sinan Paşa (979/1571), Kahire’de Safiye Sultan (1019/1610) ve Ezher Camii’nin karşısında Ebü’z-Zeheb (1188/1775) camileridir. Her caminin yanında veya üstünde bir medrese yahut küttâb bulunmakla beraber Hüsrev Paşa Sebili (943/1536), Beşir Ağa Sebilküttâbı (1131/1719) ve Abdurrahman Kethüdâ Sebilküttâbı (1157/1744) gibi hayır kurumları da görülmektedir. Kapalıçarşı şeklinde düzenlenmiş olan hanlardan Bulak’ta Süleyman Paşa (948/1541), Hasan Paşa el-Vezîr (991/1583) ve Abbas Ağa (1059/1649) hanları ile (vikâle) Bâbülvezîr Hamamı (1103/1691-92), Karameydan Hamamı (1112/1700-1701) ve Kahye Hamamı da (1149/1736-37) Kahire’nin önemli eserlerindendir. 

    Fransız İşgali ve Sonrası. Fransızlar’ın Temmuz 1798’deki işgali Mısır’da yeni bir dönem açmış ve İngilizler karşısında doğudaki çıkarlarını koruma gerekçesiyle Napolyon Bonapart tarafından girişilen askerî harekât üç yıl sürecek olan işgal dönemini başlatmıştır. Bu süre içinde bilim adamları ülkenin zenginliklerini tesbit ettiler ve bunlardan istifade edebilmenin yollarını aradılar. Çalışmalar neticesinde Description de l’Egypte başlıklı yirmi üç ciltlik bir eser hazırlandı (Paris 1809-1828). Akkâ’da Cezzâr Ahmed Paşa’ya yenilen Bonapart (Mayıs 1799) Ağustos 1799’da Mısır’dan ayrıldı. Fransız kuvvetleri de Osmanlı-İngiliz ittifakıyla gerçekleştirilen saldırılara dayanamayarak Ağustos 1801’de Mısır’ı terketmek zorunda kaldılar.

    Fransızlar’ın tahliyesinden sonra Mısır’da uzun süre sükûnet ve düzen sağlanamadı; Osmanlı yönetimiyle Memlük beyleri arasında mücadele devam etti. Fransızlar karşısındaki başarılarından ötürü Mısır Valisi Koca Hüsrev Paşa tarafından binbaşılığa yükseltilen Kavalalı Mehmed Ali kargaşa ortamında bütün tarafları birbirine karşı kullanıp Mısır valileri Hüsrev, Tâhir, Ali ve Hurşid paşaları bertaraf etti; ardından ulemâ, eşraf ve halkın desteğini almış olarak Mısır valiliğine getirildi (1805). Memlük beylerinin muhalefete başlaması üzerine düzenlediği bir komplo ile bunların büyük bir kısmını katlettirdi (1811), böylece hâkimiyeti tamamen eline geçirmiş oldu.

    Mehmed Ali Paşa iktidarını sağlama alınca Mısır’da uzun vadeli askerî, idarî ve iktisadî reformlar başlattı. Ayrıca divan ve meclisler oluşturularak yönetim merkezîleştirildi. Mısır gelirlerinin hızla artması Mehmed Ali Paşa’yı yayılmacı bir siyasete yöneltip aşırı emeller beslemesine yol açtı ve Osmanlı merkezî idaresine karşı silâhlı mücadeleye girişti. 1832 ve 1839’daki savaşlar neticesinde özellikle İngiltere’nin karşı çıkmasıyla emellerine erişemedi. Nihayet uzun bir mücadeleden sonra 24 Mayıs 1841 tarihli fermanla Mısır ve Sudan’ın idaresinin irsen, Filistin’in ise kaydıhayât şartıyla vali olarak kendisine bırakılmasıyla yetinmek zorunda kaldı. Mısır meselesinin bu şekilde halledilmesinin ardından Mehmed Ali Paşa Osmanlı Devleti’ne bağlı bir siyaset takip etti.

    1847 yılının sonlarına doğru Mehmed Ali Paşa’nın bunama alâmetleri göstermesi üzerine oğlu İbrâhim önce vekâleten, ardından asaleten Eylül 1848’de vali tayin edildi. Ancak İbrâhim 1848 Kasımında babasından önce vefat edince yerine Ahmed Tosun Paşa’nın oğlu I. Abbas Hilmi Paşa getirildi. Abbas Hilmi, dedesi döneminde takip edilen Batılılaşma politikasından vazgeçerek birçok Avrupalı uzmanın işine son verirken yerli unsurlara geniş imkânlar tanıma yoluna gitti. Osmanlı Devleti ile, Tanzimat’ın Mısır’da da uygulanması konusunda fikir ayrılığına düşerken bu hususta İngiltere’nin desteğini aldı. Bunun karşılığında İngiltere’ye Kızıldeniz’e ve dolayısıyla Hindistan’a ulaşımı kolaylaştıracak olan Kahire-Süveyş demiryolunun yapımı konusunda imtiyaz tanımak zorunda kaldı (Haziran 1851). Abbas Hilmi’nin 15 Temmuz 1854’te âniden ölümü üzerine yerine amcası Said Paşa geçti. 1856’da Fransız Ferdinand de Lesseps’e Bâbıâli’nin onay vermemesine rağmen Süveyş Kanalı’nın yapımına dair imtiyazlar tanındı ve zorla çalıştırılan binlerce kişinin canına mal olan kanalın kazılmasına 1856 yılında başlandı. Said Paşa’nın Avrupa bankalarından büyük miktarda faizle para alması malî durumu ağırlaştırdı. Onun döneminde Fransızlar Mısır’da çeşitli misyoner okulları açtılar ve arkeolojik kazılara devam ettiler. Said Paşa’nın 1863’te vefatından sonra yerine İbrâhim Paşa’nın oğullarından İsmâil Paşa vali oldu.

    İsmâil Paşa idaresi boyunca, bir taraftan dedesi Mehmed Ali Paşa zamanından beri esasen imtiyazlı bir eyalet olan Mısır’ın özerklik alanını genişletmek için uğraşırken diğer taraftan yayılmacı bir politika takip etti. İsmâil Paşa yetkilerinin arttırılması için Bâbıâli ile ilişkilerine çok önem veriyor, maddî hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyordu. Mısır’ın yıllık ödediği vergileri arttırarak, yüksek mevkideki Osmanlı erkânına pahalı hediyeler ve paralar dağıtarak haklarını genişleten birçok fermanın çıkarılmasını sağladı. 1866’da Mısır veraset usulü kendi oğulları lehine olmak üzere değiştirildi ve “hidiv” (Farsça ḫıdîv “kavmin büyüğü, emîr”) unvanı verildi. 1872’de Avrupa devletleriyle borç antlaşması yapma yetkisini elde etti. Hidiv İsmâil Paşa, bu genişletilmiş yetkilerle Batılı devletler nezdinde bağımsız bir devlet başkanı muamelesi görmeye başladı. İdarî, hukukî ve kültürel alanlarda birçok yenilik yapılırken Kahire ve İskenderiye gibi büyük şehirlerde Batı tarzında düzenlemelere gidildi. Sudan’a ve Afrika içlerine doğru fetih girişimlerinde bulunuldu.

    Zamanla daha fazla oranlarda Batılı devletlere borçlanmak zorunda kalan İsmâil Paşa malî krizden kurtulabilmek için çeşitli çarelere başvurdu. Bir taraftan halktan alınan vergileri arttırdı, diğer taraftan 1869 yılında açılan Süveyş Kanalı’nın kendisine ait hisse senetlerini İngiltere’ye sattı. Ancak bütün bunlar Mısır maliyesinin iflâsını engelleyemedi ve Mayıs 1876’da alacaklı Avrupa devletlerinin temsilcilerinin yer aldığı bir Düyûn-ı Umûmiyye Sandığı kuruldu. İngilizler’in alınan tedbirlerden tatmin olmaması üzerine Kasım 1876’da “dual control” oluşturularak iki Avrupalı genel müfettiş gelir ve giderleri takip etmeye başladı, daha sonra kurulan hükümete Avrupalı bakanlar da tayin edildi. Malî tedbirler arasında ordudaki subay sayısının azaltılması ve maaşlarının yarıya düşürülmesi de yer alınca ordu içinde huzursuzluk meydana geldi. Çeşitli çevreler Mısır’ın iç işlerine yapılan yabancı müdahalesine karşı tavır almaya başladı. Şubat 1879’da askerler tarafından Kahire’de büyük çapta gösterilerin düzenlenmesi üzerine Hidiv İsmâil, hükümeti görevden alarak sadece Mısırlılar’dan oluşan yeni bir hükümet kurdu (Nisan 1879). Ancak İngiltere ve Fransa’nın baskısıyla II. Abdülhamid Haziran 1879’da İsmâil Paşa’yı azledip yerine oğlu Tevfik Paşa’yı tayin etti.

    İngiliz İşgali Dönemi. Avrupalı güçlerin Mısır’ın iç işlerine müdahalesine karşı olan Mısırlılar el-Hizbü’l-vatanî adı altında Urâbî Paşa etrafında toplanarak ayaklandılar (Haziran 1882). Bu durumu fırsat bilen İngiltere İskenderiye’yi topa tuttu (Temmuz 1882). 13 Eylül 1882’de Urâbî Paşa taraftarları ile İngiliz ordusu arasında Kahire yakınlarındaki Tellülkebîr’de çarpışmalar meydana geldi ve İngiltere Mısır’ı fiilen işgal etti. Bâbıâli’nin ve 1881’de Tunus’u işgal eden Fransa başta olmak üzere diğer bazı Avrupalı devletlerin bu işgale şiddetle karşı çıkması üzerine İngiltere asayiş sağlanınca Mısır’ı boşaltacağını ve Osmanlı Devleti’nin hükümranlık haklarının bâki olduğunu belirtmişse de askerini XX. yüzyılın ortalarına kadar Mısır’dan çekmedi. İstanbul’daki İngiliz büyükelçisi Lord Dufferin’e Mısır’ın nasıl yönetileceği konusunda bir rapor hazırlatıldı. Onun 20 Mart 1883 tarihli raporu uyarınca Sir Evelyn Baring (Lord Cromer) Eylül 1883’te genel konsolos ve İngiliz komiseri olarak Mısır’a geldi. Tek başına Mısır’a hâkim olma amacını güden İngiltere’nin Ocak 1883’te “dual control” uygulamasını sona erdirmesi diğer alacaklı devletlerin protestosuyla karşılanmakla birlikte Mart 1885’te Londra Antlaşması ile mesele halledildi. Mısır’ın iki yıl içerisinde borçlarını ödeyememesi durumunda milletlerarası bir komisyon göreve başlayacaktı. Kasım 1885’te İngiltere ile Bâbıâli arasında yapılan bir antlaşmayla Osmanlılar’ın Mısır’da bir fevkalâde komiser bulundurması kararlaştırıldı ve bu çerçevede Gazi Ahmed Muhtar Paşa Kahire’ye gönderildi.

    İngiliz İşgal kuvvetleriyle uyumlu bir tavır ortaya koyan Hidiv Tevfik Paşa’nın 7 Ocak 1892’de vefatı üzerine oğlu II. Abbas Hilmi hidiv oldu. Ayrıca Mısır fevkalâde komiserliği yapan Gazi Ahmed Muhtar Paşa genç hidive müsteşâr-ı hâs olarak tayin edildi. II. Abbas Hilmi döneminde İngiliz karşıtı vatanperver hareket (el-Hareketü’l-vataniyye) Mustafa Kâmil’in önderliğinde tekrar canlanarak geniş halk kitlelerinin desteğini aldı. Hidiv de önceleri bu harekete destek vermekle beraber sonradan bundan vazgeçti.

    Mısır’daki işgali tamamlayan İngiltere gözünü Sudan’a dikmişti. Mehdî ayaklanması bunun için bir fırsat teşkil etti ve çarpışmalardan sonra İngiliz Herbert Kitchener (Lord Kitchener) kumandasındaki ordu Sudan’da kontrolü ele geçirdi. İngilizler ve Mısırlılar 19 Ocak 1899’da Sudan’da yönetimin çerçevesini oluşturan bir antlaşma imzaladılar. Buna göre Mısır ve İngiliz bayrakları yan yana dalgalanacak, sivil ve askerî idare hidiv tarafından İngilizler’in tavsiyesiyle tayin edilen bir genel valiye verilecekti. Böylece Sudan’ın kontrolü de fiilen İngilizler’in eline geçmiş oldu. Bâbıâli hâkimiyet hakları ihlâl edildiği için bu antlaşmaya şiddetle karşı çıktı. Ayrıca hidivin böyle bir antlaşma yapma yetkisi olmadığından Mısır-İngiliz Antlaşması milletlerarası hukuka da aykırıydı. Sudan meselesi Sudan’ın 1956’da bağımsızlığını ilânına kadar devam etti.

    Bu dönemde Mısır’da İngiliz kontrolünde meclis çalışmaları düzenlenerek bir dizi hukukî ve idarî değişiklik yapılmakla birlikte I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla harp hukuku yürürlüğe girdi. Savaş Ağustos 1914’te başladığında II. Abbas Hilmi İstanbul’da, Lord Kitchener de İngiltere’de bulunuyordu. İngiltere Harp bakanı olarak tayin edilen Kitchener Mısır’a geri dönmedi. Mısır hükümeti savaşın başında (5 Ağustos 1914) önce İngiltere ve Almanya karşısında tarafsızlığını bildirmekle beraber İngiltere’nin baskısı üzerine Almanya’ya ve Avusturya-Macaristan’a karşı savaş ilân etti. Ardından İngiltere Mısır’ın bütün resmî finans kaynaklarına el koydu. Ekim 1914’te İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı Devleti ile savaşa girmesi üzerine İngiltere, 18 Aralık 1914’te tek taraflı olarak Osmanlı hükümranlık haklarını kaldırıp Mısır’ı himayesine aldı. Hidiv II. Abbas Hilmi’yi de düşmanla iş birliği yaptığı gerekçesiyle 19 Aralık’ta görevden alarak yerine amcası Hüseyin Kâmil’i Mısır sultanı olarak ilân etti. Bunların yanında Fransızlar da Mısır’a asker çıkarınca Osmanlı Devleti, Mayıs 1915’te Süveyş Kanalı’nı savaş alanı içine aldığını ilgili devletlere bildirdi ve Dördüncü Ordu komutanı Cemal Paşa kumandasındaki kuvvetler başarısızlıkla sonuçlanan iki kanal geçme operasyonu düzenledi.

  • IRAK

    Resmî adı el-Cumhûriyyetu’l-Irâkıyye olup başşehri Bağdat’tır. Kuzeyde Türkiye ile 331 kilometrelik bir sınırı bulunan Irak’ın toprakları doğuda İran, güneyde Suudi Arabistan ve Kuveyt, batıda Ürdün ve Suriye ile çevrilidir; Basra Körfezi’ndeki dar bir kıyı şeridiyle de dünya denizlerine açılır. Suudi Arabistan ve Küveyt’le aralarında oluşturdukları tarafsız bölgede bu üç ülkenin göçer vatandaşları serbestçe dolaşma hakkına sahip idi; ancak sonradan bu tarafsız bölge adı geçen üç ülke arasında bölünmüştür. 438.317 km2’lik yüzölçümüne sahip ülke topraklarının 900 km2’den fazlası sulak alanlarla kaplıdır; nüfusu 34.000.000'dur (2020). Ülke idarî açıdan on sekiz muhafazaya ayrılmıştır; bunlardan başşehir Bağdat özel bir statüye sahiptir. Muhafazaların en yüksek sivil yöneticisi İçişleri Bakanlığı’nın önerisiyle cumhurbaşkanı tarafından tayin edilen muhafızdır (vali). Muhafazalar kāim-makam (kaymakam) tarafından yönetilen kazalara, onlar da müdîr tarafından yönetilen nahiyelere ayrılmıştır. Ülkenin kuzeyinde bulunan Kürt ve Türkmen nüfusun yoğun olduğu Erbil, Dohuk ve Süleymâniye muhafazaları kısmî özerkliğe sahiptir.

    Ülke toprakları, yüzey şekilleri ve iklim bakımından birbirinden hayli farklı özellikler gösteren şu dört bölgeye ayrılır: Kuzey ve kuzeydoğudaki dağlık alan, dağların eteklerinde uzanan tepelik el-Cezîre bölgesi, batıda Fırat vadisinden Suudi Arabistan ve Ürdün sınırına kadar uzanan çöller, Fırat ve Dicle arasında kalan yerlerle bu iki nehrin birleşmesinden meydana gelen Şattülarap’ın oluşturduğu delta ve bataklıkları içeren alüvyonlarla kaplı alan.
    Irak’ta yerleşme ve nüfusun dağılışı üzerinde yüzey şekilleri, daha çok da Fırat ve Dicle nehirleriyle yer altı zenginlikleri önemli rol oynamaktadır. Nehirlerin arasındaki bereketli topraklar yerleşme ve nüfus bakımından yoğunluk kazanırken dağlık alanlar, çöller ve geniş bataklıklar ıssızdır. Irak’ın XX. yüzyılın başlarında 2 milyon civarında olan nüfusu 1947’de 4.186.000, 1957’de 6.298.000, 1965’te 8.220.000, 1977’de 12.171.500, 1987’de 16.335.198 ve 1995’te 20.400.000’e ulaştı. Ülkede % 70 dolaylarında bulunan kentleşme oranının en yüksek olduğu kesim, 5 milyonu aşan nüfusu ile Bağdat ve onun güneyinde yer alan Basra (700.000), Necef (250.000), Hille (225.000), Kerbelâ (200.000), Nâsıriye (150.000) çevreleridir. Zengin petrol yatakları sebebiyle kuzeydeki şehirler de giderek kalabalıklaşmaktadır; Musul (650.000), Kerkük (800.000), Erbil (400.000) ve Süleymâniye (325.000) bunlardandır. Halkın geri kalan kısmı nüfusu 10.000’den az olan kasaba ve köylerde veya göçebe halinde yaşar. Özellikle çöl alanları ile el-Cezîre platolarında göçebelik yaygındır. Dağlık kesimlerde, kışları vadi tabanları veya yamaçlarındaki köylerde geçiren insanlar yazın yüksek yaylalara çıkarlar. Yerleşim merkezlerinin belirli alanlarda toplanması sebebiyle ülkede nüfus yoğunluğunun (km2/45) dağılışı büyük farklılıklar gösterir. Bağdat, Musul, Kerkük, Basra gibi kalabalık şehirlerin çevresinde kilometrekareye 200 kişi düşerken Fırat-Dicle arasında tarımın yoğun olduğu alanlarla petrol yataklarının çevrelerinde bu sayı 100 civarındadır, el-Cezîre bölgesi ve özellikle çöl alanlarında ise beşin altına düşer, hatta çöllerin büyük bir kesimi tamamen ıssızdır. Ülke nüfusunun % 77’sinin ana dili Arapça’dır. Kürtçe konuşanların oranı % 10, Türkçe konuşanların oranı % 1,4’tür. Nüfusun % 0,8’i de Farsça konuşur. Irak halkının % 95,5’i müslümandır (% 61,5’i Şiî, % 34’ü Sünnî). Ülkedeki hıristiyanların oranı ise % 3,7 kadardır.
    Irak’ın kuzey ve kuzeydoğusunda Alp kıvrım kuşağı içerisinde bulunan ve Güneydoğu Toros dağları ile Zagros dağlarının uzantısı olan yüksek dağlar yer alır. Dicle’nin kollarından Habur ile Büyük ve Küçük Zap sularının derin vadilerle parçaladıkları bu dağların yükseltisi genellikle 2000 metrenin üzerindedir (en yüksek nokta Revândiz dağında 3658 m.). Dağların 1800-2000 metreye kadar olan yerlerinde meşe ormanlarına rastlanır ve aşırı kesimlerin seyrelttiği bu ormanlar ülke yüzölçümünün ancak % 3-4’ünü kaplar. Bu seviyenin üzerinde yüksek dağlara mahsus (alpin) çayırlıklar yer alır. Dağların eteklerinde, güneye ve batıya gidildikçe yükseklikleri basamaklar halinde azalan plato ve tepeliklere rastlanır. Güneyde Bağdat yakınlarına kadar uzanan el-Cezîre bölgesinin plato ve tepelikleri genellikle step karakterli çalılık ve otsu bitkilerle kaplıdır. Ülkenin batı ve güneybatısında, Arabistan yarımadasının büyük kesimlerini kaplayan çöllerin uzantısı olarak Ürdün-Suudi Arabistan sınırlarından Fırat vadisine kadar devam eden, sürekli bitki örtüsünden yoksun geniş çöller bulunmaktadır. Doğuda 900 m. dolaylarındaki yükselti batıya doğru giderek azalır. Bu durumu ile geniş bir düzlük görünümünde olan çöl alanının karakteri kuzeyden güneye farklılıklar gösterir. Kuzeyde Suriye çölünün (Bâdiyetüşşâm) devamını teşkil eden kesim genellikle taşlıktır ve geniş kuru dere (Vâdiihavran, Vâdiiubeyd gibi) yatakları tarafından derin biçimde yarılmıştır. Güneyde Hacere adıyla anılan havza ise hemen tamamen kumlarla kaplıdır. Çöller Irak topraklarının yaklaşık % 40’ını kaplar.

    Irak’a hayatiyetini veren Fırat-Dicle havzasıdır. Dicle nehri, Mezopotamya olarak bilinen bu havzaya kuzeydeki dağlık bölge ile güneyindeki el-Cezîre platolarında açtığı derin ve sarp yamaçlı vadilerden geçerek ulaşır; bu arada Büyük ve Küçük Zap nehirlerinin de katılmasıyla güçlenip Tikrît dolaylarında geniş bir tabana yayılır. Fırat nehri ise Suriye sınırında derin bir vadiyle Irak topraklarına girer ve kuzeybatıdan güneydoğuya doğru akarak el-Cezîre bölgesini geçtikten sonra yayvanlaşıp genişler. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kuzey-güney yönünde uzanan dar ve uzun bir kapalı havza vardır. Bu havzaya yerleşmiş olan Sersâr ırmağı sularını aynı adla anılan göle boşaltır. Fırat ve Dicle nehirleri Bağdat dolaylarında birbirlerine yaklaşıp sonra yeniden uzaklaşırlar. Aşağı kesimlerinde çeşitli kollara ayrılan ve kenarlarında geniş bataklıklarla sulak alanlar yer alan iki nehir Kurna yakınlarında Gurmet Ali denilen mevkide birleşerek Şattülarap adını alır ve tek kol halinde 160 km. katettikten sonra Basra körfezine ulaşır. Irak’ın bu kesiminde akarsuların getirdiği bol alüvyal malzeme körfezin kuzeyini doldurarak verimli bir deltanın oluşmasını sağlamıştır.

    Irak ekonomisinde petrol üretimi ve tarım ön plandadır. Petrol yatakları Basra körfeziyle kuzeyde Musul-Kerkük yörelerinde yoğunlaşmıştır. Osmanlı yönetiminden alınan izinlerle 1902 yılında İngilizler tarafından başlatılan sondaj faaliyetleri 1907’de olumlu sonuçlanmış ve 1927 yılında Kerkük yöresinde başlayan üretim her yıl artarak 1975 yılında 100 milyon tonu aşmıştır. Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilâtı’nın (OPEC) kurucu üyelerinden olan Irak, 1970’li yıllarda ihracat gelirlerinin % 90’ından fazlasını petrolden kazanıyordu. Ancak 14 milyar tonla dünya petrol rezervlerinin yaklaşık % 5’ine sahip olan ülkede bu yoldan elde edilen büyük gelir, önceleri tarım ve sanayide modernleşmeye harcanırken 1980’lerde on yıl süren Irak-İran ve ardından başlayan Körfez savaşları sırasında daha çok silâhlanmaya ayrılmış, savaş sonrasında ise 6 Ağustos 1990 tarihli ambargo kararı kapsamında hemen tamamen kaybedilmiştir. 20 Mayıs 1996 tarihinde gıda ve ilâç alımı için verilen yılda 4 milyar dolarlık petrol ihraç etme izni hafif bir rahatlama sağlamışsa da yeterli olmamıştır; dolayısıyla bugün (1999) ekonomik gelişme durmuş vaziyettedir.

    Petrol üretiminin beraberinde endüstriyel gelişme getirmesine ve toprakların ancak % 15 kadarının ekime elverişli olmasına rağmen ülke ekonomisinde tarım önemli bir yer işgal etmekte ve çalışan nüfusun yarısı bu işle uğraşmaktadır. Tarım ürünlerinin başında kuzeyde buğday (yılda ortalama 1.500.000 ton) ve arpa (1.000.000 tona yakın), güneyde hurma (350-400.000 ton) gelir. Üretimi dünya sıralamasının en başında yer alan hurma sadece meyve olarak değil endüstriyel ham madde olarak da kullanılır. Irak Sanayi Bakanlığı hurmadan şeker, alkol ve konsantre protein elde etmek için bir proje başlatmıştır. Bunların dışında özellikle Güney Irak’ta şeker kamışı ve bataklıkların çevresindeki sulak alanlarda çeltik tarımı da önemli yer tutar. Kuzey Irak’taki bakliyat ve narenciye ile akarsu boylarındaki sebze ve karpuz üretimi ise ülke ihtiyacının ancak bir kısmını karşılayabilmektedir. Toprak mülkiyetinin dağılışındaki dengesizliği gidermek, ağaların gücünü azaltmak ve ülke genelinde tarım gelirlerini artırarak âdil bir dağılım sağlamak için 1958 ve 1980 yıllarında yapılan reformlar kısmen olumlu sonuçlar vermiştir. Ülke topraklarının % 10’unu kaplayan meralarda koyun, dağlık alanlarda daha çok keçi ve delta düzlüklerinde sığır beslenir.

    XX. yüzyılın başlarına kadar özellikle deve ve atlarla yapılan taşımacılık gelişen ekonomi ve teknolojiye bağlı olarak yerini büyük ölçüde kara ve demiryollarına bırakmıştır. Doğal yapısı gereği tarihî çağlardan beri ulaşım bakımından önemli bir konuma sahip olan Irak’ta yollar genellikle Fırat ve Dicle nehirlerini izler. 2300 kilometreyi aşan demiryolu üç ana hat halinde ülkenin başlıca şehirlerini birbirine bağlar ve Basra-Bağdat-Musul hattı kuzeyde Suriye topraklarından geçerek Türkiye’ye ulaşır. Karayollarının uzunluğu ise 30.000 kilometreye yaklaşır; bunun yaklaşık üçte biri asfalt kaplıdır. Kuzeye uzanan karayolu Habur kapısında Türkiye karayollarına birleşir. Deniz aşırı taşımacılık Basra, Ümmükasr ve Fâv limanlarından yapılır. Gemiler Şattülarap’tan 100 km. kadar içerilere girerek Basra Limanı’na ulaşır. Ayrıca Fırat ve daha çok Dicle üzerinde Basra’dan Bağdat, hatta Musul’a kadar yük ve yolcu taşıyan küçük gemiler çalışır. Bununla birlikte nehir ulaşımı geçmişteki önemini büyük ölçüde yitirmiştir. Bağdat ve Basra’da birer milletlerarası hava limanı bulunmaktadır.

    Ambargo öncesi dönemlerde Irak’ın ihracat gelirleri ithalât giderlerinin üzerinde idi ve petrol yanında hurma, bir miktar da pamuk, yün, deri ve çimento ihraç edilip askerî malzeme, tarım makineleri, otomobil, motor, elektrikli eşya ve kimyasal maddelerle tahıl, şeker, çay gibi gıda maddeleri ithal ediliyordu. Dış ticarette Rusya, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya, Türkiye, Japonya, Fransa ve Arap ülkelerinin önemli yeri vardı.

    Ortaçağ İslâm coğrafyacılarının eserlerinde Irak’ın sınırları, nehirleri, yeryüzü şekilleri, iklimi, idarî taksimatı, iktisadî ve içtimaî yapısı hakkında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Bu arada Irak isminin menşei ve kapsadığı coğrafî alan hakkında da değişik dönemlere göre farklı bilgiler verilmiş ve genellikle Irak kelimesinin Arapça mı, Farsça mı olduğu hususu üzerinde durulmuştur. Arap coğrafyacılarının bir kısmı, bölgenin Fırat ile Dicle arasında yer alan alçak, ziraata elverişli ve ormanı bol bir araziye sahip olması sebebiyle Arapça “kıyı” veya “aşağı memleket” anlamına gelen bu ismi taşıdığını söylerken diğer bir kısmı, ismin aynı anlamdaki Farsça îrâh/îrâf/îrâk kelimesinden Arapçalaştırıldığını ileri sürmüştür (Yâkūt, IV, 106; Strange, s. 41). Modern coğrafyacılardan Besim Darkot ise ikinci iddiayı muhtemel görürken Aşağı Irak’ın en eski yerleşim merkezlerinden birinin Erek (Sumerce Erekh/Uruk) adını taşıdığına da dikkat çekmektedir (İA, V/2, s. 667). Sâsânîler döneminde Irak’ı da içine alacak şekilde İran’ın tamamına Îrânşehr adı veriliyor, dil-i Îrânşehr (İran’ın kalbi) tabiriyle de Irak’a işaret ediliyordu. Bölgenin Farsça ilk adının Sûristan olduğu, sonraları İranlılar’ın buraya Irakistan da dedikleri bilinmektedir. Irak isminin ilk defa Bâbil toprakları için kullanıldığı tahmin edilmektedir. Ortaçağ İslâm coğrafyacıları yalnız Aşağı Mezopotamya’ya Irak, Yukarı Mezopotamya’ya ise el-Cezîre diyorlardı. İslâmî literatürde fetihten itibaren Irak’ın eş anlamlısı olarak Aşağı Mezopotamya için Sevâd (kara) adının da benimsendiği görülür; bu ad bölgeye ziraata elverişli alanların koyu renkli görünüşü dolayısıyla verilmiştir.

    Ortaçağ İslâm coğrafyacıları, el-Cezîre bölgesinin başladığı kuzey sınırı hariç Irak’ın yerleşim merkezlerinin birbirlerine olan uzaklıklarını genellikle doğru tesbit etmişlerdir. Mes‘ûdî, Makdisî ve Yâkūt, Irak’ın idarî taksimatı ve sınırları hakkında çok geniş bilgi verirler ve bölgenin o güne kadar geçirdiği idarî yapılanmayı kendi dönemlerindeki durumuyla karşılaştırırlar. Irak kuzeyde Tikrît’ten güneyde Basra körfezine, doğuda Hulvân’dan batıda Kādisiye’ye kadar uzanan bölge olarak kabul edilebilir. Makdisî kuzey sınırının Enbâr’dan Sinn’e kadar uzandığı görüşündedir (Aḥsenü’t-teḳāsîm, s. 134) ve onun bu görüşü birçok coğrafyacınınki gibi Sâmerrâ’nın kuruluşunu (221/836) takiben yerleşen anlayış doğrultusundadır. Irak, doğuda coğrafî bakımdan aralarında herhangi bir tabii sınır bulunmayan Hûzistan gibi Basra ve Kûfe şehirlerinden sonra başlayan ve tedrîcen yükselen bozkır tabiatlı toprakları da içine alıyordu. Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda Irak’ın batıda Suriye çölü, güneyde Arabistan çölleri ve Basra körfezinin kuzey kısmı, doğuda Zagros dağlarının kolları ve Batı Hûzistan ile kuzeyde Enbâr’dan Tikrît’e kadar uzanan geniş bir bölgeyi kapsadığı anlaşılır.

    İslâm fetihlerinden sonra kurularak Irakeyn (iki Irak) adıyla anılan Basra ve Kûfe şehirleri, Sâsânîler’in başşehri Medâin’in yerine bölgenin merkezi haline geldi. Daha sonra Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî, idareyi bu iki şehre eşit uzaklıkta kurduğu Vâsıt’a taşıdı. Bağdat, Abbâsîler döneminde kurulan yeni şehirlerin en görkemlisi olması yanında uzun süre bölgenin merkezi olma niteliğini de korudu. Daha sonraki dönemlerde Irakeyn tabiri Irak ve Cibâl’i de içine alarak İran’ın batı yaylasına kadar uzandı. Irak’ta Selçuklu hâkimiyetiyle birlikte Cibâl bölgesi Irâk-ı Acem, Irak olarak bilinen Aşağı Mezopotamya da (Sevâd) Irâk-ı Arab tabiriyle anılmaya başlandı.

    Tarihin ilk dönemlerinden beri Irak’ın beşerî coğrafyasını belirleyen faktörlerin başında Dicle ve Fırat nehirleriyle onlara bağlı sulama faaliyetleri gelmektedir. Irak’ın, özellikle güney bölgesinin topraklarının teşekkülünde bu nehirlerin doğrudan etkisi vardır. Genellikle Fırat nehri bahar aylarında sık sık taşıyor ve yatağını değiştirerek geniş bataklıklar meydana getirip yerleşim birimlerinin bir kısmını yok ediyordu. Bataklıkların oluşmasında arazinin kuzeyden güneye doğru alçalmasının ve güneyde neredeyse en alt seviyeye ulaşmasının önemli rolü vardır. Güney Irak’ta Kûfe, Vâsıt ve Basra şehirleri arasında yer alan bataklığa Batîha ismi verilir. İslâm ordularının Irak topraklarına girmesinden itibaren bölgedeki Acemler’in sürekli savaşla uğraşmaları bataklıkların normalden fazla gedik açmasına sebep olmuş ve bunları onarmakla görevli dihkanların âciz kalmaları neticesinde bataklık alanları artmıştı. Fırat’ın düzensiz sularını kontrol altına almak için yapılan çalışmalar fetihlerden sonra da sürdürüldü. Sührâb, ilk örnekleri Eski Bâbil Krallığı dönemine (m.ö. 1830-1530) kadar uzanan ve Enbâr civarından başlayan bu kanalların geniş bir listesini verir. İslâm kaynaklarında rastlanan Nehrü Îsâ, Nehrü Sarsar, Nehrü Mâlik ve Nehrü Kûsâ, Fırat’tan ayrılan en önemli dört kanalın adlarıdır. Emevî Devleti’nin kurucusu Muâviye b. Ebû Süfyân’ın başlattığı, bataklıkların kurutularak tarıma elverişli hale getirilmesi faaliyetleri Haccâc b. Yûsuf ve Hâlid b. Abdullah el-Kasrî’nin Irak valilikleri sırasında yeni tekniklerle geliştirilerek devam ettirilmiştir. Daha sonraki dönemlerde bu faaliyetlerden yine bahsedilmekteyse de Abbâsîler’den itibaren bu konuyla ilgili rivayetlerde bir azalma göze çarpar. Büveyhîler döneminde başlayıp Selçuklular döneminde yoğunlaşan tarıma elverişli toprakları emîr ve askerlere iltizam ve iktâ yoluyla verme düzeni, buraların aşırı kullanım sonucunda çoraklaşmasına ve yerlerine yenilerinin istenmesi de ekonominin yegâne kaynağı olan tarımı gerileterek ülkenin can damarını teşkil eden sulama sisteminin bozulmasına yol açmıştır.

    Fırat ve Dicle nehirleri Irak’ın sulanmasında etkili oldukları gibi bölge içerisinde ulaşımın gelişmesinde de önemli rol oynamışlardır. Emevîler ve Abbâsîler döneminde milletlerarası ticaretin başlıca iki ana yolu Dicle ve Fırat nehirlerini izlemekteydi. Uzakdoğu’ya giden gemiler bu iki nehrin ulaştığı Basra körfezinden denize açılıyordu. Ortaçağ’da Akdeniz’de ticaretle uğraşanlar, Fırat’ı Dicle’ye en çok yaklaştığı noktaya kadar takip ettikten sonra Bağdat’a geçerek Dicle yoluyla Basra körfezine ve Hint Okyanusu’na çıkarlardı. Irak içerisinde Dicle ve Fırat’a dayalı ulaşım Bağdat merkezli beş karayolu ile destekleniyordu. Bunlar Hulvân üzerinden İran ve Orta Asya’ya giden doğu, Musul ve el-Cezîre’ye giden kuzey, Basra ve Vâsıt’a giden güney, Kûfe, Arabistan ve Hicaz’a giden güneybatı ve Rakka, Suriye, Mısır’a giden batı yolları idi.

    Ortaçağ İslâm coğrafyacılarının eserlerinde Irak’ın iktisadî durumu hakkında geniş bilgi bulunmaktadır. İbn Hurdâzbih, bölgenin mâmur alanlarıyla bunlar için tarhedilen vergileri ayrıntılı biçimde ele alır. İbn Hurdâzbih’in ve diğer coğrafyacıların eserlerini telif ettikleri dönemde Irak, dünya ticaretinde rol oynayan önemli merkezlerden biriydi. Bölge coğrafî konum itibariyle bir taraftan İran, Hindistan, Orta Asya ve Çin, diğer taraftan el-Cezîre, Mısır, Akdeniz ve Anadolu arasında bir köprü vazifesi görüyordu. II. (VIII.) yüzyılda Bağdat ve III. (IX.) yüzyılda Sâmerrâ şehirlerinin kuruluşu bölgede yeni pazarların doğmasına ve ticarî hayatın canlanmasına sebep oldu. Nitekim Ortaçağ İslâm coğrafyacıları eserlerinde Irak tarihinde yeni kurulan şehirlerin arzettiği önemi özellikle dile getirirler.

    Ortaçağ’da Irak halkının temel geçim kaynağı tarım ve ticarete dayanıyordu. Şehirde yaşayanlar ticaret ve el sanatlarıyla, köyde oturan ve kendilerine Nabatî adı verilenler ise çiftçilikle uğraşıyorlardı. Bedevîler hayvancılığı, Türkler ve Deylemliler ise askerliği meslek edinmişlerdi. Bölgede yaşayan hıristiyanlar tıp ve eczacılık, yahudiler ise ticaret ve para işleriyle meşgul oluyorlardı. Araplar bölgeyi fethettikleri zaman Irak’ta köylerin idaresinden sorumlu olan ve devlet adına vergi toplayan dihkanları yerlerinde bıraktılar. Bölgede İslâm fethinden Abbâsî Halifesi Me’mûn zamanına kadar bürokrasi Araplar’ın elinde idi. Me’mûn’un hilâfete gelişiyle birlikte yerli Acemler yönetimde söz sahibi olarak bölgenin siyasî ve kültürel hayatına katkıda bulundular. Mu‘tasım-Billâh döneminden itibaren ise dışarıdan gelen Türkler askerlik ve bürokrasiyi onların elinden aldılar.

    Makdisî başta olmak üzere İslâm coğrafyacıları Irak’ı Batlamyus sistemindeki yedi iklimden dördüncünün merkezine yerleştirmişlerdir. Irak halkı kültürel ve ahlâkî açıdan ılımlı karakteriyle tanınır; akla önem veren, sanattan hoşlanan ve farklı kültürlerle ilişki kurup bunları kolayca hazmedebilen bir toplumdur. İslâm fıkhında re’y ekolünün Irak’ta ortaya çıkması da halkın bu karakteriyle ilgili olmalıdır.
    Osmanlı Dönemi. a) XVI-XVIII. yüzyıl. Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır’ı fethinden sonra Irak bölgesine ilgi duymaya başladılar. Bunda iktisadî sebepler kadar siyasî ve dinî âmiller de önemli rol oynamıştır. Bağdat’ın Safevîler’in hâkimiyetinde olması, Suriye limanlarını kontrolünde tutan Osmanlılar için endişe verici bir durumdu. Öte yandan Bağdat-Basra hattına hâkim olma ve böylece Basra’dan itibaren Anadolu ve Suriye’ye uzanan ticaret yollarında kontrolü sağlama isteği de ön plana çıkmaya başlamıştı. Ayrıca Osmanlılar’a karşı bu bölgeye doğru yayılan Safevîler’in nüfuzunu kırma ve dinî yönden de onlarla esaslı bir mücadeleye girişip etkilerini silme anlayışı önemli bir sebep teşkil etmekteydi.

    Safevîler’in Bağdat’ı kendi idarelerine almaları, kale muhafızı Muslu kabilesinden Zülfikar Han’ın isyan edip Bağdat’ta istiklâlini ilân etmesi ve ardından Safevî ordusunun hareketi üzerine Kanûnî Sultan Süleyman’a tâbi olduğunu bildirmesi, ancak az sonra Safevî Şahı I. Tahmasb’ın onu bertaraf edip Bağdat’a yeniden hâkim olması (935/1529), bölgeyle yakından ilgilenen Osmanlılar’ın dikkatinin buraya yönelmesine yol açtı. Osmanlı ordusu 940 (1533) yılı sonbaharında Şark seferine çıktı. Irâk-ı Acem ile Irâk-ı Arab üzerine yapılan bu sefere Osmanlı kaynaklarında Irakeyn Seferi denir. Bu sefer sonunda Güney Azerbaycan ile Bağdat alındı (21 Cemâziyelevvel 941 / 28 Kasım 1534). Bağdat’a giren Kanûnî Sultan Süleyman Ramazan 941’e (Mart 1535) kadar orada kaldı. Bağdat’ta imar işlerini yoluna koydu ve burayı beylerbeyilik statüsüne sokarak idaresini Diyarbekir eski beylerbeyi Süleyman Paşa’ya verdi. Kâzımeyn Camii’nin yapımını emrederek Sünnîliğin burada yeniden yerleşmesini ve yapılanmasını başlattı. Yine o sırada Basra emîri bulunan Megāmisoğlu Râşid, sultana bağlılığını bildirdi ve daha sonra da bağlılık alameti olarak Basra’nın anahtarlarını gönderdi (945/1538). Basra özel statülü bir eyalet haline getirilerek idaresi Râşid’e bırakıldı. Ancak Râşid 953’te (1546) ayaklanınca Bağdat Beylerbeyi Ayas Paşa tarafından ele geçirilen Basra Bağdat beylerbeyiliğine bağlandı. 962’de (1555) Osmanlılar’la Safevîler arasında yapılan Amasya Antlaşması ile Osmanlılar’ın Irak üzerindeki hâkimiyeti resmen tanındı. Bağdat’ın 1032-1048 (1623-1638) yılları arasındaki kısa İran işgali dışında bu hâkimiyet XX. yüzyıl başlarına kadar sürdü.

    Irak’ın Osmanlı topraklarına katılması siyasî, dinî ve iktisadî bakımdan dikkat çekici gelişmelere yol açtı. Bir yandan Yavuz Sultan Selim döneminde başlatılan Yakındoğu’daki Arap ülkelerini Osmanlı hâkimiyeti altına alma ve dolayısıyla İslâm’ın liderliğini üstlenme girişimi tamamlanırken, öte yandan Şiîliği temsil iddiasındaki Safevîler karşısında tam bir üstünlük sağlanmış oldu. Osmanlılar Bağdat’ı ele geçirmekle doğudaki müslüman-Arap dünyasının bütün siyasî ve ekonomik merkezlerindeki hâkimiyetini de tamamlamış oldu. Irak’ın ilhakı ise Akdeniz ve Hint Okyanusu arasındaki yolların denetimini ve kontrolünü sağlayarak İpek yolunun kullanılmasını gerektiren ticaret akışı üzerinde Osmanlılar’ın tartışılmaz üstünlüğünü ortaya koydu, Avrupalılar’ın bu alana yönelik rekabetini en alt seviyeye indirdi.

    Osmanlı vekāyi‘nâmelerinde cennete benzetilen ve “Bağdâd-ı Bihiştâbâd” şeklinde anılan Bağdat, özellikle XVI. yüzyılın ikinci yarısında idarecilerin gözdesi oldu. Sadece savunmasının sağlamlaştırılmasıyla kalınmadı, milletlerarası ticaretin teşvik edilmesiyle şehir Yakın ve Uzakdoğu’ya kervanların gönderildiği bir merkez haline geldi. Aynı şey, körfez kıyısından başlayarak Bağdat’a uzanan Basra bölgesi için de söz konusuydu. Fakat 1021’de (1612) yerli reislerden Efrâsiyâb’ın Basra’da bir güç odağı olarak ortaya çıkmasından sonra kendisi ve halefleri, merkezî iktidarın yeniden güçlendiği 1078 (1668) yılına kadar eyaleti ellerinde tuttular.

    Bu dönemde Basra ve çevresi tâcirlere ve Portekizli, İngiliz, Hollandalı denizcilere açıldı. Bir süre sonra vaha ve güney çöllerinin Araplar’ı olan Müntefiḳler’in hâkimiyeti söz konusu oldu. 1620’li yıllarda yeniçeri zâbiti Bekir Subaşı, azebler ağası Mehmed Kanber’in desteğiyle Bağdat’ta belirli bir üstünlük elde etti ve muhtemelen geçen yüzyılda kaybettiği toprakları geri almak isteyen İran Şahı I. Abbas’ın da yardım vaadiyle Osmanlı sultanına karşı ayaklandı. Diyarbekir Beylerbeyi Hâfız Ahmed Paşa’nın Bağdat’a yürümesi üzerine de Şah Abbas’tan yardım istedi. İran şahının Safî Kulı Han kumandasında gönderdiği Safevî ordusu üç aylık bir kuşatmadan sonra şehri zaptetti. Şehirde oturanların büyük bir kısmını köle olarak ele geçiren Safî Kulı Han, başta İmâm-ı Âzam ve Abdülkādir-i Geylânî’nin türbeleri olmak üzere İslâm büyüklerinin türbelerini yıkıp medreseleri kapattı ve Orta Irak’ın denetimini ele geçirdi (1032/1623). Hâfız Ahmed Paşa ve Boşnak Hüsrev Paşa’nın 1035 (1625) ve 1040 (1630) yıllarında şehri geri almak için başlattıkları girişimler sonuçsuz kaldı. İstanbul’da gücünü kabul ettiren IV. Murad, kırk günlük kuşatmadan sonra 17 Şâban 1048’de (24 Aralık 1638) Bağdat’ı tekrar ele geçirdi. 14 Muharrem 1049 (17 Mayıs 1639) tarihli Kasrışîrin Antlaşması ile de Bağdat’ın yeniden Osmanlı Devleti’ne bağlandığı resmen tescil edildi. Fakat daha sonraki yıllarda şehir ve çevresi yeniçerilerin, bedevî Arap kabilelerinin ve Kürtler’in çıkardığı ardı arkası kesilmeyen, İstanbul’dan tayin edilen idarecilerin güçlükle bastırabildiği karışıklıklara sahne oldu. Güneyde Müntefiḳ, Şemmer, Benî Düceyl ve Benî Zübeyd kabileleri ayaklandılar ve İranlılar Basra’yı ele geçirdiler. 1112 (1701) yılında Bağdat Beylerbeyi Daltaban Mustafa Paşa ayaklanmaları bastırarak Basra’da yeniden Osmanlı hâkimiyetini sağladı. Bu karışıklıklara rağmen Osmanlılar Bağdat’a eski göz kamaştırıcı görünümünü yeniden verdiler ve burayı Osmanlı ihtişamını simgeleyen büyük yapılarla donattılar.

  • LÜBNAN

    Kuzeyi ve doğusu bir hilâl şeklinde Suriye topraklarıyla kuşatılmış olan Lübnan güneyde 60 kilometrelik bir sınırla İsrail’e komşudur; batıda ise Akdeniz’e açılır. Tek meclisli ve çok partili bir rejimle yönetilen ülkenin resmî adı el-Cumhûriyyetü’l-Lübnâniyye, yüzölçümü 10.400 km2, nüfusu 4.376.900 (2003 tah.), başşehri Beyrut (1.100.000), diğer önemli şehirleri Trablusşam (240.000), Sayda (140.000) ve Sur’dur (110.000).

    I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA
    Oldukça sade bir görünüm sergileyen yüzey şekillerinin ana çizgilerini Lübnan dağları (Cebelilübnan) belirler. Bu dağlar kuzey-güney doğrultusunda 160 km. uzunluğunda olmak üzere ülkeyi baştan başa katedip toplam yüzölçümünün yaklaşık yarısını kaplar. Kuzeye doğru gidildikçe yüksekliği ve genişliği artan kalker yapılı Lübnan dağlarının kuzey kesiminde 3088 metreye erişen Kurnetüssevde zirvesi ülkenin en yüksek noktasıdır. Lübnan dağlarıyla Akdeniz’in arasına, doğu-batı doğrultusundaki genişliği yer yer 40 kilometreyi bulan dar bir kıyı ovası girer. Lübnan dağlarıyla daha doğudaki Antilübnan dağları (Cebelüşşarkī) arasında da Bikā‘ (Bekā‘, Bekaa) vadisi yer alır. Doğu Afrika’nın Göller bölgesinden Anadolu topraklarına kadar uzanan dünyanın en büyük fay hattı üzerinde bulunan Bikā‘ çukurunun tabanına batıdaki Lübnan dağlarından ve doğudaki Antilübnan dağlarından çok dik yamaçlarla inilir. Buna karşlık Lübnan dağlarının Akdeniz’e bakan batı yamaçları kıyı düzlüğüne ve aynı şekilde Antilübnan dağlarının doğu yarısı da Suriye topraklarına tedrîcen alçalır.

    Ülkenin iklimi kıyıdan içeriye doğru gidildikçe değişiklik gösterir. Kıyı kesiminde Akdeniz iklimi hüküm sürer; burada kışlar yumuşak ve yağışlı, yazlar sıcak ve nemlidir. Lübnan dağlarının batı yamaçlarında yağışlar boldur; yüksek kesimlerine ise yağış kar şeklinde düşer. İki dağ sırası arasında bulunan Bikā‘ vadisinde karasal, hatta çöl iklimi özellikleri taşıyan bir iklim hâkimdir. Kıyı şeridinde 900 mm. kadar olan ortalama yıllık yağış tutarı Lübnan dağlarının bazı yüksek kesimlerinde 1500 milimetreye kadar çıkar. Bikā‘ vadisinde yağışın 400 milimetrenin de altında olduğu kesimler vardır. Bitki örtüsünü teşkil eden sedir ormanlarının yoğun biçimde Lübnan dağlarında bulunması, bu ağaç türünün bitki coğrafyasında bu dağların adıyla (Cedrus libani “Lübnan sediri”) olarak anılmasına yol açmıştır. Eskiçağ’lardan beri gemi inşasında çok kullanılan Lübnan sedirleri bütün Akdeniz dünyasında olduğu gibi günümüzde bu ülkede de azalmış, yer yer küçük alanlar halinde kalmıştır. Sedirin azalmasından sonra Lübnan dağlarının batı yamaçlarında çeşitli çam türlerinin yetiştirilmesine başlanmıştır. Ancak yine de orman alanlarının eski asırlara göre gerilemesine rağmen Lübnan dağları halen Ortadoğu’nun en sık bitki örtüsüyle kaplı kesimidir. Ülkede genellikle Lübnan dağlarının yamaçlarından doğarak Akdeniz’e ulaşan kısa boylu fakat suyu bol akarsulara rastlanır. Bikā‘ vadisindeki Ba‘lebek eşiğinden doğarak güneye doğru akan ve Lübnan sınırları içerisinde denize dökülen Leytani (Leontes) nehriyle kuzeye doğru akan ve Lübnan’dan sonra Suriye topraklarından geçip Türkiye sınırları içinde Akdeniz’e ulaşan Âsi (Orontes) nehri diğerlerinden daha uzun ve daha önemlidir.

    Resmî dili Arapça olan Lübnan dinî ve etnik bakımdan çok karışık bir ülkedir. Derin vadiler araziyi birinden diğerine geçilmesi güç kompartımanlara böldüğünden buralarda çeşitli din ve etnik gruplardaki halk âdeta ayrı cemaatler halinde yaşar; bu cemaatlerin başlıcaları Sünnî müslümanlar (kıyı kesiminde), Şiî müslümanlar (Bikā‘ vadisinde ve güneyde), Katolik Mârûnîler (büyük bölümü Lübnan dağlarında), Dürzîler (Lübnan dağlarının orta kesiminde), Ortodoks Rumlar (kıyı şehirlerinde) ve Katolik Ermeniler’dir (güneyin kırsal kesimlerinde). Bunların oranı hakkında resmî istatistikler bilgi vermemekte, gayri resmî kaynakların verdiği bilgiler de birbirini tutmamaktadır. 

    İbrânîce Lebānon, Süryânîce Lebnān, Arapça Lübnân, Grekçe Libanos, Latince Libanus ve günümüz bazı Batı dillerinde Lebanon şeklinde kullanılan Lübnan kelimesinin Sâmî dillerde “beyaz” anlamında lbn kökünden geldiği, karla kaplı dağların beyaz görüntüsünden dolayı bölgeye bu adın verildiği kaydedilmektedir. Tarihi milâttan önce 3000 yıllarına kadar götürülebilen Lübnan Fenikeliler, Asurlular, Bâbilliler, Persler ve Makedonya Krallığı gibi birçok kavim ve devletin ardından milâttan önce 64’ten itibaren Roma İmparatorluğu’nun, daha sonra da Bizans’ın hâkimiyeti altına girmiştir. Hem Akdeniz ticaretinin hem Suriye üzerinden bütün Asya ticaretinin yönlendirildiği Lübnan toprakları Roma ve Bizans İmparatorluğu’nun da en hareketli bölgeleri arasında yer almış, Avrasya ticaretinin önemli temas noktalarından birini oluşturan sahil şehirleri İslâm döneminde de aynı işlevini sürdürmüştür.

    Bizans İmparatoru Herakleios’un yenilgiye uğratılmasıyla sonuçlanan Yermük Savaşı’ndan (15/636) sonra İslâm orduları günümüz Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin topraklarına hâkim oldular. Bölge müslümanlar için ticarî, hıristiyanlar için dinî açıdan önemli idi. Mekkeliler’in ticaret kervanlarını Suriye’ye bağlayan yol Lübnan topraklarından geçiyordu. Hz. Îsâ Sûr (Tyre) ve Sayda (Sidon) şehirlerine ayak basmış, havârilerden Aziz Pavlus Sûr’da bir kilise inşa etmişti. Bölge, Hz. Ömer döneminde 14 (635) yılından itibaren sürdürülen fetihler neticesinde Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın başkumandanlığında Yezîd b. Ebû Süfyân ve kardeşi Muâviye’nin kumandasındaki ordular tarafından İslâm topraklarına katıldı. Halife Ömer bölgeyi önce Yezîd’in, onun ölümünden sonra da Muâviye’nin yönetimine verdi. Hz. Osman devrinde bölge valisi Muâviye tarafından görevlendirilen Süfyân b. Mücîb el-Ezdî Trablus’u kuşatarak fethetti. Muâviye bu dönemde çok sayıda yahudiyi buraya yerleştirdi (Belâzürî, s. 181, 182). Fethinden itibaren Ürdün askerî eyaletine (cünd) bağlı olan Sûr hariç, Dımaşk askerî eyaletine bağlı olan Lübnan bölgesi Emevîler devrinde de bu konumunu devam ettirdi. Muâviye hilâfet merkezini Dımaşk’a nakledince Lübnan’ın da dahil olduğu Suriye bölgesinin (Bilâdüşşam) önemi arttı. Emevîler döneminde özellikle Bizans’a yönelik seferler sırasında Bizans’tan gelebilecek tehlikeler karşısında güçlü bir savunma oluşturabilmek amacıyla bölgenin sahil kesiminin imar ve iskânına önem verildi. Benî Rebîa ve Benî Hanîfe gibi Arap kabileleri bölgeye yerleştirildi. Bu arada çeşitli İranlı kabileler Beyrut, Sûr ve Sayda şehirlerinde iskân edildi. Haleflerinin de Muâviye’nin bu politikasını devam ettirmeleri sonucunda Lübnan’da İslâmiyet hızla yayıldı. Bölgenin nüfus yapısında önemli yeri olan Mârûnîler, hemen hemen aynı dönemlerde Bizans içindeki mezhep çatışmaları sebebiyle bölgeye yerleştiler. Bütün bu grupların yanında Bizans kaynaklarında Mardaites (Merdeîler), Arap kaynaklarında Cerâcime olarak adlandırılan ve çıkardıkları isyanlarla sık sık problem oluşturan bir grup da VIII. yüzyılda bölgeye yerleşti. Bizans gazâlarıyla meşgul olan ve kendilerine “zühhâdü’s-sugūr” denilen dervişler ise daha ziyade sahil bölgelerinde iskân edildi. Böylece Emevîler devrinde genel olarak Lübnan’da tarımla uğraşan hıristiyanlarla Trablus, Beyrut, Sayda ve Sûr gibi sahil şehirlerinde gazâ ile meşgul olan müslümanlardan oluşan bir toplumsal yapı ortaya çıktı. Bu dönemde Bizans donanması birkaç defa sahil şehirlerine saldırdıysa da alınan tedbirler sonucunda başarılı olamadı.

    Arap coğrafyacıları, Lübnan toprakları içinde bulunan Sayda ve Sûr şehirlerinin hem ticarî hem de Dımaşk şehrini korumaları açısından taşıdıkları askerî ve stratejik öneme dikkat çekmişlerdir. Belâzürî’ye göre Halife Hişâm b. Abdülmelik Akkâ’daki tersaneyi Sûr şehrine nakletmiş, böylece şehir müslümanların deniz kuvvetleri üssü haline gelmiştir (a.g.e., s. 169). Bu dönemde şehre yapılan su kuyuları ve dağıtım şebekesi, eserini X. yüzyılın ikinci yarısında yazan coğrafyacı Makdisî’ye göre şehrin su ihtiyacını karşılamaktaydı. Abbâsîler, Emevîler’in bölgede uyguladıkları politikayı devam ettirerek Lübnan’ın Dımaşk’a bağlı olan idarî yapısını korudular ve sahil şehirlerini tahkime önem verdiler. Ancak devlet merkezini Suriye’den Irak’a nakletmeleri bölgenin siyasî konumunu zayıflattı. Bu durum Abbâsî valilerinin daha serbest hareket etmelerine ve zaman zaman halka zulmetmelerine sebep oldu. Nitekim bölgede Abbâsîler’in ilk döneminde haraç âmiline karşı Müneytıra’da çıkan isyan bu tür uygulamalara karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Abbâsîler, Bizans saldırılarına ve isyanlara karşı bölgede yeni düzenlemeler yapmak zorunda kaldılar. Beyrut, Sayda ve Trablus gibi sahil şehirlerine gerçekleştirilen Bizans saldırılarıyla iç kesimlerdeki isyanları önlemek üzere bölgeye Tenûhîler, Kilâbîler gibi Arap kabileleri yerleştirildi.

    Abbâsîler’in zaman içinde zayıflamaları sonucunda merkeze uzak bölgelerdeki valiler bağımsızlıklarını elde etmeye başladılar. Lübnan toprakları IX. yüzyılın son çeyreğinde Tolunoğulları’nın hâkimiyetine geçti. Bu dönemde Lübnan’ın güney kesimlerinde yayılma imkânı bulan İsmâilî-Karmatî hareketi özellikle bölgenin istikrarında önemli rolü olan Tenûhîler tarafından kabul gördü. Lübnan, X. yüzyıl başlarında Tolunoğulları’nın yıkılmasıyla kısa süreli olarak tekrar Abbâsî âmillerinin yönetimine girdi. Ardından bir dönem İhşîdîler’in idaresi altına giren bölge 358’den (969) itibaren tedrîcî olarak Fâtımîler’in hâkimiyetine geçti.

    Fâtımîler devrinde Lübnan’ın siyasî ve dinî tarihini günümüze kadar etkileyen önemli değişiklikler gerçekleşti. Esasen Lübnan, özellikle Abbâsîler’den itibaren yönetim merkezlerine uzak ve yarı müstakil konumu sebebiyle öteden beri İsmâilîlik, Nusayrîlik gibi gayri Sünnî mezhepler için uygun bir nüfuz alanıydı. İsmâilîlik bölgede IX. yüzyılın başlarından itibaren yayılmaya başlamıştı. Fâtımîler’in politikası sonucu Lübnan’da Şiîler’in nüfuzu arttı. 1047 yılında Lübnan’a gelen Nâsır-ı Hüsrev, Trablus ve Sûr halkının büyük kısmının Şiî olduğunu kaydeder (Sefernâme, s. 20, 21). Halife Hâkim-Biemrillâh devrinde Dürzîlik de yayılma imkânı buldu. Sünnîler daha ziyade şehirlerde yaşamaya devam ettiler. Bölgenin dinî yapısındaki bu köklü değişme XI. yüzyılda çeşitli gruplar arasında çatışmalara sebep oldu. Kısa süreli ve istikrarsız Selçuklu hâkimiyeti sırasında bölgede Sünnîlik tekrar yaygınlaşmışsa da Selçuklular’ın kendi aralarındaki ihtilâfların bir neticesi olarak bölgenin özellikle sahil kesimleri tekrar Fâtımîler’in eline geçti. Fâtımîler döneminde bölgeye gelen seyyahların verdikleri bilgilerden Lübnan’da tarımın çok geliştiği, Bizans, İtalya, Sicilya, Endülüs ve Mağrib’den gelen gemiler kanalıyla yapılan canlı bir ticarî faaliyetin olduğu anlaşılmaktadır.

    Öte yandan Lübnan, gerek ticarî gerek dinî önemi sebebiyle hıristiyan dünyasının ilgi odağı olmaya devam etti. 364’te (975) Bizans İmparatoru I. Ioannes Çimiskes, Beyrut’u ele geçirdiyse de Fâtımîler şehri hemen geri aldılar. I. Haçlı Seferi sırasında Lübnan sahil şehirlerine karşı yapılan Bizans seferleri bir süre daha devam ettikten sonra varılan anlaşmalar neticesinde bölge istikrara kavuştu. XI. yüzyılın ikinci yarısında Fâtımîler’in bölgede hâkimiyetleri zayıflamaya başlayınca Sûr’da Ukaylîler, Trablus ve civarında Ammâroğulları müstakil hânedanlıklar kurdular. XII. yüzyıl başlarında Lübnan topraklarına giren Haçlılar 1124’te bütün sahil şehirlerini ele geçirdiler. Böylece bugünkü Lübnan toprakları Ba‘lebek ve iç bölgeler dışında Haçlı yönetimi altına girmiş oldu. Haçlılar döneminde Lübnan üç idarî bölüme ayrıldı. Beyrut’un kuzeyinden Trablus’a kadar olan bölge Trablus Kontluğu’na (1099-1291), Beyrut, Sayda ve Sûr Kudüs Krallığı’na (1109-1289) bağlıydı. Lübnan’ın iç kesimleri ise müslümanların hâkimiyeti altında bulunuyordu.

    Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Hittîn zaferi (583/1187) ve ardından Kudüs’ü fethi (585/1189) Lübnan topraklarında yeni gelişmelere yol açtı. Selâhaddin, Beyrut ve Sayda’yı da fethederek Trablus Kontluğu ile Kudüs Krallığı arasındaki irtibatı kopardı. Onun ölümüyle ortaya çıkan iktidar mücadelelerinden faydalanan Haçlılar 1197’de bu şehirleri tekrar ele geçirdiler. Ardından Eyyûbîler ve Haçlılar arasında yapılan anlaşmalarla Lübnan’ın sahil kesimi Eyyûbî devri boyunca Haçlılar’ın elinde kaldı.

    664 (1266) yılından itibaren Lübnan topraklarını almak için Haçlılar’la mücadele eden Memlük Sultanı I. Baybars 1271’de Trablus Kontluğu’na bağlı pek çok kaleyi fethetti. Ancak Haçlı tehlikesi karşısında anlaşarak geri çekilmek zorunda kaldı. Lübnan topraklarıyla ilgili olarak Haçlılar’la çeşitli anlaşmalar yapan Kalavun, idaresinin son yılarında Trablus’u geri almayı başardı (688/1289). 690’da (1291) sahil şehirlerini ele geçirerek Haçlı hâkimiyetine son veren el-Melikü’l-Eşref Halîl b. Kalavun bu şehirlerin kale ve istihkâmlarını yıktırdı. Memlükler’in bölgedeki tam hâkimiyetleri, XIV. yüzyıl başlarında kendilerini uzun yıllardır uğraştıran Kesrevan’daki Dürzî ve Nusayrî zümreleri yenmeleri ve bölgeye bazı Türkmen aşiretlerini yerleştirmeleriyle gerçekleşti.

    Bölge, Memlükler döneminde eskiden olduğu gibi Suriye (Bilâdüşşam) idarî yapılanmasına dahildi. Bu devirde Suriye toprakları Dımaşk, Halep, Hama, Trablus, Safed ve Kerek nâibliklerinden oluşuyordu. Lübnan’ın kuzeyi Trablus nâibi tarafından yönetiliyordu. Memlük sultanı tarafından tayin edilen Trablus nâiblerinin memlük askerî hiyerarşisinde en yüksek rütbe olan emîr-i mie ve mukaddemü’l-elflerden seçiliyordu. Bu durum Kuzey Lübnan’ın bu dönemde önemli bir merkez olduğunu göstermektedir. Yine bu devirde Beyrut ve daha güneydeki şehirler Dımaşk nâibliğine bağlı dört birimden birini oluşturuyordu. Dımaşk nâibü’s-saltanasının tayin ettiği Ba‘lebek nâibi Lübnan’ın iç kesimlerinden sorumluydu. Ba‘lebek nâibine bağlı Beyrut ve Sayda ise valiler tarafından yönetiliyordu. Köyler ve kasabalar emir, şeyh veya mukaddem olarak adlandırılan ve statüleri farklılık gösteren liderlerin idaresi altındaydı.

    Memlükler bölgeye geldiklerinde sahil şehirleri daha ziyade Katolik hıristiyanlar tarafından iskân edilmişti. Özellikle Fâtımî hâkimiyetinde Dürzîlik, İsmâilîlik ve Nusayrîlik gibi gayri Sünnî mezhepler bölgede yaygınlaşmıştı. Memlükler döneminde Lübnan’ın nüfus yapısı müslümanlar, özellikle de Sünnîler lehinde gelişti. Selçuklular’ın XI. yüzyılda başlattığı bölgeyi yeniden Sünnîleştirme süreci Memlükler tarafından pekiştirildi. Lübnan’ın sahil kesimi Memlükler devri boyunca Haçlı saldırılarına mâruz kaldı. Bunun sonucu olarak sahil şehirleri tekrar tahkim edildi. Dürzî, Nusayrî ve Mârûnîler’in zaman zaman çıkardığı isyanlar Memlük kuvvetleri tarafından bastırıldı.

    Lübnan, XIV. yüzyıldan itibaren güçlü Memlük hâkimiyeti altında istikrarlı bir dönem geçirmiştir. Bu dönemde Venedik, Ceneviz, Amalfi, Pisa ve Kıbrıslı tüccarların gemilerle Lübnan’ın sahil şehirlerine geldikleri, Beyrut’ta bu tâcirlere ait hanlar olduğu bilinmektedir. Beyrut milletlerarası ticaret merkeziydi ve Trablus’la birlikte doğu-batı yönündeki baharat ticaretinin ana limanlarının başında yer alıyordu. Şehirde bir gümrük idaresi vardı. Gümrük Dımaşk nâibinin gönderdiği idareciler tarafından yönetiliyordu. Venedik ve Cenevizliler’in Haçlılar devrinde bölgede açtıkları konsolosluklar, hanlar ve kiliseler Memlükler döneminde de faaliyetlerini sürdürmüştür. Memlükler, hıristiyanlarla yaptıkları ticarî anlaşmalarla onların haklarını koruyacaklarına ve kutsal mekânlarına zarar vermeyeceklerine dair menşurlar akdetmişlerdir. Lübnan, 922 (1516) yılında Yavuz Sultan Selim’in Suriye-Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.

    Bölgeyi dolaşan seyyahlar Lübnan’ın Osmanlı öncesindeki dönemleri hakkında dikkat çekici bilgiler vermişlerdir. Nâsır-ı Hüsrev’den sonra bölgeye gelen seyyahlardan biri yahudi asıllı Tudelalı Benjamin’dir (XII. yüzyıl). Aynı devirde Şerîf el-İdrîsî Sûr şehrindeki cam, seramik ve tekstil sanayiinden bahseder. Bölgenin özellikle Haçlı hâkimiyetindeki dönemi hakkında bilgiler İbn Cübeyr’in seyahatnâmesinde yer almaktadır. İbn Battûta’nın eserinde de Lübnan’ın Memlükler devrindeki durumuna dair bilgiler bulunmaktadır.


    Kıyı bölgelerinde turunçgillerle muz ve zeytin, Lübnan dağlarının kıyı ovasına bakan alt yamaçlarında -taraça ziraatı sistemiyle- elma, armut, şeftali, üzüm ve Bikā‘ vadisinde tahıl, patates, kavun ve çeşitli sebzeler üretilen Lübnan’ın ekonomisi çoğunlukla tarıma dayanır. Tarımın yanı sıra hayvancılık da yapılır (dağlık coğrafyanın sonucu olarak daha çok keçi, daha az koyun ve büyükbaş hayvan). Akdeniz sularındaki hızlı kirlenme kıyı balıkçılığına darbe indirmiştir. 1975’te başlayan iç savaş da o yıllara kadar ekonomide önemli bir yeri olan ticaret ve bankacılık sektörüne darbe indirmiştir ve halen bu etkinliklerin yeniden canlandırılmasına çalışılmaktadır. Yer altı zenginlikleri bakımından fakir olan ülkede (az miktarda linyit ve demir) sanayi faaliyetleri daha çok besin, dokuma, yapı malzemeleri imalâtı ve petrol rafinajı üzerinedir. Başlıca limanlarından petrol, zeytinyağı, işlenmiş yün ve özellikle işlenmiş mücevher ihraç edilir. Turizm gelirleri de iç savaştan sonra önemli ölçüde azalmıştır. 

    Lübnan’ın jeopolitik konumu ve kozmopolit etnik yapısı ülkenin tarihine olduğu kadar kültürel yapısına da damgasını vurmuştur. Fethinden itibaren bütün sahil şehirleri, Bizans saldırılarına karşı koymak veya Bizans’a karşı yapılan seferlere katılmak üzere sahâbe ve gazilerin yerleştiği ribâtlar şeklinde teşkilâtlanmıştı. Bu durum, Emevî ve Abbâsî dönemi boyunca bölgenin kültürel yapısının şekillenmesinde önemli rol oynadı. İslâm ribât geleneğine göre en azından kırk gün ribâtlarda kalmak gerektiğinden Ebü’d-Derdâ gibi sahâbeden pek çok şahsiyet bölgeye kısa ya da uzun süreli kalmak üzere geldiler. Sahâbeden bir kısmının bölgede yerleşmesi, Lübnan’a hadis tahsil etmek üzere ilmî seyahatler yapılmasına sebep olmuştur. İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren Lübnan’da hadis rivayet eden veya hadis almak üzere gelenlerden bazılarının adları kaynaklarda zikredilir. Beyrut ve Trablus şehirlerinin öne çıktığı bu ilk dönemde yeni fetihlere imkân sağlanması için bölgede rivayet edilen hadislerin genellikle cihad ve gazâyı teşvik eden hadisler olduğu dikkati çekmektedir.

    Lübnan’da Emevîler devrinde yapılan camilerin kalıntısının bitişiğinde muhtemelen eğitim maksadıyla kullanılan odalar yer aldığından eğitimin camilerde yapıldığı anlaşılmaktadır. Ancak Lübnan’da düzenli eğitim halkalarının II. (VIII.) yüzyılda Evzâî’yle birlikte başladığı bilinmektedir. Abbâsî yönetiminin ilk yıllarında Beyrut’a yerleşmiş ve burada vefat etmiş olan Evzâî’nin Lübnan tarihinde önemli bir yeri vardır. Onun çalışmalarıyla ilk fıkıh mezheplerinden birinin bölgede ortaya çıkmış olması dikkate değerdir. Evzâî burada düzenli şekilde ilk ders halkalarını kurmuş ve kendisinden ilim tahsili için birçok bölgeden öğrenci Beyrut’a gelmiştir. Abbâsî yönetiminin uygulamalarına karşı yazdığı, günümüze ulaşan mektuplarıyla muhalefet konumunu da üstlenen Evzâî, sadece bölgedeki müslümanların değil hıristiyanların ve diğer din ve mezhep mensuplarının da haklarını Abbâsîler’e karşı savunmuştur.

    Bölge Abbâsîler döneminde zühd hareketinin en önemli merkezlerinden biriydi. İbrâhim b. Edhem, Zünnûn el-Mısrî gibi ünlü zâhidler Lübnan’a geldiler. Lübnan şehirleri Emevîler devrinde olduğu gibi hadis rivayeti açısından uğrak yerleriydi. Muhaddisü’ş-Şâm unvanıyla tanınan Hayseme b. Süleyman el-Atrâblusî o zamana kadar bölgedeki en büyük ilim meclislerini kurmuştu. Üç yüzden fazla râvisi olan Hayseme için Ebû Abdullah İbn Mende ve Ebû Nuaym el-İsfahânî gibi isimler tahrîcde bulundular. Bu dönemde Lübnan’a hadis tahsil etmek üzere gelenler arasında meşhur hadisçi Taberânî de vardı. Ayrıca Abbâsîler’in son devirlerinde yetiştirdiği âlimlerle tanınan Benî Hâşim el-Ba‘lebekkî ailesini de zikretmek gerekir.

    Fâtımîler döneminde belirgin bir şekilde artan ticaret hacmine ve zenginliğe paralel olarak kültür hayatı da canlanmıştır. Bu devirde başta Trablus olmak üzere Lübnan şehirlerinde pek çok kütüphane kurulduğu bilinmektedir. Fâtımî valisinin ölümü üzerine 1070’te Trablus’ta bağımsızlığını ilân ederek Haçlılar’ın şehri ele geçirdiği 1109 yılına kadar devam eden Ammâroğulları hânedanını kuran Emînüddevle’nin inşa ettirdiği dârülilim ve kütüphanede 100.000 cilt kitap bulunduğu rivayet edilmektedir. Kaynaklar, 180 müstensihin çalıştığı kütüphaneye her taraftan talebe ve ilim adamlarının geldiğini kaydeder. İlim ve edebiyata önem veren Ammâroğulları bu dârülilimde ilim meclisleri düzenlemişlerdir. Kadı İbn Bişr et-Tarablusî, Kadı Ebü’l-Fazl b. Ebû Ravh ve Ebû Abdullah et-Tuleytılî gibi şahsiyetlerin görev aldığı dârülilim ve kütüphane Haçlılar tarafından tahrip edilmiş olmalıdır. Ayrıca Sayda’da ticarî hanlarda hadis öğretiminden bahsedilir. Hatîb el-Bağdâdî bu dönemde Sûr’a gelerek burada bir müddet kalmış ve ilim meclisleri düzenlemiştir.

    Fâtımîler ve Haçlılar’ın ardından Lübnan’ı topraklarına katan Memlükler, genel siyasetlerine paralel olarak bölgede açtıkları medreseler yoluyla Sünnîliğin yeniden yaygınlaşmasında önemli rol oynadılar. Ortaçağ’da Lübnan’ın en önemli şehri olan Trablus’ta Memlük döneminden günümüze ulaşan medreselerin sayısının fazlalığı da bunu göstermektedir. Nitekim Zehebî gibi âlimler bölgeye gelerek bir süre kalmışlardır. Bu medreselerin bir kısmının vakfiyesinden Şâfiî fıkhı, Kur’an ve hadis öğretiminin yanı sıra fakir ve yetimlere yardım gibi sosyal fonksiyonlarının olduğu da anlaşılmaktadır. Memlükler döneminde Sâlih b. Yahyâ tarafından yazılan Târîḫu Beyrût bölgenin tarihi açısından önemli bir eserdir.

    Osmanlılar devrinde eğitim özellikle cami ve kiliselerin bitişiğindeki medreselerde yapılırdı. XVII. yüzyılda Mârûnîler tarafından açılan bir medresede dinî ilimlerin yanı sıra matematik, coğrafya, dil ve edebiyat da öğretiliyordu. Bu dönemde her mezhebin kendine ait medreseleri olduğu anlaşılmaktadır. XVII. yüzyılda bölgeyi ziyaret eden Evliya Çelebi, Beyrut’ta on yedi medrese ve sekiz sıbyan mektebinin bulunduğunu ifade eder.

    XIX. yüzyılda kurulmaya başlanan üniversitelerin yapısı Lübnan’ın kozmopolit durumunu yansıtır. Amerikalı Protestan misyonerler 1866’da Beyrut Amerikan Üniversitesi’ni kurarken Fransız Cizvitler Saint Joseph Üniversitesi’ni 1875’te eğitime açtılar. Bunu müslümanların kurduğu modern tarzdaki eğitim müesseseleri takip etti. Bunlardan ilki, Ahmed Abbas el-Ezherî’nin 1897’de Beyrut’ta açtığı el-Medresetü’l-İslâmiyye’dir. Fâris en-Nimr’in 1882’de kurduğu el-Mecmau’l-ilmiyyü’ş-Şarkī Lübnan’daki ilk akademidir. Günümüzde İngilizce eğitim veren Beyrut Amerikan Üniversitesi ve eğitim dili Fransızca olan Saint Joseph’in yanı sıra 1951 yılında Beyrut’ta devlet üniversitesi olarak kurulan Lübnan Üniversitesi ile 1960’ta Mısır’ın desteğiyle kurulan Beyrut Arap Üniversitesi Arapça eğitim yapmaktadır. 1987’de Mârûnîler’in tesis ettiği Notre Dame Üniversitesi, 1988’de Ortodoks hıristiyanların açtığı Balamand Üniversitesi, 1994’te eğitime başlayan Lübnan Amerikan Üniversitesi faaliyetlerine devam etmektedir. Beyrut Amerikan Üniversitesi Kütüphanesi ile Saint Joseph Üniversitesi Kütüphanesi’nin Şark Çalışmaları Bölümü oldukça zengindir.

    Filistinliler’le birlikte Lübnanlılar, Arap dünyası içerisinde en yüksek okuma yazma oranına sahip toplumlardan biridir. Kozmopolit yapısı, Batı’yla tarihten gelen ilişkileri sebebiyle Arapça’nın yanı sıra Fransızca ve İngilizce oldukça yaygın olarak kullanılmaktadır. Ülkede Arapça eğitim veren devlet okullarının yanı sıra İngilizce ve Fransızca eğitim veren özel okullar da mevcuttur.

    Arap dünyasının en önemli basım yayım merkezlerinden biri olan Lübnan’da erken dönemden itibaren matbaalar açılmıştır. XVII. yüzyıl başlarında bir matbaa kurarak özellikle dinî metinler yayımlayan Mârûnîler’i önce Süryânîler, XIX. yüzyılda Katolik ve Protestanlar takip etti. Bu yüzyılda hıristiyan mezheplerinden her biri kendilerine ait okullar açtı. Arap dünyasındaki ilk gazetelerden bir kısmı Beyrut’ta çıkarılmıştır. Halîl el-Hûrî 1858’de Ḥadîḳatü’l-aḫbâr’ı, Halîl Serkîs 1878’de Lisânü’l-ḥâl’i neşretmeye başladı. Yine bir Lübnanlı olan Ahmed Fâris eş-Şidyâk, 1861 yılında el-Cevâʾib adlı Arapça gazeteyi İstanbul’da çıkarmıştır. Bunun dışında el-Muḳteṭaf ve el-Hilâl gibi dergiler de yayım hayatına XIX. yüzyılda başlamıştır. Bu dönemde neşredilen gazete ve dergilerin sayısı önemli bir yeküne ulaşmıştı. Ancak bunların büyük kısmı I ve II. Dünya savaşlarında yayımlarını durdurmak zorunda kalmıştır. Uzun yıllar süren iç savaşa rağmen Lübnan her zaman Arap basım ve yayımındaki öncü konumunu sürdürmüştür. Günümüzde de özellikle Beyrut merkezli basın Arap kamuoyunda önemli yer tutmaktadır. Ayrıca Lübnan Arapça kitap yayımında lider konumundadır.

    XIX. yüzyılın sonlarında başlayan karışıklıklar ve I. Dünya Savaşı sebebiyle Kuzey ve Güney Amerika’ya göç eden Lübnanlı aydınlar (bk. CÂLİYE) burada “mehcer edebiyatı” olarak adlandırılan bir edebî akımın doğmasına ön ayak oldular. Bu akımın başlıca temsilcileri olan Cibrân Halîl Cibrân, Mihâil Nuayme, Îliyyâ Ebû Mâdî ve Emîn er-Reyhânî, er-Râbıtatü’l-kalemiyye’yi oluşturarak es-Sâʾiḥ adlı bir gazete ile el-Fünûn adlı bir dergi çıkardılar.

    Lübnan’da İslâm öncesi dönemden kalan Grek ve Roma tarihine ait çok sayıda eser yapılan kazılarla gün ışığına çıkarılmıştır. Bunlardan en önemlisi Ba‘lebek yakınlarındaki kalıntılardır. Bölgede uzun süren Haçlı hâkimiyeti ve depremler sonucunda Haçlı öncesi döneme ait eserlerin ancak kalıntıları günümüze ulaşabilmiştir. Bunlar arasında Ba‘lebek’te el-Câmiu’l-kebîr, Mescidü re’si’l-ayn ve Mescidü İbrâhim sayılabilir. Beyrut’ta Ömer Camii ve Evzâî’nin türbesi de zamanımıza intikal etmiştir. Beyrut’ta Osmanlı dönemi yapıları içinde II. Fahreddin Sarayı ile Amerikan ve Saint Joseph üniversiteleri anılabilir. Bu şehirde yer alan çok sayıda tarihî cami arasında Âsaf Paşa Camii, Emîr Münzir Camii, Mecidiye ve Musaytaba mescidleri başta gelenleridir. Özellikle Doğu Beyrut’ta birçok tarihî kilise bulunmaktadır.

    Trablus’taki tarihî yapılar ağırlıklı olarak Memlük ve Osmanlı dönemine aittir. XIX. yüzyıla kadar diğer Lübnan şehirleri genellikle küçük kasabalar halinde olduğundan Memlük ve Osmanlı mimarisinin özellikleri Trablus şehrinde görülebilir. Çoğu cami, medrese ve han olan şehirde mevcut elli civarındaki eserin otuzu Memlük devrine aittir. Bu dönemden kalan eserler işlemeli taş kubbeler ve cephelerle, mukarnaslarla tezyin edilmiş âbidevî kapılarıyla Memlük mimarisinin temel özelliklerini yansıtır. Bunlar arasında Câmiu’l-Mansûri’l-kebîr, Câmiu’t-Taynal, Câmiu’l-Attâr, Câmiu’l-Burtâsî ile Argun Şah Mescidi zikredilebilir. Yine bu döneme ait Nûriyye, Karatay, Merdâniyye, Nâsıriyye, Hâtuniyye, Acemiyye ve Hayriyye Hüsn medreseleri gibi on beş civarında medresenin yanı sıra Hânü’l-hayyâtîn, Hânü’l-Mısrıyyîn ve Hânü’l-asker en önemli tarihî yapılardır. Trablus’ta Osmanlı döneminden kalma Tahhân Camii’den başka pek çok medrese vardır.

    Osmanlı Dönemi. Ekim 1516’da Osmanlı yönetimine giren bölgenin idaresiyle ilgili yapılan yeni düzenleme sonunda Lübnan’ın yönetimi, Memlükler adına görev yapan Tenûhîler’den (Buhturlar) alınıp dönemin diğer bir güçlü Dürzî ailesi olan Ma‘noğulları’na verildi. Bu tarihte Ma‘noğulları ailesinin reisinin kim olduğu tartışmalı bir konudur. Yakın dönemlere kadar, Lübnan’ı temsilen I. Fahreddin’in Şam’da bulunan Sultan Süleyman’a itaatini bildirdiği ve Lübnan yönetiminin kendisine verildiği belirtilirken (İA, III, 668) son zamanlarda yapılan araştırmalar bu bilginin doğru olmadığını, Korkmaz b. Yûnis’in Osmanlı devrinin ilk yöneticisi olduğunu ortaya koymuştur (Salibi, IJMEJ, IV [1973], s. 272-281). “Emirlik sistemi dönemi” (1516-1842) adı verilen bu devirde Osmanlılar için öncelikli iki konudan biri vergilerin toplanması, diğeri iç güvenliğin sağlanması ve her yıl Şam şehrinde toplanan hac kervanının güvenlik içerisinde Hicaz’a gidip gelmesiydi. Bu sebeple Lübnan bölgesinde Osmanlı hâkimiyetini kabul eden ve güvenliği sağlayacak güce sahip Ma‘noğlu ailesinin göreve getirilmesi uygun görülmüş olmalıdır.

    1518’de Bikā‘ vadisinde meydana gelen İbnü’l-Haneş liderliğindeki isyanla alâkalı oldukları düşünülen Ma‘n emîrlerinden bazıları ele geçirilmiş ve Şam Beylerbeyi Canbirdi Gazâlî isyanının bastırılmasının ardından Lübnan’da devlet otoritesinin güçlendirilmesi için 1523 ve 1524’te Dürzîler üzerine iki sefer düzenlenmişti. Bu tarihten itibaren 1580’lere kadar Lübnanlı mahallî güçler arasındaki rekabet ve bazan da devlet otoritesine karşı tavırlar sebebiyle Şam beylerbeyiliğinin sınırlı müdahalelerine rağmen Ma‘noğulları bölgedeki güçlerini giderek arttırdılar. 1585’te Ma‘noğulları’na karşı gerçekleştirilen bir askerî harekât sonucu Emîr Korkmaz öldü ve 1590’ların başında Ma‘noğlu hâkimiyeti Korkmaz’ın oğlu Fahreddin tarafından tekrar tesis edildi.

    Fahreddin’in idaresi döneminde (1585-1635) Ma‘noğulları’nın nüfuzu giderek arttı, 1600’lü yıllara gelindiğinde Kuzey ve Güney Lübnan’ın tamamına yayıldı. Osmanlı Devleti’nin Avusturya ve İran savaşlarıyla meşgul olduğu bu devirde Fahreddin silâhlı birlikler kurarak Lübnan’da neredeyse bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Daha önce Halep beylerbeyiliği görevinde bulunan ve Fahreddin’in bağımsız tavırlarını iyi bilen Nasuh Paşa 1611’de sadârete gelince Lübnan’daki gelişmeler daha yakından takip edilmeye başlandı. Vergilerin aksatılması üzerine Şam Beylerbeyi Hâfız Ahmed Paşa 1612-1613’te Lübnan üzerine sefer düzenledi. Fahreddin, yerine oğlu Ali’yi bırakarak İtalya’ya kaçtıysa da 1618’de affedilerek tekrar Lübnan’a döndü. Eski politikalarını sürdürüp Lübnan’da hâkimiyetini pekiştirdi. Aynı dönemde Lübnan’ın Avrupa ile ticarî ve dinî ilişkileri belirgin bir şekilde gelişti, yeni kiliseler inşa edildi ve misyoner faaliyetleri arttı. Gelişmeler üzerine IV. Murad, Şam Beylerbeyi Küçük Ahmed Paşa’yı Fahreddin’in üzerine gönderdi. Yakalanan Fahreddin iki oğlu ile birlikte İstanbul’a gönderildi ve burada Hüseyin hariç diğerleri idam edildi (1635).

    Fahreddin’in iktidarının sona erdirilmesi Lübnan’daki Ma‘noğlu hâkimiyetine büyük bir darbe vurdu. Nüfuzları azalmakla birlikte ailenin başına geçen Fahreddin’in yeğeni Mülhem, Şûf bölgesinde etkinliğini devam ettirdi. Halefi olan oğlu Ahmed’in 1697’de geride çocuk bırakmadan ölmesiyle Lübnan’daki Ma‘noğulları dönemi sona erdi. Bölgedeki Dürzî ileri gelenleri Lübnan Emirliği’ne Beşîr Şihâbî’yi seçtiler. Ancak o sırada Osmanlı sarayında görevli Fahreddin’in oğlu Hüseyin’in girişimleriyle Beşîr’in emirliği tanınmayarak yerine ailenin diğer ferdi Haydar Şihâbî tayin edildi. Çocuk yaşta olan Emîr Haydar yetişkin seviyesine gelinceye kadar 1697-1707 yılları arasında Beşîr nâib olarak görev yapacaktı. Böylece Lübnan’da Şihâbîler devri diye adlandırılan yeni bir dönem başlamış oldu.

    Sünnî olan Şihâbîler’in yönetimindeki halkın çoğunluğu akrabalık bağı olan Dürzîler ile Mârûnî hıristiyanlardan oluşmaktaydı. Bu devirde bazı hıristiyanlar emîrin yakınında görev almakla birlikte asıl güç Dürzîler’in elindeydi. Esasen bölgenin tarım arazisini de onlar işletmekteydi. Ancak XVIII. yüzyılın başında iki büyük Dürzî kabilesinden Kaysîler’e mensup olan Şihâbîler’in emirliğine karşı Yemenîler’e mensup Alemüddinler ayaklandı. 1708-1711 yılları arasında devam eden bu mücadelede Sayda valisinin desteğini alan Alemüddinler başlangıçta kısmî başarılar elde etmekle birlikte sonunda ağır bir yenilgiye uğradılar ve Lübnan’ı terkederek Havran’a yerleştiler. Bölgede kalan en önemli Yemenî ailesi Garb’da yerleşmiş bulunan Arslan ailesiydi. Şihâbîler’in dışında Kaysîler’den Ebü’l-Lam ailesi ve Yemenîler’den Arslan ailesi emîr unvanını kullanmaktaydılar. Bu sebeple Lübnan idaresini elinde bulunduran Şihâbî emîrlere “emîrü’l-kebîr” denmeye başlandı.

    Şihâbîler, 1711’de önemli bir Dürzî muhalefetini bitirerek bölgedeki otoritelerini güçlendirdiler. Fakat bu durum uzun vadede Lübnan Dürzîleri’nin aleyhine oldu. Öncelikle önemli bir Dürzî nüfusun bölgeden ayrılması üzerine Mârûnîler’in genel nüfus içindeki oranı hayli arttı. Ayrıca XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren Mârûnîler giderek siyasî ve ekonomik güçlerini arttırmaya başladılar. Bunda Lübnan’da kalan Dürzîler arasındaki iktidar mücadelelerinin de rolü olmuştur. 1732’de babası Haydar’ın halefi olarak emirliğe geçen Mülhem 1754’te kardeşi Mansûr lehine görevden çekilince diğer kardeşi Ahmed buna razı olmadı. XVII. yüzyılda Lübnan’a yerleşerek gittikçe gücünü arttıran Dürzî ailelerden Canbolatlar’ın ve Mârûnî büyük ailelerden Hâzinler’in desteğini alan Mansûr, Yezbekî grubunu oluşturan Dürzî şeyh ailelerinin ve Mârûnî Hubeyşîler’in desteğini alan Ahmed ile mücadele etmek durumunda kaldı.

    Bu arada kendisi Sünnî müslüman olan Mülhem’in çocukları Hıristiyanlığı kabul ettiler (1756). Aynı dönemde önemli Dürzî ailelerinden Ebü’l-Lam mensupları da hıristiyan oldular. Mülhem’in 1761’de ölümünün ardından mücadele Canbolat-Yezbekî grupları mücadelesine dönüştü, bu da Dürzîler’in Lübnan üzerindeki otoritesini zayıflatmaya başladı. 1770’te Mansûr’un emirlikten ayrılmasıyla yerine Mülhem’in hıristiyan olan oğlu Yûsuf geçti (1770-1788), böylece Lübnan’da bu defa da hıristiyan Şihâbîler dönemi başladı. Mârûnîler’in giderek güç kazanmalarının bu değişimde önemli payı olduğu söylenebilir. Avrupa ile geliştirdikleri ticarî, dinî ve kültürel ilişkiler Mârûnîler’in Lübnan içindeki gücünü hissedilir derecede arttırmış ve cazibe merkezi oluşturmuştur. Dürzî emîrlerinin hoşgörü ve desteğiyle faaliyetlerini yoğunlaştıran misyonerlerin de etkisiyle adı geçen iki büyük Dürzî ailesinin dışında birçok Dürzî de Mârûnîler’e katıldı. Genel olarak bölgedeki misyonerlerin tamamının Mârûnîler’i güçlendirmeye çalıştığı da belirtilmelidir. Mârûnîler Dürzî köylerine yerleşmeye başladılar ve Suriye’nin iç kesiminden bazı hıristiyan aileler de Lübnan’a göç ettiler.

    Lübnan’daki gelişmeler 1775’te Cezzâr Ahmed Paşa’nın Sayda valiliğine tayin edilmesiyle yeni bir döneme girdi. İdarî merkez olarak Akkâ’yı kullanan Ahmed Paşa, Lübnan Emirliği’ni kontrolü altına almak amacıyla Emîr Yûsuf’a karşı kardeşlerini destekleyerek onu zayıflatmanın ötesinde Canbolat-Yezbek mücadelesinde Canbolatlar’ı destekledi ve ardından her iki grubu emîre karşı kullanmaya çalıştı. Bu iç rekabetin çatışmaya dönüşmesiyle 1788’de duruma müdahale eden Cezzâr Ahmed Paşa, Yûsuf’un yerine aynı aileden hıristiyan Beşîr Şihâbî’yi tayin etti. Yûsuf 1789’da emirliği tekrar ele geçirmeye teşebbüs ettiyse de muvaffak olamadı. Canbolatlar’ın ve Cezzâr Ahmed Paşa’nın desteğini alarak emîr olan II. Beşîr 1790’da Yûsuf’un ölümüyle büyük bir rakipten kurtulmuş oldu.

    II. Beşîr, yarım asırdan fazla sürecek olan emirliğinin (1788-1840) ilk yıllarında Ahmed Paşa’nın müdahaleci ve otokratik tavırları sebebiyle sıkıntılı dönemler yaşadı. Ahmed Paşa 1793, 1794 ve 1798 yıllarında Beşîr’in yerine Yûsuf’un oğullarından Hüseyin, Sa‘deddin ve Selîm’i müştereken Lübnan emirliğine tayin etti. 1799’da Fransızlar Akkâ’yı muhasara altına aldıklarında Lübnan bu kargaşa dönemini yaşamaktaydı. Mârûnîler, Fransızlar’ın Lübnan’ı almalarını beklerken Dürzîler genel olarak Osmanlı tarafında yer aldılar. Fransızlar’ın kısa sürede bölgeden çıkarılmasının ardından Ahmed Paşa’nın gazabından çekinen II. Beşîr İngilizler’in de yardımı ile Mısır’a gitti. II. Beşîr daha sonra Lübnan’a döndü ve Ahmed Paşa ile iyi geçinmeye gayret etti.

    1804’te Ahmed Paşa’nın vefatı Beşîr’in Lübnan’daki otoritesini tekrar tesis etmesine yaradı. Osmanlı Devleti, esas itibariyle Hicaz’da ortaya çıkan ve Suriye bölgesini tehdit eden Vehhâbî tehlikesiyle uğraşırken 1804 sonunda Akkâ valiliğine tayin edilen Süleyman Paşa ile iyi ilişkiler kuran Beşîr Lübnan’daki hâkimiyetini pekiştirdi. 1810 yılında yaklaşık 15.000 kişilik bir askerî güçle Şam’ın Vehhâbîler’e karşı savunulmasına yardımcı oldu. Vehhâbî probleminin doğurduğu sıkıntılar yüzünden yerlerini terkeden Halep civarından çok sayıda Dürzî ile Suriye’nin iç kesimlerinden hıristiyanların 1811’de Lübnan’a yerleşmesine müsaade eden Beşîr bölgedeki popülaritesini de arttırdı. Ancak 1818’de Süleyman Paşa’nın vefatının ardından yerine tayin edilen İbrâhim Paşa’nın Beşîr’in bölgedeki gücünden rahatsızlığını ortaya koyan politikalar izlemesi ve Lübnan’ın ödemesi gereken vergi miktarını arttırması kısa sürede gerginliklerin yaşanmasıyla sonuçlandı. Beşîr’in muhaliflerinden Hasan ve Selmân’ın desteklenmesiyle birlikte Metn ve Kisrevan’da vergi memurlarına karşı isyan çıkması Emîr Beşîr’i zor durumda bıraktı. Olayları kontrol edemeyince 1820’de emirlikten feragat ederek Havran’a çekildi. Müşterek emirlik göreviyle yerine geçen Hasan ve Selmân Lübnan’da otoriteyi tesis edemediler. Bunun üzerine Akkâ Valisi Abdullah Paşa ve Lübnan ileri gelenlerinin ortak kanaatiyle 1821’de Beşîr tekrar emirliği üstlendi.

    Akkâ Valisi Abdullah Paşa ile Şam Valisi Derviş Paşa mücadelesinde Abdullah Paşa’yı destekleyen Beşîr, Abdullah Paşa’nın görevden alınmasıyla zor durumda kaldı ve Mısır’a gitti. Bu arada Abdullah Paşa, Osmanlı hükümetinin kararına karşı çıkarak Akkâ’da direnmeye başladı. Mehmed Ali Paşa’nın araya girmesiyle affedilen Abdullah Paşa Akkâ valiliğinde kalınca 1822’de Beşîr tekrar Lübnan’a döndü. Bütün bu gelişmeler Lübnan içerisinde güçlü aileler arasındaki rekabeti arttırdı. 1822-1825 yıllarında meydana gelen hıristiyan Şihâbîler ve Dürzî Canbolatlar arasındaki mücadele, Canbolatlar’ın kaybetmesi ve liderleri Beşîr Canbolat’ın Akkâ’da idam edilmesiyle yeni bir boyut kazandı. Bu olaylar, Mârûnîler ile Dürzîler arasında uzun süre devam edecek olan rekabetin önemli bir aşamasını teşkil etmiştir.

    1832-1840 yılları arasında Mısır idaresinde kalan Lübnan etkileri uzun süre devam edecek olaylara sahne oldu. Bu dönemde Emîr Beşîr, Kavalalı İbrâhim Paşa’nın isteklerini yerine getirmekten öte bir fonksiyon icra edemedi. İbrâhim Paşa ise bölgede uzun süre içerisinde oluşmuş dengeleri ve uygulamaları göz ardı eden politikalara başvurdu. Osmanlı Devleti’ne karşı Avrupa devletlerinin desteğini kazanmak amacıyla geleneksel olarak gayri müslimlere uygulanmakta olan ayırımları kaldırdı, bölgede misyoner faaliyetlerini serbest bıraktı, ticarî değeri yüksek olan mallara -ipek, pamuk ve sabun- tekel sistemi uyguladı, yüksek askerî harcamalarını karşılamak üzere vergileri arttırdı ve zorunlu askerlik uygulamasını başlatarak ciddi isyanlara sebep oldu. Mısır yönetimine karşı duyulan rahatsızlıklar müslüman, Dürzî ve hıristiyanları birleştirdi ve Haziran 1840’ta geniş çaplı bir isyan meydana geldi. Emîr Beşîr Ekim 1840’ta Lübnan’ı terkederek Malta’ya sürgüne gitti, aynı yılın son aylarında da İbrâhim Paşa Lübnan’ı tamamen boşaltmak zorunda kaldı.

    Eylül 1840’ta III. Beşîr Şihâbî Lübnan’ın yeni emîri olarak tayin edildi. Zayıf karakterli olan III. Beşîr Dürzîler’in ciddi muhalefetiyle karşılaştı. Lübnan iç dengeleri bozulmuş ve hıristiyanlarla Dürzîler arasındaki rekabet şiddetlenmişti. Lübnan’da hâkimiyet tesis edemeyeceği anlaşılan III. Beşîr Ocak 1842’de görevden alındı. Böylece Lübnan’daki Şihâbî ailesinin yönetimi sona erdi.

    Bu arada Dürzîler ile Mârûnîler arasındaki vergilendirme ve bunların toplanması (mukātaat) meselelerinden ötürü oluşan gerginlik kanlı çatışmalara dönüştü. Henüz Tanzimat politikalarının uygulanamadığı Lübnan doğrudan merkeze bağlanmaya çalışıldı ve bu amaçla Ömer Paşa vali olarak tayin edildi. Bölgedeki yabancı nüfuzunun iç gelişmeleri etkileyecek boyuta geldiği bu dönemde Ömer Paşa’nın Dürzîler’i ve hıristiyanları yeni yönetim anlayışına kazanma gayretlerinin başarılı olmayacağı anlaşılınca Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Rusya’nın da desteğini alan yeni bir sistem uygulanmaya başlandı. Buna göre Lübnan iki idarî bölgeye ayrılacak, kuzeydeki Mârûnî bölgesinde Mârûnî bir kaymakam, güneyde ise Dürzî bir kaymakam görev yapacaktı. Böylece emirlik sistemi dönemi sona ermiş ve “çifte kaymakamlık” adı verilen yeni bir dönem başlamış oldu (1843-1860). Ocak 1843’te yapılan tayinlerle Haydar Ebü’l-Lâm Mârûnî bölgesinin, Ahmed Arslan Dürzî bölgesinin kaymakamlığına getirildiler.

    Emirlik sistemi döneminin geleneksel yerel idare yapısını ortadan kaldıran yeni sistemin karşılaştığı en önemli sıkıntılardan biri hıristiyan, Dürzî ve müslümanların karışık olduğu mahallerde yaşandı ve “harekāt” adı verilen kanlı bir iç savaşın yaşandığı bir devir başladı. Sisteme her çevreden itirazlar geliyordu. Gerginlikler, küçük çaplı kavgalar Mayıs 1845’te silâhlı çatışmaya dönüştü. Bunun üzerine Osmanlı Hariciye Nâzırı Şekib Efendi Lübnan’a geldi. Mahallî gruplar ve Avrupa devletlerinin temsilcileriyle gerçekleştirilen müzakereler sonunda çifte kaymakamlık sisteminin etkinliğini arttıracak kararlar alındı. 1850’de gözden geçirilen kararlar Lübnan’da bürokratik hükümet yapısının meydana gelmesinde dönüm noktası olmuştur. Bunların en önemlisi her kaymakamlığa müslüman, Dürzî, Mârûnî, Grek Ortodoksları ve Grek Katolikleri temsil eden birer üyenin yanı sıra altı hâkimin yer alacağı birer meclisin kurulmasıdır. Hâkimlerden oluşan üyeler hukukî meselelerin halledilmesinde, cemaat temsilcileri de malî ve idarî meselelerde kaymakamlara yardımcı olacaklardı. Böylece çeşitli dinî gruplar -Şiîler hariç olmak üzere- ilk defa idarede resmen yer almaktaydı. Anlaşmazlık konularının başında gelen vergi meselelerinin bu kurumlar tarafından düzenlenmesi mukātaacı ve mukātaa sisteminin ilgasına giden yolu açmıştır.

  • SURİYE

    Kuzeyden Türkiye, doğu ve güneydoğudan Irak, güneyden Ürdün, güneybatıdan İsrail, batıdan Lübnan, Akdeniz ve Türkiye ile çevrilidir. Ülkenin resmî adı el-Cumhûriyyetü’l-Arabiyyetü’s-Sûriyye, yüzölçümü 185.180 km2, nüfusu ise son savaşlar nedeniyle yaşanan ölümler ve göçler nedeniyle tam olarak bilinmemektedir. Başşehri Şam (Dımaşk: ), diğer önemli şehirleri Halep, Humus ve Lazkiye’dir.

    I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA
    Batıdaki Ensâriye, Antilübnan (Cebelişarkî) ve Dürzî dağları dışında yüzey şekilleri sade bir görünümdedir. Batıdaki dağlık yapı doğuda yerini ortalama yükseltisi 400-600 m. civarında olan ve 200 metreye kadar inebilen hafif dalgalı, geniş plato düzlüklerine bırakır. Antilübnan dağları üzerindeki Hermon dağı ülkenin en yüksek yeridir (2814 m.). Ensâriye dağlarıyla Akdeniz arasındaki dar şeritte küçük kıyı ovaları yer alır. Bunların en önemlisi Tartûs’un güneyinde Nehrülkebîr’in suladığı Akkār ovasıdır. Süveydâ-Tedmür-Deyrizor hattının güneyinde kalan bölgede Bâdiyetüşşâm, Şâmiye ve Bâdiye gibi adlarla bilinen geniş çöl alanları bulunur. Genelde hafif dalgalı bir topografyaya sahip çöl alanında yer yer tuzlu bataklık ve vahalar göze çarpar. Türkiye’den gelen ve Suriye’deki uzunluğu 680 kilometreyi bulan Fırat, Lübnan’dan gelen Âsi ve Fırat’ın kolları Habur ile Belih Suriye’nin en önemli akarsularıdır. Akarsular tarımda sulama için büyük önem taşıdığından üzerlerine birçok baraj yapılmıştır.

    Batı kesimlerinde hüküm süren Akdeniz iklimi doğuya doğru gidildikçe değişir ve yağış miktarı azalır, sıcaklıklar artar; merkezî bölgelerde ve güneydoğuda çöl şartları hâkimdir. Yıllık ortalama sıcaklık, 32 °C ile Deyrizor ve Ebûkemal arasında kalan alanda en yüksek değerlere ulaşır; ancak sıcaklığın yarı kurak bölgelerde ve çöllerde 40 °C’in üstüne çıktığı görülür. Ensâriye dağlık kütlesinde yağışlar boldur ve Akdeniz’e bakan batı yamaçlarında 800-1000 mm. arasında olan yıllık ortalama yağış miktarı yüksek kesimlerde 1400 milimetreyi aşar. Bâdiyetüşşâm’da bu miktar 100 milimetrenin altına düşer. Akdeniz ikliminin görüldüğü batı kesiminde makinin yaygın olduğu Akdeniz bitki örtüsü, geri kalan büyük kesimde yarı kurak iklim şartlarında gelişen step formasyonu hâkimdir. Batıda Ensâriye dağlarının yükseklerinde kızılçam, meşe ve Halep çamına rastlanır. Güneydoğudaki Süveydâ, Deyrizor hattının ötesinde kalan saha çöl bitkilerinin yayılış alanıdır. Ensâriye, Antilübnan ve Abdülazîz dağlarında görülen ormanlar ancak % 3’lük bir alan kaplar.

    Nüfusun % 50’si yirmi yaşın altındadır; yaşlı nüfusun (altmış beş yaş ve üstü) oranı çok düşüktür (% 3). Halkın büyük bölümü, yaşamaya uygun iklim özellikleri ve tarım alanlarının yer aldığı ülkenin batı kesiminde toplanmıştır. Nüfus yoğunluğu ortalamasının kilometrekarede 102 kişi (2005) olduğu ülkede bu değer Şam, Halep ve Lazkiye çevrelerinde 150 iken Hama, Humus, Tartûs, İdlîb ve Dârâ çevrelerinde 50-100 kişi arasında değişir; merkezde ve güneydoğu kesimlerinde ise beş kişinin altına düşer. En önemli etnik grupları Araplar, Türkler, Dürzîler, Ermeniler ve Kürtler oluşturur; ayrıca ülkede sayıları 300.000’i aşan Filistinli mülteciler bulunmaktadır. Toplam sayıları 1 milyondan fazla olan Türkler’in büyük çoğunluğu Halep, Menbic, Azâz, Lazkiye, Hama, Humus, Şam ve Kuneytıra’da oturmaktadır. Nüfusun % 85’ini müslümanlar, % 10’unu hıristiyanlar, geriye kalanın 260.000’ini Dürzîler meydana getirir.

    Topraklarının yaklaşık % 30’unda tarım yapılan Suriye’nin ekonomisi bu sektöre ve hayvancılığa dayanır. Nüfusun yarısının çalıştığı tarım sektörünün millî gelirdeki payı % 25 kadardır. Batıda daha çok zeytin, pamuk ve üzüm, iç kesimdeki step alanlarında buğday ve arpanın ön plana çıktığı tahıl türleri üretilir. Halkın temel geçim kaynaklarından birini teşkil eden hayvancılıkta geniş step alanlarının varlığı koyun yetiştiriciliğinin yaygınlaşmasına (% 80) yol açmıştır. Ülkede tarım ve hayvancılığa dayalı bir gıda ve tekstil sanayii ile pek gelişmemiş kimya ve çimento sanayii mevcuttur; ağır sanayinin petrol rafinesiyle (Humus ve Bâniyâs) sınırlı kaldığı söylenebilir. Yer altı kaynakları bakımından fakir olan Suriye topraklarından petrol, fosfat, doğal gaz ve asfaltit çıkarılır. Toplam 2,5 milyar varil rezervinin bulunduğu tahmin edilen petrol, tarım-hayvancılık ürünlerinin ve fosfatın yanında önemli ihraç maddelerinden biridir. İyi bir karayolu ağına sahip olan Suriye’de Lazkiye, Tartûs ve Bâniyâs limanları ile Dımaşk, Halep, Deyrizor ve Kamışlı havaalanları deniz ve hava ulaşımının başlıca merkezleridir. Demiryolları ise hatlarının eskiliği sebebiyle fazla önem taşımamaktadır. Turizm gelirlerinin kaynağını tarihî kalıntılarla eski eserler ve dinî merkezler oluşturmaktadır.

    Başlangıçtan Osmanlı Dönemine Kadar. İslâm fetihlerinden önce Suriye’de Bizans’ın vasalı Gassânîler hüküm sürüyordu. Gassân, Kelb, Tenûh, Tağlib, Selîh gibi Arap kabilelerinden oluşan halk büyük ölçüde hıristiyanlaşmıştı. Sâsânîler, 613 yılında Gassânîler’i yenerek Dımaşk’ı ele geçirip bölgeyi hâkimiyetleri altına aldılar. Ancak Herakleios uzun süren savaşların sonunda 628’de Suriye’yi geri almayı başardı. Hicaz kabileleri ve özellikle Mekke halkı Kureyşliler, İslâm öncesinde Bilâdüşşam diye adlandırdıkları Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin ile ticarî ilişkiler kurmuşlardı. Kur’an’da işaret edildiği gibi (el-Kureyş 106/1-4). Kureyş kervanları kışın güneye (Yemen), yazın kuzeye (Suriye ve Filistin şehirleri) gidiyordu. Siyer kaynaklarında Hz. Peygamber’in, on iki yaşında iken bu kervanlardan birinde amcası Ebû Tâlib ile birlikte Suriye’nin güneyindeki Busrâ’ya kadar gittiği bildirilmektedir.

    İslâm döneminde Suriye bölgesiyle ilk münasebet Resûl-i Ekrem’in davet mektupları dolayısıyla başladı. Gassânî Emîri Şürahbîl b. Amr, Resûlullah’ın Busrâ-Filistin valisine gönderdiği elçisini yakalatarak öldürtmüştü. Bunu savaş sebebi sayan Hz. Peygamber’in gönderdiği İslâm ordusuyla bölgede bulunan Bizans ordusu arasında Ürdün’ün güneyinde Mûte Savaşı meydana geldi (Cemâziyelevvel 8 / Eylül 629). Bundan bir yıl sonra, Bizans İmparatoru Herakleios’un Medine’ye karşı saldırı hazırlığı içinde olduğu yolunda gelen haberler üzerine Resûl-i Ekrem 30.000 kişilik bir orduyla Tebük Seferi’ne çıktı. Yaklaşık yirmi gün Bizans sınırlarına yakın bir mevkide beklediği halde Bizans ordusu karşısına çıkmayınca bölgedeki yerel emirliklerle cizye ödemeleri ve İslâm devletinin egemenliğini tanımaları şartıyla antlaşmalar yaptıktan sonra Medine’ye döndü. Hz. Ebû Bekir de isyan hareketlerinin bastırılmasının ardından İslâmiyet’in tebliği yanında bölgenin güvenliğini sağlamak, orada yaşayanların uğradığı zulüm ve haksızlığa son vermek için her biri 3000 kişiden oluşan üç ayrı birliği, ikisini Yezîd b. Ebû Süfyân ile Şürahbîl b. Hasene’nin kumandasında Tebük-Maan istikametinde Suriye ve Ürdün’e, üçüncüsünü Amr b. Âs kumandasında Eyle üzerinden sahil istikametinde Filistin’e doğru gönderdi (13/634). Amr b. Âs, Güney Filistin’de bulunan Vâdilarabe ve Dâsin’de (Gazze) Bizans kuvvetlerini yenilgiye uğratıp Gamrülarabât’a kadar ilerledi. Buna karşılık Bizans İmparatoru Herakleios kardeşi Theodoros kumandasında büyük bir ordu gönderince halifenin emriyle Irak cephesinden Suriye cephesine intikal eden Hâlid b. Velîd, Dımaşk’ın güneyinde Mercirâhit’te Gassânî birliklerini yenilgiye uğrattı (18 Safer 13 / 23 Nisan 634). Güneye doğru ilerleyerek Amr b. Âs dışındaki kumandanlarla buluştu ve Busrâ ile bu şehrin içinde yer aldığı Havran bölgesini barış yoluyla fethetti. Ardından kuzeye yöneldi ve Ecnâdeyn’de Amr b. Âs’a yetişti. Başkumandanlığını Hâlid b. Velîd’in yürüttüğü Ecnâdeyn Savaşı’nda 80.000 kişilik Bizans ordusuna karşı kazanılan büyük zaferle Filistin ve Suriye’nin kapıları müslümanlara açılmış oldu (28 Cemâziyelevvel 13 / 30 Temmuz 634). Suriye’deki fetihler, bu zaferin müjdesi kendisine ulaştıktan sonra vefat eden Ebû Bekir’in yerine halifeliği üstlenen Hz. Ömer döneminde daha da genişledi. Fihl ve Mercüssuffer’de kazanılan zaferlerin ardından Dımaşk fethedildi (Receb 14 / Eylül 635). Bu dönemde Hama, Ba‘lebek ve Humus şehirleri de müslümanların eline geçti.

    Müslümanların bölgedeki başarıları üzerine Herakleios, hıristiyan Araplar’ın ve Ermeniler’in de katıldığı 50-100.000 kişilik bir orduyu Suriye’ye gönderdi. Bu gelişme karşısında Hâlid b. Velîd, Humus ve Dımaşk’taki kuvvetleri çağırdı ve sayıları 25.000’i aşan askerleriyle Yermük vadisine geldi. Yapılan meydan savaşında Bizans ordusu ağır bir yenilgiye uğradı (12 Receb 15 / 20 Ağustos 636). Yermük zaferiyle Bizans’ın bölgedeki direnci tamamen kırıldı. Daha sonra İslâm orduları Suriye’nin kuzeyine yöneldi. Şeyzer, Kınnesrîn ve Halep gibi şehirler Ebû Ubeyde b. Cerrâh tarafından fethedildi. Çok geçmeden Antakya’ya kadar bütün Suriye İslâm hâkimiyetine girdi. Lazkiye, Tartûs (Antartus) gibi sahil şehirleri ise zaman içerisinde İslâm topraklarına katıldı. Bizans’ın içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal çöküntü ile Hıristiyanlık’taki mezhep mücadelelerinin yanı sıra bölge halkının büyük kısmının Arap olması ve özellikle müslümanların âdil uygulama ve davranışları Suriye’nin fethini kolaylaştırdı, bu sebeple Suriye şehirlerinin çoğu barış yoluyla ele geçirildi.

    Kudüs’ün fethinden hemen önce Suriye’ye gelerek Câbiye’de konaklayan Hz. Ömer, bölgedeki valilerin katıldığı toplantıda fetihler neticesinde ortaya çıkan yeni meseleleri müzakere ederek gelirlerin paylaşımı ve zimmîlerin durumuyla ilgili önemli kararlar aldı (16/637). Fetihlerden sonra Suriye’nin güneyi ve merkezî kısımları Dımaşk, kuzey bölgeleri Humus cündüne bağlandı. 18 (639) yılındaki Amvâs veba salgını esnasında Suriye fâtihlerinden Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Dımaşk Valisi Yezîd b. Ebû Süfyân başta olmak üzere pek çok sahâbî öldü. Hz. Ömer tarafından kardeşinin yerine Dımaşk valiliğine getirilen Muâviye b. Ebû Süfyân, Hz. Osman döneminde Filistin, el-Cezîre, Humus ve Kınnesrîn’in de kendisine bağlanmasıyla Suriye genel valisi oldu (24/645). Muâviye’nin Suriye valiliği Suriye tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiştir.

    İslâm fetihleri esnasında Suriye şehirlerinde yaşayan hıristiyan halkın bir kısmı Bizans ordusuyla Anadolu’ya giderken çoğunluk bulunduğu şehirlerde kalmıştı. Müslümanlar onlarla birlikte bu şehirlere yerleştiler. Muâviye b. Ebû Süfyân, İslâm öncesinde Suriye’ye yerleşmiş bulunan Benî Kelb’den bir kadınla evlenip bölgenin en büyük kabilesini arkasına aldı. Böylece Kelbîler’e ve Halife Hz. Osman’a dayandırdığı güç ve itibarını gittikçe arttırdı; kendisine çok bağlı disiplinli bir ordu kurmanın yanında başarılı yönetimiyle bölge halkının gönlünü kazandı. Ayrıca Benî Temîm, Kays, Esed gibi kabileleri Suriye’nin çeşitli bölgelerine yerleştirdi. Suriye’nin fethinde rol oynayan pek çok sahâbî de bölgede kaldı.

    41 (661) yılında Emevî Devleti’nin kurulması ve Dımaşk’ın başşehir yapılması Suriye’nin önemini daha da arttırdı. Fethedildiği yıllarda Dımaşk ve Humus cündlerine ayrılan Suriye’de Yezîd b. Muâviye devrinde kuzey bölgelerinin bağlandığı Kınnesrîn cündü oluşturuldu. Humus ve Kınnesrîn valileri nüfuz sahibi kabilelerden seçiliyordu. II. Muâviye’nin ölümü üzerine Kınnesrîn ve Humus valileri Abdullah b. Zübeyr’e itaat etmişti. II. Muâviye tarafından, yerine bir halife seçilinceye kadar devlet işlerini yürütmekle görevlendirilen ve Dımaşk’taki Kaysîler’in lideri olan Dahhâk b. Kays da Abdullah b. Zübeyr’i destekledi ve Câbiye görüşmelerinde halife seçilen Mervân b. Hakem’e karşı isyan etti. Kınnesrîn, Humus ve Filistin ordugâhlarından temin ettiği yardımla gücünü arttırdı. İki taraf arasında Mercirâhit’te yapılan savaşı Kelb kabilesinin desteklediği Mervân kazandı; böylece Emevî saltanatının devamını ve halifeliğin ailenin Mervânî koluna geçmesini sağladı (Muharrem 65 / Ağustos-Eylül 684). Mervân ilk olarak Abdullah b. Zübeyr’i destekleyen Kaysîler’e mensup valileri görevden aldı ve Suriye’de kontrolü tamamen ele geçirdi. Kelb ve Kays kabileleri arasındaki Mercirâhit savaşı, iki kabile grubu arasında Emevîler’in yıkılışına kadar süren ve Suriye tarihinin karakteristiğini oluşturan kabile mücadelelerinin başlangıcı oldu.

    Halife İbrâhim b. Velîd’e karşı isyan eden II. Mervân, Kınnesrîn Kaysîleri ve Velîd’in öldürülmesi yüzünden ayaklanan Humus halkının da katılımıyla Dımaşk üzerine yürüdü. Yemenli kabilelerden oluşan orduyu bozguna uğratarak Dımaşk’a girdi ve halife ilân edildi (127/744). II. Mervân, Yemen asıllı kabilelerin merkezi durumundaki Suriye’yi kendisi için tehlikeli buluyordu. Dımaşk’ta işleri yoluna koyduktan sonra hükümet merkezini kendisini destekleyen Kaysî kabilelerin merkezi olan Harran’a taşıdı. Ancak bu hareketi, baştan itibaren Emevî saltanatının devamını sağlayan Suriye’deki Yemen asıllı kabilelerin isyanına yol açtı. Humus, Dımaşk ve Taberiye’deki isyanları Kelbîler’in merkezi konumundaki Tedmür’deki isyanlar takip etti. II. Mervân ancak 128 (746) yılı yazında Suriye’yi tamamen itaat altına alabildi. Emevîler döneminde Suriye’nin imarına önem verildi. Emevî halifeleri Dımaşk, Halep gibi şehirlerde pek çok cami, saray ve kasır inşa ettirdiler. İslâm sanatının temelini teşkil eden ve sanat tarihi açısından büyük önem taşıyan bu eserlerden bazıları günümüze ulaşmıştır (aş.bk.). Tarımın gelişmesine özen gösteren Emevî idarecileri Suriye’de sulama kanalları açtırdılar.

    Son Emevî halifesi II. Mervân’ın Büyük Zap Suyu Savaşı’nda Abbâsî ordusu karşısında ağır bir yenilgiye uğramasının (132/750) ardından Dımaşk ve diğer Suriye şehirleri kısa süre içinde Abbâsîler’e itaat etti. Suriye’de Emevî hâkimiyetini yeniden kurma çabaları kolaylıkla bastırıldı. Bu isyanlarda Abbâsîler’in Suriye’de Emevî mensuplarına yaptıkları haksızlıkların yanı sıra Suriye halkının Emevîler döneminde sahip bulunduğu imtiyazları kaybetmelerinin de büyük payı vardır. Ayaklanmaların ilki Kınnesrîn’de Kays kabilesinin isyanıdır. Tedmür ve Humus şehirlerinin de katılımıyla genişleyen, liderliğine Ebû Muhammed es-Süfyânî’nin getirildiği isyan Suriye Valisi Abdullah b. Ali b. Abdullah tarafından bastırıldı (133/751).

    Abbâsîler’in yönetim merkezi olarak Irak’ı seçmeleriyle birlikte Suriye devlet merkezi olmaktan çıkıp Abbâsîler’e bağlı bir eyalet konumuna düştü. Suriye’nin kuzeyinde Bizans sınırındaki şehirler önemini korumakla birlikte Dımaşk, Humus ve Halep gibi şehirler eski önemini yitirdi. Ticaretin Irak ve İran şehirlerine kayması bölgenin ekonomik yapısını zayıflattı. Öte yandan Kays ve Kelb kabileleri arasında Emevîler zamanında yaşanan gerilim Abbâsîler döneminde tarım toprakları üzerinde mücadeleye dönüştü. Hârûnürreşîd döneminde Suriye’nin idarî yapılanmasında değişiklikler yapıldı. Bizans saldırıları karşısında stratejik önem taşıyan Menbic, Dülûk, Ra‘bân, Kûrus, Antakya ve Tîzîn, Kınnesrîn cündünden ayrılıp Avâsım adıyla müstakil bir bölge haline getirildi. Onun zamanında bölgede bazı karışıklıklar yaşandı. Suriye’nin güneyinde Havran bölgesinde 176’da (792-93) Arap kabileleri arasında başlayan mücadele, ancak Ca‘fer b. Yahyâ el-Bermekî kumandasındaki bir ordunun bölgeye sevkiyle yatıştırılabildi (180/796).

    Suriye’de Abbâsî yönetimine karşı en ciddi isyanlardan biri Halife Emîn döneminde ortaya çıktı. Emîn ile kardeşi Me’mûn arasındaki iktidar mücadelesi devam ederken Emevî Halifesi Muâviye’nin soyundan geldiğini iddia eden Ali b. Abdullah es-Süfyânî ayaklanarak Abbâsîler’in Dımaşk valisini şehirden çıkardı. Emîn, isyanı bastırmak için gönderdiği iki kumandanını Bağdat’taki durumun kötüleşmesi üzerine geri çekmek zorunda kaldı. Kelb kabilesinin desteğiyle Dımaşk’ta hilâfetini ilân eden Ali b. Abdullah ancak Kays kabilesinin müdahalesiyle bertaraf edilebildi (198/813). Me’mûn döneminde ise Nasr b. Şebes bölgede büyük bir isyan çıkardı. Önce Halep etrafındaki beldeleri ele geçiren Nasr, Sümeysât’a hâkim oldu ve taraftarlarının sayısını arttırdı. Suriye ve Mağrib vilâyetlerine vali tayin edilen Tâhir b. Hüseyin’i geri püskürttü. Nasr’ın isyanı Tâhir’in yerine vekil bıraktığı oğlu Abdullah tarafından bastırıldı (209/824).

    Halife Me’mûn, Bizans seferleri esnasında 215-217 (830-832) yıllarında kışları geçirmek için Dımaşk’a gitti. Mu‘tasım-Billâh döneminin sonlarında Filistin’de Emevî ailesinden geldiğini iddia eden Ebû Harb el-Müberka‘ isyan ederek çevresinde pek çok insan topladı. Dımaşklı İbn Beyhes de onun çağrısına uyup ayaklandı. İsyan Abbâsî birlikleri tarafından bastırıldı (227/842). Halife Mütevekkil-Alellah, Bizans saldırılarına karşı Suriye sahillerine donanma yerleştirip sahil birlikleri kurduğu gibi Türk kumandanların nüfuzunu kırmak amacıyla devlet merkezini Arap unsurunun ağırlıklı olarak bulunduğu Dımaşk’a nakletmeye karar verdi. Safer 244’te (Mayıs 858) maiyetiyle birlikte Dımaşk’a gelen Abbâsî halifesi, Türk askerlerinin Irak’a dönmek için gösteri yapmaya başlamaları yüzünden Sâmerrâ’ya dönmek zorunda kaldı.

    Suriye’nin kırsal kesiminde heteredoks Şiî hareketlerinin yaygınlaşmaya başladığı Mütevekkil-Alellah devrinde başlayan anarşi onun ölümünden sonra daha da arttı. Özellikle Kuzey Suriye’de Kilâb kabilesinin isyanları önemlidir. III. (IX.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren Suriye’de pek çok ayaklanma oldu. Îsâ b. Şeyh 256’da (870) Dımaşk’ı işgal ederek hilâfet merkezine gönderilen vergiyi kesti. Halife Mu‘temid-Alellah, Türk kumandanlarından Emâcûr et-Türkî’yi Suriye valiliğine tayin edip bu isyanı bastırmakla görevlendirdi. İsyanı bastıran Emâcûr’un 878’de ölümünün ardından yerine geçen oğlu Ali, Bizans seferi için Suriye’ye gelen Ahmed b. Tolun’a tâbi olmayı ve hutbede onun adını okutmayı kabul etti (Şâban 264 / Nisan 878). Remle, Halep, Hama ve Humus valilerinin de itaat arzetmesiyle Suriye’de yeni bir dönem başladı. Âzatlısı Lü’lü’ü Suriye valiliğine tayin eden Ahmed b. Tolun döneminde Suriye’ye istikrar geldi, çıkan küçük çaplı isyanlar kolaylıkla bastırıldı.

    Humâreveyh devrinde Muvaffak-Billâh tarafından gönderilen Abbâsî ordusu bütün Suriye’yi ele geçirdi. Bunu öğrenen Humâreveyh bizzat sefere çıktı ve Zilkade 272’de (Nisan 886) Dımaşk’ı, ardından Muhammed b. Ebü’s-Sâc vasıtasıyla bütün Suriye’yi geri aldı. Bundan sonra Abbâsî halifesine bağlılığını bildiren Humâreveyh’in Dımaşk’ta hizmetçileri tarafından uyurken öldürülmesiyle (282/895) birlikte Suriye’de Tolunoğulları yönetimi zayıflamaya başladı. Bu dönemde gulât-ı Şîa’ya mensup İsmâilî-Karmatî hareketleri Suriye’ye nüfuz etti. Karmatîler Esed, Tay ve Temîm kabileleriyle birlikte önce Suriye (289/902), ardından Dımaşk üzerine yürüdüler (290/903). Dımaşk’ı ele geçirememekle birlikte Karmatîler’in bölgedeki lideri, Sâhibüşşâme diye bilinen ve emîrü’l-mü’minîn ve mehdî unvanlarını kullanan Hüseyin b. Zikreveyh Hama, Humus, Maarretünnu‘mân ve Ba‘lebek’i ele geçirdi. Ancak ertesi yıl Hama’da Abbâsî kuvvetlerine yenilerek yakalandı ve Bağdat’a götürülüp öldürüldü (291/903). Suriye’de birkaç yıl daha devam eden Karmatî isyanları, Halife Müktefî-Billâh’ın görevlendirdiği Muhammed b. Süleyman el-Hanîfî el-Kâtib ve Hüseyin b. Hamdân gibi kumandanların çabalarıyla sona erdirildi.

    324 (936) yılında Suriye’nin halife tarafından Mısır genel valisi Muhammed b. Tuğç’a verilmesiyle bölgede İhşîdîler dönemi başladı. Bu yıllarda hilâfet merkeziyle arasının bozulması yüzünden Suriye’ye gelen eski emîrü’l-ümerâ Muhammed b. Râiḳ, Suriye’nin önemli bir kısmını ele geçirmeyi başardı. Muhammed b. Tuğç, İbn Râiḳ’in ölümünden sonra Dımaşk’a yürüyüp kontrolü sağladı. Ancak Seyfüddevle el-Hamdânî 334’te (945) Halep ve Humus’u, ardından Dımaşk’ı ele geçirdi. Muhammed b. Tuğç ona karşı harekete geçip savaşmaksızın Dımaşk’ı terketmeye mecbur etti. Daha sonra Humus’a, ardından Kınnesrîn’e geldi, burada yapılan savaşı da İhşîdîler kazandı (334/945-46). Ebü’l-Misk Kâfûr devrinde iki taraf arasında imzalanan antlaşmayla Suriye’nin kuzeyi Hamdânîler’e bırakıldı (Rebîülâhir 336 / Kasım 947). İhşîdîler’in Suriye’nin güneyindeki hâkimiyetleri, 357 (968) yılında Suriye’nin büyük kısmının ve Dımaşk’ın Karmatîler tarafından ele geçirilmesine kadar devam etti. IV. (X.) yüzyıl sonlarında Hamdânîler’in zayıfladığı dönemde Suriye’nin kuzeyi Bizans saldırılarına ve uzun süreli işgallere mâruz kaldı. Aynı devirde Güney Suriye, Filistin sahil şehirlerini eline geçiren Fâtımîler’in en önemli hedefi oldu. Kelb, Kilâb ve Tay kabileleri bu hâkimiyet mücadelesinde önemli rol oynadılar.

    Fâtımîler, Suriye’yi kendilerini Bağdat’a götürerek Büveyhî idaresine ve Abbâsî hilâfetine son verecek seferin hareket noktası olarak görüyorlardı. Mısır’ı ele geçiren Fâtımîler’in Suriye’yi Karmatîler’den alma yönündeki ilk teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlandı (360/971). Azîz-Billâh, 977 yılında Dımaşk’ta bağımsızlığını ilân eden Türk Emîri Aftegin’in üzerine bizzat giderek onu esir aldı. Bu zafere rağmen Aftegin’in adamlarından Kassâm bölgedeki hâkimiyetini bir müddet sürdürdü. Irak Büveyhî Sultanı Adudüddevle’nin 983’te ölümünün ardından Suriye’de kendilerini daha güçlü hisseden Fâtımîler merkezî Suriye’de hâkimiyeti tam anlamıyla ele geçirdiler. 382 (992) yılında Hamdânîler’in elindeki Humus ve Hama’yı aldıktan sonra Halep’e doğru ilerleyen Fâtımî ordusu Bizans ordusunun yardıma gelmesi yüzünden geri çekildi. Fâtımîler, bölgedeki hâkimiyetlerinin ilk yıllarında Suriye’deki yerel liderlere özerklik verdiler; Suriye’nin güneyinde nüfuz sahibi olan Cerrâhîler’le iş birliği yaptılar. Ancak mahallî isyanları bastırmakta güçlük çektiler. Bu dönemde Fâtımî dâîlerinin bölgedeki propagandalarıyla Fâtımî / İsmâilî daveti Suriye’de daha fazla yayılma imkânı buldu. Hâkim-Biemrillâh devrinde 404’te (1014) Halep ve civarı alındı. Suriye sahil şehirleri de Fâtımîler’in eline geçti. Kuzey Suriye’de Bizans’ın elinde Şeyzer gibi küçük birkaç şehir kaldı. Bu yıllarda henüz ortaya çıkan Dürzîlik inancı Karmatî mirasının hâlâ yaygın olduğu Suriye’de hızla yayıldı.

    Suriye’nin kuzeyinde Fâtımî hâkimiyetinin zayıfladığı Halife Zâhir-Lii‘zâzidînillâh döneminde Sâlih b. Mirdâs, Kelb ve Tay kabileleriyle anlaşarak önce Halep’ten Âne’ye kadar olan bölgenin kendisine bırakılmasını sağladı. 415’te (1024) Halep’i ele geçirip Mirdâsîler hânedanının temellerini attı. Suriye’nin merkezî birimleri ve Dımaşk, Fâtımî egemenliğinde kalsa da Mirdâsîler Fâtımîler’i birkaç defa yenilgiye uğrattılar, Halep ve Humus’u alıp onları Kuzey Suriye’den tamamen çıkardılar. Bununla birlikte Mirdâsî Emîri Şiblüddevle Nasr, Fâtımî tehdidine karşı Bizans hâkimiyetini tanımak ve vergi vermek zorunda kaldı.

    Fâtımîler’in Dımaşk valisi Anuş Tegin, Suriye’deki Arap kabileleriyle iş birliği içerisinde Hama ve Halep’i ele geçirerek Mirdâsî hâkimiyetine son verdi. Ancak onun ölümünün ardından (433/1042) Halep’te Mirdâsî idaresi tekrar tesis edildi. Fâtımîler’in Güney Suriye’deki hâkimiyetleri, Selçuklu Emîri Atsız b. Uvak’ın 468’de (1075-76) Suriye’yi ele geçirip hutbeyi Abbâsîler adına okutmasıyla son buldu. Dımaşk’ı kuşatan Fâtımîler, yardım için gönderilen Melikşah’ın kardeşi Tâcüddevle Tutuş’un yaklaştığını öğrenince kuşatmayı kaldırarak geri çekildiler. Tutuş’un şehre girmesinin ardından Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti kuruldu (471/1079). Daha sonra dikkatini Kuzey Suriye’ye yönelten Tutuş 479’da (1086) Halep’i de Selçuklu topraklarına kattı. Ukaylî Emîri Müslim b. Kureyş ile I. Süleyman Şah’ın sahneden çekilmeleri sebebiyle Tutuş Suriye’nin yegâne hâkimi oldu. Aynı yılın sonunda Halep’e gelen Sultan Melikşah, Halep valiliğini Kasîmüddevle Aksungur’a verdi. Bu dönemde Suriye’nin güneyi ve sahil şehirleri Tutuş’un, kuzeyi ise Aksungur’un elindeydi. Bu ikisinin arasındaki Şeyzer merkez olmak üzere Efâmiye ve Kefertâb’da Benî Münkız hüküm sürüyordu. Suriye’de Selçuklu yönetimi başlarken Batı Avrupa ve özellikle İtalya’da ticaret yeniden canlanmakta, bilhassa Akdeniz’in doğu kıyısındaki şehirleri etkilemekteydi. Bu gelişme Halep ve Dımaşk gibi Doğu Akdeniz sahiline yakın şehirlere de yansıdı. Selçuklular’ın bölgede siyasî istikrarı sağlamaları ticaretin gelişmesine katkıda bulundu. Selçuklular’ın Suriye ile birlikte İran ve Anadolu’ya da hâkim olmaları karayoluyla yapılan uluslararası ticareti geliştirdi.

    Ağabeyi Melikşah’ın ölümüne kadar (485/1092) melik unvanıyla yetinen Tutuş onun vefat haberini alınca taht mücadelesine kalkışarak Rahbe, Musul, Halep, Nusaybin, Antakya, Urfa, Harran ve Rakka’yı ele geçirip adına hutbe okuttu. Ancak Melikşah’ın yerine geçen oğlu Berkyaruk’un bölgeye yaklaşması üzerine Dımaşk’a çekildi. Mayıs 1094’te Halep’i kuşatan Tutuş şehri ele geçirip Aksungur’u öldürttü ve Kuzey Suriye’yi Antakya’da hüküm süren Yağısıyan’a iktâ olarak verdi. Selçuklu tahtı için Berkyaruk’la yaptığı mücadeleyi kaybeden Tutuş’un ölümünün (488/1095) ardından oğlu Rıdvan Halep’e hâkim olmayı başardı, küçük kardeşi Dukak ise Dımaşk’ı ele geçirdi. Böylece Suriye Selçukluları ikiye bölünmüş oldu. Rıdvan 507’de (1113) ölümüne kadar Kuzey Suriye hâkimiyetini sürdürdü. Rıdvan’ın ardından oğulları vasıtasıyla devam eden Selçuklu Halep melikliği, şehir halkının Haçlılar’a karşı yardım çağrısı üzerine Halep’e gelen Artuklu Emîri Necmeddin İlgazi tarafından sona erdirildi (511/1117). Dımaşk ve Güney Suriye’de Dukak’ın 497’de (1104) ölümünün ardından hâkimiyet Dımaşk Atabegliği’nin (Börîler / Tuğteginliler) kurucusu Atabeg Tuğtegin’in eline geçti. Bu dönemde Cebelibahre’de Nusayrîler, Cebelisümmâk’ta Dürzîler, Batı ve Güney Suriye’de İsmâilîler gibi heterodoks unsurlar, Sünnî Selçuklular’la mücadelelerini ve bulundukları bölgelerdeki hâkimiyetlerini devam ettiriyorlardı. Tuğtegin’in ölümünden (522/1128) sonra Dımaşk’a hâkim olan oğlu Böri bölgede Haçlılar’ın müttefiki Bâtınîler’le mücadele etti. Dımaşk’ı ele geçirmek isteyen Haçlılar’ı da yenmeyi başardı (523/1129).

    I. Haçlı Seferi esnasında Antakya’yı işgal eden Haçlılar (492/1099) Suriye’de Maarretünnu‘mân’ı yağmaladıktan sonra Hısnülekrâd üzerinden Lübnan’a girdiler. Haçlılar’ın eline geçen Lazkiye 1108’de Antakya Prinkepsliği’ne bağlandı. Ancak Suriye’nin iç kısımları Halep, Hama, Humus ve Dımaşk atabeglerin elindeydi. Haçlılar, Suriye’nin sadece sahil kesiminde hâkimiyet kurabildiler. Bu arada Halep ve çevresini ele geçiren Musul Atabegi İmâdüddin Zengî, bir yandan Haçlılar’a karşı cihad ilân ederken Suriye’nin güneyini de hâkimiyeti altına almaya çalıştı ve 524’te (1130) Hama’yı, ardından Humus’u topraklarına kattı.

    İmâdüddin Zengî’nin 541’de (1146) ölümünden sonra Halep’te ve Kuzey Suriye’de hâkimiyet oğlu Nûreddin Mahmud Zengî’nin eline geçti. II. Haçlı Seferi’nin ardından Suriye’deki etkinliği daha da artan Nûreddin Zengî, 549’da (1154) Dımaşk’ı ele geçirerek Suriye’nin büyük oranda tek elde toplanmasını sağladı. Suriye şehirlerinin imarına önemli katkıda bulunduğu gibi Sünnî ulemâsını destekledi. Bölgedeki Haçlılar’a ve heterodoks zümrelere karşı onlardan yararlandı. Bu esnada Suriye’nin güneyinde Salhad ve Busrâ İsmâilîler’in elindeydi. Suriye’nin çöl olan doğu kısmında ise Tay kabilesine mensup Benî Fazl bazan Fâtımîler’le, bazan da Haçlılar’la anlaşarak hâkimiyetini devam ettiriyordu. Bu arada 552 (1157) yılında Suriye’nin kuzeyinde meydana gelen deprem pek çok şehirde büyük hasara yol açtı.

    Nûreddin Zengî’nin 569’da (1174) ölümüyle başlayan taht mücadelesi, Mısır ve Suriye’yi birleştirmek isteyen Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye Suriye’yi ele geçirme fırsatı verdi. Dımaşk’taki emîrlerin daveti üzerine Ekim 1174’te Mısır’dan Suriye’ye hareket eden Selâhaddin Dımaşk, Ba‘lebek, Humus, Hama gibi önemli merkezleri kolaylıkla ele geçirdi. 579’da (1183) Halep’i de alan Selâhaddin, Hittîn Savaşı’nda Haçlılar’ı büyük bir yenilgiye uğratıp (583/1187) Kudüs’ü fethetti ve Haçlılar’ın elindeki kalelerin büyük kısmını geri aldı. 1192’de Haçlılar’la Sûr-Yafa arasındaki sahil şeridinin onlara bırakılması, iç kısımların Eyyûbîler’de kalması şartıyla antlaşma yapıldı.

    589’da (1193) Selâhaddin’in ölümüyle Eyyûbî Devleti, Mısır ve Suriye’de birkaç kola ayrıldı. Suriye’de Selâhaddin’in oğulları arasındaki hâkimiyet mücadelesine müdahale eden kardeşi el-Melikü’l-Âdil büyük sultan olarak tanınmayı başardı. Onun döneminde Haçlılar’la çatışmadan uzak durulması Suriye’de ticaretin gelişmesini sağladı. Ancak Haçlılar zaman zaman Hama ve Humus gibi şehirlere saldırı düzenliyorlardı. el-Melikü’l-Kâmil Muhammed de Haçlılar’la anlaşma yoluna gitti. Onun ardından Suriye’deki Eyyûbî melikleri bağımsız hareket etmeye başladılar. el-Melikü’s-Sâlih Necmeddin Eyyûb devrinde merkezî idarenin beylikler üzerindeki otoritesi iyice zayıfladı. Halep gibi bazı beyliklerin merkezle ilişkisi kesildi. 1240-1243 yıllarında Halep, Humus ve Dımaşk daha çok Anadolu Selçukluları’na tâbi kaldı.

    Suriye Eyyûbî melikleri Mısır’da 648’de (1250) kurulan Memlük Devleti’ni tanımadılar ve meşrû hakları saydıkları Mısır sultanlığını onların elinden almak için harekete geçtiler. Moğol tehlikesi ortaya çıkınca aralarındaki mücadele Abbâsî halifesinin devreye girmesiyle iki taraf arasında antlaşmayla sona erdi. Suriye’ye saldıran Moğollar önce Halep’i, ardından Dımaşk’ı istilâ ederek Suriye’nin büyük kısmına hâkim oldular. Ancak Aynicâlût Savaşı’nda (658/1260) Moğollar’a ağır bir darbe vuran Memlükler, Suriye’nin büyük kısmını ellerine geçirdiler. İtaat arzeden Hama, Humus ve Kerek Eyyûbî emîrlerini ise görevlerinde bıraktılar. Hama gibi bazı küçük Eyyûbî beylikleri varlıklarını VIII. (XIV.) yüzyıl başlarına kadar devam ettirdiler.

    Memlük Sultanı I. Baybars döneminde Suriye’de hem Moğollar’a hem de Haçlılar’a karşı başarı kazanıldığı gibi idarî düzenlemelere de gidildi. Haçlılar’ın Suriye’deki en önemli kalelerinden Hısnülekrâd alındı, Antakya Haçlı Prinkepsliği ortadan kaldırıldı, Trablus Haçlı Kontluğu ve Bâtınîler’in elindeki pek çok kale fethedildi. Suriye’ye sığınan birçok Türkmen ve Moğol kabilesi çeşitli merkezlere yerleştirildi. Kalavun döneminde 680 (1281) yılında Humus’ta yapılan savaşta İlhanlılar’a karşı büyük bir zafer kazanıldı. Suriye’nin Akdeniz sahilindeki stratejik kalesi Merkab (684/1285) ve ardından Lazkiye alındı. Böylece bölgede Haçlılar’ın elinde sadece Akkâ kalmıştı. el-Melikü’l-Eşref Halîl, babasının hazırlamış olduğu orduyla Akkâ’yı ele geçirerek bölgede iki yüzyıl devam eden Haçlı varlığına son verdi. Haçlılar’ın bölgeden çıkarılmasının ardından tekrar saldırmalarını önlemek amacıyla Suriye’deki pek çok kale yıkıldı. el-Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavun devrinde Suriye’ye hücum eden İlhanlı Sultanı Gāzân Han Humus’u ele geçirdi (699/1299). Ardından Dımaşk’a saldıran İlhanlı kuvvetleri şehri tahrip ettiler. Ancak çok geçmeden şehir tekrar Memlükler’in hâkimiyetine geçti. Bu dönemde Haçlılar’ın elinde bulunan, Suriye’nin Akdeniz sahilindeki tek adası Ervâd da fethedildi (702/1302). Memlük kuvvetleri, Suriye’ye tekrar saldıran İlhanlılar’ı Tedmür’de ve Mercüssuffer’de (702/1303) yenerek Suriye’den çıkardılar.

    Berkuk devrinde Suriye’de önemli karışıklıklar ve isyanlar çıktı. Malatya nâibi Mintaş ve Yelboğa en-Nâsırî isyanları yönetimi çok uğraştırdı. Dımaşk nâibi Tenem’in çıkardığı, Halep ve Hama nâiblerinin de desteğiyle büyüyen ayaklanma zor bastırıldı (1400). Aynı yıl Suriye büyük bir tehlikeyle yüzyüze geldi. Timur önce Halep’i, ardından Dımaşk’ı işgal ve tahrip etti. İstikrar kayboldu, Suriye şehirleri ayrıca isyanlar sebebiyle tahribata mâruz kaldı. Sultan Ferec, Suriye seferinde bir isyan sonucu öldürüldü (815/1412). Suriye’deki bu isyanlar Şeyh el-Mahmûdî tarafından bastırılarak bölgede tekrar istikrar sağlandı.

    Memlükler döneminde Suriye yüksek rütbeli memlük emîrleri tarafından yönetilen nâibliklere bölünmüştü. Dımaşk, Halep ve Hama nâiblikleri içerisinde en yüksek dereceli olanı Dımaşk nâibi bölgedeki diğer nâiblerden de sorumluydu. Ancak Memlükler veraset kuralına fazla itibar etmediğinden sultan değişiminde nâibliklerde isyanlar çıkıyordu. Zengîler ve Eyyûbîler devrinde yoğunluk kazanan ilmî hareket, sultanlar ve devlet adamlarının desteğiyle Memlükler zamanında daha ileri bir seviyeye ulaştı.

    Memlükler’in ilk döneminde Haçlılar ve Moğollar’la yapılan uzun süreli savaşlar ve halka yüklenen ağır vergiler sebebiyle Suriye şehirlerinde ekonomik durum oldukça bozulmuştu. Haçlı ve Moğol tehlikesinin bertaraf edilmesi ve siyasî istikrarın sağlanmasının ardından ticarî hayat canlandı ve şehirler gelişti. Bu arada birkaç defa kıtlık, salgın hastalıklar, kuraklık ve depremler yaşandı. 1349 yılındaki veba salgını esnasında Suriye nüfusunun oldukça azaldığı bildirilmektedir. Burcî Memlük sultanlarının son zamanlarda bazı ürünlerin ticaretini kendi tekellerine almaları ve fiyatları istedikleri gibi belirlemeleri Suriye’nin ekonomik yapısını sıkıntıya soktu. IX. (XV.) yüzyılın ikinci yarısında askerler arasında çıkan karışıklıklar ve arttırılan vergiler yüzünden ekonomik hayat biraz daha bozulunca Suriye’de halk isyanları başladı. Sultan Kansu Gavri bu isyanları bastırmakta büyük zorluk çekti. Bu dönemde Memlük-Osmanlı ilişkilerinin gerginleşmesi sonucunda Suriye ayrıca iki büyük devlet arasında çatışma bölgesi haline geldi. 24 Ağustos 1516’da Halep’in kuzeyinde Mercidâbık’ta Memlükler’e karşı büyük bir zafer kazanan Yavuz Sultan Selim Suriye’yi Osmanlı topraklarına kattı.

  • SUUDİ ARABİSTAN

    Kuzeyinde Ürdün, Irak ve Küveyt, doğusunda Basra körfezi, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri, güneyinde Yemen, güneydoğusunda Uman ve batısında Kızıldeniz’in bulunduğu ülkenin resmî adı Suudi Arabistan Krallığı (el-Memleketü’l-Arabiyyetü’s-Suûdiyye), yüzölçümü 2.149.690 km2, nüfusu 30.000.000 (2008 tah.), başşehri Riyad'dır.

    Jeolojik bakımdan Arabistan yarımadasının temelini eski Gondvana anakarasının parçalarından biri oluşturur. Bu kütle bazı devirlerde deniz istilâsına uğrayıp çoğu yerde kalın tortul depolarla örtülmüş ve vuku bulan tektonik hareketler sonucu yer yer kırılmıştır. Üçüncü zamandaki yer kabuğu hareketleri sonucu meydana gelen çökme ve yükselmeler sırasında Kızıldeniz, Aden ve Akabe körfezleri gibi derin çukurlar ortaya çıkarak bu kütleyi Afrika kıtasından ayırmıştır. Suudi Arabistan, genelde batıdan doğuya doğru alçalan ve büyük bölümü çöllerle kaplı olan bir plato görünümündedir. Bu platonun yer şekilleri sade bir yapıda ve ortalama 1000 m. yükseltisindedir. En batıda Kızıldeniz kıyısında dar bir şerit halinde Tihâme ovaları uzanır. Bu kıyı ovaları kuzeyden güneye doğru genişleyip daralarak Akabe körfezinden Aden’e kadar hemen hemen kesintisiz biçimde devam eder. Bunların doğusunda Kızıldeniz’e paralel bir dağlık kuşak yer alır. Söz konusu alanın güney kesiminde Hicaz ve Asîr bölgeleri arasında ülkenin en yüksek zirvesini oluşturan Ebhâ dağı (3133 m.) göze çarpar. Volkanik yapıya sahip dağlık kütlenin üzerinde ve kenarlarında, fay dikliklerine ve Mekke-Medine arasında da görüldüğü gibi donmuş lav akıntılarına (harre) rastlanır. Dağlık alanın doğusunda geniş düzlüklere ve çöllere geçilir; kuzeydeki Nüfûd çölü Suriye çölünün (Bâdiyetüşşâm) devamıdır. Ondan sonra Arabistan yarımadasının en geniş çölü ve dünyanın en kurak yerlerinden biri olan Rub‘ulhâlî gelir. Basra körfezine doğru hafifçe alçalan ve bazı kesimlerde bazaltik lavlarla örtülen platonun yüzeyi yer yer sel karakterli akarsular tarafından derin vadilerle yarılmıştır.

    Ülkede yüksek sıcaklık ve buharlaşmanın etkisiyle yarı kurak ve kurak iklim şartları hüküm sürer. Nem oranının düşüklüğü, ısınma ve soğumanın hızlılığı sebebiyle gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkları çok fazladır. Yaz aylarında sıcaklığın gölgede 50 °C’ye çıktığı görülür. Yıllık ortalama sıcaklık Riyad’da 25 °C, Cidde’de 24 °C’dir. Ülke genelinde 75 mm. civarında olan yıllık ortalama yağış miktarı doğu ve batı kıyılarında nisbeten artarak 250-350 milimetreyi bulur; çöl sahalarına ise bazı yıllar hiç yağış düşmez. Doğal bitki örtüsü kuraklığa dayanıklı dikenli otsu bitkilerle çalılardan meydana gelir. Güneybatıda Yemen sınırına yakın Asîr bölgesinde yer yer ağaçlık sahalara rastlanır. Vahalarda görülen ağaç toplulukları hurma ve akasyadan ibarettir. İklim şartları sebebiyle sürekli akan ırmakların bulunmadığı Suudi Arabistan’da âni sağanaklardan sonra sel rejimli geçici akarsular ortaya çıkar. Ülkenin su ihtiyacı yer altı sularıyla ve arıtılmış deniz suyu ile karşılanır. Yer altı sularının bir kısmı vahalarda kendiliğinden yüzeye çıkar, bu sebeple vahalar önemli yerleşme alanlarıdır.

    Suudi Arabistan nüfusu hızlı artan ülkeler arasındadır. Bilinen rakamlar 1950’de 3.201.000 iken 1975’te 7.251.000’e, 2000’de 21.484.000’e, 2008’de 25.000.000’a ve bunun paralelinde şehirleşme oranı da 1950’de % 21,3 iken 1970’te % 48,7’ye ve 2006’da % 81’e ulaşmıştır. Ayrıca ülkede petrokimya ve hizmet sektörlerinde çalışan 5 milyondan fazla Afrika ve Asya kökenli işçi bulunmaktadır. Yüzölçümünün büyüklüğünden dolayı nüfus yoğunluğu azdır ve kilometrekareye ortalama on üç kişi düşer. Etnik yapıyı % 90 Araplar’la % 10 Afrikalı ve Asyalılar oluşturur; halkın tamamına yakını müslümandır.

    Tarım alanları yüzölçümünün ancak % 3’ü kadardır ve vahalarla yer altı suyu bakımından zengin olan yerlerden meydana gelir. Başlıca kültür bitkileri tahıl, hurma ve kahvedir. Şehirlerin çevresindeki sulanabilen alanların bir kısmında sebze ve meyveler yetiştirilirse de üretim iç tüketimi karşılamaz. En önemli tarım ürünü olan hurma sulanabilen alanlarla yükseltisi 1500 metreyi geçmeyen Hüfûf vahası, Medine, Asîr ve Bîşe gibi yerlerde yetiştirilir. Dünyada Irak’tan sonra en çok hurma yetiştirilen ülke Suudi Arabistan’dır. Yarı kurak iklimin görüldüğü geniş alanlarda step formasyonuna bağlı olarak göçebe hayvancılık yaygındır ve özellikle küçükbaş hayvancılığının yanı sıra deve besiciliği de önemli bir yer tutar; Ortadoğu’da deve sayısı bakımından ilk sırayı bu ülke alır. Basra körfezi ve Kızıldeniz’de uzun kıyıların bulunmasına rağmen balıkçılık fazla gelişmemiştir.

    Dünya petrol rezervlerinin yaklaşık % 25’ine sahip olan Suudi Arabistan, önceleri göçebe kabilelerin yaşadığı fakir bir çöl ülkesi iken 1939’dan itibaren petrol yataklarının işletmeye açılmasıyla Ortadoğu ve dünya dengeleri açısından büyük önem kazandı ve güçlü bir ekonomik yapıya kavuştu. Petrol rezervleri ülkenin doğusunda Basra körfezi kıyılarında ve kıyı açıklarında bulunur. Suudi Arabistan, Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilâtı’nda (OPEC) en büyük ihracatı yapan ülke durumundadır ve dünya petrol üretiminin yaklaşık % 13’ünü tek başına gerçekleştirir. Petrol ve petrol ürünleri ülkenin toplam ihracatının % 90’ını oluşturur; bu sebeple petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar ekonomiyi doğrudan etkiler. Petrol dışında diğer önemli yer altı kaynakları doğal gaz, altın, bakır, kükürt ve gümüştür.

    Suudi Arabistan’ın başlıca sanayi dalları petrol rafinerisi, petrokimya, plastik, demir çelik, gübre, çimento, elektrikli aletler vb.dir. Sanayi genelde Basra körfezi kıyılarında toplanmıştır; Cidde’de de bazı önemli tesisler bulunmaktadır. Ülke, özellikle Arap yarımadasını Basra körfezinden Kızıldeniz’e bağlayan gelişmiş bir karayolu ağına sahiptir. Ayrıca Riyad-Demmâm, Amman-Tebük-Medine arasında 1400 km. uzunluğunda bir demiryolu hattı ile Riyad, Demmâm ve Cidde uluslararası havalimanları da ulaşıma hizmet vermektedir. Ülkenin en büyük limanı ve dışarıyla bağlantı noktası Cidde’dir. Suudi Arabistan’a hac ve umre için gelen ziyaretçiler önemli bir turizm potansiyeli oluşturur ve ülkeye büyük gelir sağlar. Türkiye ile Suudi Arabistan arasında geçmişi uzun bir tarihe dayanan ticarî ve kültürel ilişkiler bulunmaktadır. Türkiye bu ülkeye canlı koyun, hazır giyim, çeşitli demir çelik ve gıda ürünleri satmakta, daha çok petrol almaktadır. Pek çok Türk firması ülkede faaliyet göstermekte ve özellikle inşaat sektöründe büyük projeler gerçekleştirmektedir.

    Suudi Arabistan, coğrafî tanımdan ziyade “Arap yarımadasında Suûdî ailesinin egemen olduğu bölge” anlamına gelen siyasî bir tanımdır. Resmî adı el-Memleketü’l-Arabiyyetü’s-Suûdiyye olan devletin kurucusu Suûdî ailesinin Orta Arabistan’da varlığı XV. yüzyıl ortalarından itibaren bilinmektedir (bk. SUÛDÎLER). XVII. yüzyılın ortalarına kadar Orta Arabistan’da herhangi bir siyasal etkinliği olmadan varlığını sürdüren ailenin reisi Muhammed b. Suûd ile bu dönemde ortaya çıkan ve düşünceleriyle bölgede etkin olan Muhammed b. Abdülvehhâb arasında 1744 veya 1745’te yapılan ittifak ailenin ve bölgenin tarihine yön verdi. Bu tarihten itibaren Muhammed b. Abdülvehhâb’ın dinî görüşlerini çevredeki meskûn mahaller ve bedevî kabileleri arasında yayma misyonunu üstlenen Suûdî ailesi nüfuz alanlarını sürekli biçimde genişletti (bk. VEHHÂBÎLİK). Suûdîler’in Osmanlı Devleti’nin Irak ve Suriye vilâyetleri sınırlarına uzanan nüfuzlarını XIX. yüzyılın başında Hicaz’a kadar uzatmaları üzerine İstanbul hükümeti Bağdat, Şam ve Mısır valilikleri aracılığıyla genişleme faaliyetlerini engellemeye çalıştı (bk. SUÛDÎLER). Aynı yüzyılın sonunda Reşîdîler’in Cebelişemmer bölgesinde Osmanlı Devleti’nin desteğiyle önemli bir güç haline gelmesi üzerine Suûdîler 1824’ten beri merkez edindikleri Riyad’dan çıkarak Küveyt’e yerleşmek zorunda kaldılar (1891).

    Babası Suûd b. Faysal ile Küveyt’e iltica eden Abdülazîz b. Suûd (Abdülazîz b. Abdurrahman b. Faysal) yurduna dönme arzusu taşımakla birlikte bunu başarabilecek güce sahip değildi. Kendilerini himaye eden Küveyt Şeyhi Mübârek es-Sabâh ile iyi ilişkiler kurdu ve ondan siyaseti öğrendi. Bu sırada Küveyt emîri ile Küveyt’i işgal niyetinde olan Reşîdîler arasında sürtüşmeler yaşanmaktaydı. İngilizler, durumu Osmanlı Devleti nezdinde protesto ettikleri gibi Emîr Mübârek’le daha önce yaptıkları gizli himaye anlaşmasına dayanarak Küveyt Limanı’na savaş gemisi ve siyasî memurlar gönderdiler. İngilizler ile temas kuran Abdülazîz b. Suûd, İbnü’r-Reşîd ile Mübârek arasındaki rekabetten istifade ederek Riyad’a dönmenin yollarını araştırmaya başladı. 1901’de Reşîdîler’e karşı çarpışan Küveyt güçlerine katıldı. Daha sonra Mübârek’ten ve ailesine bağlı kabilelerden aldığı yardımla güçlü bir silâhlı kuvvet oluşturup Necid’e doğru harekete geçerek Reşîdîler’in kontrolündeki Riyad Kalesi’ni ele geçirdi (15 Ocak 1902). Bu tarih Suudi Arabistan Devleti’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir.

    II. Abdülhamid, İngilizler’in muhtemel müdahalesini önlemek için İbnü’r-Reşîd’in Küveyt’e girmesine izin vermedi. Bu durum ve Riyad’ın Suûdîler’in eline geçmesi Reşîdîler’i telâşlandırdı. Bağdat ve Basra valilerinin krizi kontrol edememesi, Mekke emîrlerinin kışkırtıcı tavırları yeni bir Suûdî-Reşîdî çekişmesini doğurdu. Atalarının yurdunda kalmaya azimli olan Abdülazîz b. Suûd, İbnü’r-Reşîd’in bölgedeki etkinliğine son vermek amacıyla savaş hazırlıklarına başladı. İngilizler’den para ve silâh yardımı alabileceğini ümit ediyordu. Gelişmelerden haberdar olan II. Abdülhamid, İbnü’r-Reşîd’i desteklemeye karar verdi. İlk olarak kendisine iki dağ topu gönderildi ve satın alacağı silâhları Basra gümrüğünden gümrüksüz geçirmesi için izin verildi. Öte yandan Müşir Ahmed Feyzi Paşa’dan Abdülazîz’in saldırılarda bulunduğu Kasîm taraflarına bir askerî sefer hazırlığı yapması istendi. Ancak Mayıs 1904’te başlatılan askerî harekât başarısızlıkla sonuçlandı. Kışlık kıyafetleriyle bölgeye sevkedilen askerlerin çoğu sıcak, susuzluk, açlık ve hastalıktan telef oldu. İbnü’r-Reşîd’in adamları cepheden çekilince Osmanlı askerleri Suûdî kuvvetleriyle karşı karşıya kaldı. Bölgeye yeni birlikler sevkedildiyse de havanın sıcak olması yüzünden sonuç alınamadı. Abdülazîz’in İbnü’r-Reşîd’i öldürüp Kasîm bölgesini ele geçirmesi karşısında Ahmed Feyzi Paşa, Abdülazîz’in babası Abdurrahman b. Faysal ile anlaşarak itaatini sağladı. Riyad merkez olmak üzere Arîz, Veşm ve Südeyr ile civarlarının kaymakamlığı Abdurrahman’a verildi. Abdülazîz’in kabul etmiş göründüğü bu çözüm bölgede bir süre daha istikrarı sağlamakla birlikte Suûdîler’in güç kazanmasını durduramadı. Önce Sıtkı Paşa, ardından Sâmi Paşa aracılığıyla Riyad’a karşı bölgede merkezi Kasîm olan bir yönetim tesisine çalışıldıysa da başarılı olunamadı ve Kasîm taraflarındaki bütün askerî güçler geri çekildi. Abdülazîz’in devletle iyi geçinmesi bunda etkili oldu. Bu arada Abdülazîz’in padişah tarafından bir hil‘atle taltif edilmesine karar verildi. O da Abdülhamid’e bağlılığını bildirerek Sâlih Paşa adında bir adamını Lahsâ mutasarrıflığı nezdine temsilci olarak gönderdi. Resmî evraklar üzerinde Abdurrahman kaymakam olarak görünüyor, oğlu Abdülazîz, Necid emîri ve aşiretleri reisi unvanını kullanıyordu. II. Meşrutiyet’in ilânı bölgede de tesirlerini hissettirdi. Geçiş döneminin doğuracağı boşluklardan istifade yoluna giden Abdülazîz ilk mebus seçimleri sırasında Lahsâ mutasarrıflığı nezdindeki temsilcisini hemen Riyad’a geri çekti. Abdülazîz’in bu tavrı Lahsâ bölgesine karşı bir istilâ niyeti şeklinde değerlendirildiyse de bir önlem alınmadı. Osmanlı-İtalyan savaşı ve diğer gelişmeler merkezden hayli uzak ve kontrolü zor olan Necid, Asîr ve Yemen gibi bölgelerde olumsuz tesirler icra etti. İttihatçılar bütün gayretlerine rağmen bölgede etkin olan unsurların güvenini kazanamadılar, hatta onlarla çekişmelere girdiler. Nitekim muhtemelen bir taktik olarak 1912 seçimlerinde Osmanlı meclisine bir mebus göndermek isteyen Abdülazîz’in talebi seçim kanunu bahane edilip geri çevrildi.

    Oldukça zeki bir siyasetçi olan Abdülazîz b. Suûd, kendisine bağlı bedevîleri yerleşik hayata geçirmeden kalıcı bir devlet kuramayacağının farkındaydı. Bunun için Riyad’ın kuzeyinde suyu olan Artaviye’den başlayarak çölde 150’den fazla yerde Hecer (Hicre) denilen yerleşim alanları (koloni) kurdu. Kabileler halinde iskân ettiği bedevîleri bir taraftan ziraata ve yerleşik hayata alıştırmaya, bir taraftan da onlara Vehhâbî akîdesini öğretip uygulamalarını sağlamaya çalıştı. İhvan adı verilen bu yerleşimciler daha sonra Abdülazîz’in askerî gücünü oluşturdular. Çöllerde devlet geleneğinden uzakta yaşayan bedevîleri devlet yapısına ve devlete itaate alıştırmak için her kabileye ait yerleşme yerine bir emîr, şer‘î hâkim, beytülmâl memuru, iki kâtip ve bir posta memuru tayin edildi. Bu proje Suudi Arabistan’ın kuruluşuna giden yolda atılan en önemli adım oldu. Ancak güçlü bir devlet olmak için doğrudan denize ve dış dünyaya açılmak gerekiyordu. Tek çözüm Osmanlı Devleti’nin bir mutasarrıflık merkezi olan Lahsâ’nın ele geçirilmesiydi. Trablusgarp ve Balkan savaşlarından dolayı bölgede güvenliği sağlayan sınırlı bir gücün dışında birlik kalmaması Abdülazîz’e aradığı fırsatı verdi. Siyaset sahnesine çıktığı andan itibaren bölgedeki Arap kabileleriyle sıcak ilişkiler kuran ve İngilizler’in desteğini almaya çalışan Abdülazîz, Osmanlı Devleti ile bozuşmak istememeleri sebebiyle İngilizler’in desteğini sağlayamamıştı. Ancak İngilizler bu resmî politikalarına rağmen Küveyt’teki siyasî memurları Captain William Shakespear vasıtasıyla el altından Abdülazîz’i cesaretlendiriyor, Balkan Savaşı başta olmak üzere Osmanlı Devleti aleyhindeki gelişmeleri kendisine bildiriyordu. Lahsâ’da herhangi bir mukavemetle karşılaşmayacağını öğrenen Abdülazîz Nisan 1913’te kuvvetleriyle bu bölgeye yöneldi. 4 Mayıs’ta Lahsâ’ya girerek az sayıdaki Osmanlı asker ve memurlarını buradan çıkarıp bölgenin merkezi Hüfûf’a yerleşti. Kendisini denize ulaştıran Uceyr, Cübeyl ve Katîf şehirlerini kontrol altına alıp bölgeye hâkim oldu.

    Osmanlı hükümeti açısından beklenmedik bir gelişme olan bu durum karşısında önce askerî bir müdahale gündeme geldi. Ancak bunun imkânsızlığı dikkate alınarak bölgede etkinliği olan Basra Valisi Süleyman Şefik Paşa, eski Necid mutasarrıfı Seyyid Tâlib Paşa ve Küveyt Şeyhi Mübârek b. Sabâh devreye sokuldu. Onların aracılığıyla Mayıs 1914’te Abdülazîz b. Suûd ile bir anlaşmaya varıldı. Kendisine Necid valisi ve kumandanı unvanı verildi. Böylece durumu resmîleştirilerek İngiliz himayesine girmesi engellendi. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ilân edilen cihad fetvası kendisine bildirilince Abdülazîz, rakip ve düşman olarak kabul ettiği İbnü’r-Reşîd’i bahane edip savaşa katılmayı reddetti. Asıl amacı Basra körfezinde etkin olan İngilizler ile karşı karşıya gelmemekti. Nitekim bu siyasetinin olumlu sonuçlarını kısa sürede aldı ve İngilizler’le onların desteğini sağlayan gizli bir anlaşma yaptı. Bu sırada Mekke Emîri Şerîf Hüseyin’i Osmanlı Devleti’ne karşı isyana hazırlayan İngilizler için Abdülazîz’in tarafsızlığının sağlanması önemliydi.

    Abdülazîz, İngilizler’le anlaştıktan sonra kendisine bağlı kabileleri teşvik ederek Cebelişemmer ve Hicaz taraflarına akınlar yapmalarını sağladı. Bir taraftan da Suriye’de bulunan Cemal Paşa ve Medine’de bulunan Fahreddin Paşa’ya heyetler gönderip onların muhtemel tepkilerini anlamaya çalıştı. I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar faaliyetlerini Orta Arabistan’la sınırlı tutan Abdülazîz, Osmanlı ordularının bölgeden çekilmesi üzerine (1918) İdrîsîler’in idaresindeki Asîr’e yönelip burayı topraklarına kattı (1922). 1921’de Hâil’de kalan son Reşîdîler’i de oğlu Faysal kumandasında gönderdiği kuvvetlerle yenerek hükümranlık sahasını genişletti ve Necid sultanı unvanını kullanmaya başladı, ertesi yıl Necid ve civarının sultanı unvanını aldı. 1922’de İngilizler’in gözetiminde yaptığı anlaşmalarla Irak, Doğu Ürdün ve Küveyt sınırları belirlendi. 1924’te İngilizler’in himayesinde kurulan Hicaz Hâşimî Krallığı topraklarına saldırıp 1926’da burayı da topraklarına kattı ve Hicaz kralı, Necid ve civarının sultanı unvanını aldı. Aynı yıl Türkiye Cumhuriyeti kendisini tanıdı ve Cidde’de bir maslahatgüzarlık açtı. Daha sonra unvanlarından sultan kelimesini çıkararak kendisini Hicaz ve Necid kralı ilân etti. 1934’te Suûdîler’le Yemen arasında imzalanan Tâif Antlaşması’yla Necran ve Cîzân’ı da topraklarına kattı.

    Ülkenin kuruluş sürecinde Abdülazîz b. Suûd bir yandan da diplomatik girişimlerde bulunmaya başladı. Bu gelişmelere ilgisiz kalmayan Türkiye Cumhuriyeti, 1926 yılında Mekke’de toplanan hilâfet kongresine Edib Servet Bey’i delege olarak gönderdi ve Kral Abdülazîz ile İmam Yahyâ Hamîdüddin el-Mütevekkil-Alellah arasındaki ihtilâflarda aracılık girişiminde bulundu. 1929’da Türkiye Cumhuriyeti ile Hicaz ve Necid Krallığı arasında dostluk antlaşması imzalandı. 1932’de Abdülazîz’in oğlu Emîr Faysal, Türkiye’yi ziyaret ederek babasının mektubunu Mustafa Kemal’e takdim etti. Aynı yıl İngiltere’nin kendisini resmen tanıması üzerine Abdülazîz b. Suûd unvanını Suudi Arabistan kralı şekline dönüştürdü.

    Abdülazîz, Suudi Arabistan’ı oluşturmaya çalışırken kendisinin kurduğu ihvan grubunun muhalefetiyle karşılaştı. Çoğunluğu bedevî olan ve bir devletin egemenliğine girmeyi kabul etmeyen bu grubun Hicaz başta olmak üzere yeni topraklarla birlikte teknoloji ve farklı dinî anlayışlarla tanışması bid‘at tartışmalarını da beraberinde getirdi. Bu durum Kral Abdülazîz’i zor durumda bıraktı. Geçmişte yararlandığı bu grubun liderleri üzerine gitti. Küveyt başta olmak üzere Suudi Arabistan dışına kaçanları İngilizler’in yardımıyla geri getirtip cezalandırdı. 1932’den itibaren maliye, hariciye işlerini sürdürecek kurumları hayata geçiren Kral Abdülazîz, dinî liderlerin itirazlarına rağmen 1933’te petrol imtiyazını Amerikan şirketine vermesinin ardından dünya gündeminde yer almaya başladı. Suudi Arabistan’ın ülkeden çıkarılacak petrolden istifade etmesi II. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşti. Petrol gelirleriyle yollar, limanlar, hastahaneler, sulama kanalları, yeni şehirler kuruldu ve hac hizmetleri geliştirildi.

    Çeşitli kabilelerin devlete bağlılığını yaptığı evliliklerle geliştirmeye çalışan Abdülazîz öldüğünde (1953) ardında otuz dört (veya elli üç) erkek ve sayısı bilinmeyen kız çocuğu bıraktı. Yerine oğulları Suûd (1953-1964), Faysal (1964-1975), Hâlid (1975-1982), Fehd (1982-2005) ve Abdullah (2005 →) geçti. Günümüzde Kral Abdullah hem kral hem de hükümet başkanı olarak ülkeyi idare etmektedir. Dört yıl için tayin edilen kabinenin önemli bakanları Suûdî ailesine mensuptur. Suudi Arabistan’da ayrıca 150 üyeden oluşan bir Meclis-i Şûrâ bulunmaktadır. Ülke başşehir Riyad, Mekke ve Medine ile birlikte on üç idarî bölgeye ayrıldı ve her bölge kraliyet ailesinden bir emîrin idaresine verildi. Son yıllarda belediye teşkilâtları kuruldu. Belediye başkanlarının seçimle belirlenmesi Kral Abdullah’ın açılım ve değişim politikası olarak değerlendirilmektedir.

    Nüfusunun tamamı müslüman olan ülkede Vehhâbî mezhebi sıkı bir şekilde uygulanmaktadır. Doğu bölgesinde kendi geleneklerini kapalı bir biçimde sürdüren önemli sayıda Şiî bulunmaktadır. Suudi Arabistan’ın üye olduğu uluslararası kuruluşlar içinde Arap Birliği (1969), İslâm Konferansı Teşkilâtı, Râbıtatü’l-âlemi’l-İslâmî, Körfez İşbirliği Konseyi ve Milletlerarası İslâm Hilâl Komitesi sayılabilir.

    Eğitim ve Öğretim. Kral Abdülazîz çölde kurduğu yerleşim yerlerine dinî eğitim veren “mutavvi‘” adlı öğreticiler, bedevîlere de seyyar hoca ve imamlar tayin etti; düzenli eğitime ise Hicaz’ın Necid ile birleştirilmesinden sonra geçebildi. Abdülazîz, Hicaz’a hâkim olunca bölgedeki mevcut medreselerin ve diğer eğitim kurumlarının Vehhâbî öğretisine göre yapılandırılmasını istedi. Mekke’de kendi oğullarının ve ileri gelenlerin çocuklarının eğitimi için modern bir okul açtı. Ardından Riyad’a taşınan bu okul daima kralın gözetimi altındaydı. 1927’den sonra maarif idaresi hayata geçirilerek ülke düzeyinde eğitimin birleştirilmesi amaçlandı. Bu kurum başlangıçta eğitim geleneği olan Mekke ve Medine’de hızlı, Riyad ve çevresinde daha yavaş yayıldı. 1936’da Hicaz’da çeşitli seviyede on sekiz okul bulunmaktaydı. Düzenli eğitim kurumları ülke düzeyinde 1937’den sonra hayata geçirilebildi, bunların çoğu ilkokul düzeyinde okullardı. Lise ve meslek okulları ise daha geç açıldı. 1954’te maarif idaresinin bakanlığa dönüştürülmesi ve petrol gelirlerine bağlı olarak kaynakların artması eğitime yeni bir ivme kazandırdı. Üniversite düzeyindeki eğitim, 1930’lu yıllardan itibaren ihtiyaç duyulan alanlarda yurt dışına öğrenci gönderilmek suretiyle başlatıldı. Mekke’de açılan bir hazırlık okulunda kısa bir eğitimden geçirilen öğrencilerin büyük çoğunluğu başlangıçta Mısır’a giderken daha sonra ihtiyaca göre diğer ülkelere de gönderilmeye başlandı. 1932-1933’te sınırlı sayıda da olsa mühendislik, tıp ve pilotluk eğitimi için Türkiye’ye öğrenci gönderildi. Suudi Arabistan, Amerika ve Avrupa üniversitelerine öğrenci yollamayı günümüzde de sürdürmektedir.

    Her düzeydeki eğitimin erkek ve kızlara ayrı ayrı verildiği ülkede ilk ve orta öğrenim düzeyindeki erkek öğrencilerin devam ettiği okullar Eğitim Bakanlığı’na, kız okulları Kız Eğitimi Bakanlığı’na bağlıdır. Ülkede her düzeyde eğitim kurumu bulunmasına rağmen kızların gidebileceği dallar eğitim ve sağlık gibi alanlarla sınırlı tutulmaktadır. Meslekî ve teknik okullar için ayrı bir kuruluş bulunmakla birlikte bu okullar ülke ihtiyacını karşılayacak nitelikte değildir. Ayrıca Muhammed b. Suûd Üniversitesi’nin denetiminde ülke çapında eğitim veren fen liseleri bulunmaktadır. Okuma yazma oranı erkeklerde % 85, kadınlarda % 79’dur.

    Suudi Arabistan’da ilk üniversite 1957’de Melik Suûd adıyla açıldı, bunu 1961’de Medine’de kurulan İslâm Üniversitesi takip etti. 1974’te İmam Muhammed b. Suûd İslâm Üniversitesi, 1975’te Melik Fehd Petrol Üniversitesi, 1981’de Mekke’de Ümmü’l-kurâ Üniversitesi açıldı. Kız Öğrenim Yüksek Bakanlığı’nın denetiminde bu üniversitelere bağlı, kızlara ait on üç fakülte bulunmaktadır. Son yıllarda üniversite sayısı on altıya ulaştı. Üniversiteler Yüksek Öğretim Bakanlığı tarafından idare edilmektedir. Bugüne kadar üniversitelerden yaklaşık 150.000 öğrenci mezun oldu. Üniversitelerde görev yapan 13-14.000 öğretim üyesinin yarısı yabancılardan oluşmaktadır. Kral Fehd b. Abdülazîz döneminde eğitime bütçeden daha fazla pay ayrılmaya başlandı. Bugün eğitime ayrılan pay gayri sâfi millî hâsılanın % 7’sini oluşturmaktadır. Kral Abdullah’ın 2005’te başlattığı eğitim seferberliği çerçevesinde üniversitelere yatırım yapılmaya başlandı. Ayrıca binlerce öğrenci burslu olarak yurt dışına gönderildi.

  • YEMEN

    Kızıldeniz’e ve Hint Okyanusu’nun Aden körfezine kıyısı olan Yemen kuzeyden Suudi Arabistan, doğudan Uman ile komşudur. Bâbülmendep Boğazı ile Afrika kıtasından ayrılır. Resmî adı el-Cumhûriyyetü’l-Yemeniyye, yüzölçümü 536.869 kilometrekaredir.

    Yemen, yapısal olarak sert bir temel üzerine oturmuş olmakla beraber tektonik hareketler bakımından tamamen sakin bir bölge değildir. Eski temel arazi yer yer yüzeyde de görülür, ancak çoğu kesimde yaşça daha yeni tabakalarla örtülüdür. Bu örtü arazisi genelde ikinci ve üçüncü zaman tortulları ile (rüsûbî kayalar) eski ve yeni lavlardan oluşur. Batıdaki yüksek kesimlerde San‘a ve Taiz arasında riyolit, andezit, trakit, ignimbirit ve bazaltlardan meydana gelen volkanik örtünün kalınlığı 500 m. ile 3000 m. arasında değişir. Volkanik püskürmeler Yemen adalarında günümüzde de aralıklarla etkisini sürdürmektedir. Yemen doğal özellikleri bakımından kıyılardan iç kesimlere doğru sıralanan birbirinden farklı bölgelere ayrılır. Bunlar Kızıldeniz kıyısında Tihâme adı verilen kıyı ovası, Aden körfezi kıyısındaki dar kıyı ovası, bunun gerisinde yer alan platolar, merkezî dağlık sahalar, kuzeydoğudaki çöl sahası ve adalardır. Tihâme, batıda Kızıldeniz kıyısı boyunca kuzey-güney yönünde genişliği 8-65 km. arasında değişen ve yer yer kıyı kumulları ile kesintiye uğrayan yarı çöl özelliğinde düzlüklerden meydana gelir. Sıcak, kurak, fakat bağıl nemi yüksek olan bu kesimde liman şehri Hudeyde yer alır. Aden’den doğuya doğru küçük balıkçı yerleşmeleri ve Mükellâ’nın bulunduğu Aden körfezi kıyısı az verimli bir ova görünümündedir. Kıyı ovasının gerisinde yükselen Yemen platosu (500-1200 m.) özellikle batı kesiminde engebeli bir görünüm arzeder ve Kızıldeniz’e doğru yönelen akarsuların vadileri tarafından yer yer derin biçimde yarılır. Doğuda Uman sınırına doğru Hadramut bölgesinde eski temel üzerinde yayılan lav örtüsünün maskelediği plato sahalarını, Hint Okyanusu’na ulaşan periyodik akışlı akarsular derin vadilerle parçalara ayırır. Yemen’in merkezî dağlık alanlarının batısında ülkenin en yüksek dağı olan Hadûr Şuayb (3750 m.) bulunur (bk. HADÛR). Bu kesimde kademeli şekilde alçalan yamaçlar, vadi tabanları tarım ve yerleşmeye en uygun yerlerdir. Nitekim volkanik arazinin geniş yer kapladığı Taiz ve İb çevreleri tarım ürünlerinin çeşitliliğinin arttığı alanlardır. Merkezî dağlık kütlenin doğu kesiminde dünyanın en yüksek rakımlı başşehirlerinden olan San‘a (2200 m.) bulunur. San‘a çevresi nisbeten daha az yağış alır ve ülkede su kıtlığının en fazla hissedildiği yerler arasındadır. Suudi Arabistan’daki Rub‘ulhâlî çölünün uzantısını teşkil eden, doğu ve kuzeydoğuda ülkenin yaklaşık yarısını kaplayan çöl sahasının yükseltisi 1000 metrenin altındadır. Burası hemen hemen hiç yağış almayan, göçebe bedevî çobanların dışında yerleşik nüfusun fazla olmadığı ülkenin en tenha kesimlerinden biridir.

    Ülkede iklim enlem etkisiyle genelde sıcaktır. Ancak yükseltiye bağlı olarak sıcaklık dağılışında farklılıklar görülür. Başşehir San‘a’da haziranda en yüksek aylık ortalaması 31 °C, en düşük sıcaklık ise aralıkta 24 °C’dir. Kıyıdaki Aden’de en yüksek sıcaklık haziranda 37 °C, en düşük sıcaklık ocakta 27 °C’dir. Yemen’de yağışlar genelde, batıda marttan mayısa kadar hüküm süren Kızıldeniz üzerindeki hava akımları ile güneyden kuzeye doğru şubat-eylül arasında gelişen musonların etkisi altındadır. Yıllık ortalama yağış miktarı kıyı düzlüklerinde (Tihâme) 120-130 mm., yüksek dağlık alanlarda 520-760 mm. arasında değişir. San‘a’da yıllık ortalama yağış 200 mm. civarındadır. Ancak bazı yıllar 150 milimetreye kadar düşerken bazı yıllarda 500-600 milimetreye ulaştığı görülür. Yağışlar şubattan ağustos ayına kadar etkilidir. Yemen’de ormanlar ülke yüzölçümünün ancak % 4’ünü kaplar. Kıyı kesiminde yer yer çalılarla birlikte görülen step formasyonu, dağ eteklerinde özellikle ülkenin batı kesiminde yerini kurakçıl orman topluluklarına bırakır. Bu orman topluluklarının başlıca türlerini akasya, ardıç, hurma, incir, şişe ağacı ve baobap ağacı oluşturur. Sular coğrafyası açısından ülkenin dikkat çeken özelliği sürekli akarsuların bulunmayışıdır.

    Yemen dünyada nüfusu en hızlı artan ülkeler arasındadır. 1950’de 4.316.000 olan her iki Yemen’in nüfusu 1990’daki birleşmede Kuzey Yemen 7.161.000, Güney Yemen 2.586.000 olmak üzere toplam 9.747.000, 1994 sayımında 14.588.000, 2004’te 19.720.000 idi. Yemen’de nüfus artış oranı 2005-2010 arası dönemde % 2,86 olmuştur. Nüfusun büyük bölümü (% 68) kırsal alanda yaşar ve nüfus yoğunluğu bakımından kilometrekareye kırk altı kişi düşer. Yemen nüfusunu daha çok Araplar teşkil eder. Ayrıca küçük topluluklar halinde Hintliler, Pakistanlılar, Somalililer vardır. Nüfusun tamamına yakını müslümandır. Müslümanların % 70’ini Sünnîler (Şâfiî mezhebi), % 30’unu Şiîler (Zeydî, az sayıda İsmâilî) oluşturur. Ülkedeki yahudilerin büyük çoğunluğu 1950’den sonra İsrail’e göç etmiştir. Ülke dışında çalışmaya giden ve sayıları 1 milyonu aşan Yemenliler gönderdikleri dövizlerle ekonomiye önemli katkı sağlar. Yemen aynı zamanda Afrika ülkelerinden, özellikle Somali ve Etiyopya’dan göç alır. Birleşmiş Milletler’in 2000 yılına ait raporuna göre bir yılda Afrika ülkelerinden Yemen’e 50.000 göçmen gelmiştir.

    Ülke topraklarının ancak % 3’ü tarıma elverişlidir; buna rağmen ekonomide tarım önemli yer tutar ve millî gelirin % 15’ini oluşturur, iş gücünün yarıdan fazlasını istihdam eder ve nüfusun üçte ikisi geçimini tarımdan sağlar. Ülkenin batı ve iç kesimlerindeki yüksek plato sahası önemli tarım alanlarını bünyesinde toplar. Başlıca tarım ürünleri tahıllar, kahve, kat, meyveler, sebzeler, hurma ve pamuktur. Ayrıca kümes hayvancılığı, koyun, keçi, sığır ve deve yetiştiriciliğiyle balıkçılık halkın başlıca geçim kaynaklarıdır. 1970’li yıllara kadar hububat üretimi ülke ihtiyacını karşılarken 1980’li yıllardan itibaren daha fazla gelir getiren meyve, sebze ve kat üretimine doğru bir eğilim meydana gelmiştir. 2000’li yıllarda hızla artan nüfusun da etkisiyle ülkede 3-3,5 milyon ton hububat ithalâtı yapılmıştır. Dünyada su konusunda en fakir ilk on ülke arasında yer alan Yemen’de yer altı ve yer üstü su kaynaklarının yaklaşık yarısı boyu 1,5 m. ile 20 m. arasında değişen kat bitkisinin sulamasında kullanılmaktadır. Nüfusun yarıdan fazlasının kullandığı kat bitkisinin yaprakları ağızda çiğnenmekte ve uyuşturucu etkisi yapmaktadır. Her geçen yıl üretimi ve kullanımı artan kat Yemen’i bir felâkete doğru sürüklemektedir.

    Yemen’de sanayi fazla gelişmemiştir. Petrol rafinerileri, sıvılaştırılmış doğal gaz santrali, küçük ölçekli gıda, alüminyum ve tekstil imalâtı ve gemi onarımı başlıca sanayi faaliyetleridir. Çin, Hindistan, Birleşik Arap Emirlikleri en fazla ticaret yapılan ülkelerdir. Yemen’in ekonomisi büyük ölçüde petrol üretimine bağlıdır. Me’rib ve Mesîle bölgelerinden çıkarılan ham petrol Me’rib, Aden, Mükellâ ve Re’süîsâ’daki rafinerilere boru hatları ile taşınır. Ancak petrol rezervleri hızla azalmaktadır, bu da petrol ihracatını olumsuz etkileyecektir. Buna karşılık Yemen’de 1993 yılında Me’rib’in 73 km. doğusunda Safer bölgesinde bulunan doğal gaz rezervleri gelecek için ümit vericidir. Ülkede ilk likit doğal gaz santralinde (LNG) Ekim 2009’da üretime başlanmıştır. Yemen’in diğer yer altı kaynakları az miktarda kömür, kaya tuzu, mermer, altın, nikel ve bakırdır. Ülkenin başlıca ihraç ürünleri ham petrol, kahve, sıvılaştırılmış doğal gaz ve konserve balık, ithal edilen ürünler ise tahıl, gıda ürünleri, canlı hayvan, makine ve ekipmanları ile çeşitli kimyasallardır. Yemen tarihî ve kültürel zenginliği, doğal güzellikleriyle üstün turizm potansiyeline sahip olmasına rağmen uzun yıllar süren iç savaş, terör ve siyasî kargaşalar yüzünden turizm önemli bir gelişme kaydetmemiştir.

    Antik Grek ve Romalı coğrafyacılar tarafından Arabia Felix (mesut Arabistan) diye adlandırılan Yemen, genel olarak Mekke’yi dünyanın merkezi kabul eden İslâm coğrafyacılarına göre doğuya doğru dönüldüğünde Kâbe’nin güneyinde (sağında-yemîn) kaldığından bu adı almıştır. Araplar’dan ayrılan bir grubun sağ tarafa doğru gittiği için bu adın verildiği de zikredilir (Yâkūt, V, 447). İsmin Araplar’ın efsanevî kahramanı Yemen b. Kahtân’dan geldiğini ileri sürenler bulunmakla birlikte Yemen isminin sağ yan veya güneyle ilgisi olduğu anlaşılmaktadır.

    İslâm tarihçilerine göre Yemen’in ilk sakinleri Hz. Nûh’un Araplar’ın atası olan oğlu Sâm ve neslidir (İbn Sa‘d, I, 42-43; İbn Kuteybe, s. 13). Yemen’de hüküm süren en eski devletlerden Maîn Krallığı’nın tarihi milâttan önce III. binyılın ortalarına veya daha eskiye dayanır; başşehri de San‘a’nın doğusunda kalan Maîn’dir (Karno). Maînliler’in Rub‘ulhâlî’den Yemen’in kuzeyine göç ettikleri tahmin edilir. Hâkimiyetlerini bazı dönemlerde Hicaz, Fedek ve Teymâ sınırlarına kadar genişleten Maînliler’in ekonomisi büyük ölçüde ülkeler arası ticarete dayanıyordu. Arabistan’da yetiştirilen ürünlerle Hindistan ve Çin’den gelen ticaret mallarını Suriye, Filistin ve Mısır’a kervanlarla taşıyarak büyük bir malî güç elde etmişlerdi. Maîn dışında Berâkış, Athlula, Beycân, Beydâ, Nestum, Nesca ve Lûk, Maînliler döneminde Yemen’in gelişmiş şehirleri arasında zikredilmektedir. Bölgenin en eski devletlerinden biri de Sebe’nin güneyindeki Beycân ve Hureyb vadilerinde hüküm süren Katabân Krallığı olup başşehri Timna‘dır (günümüzdeki Hecer Kehlân). Katabân Krallığı’nın milâttan önce IX-VII. yüzyıllar arasında kurulduğu tahmin edilmektedir. Katabân Devleti en parlak dönemini, Sebe’nin desteğiyle Evsân işgali altındaki topraklarını geri almasının yanı sıra Evsân ülkesinde de hâkimiyet kurduğu milâttan önce III ve II. yüzyıllarda yaşamıştır. Kurulan barajlar ve açılan kanallarla ileri seviyede bir sulama sistemi oluşturulmuş, ziraat ve iktisatla ilgili kanunlar kitâbelere nakşedilmiştir. Ziraatın yanı sıra iç ve dış ticaret de gelişmişti. Milâttan önce 100 yılı civarında tahrip edilen Timna‘ şehrinin harabeleri günümüze ulaşmıştır. Katabân ve Sebe kitâbelerinde zikredilen, ancak hüviyeti bilinmeyen Evsân Devleti, Merha vadisinde Aden körfezi kıyılarında hüküm sürüyordu. Helen kültüründen etkilenen Evsân Devleti tesbit edilemeyen bir dönemde bölgenin en nüfuzlu devleti haline gelmiş, Sâhilülevsânî denilen Doğu Afrika kıyılarını da nüfuzu altına almıştı. Milâttan önce 1500 yıllarında Yemen’in Hadramut bölgesine geldiği tahmin edilen Hadramutlular başşehri Sabata olan bir devlet kurdular. Daha sonra Sebe Devleti’nin hâkimiyetine giren Hadramut Krallığı, Sebe zayıflayınca istiklâlini tekrar kazandı.

    Sebe İslâm öncesi Yemen tarihinin en önemli devleti olup başşehri Me’rib’dir; ancak komşuları Maîn, Katabân ve Hadramut devletlerinden önce mi yoksa sonra mı kurulduğu hususu hâlâ tartışmalıdır. Bazı araştırmacılar bölgede hüküm süren en eski devletin Sebe olduğunu ileri sürmüştür. Fakat Sebeliler’in Kuzey Arabistan’dan Yemen’e Maîn, Katabân ve Hadramut halkından üç asır sonra milâttan önce 1200 yıllarında geldiği görüşü daha yaygındır. Sebe Devleti’nden ilk defa milâttan önce VIII. yüzyılın ortalarına ait Asur kitâbelerinde açıkça söz edilmiş, Sebe hükümdarının (mukarrib) Asur kralına vergi ödediği belirtilmiştir. Kendilerinden Ahd-i Atîk’te de bahsedilen Sebeliler, Kur’an’da halkı güneşe tapan ve kadın bir hükümdar (Belkıs) tarafından yönetilen güçlü bir devlet şeklinde nitelendirilir. Hz. Süleyman’ın Sebeliler’e peygamber olarak gönderildiği Kur’an’da zikredilmiştir (en-Neml 27/20-44). Sebe’ sûresinde (34/15-21) maddî refaha sahip güçlü Sebe toplumunun Allah’a kulluktan yüz çevirdiği ve bu yüzden büyük bir sel felâketiyle (Arim seli) cezalandırıldığı anlatılır. Sebe Devleti, Mukarribler (m.ö. ? - m.ö. 650) ve Melikler (m.ö. 650-115) dönemlerine ayrılır. Melikler döneminin ilk hükümdarı Kariba-il Vitar komşuları Maîn, Katabân ve Hadramut’u egemenliği altına aldı; Evsân Devleti’ni ortadan kaldırıp ülkenin sınırlarını genişletti ve Yemen bölgesinin tamamında hâkimiyet kurdu. Ülkeler arası ticaretteki başarıları ve inşa ettikleri barajlar sayesinde geliştirdikleri ziraatçılıkla büyük servetler edinen Sebe hükümdarları başta Me’rib olmak üzere Necran, Gurâb ve Nakbülhucre gibi büyük şehirlerde kalıntıları günümüze ulaşan çok sayıda saray, köşk, mâbed, kale inşa ettirdiler ve şehirlerin etrafını surlarla çevirdiler (bk. SEBE).

    Sebeliler döneminde milâttan önce V. yüzyıldan sonra Hemdân kabilesi etkili olmaya başladı. Milâttan önce II. yüzyılın ortalarında iktidarı Hâşidîler’e kaptıran Sebeliler çeyrek asır sonra yönetimi tekrar ele geçirdilerse de on yıl kadar dayanabildiler. Sebeliler’in akrabalarından olan Himyerî kabilesinin lideri Yeşerha b. Yahdub Sebe’yi zaptetti; Melikü Sebe ve Zû Reydân unvanıyla Himyerî Devleti’ni kurdu (m.ö. 115). Araplar’ın Kahtânîler koluna mensup bulunan Himyerîler kısa zamanda bütün Yemen’i egemenlikleri altına aldılar. Devletin başşehri Reydân daha sonra Zafâr adıyla şöhret kazandı. Himyerîler, milâttan sonra III. yüzyılın sonlarına doğru sınırlarını Hadramut ve Orta Arabistan’a kadar genişlettiler. Arap yarımadasının en güçlü ve en kalabalık devleti haline geldiler; Habeşliler ve Sâsânîler’le mücadeleye girdiler. Güney Arabistan’ın İslâm öncesi en uzun ve en parlak medeniyetini temsil ettiler. Himyerî Devleti, Akdeniz havzası ile Uzakdoğu arasındaki kara ve deniz ticaret yolu üzerinde bulunduğundan hareketli bir ekonomik yapıya sahipti. Güneyden ve kuzeyden gelen bütün yolların kavşak noktasında yer alan San‘a en önemli ticaret merkeziydi. Debâ, Mehre, Aden, Sebâ ve Râhiye’de kurulan panayırlar Arabistan yanında Akdeniz ve Çin-Hint ülkelerinden gelen tüccarlar için buluşma noktasıydı (bk. HİMYERÎLER).

    Yemen kabileleri ay, güneş ve yıldızlardan oluşan çok tanrılı bir dine sahipti. Romalı kumandan Titus’un milâttan sonra 70 yılında Filistin’i ele geçirerek Kudüs’ü tahrip etmesinin ardından yahudilerin bir kısmı Hicaz ve Yemen’e göç etti. Bu tarihten itibaren Araplar arasında Yahudiliği benimseyenler oldu. Diğer taraftan Bizans İmparatoru Konstantios döneminde (337-361) Yemen’e ilk misyonerlerin gönderilmesinin ardından San‘a, Aden, Me’rib ve Zafâr gibi merkezlerde Hıristiyanlık yayıldı. Necran, bu dönemde Güney Arabistan’da Hıristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri haline geldi. Ardından bölgede Hıristiyanlık’la Yahudilik arasında giderek şiddetlenen bir rekabet başladı. Himyerîler yahudileri, Habeşliler ile Bizanslılar ise hıristiyanları destekliyordu. Himyerîler’in son hükümdarı Zûnüvâs (Yûsuf Eş‘ar), Yahudiliği kabul ederek bu dini devletin resmî dini haline getirdiği gibi hıristiyanları Yahudiliği kabul etmeye zorladı. Özellikle 523’te ele geçirdiği Necran’daki hıristiyanlara şiddetli baskı yaptı. Bundan sonuç alamayınca Necranlı hıristiyanlardan 4000 veya 20.000 kişiyi ateş çukurlarına (uhdûd) attırdı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu olaya işaret edilerek zalimler şiddetle kınanmaktadır (el-Burûc 85/4-9). Bu katliam hıristiyan dünyasını harekete geçirdi. Habeş Aksum Kralı Kaleb Ela-Esbaha, Bizans imparatoruyla anlaşıp Yemen’e bir ordu gönderdi. Bu ordu Zûnüvâs’ı mağlûp ederek Himyerî Devleti’ne son verdi (525). Ardından Yemen yaklaşık yarım yüzyıl Habeşliler’in elinde kaldı. Habeşistan’ın Yemen valisi Ebrehe, Hz. Muhammed’in doğduğu yıl Kâbe’yi yıkmak için Mekke’ye bir saldırı düzenledi. Ancak Kur’an’da da zikredildiği üzere kalabalık ordusu ilâhî bir ceza ile helâk edildi (el-Fîl 105/1-5). Habeşliler’in kötü idaresi Yemen’de yerli halkın tepkisine yol açmıştı. Himyerî hükümdar ailesinden Seyf b. Zûyezen, Sâsânî Hükümdarı I. Hüsrev’den (Enûşirvân-ı Âdil) aldığı askerî destekle Habeş hâkimiyetini sona erdirdi. Seyf b. Zûyezen’in kisrâya vergi vererek tahta oturmasıyla birlikte (573 civarı) Yemen’de İslâm dönemine kadar sürecek olan Sâsânî hâkimiyeti başladı. Sâsânî döneminin sonlarına doğru Yemen, İranlı askerlerin Yemenli kadınlarla evlenmesi sonucu ortaya çıkan ve Ebnâ (oğullar) denilen zümre tarafından yönetiliyordu. Ebnâ Mecûsîliğe mensuptu. Habeşistan-Bizans ittifakı ile Sâsânîler arasındaki mücadele yüzünden büyük zarar gören Yemen halkı, İslâmiyet’in doğduğu yıllarda sosyal açıdan parçalanmış ve ekonomik bakımdan zayıflamış durumdaydı ve kabile mücadeleleri sebebiyle tarihinin en güç dönemlerinden birini yaşıyordu. Diğer taraftan bölgede Yahudilik ve Hıristiyanlık halk tarafından fazla ilgi görmemişti. Ahalinin çoğu hâlâ putlara tapıyordu; Zülhalesa, Zülkeffeyn, Yegūs, Yeûk ve Nesr adlı putları vardı. Bununla birlikte Kâbe kutsal bir mekân olarak tanınır ve hac mevsiminde ziyaret edilirdi. Bölgede Hz. İbrâhim’den kalan inanç kalıntılarını benimseyen bir miktar Hanîf de bulunuyordu.

    İslâm öncesinde Mekke’ye yakınlığından dolayı kurulan siyasî ve ticarî ilişkiler sayesinde Hicaz halkı Yemen hakkında kısmen bilgi sahibiydi. Yemenliler de bilhassa hac için gittikleri Kâbe vesilesiyle Mekke’yi ve Hicaz bölgesini tanıyorlardı. Onlar da Hz. Peygamber’in davetini açığa vurması üzerine Mekke’de yeni bir dinin ortaya çıktığını öğrenmişlerdi. Nitekim Resûl-i Ekrem, hac mevsiminde Kâbe’yi ziyarete gelen Arap kabilelerine İslâm’ı tebliğ ederken Hadramut’tan gelen Kindeliler’e ulaşmışsa da bu kabilenin ileri gelenlerinden Müleyh onun tebliğini reddetmişti. Yemenliler’in İslâm’la gerçek anlamda tanışmalarının Medine’ye hicretten sonraki yıllara rastladığı anlaşılmaktadır. Rivayete göre Hz. Peygamber’in, halkı İslâm’a davet ettiği duyulunca Ebû Mûsâ el-Eş‘arî ile iki ağabeyinin de aralarında bulunduğu elli iki kişilik bir heyet Medine’ye gitmek üzere bir gemiye binmiş, fakat gemi kötü hava şartları yüzünden Habeşistan’a sürüklenince orada Ca‘fer b. Ebû Tâlib ve arkadaşlarıyla karşılaşmış, bir süre Habeşistan’da kaldıktan sonra 7 (628) yılında buradaki müslümanlarla birlikte Medine’ye ulaşmıştır. Bazı kaynaklarda ise Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin İslâmiyet’i Mekke döneminde kabul ederek memleketine döndüğü ve kabilesini İslâm’a davet ettiği zikredilmektedir. Resûlullah’ın 7 (629) yılından itibaren mahallî Himyerî meliklerine İslâm’a davet mektupları göndermesi İslâmlaşma sürecini hızlandırdı. Konuyla ilgili dağınık rivayetlerden anlaşıldığına göre Resûl-i Ekrem, Ayyâş b. Ebû Rebîa’yı bir mektupla Himyerîler’in meliklerinden Hâris, Mesrûh ve Nuaym b. Abdükülâl’e yollamıştı. Mektubunda yahudilerin Üzeyir’i, hıristiyanların Îsâ’yı Allah’ın oğlu kabul ederek hak yoldan saptıklarını bildiriyor ve onları İslâm’a davet ediyordu. Sonuçta melikler müslüman oldu (İbn Sa‘d, I, 282). Hz. Peygamber’in kisrâya davet mektubu göndermesiyle ortaya çıkan gelişmelerin ardından Sâsânîler’in Yemen valisi Bâzân’ın İslâmiyet’i benimsemesiyle birlikte San‘a halkı ve Ebnâ da İslâm’a girdi (628-631). Ebnâ’nın müslüman olmasıyla Yemen’de yabancı hâkimiyeti siyasî açıdan sona erdi. Bu arada Resûl-i Ekrem, Mekke fethinin ardından bazı Yemen kabileleri üzerine seriyye gönderdi.

    Heyetler yılı (senetü’l-vüfûd) denilen 9. (630) yılda Yemen’den Medine’ye çeşitli gruplar geldi. Bunların arasında Hadramut’ta oturan Benî Tücîb’e mensup on üç kişilik heyet de vardı. Hz. Peygamber, bunlarla bizzat ilgilenip sohbet ettikten sonra güzel bir şekilde ağırlanmalarını ve kendilerine diğerlerinden daha çok hediye verilmesini istedi. Resûlullah’ın Tebük Seferi’nden döndüğü günlerde Medine’ye gelen Himyerî meliklerinin elçisi Mâlik b. Mürâre er-Rehâvî de Hâris b. Abdükülâl, Nuaym b. Abdükülâl, Nu‘mân ve Zür‘a (b.) Zûyezen’in müslüman olduğunu bildirdi. Bu habere çok sevinen Resûl-i Ekrem, Muâz b. Cebel’in başkanlığında bir heyeti Yemen’e yolladı. Muâz’ı Yukarı (Kuzey) Yemen’e elçi, zekât memuru ve kadı olarak görevlendirdi. Cened âmilliğine ilâveten Muâz kazâ işlerini yürütmek, halka İslâm’ın esaslarını ve Kur’an’ı öğretmek, diğer güney bölgelerinde muallimlik yapmak ve bu yoldaki faaliyetleri denetlemek gibi görevleri de yerine getirecekti. Muâz b. Cebel birçok kabilenin İslâmiyet’i kabul etmesini sağladı. Bu arada Ebû Mûsâ el-Eş‘arî de Aşağı (Güney) Yemen’e tayin edildi. Yemen’de ve özellikle San‘a’da İslâm’ın yayılmasında, aslen Ebnâ’dan olup Hz. Peygamber’i gördükten sonra müslüman olan sahâbeden Vebr b. Yuhannis ile Fîrûz ed-Deylemî’nin büyük katkıları oldu; San‘a’daki el-Câmiu’l-kebîr ilk defa bunlar tarafından yaptırıldı. Hz. Ali de Resûlullah tarafından Ramazan 10’da (Aralık 631) Yemen seferine gönderilmişti. Bu sırada Yemen’den gelen heyetler arasında bulunan Necranlı hıristiyanlar özel bir anlaşma ile İslâm devletinin hâkimiyetini kabul ettiler. Kaynak yetersizliği sebebiyle Yemen’in diğer bölgelerinde Müslümanlığın yayılmasına dair fazla bilgi olmamakla birlikte sonraki kaynaklarda İslâm’ın Yemen halkı tarafından büyük bir ilgiyle karşılandığı belirtilmektedir. Nitekim Yemenliler İslâm ordularına büyük oranda katılmış ve fetihlerde önemli yararlılıklar göstermiştir.

    Yemen’de Resûl-i Ekrem’in sağlığında peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan Esved el-Ansî (Abhele b. Kâ‘b) önce Necran’ı ele geçirmiş, ardından San‘a üzerine yürümüş, ancak Ebnâ tarafından ortadan kaldırılmıştı (11/632). Hz. Ebû Bekir döneminde ayaklanan Kays b. Mekşûh’u da Ebnâ’ya mensup San‘a Valisi Fîrûz ed-Deylemî yenilgiye uğrattı. Aynı dönemde zekât vermeyi reddederek ayaklanan Kinde kabilesinden Eş‘as b. Kays’ın nüfuzunu Hadramut bölgesinde yayması üzerine Medine’den gönderilen İslâm orduları isyanı bastırdı.

    Hz. Ebû Bekir döneminden itibaren Yemen San‘a, Cened, Hadramut’un bir kısmı olmak üzere üç bölgeye ayrılmıştı ve halifenin tayin ettiği valiler tarafından idare ediliyordu. Bazı bölgeler ise Himyer ve Hemdân gibi kabilelerin yönetimindeydi. Halife Ömer zamanında Yemen’de önemli bir siyasî güce sahip olan Necran hıristiyanlarının büyük kısmı Kûfe’ye sürüldü (13/634). San‘a Valisi Ya‘lâ b. Ümeyye halkın şikâyeti üzerine üç defa Medine’ye çağrılarak sorguya çekildi. Hz. Osman döneminde Yemen hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Onun öldürülmesinin (35/656) ardından çıkan siyasî karışıklıklar Yemen’i de etkiledi. Bazı Yemenli kabileler Hz. Ali’ye biat etmek için Medine’ye geldi. Ardından Ali, Yemen’deki valileri görevden aldı ve Ubeydullah b. Abbas’ı San‘a, Saîd b. Sa‘d b. Ubâde’yi Cened valiliğine tayin etti. Bu arada azledilen Ya‘lâ b. Ümeyye, Cemel grubuna katılmak üzere Mekke’ye gitti. Cemel Vak‘ası’ndan sonraki süreçte Muâviye taraftarları Hz. Ali’nin San‘a ve Cened valilerine karşı isyan ettiler. Muâviye’nin isyancılara yardım için gönderdiği Büsr b. Ebû Ertât kumandasındaki ordu isyanı bastırdı (40/660-61).

    Muâviye döneminde Ebnâ’dan olan valilerin görevlendirildiği Yemen, onun vefatından sonra çıkan karışıklıklar sırasında Hicaz’da halifeliğini ilân eden Abdullah b. Zübeyr’in egemenliği altına girdi ve 64-73 (683-692) yılları arasında San‘a ve Cened valileri İbnü’z-Zübeyr tarafından tayin edildi. Bu esnada Yemen, Hâricî saldırılarına mâruz kaldı (68/687-88). Tekrar Emevîler’e bağlanan Yemen’e gönderilen yirmiden fazla valinin genelde Yemen dışından ve çoğunlukla Emevî ailesine mensup olduğu dikkati çekmektedir. Bu valilerin Yemen halkına oldukça sert davrandıkları zikredilir. Abdülmelik b. Mervân döneminde Haccâc b. Yûsuf, Yemen valiliğini üç yıl elinde bulundurdu. Yemen’de Emevîler’e karşı ilk isyan 107 (725-26) yılında Abbâd er-Ruaynî tarafından başlatıldı. Emevîler döneminde Yemen’de çıkan en önemli ayaklanma ise Tâlibü’l-Hak lakabıyla bilinen Hadramut Kadısı Abdullah b. Yahyâ el-Hadramî’nin ayaklanmasıdır. Kadı Abdullah, Emevîler’in ilk dönemlerinden itibaren Uman’da geniş biçimde yayılan Hâricî İbâzîleri’nin desteğiyle Emevîler’e baş kaldırdı ve halifeliğini ilân etti, Hadramut’un ardından San‘a’yı da ele geçirdi (129/746). Tâlibü’l-Hak, kuvvetlerini arttırdıktan sonra Mekke ve Medine’yi de zaptedince II. Mervân’ın orduları tarafından yenilgiye uğratıldı ve San‘a yakınlarında öldürüldü (130/748). Hâricî İbâzî hareketi bu yıllardan itibaren Yemen ve özellikle Uman tarihinde önemini korudu ve Yemen Hâricîler’in merkezlerinden biri olarak kaldı.

    Yemen, Abbâsîler zamanında da merkezden gönderilen valiler yahut bunların vekilleri tarafından idare edildi ve Abbâsîler de Yemen’e kendi ailelerine mensup kişileri vali tayin etti. Bu dönemde valilerin kısa aralıklarla değiştirilmesi yanında bazı valilerin haksız uygulamaları yüzünden isyanlar çıktı. Heysam b. Abdüssamed el-Hemdânî’nin 184’te (800) başlattığı isyan dışında Yemen Tihâmesi’nde ayaklanmalar baş gösterdi. Yemen’de Abbâsî yönetimi için büyük tehlike oluşturan bu hareket ancak 191’de (807) bastırılabildi. Öte yandan 199 (815) yılında Kûfe’de halifeliğini ilân eden Ali evlâdından İmam Ebû Abdullah İbn Tabâtabâ yönetimindeki ayaklanma Yemen’e de sirayet etti. İmam Mûsâ el-Kâzım’ın oğlu İbrâhim, Yemen’e giderek Sa‘de’yi hâkimiyeti altına aldı; Yemen’de büyük tahribat yaptı ve Me’mûn tarafından gönderilen birlikleri yenip San‘a’yı da ele geçirdi (200/815), kendi adına para bastırdı. Ancak ertesi yıl bölgeye vali tayin edilen Hamdeveyh b. Mâhân karşısında tutunamayıp Sa‘de’ye çekildi. İbrâhim b. Mûsâ, daha sonra kardeşi Ali er-Rızâ’yı veliaht tayin eden Me’mûn tarafından Yemen valiliğine getirildiyse de (202/818) Hamdeveyh valiliği bırakmadı, İbrâhim’i yenerek bağımsızlığını ilân etti (203/818). Ardından bölgeye gönderilen yeni vali Îsâ b. Yezîd el-Celûdî, Hamdeveyh’i bertaraf etti (205/820).

    Abbâsîler döneminde Mekke-Medine-Yemen arasında posta teşkilâtı kuruldu. Yemen’de İslâm kültürünün giderek yayılması sonucunda San‘a, Zemâr, Cened ve Sa‘de birer ilim merkezi haline geldi. Abdürrezzâk es-San‘ânî ve Hişâm b. Yûsuf el-Ebnâvî gibi âlimler sayesinde Yemen ilim yolculuğu yapılan bölgeler arasına girdi. Edebiyat alanında Bişr b. Ebû Kibâr el-Belevî ile İbn Ebü’t-Talh eş-Şihâbî, Abdullah b. Abbâd ve Ahmed b. Îsâ er-Ridâî gibi şairler bu dönemin önemli isimlerindendir.

    Me’mûn devrinde Ak (Akk) ve Eş‘ar kabilelerinin çıkardığı isyanlar yüzünden Tihâme bölgesinde istikrar bozuldu. Abbâsî valisinin isyanları bastıramaması üzerine Halife Me’mûn, Tihâme’yi Yemen’den ayrı bir vilâyet yapmayı kararlaştırdı ve kumandanlarından Muhammed b. Abdullah b. Ziyâd’ı ordusunun başında vali olarak bölgeye gönderdi. 203’te (818) Tihâme’ye ulaşan Muhammed b. Abdullah üç yıl içinde bölgede hâkimiyeti sağladı. Hadramut’tan sahildeki Aden’e kadar uzanan vilâyetin başşehri olarak Zebîd’i kurdu. Onun 245’te (859) ölümünün ardından yerine geçen oğlu İbrâhim döneminde daha da güçlenen Ziyâdîler’in Bağdat’la ilişkileri iyice zayıfladı. 299-371 (911-981) yılları arasında hüküm süren Ebü’l-Ceyş İshak b. İbrâhim’in ilk yıllarında Karmatîler Zebîd’i tahrip etmiş (302/914), son yıllarında da Aden ve Hadramut gibi şehirlerdeki valiler istiklâllerini ilân etmişti. Ebü’l-Ceyş’in ölümünden sonra yönetim köle asıllı vezirlerin eline geçti. Bunlardan Necâh Ziyâdîler’e son verdi (412/1022). Ziyâdîler döneminde Yemen’de yeni şehirler kurulduğu gibi özellikle başşehir Zebîd’de pek çok cami yapıldı. Şehrin surları yenilendi. Hac yolunda çeşitli tesisler inşa edildi ve su kuyuları açıldı.

    San‘a ve çevresi, 232 (847) yılına kadar Bağdat’tan gönderilen valiler tarafından yönetildi. Emîr Ya‘fur (Yu‘fîr) b. Abdurrahman el-Hivâlî el-Himyerî bu tarihte bölgeyi ele geçirerek kuzeyde Sa‘de, güneyde Cened arasında başkenti San‘a olan Ya‘furîler’i kurdu. Onun döneminde hutbeler tekrar Abbâsî halifesi adına okundu ve Abbâsîler’e bağlı Ziyâdîler’le iyi ilişkiler kuruldu. Yemen’de büyük kabilelerin desteğini sağlayan bu hânedan giderek güçlendi. 265 (879) yılında görevden çekilen babasının yerine hükümdar olan İbrâhim b. Muhammed’in 269’da (882) babasını ve amcasını öldürmesi yüzünden Yemen idarecileri ve ileri gelenleri isyan etti. Diâm b. İbrâhim el-Erhabî’nin San‘a’yı ele geçirmesiyle daha da yayılan isyan İbrâhim b. Muhammed’in 273’te (886) katledilmesiyle sona erdi. Bu karışıklıklar üzerine Bağdat yönetimi tarafından Yemen’e gönderilen Ali b. Hüseyin Ceftem 286’da (899) San‘a’yı ele geçirip bölgede istikrarı yeniden sağladı. Onun Bağdat’a dönmesinin ardından bölge bir müddet Hicaz’a bağlandı. Bölge ileri gelenlerinin davetiyle 284’te (897) Zeydî imâmetini tesis etmek üzere Sa‘de’ye gelen Zeydîler’den İmam Hâdî-İlelhak Yahyâ b. Hüseyin 288 (901) yılında San‘a’yı eline geçirdiyse de Ya‘furîler ertesi yıl şehri geri aldılar. Yahyâ b. Hüseyin, Sa‘de’ye çekilmek zorunda kaldı. Bu dönemde San‘a zaman zaman Karmatî saldırılarına uğradı. Es‘ad b. Ya‘fur’un 332’de (944) vefatı üzerine Ya‘furîler’in bölgedeki hâkimiyeti zayıflamaya başladı. Bununla birlikte son hükümdarlardan Abdullah b. Kahtân’ın uzun hâkimiyeti döneminde Ya‘furîler, Ziyâdîler’e karşı başarılar kazandılar ve başşehirleri Zebîd’e kadar ulaştılar. Abdullah’ın 387’de (997) vefatının ardından metbû bir hânedan olarak ancak dört yıl kadar ayakta kalabilen Ya‘furîler’in hâkimiyeti Abdullah’ın oğlu Es‘ad döneminde 391’de (1001) sona erdi. Egemenliklerini bir buçuk asır devam ettiren Ya‘furîler zamanında günümüze ulaşan Şibâm Camii yapılmış ve 262’de (876) selden zarar gören San‘a Ulucamii yenilenmiştir.

    İmam Hâdî-İlelhak Yahyâ b. Hüseyin’in 284’te (897) Sa‘de’ye gelip bazı inkıtâlarla birlikte hâkimiyetini 1962 yılına kadar devam ettiren ve güçlü dönemlerinde Yemen’in tamamına hükmeden Zeydî İmâmeti’ni kurması Yemen tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı sayılır. Sa‘de ve çevresinde egemenliğini sürdüren Yahyâ b. Hüseyin’in oğulları döneminde pek çok Yemen kabilesi Zeydîler’e tâbi oldu. Ahmed b. Yahyâ en-Nâsır (913-934), Fâtımî dâîsi İbn Havşeb’le mücadeleye girerek onu bertaraf etti ve Güney Yemen ile Aden’i nüfuzu altına aldı. Onun ölümünün ardından oğulları arasında uzun süre devam eden (934-977) taht kavgaları yüzünden bilhassa Sa‘de’de yoğun çatışmalar meydana geldi. Yûsuf b. Yahyâ’nın 369-371 (979-981) yıllarında San‘a’yı ele geçirmesi, iktidar mücadelesinin buraya kaymasına ve Ya‘furîler’in de müdahalesine yol açtı. 389’da (999) Sa‘de’ye gelen Kāsım b. Ali b. Abdullah el-İyânî, el-Mansûr lakabıyla kendisini imam ilân etti. Kāsım’ın imâmetinde (999-1003) Zeydî hâkimiyeti San‘a ve Zemâr’a kadar yayıldı; onun vefatının ardından Mehdî lakabıyla yerine geçen oğlu Hüseyin 404’te (1013) kabile isyanları sırasında öldürüldü. Daha sonraki dönemde kısa aralıklarla iki imam ortaya çıktı. 418’de (1027) Hicaz’dan bölgeye gelerek Hâşid’de imâmetini ilân eden Yahyâ b. Hüseyin birkaç defa San‘a’ya girdiyse de şehirde tutunamadı ve 1067 yılında Suleyhîler tarafından ortadan kaldırıldı. Mekke’den Sa‘de’ye gelip Benî Havlân kabilesini kılıçtan geçiren ve 437’de (1045) en-Nâsır-Lidînillâh lakabıyla imâmetini ilân eden Ebü’l-Feth ed-Deylemî de San‘a’yı elinde tutamadı ve Suleyhîler’le mücadelesi esnasında öldürüldü (444/1052).

    Zebîd’de hüküm süren Ziyâdîler’in son dönemlerinde yönetim Habeşli vezirlerin eline geçmişti. Mercan adlı vezirin kölelerinden Necâh bütün rakiplerini bertaraf ederek 412’de (1022) kendi hânedanını kurdu. Şâfiî mezhebine mensup olan Necâh aynı dönemde bölgede hüküm süren Suleyhîler’le mücadeleye girdi. Necâh’ı öldürten Suleyhîler (452/1060) Zebîd’i ele geçirdilerse de Necâh’ın oğulları mücadeleye devam ettiler. Ceyyâş b. Necâh 482’de (1089) Zebîd’e hâkim olmayı başardı ve ardından devletini güçlendirdi. Ceyyâş’ın ölümünden sonra taht kavgaları yüzünden bir müddet bölgede istikrar sağlanamadı. 503’te (1109) hükümdarlığa gelen Mansûr döneminden itibaren vezirlerin yönetimde etkinliklerini arttırdıkları bir devir başladı; çocuk yaşta tahta çıkarılan sultanlar vezirlerin kontrolü altındaydı. Vezir Sürûr el-Fâtihî döneminde (1150-1156) büyük güç kazanan Necâhîler, Mehdî Emîri Ali b. Mehdî’nin Zebîd’i ele geçirmesiyle tarihe karıştı.

    İmâmiyye Şîası dâîlerinden Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed es-Suleyhî’nin Cebelimesâr’ı ele geçirip kendisine merkez edinmesiyle Yemen’de Suleyhî hânedanı kuruldu (439/1047). Ali b. Muhammed kısa zamanda komşu hânedanlara karşı başarılar kazandı ve önce Harâz bölgesinin tamamını, ardından San‘a’yı egemenliği altına aldı (440/1048). San‘a’yı başşehir edinen Ali b. Muhammed 445’te (1053-54) Senâ’yı, 448’de (1056) Hirâbe’yi ve 452’de (1060) Zebîd’i zaptetti; Fâtımîler’in desteğiyle Hadramut, Güney Yemen ve Aden bölgesine hâkim oldu; Ortaçağ Yemen tarihinde bir istisna olarak Yemen’in birliğini sağladı. el-Melikü’l-Mükerrem Ahmed es-Suleyhî döneminde Necâhîler’in elinde bulunan Zebîd tekrar ele geçirildi (460/1068). Yarınkuş kumandasındaki Selçuklu ordusu 485’te (1092) Yemen bölgesinde kısa bir süre egemenlik kurdu. Seyyide Hürre Ervâ bint Ahmed’in yönetiminde başşehir San‘a’dan Zûcible’ye taşındı. Daha sonra Necâhîler Zebîd’i geri alırken 491’de (1098) San‘a Suleyhîler’in elinden çıktı. Ervâ’nın yardım talebi üzerine Fâtımîler’in Yemen’e gönderdiği İbn Necîbüddevle, Güney Yemen’de istikrarı yeniden sağladı (513/1119). Ervâ 532’de (1138) öldüğünde Suleyhîler’in topraklarının büyük kısmı Zürey‘îler’in eline geçmişti. Suleyhîler, Yemen’de çeşitli imar faaliyetlerinde bulundular. Suleyhîler’le aynı dönemde Tihâme’de Süleymânîler (1069-1173) hâkimiyetlerini devam ettirdiler.

    Suleyhîler’e bağlı olarak Aden ve çevresinde hüküm süren Benî Ma‘n’ın ödemesi gereken vergiyi aksatması yüzünden 473’te (1080-81) Aden’e bir sefer düzenleyen el-Melikü’l-Mükerrem Ahmed bölgeyi Zürey‘îler’in atası Mükerrem el-Hemdânî’nin iki oğlu Abbas ve Mes‘ûd’a verdi. Böylece Zürey‘î hânedanı başlamış oldu (476/1083 civarı). Abbas’ın ertesi yıl ölümünün ardından yerine geçen oğlu Zürey‘ amcası Mes‘ûd’la birlikte ikili bir yönetim kurdu. Bir müddet sonra tamamen bağımsız hale gelen (504/1110) bu hânedan Fâtımîler tarafından destekleniyordu. 533’te (1138) Ali b. Sebe b. Ebü’s-Suûd b. Zürey‘ istikrarı sağlayarak Aden çevresini kontrol altına aldı. Onun ölümünün ardından kardeşi Muhammed döneminde de çevredeki küçük beylikler Zürey‘îler’in hâkimiyetine girdi. Ancak Muhammed’in 548’de (1153) vefatından sonra zayıflayan hânedan Eyyûbîler tarafından yıkıldı (571/1175).

    Suleyhî hâkimi Sebe b. Ahmed’in 492’de (1098) vefatını müteakip San‘a ve çevresi, bölgeyi Suleyhîler’e tâbi olarak yöneten Hemdânîler’den Hâtim b. Gaşîm’in hâkimiyetine geçti. Hemdânî kabilesine mensup üç aile, Eyyûbîler’in Yemen’de idareyi ele almasına kadar Fâtımîler’in desteğiyle bölgede egemenliğini sürdürdü. 510’da (1116) Ma‘n b. Hâtim’in öldürülmesinin ardından idare kabilenin Benî Kubeyb koluna geçti. Benî Kubeyb’den üçüncü emîr Hâtim b. Humâs’ın hâkimiyeti 533’te (1138) sona erince oğulları arasında taht mücadelesi başladı. Bunun üzerine kabile ileri gelenleri, hânedanın üçüncü kolunu kuran ve Hemdânîler’in en önemli sultanı olan Hâtim b. Ahmed’i yönetime getirdiler. Bu dönemde Hemdânîler’in hâkimiyeti kuzeyde Sa‘de’ye kadar uzanıyordu. Aden’i de ele geçiren Hemdânîler, Eyyûbîler karşısında tutunamayıp sonunda San‘a’yı teslim ettiler (570/1174). Aynı dönemde Necâhîler’i ortadan kaldıran Ali b. Mehdî 554’te (1159) Zebîd merkezli kısa ömürlü Mehdîler’i kurdu; Ali ve onun ardından oğulları Aden’e ve çevredeki diğer bölgelere pek çok hücumda bulundu. Onların saldırıları Eyyûbîler’in Yemen’e sefer açmasında etkili oldu. Bu hânedan da Eyyûbîler’in 569’da (1174) başşehirleri Zebîd’i ele geçirmesiyle son buldu.

    Mısır, Suriye ve Hicaz’a hâkim olan Selâhaddîn-i Eyyûbî, birbirleriyle mücadele eden küçük hânedanların idaresindeki Yemen’i stratejik öneminin yanı sıra siyasî ve mezhebî sebeplerle temel hedeflerinden biri haline getirdi ve ağabeyi Turan Şah’ı 569’da (1174) bölgeye gönderdi. Turan Şah kısa süre içerisinde Hemdânîler, Mehdîler ve Zürey‘îler’e karşı başarı sağladı, onların elindeki bölgeleri Eyyûbî hâkimiyeti altına aldı. Turan Şah’ın Mısır’a dönmesinden sonra Yemen valiler yoluyla yönetildi. Ancak bu dönemde Yemen’de pek çok karışıklık çıktı. Tuğtegin b. Eyyûb’un 577’de (1181) bölgeye gelmesiyle Yemen’de Eyyûbî idaresi istikrar kazandı. Onun halefleri döneminde Yemen’de Eyyûbî hâkimiyeti tekrar zayıfladı ve İmam Abdullah b. Hamza el-Mansûr-Billâh’ın San‘a’yı 595’te (1199) işgal etmesiyle Yemen’de istikrar bozuldu. Eyyûbî Sultanı el-Melikü’l-Âdil, düzeni sağlaması için torunu el-Melikü’l-Mes‘ûd Selâhaddin Yûsuf’u bölgeye yolladıysa da onun 626’da (1229) ölümüyle Eyyûbîler’in Yemen kolu sona erdi ve hâkimiyet Resûlîler’e geçti.

    Eyyûbîler’in hizmetinde bulunan ve onların ordusu içinde Yemen’e gelen Resûlî ailesi mensupları çeşitli şehirlere vali tayin edilmişti. Mekke Valisi Nûreddin Ömer b. Ali er-Resûlî son Eyyûbî hükümdarı el-Melikü’l-Mes‘ûd Selâhaddin Yûsuf’un ölümü üzerine atabeg sıfatıyla Yemen hâkimiyetini üstlendi ve 632’de (1235) bağımsızlığını kazanarak Yemen’de iki yüzyıldan fazla süren Resûlî hânedanını kurdu. el-Melikü’l-Muzaffer I. Yûsuf, öncelikle iktidar mücadelesi esnasında elden çıkan Zebîd ve Aden gibi şehirleri tekrar ele geçirdi, ardından Zeydîler’den Zafâr, Hadramut ve Şibâm’ı aldı (1279-1280). el-Melikü’l-Müeyyed Dâvûd zamanında Hacce bölgesini de topraklarına kattılar (698/1299). el-Melikü’l-Mücâhid’in Memlükler tarafından tutuklanarak Mısır’a götürülmesiyle (751/1350) dağılma aşamasına gelen devlet onun ertesi yıl serbest bırakılarak Yemen’e dönmesi üzerine tekrar toparlandı. el-Melikü’l-Eşref I. İsmâil, Zeydî imamları ve kabile isyanlarına karşı büyük başarı kazanıp ülkede istikrarı yeniden sağladı. I. İsmâil’in 803’te (1400) ölümünden sonra Yemen tarihinin karakteristik özelliği tekrar ortaya çıktı ve şehir devletçikleri merkezden ayrılarak bağımsızlıklarını ilân etmeye başladı. Son büyük Resûlî sultanı el-Melikü’n-Nâsır Ahmed bu devletçikleri itaat altına aldı ve Zeydî İmamı Mansur Ali’yi yenilgiye uğrattı (820/1417). el-Melikü’n-Nâsır Ahmed’in vefatının ardından (827/1424) Resûlîler tekrar küçük şehir hânedanlıklarına dönüştüler. Bunun üzerine Tâhirîler, Aden’i zaptederek Resûlî hânedanını ortadan kaldırdı (858/1454). Resûlîler döneminde doğu-batı yönünde yapılan deniz ticareti ve bu ticaretten alınan vergiler sayesinde oldukça müreffeh bir dönem yaşanmış, bu dönemden günümüze Yemen’de pek çok cami, medrese, hamam ve hankah kalmıştır. Sünnî olan Resûlîler dönemindeki istikrar sayesinde zengin vakıflarla desteklenen medreselerin ve ilmî hareketin geliştiği bilinmektedir.

    Rada‘ bölgesinde nüfuzlu bir aile olan Tâhirîler son dönemlerinde Resûlîler’in hizmetine girmişti. Tâhir’in iki oğlu Ali ve Âmir, Resûlîler’in taht mücadelelerinde önemli rol oynadı. Resûlîler’in sona ermekte olduğunu gören iki kardeş Aden’i el-Melikü’l-Mes‘ûd’dan alarak Tâhirîler hânedanını kurdu (858/1454). el-Melikü’z-Zâfir I. Âmir döneminde Taiz ve Zebîd gibi önemli şehirler Tâhirî hâkimiyetine geçti. Ardından Şihr de itaat altına alındı. Zeydîler’le yoğun bir mücadeleye giren Tâhirîler, Zemâr’ı ele geçirdilerse de (865/1460) San‘a’yı zaptedemediler. el-Melikü’l-Mücâhid Ali döneminde Tihâme bölgesindeki kabileler egemenlik altına alındı. el-Melikü’l-Mücâhid Ali’nin ölümünden sonra (883/1478) hânedan mensupları arasında başlayan taht mücadeleleri Tâhirîler döneminin karakteristik özelliğini oluşturur. II. Âmir döneminde taht kavgalarının son bulmasının ardından Tâhirîler, San‘a ve kuzey taraflarını zaptederek Yemen’in büyük kısmına hâkim oldular. Ancak XVI. yüzyılın başlarında bölgede Portekiz tehlikesi baş gösterdi. Portekizliler’e karşı Memlükler’den yardım isteyen Tâhirîler, Kemerân adasındaki Memlük donanmasına erzak göndermeyince Memlük-Tâhirî ilişkileri bozuldu. Zeydîler’in ve Yemen kabilelerinin desteğini alan Memlükler, Zebîd’de yapılan savaşta Tâhirî ordularını mağlûp ettiler (923/1517). Böylece Yemen’in büyük kısmı Memlükler’in eline geçti. Tâhirî ailesi mensupları, Memlük Devleti’nin aynı yıl Osmanlılar tarafından yıkılmasının ardından Aden ve Taiz gibi şehirlerde hânedanı ihya etmeye çalıştılarsa da yine taht kavgaları buna engel oldu. Tâhirîler’den Âmir b. Dâvûd 1521’de Aden’de yönetimi ele geçirdi. Bölgede faaliyet gösteren Portekizliler’e karşı mücadeleye giren Osmanlılar, stratejik önem taşıyan Yemen’le ilgilenip Âmir b. Dâvûd’a yardım teklif ettiler. Bu yardımın kabul edilmemesi üzerine Hadım Süleyman Paşa 1538’de Aden’i alarak Tâhirîler hânedanına son verdi.

    Osmanlı Dönemi. Osmanlılar’ın Yemen’e ilgi duyması, XVI. yüzyıl başlarında Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda baş gösteren Portekiz tehlikesinin bir neticesidir. Memlük Sultanı Kansu Gavri’nin yardım talebi üzerine Osmanlı Devleti adına Mısır’a giden Selman Reis’in 920’de (1514) Süveyş’te inşa ettirdiği donanmaya kaptan, Hüseyin Bey’in de Cidde beyi ve Yemen serdarı tayin edilmesiyle Kızıldeniz’de ilk harekâtın başladığı bilinmektedir. Süveyş donanması 922 (1516) yılı başlarında Yemen denizine geldi; ordunun yerleştiği Kemeran adasında üs edinmek amacıyla burçlu bir kale inşa edildi. Bu sırada erzak sıkıntısı baş gösterince kendilerini bölgeye davet eden Yemen Emîri II. Âmir b. Tâhir’den yardım istemelerine rağmen karşılık görmediler. Bunun üzerine Yemen sahillerini yağmalayan müttefik Osmanlı-Memlük ordusundaki Osmanlı askerleri ateşli silâhların üstünlüğü sayesinde 19 Cemâziyelevvel 922’de (20 Haziran 1516) Zebîd’i teslim aldılar. Şehir Sultan Kansu Gavri’nin beylerinden Barsbay’ın yönetimine bırakıldı. Yirmi iki kadırga ve iki barçadan oluşan donanma daha sonra Aden’i kuşatmakla birlikte Mürcan el-Âmirî’nin şiddetli savunması dolayısıyla şehir ele geçirilemedi. 11 Receb 922’de (10 Ağustos 1516) Aden Limanı’ndan ayrılan Hüseyin Bey ve Selman Reis önce Zeyla‘ Limanı’nda gemilerine hububat yükledi; ardından Muhâ (Mehâ), Mutayne, Kemeran ve Lühayye Limanı’na, oradan Cidde’ye gitti. Bu, Türkler’in Yemen’e ilk gelişiydi (İbn İyâs, V, 83; Abdullah b. Muhammed b. Abdullah Bâsencele, s. 36-37).

    26 Rebîülevvel 923’te (18 Nisan 1517) bir Portekiz donanmasına karşı Cidde’yi başarıyla savunan Selman Reis, Kızıldeniz ve Yemen hakkındaki düşüncelerini öğrenmek isteyen Yavuz Sultan Selim’in daveti üzerine beraberinde ele geçirdiği Portekizli esir ve ganimetler bulunduğu halde Kahire’ye gitti. Bu sırada Zebîd hâkimi olan Barsbay’ın San‘a’da yağma ve katliam yapması, dönerken de yolda saldırıya uğrayarak hayatını kaybetmesi üzerine Emîr İskender, Osmanlı beylerinden Taiz Emîri Ramazan Bey’in desteğiyle Zebîd’de hâkimiyet kurdu. Yemen’deki son Memlük idaresinin ortadan kalkması ve Osmanlı leventlerinin etkin konuma gelmesiyle Emîr İskender, Osmanlı kıyafeti ve kimliğiyle yaşamayı tercih etti. Son Memlük ve ilk Osmanlı yöneticisi olması sebebiyle “Muhadram” denilen Emîr İskender, Mısır’daki Osmanlı valisi Hayır Bey tarafından Yemen hâkimi tayin edildi ve üç yıl görevde kaldı. Bu sırada ilk defa Yavuz Sultan Selim adına hutbe okundu; Osmanlı usul ve kanunları uygulanmaya başlandı (Nehrevâlî, s. 32-33; Âlî, vr. 14a-15a). 926’da (1520) Hayır Bey tarafından Cidde muhafızlığına getirilen Hüseyin Bey (Rûmî) sahipsiz kaldığını düşündüğü Yemen’i almak istediğinde Emîr İskender’in tepkisiyle karşılaştı. Bu esnada Yavuz Sultan Selim’in ölümü üzerine Kanûnî Sultan Süleyman’ın cülûs haberi geldiğinden Hüseyin Bey Cidde’ye döndü ve yerine bıraktığı Kemal Rûmî, İskender Muhadram’ı öldürerek Yemen’e hâkim oldu. Zebîd’de yeni padişah adına hutbe okuttu, Taiz’i Ramazan Bey’e bıraktı (927/1521). Ancak leventler Safer 930’da (Aralık 1523) onun yerine İskender Karamânî’yi getirdiler, Uzun (Tavil) Ali Bey’i de Taiz’e yönetici yaptılar (Nehrevâlî, s. 34-36).

    Osmanlılar’ın Yemen’e karşı asıl ilgisi Selman Reis’in bölgeye ikinci defa gelişiyle başladı. Mısır Beylerbeyi Ahmed Paşa ismen Osmanlı hâkimiyetini tanıyan, ancak eski Memlük beylerinin yönetiminde kalan Yemen’i ikinci defa fethetmek ve bölgedeki askerleri kontrol altına almak üzere Cidde Beyi Hüseyin Bey ile Selman Reis’i Yemen’e gönderdi (929/1523). Selman Reis ile Hüseyin Bey, Portekizliler’in işgal ettiği Kemeran adasına çıkarak bunların çoğunu kılıçtan geçirdiler ve adaya leventleri yerleştirdiler. Ardından itaat yanlısı olmasına rağmen Zebîd hâkimi İskender Karamânî’nin emrindeki levent ve askerlerin isyanı karşısında Yâfi‘, Mehre ve Câzân (Cîzân) kuvvetlerinin desteğiyle Zebîd’i ele geçirdiler; şehir Hüseyin Bey’e teslim edildi (Receb 930 / Mayıs 1524). Donanma bir müddet Yemen sahillerinde dolaştı (Abdullah b. Muhammed b. Abdullah Bâsencele, s. 41; Nehrevâlî, s. 39-40).

    Vezîriâzam İbrâhim Paşa’nın ıslahat yapmak için Mısır’a gelmesiyle birlikte Selman Reis, kendisine Yemen ve Uzakdoğu hakkında 10 Şâban 931 (2 Haziran 1525) tarihli bir rapor sundu; Hindistan deniz ticaret yolunun önemi üzerinde durarak yol güvenliğinin sağlanması için Portekizliler’in elindeki kalelerin geri alınması gerektiğini bildirdi. Mısır’dan daha bayındır olan Yemen’in sahipsiz kaldığını, Osmanlı padişahı adına hutbe okunan bir sancak büyüklüğündeki Zebîd’in yıllık 180.000 altın geliri bulunduğunu, Taiz’in ise Bursa kadar güzel, verimli bir yer olduğunu anlattı. Selman Reis ayrıca bağı bahçesi ve 300 köyü bulunan Cebelisabr’ın ve etrafındaki İb, Cible, Radâ‘, Damar, Mikrâne, San‘a gibi sancak büyüklüğünde şehirlerin Osmanlı yönetimi altına alınması gerektiğini yazıyordu. Ona göre Yemen’de üretilen kızıl boya büyük bir gelir sağlıyordu ve yıllık 200.000 altın geliri olan Aden’e her yıl Hindistan’dan elli altmış gemi geliyordu. Bu sebeple Yemen’in fethi Hindistan’a hâkim olmak demekti (TSMA, nr. E. 6455). İbrâhim Paşa, Selman Reis’in görüşlerini benimsedi ve onu, Süveyş’teki donanmanın hazırlıklarını yaptıktan sonra yeni emirlerle Yemen’deki Hüseyin Bey’in yanına gönderdi. Bölgede bulunan levent, urbân ve Zeydîler’in itaatini sağlayan Hüseyin Bey, Yemen’de tam bir hâkimiyet kurduysa da hastalanıp vefat edince vasiyeti gereği yerine Rûmî Mustafa Bey geçti. Bundan rahatsız olan Selman Reis yeniden Mısır’a döndü ve İbrâhim Paşa’ya son gelişmeleri bildirerek asker ve yetki verildiği takdirde Yemen’in tamamını fethedebileceğini söyledi. İbrâhim Paşa, Mısır’daki 4000 Türk levendinden kurduğu orduya Hayreddin Bey’i serdar, Selman Reis’i donanma kaptanı tayin etti. Donanma 933’te (1527) Kemeran’a ulaşıp adayı imar ettikten sonra Yemen’e geçti. Zebîd yöneticisi Mustafa Bey’e Hayreddin Bey’in yeni Yemen valisi olduğu ve kendisinin hiçbir yetkisinin kalmadığı bildirilince isyan çıktı; meydana gelen savaş neticesinde Selman Reis Zebîd’i ele geçirdi ve kendi adamlarından Emîr Yûnus’u buraya yönetici yaptı. Ardından Taiz’i alıp Zeydîler üzerine gitti, reisleri İbn Hamza’yı yenilgiye uğrattı. İbn Hamza, Beytülfakīh’e kaçtıysa da orada tutunamadı, diğer Zeydî beyleriyle iş birliği yaparak tekrar Zebîd’e hücum etti ve şehri ele geçirdi, Selman Reis’e ait olan her şeyi yağmaladı. Ancak Selman Reis tekrar Zebîd’i kuşatıp aldı. İbn Hamza beraberindeki askerlerle birlikte Aden’e Mustafa Bey’in yanına gidince Selman Reis de Aden’e giderek Mustafa Bey’i mağlûp etti (Muharrem 934 / Ekim 1527), böylece Aden ve Yemen’i hâkimiyet altına aldı (Nehrevâlî, s. 49-52).

    Selman Reis’in donanma kaptanı olmasına rağmen fetihlerde öne çıkması ve halk üzerinde şiddet uygulaması Yemen Serdarı Hayreddin Bey’in tepkisine yol açtı ve leventlerle iş birliği yaparak Selman Reis’i öldürttü (934/1528); onun yeğeni Mustafa Bey de Hayreddin Bey’i aynı âkıbete uğrattı. Mustafa Bey, Yemen’i ele geçirdikten sonra yerine Ali Rûmî’yi bırakıp Hoca Sefer’le birlikte 936’da (1530) Hindistan’a gitti (a.g.e., s. 54-55; Serjeant, s. 55). Bütün bu hadiseler, Yemen’in Osmanlı hâkimiyetine geçişinin çok uzun sürede ve birçok olay neticesinde gerçekleştiğini ortaya koyar. Bununla birlikte Hadım Süleyman Paşa’nın, birinci Mısır beylerbeyiliği sırasında Portekizliler’in Kızıldeniz’deki faaliyetlerini engellemek ve Yemen işlerini düzene koymak için harekete geçmesiyle idare giderek yerleşti. Hadım Süleyman Paşa yetmiş parça gemiden oluşan ve içinde 7000 yeniçeri, 20.000 asker bulunan donanmasıyla 30 Muharrem 945’te (28 Haziran 1538) çıktığı Hindistan seferinde Kemeran’a uğrayıp kendisine itaat etmeyen Aden Emîri Âmir b. Dâvûd’u idam ettirdi ve Behram Bey’i Aden yöneticiliğine getirdi, padişah adına hutbe okuttu. Hindistan seferi dönüşünde Yemen’in güney sahilindeki Şihr’i idarecisinin itaat etmesi üzerine Osmanlı hâkimiyetine dahil etti. Aden’e uğradıktan sonra Muhâ’ya geçti; Zebîd hâkimi Nâhudâ Ahmed’i ortadan kaldırıp Zebîd ve Aden bölgelerinden meydana gelen Osmanlı Yemeni’ni bir sancak halinde teşkilâtlandırdı. 8 Şevval 945’te (27 Şubat 1539) Gazze sancak beyi Mustafa Bey’i vali ve hâkim tayin ederek Yemen beylerbeyiliğinin temellerini attı (BA, D.BRZ, nr. 20614, s. 9-10; Nehrevâlî, s. 85-86).

    Yemen’e ilk beylerbeyi tayin edilen Neşşâr Mustafa Paşa (947/1540) Zebîd’de beş yıl kaldıktan sonra (BA, KK, nr. 1864, s. 16; BA, A.RSK, dosya, I, 24) ikinci beylerbeyi Üveys Paşa’nın (1545-1547) devlet işlerine kayıtsızlığı yüzünden, daha çok dağlarda yaşayan Zeydîler, İmam Şerefeddin’in etrafında toplanarak bir kuvvet teşkil ettiler. Ancak Şerefeddin’in oğulları imâmet konusunda anlaşmazlığa düşünce Üveys Paşa’ya itaat edip desteğini kazanan Mutahhar’ın imâmetini kardeşleri kabul etmek zorunda kaldı. Bu karışıklıktan yararlanan Üveys Paşa harekete geçip Taiz’i zaptetti, ancak San‘a üzerine yürüdüğü sırada bir levent tarafından öldürüldü. Yemen’in bu durumuna Taiz sancak beyi Özdemir Bey tarafından son verildi; İmam Mutahhar’ın elinde bulunan San‘a ele geçirilerek (1547) suçlular cezalandırıldı. Bu olaylar, gelecekte Osmanlı yöneticileriyle Yemen imamları arasında cereyan edecek iktidar mücadelesinin başlangıcını teşkil etti. Özdemir Bey, bu hadiseleri ve Yemen’in üç beylerbeyilik büyüklüğünde olduğunu anlattığı bir fetihnâme kaleme alarak İstanbul’a gönderdi (Blackburn, Ar.Ott., VI [1980], s. 63-100). Yemen beylerbeyiliğine tayin edilen Ferhad Paşa, Muhâ’ya vardığında Ali b. Süleyman tarafından ele geçirilen Aden’i geri almak üzere bir ordu gönderdi. Daha sonra eyalet merkezi Zebîd’e gitti, Cîzân’ı zaptedip kısa zamanda Yemen’de asayişi sağladı (Nehrevâlî, s. 94-104; Yavuz, I, s. XCVII-CVII).

    Özdemir Paşa’nın beylerbeyiliği sırasında (1549-1555) onun iyi yönetimi sayesinde Yemen tamamen kontrol altına alındı. Bölgeyi Mutahhar tehlikesinden kurtarmak için Özdemir Paşa’nın Kanûnî Sultan Süleyman’dan istediği yardımcı kuvvetlerle ve Mutahhar’a hitaben yazılan bir nâme-i hümâyunla gelen Neşşâr Mustafa Paşa’nın (Ahmed Râşid, I, 260-273; BA, KK, nr. 1766, s. 105) Sülâ Kalesi’ndeki Mutahhar’ı kuşatmak yerine ona eman verip barış yapması Özdemir Paşa’yı rahatsız etti. Bununla beraber Özdemir Paşa yeni kuvvetlerle Yemen’deki pek çok yeri Osmanlı topraklarına kattı. Devlet işlerini liyakatla yürütüp halka kendisini sevdirmesine rağmen, Neşşâr Mustafa Paşa’nın beylerbeyiliğe tayini için Dîvân-ı Hümâyun nezdinde teşebbüste bulunduğunu haber alınca görevinden ayrılmak istedi ve isteğinin kabul edilmesi üzerine Yemen’den ayrıldı. Devlete bağlılığına pek güvenmediği ve Yemen’deki isyanları desteklemesi yüzünden hoşlanmadığı Mekke emîri ile karşılaşmamak için gemiyle Sevâkin’e geçti ve oradan kara yoluyla Mısır’a ulaştı (Âlî, vr. 54b-55a).

    Neşşâr Mustafa Paşa ikinci defa Yemen beylerbeyi olduğunda (1555-1559) hac emirliği teşkilâtını kurdu ve adaletle davranarak halkın teveccühünü kazandı. Onun Yemen’de vefat etmesinin ardından Kara Şahin Mustafa Paşa kısa bir süre beylerbeyilik yaptı (1559-1560). Mustafa Paşa’nın yerine geçen Mahmud Paşa (1560-1565) Zebîd’e gelince ilk iş olarak servetine göz diktiği darphâne eminini öldürttü. Bazı tanınmış kimseleri haksız yere idam ettirmesi, akçenin değerini düşürüp eksik maaş ödetmesi muhafızlardan bir kısmının Yemen’den ayrılmasına, bazılarının da Mutahhar tarafına geçmesine yol açtı. Zeydîler’in dağlardan inerek eşkıyalık hareketlerine başlaması yüzünden eyalette yönetim kötüye gitti. Bununla beraber Mahmud Paşa, merkezini Taiz’e taşıdığı Yemen eyaletinin gelir giderini gösteren bir muhasebesini hazırlattı. 968-969 (1561-1562) yıllarına ait bu muhasebede Zebîd, Taiz, San‘a ve Sa‘de sancaklarının mukātaa, arazi ve iskele gelirlerine karşılık beylerbeyi ve sancak beyi sâlyâneleriyle müteferrika, gönüllü, tüfekçi, nevbetçi, müstahfız gibi askerlerin maaşları ve eyaletin diğer giderleri yer alıyordu (TSMA, nr. D. 314; Özbaran, The Ottoman Response, s. 46-60). Onun zamanında artan zulüm sebebiyle her haksızlığa “mahmûdiye” denilmesi âdet haline geldi ve Zeydî isyanları yayıldı.

    Mahmud Paşa, kendi isteğiyle Mısır beylerbeyiliğine geçtikten sonra yerine gelen Rıdvan Paşa (1565-1567) onun yaptığı haksız uygulamaları divana bildirdi. Durumdan haberdar olan Mahmud Paşa, Yemen’in çok geniş topraklara sahip bulunması dolayısıyla ikiye bölünmesi gerektiğini divana telkin edince San‘a beylerbeyiliği Rıdvan Paşa’ya, Zebîd’in merkez olduğu Yemen beylerbeyiliği Murad Paşa’ya verildi. Böylece Mahmud Paşa, hakkındaki suçlamalardan kurtulmuş oldu (Blackburn, Turcica, XXVII [1995], s. 229-230). Ancak iki beylerbeyinin anlaşmazlığa düşmesinden yararlanan Mutahhar’ın 1567’de halktan zorla vergi toplandığını ileri sürüp isyan etmesi ve Murad Paşa’nın tarafını tutması üzerine Rıdvan Paşa azledilerek yerine Rus Hasan Paşa tayin edildi. Yine Zeydî isyanlarının artması ve Murad Paşa’nın Mutahhar taraftarlarınca öldürülmesiyle San‘a isyancıların eline geçti, Hasan Paşa da Zebîd’e gitmek zorunda kaldı. Hasan Paşa’nın askerin ihtiyacını karşılamak amacıyla halktan haksız yere vergi toplaması ve nüfuzlu kişileri öldürtmesi tedirginliği arttırdı ve halkın Mutahhar’a meyletmesine yol açtı. Mart 1568’de iki eyalet birleştirilerek merkezi Zebîd olan Yemen beylerbeyiliği kuruldu, yönetimi de Hasan Paşa’ya verildi. Bu sırada eski bir Osmanlı sancak beyi olmasına rağmen Mutahhar’ın yanına geçen Zeydîler’den Ali b. Şevî, Aden’i ele geçirdi, böylece Zebîd ve Tihâme bölgesi hariç Yemen Osmanlı hâkimiyetinden çıkmış oldu (Blackburn, WI, XIX/1-4 [1979], s. 148-171). Bu isyan hareketlerinin, Portekiz’e karşı Osmanlılar’dan yardım isteyen Açe Sultanlığı’na güçlü bir donanmanın sevkedilmesi zamanına rastlaması manidardır.

    Yemen isyanlarının tehdit boyutuna ulaşması üzerine Habeş Beylerbeyi Özdemiroğlu Osman Paşa San‘a beylerbeyi, Şam Beylerbeyi Lala Mustafa Paşa da serdar olarak Yemen’e gönderildi (BA, MD, nr. 7, hk. 611). Ancak Lala Mustafa Paşa, sadâret makamında gözü olması ve aralarındaki anlaşmazlık yüzünden Mısır Beylerbeyi Sinan Paşa’dan tam destek göremedi; Mısır’a kadar gitmesine rağmen görevi ihmalden azledildi (976/1568); yerine kendi isteğiyle Sinan Paşa vezir olarak Yemen serdarı tayin edildi (BA, MD, nr. 7, hk. 1922; BA, KK, nr. 1867, s. 18). Özdemiroğlu’nun Yemen’e gelmesiyle birlikte Osmanlı ordusu önce Taiz’i ele geçirdiyse de Kahiriye Kalesi’nin kuşatmasında zorlandı. Nihayet Sinan Paşa’nın yardımıyla kale alındı (976/1569) ve Mutahhar’ın ordusu geri çekilmek zorunda kaldı (BA, KK, nr. 1767, s. 15; nr. 1867, s. 97); ardından kara ve denizden kuşatılan Aden zaptedildi.

    Sinan Paşa, aralarındaki anlaşmazlıktan dolayı Özdemiroğlu’nun azlini ve yerine Hasan Paşa’nın yeniden Yemen beylerbeyiliğine tayinini gerçekleştirdikten sonra yeni fetihlere başladı. San‘a şehrinin kilidi durumundaki Kevkebân’ın uzun bir kuşatmanın ardından alınması üzerine Mutahhar Sa‘de’ye çekilmek zorunda kaldı ve Yemen’de yeniden kontrol sağlandı. Hasan Paşa’nın yerine getirilen Behram Paşa’nın da (1570-1575) gayretleriyle yaklaşık 220 kale ele geçirildi. Yemen’i ikinci defa fethederek düzeni sağlayan ve “Yemen fâtihi” unvanını alan Sinan Paşa 4 Şevval 978’de (1 Mart 1571) Yemen’den ayrıldı (Yavuz, I, s. CXLI-CLX). Behram Paşa, Yemen’deki ıslahatı sırasında yeni bazı kaleler fethettiği gibi kabile şeyhlerinin itaatini sağlayarak onları etrafında topladı, adaletli uygulamaları sayesinde halkın güvenini kazandı. Mutahhar’ın ölümü üzerine (1573) isyanlar hemen tamamıyla durmuştu. Kuyucu Murad Paşa’nın (1576-1580) ardından bu göreve gelen Yemenli (Arnavut) Hasan Paşa (1580-1604) ilk birkaç yıl içinde daha önce Mutahhar ailesine bırakılan kale ve şehirleri de geri aldı (Feridun Bey, II, 199-201); başarılarından dolayı 992’de (1584) kendisine vezirlik tevcih edildi (Selânikî, I, 394). Hasan Paşa’nın 994’te (1586) İstanbul’a gönderdiği, kaynaklarda “evlâd-ı Mutahhar” olarak geçen Mutahhar’ın dört oğlu ile birlikte yedi kişiye günlük 15 akçe maaş bağlandı ve Yedikule’ye hapsedildi (BA, MAD, nr. 397, s. 30; nr. 5531, s. 109; Seyyid Mustafa Sâlim, s. 384). Böylece bölgeye tamamen hâkim olan Hasan Paşa “vilâyet-i Yemen ve Aden beylerbeyi” diye şöhret kazandı. Hasan Paşa, o sırada Portekiz Krallığı’na da hükmettiği için Hint Okyanusu’na gelen İspanya donanmasına ait dört gemiyi Aden açıklarında ele geçirerek kaptanlarını İstanbul’a yolladı (Selânikî, I, 175-176, 185). Yaklaşık yirmi dört yıl süren görevi esnasında halk tarafından sevilen Hasan Paşa bu sebeple “Yemenli” adıyla anılmıştır. Onun hazırlattığı kendi zamanına ait eyalet bütçeleri ve mukātaa muhasebeleri, Yemen’in 1000-1008 (1592-1600) yılları arasındaki ekonomik durumunu ve idarî yapısını göstermektedir (BA, MAD, nr. 2215, 3084, 4118, 4699, 7092, 7555, 20619; BA, KK, nr. 2288).

    Hasan Paşa kendi isteğiyle beylerbeyilikten ayrılınca yerine geçen kethüdâsı Emîr Sinan Paşa zamanında (1604-1607) Zeydîler’in Kevkebân’ı zaptetmesiyle ortaya çıkan isyan Salâh b. Mutahhar’ın öldürülmesi üzerine kısmen sona erdi. Yemen’i talep ettiği için Habeş beylerbeyiliğinden Yemen’e tayin edilen Câfer Paşa’nın (1607-1612) Taiz’e ulaşması esnasında Yemen’den ayrılmak üzere olan Sinan Paşa yolda hastalanarak Muhâ’da vefat etti. Câfer Paşa, Mutahhar ailesinden isyan eden Abdürrahim’i ele geçirip İstanbul’a sürgüne gönderdi. İmam Kāsım b. Muhammed’le olan anlaşmazlık ise yapılan on senelik bir antlaşma ile çözümlendi (1608). Câfer Paşa, Osmanlı idaresine baş kaldıran Sa‘de Emîri Mehmed’i de yakalayıp İstanbul’a yolladı. Bu olay azline sebep olduysa da yerine gelen İbrâhim Paşa daha San‘a’ya ulaşmadan yolda vefat edince (1613) Câfer Paşa tekrar yönetime geçti (1612-1616). Ancak bir taraftan İbrâhim Paşa’nın kethüdâsı Abdullah Çelebi’nin beylerbeyilik iddiasıyla isyan etmesi ve Yemen’i Câfer Paşa ile kendi arasında taksim etmek istemesi, diğer taraftan bu karışıklıktan yararlanan İmam Kāsım’ın Sa‘de’de ayaklanması Yemen’de çatışmaların yeniden başlamasına yol açtı. San‘a’ya gelen Câfer Paşa, İmam Kāsım üzerine kuvvet sevkederek Sa‘de’yi geri aldı, ancak bu mücadele iki yıl kadar sürdü. Yeni Yemen beylerbeyi Mehmed Paşa (1616-1622), Yemen’in tek kükürt madeni olan San‘a yolundaki Cebelikibrît’te dağı korumak maksadıyla bir kale yaptırdı. San‘a’ya geldiğinde daha önce İmam Kāsım’la yapılan antlaşma sona erdiğinden çatışmalar tekrar başladı. Nihayet barış sağlanıp Mehmed Paşa ile Zeydîler arasında on yıl sürmesi planlanan bir antlaşma imzalandı (1028/1619). Buna göre Osmanlı askerleri İmam Kāsım’ın ele geçirdiği topraklardan geri çekilecekti. Sükûnet içinde geçen Fazlı Paşa’nın beylerbeyiliği sırasında (1622-1624) yeni Zeydî imamı Müeyyed-Billâh Muhammed b. Kāsım’la iyi ilişkiler sürdürülmeye çalışıldı. Bu arada bazı kabilelerin isyanına karşı İstanbul’dan istenen yardım muhtemelen şehirdeki karışıklıklar yüzünden gönderilemedi. Haydar Paşa da (1624-1626) ayaklanan eski Taiz Beyi Emîr Mehmed’i öldürttü. 1036’da (1626) İmam Müeyyed ile barış bozulduğundan Zeydîler, San‘a’nın kuzey kesimini zaptettiler. İmam Müeyyed ile kardeşleri San‘a’yı kuşattı; şehre erzak girişi yasaklandığından Haydar Paşa ordusuyla birlikte San‘a’dan ayrıldı. Onun yerine getirilen Ahmed Paşa’nın yolda uğradığı Cidde’de Mekke şerifi tarafından zehirletilerek öldürülmesi üzerine Habeş Beylerbeyi Aydın Paşa 1037’de (1628) Yemen beylerbeyiliğe tayin edildi; 300 asker ve iki gemiyle birlikte Sevâkin’den Muhâ’ya geçmesine rağmen kuşatılmış olan şehre giremedi. Bu sırada Haydar Paşa San‘a’da muhasara altındaydı, İmam Müeyyed de Taiz’i kuşatmıştı. Haydar Paşa 1038’de (1629) bir anlaşma ile San‘a’yı İmam Müeyyed’e bırakmak zorunda kaldı. Muhâ kuşatmasını kaldıran imamın kardeşi Hasan Taiz’i ele geçirdi. Zebîd’e çekilen Haydar Paşa burada tutuklanarak Muhâ’ya ve Aydın Paşa tarafından Kemeran adasına gönderildi. 1629’da Yemen’e vezir ve serasker tayin edilen Kansu Paşa 20.000’den fazla askerle Yemen’e ulaştı. Âlî Efendi, Kansu Paşa’nın Yemen’e götürdüğü asker ve cephanenin Sinan Paşa zamanındakinden daha çok olduğunu söyler. Kansu Paşa Zebîd’e vardığında kethüdâsını bir miktar askerle Muhâ’ya yolladı ve Aydın Paşa’yı öldürttü. Haydar Paşa’yı da gemiyle Habeş tarafına gönderdi (Ahbârü’l-Yemânî, vr. 209b-213a). Kansu Paşa kethüdâsı Yûsuf’u 7-8000 kişilik bir orduyla Taiz’e yolladıysa da yaklaşık 100.000 Zeydî tarafından 1039 Ramazanında (Nisan 1630) şehrin kuzeyindeki bir vadide kuşatılan birlikler ağır kayıplar verdi. Bu yenilgi üzerine Kansu Paşa, Muhâ’ya çekilerek şehrin surlarını tahkim ettirdi. Öte yandan Muhâ, kahve ticareti sayesinde Kızıldeniz limanları arasında hızla gelişmeye başlamış ve Hollanda, İngiltere, Fransa gibi Avrupa devletlerinin ilgisini çekmişti (Brouwer, s. 45-47, 148-167; Kara, s. 77-80).

    Kansu Paşa, Muharrem 1040’ta (Ağustos 1630) İmam Müeyyed’le bir anlaşma yaptı. Zeydîler’in elinde bulunan Aden’de karışıklık çıkınca Hasan b. Kāsım ordusuyla Aden’e, Zebîd’de de Osmanlı askerleri arasında anlaşmazlık çıktığından Kansu Paşa Zebîd’e gitti. Anlaşmanın 1043’te (1633) bozulması üzerine Kansu Paşa, Aden’e iki gemi gönderdiyse de şehir alınamadı ve gemiler geri döndü. Kuşatma altında olan Zebîd’deki Osmanlı askerlerinin başlattığı hücumla iki taraf arasında şiddetli çarpışmalar meydana geldi. Osmanlı yardım güçleri yolda Zeydîler’e yenildiğinden Zebîd teslim olmak zorunda kaldı; Hasan b. Kāsım bu defa Muhâ’yı kuşattı. Muhâ’da bulunan Kansu Paşa, kuşatma altında iken askerlerin kendisine isyan etmesi ihtimali karşısında Hasan b. Kāsım’la anlaşarak Yemen’i terketti. Bu sırada Osmanlılar’ın elinde sadece Muhâ kalmıştı. Buradaki askerlerin vali kabul ettiği Mustafa Bey altı ay kadar şehri savunduysa da Mısır’dan yardım gelmediği için sonunda Hasan b. Kāsım’dan eman istedi. Mustafa Bey, 10 Cemâziyelevvel 1045’te (22 Ekim 1635) kendisiyle birlikte kalan askerlerle bütün top, tüfek ve cephaneleri alarak bir Hint kalyonuyla Süveyş’e gitmek üzere Muhâ’dan ayrıldı; Hasan b. Kāsım da Zebîd ve Muhâ’ya kendi adamlarını tayin etti. Tihâme bölgesindeki şehirlerde yaşayan Osmanlılar’ın bir kısmı Yemen’i terkettiği halde bir kısmı Yemen’de kaldı (Âlî, vr. 209b-220a; Ahmed Râşid, I, 246-250).

    Osmanlı ordusunun çekilmesinin ardından Yemen’de Kāsımîler dönemi başladı. İmam Müeyyed’den (1620-1644) sonra Kāsımî ailesi arasında imamlık mücadelesi ortaya çıktı, ancak Mütevekkil İsmâil b. Kāsım’ın (1644-1676) yönetimi ele almasıyla Aden, Bilâdıhanfer, Zafâr, Hadramut Zeydîler’in eline geçti ve Kāsımîler en geniş sınırlarına ulaştı. Osmanlı Devleti’nin Yemen’de kurduğu idarî ve malî yapı Kāsımîler döneminde devam ettiği gibi Yemen’de kalan Osmanlı idarecileri ve askerleri de yeni yönetimde görev aldı. Ayrıca Osmanlı tüccarları özellikle kahve ticareti vesilesiyle sürekli Yemen sahillerine gidiyordu. Hatta Yemen’de Osmanlı idaresinin yeniden kurulması için 1672’de bir teşebbüste bulunulduğu, bazı nâme-i hümâyunlarda Yemen’in de Osmanlı hâkimiyet alanları arasında sayıldığı görülmektedir (BA, NMH, nr. 6, s. 290). Ayrıca Yemen İmamı Ahmed b. Hasan’ın 1092’de (1681) muhaliflerine karşı kendisinin Yemen’i Osmanlı sultanı adına yönettiğini belirtmesi dikkat çekicidir. Mekke şerifleriyle iş birliği yaparak Hicaz’a hâkim olma emelleri ise Osmanlı makamlarından çekinildiği için sonuç vermeyecektir (Kara, s. 68-74). 1106’da (1694) Yemen’e yapılması düşünülen bir sefer için İskenderiye’ye götürülen topların geri gönderilmesinin istenmesi böyle bir düşünceden vazgeçildiğini göstermektedir (BA, MD, nr. 105, hk. 324). Cidde Valisi Süleyman Paşa’nın 1114’te (1702) Yemen İmamı Mehdî’ye elçi yollamasına karşılık imam da İstanbul’a hediyelerle elçi gönderdi (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, s. 755). Mekke şerifleri kahve ticareti için Yemen imamlarıyla irtibat halinde oldukları gibi Fransa’nın Mısır’ı işgali sırasında (1798) Mekke şerifi, asker toplamak amacıyla İstanbul’dan kendisine gönderilen mektupların sûretini imama yollayarak idarî bakımdan da aradaki bağı sürdürmekteydi (Lutfullah b. Ahmed Cehhâf, s. 106-133). Bununla beraber XIX. yüzyılın başlarına kadar Yemen’de Osmanlı varlığından söz etmek mümkün değildir.

    Osmanlılar’ın Yemen’e ikinci gelişi, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’ya isyan eden Türkçe Bilmez adlı bir beyin Cidde’den topladığı askerlerle 1833’te Yemen’e girmesi ve birkaç şehri ele geçirmesiyle başladı; ancak orada tutunamadı. Mehmed Ali Paşa 1835’te Emin Bey’in emrinde bir orduyu ve deniz gücünü Yemen’e sevkedip Lühayye ve Hudeyde’yi aldıktan sonra oğlu İbrâhim Paşa ile gönderdiği yeni kuvvetler Tihâme’yi zaptetti. Mısır kuvvetlerinin Asîr’i boşaltırken yönetimi bıraktığı Şerîf Hüseyin b. Ali, İmam Muhammed b. Yahyâ’ya yenilince Hudeyde idarecisi olan yeğeni tarafından kurtarıldı. Daha önce 1820’de işgal amacıyla Muhâ’yı denizden bombalayan (Osmanlı Arşiv Belgelerinde Yemen, s. 346-356) ve 1839’da Aden’de bir kömür deposu yapma izni alarak işgale çalışan İngiltere’nin bölge üzerinde planlarının bulunması Osmanlılar’ı yeniden harekete geçirdi (Farah, Arabian and Islamic Studies, s. 214-224). Mısır ve Hicaz’dan toplanan 3000 askerle birlikte Mekke Şerifi İbn Avn (Muhammed b. Abdülmuîn) ve Kıbrıslı Tevfik Paşa deniz yoluyla Hudeyde’ye ulaştıktan sonra San‘a’yı ele geçirmek istedilerse de halkın isyanı yüzünden Hudeyde’ye geri dönmek zorunda kaldılar (1849). Ertesi yıl Tevfik Paşa’nın ölümüyle Yemen’in Osmanlılar idaresindeki kısmı vali veya mutasarrıflar tarafından yönetilmeye başlandı (Ahmed Râşid, I, 295-305). Mustafa Sabri Paşa (1850-1851) ve Sırrı Paşa’nın (1851-1852) valiliklerinde Hudeyde ve Asîr civarında baş gösteren ayaklanmalar bastırılmaya çalışıldı ve bazı kaleler alındı. Bonapart Mustafa Paşa, üç aylık valiliği sırasında idarî kurumları düzene koyduktan sonra isyan eden kabileleri tenkil etmek için denizden Muhâ’ya gitti; fakat Zebîd ile Beytülfakīh arasında yaşayan Zerânik kabilesiyle giriştiği çatışmada yenildi ve yolda hayatını kaybetti. Yemen sahillerinde güvenliğin sağlanması çabaları Ahmed Muhtar Paşa’nın (Gazi) Yemen’i yeniden fethine kadar geçen dönemde görevlendirilen valiler zamanında da sürdürüldü (a.g.e., I, 307-322).

    Ahmed Muhtar Paşa görevli olduğu fırka-i ihtiyâtiyye ordusuyla birlikte, Asîr’de isyan eden Muhammed b. Âiz’i ortadan kaldırdıktan sonra 1871’de tayin edildiği Yemen vali ve kumandanlığı sırasında San‘a’yı da alarak devlet otoritesini yeniden kurdu. Yemen’i bir vilâyet haline getirip askerî ve idarî bakımdan teşkilâtlandırdı; ülkeyi imar etmeye çalıştı. San‘a’da bir kale, cami ve imaret yaptırdığı gibi bir matbaa kurdu ve San‘a-Hudeyde arasında telgraf hattı döşetti. Ahmed Muhtar Paşa’nın Yemen’de sağladığı asayiş ve düzen sonraki valiler döneminde yaklaşık yirmi yıl sürdü. Ancak bölgede görev yapan Osmanlı memurlarının yetersiz kalması ve idarî işlerde âdil davranılmaması yüzünden 1889’da Yemen’i kendi imamlarının yönetmesini isteyen Zeydîler isyan etti. İsyanı bastırmakla görevlendirilen Hicaz Valisi Ahmed Feyzi Paşa Hudeyde’ye geldi ve kısa sürede San‘a’ya giderek isyancıları dağıttı, Taiz’i ele geçirip Yemen’e hâkim oldu. 1895’te başlayan ve iki yıl süren ayaklanmayı Hüseyin Hilmi Paşa bastırdı. Yemen’de çıkan isyanların askerî güçle bastırılması devlete çok pahalıya mal olduğu gibi ıslahat projelerinin yeterince uygulanamaması yüzünden halkın hoşnutsuzluğu giderilemiyordu. 1902’de İmam Yahyâ Hamîdüddin’in başlattığı ayaklanma sırasında Yemen Valisi Fâik Paşa San‘a’da kuşatıldı. Halkın savunmaya katılması ve Medine’deki Ârif Hikmet Paşa kuvvetlerinin Hudeyde üzerinden yardıma gelmesi karşısında bir ara İmam Yahyâ barış istediyse de kabul edilmedi. 1905’te isyan şiddetlenip kuşatma altındaki San‘a’da açlık baş gösterince Ali Rızâ Paşa kumandasında yeni bir takviye ordusu gönderildi. Fakat Zeydîler’in saldırısıyla askerlerin çoğu yolda zayiata uğradı. Zor şartlar altında kalan San‘a halkı ve ordu şehri isyancılara teslim etmeye mecbur oldu. Bu olayın ardından Mihrali Bey’in kumandasındaki 40. Hamidiye Süvari Alayı Yemen’e sevkedildiği gibi yeni kuvvetlerle bölgeye vali olarak yollanan Ahmed Feyzi Paşa, 15 Temmuz – 1 Eylül 1905 tarihleri arasında yürüttüğü harekâtta Taiz’deki kuvvetlerin desteğiyle San‘a’ya girdi ve isyan halindeki kabile reislerini kısa sürede bertaraf etti (Çakaloğlu, s. 172).

    II. Abdülhamid, Yemen meselesinin çözümü için gerekli ıslahatı yapmak amacıyla Yemen ulemâsı ve ileri gelenlerinden bir heyeti İstanbul’a davet ettiyse de aralarındaki görüş ayrılığı yüzünden bir sonuç alınamadı. Bu defa İmam Yahyâ’nın beş kişilik bir temsilciler heyeti İstanbul’a geldi ve düşüncelerini belirten bir rapor sundu. Ancak bu da hükümet değişikliği sebebiyle hayata geçirilemedi. 1909’da Asîr’de Şeyh İdrîsî’nin başlattığı isyan 1911’de İmam Yahyâ’nın büyüyen isyanıyla yeniden alevlenince Osmanlı makamlarının âcil tedbir alması icap etti (İsmail Hakkı Tevfik, s. 5-29). Nihayet Yemen meselesini çözmek üzere 28 Şubat 1911’de Ahmed İzzet Paşa, Hamidiye kruvazörüyle Yemen’e gönderildi. Yemen’deki Yedinci Ordu ile birlikte İstanbul’dan ve diğer Osmanlı vilâyetlerinden topladığı 50.000 kişilik orduyla San‘a kuşatmasını kaldırdı ve İmam Yahyâ ile 13 Ekim 1911’de bir antlaşma yaparak isyanlara son verdi. Yirmi iki alenî madde ile beş gizli maddeden oluşan antlaşmaya göre San‘a dahil Zeydîler’in yaşadığı dağlık bölgelerin yönetimi İmam Yahyâ’ya bırakılacak, fakat kendisine yabancı devletlerle antlaşma yapma hakkı tanınmayacaktı. İmam Yahyâ “emîrü’l-mü’minîn” olma iddiasından vazgeçecek, her yıl kendisine 20.000 Osmanlı altın lirası verilecekti (BEO, nr. 353194; Bayur, II/1, s. 46-47). Böylece sağlanan barış I. Dünya Savaşı boyunca devam etti ve bu sürede İmam Yahyâ, Yemen’deki Osmanlı ordusunun ihtiyaçlarının karşılanmasında yardımcı oldu. Hatta San‘a’daki 7. Kolordu birliklerinin gerek Asîr’deki İdrîsî güçlerine gerekse İngilizler’in Aden’deki üssüne karşı giriştiği harekâta askerleriyle destek verdi. Mondros Mütarekesi gereği Osmanlı askerlerinin İngilizler’e teslim olması sırasında onlara sahip çıktı. Taiz kumandanı Ali Said Paşa’nın 39. Tümen’le Aden’de teslim olmasına karşılık Tihâme’deki 40. Tümen kumandanı Galib Bey’in Ahmed Tevfik Paşa ile birlikte hareket etmesi sayesinde Osmanlılar’ın Yemen’deki bütün ağır silâhları ve cephaneleri gerektiğinde İngilizler’e karşı direnişte kullanılmak üzere İmam Yahyâ’ya bırakıldı. 5 Mart 1919’da Yemen’de 3883 kişiden oluşan asker ve sivil memur kadrosu Hudeyde’de İngilizler’e teslim oldu. Hudeyde mutasarrıfı Ahmed Râgıb Bey ise Yemen’de kaldı ve daha sonra İmam Yahyâ’nın Hariciye nâzırlığına getirildi (Seyhun, s. 138; Ehiloğlu, s. 191-204). Yemen’deki Osmanlı ordusunun tasfiyesinin ardından son Yemen valisi Mahmud Nedim Bey’le birlikte temsilî de olsa San‘a’da görev başında bulunan on civarında subay ve memur, Kasım 1920 – Mayıs 1923 tarihleri arasında İstanbul ve Ankara hükümetlerinden maaşlarının gönderilmesini talep ediyordu (BEO, nr. 349609, 353194; Öke – Karaman, s. 31-64). Nihayet Yemen, Lozan Antlaşması sonucunda hukuken Osmanlı toprağı olmaktan çıktı ve Mahmud Nedim Bey, Mayıs 1924’te Yemen’den ayrıldı (a.g.e., s. 106).

    Stratejik konumu bakımından Yemen, Uzakdoğu’dan Avrupa’ya deniz yoluyla giden baharat ticaret yollarının kesişme noktasında yer aldığından önce Portekiz ve Hollanda, ardından özellikle XIX. yüzyıldan itibaren İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupalı sömürgeci devletlerin ilgi odağı haline gelmişti. Bu devletler Yemen üzerindeki emellerini, Osmanlı idaresinin etkili olmadığı bölgelerdeki kabile şeyhi ve yöneticileriyle kurdukları ilişkiler yanında Arapça konuşan casusların müslüman kılığında dolaşarak para karşılığında halkı isyana teşvik etmesiyle gerçekleştiriyordu (Sırma, Osmanlı Devleti’nin Yıkılışında Yemen İsyanları, s. 69-103). Portekiz’in Mekke ve Medine gibi kutsal yerleri ele geçirme amaçlı dinî sebepler öne sürerek Yemen sahillerini üs edinmek istemesinin altında ticarî gayeler yatıyordu. Buna karşılık XVI. yüzyılda Kızıldeniz üzerinden Hindistan’a kadar uzanan Osmanlı varlığının Yemen’de bulunma gerekçesinin “tahsîl-i mâl” için değil “Kâ‘be-i Mükerreme’nin sıyâneti”ne yönelik olduğu belirtiliyordu (BA, MD, nr. 7, hk. 2738). XIX. yüzyılın başlarından itibaren bölgede üs edinmek isteyen İngiltere’nin 1839’da Aden’i işgal etmesiyle yeni bir süreç başladı. Osmanlılar’ın Yemen’i tekrar kontrol altına alma teşebbüsü de aynı zamanlara rastlıyordu. İngilizler’in Asîr’de İdrîsî isyanını desteklemesi (1912), Nevâhî-i Tis‘a şeyhleriyle himaye anlaşmaları yapması (1913) Osmanlılar’ın etrafını kuşatma amacı taşıyordu. Aralarında Lehic (Lahic), Abdelî, Ebyen ve Yâfi‘ gibi şeyhliklerin bulunduğu Aden civarındaki Nevâhî-i Tis‘a’yı Yemen’den ayırma teşebbüsü halk için hiçbir zaman siyasal bir sınır ayırımından öteye geçmedi (Rumbeyoğlu Fahreddin – Mehmed Nâbî, s. 3-39; Abdülkerîm el-Uzeyr, s. 326). Özellikle I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere donanmasına ait gemiler başta Hudeyde ve Lühayye olmak üzere Yemen’in liman şehirlerini ve Kızıldeniz’deki bazı adaları zaman zaman bombaladı. İngiltere ile rekabet halindeki Fransa’nın XIX. yüzyılın ortalarında Kızıldeniz’e gelerek Yemen’i askerî ve ekonomik açıdan tanımaya çalışması, Kemeran adasını satın alma teşebbüsü (1851) ve Şeyh Said adasını işgali (1865) bu stratejinin sonucuydu. 1905’te bölgeye gelen İtalya’nın ise Kızıldeniz’in batı kıyılarında Eritre’de yerleşme mücadelesi, 1911’de Akdeniz’de Trablusgarp’ı işgal ederken Kızıldeniz’deki Kunfüze, Hudeyde, Şeyh Said gibi Osmanlı idaresindeki Yemen liman şehirlerini bombalaması, Asîr’de İdrîsî isyanına destek verme ve her iki denizdeki Osmanlı deniz gücünü etkisiz hale getirme amacına yönelikti. Osmanlılar İngiliz, Fransız ve İtalyanlar’ın Kızıldeniz’deki silâh ve mal kaçakçılığına karşı tedbir aldıkları gibi Yemen’deki güçlü orduları sayesinde sömürgeci güçlerin Yemen’e girmesini engelledi (İA, XIII, 378-380).

    Osmanlı döneminde Yemen’de idarî yapının ilk kuruluşu, Hadım Süleyman Paşa’nın otuz sancak büyüklüğünde bir beylerbeyilik olabileceğini belirttiği, Zebîd ve Aden vilâyetlerinden meydana gelen bir sancak statüsünde teşkil edildiği 1539’a kadar götürülebilir (TSMA, nr. E. 9663). İlk beylerbeyi Neşşâr Mustafa Paşa zamanında Yemen eyaletinde esas olarak Zebîd, Aden ve Câzân sancakları bulunuyordu. Daha sonra beylerbeyi olan Özdemir Bey de Câzân sancakbeyi idi (BA, A.RSK, nr. 1452, s. 397-402; Emecen – Şahin, XIX/23 [1999], s. 98). Aden’de ise 951’de (1544) Şücâ Bey sancak beyliği yapıyordu (BA, D.BRZ, nr. 20614, s. 187, 194). Yemen’de toprakların zaman zaman Osmanlılar ve Yemenli isyancılar arasında el değiştirmesi idarî yapıdaki durumu da etkiledi. San‘a fâtihi Özdemir Bey 1547 tarihli San‘a fetihnâmesinde Yemen’in Zebîd, Taiz ve San‘a’dan meydana gelen üç eyalete ayrılabilecek büyüklükte olduğunu belirtiyordu (TSMA, nr. E. 8342; Blackburn, Ar.Ott., VI [1980], s. 87, 99). Mahmud Paşa’nın beylerbeyiliği zamanına ait bir eyalet bütçesinde “vilâyet-i Yemen” adıyla Zebîd, Taiz, San‘a ve Sa‘de sancakları yer alıyordu (TSMA, nr. D. 314). Mahmud Paşa’dan sonra onun telkinleriyle Yemen, 1565’te Zebîd’in merkez olduğu on iki sancaklı Yemen ile on yedi sancaklı San‘a adlı iki eyalete ayrıldı. Hadramut ve Şihr’i kapsayan bölgenin mahallî idarecesi Sultan Bedr, Osmanlılar’ca tanınan yetki dahilinde idareci sıfatıyla kalmıştı. 1568’de Yemen yeniden tek eyalet haline getirildi. Hasan Paşa’nın beylerbeyiliği dönemine ait bir bütçeye göre 1600’de Yemen önceki gibi dört sancaktan ibaretti (Sahillioğlu, s. 302-305). Ahmed Muhtar Paşa’nın Yemen’i tekrar fethiyle birlikte 1872’de yeni bir idarî yapı oluşturuldu. Merkezi San‘a olan Asîr, Hudeyde, Taiz sancakları ortaya çıktı ve diğer Osmanlı vilâyetlerindeki idarî düzenlemelere uygun biçimde yapılandırıldı (Abdülkerîm el-Uzeyr, s. 147-155). 1869’da Yemen’de kurulan Yedinci Ordu’da 25.000 asker bulunuyordu. Yemen sahillerini korumak ve Kızıldeniz’de silâh kaçakçılığıyla mücadele etmek için Kızıldeniz filosu Bâbülmendep, Muhâ, Hudeyde, Lühayye, Câzân ve Kunfüze gibi limanlar arasında faaliyet gösteriyordu (a.g.e., s. 274-283).

    Osmanlılar zamanında arkası gelmeyen isyanlara rağmen çeşitli dinî, askerî, idarî ve içtimaî yapılar inşa edildi; Yemen bayındır bir vilâyet haline getirilmeye çalışıldı. Osmanlılar devrinde San‘a’nın batı kesiminde Osmanlı memurları için bahçeli evlerin yer aldığı bir Türk mahallesi kurulmuştu. Bu dönemde asıl büyük mimari eserler San‘a’da yapıldı. Özdemir Paşa, San‘a’nın Bâbüşşuûb kısmında bir cami ve bir medrese inşa ettirdi. Murad Paşa kalede bir cami ve sebil, Sinan Paşa büyük bir kasır, Hasan Paşa 1005’te (1597) kubbeli büyük bir cami (Bekiriye), bir hamam, sur dışında bir mescid ve han yaptırdı. Fazlı Paşa, San‘a’da Bi’r-i Bâşâ adıyla anılan büyük bir su kuyusu, Terîm şehrinde bir cami ve etrafına sur inşa ettirdi, San‘a ve Zebîd surlarını onarttı. Ferhad Paşa, Zemâr’da bir kasır yaptırdı. XIX. yüzyılın sonlarından itibaren San‘a, Hudeyde ve Ebhâ’da hastahane ve eczahaneler, Hudeyde, Muhâ ve Kemeran’da karantinahâneler açıldı. San‘a’da II. Abdülhamid adına Hamidiye Camii ve çeşitli askerî binalar inşa edildi. Eğitim amacıyla sancak merkezlerinde rüşdiye ve idâdîler, kaza ve nahiyelerde sıbyan mektepleri, San‘a’da dârülmuallimîn ve sanat mektepleri faaliyete geçti. Hamidiye Sanayi Mektebi günümüzde askerî müze olarak kullanılmaktadır. Hudeyde-San‘a arasında inşası planlanan demiryolu Hâcile’ye kadar gelebildi. Osmanlılar, Yemen’deki son dönemlerinde tuz elde etmek için su kanalları açma, Kızıldeniz sahillerindeki yer altı madenlerini çıkarma, Me’rib’de baraj yapma gibi projeler hazırlattıysa da Yemen’den çekilmeleri sebebiyle bu projeler hayata geçirilemedi. Yemen, Osmanlılar’ın bölgeye ayak bastığı ilk günlerden itibaren pek çok asker yanında beylerbeyi, vali, sancak beyi ve mutasarrıf düzeyinde Osmanlı idarecilerinin vefat edip defnedildiği bir vatan toprağı olmuştur. Acıklı türküleriyle hâfızalarda yer eden Yemen’de bugün 20.000 civarında Türk nüfusu yaşamaktadır.

  • CEZAYİR

    Akdeniz kıyılarından Büyük Sahrâ’nın güney kesimlerine kadar sokulan geniş toprakları ile, Afrika kıtasının alan bakımından Sudan’dan sonra ve çok küçük bir farkla ikinci büyük ülkesidir. Kuzeyde Akdeniz, doğuda Tunus ve Libya, batıda Fas ve Batı Sahrâ, güneydoğuda Nijer, güneybatıda Mali ve Moritanya ile çevrili olan Cezayir’in yüzölçümü 2.381.741 km2'dir. Resmî adı el-Cumhûriyyetü’l-Cezâiriyyetü’d-Dimukrâtiyyetü’ş-Şa‘biyye olan ülke Afrika Birliği, Arap Birliği, Bağlantısız Ülkeler, İslâm Konferansı ve Petrol İhraç Eden Ülkeler teşkilâtlarının üyesidir. İdarî bakımdan otuz bir ile (vilâyât), iller de toplam sayıları 200’e yaklaşan ilçelere (dâirât) ayrılmıştır; başşehri Akdeniz kıyısında Cezayir’dir.

    Yakın zamana kadar tek partiye dayalı ve otoriter nitelikte sosyalist bir rejimle yönetilen Cezayir 1989’da siyasî alanda çok partili hayata, ekonomide de özel sektöre ve şahsî teşebbüse dayalı serbest ekonomi modeline geçti. 23 Şubat 1989 tarihli anayasa ile oluşturulan devlet yapısına göre yasama yetkisi 292 üyeli Millî Halk Meclisi’nde (Barleman), yürütme yetkisi, devletin başı olan ve genel seçimle beş yıllığına seçilen cumhurbaşkanında, yargı işleri ise bağımsız adalet organlarının elinde bulunmaktadır.

    I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA
    Cezayir bugünkü sınırları içinde, fizikî ve beşerî özellikleri bakımından birbirinden tamamen farklı iki bölgeden meydana gelir: Kuzey Cezayir (asıl Cezayir), Güney Cezayir (Sahrâ Cezayiri). Coğrafyacıların Atlas ülkeleri adını verdikleri Mağrib bölgesinin orta kesiminde (Mağrib-i Vasat) yer alan Kuzey Cezayir, ülke yüzölçümünün ancak % 16’sına eşit bir yer kaplar (yaklaşık 381.000 km2). Fakat nüfusun % 96 kadarı, illerin yirmi altısı, tarıma elverişli toprakların hemen tamamı ve bütün büyük şehirler iklim bakımından yaşamaya çok daha elverişli olan bu bölgededir. Burada yer şekillerinin ana hatlarını, Avrupa’nın Alp dağlarıyla yaşıt, genç kıvrımlı yapıları Afrika eski kütlesine yabancı olan kuzeydeki Tel atlasları ile güneyde ona paralel olarak uzanan Sahrâ atlasları adı verilen dağ sıraları ve bunların arasındaki kurak, bozkırlarla kaplı, yer yer sığ tuzlu bataklıkların (şot) yayıldığı yüksek ovalar oluşturur. Bölgenin denize yakın kesimleri Akdeniz ikliminin etkisindedir (başşehir Cezayir’de temmuz ortalaması 24,5 °C; ocak ortalaması 12,2 °C). Yıllık yağış batıdan doğuya gidildikçe ve yükseldikçe artar (Vehran 253 mm., Cezayir 691 mm.). Bölgenin iç kesimlerinde Akdeniz ikliminin karasal tipi hâkimdir.

    Her biri birer ülke kadar geniş beş ile ayrılmış olan Güney Cezayir yaklaşık 2 milyon km2’lik bir alana yayılır ve Büyük Sahrâ’nın önemli bir kısmını kaplar. Yer yer kumullu çöller (batı ve doğu ergleri) veya taşlık, rüzgârla süpürülmüş çıplak çöllerle (hamadalar) kaplı olan bu bölgede, jeolojik geçmişteki daha yağışlı devrelerin eseri olan bazı kuru vadiler görülür. Jeolojik bakımdan bölge, temeli oluşturan eski kütleden, yer yer bu billûrlu ve metamorfik eski kütleyi kesen volkanik maddelerden ve eski kütle üzerinde çökelmiş, özellikle doğu sınırı yakınlarında Hâsî Mes‘ûd ve Acile yöresi ile daha kuzeydeki Hâsirremel yörelerinde çok zengin petrol ve doğal gaz yatakları içeren Mezozoik ve Tersiyer yaşında daha genç tortul örtü formasyonlarından oluşur. Hâkim reliyef şekillerini havzalar, platolar ve münferit dağlık kütleler meydana getirir. Ülkenin en yüksek (güneyde Hükkār kütlesinde 2918 m.) ve en alçak (kuzeydoğuda Melgīr şotu tabanı, -30 m.) yerleri de buradadır. Bölge bütünüyle şiddetli bir çöl ikliminin etkisindedir.

    Demografi bakımından Cezayir’i çok hızlı bir nüfus artışı (her yıl ülke nüfusuna yaklaşık 800-900.000 kişi katılır), bu sebeple genç bir nüfus yapısı (on beş yaşından küçüklerin oranı % 46), nüfusun ülke düzeyine çok dengesiz bir şekilde dağılmış olması (% 96 kadarı ülke topraklarının % 16’sını oluşturan Kuzey Cezayir’de yığılmıştır), bölgeler arasında nüfus yoğunluğu bakımından mevcut çok büyük farklılıklar (ortalama yoğunluk km2/8,4, Cezayir’de 3048, Vehran’da 478, güneyde çöl bölgesindeki Tamanrasset ilinde ise ancak 0,1 kişi), din birliği (60.000 kadar hıristiyan dışında bütün nüfus müslümandır) gibi özellikler karakterize eder. Şehirli nüfus oranı son yıllarda giderek artmış olmakla birlikte yine de kırsal kesimde oturanlarınkinden düşüktür (1961’de % 31, 1987’de % 49). En büyük şehirler kuzeyde, özellikle kıyı kesiminde Cezayir (1,7 milyon), Vehran (663.000), Kostantîne (448.000) ve Annâbe’dir (Bûne, 306.000). En yaygın dil, aynı zamanda devletin resmî dili olan Arapça’dır. Halkın % 75 kadarı Arapça konuşur; Berberîce’nin çeşitli ağızlarını konuşanların oranı % 25 civarındadır.

    Bağımsızlık hareketinin başından beri ihtilâlci sosyalizm ilkesini benimseyen ve bu dünya görüşünü iç ve dış siyasette uygulamaya çalışan Cezayir’de iktisadî ve sosyal alandaki bütün planlamalar ve dış ticaret, bütün büyük sanayi tesisleri, bankalar, kredi kurumları, ulaşım, iletişim araç ve gereçleri gibi ekonominin her sektörü tamamıyla devletin elindedir. Bağımsızlığı takip eden yıllarda yabancılara ait bütün şirketler, sanayi tesisleri, işletmeler ve tarım alanları millîleştirilmiştir. Devletin ilân edilen hedefi, ülkeyi sahip olduğu tabii zenginliklerden âzami ölçüde faydalanarak bir sanayi ülkesi haline getirmek suretiyle kalkındırmak ve halkın refah ve kültür seviyesini bu yolla yükseltmektir. Bu amaçla hazırlanan üç ile beş yıllık planların uygulanması sonucunda Cezayir’in ekonomik yapısında sömürge dönemine oranla önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Hızlı ve yaygın sanayileşme, faal nüfusta ücretlilerin oranının büyük ölçüde artması (% 76), orta sınıfın büyüyerek güçlenmesi ve tarım alanında duraklama bu değişikliklerin en önemlileridir. Bugün millî gelirin yaklaşık 1/3 kadarını, çok zengin hidrokarbon yataklarını değerlendiren ve bu yataklardan elde edilen ürünleri işleyen özellikle petrol ve doğal gaz üretimi, petrol arıtımı, doğal gaz sıvılaştırması, yan ürünler üretimi gibi endüstriler sağlar. Bu gruptaki endüstri kollarının ülkenin döviz gelirlerindeki payı % 90’ı geçer. Petrol üretimi çeşitli faktörlere bağlı olarak yıldan yıla değişmekle beraber genelde yılda 45-50 milyon ton civarındadır (1988’de 53 milyon ton). Doğal gaz rezervleri çok büyüktür. Bu bakımdan Cezayir Bağımsız Devletler Topluluğu (eski Sovyetler Birliği), İran ve Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra dünyada dördüncü sırayı alır (1988’de 93 milyar m3). Üretilen gazın bir kısmı, Akdeniz’i aşan 2500 km’lik bir boru hattı ile İtalya’ya ihraç edilir. Cezayir diğer bazı önemli yer altı kaynakları bakımından da zengin bir ülkedir. Bu kaynakların başlıcaları demir cevheri (üretim 3,6 milyon ton), kurşun (4,6 milyon ton), çinko (20 milyon ton), bakır (0,6 milyon ton), civa (0,8 milyon ton) ve fosfat (1 milyon ton) ile eski metamorfik ve billûrlu temelin meydana çıktığı Hükkar bölgesindeki uranyum yataklarıdır. Diğer endüstri kolları arasında en gelişmiş olanları çelik, çimento, gübre, dokuma ve besin endüstrileridir.

    Faal nüfusun % 23 kadarı tarımla uğraşır. Sömürge dönemindeki oranı çok daha yüksek olan bu sektörün millî gelirdeki payı ancak % 6 civarındadır. Hemen tamamı kuzeyde toplanmış bulunan tarım toprakları ülke yüzölçümünün ancak % 13 kadarına eşit bir yer tutar. Son yıllardaki genişleme temayülü çeşitli tedbirlerle önlenmeye çalışılan güneydeki çöller ise vahalar dışında göçebe hayvancılık alanıdır. Ülkede birkaç defa toprak reformu yapılmış, bu arada Avrupalılar’ın terkettikleri tarım alanları mücahidîn kooperatiflerine veya tarım işçilerinin ortak olduğu işletmelere verilmiştir. Başlıca ürünler tahıl (buğday ve arpa), turunçgiller, üzüm, hurma ve çeşitli sebzelerdir. Bazı alanlarda ürün ülke ihtiyacının tamamını karşılamaya yetmez. Bu sebeple dışarıdan özellikle tahıl, yağlı maddeler ve şeker ithal edilir. Sömürge döneminde yılda 15 milyon hektolitreye kadar yükselmiş olan şarap üretiminde bağımsızlığı takip eden yıllarda önemli bir gerileme olmuştur.

    Sınırları arasında yer yer 2000 kilometreyi aşkın bir mesafe bulunan ve büyük kısmı çöllerle kaplı olan ülkede en önemli meselelerden biri ulaşım ve iletişimdir. Toplam uzunluğu 80.000 kilometreyi bulan karayolları ile (bunun ancak 24.000 kilometresi asfalt kaplıdır) 4100 km’lik demiryolu bu çok geniş ülke için yeterli sayılmaz. Bu sebeple özellikle çöl bölgesinde hava taşımacılığından faydalanılır. 1986 yılında tarifeli sefer yapılan havaalanlarının sayısı yirmi iki idi. En büyük limanlar kuzeyde, eşya trafiğinin 3/4’ünü üstlenen Cezayir, Annâbe ve Vehran’dır. Deniz ticaret filosu ve Cezayir havayolları da tamamıyla devlet kuruluşlarıdır. Cezayir’in en çok ihracat yaptığı ülkeler Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya, en çok mal aldığı ülkeler ise Fransa, Almanya, İtalya, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri’dir.

    İslâm Öncesi Dönem. Milâttan önce 1000 yıllarında Suriye sahillerinden gelen Fenikeli tüccarlar Cezayir’in Akdeniz kıyılarına yerleştiler ve milâttan önce 814’te bugün Tunus sınırları içerisinde bulunan Kartaca şehrini kurdular. Daha sonra Kartaca, onların burada kurdukları devletin hem adı hem de başşehri oldu. Milâttan önce 146 yılında Kartaca’yı ele geçiren Romalılar, milâttan sonra 40 yılına doğru bu bölgedeki hâkimiyetlerini kuvvetlendirdiler ve Cezayir “Mauretania Caesariensis” adıyla imparatorluğun bir eyaleti haline geldi. Bu dönemde kıyı bölgelerinde “Romanizasyon” ismiyle bilinen yoğun bir sömürgecilik ve zulüm siyaseti uygulanırken Cezayir’in iç kesimleri Roma hâkimiyetinin dışında kaldı. Kabile toplulukları halinde göçebe hayatı yaşayan yerli halka Libyalı deniliyordu. Kendilerini “Emâzîğ” (hür insanlar) olarak tanıtan bu yerli halka sonraları “Berber” adı verilmiştir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra bölge sırasıyla Vandallar ve Bizans’ın hâkimiyeti altına girdi.

    2. İslâmî Dönem (Fetihten Osmanlı Dönemine Kadar). VII. yüzyılın ortalarından itibaren Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh ile Abdullah b. Zübeyr’in emrinde Mağrib’i fethetmek üzere gelen müslüman Arap fâtihler, Berberî kabilelerinin ve Bizans’tan artakalan bazı toplulukların mukavemetiyle karşılaştılar. Bizans’a karşı bağımsızlığını ilân ederek Sübeytıla’yı başşehir yapan kumandanı öldürüp şehre girdiler ve 2,5 milyon dinar cizye alarak geri döndüler. Daha sonra Muâviye Mısır valisini göndererek sahildeki bazı yerlerin ele geçirilmesini sağladı. Ebü’l-Muhâcir Dînâr’dan sonra meşhur kumandan Ukbe b. Nâfi‘ el-Fihrî 50’de (670) ve 62’de (682) gerçekleştirdiği seferlerle İslâmiyet’in yayılması için uygun bir ortam hazırlamayı başardı. Ukbe’nin Berberî kumandanı Küseyle ile yapılan bir savaşta şehid düşmesinden sonra (63/682-83) bu görevi Züheyr b. Kays el-Belevî üstlendi. Onun ardından Hassân b. Nu‘mân el-Gassânî fetih hareketini devam ettirdi; ancak o da Berberî Melikesi Kâhine önünde hezimete uğradı ve askerini geri çekmek zorunda kaldı (77/696). Fakat bir süre sonra Berberî kabilelerinin de yardımıyla tekrar saldırıya geçerek Kartaca’yı ele geçirdi ve Kâhine’nin sonunu hazırladı (82/701). Böylece İslâmiyet Berberî kabileleri arasında yayılmaya başladı; ancak Emevîler’in yanlış siyasetleri yüzünden büyük çoğunluğu Hâricî mezhebini benimsedi ve Kayrevan’daki Emevî idarecilerinin zalimane vergi politikalarına isyan etti (740-774). Bu isyan sonunda Ebû Kurre es-Sufrî liderliğinde Tilimsân’da Benî İfren Emirliği (757-765), Tâhert’te de Abdurrahman b. Rüstem tarafından Rüstemî Devleti kuruldu (777-909). Rüstemî Devleti müslüman Cezayir’de kurulan ilk bağımsız devlettir. Bu dönemde Batı Cezayir Fas’ta hüküm süren İdrîsîler’in (789-926), Doğu Cezayir ise Kayrevan’daki Ağlebîler’in (800-909) idaresine girdi. Her iki devlet de Bağdat’taki Abbâsî halifeliğine bağlı idi. Cezayir IX-X. yüzyıllarda Rüstemîler’in, Ağlebîler’in ve İdrîsîler’in idaresi altında ekonomi ve İslâmî kültür alanlarında büyük gelişmelere sahne oldu. Tubne (Tobna), Tâhert, Tilimsân, Mîle ve Bâgāye gibi birçok şehir, ticaret erbabının ve ilim tahsil etmek isteyen öğrencilerin akınına uğradı ve doğuya giden kafilelerin uğrak yeri oldu. Ebû Abdullah eş-Şiî, Rüstemîler ve Ağlebîler’i bertaraf ederek Fâtımî Devleti’ni kurduktan sonra da aynı durum devam etti. İlk Fâtımî halifesi Ubeydullah el-Mehdî ve halefleri Afrika ve Orta Mağrib’i (Cezayir) hâkimiyetleri altına almayı başardılar. Halife Muiz-Lidînillah’ın Fâtımî başşehrini Mehdiye’den Kahire’ye nakletmesinden sonra (362/973) Sanhâce Berberîleri Mağrib ülkelerinde idareyi ele geçirerek Zîrîler (972-1148) ve Hammâdîler (1015-1152) devletlerini kurdular. Bu sırada Murâbıtlar da (1056-1147) Yûsuf b. Tâşfîn kumandasında Tilimsân’ı ele geçirdiler, Tenes ve Cezayir’e kadar Kuzey Afrika’yı hâkimiyetleri altına aldılar (454/1062). Daha sonra Muvahhidler’in (1130-1269) kurucusu Abdülmü’min b. Ali el-Kûmî, Hammâdî Devleti’ne son vererek Cezayir ve bütün Kuzey Afrika’yı zaptetti (548/1153).

    Cezayir VI. (XII.) yüzyılda ekonomik ve kültürel kalkınmaya şahit olmuş, Tilimsân, Bicâye, Kostantîne, Annâbe, Tenes ve Vehran şehirleri birer ilim yuvası ve ticaret merkezi olmuştur. İtalyan tüccarlar Piza, Cenova ve Venedik’ten Avrupa mallarını buralara getiriyor, buradan da yün, deri ve hububat alıyorlardı. Muvahhidler’den sonra Doğu Cezayir Tunus’taki Hafsî Devleti’ne (1228-1574) tâbi oldu. Orta ve Batı Cezayir ise Tilimsân’da kurulan Abdülvâdîler’in (1235-1550) idaresine girdi. Tilimsân bu dönemde kültür ve ticaret merkezi olarak büyük bir gelişme göstermiştir.

    Abdülvâdîler, Hafsîler ve Merînîler’in saldırıları sebebiyle XIV. yüzyıldan itibaren zayıflamaya başladı. Bedevî kabileler isyan ederek bazı yerleri ele geçirirken hıristiyan İspanyollar da sahilleri işgal ettiler. Abdülvâdîler ve Hafsîler’in hâkimiyeti sadece birkaç şehre münhasır kalınca Cezayir gibi birçok şehir bağımsızlığını ilân etti. Siyasî parçalanmanın ve kabileler arası çekişmelerin sürdüğü böyle bir ortamda İspanyollar da 1505-1513 arasında sahildeki önemli merkezleri ellerine geçirdiler.

    Osmanlı Dönemi. Endülüs’teki müslümanlara karşı giriştikleri “yeniden fetih”i (reconquista) tamamlayarak bu siyaseti Kuzey Afrika’ya yaymak isteyen İspanyollar’ın 1505’te Mersalkebîr, 1509’da Vehran (Oran), 1510’da Bicâye ve kısa bir süre sonra da Tilimsân’ı ele geçirdikleri sırada Ege ve Akdeniz’de korsanlık faaliyetlerinde bulunan Oruç ve Hızır reislerin Cezayir’e gelip İspanyollar’a karşı mücadeleye girişmeleri, Osmanlı nüfuzunun yerleşmesinin ilk adımını teşkil eder. Cerbe adasına yerleşen ve Yavuz Sultan Selim’in himayesi altına giren Barbaros kardeşler, Cezayir’den gelen bir heyetin İspanyollar’a karşı kendilerinden yardım istemesi üzerine Cezayir şehrini ve onun batısındaki Şerşel’i (Césarée) ele geçirdiler (1516). Şerşel ve Cezayir sultanı ilân edilen Oruç Reis, Tenes ve Tilimsân’ın zaptından sonra 1518’de Tilimsân’ı geri almak isteyen İspanyollar’la yaptığı savaşta şehid düştü. Onun yerine geçen Hızır Reis Osmanlılar’ın desteğini sağlamaya çalıştı ve adamlarından Hacı Hüseyin’i Cezayir halkının Ekim 1519 tarihli arîzasıyla Yavuz Sultan Selim’e göndererek yardım istedi. Yavuz Sultan Selim “Hayreddin” lakabıyla andığı Hızır’ı Cezayir hâkimi olarak tanıdığı gibi yeniçeri ve topçulardan oluşan 2000 kişilik yardımcı birlik, savaş malzemeleri ve gemi levazımatı da gönderdi; ayrıca Cezayir’e gönüllü olarak gideceklere yeniçerilik imtiyazı ve Anadolu’dan gerektiği kadar asker yazma izni verdi. Bu şekilde hutbenin padişah adına okunmaya başlandığı Cezayir Osmanlı nüfuzu altına girdi. Cezayir’e hâkim olduktan sonra burayı idarî bakımdan ikiye ayırıp doğu kısımlarını yerli emîrlerden Ahmed b. Kādî, batı kısımlarını Muhammed b. Ali’nin idaresine bırakan Barbaros Hayreddin, kışkırtma sonucu yerli halkın ayaklanması üzerine bir ara Cezayir şehrini bırakarak Cicelli’ye çekilmek zorunda kaldıysa da (1524) üç yıl sonra yine halkın isteğiyle geri döndü ve kendisine isyan eden Ahmed b. Kādî’yi yenip burayı geri aldı. 1530’da da Cezayir şehri önünde İspanyollar’ın kontrolündeki küçük bir adada yer alan Penon Kalesi’ni (Adakale) ele geçirdi. Ada ile kıyı arasına bir mendirek yaptırdı. Böylece gemileri için muhafazalı bir liman meydana getirdi. Bu arada İspanya’da büyük zulme mâruz kalan Endülüs müslümanlarından 70.000 kadarını gemileriyle Cezayir tarafına taşıyarak kurtardı. Cezayir bu dönemde ele geçirilen ganimetlerle zenginleşti ve Türkler’in Hindistan’ı veya Meksika’sı diye şöhret kazandı.

    Kanûnî Sultan Süleyman’ın Barbaros Hayreddin’i İstanbul’a davet edip Cezayir beylerbeyi sıfatı ile onu Osmanlı donanmasının başına getirince Cezayir doğrudan doğruya bir Osmanlı beylerbeyiliği haline geldi (1534). Barbaros, Osmanlı donanması ile yaptığı ilk seferde Tunus’u ele geçirdiyse de (1534) İmparator V. Karl’ın (Şarlken) gönderdiği donanma ve yerli halkın ihaneti yüzünden geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat 1536’ya kadar Sâhil ve Tel bölgesi şehirlerinin çoğunu zaptetti. 1538’de Andrea Doria kumandasındaki Haçlı donanmasını Preveze’de yenilgiye uğratarak Orta Akdeniz’de Osmanlı üstünlüğünü sağlamış oldu. Bunun ardından bizzat İmparator V. Karl’ın da katıldığı İspanya donanmasının Cezayir seferi tam bir hezimetle sonuçlandı (1541).

    Barbaros İspanyollar’a karşı, Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Fransa ile ortak deniz harekâtı da gerçekleştirdi. Onun ölümünden (1546) sonra gelen beylerbeyileri Vehran dışında bütün Cezayir’e hâkim oldular. Batıda Tilimsân fethedildi, Sâlih Reis zamanında İspanyollar’a yardım eden Fas hâkiminin topraklarına girildi (1553) ve Bicâye ele geçirildi (1555). Hüseyin ve Kılıç Ali paşalar döneminde Fas’ın merkezine kadar ilerleme kaydedildi. Ayrıca İspanyollar’ın Hafsî Devleti’ne yardım etmesine rağmen bütün Konstantine eyaleti Türk hâkimiyeti altına alındı.

    1830’a kadar süren Cezayir’deki Osmanlı-Türk hâkimiyeti idarî bakımdan beylerbeyiler devri (1518-1587), paşalar devri (1587-1659), ağalar devri (1659-1671) ve dayılar devri (1671-1830) olmak üzere dört ana döneme ayrılır.

    Türk hâkimiyetindeki Cezayir, Kuzey Afrika’da Garp ocakları adı verilen bir sistemin parçasıydı. Bu ocak, nüfusu 1520.000’i geçmeyen askerî bir aristokrasiyi teşkil ediyordu ve bir kısmı Aydın, İzmir, Manisa, Muğla gibi Batı Anadolu yörelerinden getirilen, çeşitli sebeplerle toprağını terkeden ve “çiftbozan” adı verilen köylü sınıfından gemicilerdi. Bunlar ocağa kaydedildikten sonra karada veya gemilerde görevlendirilir, maaş verilir, yalnız kendi liderlerine tâbi olur, ağalığa kadar yükselebilirlerdi. Ancak kontrolleri oldukça zordu. Askerî sınıfın esas kısmını ise İstanbul’dan gönderilen yeniçeriler meydana getirir ve bunların başında bir ağa bulunurdu. Ayrıca Türkler’den ve “mehâzin” denilen yerli kabilelerden süvari birlikleri vardı. Mehâzin sınıfı hazır asker ve kervan koruyucusu olup vergilerin tahsilinden, vergi veren kabileleri itaat altında tutmaktan sorumluydu.

    Garp ocakları genel olarak yarı bağımsız bir yönetime sahipti; beylerbeyi ya da vali padişaha tâbi olmakla beraber bağımsız hareket edebiliyordu. Cezayir ise Garp ocakları içinde en güç kontrol edilebilen eyaletti. Hükümetin ve valilerin hükmü askerlere geçmiyordu. Barbaros’un üvey oğlu Hasan Paşa (1544-1552) denizcilerin yardımıyla bir süre otorite sağlayabildi. Beylerbeyiler devrinin son valisi olan Kaptanıderyâ Kılıç Ali Paşa zamanında (1568-1587) başlangıçta İstanbul ve Cezayir arasındaki bağlar güçlendiyse de daha sonra zayıfladı.

    1587’den itibaren Cezayir İstanbul tarafından üç yıllığına tayin edilen paşalar devrine girdi. Bunların zamanında padişahın otoritesi kabul edilmekle beraber bu otorite etkisiz bir haldeydi. Valilerin görevi birtakım protokolleri yerine getirmek ve sarayda oturmaktan ibaret kaldı. Otorite kurmak isteyen valiler sürgün edildi veya öldürüldü. Yalnız Hızır Paşa 1592’de yeniçerileri sindirmeye muvaffak oldu. 1634’te Cezayir’de 20.000 civarında yeniçeri vardı. Denizciler sahillerde oturur, yeniçerilere karışmaz, ayrı bir ocak halinde denizcilikle meşgul olurlardı. Bu dönemde idarî mekanizma çok iyi organize edildi. Resmî kayıtlar, sultanın fermanları, yapılan antlaşmaların metinleri, kazanılan ganimet ve ödüllerle alınan vergilere dair kayıtlar devlet arşivlerinde titizlikle korundu.

    1645’te Vezîriâzam Sâlih Paşa’nın kardeşi İbrâhim Paşa Cezayir beylerbeyi tayin edilince Sultan İbrâhim huzura gelen dayı kaptanları, beylerbeyine itaat etmedikleri takdirde “cümlesini kırmak”la tehdit etti. Fakat yine de bir şey değişmedi. Bundan sonra azledilen üç vali Cezayir’de nezaret altında tutuldu. 1659’da vali tayin edilen Ali Paşa Cezayir’de bütün yetkilerini kullanmak isteyince Halil Ağa onu maiyetiyle beraber bir kalyonla İzmir’e gönderdi; böylece ağalar devri başladı. Zamanın sadrazamı Köprülü Mehmed Paşa buna çok sinirlenerek geri dönen valiyi idam ettirdi. Cezayir ağasına da bir mektup göndererek artık vali gönderilmeyeceğini bildirdi. Bundan böyle Cezayir gemileri Osmanlı sahillerine yanaşmayacak, levent ve zahire alamayacaktı. Cezayir ağası bunun üzerine korkarak İzmir’e gelip af dilediyse de affedilmedi. Köprülü’nün ölümünden sonra Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa sadrazam olunca af çıkardı ve İsmâil Ağa’yı Cezayir valisi tayin etti. Ancak Cezayir ağaları, İsmâil Ağa’yı padişahın temsilcisi sayarak işlere karıştırmadılar. İstanbul da artık bu durumu kabullendi. Bu dönemde idareyi bırakmak istemeyen ağaların öldürülmesi âdet oldu. Sonuncusu Ali Ağa (1664-1671) olmak üzere son dört yeniçeri ağası bu şekilde öldürüldü.

    Bundan sonra Tunus’ta olduğu gibi denizciler duruma hâkim oldular ve dayılar devri başladı. Önce dayının meclis tarafından hayatı boyunca başta bulunmak şartıyla seçilmesi kararlaştırıldı. İlk dört dayıyı denizciler bu şekilde seçti, fakat daha sonra ocak ağırlığını koyarak dayıyı seçmeye başladı. Dayılar geniş yetkilere sahiptiler. Kendilerine ordu, donanma, vergi, asayiş, adliye işlerinde beş üyeden oluşan bir dayı divanı yardımcı olurdu; buna “dîvân-ı guzât” denirdi. Divan üyeleri, malî işlere bakan hazineci, ordu kumandanı olan ordugâh ağası, denizcilik işlerinden sorumlu vekilharç, beytülmâlci ve vergi tahsiline memur “hocatü’l-havl”den müteşekkildi. Divan kâtipliklerini dört divan hocası yapmaktaydı. Şer‘î işler ise biri Hanefî, diğeri Mâlikî mezhebine mensup iki müftü tarafından yürütülmekteydi.

    Cezayir idarî bakımdan dörde bölünmüştü. Cezayir şehrinin merkez olduğu ve doğrudan vali veya dayı tarafından yönetilen birinci bölgenin adı Dârüssultan’dı. Dayı “solak” adı verilen muhafızlar tarafından korunur ve Cezayir’de Cenîne Sarayı’nda otururdu. Dayıların memuriyet aidatı, konsolos ve sancak beyi aidatı, hediyeler, müsâdere ve para cezaları, esir ticareti ve korsanlardan alınan hisselerden önemli miktarda gelirleri vardı. Azledilen veya öldürülen dayıların mallarına el konurdu. Cezayir şehrinde ahali Türkler, Endülüslüler, yahudiler, hıristiyanlar, Araplar ve Berberîler’den meydana geliyordu ve bu dönemde toplam 60.000 kadar nüfus vardı. Arapça yaygın dil olmakla beraber resmî dil Türkçe idi. XVI. yüzyıl sonlarında Cezayir’i ziyaret eden Avrupalılar, çok güzel evleri, sayısız cami, hamam ve imaretleriyle, yiyecek ve içecek bolluğuyla masallardaki gibi bir Doğu şehrini tasvir ederler. Diğer üç bölge “beylik” adı altında sancaklar halinde yönetilmekteydi. Bunlar Doğu (merkezi Konstantin), Titteri (merkezi Medea) ve Batı (merkezi Muasker, 1792’den sonra Oran) sancaklarıydı. Sancaklar kāidlik ve şeyhliklere ayrılmaktaydı. Dayılar tarafından büyük yetkilerle tayin edilen beyler, sancaklarında güvenliği sağlamak ve vergileri toplamakla görevliydiler. Beylikler kabilelerin birleşmesiyle oluşan “vatan”lardan meydana geliyordu. Vatanları kaid, kabileleri şeyh yönetirdi. Beyler yıllık vergilerini baharda dayıya gönderirlerdi. Üç yılda bir ise vergiyi bizzat götürürlerdi. Bu uygulama beylerin dayılar tarafından kontrol edilmesini, gerekirse cezalandırılmasını sağlardı. Beyler, Anadolu’dan gelen “yoldaş”larla beraber karargâhlarında halktan ayrı yaşarlar, otoriteyi sürdürmek için kabileler arasındaki düşmanlıklardan faydalanırlardı. Şehir merkezlerinde Hanefî, kırsal kesimde ve kabileler arasında Mâlikî fıkhı uygulanırdı. Tarikatlar ve zâviyeler kırsal kesimde önemli bir sosyal ve siyasî etkinliğe sahipti.

    Garp ocakları içinde en büyük donanmaya sahip olan Cezayir’de eyalet gelirlerinin büyük bir kısmı korsanlık yoluyla sağlanırdı. Akdeniz dışında da faaliyet gösteren korsanlar, Cebelitârık Boğazı’nı geçip Kanarya adaları, İngiltere, İrlanda, Hollanda, Danimarka, hatta İzlanda adasına kadar uzandılar. Bundan dolayı Osmanlı Devleti ile ticaret antlaşması bulunan Fransa, Cezayir dayısıyla deniz ticareti güvenliği için Marsilya’da 21 Mart 1629 tarihinde ayrıca bir antlaşma yapmak zorunda kaldı. Bunu yedi yıl sonra İngiltere ve Hollanda takip etti. Cezayir sefer sırasında Osmanlı donanmasına gemi gönderir, üç yılda bir padişaha hediyeler takdim eder, karşılığında da gemi, gemi levazımı, top ve barut gibi şeyler alırdı. XVIII. yüzyıla doğru Fransız ve İngiliz donanmalarının güçlenmesi ve Akdeniz’i kontrol altına alması dolayısıyla Cezayirliler’in korsanlık faaliyeti baltalandı. Bu durumda gelir kaynaklarını ve önemini yitiren Cezayir’de nüfus da azalmaya başladı. Yüzyılın ikinci yarısında donanma küçüldü, yeniçerilerin sayısı ise 20.000’lerden 5000’e kadar düştü. Denizcilik gelirlerinin azalması sebebiyle vergilerin arttırılması isyanlara sebep oldu. 1671’den sonra başa geçen yirmi sekiz dayının yarısı halk ve asker tarafından öldürüldü.

    Mart 1710’da Bektaş Dayı bir yeniçerinin ailesine saldırdığı için katledildi, yerine Sökeli Ali Çavuş dayı oldu. 1711’de Sarkan İbrâhim Paşa Cezayir beylerbeyi tayin edilince Sökeli Ali Çavuş onun karaya çıkmasına izin vermeyerek İstanbul’a geri gönderdi. Ayrıca Sultan III. Ahmed’e de bir mektup yazarak valilikle dayılığın ayrı olmasının mahzurlarını anlattı ve bu iki makamın birleştirilmesini istedi. Sökeli Ali Çavuş’un bu isteği kabul edildi ve kendisine beylerbeyi rütbesi verilerek paşa oldu. Bundan sonra Cezayir’e yazılan fermanlarda “Cezayir beylerbeyi ve dayısı” hitap şekline yer verilerek iki görevin bir kişide olduğu resmen belirtildi.

    Osmanlı hükümeti, Akdeniz’de faaliyette bulunan ve gerektiğinde donanmasıyla yardıma gelen Cezayir ocağına sıkı bir merkeziyetçilik yerine daha serbest bir yönetim uygulamaktaydı. Esasen Cezayir kendi iradesiyle Osmanlı Devleti’ne bağlanmış bir eyaletti. Bu sebeple hükümet Cezayir ocağına baskı yapmak yerine onu gazâya teşvik ediyordu. Buna rağmen Cezayir dayılarının valileri kabul etmeme ve diğer ocaklarla çatışmaya girme, Avrupa devletleriyle gerek kendilerinin gerekse Osmanlı Devleti’nin yaptığı antlaşmalara riayet etmeme gibi kural tanımaz hareketleri Osmanlı Devleti’ni zor durumda bırakmaktaydı. Bu da Bâbıâli’nin dış siyasetini büyük ölçüde etkiliyordu. Bu sebeple 1718’de yapılan Pasarofça Antlaşması’yla Osmanlı Devleti Avusturya ile Garp ocakları arasında barış için güvence vermek zorunda kaldı. Bununla beraber Cezayir ocağı gemileri bir Avusturya ticaret gemisine el koydular. Bâbıâli zararın tazmini için Cezayir’e iki Avusturya temsilcisiyle birlikte elçiler gönderdi. Fakat Cezayir Valisi ve Dayısı Abdi Paşa ne fermanı ne de heyeti kabul etti. Tunus ve Trablusgarp ise fermana itaat ederek Avusturya ile antlaşma imzaladı (1725). Abdi Paşa isyankâr tavrı sebebiyle azledilerek yerine Arslan Mustafa Paşa vali tayin edildi. Ancak Abdi Paşa valinin gemiden karaya çıkmasına müsaade etmeyince katli için fetva verildi. Öte yandan Cezayir’deki resmî görevlilere Cezayir’in önemi, devlet yardımları, Osmanlı sahillerinden serbestçe harp levazımatı ve asker tedarik ettikleri hatırlatılarak itaat etmeleri istendi; aksi takdirde Osmanlı topraklarından faydalanmalarının yasaklanacağı, düşmanlarından korunmayacakları ve cezalandırılacakları bildirildi (1729). Buna bağlı olarak İskenderiye, Rodos, Lefkoşe, Trablusşam, Kandiye, Hanya gibi Osmanlı liman ve şehirlerine fermanlar yollanıp Cezayir gemilerine kesinlikle bir şey vermemeleri emredildi. Fakat Patrona Halil İsyanı, Vezîriâzam Damad İbrâhim Paşa’nın öldürülmesi ve III. Ahmed’in tahttan indirilmesi gibi olaylar Cezayirliler’i kurtardı. Cezayir halkının bir heyet göndermesi üzerine Aralık 1731 tarihli bir fermanla affedildiler.

    Abdi Paşa’nın ölümünden sonra Cezayirliler kendi beylerbeyilerini seçmeye ve bunu hükümete tasdik ettirmeye başladılar. Dayılar ülkenin iç ve dış siyasetinde kısmen serbestti. Savaş açabiliyor ve barış yapabiliyorlardı. 1787’de İspanya’ya elçi olarak gönderilen Vâsıf Efendi İspanya Sefâretnâmesi’nde, elçilikle İspanya’da bulunduğu sıralarda Cezayirliler’in önemli miktarda para ve hediyeler karşılığında İspanyollar ile barış yaptıklarından bahseder. Napolyon’un 1789’da Mısır’a saldırması, Cezayir’in de Osmanlı Devleti’nin baskısıyla Fransa’ya savaş ilân etmesine sebep oldu. 1578’de mercan avlamak, vergi vermek ve kale inşa etmemek şartlarıyla Fransızlar’ın kurmalarına izin verilen Annâbe (Bone) yakınlarındaki Bastion ticaret merkezi bu olay sonucu işgal edildi. Fransız ticaret merkezi ancak 1817’de geri verildi.

    Cezayir denizcilikte önemini kaybederken 1798 yılında Fransızlar’a karşı Ebûkir deniz savaşını kazanan İngilizler, 1805’te de Trafalgar deniz savaşında Fransızlar’ı yenerek Akdeniz’in en güçlü donanmasına sahip olduklarını ispat ettiler. Fransa’da koalisyon savaşları sonucu Napolyon Bonapart tehlikesi ortadan kaldırılınca 1815’te yapılan Viyana Kongresi’nde İngiltere’nin isteğiyle korsanlığın kaldırılmasına karar verildi. İngiltere bu kararı uygulamayı üstlendi. Bu bahane ile Avrupa devletleriyle anlaşarak Cezayir’e Lord Exmont kumandasında bir donanma gönderdi (1816). Hollanda filosunun da katıldığı bu donanma Cezayir şehrini topa tuttu, gemileri batırdı. Bunun üzerine Cezayir dayısı İngiltere ve Hollanda ile anlaşmak zorunda kaldı. Ellerindeki hıristiyan esirleri teslim etmeyi ve savaş tazminatı ödemeyi kabul etti.

    Cezayir’in bu zayıf durumu, Osmanlı Devleti’nin 1828-1829’da Rusya ile yaptığı savaşı kaybetmesi, Yunan isyanlarından dolayı İngiltere ve Rusya ile müttefik olması gibi sebepler, Fransa’yı Cezayir’i ele geçirmek üzere harekete geçirdi. Açık denizlerde eski gücünü kaybeden ve İngiltere karşısında gerileyen Fransa, Cezayir’i ele geçirmek suretiyle Batı Akdeniz’de sömürge sahibi olacağı gibi İngiltere’ye karşı da Akdeniz’de üstünlüğü ele geçirecek, Akdeniz ticaretinden daha büyük pay alacaktı.

    Bu siyasî ortamda Cezayir dayısı olan İzmirli Hüseyin Paşa Fransa’nın bu emelini yerine getirmesine âdeta zemin hazırladı. Direktuvar dönemi Fransız hükümeti Bacri ve Busnak adlı iki Cezayirli yahudi tüccardan 5 milyon frank borç para ve bir miktar hububat almıştı. Fransa krallık idaresine geçince bu borcu tanımakla beraber ödemeyi durdurdu. Bunun üzerine Dayı Hüseyin Paşa, kendisine borcu olan ve tebaası durumunda bulunan bu tüccarların hakkını almak için harekete geçti ve bazı Fransız gemilerine el koydu. Bu şekilde iki ülke arasında fiilî gerginlik başladı. 29 Nisan 1827 günü Dayı Hüseyin Paşa, borçları tartıştığı Fransız konsolosu Pierre Deval’in yüzüne elindeki yelpaze ile vurunca bunu hakaret sayan Fransa ile Cezayir arasındaki ilişkiler kesildi ve düşmanlığa dönüştü. Bu olayı bahane eden Fransa önceden planladığı harekâtı başlatarak 16 Haziran 1827’de Cezayir’e savaş ilân etti ve büyük bir donanma ile Cezayir sahillerini abluka altına aldı. Ağustos ayında ise Osmanlı Devleti’ne durumu bildiren ve dayıyı cezalandırmak için izin isteyen bir nota verildi. O sırada Yunan isyanıyla uğraşmakta olan Bâbıâli, İngiltere’nin de isteğiyle arabulucu olarak Tâhir Paşa’yı Fransızlar tarafına gönderdi. Fransızlar Tâhir Paşa’nın gemisine el koyarak paşayı Toulon’a götürdüler. Bâbıâli, Cezayir’in Fransızlar’a karşı tek başına savaşabilecek kadar güçlü olduğunu düşünüyor ve savaşa fiilen karışmak istemiyordu. Esasen Cezayir’e kuvvet gönderme imkânı da yoktu. 20 Ekim 1827’de İngiliz, Fransız ve Rus ortak donanması Navarin’de Osmanlı donanmasını yaktı, Fransa Mora’ya asker çıkardı. Ertesi yıl Osmanlı-Rus savaşı başladı.

    Fransa bu avantajlı durumuna rağmen Cezayir’i hemen işgal edemedi. 1830’a gelindiğinde ciddi bir iç bunalım yaşayan Fransa hükümeti, kamuoyunun dikkatini dışarı çekmek ve prestij kazanmak için 14 Haziran 1830 tarihinde Cezayir’e General Bourmont kumandasında büyük bir donanma ve 37.000 kişilik yeni bir kuvvet gönderdi. Bu takviye kuvvetiyle Fransızlar Cezayir’e çıktılar ve 5 Temmuz 1830 günü Cezayir şehrini işgal ettiler. Fransızlar’ın ilk işi, yerli ahaliyi daha kolay idare edebilecekleri düşüncesiyle Türk unsurları ihraç etmek oldu. Bununla beraber Cezayir’in bütününü ele geçirmeleri, Emîr Abdülkadir kumandasındaki direnişçilerin yenilmesine kadar sürdü (1847). Osmanlı hükümeti işgali protesto etmekle yetindi. 1847’de Fransız işgalini tanıyarak Cezayir üzerindeki haklarının sona erdiğini ilân etti.

    Cezayir’de Türk hâkimiyeti devrinin iç teşkilâtlanma açısından “karanlık” bir dönem olduğu ve Türkler’in genelde idareleri altına aldıkları yerleri geliştirme düşüncesine sahip olmadıkları şeklinde bazı araştırmacıların ileri sürdükleri iddialar (bk. EI2 [İng.], I, 367-370), Osmanlı arşiv kaynaklarının yeterince incelenmediğini veya konuya maksatlı yaklaşıldığını göstermektedir. Zira ırkçılığa dayanan ve kendi kültürünü empoze eden Fransız sistemiyle mahallî kültürlerin gelişmesine yardımcı olan ve yönetimi altındaki bölgelere idarî özerklik tanıyan Osmanlı sisteminin karşılaştırılması halinde Türk devrinin ne ölçüde âdil olduğu açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. Cezayir’in Türk döneminde en müreffeh ve medenî asırlarını yaşadığını eldeki kaynaklar göstermektedir.

    Sömürge Dönemi. Fransız kuvvetlerinin Cezayir’de yerleşmeleri ve ülkenin tamamında hâkimiyet kurmaları kolay olmadı. Hem yerli halk hem de Osmanlı kuvvetleri uzun süre işgalcilere karşı direndiler. Dayı Hüseyin Paşa’nın teslim olmasından sonra ülkenin batısındaki kabileler Emîr Abdülkādir’in etrafında toplanıp onu sultan ilân ederken (1832) doğuda da Kostantîne Emîri Ahmed Bey mücadeleyi bırakmadı. 1830 Temmuzunun sonlarına doğru Fransa’da Kral X. Charles idaresinin çökmesi işgal sürecinin durmasına sebep oldu. Daha sonra yeni kral L. Philippe ilk yıllardaki kararsız tutumunu bırakarak burayı ele geçirmeye karar verdi ve Fransız Kuzey Afrika Genel Valiliği’ni kurdu (22 Temmuz 1834). 1840 yılına kadar “sınırlı işgal” politikası takip eden ve yalnız başlıca şehirlerle iktidar noktalarını ele geçiren Fransa’nın hâkimiyeti ülkenin daha çok kıyı kesiminde görülüyordu. Buraya tayin edilen ilk genel vali Mareşal Kont B. Clausel, Ahmed Bey ve Emîr Abdülkādir’le mücadele ettiyse de pek başarı kazanamadı. 1835’te Emîr Abdülkadir’in merkezi Muasker’i ele geçiren Fransız kuvvetleri Kostantîne’de Ahmed Bey’in karşısında mağlûp oldular (1836) ve büyük kayıplar verdiler. Arkasından da Emîr Abdülkādir, General Bugeaud kumandasındaki Fransız kuvvetlerini yenilgiye uğratarak antlaşmaya zorladı. Böylece Emîr Abdülkādir’in ülkenin batısıyla güneyindeki hâkimiyetini ve silâhlanmasını kabul ve teyit eden Tâfnâ Antlaşması imzalandı (30 Mayıs 1837). Fakat bu antlaşmadan sonra Fransızlar batıdaki kuvvetlerini doğuya naklederek Ahmed Bey’in denetiminde bulunan Kostantîne şehrini ele geçirdiler (13 Ekim 1837).

    1839’da Emîr Abdülkādir, Tâfnâ Antlaşması’na aykırı olarak ülkeye çok sayıda asker getiren Fransızlar’a karşı cihad ilân etti. Ancak savaşın yeniden başlaması üzerine genel valiliğe getirilmiş olan General Bugeaud’nun kumandasındaki Fransız kuvvetleri Abdülkādir’in elinde bulunan şehirleri işgale yöneldiler ve dört yıl içinde Medye, Milyâne, Şerşâl, Bûgar, Tilimsân, Tagdempt, Muasker, Saîde ve Zimâle’yi ele geçirdiler. Emîr Abdülkādir Fas Sultanı Abdurrahman’a sığınarak onun yardımını sağladıysa da İssi Savaşı’nda Fransızlar’a yenilen (14 Ağustos 1844) Fas sultanı imzaladığı Tanca Antlaşması’yla (10 Eylül 1844) Emîr Abdülkādir’e yardım etmemeyi ve onu topraklarında barındırmamayı kabul etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Emîr Abdülkādir gerilla savaşı başlattı. Bu arada Muhammed b. Abdullah adlı mahallî bir idareci de halkı ayaklandırdı, fakat işgal kuvvetleri karşısında başarılı olamadı. Fransızlar isyanı bastırdılar ve Emîr Abdülkādir ile Muhammed b. Abdullah’ı teslim olmaya mecbur ettiler (23 Aralık 1847). Ardından Ahmed Bey de teslim alınınca (1848) ülkenin büyük bölümü Fransız kuvvetlerinin denetimi altına girmiş oldu. Bu savaşlarda pek çok köy yok edilirken binlerce kişi çatışmalar sırasında öldürüldü, birçok insan da açlıktan öldü. Dağlık Kabîliye (Bilâdü’l-kabâil) bölgesinin 1853, 1854 ve 1857’deki seferler sonunda işgal edilmesiyle Fransa’nın Cezayir’i işgal hareketi büyük ölçüde tamamlandı. Fakat zaman zaman özellikle zâviye şeyhleri liderliğindeki ayaklanmalar devam etti.

    Fransızlar halkın mukavemetini kırmak için askerî, siyasî, dinî, kültürel, ekonomik her baskıyı deneyerek Cezayir’in İslâm-Arap kimliğini ortadan kaldırmayı hedefleyen planlar uyguladılar ve her şeyden önce Hıristiyanlığı yaymaya, Arapça’nın yerine Fransızca’yı hâkim dil haline getirmeye çalıştılar. Halka ait mülkleri tasfiye etmeye, vakıflara ve kendilerine mukavemet eden kabilelerin topraklarına el koymaya başladılar. Bunların yanı sıra ülkenin en güzel yerlerine Avrupalılar’ı yerleştirerek sömürge yerleşim birimleri oluşturmaya gayret ettiler. İlk sömürge birimleri Cezayir şehri çevresinde kuruldu ve Bûfârîk’te resmî sömürge teşkilâtı organize edildi (1836). Avrupa’dan gelen göçmenlere yerli kabilelerin ellerinden alınan araziler bedava dağıtıldığı için her geçen gün Avrupalı nüfusu artış gösterdi. 1841-1850 arasında 115.000 hektar arazi dışarıdan gelenlere dağıtıldı. 1847’de ülkedeki Avrupalılar’ın sayısı 104.000 iken 1872’de 245.000’e, 1911 yılında da 752.000’e yükseldi. Aynı şekilde ellerindeki arazinin miktarı da 1860’ta 365.000, 1930’da ise 2.345.000 hektarı buldu.

    Fransızlar 1830-1870 yılları arasında Cezayir’i, “Arap Büroları” denilen teşkilâtın icra ettiği baskı ve zulüm esasına dayanan bir askerî idare ile yönettiler. 1848 Fransız anayasasına göre Cezayir sömürgesi üç eyalete ayrıldı ve Paris’ten tayin edilen bir genel vali tarafından idare edildi. Arap Büroları, ülkeyi kumandanların veya bizzat III. Napolyon’un yayımladığı ve eski Roma senatosunun kararlarına özenilerek “Sénatus consulte” diye adlandırılan fermanlarla yönetmek ve bu arada mülkiyeti tanzim etmek, müslüman halk için uygulanacak kanunî çerçeveyi sınırlamakla görevliydi. Bu uygulamanın temel hedefi kabileciliği ortadan kaldırıp Cezayir toplumunu parçalamak, böylece Avrupalılar’ın ülke ekonomisine hükmetmelerine imkân hazırlamaktı.

    1870’te sivil idareye geçirilen Cezayir Paris’teki İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Askerî idarenin kalkmasının ardından Muhammed el-Mukrânî’nin liderliğinde toplanan 200’e yakın kabile, hemen hemen ülkenin tamamına yayılan bir ayaklanma başlattı (1871). Özellikle Rahmâniyye tarikatı mensuplarının önemli rol oynadıkları bu isyan hareketi yer yer devam ederken 1881’de de Sîdî Şeyh liderliğindeki kabileler ayaklandılar. Sömürge yönetimi bu ayaklanmaları ancak 1884’te, uyguladığı kanlı yöntemlerle binlerce kişiyi öldürerek bastırabildi. Yargı organlarının ilga edildiği, temel hak ve hürriyetlerin ortadan kaldırıldığı ve “yerli kanunu” (code de l’indigénat) denilen zulüm kanunlarının uygulandığı bu dönem 1919’a kadar devam etti. Bu süre içinde Fransızlar Cezayir’de tabakalara ayrılmış bir toplum ve ikili bir ekonomi modeli meydana getirerek ülkedeki çoğu Fransız kökenli Avrupalılar’ın lehine gelişecek bir yapı oluşturmaya çalıştılar. Cezayir bütçesine kendi çıkarları doğrultusunda hükmederek maliye ile ilgili heyetleri baskı altına aldılar ve tam yetkili yeni belediyeler kurdular. Cezayirliler’in karşı karşıya kaldığı ekonomik sıkıntı ve özellikle ağır vergi yükü binlerce kişiyi yurdundan etmiş, ya doğrudan göçe ya da iş bulmak için Fransa’ya gitmeye mecbur bırakmıştır; bu maksatla yurt dışına gidenlerin sayısı 1954 yılında 212.064’e ulaşmış bulunuyordu.

    Sömürge yönetiminin uyguladığı siyasî, ekonomik ve sosyal baskı politikası küçük bir iş birlikçi azınlığın dışında Cezayirliler’in büyük kısmını fakirleştirerek ikinci sınıf vatandaş haline getirmiş ve bu durum I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden itibaren sömürge yönetimine karşı Cezayir millî hareketinin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Cezayirli milliyetçilerin siyasî taleplerini dile getirmeye başlamaları I. Dünya Savaşı sonrasına rastlar. Emîr Abdülkādir’in torunu Emîr Hâlid önderliğinde 1920 yılında kurulan Jeune Afrique adlı milliyetçi ve reformcu teşkilâtın başlıca hedefi haklar ve vazifeler konusunda eşitliğin sağlanması, ülkenin İslâmî kimliğinin korunması, yerli halka seçimlere katılma ve Fransız parlamentosuna temsilci gönderme hakkının tanınması idi. Bu teşkilât Emîr Hâlid’in üç yıl sonra yurt dışına sürülmesi sebebiyle faaliyetlerinde başarılı olamadı ve dağıldı; fakat bağımsızlık ve eşitlik düşüncesinin gelişmesinde etkili oldu. Bunun ardından Fransa’daki Cezayirli işçilerin 1926’da Mesâlî el-Hâc’ın başkanlığında kurdukları Necmetü şimâli İfrîkıyye de (Etoile Nord Africaine) benzer siyasî taleplerin dile getirilmesinde önemli rol oynadı; ancak o da uzun ömürlü olamadı ve 1929 yılında kapatıldı. Aynı yıl onun yerine el-İttihâdü’l-vatanî li-müslimî şimâli İfrîkıyye (l’Union Nationale des Musulmanes Nord - Africaines) adıyla başka bir teşkilât kuruldu. Bu teşkilât 1937’de Hizbü’ş-şa‘bi’l-Cezâirî’ye (Parti populaire Algérien) dönüştü. Fakat temel amacı Cezayir’in tam bağımsızlığı olan bu parti de pek fazla bir etkinlik gösteremeden II. Dünya Savaşı sırasında dağıldı. Aynı yıllarda, Cem‘iyyetü’l-ulemâi’l-müslimîn’in (1931) kurucusu ve başkanı Abdülhamîd b. Bâdîs güçlü bir millî kültür hareketi başlatarak Cezayir’de bir millet oluşturmak ve müslüman halkı Avrupalılar’la eşit haklara sahip kılmak için mücadele etti; ancak bu hareket de İbn Bâdîs’in 1940’ta vefatı üzerine sonuçsuz kaldı. Daha ılımlı bir çizgide yer alan Ferhad Abbas, II. Dünya Savaşı yıllarındaki gelişmelerde önemli rol oynadı. Müslümanlara Fransız vatandaşlık hakkının verilmesini savunan Ferhad Abbas, yirmi sekiz müslüman temsilciyle birlikte imzaladığı el-Beyânü’l-Cezâirî (Manifeste Algérien: Cezayir Bildirisi) ile Cezayir’deki müslümanların Avrupalı azınlıkla eşitliğini ve hürriyetlerinin güvence altına alınmasını istedi. 1946’da İttihâdü ensâri’l-beyâni’l-Cezâirî’yi (Union Pour la Défense du Manifeste Algérien) kuran Ferhad Abbas ülkesinde demokratik hakların gelişmesinde etkili oldu.

    II. Dünya Savaşı’nda önemli rol oynayan Cezayir, 8 Kasım 1942’de İngiliz-Amerikan kuvvetlerinin Kuzey Afrika çıkarmasına sahne oldu ve Cezayir şehri Fransa geçici hükümetinin merkezi haline geldi. 3 Haziran 1943’te kurulan Fransız Millî Kurtuluş Komitesi’nin de (Comité de la Libératione Nationale Française) yerleştiği Cezayir şehri 1944 sonuna kadar Fransa’nın başşehirliğini yaptı.

    II. Dünya Savaşı’ndan sonra Cezayirliler’in durumunda ciddi iyileştirmelerin yapılmaması, ekonominin kötüye gitmesi ve savaş yıllarında halkta uyanan bağımsızlık eğilimlerinin şiddetle bastırılmak istenmesi, kurtuluş mücadelesinin yavaş yavaş su yüzüne çıkmasında etkili oldu. Nazi Almanyası’nın yenilmesini ve savaşın bitmesini Cezayir’de sömürgeciliğin de sona ermesi yolunda bir merhale olarak gören milliyetçilerin 5 Ağustos 1945’teki törenlerde Cezayir bayrağı taşımaları üzerine Fransızlar’ın silâhlı müdahalede bulunmaları, binlerce kişinin (Fransızlar’a göre 15.000, Arap kaynaklarına göre 45.000) ölümüne ve aralarında Mesâlî el-Hâc gibi önderlerin de bulunduğu kitlelerin tutuklanmasına yol açtı. Hiçbir sömürge idaresinin göstermeye cesaret edemediği bu korkunç vahşet, Cezayirliler’in sömürgecilere olan güvenini tamamen ortadan kaldırdı ve ilişkilerin had safhada gerginleşmesine sebep oldu. Bu olaylardan sonra pek çok Cezayirli tutuklanırken siyasî örgütler de kapatıldı. Ferhad Abbas ve diğer ileri gelenlerce imzalanan bildiriye olumlu cevap verilmemesi, halkın eşitliği ve hürriyeti konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmemesi Cezayir millî hareketinin giderek gelişmesinde etkili rol oynadı. 20 Eylül 1947 tarihinde Fransa’nın Cezayir için kabul ettiği yeni statü çerçevesinde bazı iyileştirmeler yapılmakla birlikte genel valinin her şeye hâkim konumunun devam etmesi ve Cezayirli yerli halka fazla bir yetki verilmemesi, bağımsızlık isteklerinin daha da canlı hale gelmesine sebep oldu. Bu statü ile müslümanlara Fransız vatandaşı olma hakkının tanınması, onlar için bir iyileştirme değil birtakım bahanelerle daha kolay hapse atılmalarına imkân veren bir uygulama oldu. Savaştan sonra Fransa’nın sömürgelerini elde tutması amacıyla oluşturulan Fransız Birliği’ne (L’Union Française) alınan Cezayir’de müslümanların ve Avrupalılar’ın ayrı ayrı temsil edildikleri bir meclis kurulduysa da bu meclis halkın bağımsızlık ve hürriyet isteklerine cevap vermekten çok uzaktı. Kasım 1946’da, o yıl genel afla hapisten çıkan Mesâlî el-Hâc’ın önderliğinde Hareketü’l-intisâr li’l-hürriyyâti’d-dimukrâtıyye (Mouvement Pour le Triomphe des Libertés Démocratiques: MTLD) adıyla bir örgüt kuruldu. Hizbü’ş-şa‘bi’l-Cezâirî’nin bir bakıma devamı niteliğinde olan bu örgütün bünyesinde bir de el-Munazzamatü’l-hâssa (Organisation Spéciale) adlı gizli bir birim teşkil edildi ve bu örgütte yer alan Hüseyin Âyt Ahmed, Ahmed b. Bellâ ve Muhammed Haydar gibi kişiler kurtuluş mücadelesinde önemli rol oynayan isimler oldular.

    1948-1952 yılları ayaklanmaya hazırlık dönemi oldu. Fransa’nın kendi arzusuyla Cezayir’den vazgeçmeyeceğini anlayan toplumun bütün kesimleri düşmana karşı güçlerini birleştirdiler. Hareketü’l-intisâr, silâhlı mücadeleyi başlatmak amacıyla Mart 1954’te el-Munazzamatü’l-hâssa’yı lağvederek Munazzamatü’l-lecneti’s-sevriyyeti li’l-vahde ve’l-amel (Comité Revolutionnaire d’Unité et d’Action: CRUA) adıyla yeni bir gizli teşkilât kurdu. Bu teşkilât ülkeyi altı askerî vilâyete bölerek her birine buradaki ayaklanmayı ve mücadeleyi yürütecek birer kumandan tayin etti. Hazırlıkların tamamlanmasından sonra 1 Kasım 1954 tarihinde silâhlı mücadele başlatıldı. Avres ve Kabîliye’de başlayan ve ülkeyi bağımsızlığa götürecek olan silâhlı kurtuluş mücadelesi kısa zamanda bütün ülkeye yayıldı. Sömürgecilere karşı kurtuluş savaşı veren bütün birlikler Ceyşü tahrîri’l-vatanî (L’Armée de Libération Nationale: ALN) adını alırken Munazzamatü’l-lecneti’s-sevriyyeti li’l-vahde ve’l-amel de bu mücadelenin siyasî örgütü haline gelerek Cezayir’deki bütün vatanseverlerin yer aldığı Cebhetü’t-tahrîri’l-vatanî’ye (Front de Libération Nationale: FLN) dönüştü.

    Fransa, bağımsızlıklarına kavuşmak amacıyla silâha sarılmış olan Cezayirliler’in ayaklanmasını bastırmak için barbarca bir kıyım politikasına yönelerek görülmemiş askerî tedbirler aldı. Olağan üstü durumun ilân edilmesinden (28 Ağustos 1955) sonra buraya yüz binlerce asker yığdı. Ayaklanmayı bastırmak için Fransız donanması, hava ve kara kuvvetleri seferber edildi. Hatta bir NATO birliği dahi bu iş için kullanıldı. Cezayir’e silâh ve yardım gelmesini önlemek amacıyla Batı Akdeniz’de korsanlığı andıran bazı tedbirleri yürürlüğe koymakta tereddüt etmeyen Fransa hava trafiğini de denetliyordu. Fransız kuvvetleri şehir merkezlerinde kısmen duruma hâkim olmakla birlikte taşrada pek başarı gösteremediler ve siyasî, idarî, sosyal alanlarda yeni düzenlemeler yapmaya mecbur kaldılar. Ne var ki artık Cezayir halkını bağımsızlık dışında hiçbir şey tatmin etmiyordu. Bütün Batı ülkeleri Fransa’ya destek verirken Arap ülkeleri ile Asya-Afrika devletleri Cezayirliler’in yanında yer aldı. Kurtuluş savaşı sürerken 19 Eylül 1958’de Kahire’de toplanan Cezayirliler’in ileri gelenleri bağımsız Cezayir Cumhuriyeti’ni ilân ederek Ferhad Abbas’ın başkanlığında bir geçici hükümet kurdular. Kurtuluşa kadar yurt dışında kalan geçici hükümet önce Kahire’de, sonra Tunus’ta faaliyetlerini sürdürdü. Geçici hükümeti başta Arap ülkelerinin tamamı olmak üzere Asya ve Afrika devletlerinin birçoğu ile Doğu bloku tanırken Batı’dan tanıyan çıkmadı. NATO üyesi tek müslüman devlet olan Türkiye de Cezayir Cumhuriyeti geçici hükümetini savaşın son anlarına kadar tanımamış ve bu politikasıyla Cezayir’deki kurtuluş savaşını resmen en son destekleyen devletlerden biri olmuştur. Birleşmiş Milletler’deki Cezayir görüşmelerinde de genel hatlarıyla Fransa’nın lehine bir tutum takınmıştır. Ancak Türkiye, o yıllarda Kıbrıs konusunda izlediği politika ile kendi içinde çelişmemek için bir taraftan resmen Batı’dan yana tutum takınırken bir yandan da Cezayir’e askerî yardım sağlamıştır. 17 Kasım 1957’de Libya üzerinden Cezayir’e bir şilep dolusu silâh gönderilmiş, ayrıca Türk kamuoyu da Cezayirliler’in yanında yer almıştır.

    1958’de Fransa’da iktidara gelen General Charles de Gaulle, Cezayir’i elde tutabilmek için Cezayirliler’e bazı yeni haklar verdiyse de Ceyşü tahrîri’l-vatanî’yi mücadeleden vazgeçirmeyi başaramadı. 16 Eylül 1959’da yaptığı bir konuşmada ise Cezayirliler’e kendi geleceklerine karar verme hakkının tanınacağını açıklaması heyecan yarattı ve milliyetçilerin yetersiz buldukları karara ülkedeki Avrupa kökenliler karşı çıktılar. 1960 yılında milletlerarası camiadaki gelişmeler Fransa’nın aleyhine, Cezayirliler’in ise lehine oldu. Afrika’daki sömürgelerin birbiri ardından bağımsızlıklarını kazandıkları bu ortam içerisinde Cezayir’i elde tutamayacağını anlayan Fransa, milliyetçi liderlerle görüşmeleri başlatmaya hazır olduğunu açıkladı (14 Haziran 1960). Fransa’nın Melun şehrinde yapılan (Temmuz 1960) ilk görüşmelerde bir sonuca varılamaması Cezayir’de tekrar gösterilere ve yeni olayların çıkmasına sebep oldu. Bir yıl kadar sonra (20 Mayıs 1961) Fransa görüşmelere yeniden başlamak zorunda kaldı ve önce Evianles-Bains’de, arkasından da Lugrin’de çok tartışmalı geçen toplantılar yapıldı. Bu arada Millî Kurtuluş Cephesi’nde (Cebhetü’t-tahrîri’l-vatanî) anlaşmazlıklar baş gösterdi ve bir sonuç alınamadan dağılan Trablus toplantısından (Ağustos 1961) sonra geçici hükümetin başına sosyalist eğilimli Yûsuf b. Hadde getirildi. Fransızlar’la yapılan görüşmeler 1962 başında tekrar Evianles-Bains’e kaydı ve 18 Mart 1962’de antlaşma ile sona erdi; ertesi gün de taraflar arasında ateşkes yürürlüğe girdi. Evianles-Bains antlaşmalarına göre yapılacak referandumda halkın onaylaması şartıyla Fransa Cezayir’in bağımsızlığını tanıyacaktı ve Mersalkebîr’deki deniz üssü hariç üç yıl içinde kuvvetlerini geri çekecekti. İki devlet arasındaki ekonomik ve kültürel ilişkiler devam edecek, Fransa Cezayir’e üç yıl süreyle ekonomik yardımda bulunacaktı. Antlaşma ile Cezayir’deki Avrupalılar’a üç yıl içerisinde isterlerse bu ülkenin vatandaşı olma hakkı veriliyor, ayrıca kültürel ve dinî hakları da güvence altına alınıyordu.

    Cezayir’deki Avrupalılar’ın “aşırılar” denilen önemli bir kısmı Evianles-Bains antlaşmalarını kabul etmeyerek yer yer ayaklanıp (23 Mart 1962) çeşitli olaylar çıkardılarsa da bir neticeye varamadılar; sonuçta Fransa’ya ve İspanya’ya kaçmak zorunda kaldılar. Birkaç ay içerisinde Cezayir’i terkeden Avrupalılar’ın sayısı yarım milyonu geçti. 1 Temmuz 1962 tarihinde yapılan referandumda halkın % 91’i bağımsızlık lehinde oy kullandı ve böylece Cezayir, 1 milyonu aşkın müslümanın hayatına mal olan millî mücadele sonunda yeni bir devlet olarak milletlerarası camiaya katıldı.

    Bağımsızlığın ilân edilmesi üzerine iktidarı devralan Cezayir Cumhuriyeti geçici hükümeti içinde kısa sürede bölünmeler ve özellikle Yûsuf b. Hadde ile Ahmed b. Bellâ taraftarları arasında çatışmalar baş gösterdi. 20 Eylül’de toplanan kurucu meclis ilk Cezayir hükümetinin başkanlığına, 1956 yılından beri tutuklu olup Evianles-Bains antlaşmaları ile serbest bırakılan Ahmed b. Bellâ’yı, Millî Kurtuluş Cephesi’nin başına M. Haydar’ı ve Savunma bakanlığına da Genelkurmay Başkanı Albay Hüvârî Bû Medyen’i getirdi (29 Eylül 1962).

    İdarede ve çeşitli kuruluşlarda görevli Avrupalı uzman personelin ülkeden ayrılması fabrikalarla atölyelerin kapanmasına, idarî mekanizmanın ve ekonominin ciddi sarsıntı geçirmesine sebep oldu. Kasım 1962’de bütün siyasî partilerin kapatılması ve her türlü örgütün kendisine bağlanmasıyla yeni bir şekil kazanan Millî Kurtuluş Cephesi, Cezayir’in tek meşrû partisi ve etkin siyasî gücü hüviyetiyle bağımsızlık mücadelesinde olduğu gibi bağımsızlık sonrasında da son derece önemli roller üstlendi. 13 Ekim 1963 tarihinde yapılan referandumla yeni anayasa kabul edilirken Ahmed b. Bellâ da beş yıl için devlet başkanlığına seçildi. Bu anayasa ile kurulan tek partiye dayalı sosyalist sistem tabii kaynakları, ulaştırma vasıtalarını ve önemli ekonomik kuruluşları devletleştirmekle işe başladı. Fakat sekiz yıl devam eden ve 1 milyondan fazla insanın ölümüne, 500.000 Cezayirli’nin Tunus ve Fas’a sığınmasına, 2 milyona yakın nüfusun evsiz kalmasına, pek çok kamu binasının ve ekonomik kuruluşun yıkılmasına yol açan kurtuluş savaşının yaralarını sarma zorlukları yaşanırken Ekim 1963’te sınır anlaşmazlığı yüzünden Fas ile çatışmanın patlak vermesi, yönetimi hem içeride hem dışarıda çok güç durumda bıraktı. Artan ekonomik ve sosyal meselelerin yanı sıra iktidarı elinde tutan grubun arasında bölünme meydana gelmesi, Ahmed b. Bellâ’nın Savunma Bakanı Bû Medyen tarafından askerî bir darbe ile görevden uzaklaştırılması sonucunu doğurdu (19 Haziran 1965).

    Hüvârî Bû Medyen önce 1963 anayasasını yürürlükten kaldırarak meclisin çalışmalarını askıya aldı (10 Temmuz) ve böylece anayasasız bir dönem başlamış oldu. Ülkeyi yirmi altı üyeli bir devrim konseyi ile yöneten Bû Medyen 1967 yılında bir darbe teşebbüsünü bastırdıktan sonra ülkenin tek yöneticisi durumuna geldi ve rejimi de tam otoriter şekle soktu. Ekonomiyi sosyalist esaslar üzerine oturtmaya çalışan Bû Medyen 1971’de bir sosyalist devrim yaptı ve Fransa ile ilişkilerin bozulması pahasına petrol sanayiini millîleştirdi. Ardından tarım devrimi başlatarak özel mülkiyeti ve ticareti kolektifleştirmeye çalıştı; fakat bu devrim halk arasında huzursuzluklara yol açtı. Tam bir keyfî yönetim kuran Bû Medyen bürokratik engeller, tek parti sisteminin donukluğu, ekonomik reformların başarısızlığa uğraması, tarihin zorladığı halktan gelen bir istek olmasına rağmen Araplaştırma projesinin uygulanmasındaki yetersizlikler sebebiyle başarı kazanamadı. Özellikle dindar çevreler tarafından dile getirilen çeşitli taleplere başta kayıtsız kalan Bû Medyen daha sonra bunları dikkate almaya mecbur oldu. 19 Haziran 1975 tarihinde yaptığı konuşmada yeni meclis için seçimlerin yapılacağına söz verdi. 22 Kasım 1976’da yapılan referandumla başkanın yetkilerini daha da artıran yeni bir anayasanın kabul edilmesinden sonra kısa aralıklarla kumar yasaklandı, hafta tatili cuma gününe çevrildi ve ardından seçimler yapıldı. Fakat bu tavizler toplumda Bû Medyen yönetiminin başarısızlığını gizlemeye ve halkın memnuniyetsizliğini örtmeye yetmedi. Dindar kesim onun sosyalist ilkelere dayalı rejimine karşı çıkmaya devam etti. Sovyet blokuyla yakın ilişkiler kuran ve Bağlantısızlar Hareketi’nin başlıca liderlerinden biri haline gelen Bû Medyen 27 Aralık 1978 günü öldü.

    Devlet başkanlığına 7 Şubat 1979 tarihinde Şadlî b. Cedîd seçildi. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal meseleleri halletmeye çalışan Şadlî b. Cedîd’e petrol fiyatlarının yükselmesi yardım ettiyse de güçlükleri aşması mümkün olmadı. Özellikle 1986’dan itibaren giderek büyüyen ekonomik sıkıntıyı parti ve bürokratik düzenlemeler yoluyla çözmek istedi; fakat bu çabalar sosyal, ekonomik ve kültürel yıkımlara yol açtı. Esasında Bû Medyen’in çizgisini sürdürmek isteyen Şadlî b. Cedîd, iktidarının ilk yıllarında 1980’lerin başından itibaren hızlanan İslâmî akımlar karşısında tarafsız kalmakla birlikte 1982’de dindar muhalefeti ezmeye yöneldi ve önde gelenleri tutuklatarak harekete karşı baskı politikası uygulamaya başladı. Fakat bu durum Ekim 1988’de ülkenin büyük şehirlerinde halkın ayaklanmasına ve çıkan çatışmalarda yüzlerce kişinin ölmesine sebep oldu. Bu olaylar üzerine Şadlî b. Cedîd muhalefete büyük tavizler vermek zorunda kaldı ve öncelikle o güne kadar yürürlükte olan tek parti rejimine ve sosyalist ekonomiye son verdi. Ardından 1989 yılında bir dizi ekonomik ve siyasî reform yapıldı. 23 Şubat’ta sosyalizme ilişkin ifadelerden arındırılan ve siyasî çoğulculuğu öngören yeni anayasa, 2 Temmuz’da da çok partililiğe izin veren yeni siyasî örgütlenme kanunu ile seçim kanunu kabul edildi. Yeni kanunla din ve dil temeline dayalı programlara sahip partilerin kurulması yasaklanırken seçim kanunuyla da seçim bölgelerine % 10’luk bir baraj getirildi.

    Çok partili hayata geçişi sağlayan kanunların kabulünden sonra ülkede çok sayıda siyasî parti doğmaya başladı ve Eylül 1989’da yapılacak olan mahallî seçimler Haziran 1990’a ertelendi. Şeriata dayalı bir İslâm devleti kurmayı amaçlayan Abbâs Medenî ve Ali Belhâc’ın önderlik ettiği İslâmî hareket, İslâmî Selâmet Cephesi (el-Cebhetü’l-İslâmiyye li’l-inkāz; Front Islamique du Salut: FIS) adı altında bir parti ile siyasî hayata katıldı. 1980’den beri ülke dışında bulunan Ahmed b. Bellâ ve Âyt Ahmed gibi eski siyasî liderlerin Cezayir’e dönmelerine izin verilmesiyle demokratikleşme yolunda önemli adımlar atıldı. 12 Haziran 1990 tarihinde ilk defa birden çok siyasî partinin katıldığı belediye ve il genel meclisi seçimleri yapıldı. Bazı partilerin hükümetin tavrını protesto etmek için katılmadıkları bu seçimlerde İslâmî Selâmet Cephesi oyların % 56’sını alarak büyük bir zafer kazandı ve kırk iki ilden yirmi sekizinin yönetimini elde etti. İslâmî Selâmet Cephesi’nin bu beklenmedik zaferi 1962’den beri iktidarı tek başına elinde tutan Millî Kurtuluş Cephesi içinde bölünmelere yol açarken Batı kamuoyunda da büyük bir şaşkınlığa sebep oldu. Mahallî seçimlerin ardından İslâmî Selâmet Cephesi lideri Abbâs Medenî, millî meclisin derhal feshedilerek genel seçimlerin bir an önce yapılmasını istedi. Şadlî b. Cedîd önce muhalefetin bu isteklerine kayıtsız kaldıysa da çeşitli huzursuzlukların baş göstermesi üzerine genel seçimlerin 27 Haziran 1991 tarihinde yapılacağını açıkladı. Ancak ülkede giderek kötüleşen ekonomik ve sosyal şartlar altında iktidardaki Millî Kurtuluş Cephesi’nin seçimleri kaybedeceğine ve İslâmî Selâmet Cephesi’nin kazanacağına kesin gözüyle bakılırken genel seçimlerden bir ay önce, hükümetin baskılarını protesto etmek ve Şadlî b. Cedîd’in istifasını istemek amacıyla muhalefetin başlattığı genel grev ülkede büyük karışıklıklara yol açtı ve Batı’nın da desteğiyle duruma el koyan ordu seçimleri bilinmeyen bir tarihe ertelerken İslâmî Selâmet Cephesi’nin liderlerini tutukladı ve böylece ülkedeki demokratikleşme süreci ağır bir darbe aldı. Ülkede giderek daha da kötüleşen ekonomik ve sosyal şartların iyileştirilmesi için hiçbir önemli başarı gösteremeyen yönetim, muhalefetten gelen isteklere daha fazla kaygısız kalamayarak 26 Aralık 1991’de, ülke tarihinde ilk defa çok sayıda siyasî partinin katılımıyla genel seçimlerin birinci turunun yapılması kararını aldı. İktidardaki Millî Kurtuluş Cephesi, Âyt Ahmed’in liderliğindeki Sosyalist Güçler Cephesi (Front de Forces Socialistes) ve Abdülkādir Hasenî başkanlığındaki İslâmî Selâmet Cephesi’nin yanı sıra çok sayıda başka küçük partinin de katılmasıyla yapılan genel seçimlerin birinci turunda İslâmî Selâmet Cephesi büyük bir başarı göstererek oyların çoğunu aldı. Otuz yıldan beri iktidarda bulunan Millî Kurtuluş Cephesi’nin hiçbir varlık gösterememesi Batı’da büyük şaşkınlık yaratırken Sosyalist Güçler Cephesi bazı bölgelerde mevziî başarılar kazandı.

    Seçimlerin birinci turundan İslâmî Selâmet Cephesi’nin zaferle çıkması ve 16 Ocak 1992’de yapılacak ikinci tur seçimler sonunda iktidarı ele almasının kesinlik kazanması, Cezayir’de Batı yanlısı laik çevrelerde ve Batı’da ciddi bir endişeye sebep oldu. Bu arada ikinci tur seçimlerin yapılıp yapılmayacağı tartışılmaya başlandı. Seçimlere dört gün kala Cumhurbaşkanı Şadlî b. Cedîd istifa etti ve yetkilerini yeni oluşturulan yüksek devlet komitesi üstlendi. Komitenin başkanlığına yirmi sekiz yıldır yurt dışında bulunan Muhammed Bûdıyâf getirildi. Bûdıyâf’ın başkanlığındaki yüksek devlet komitesi olağan üstü hal ilân ederek seçimleri iptal etti ve İslâmî Selâmet Cephesi taraftarlarını tutuklatmaya başladı. Abdülkadir Hasenî’nin de aralarında bulunduğu binlerce tutuklunun Sahrâ’daki toplama kamplarına kapatıldığı ve burada çok kötü şartlarda bulunduğu haberleri alınmaktadır. Camilerde siyaset yapılmasını yasaklayan yüksek devlet komitesi, buralardaki İslâmî Selâmet Cephesi yanlısı imamların görevlerine son vererek kendi taraftarlarını görevlendirdi. Camilerin askerî kontrol altına alınmasını protesto eden halkın camilere gitmediği gözlendi. Diğer taraftan yüksek devlet komitesinin uygulamalarına ve seçimleri iptal etmesine karşı çıkan İslâmî Selâmet Cephesi yanlılarıyla hükümet kuvvetleri arasında ülkenin çeşitli şehirlerinde meydana gelen çatışmalarda 100’den fazla kişi hayatını kaybederken yüzlercesi de yaralandı. Cezayir’de açıkça İslâmî Selâmet Cephesi’ne karşı düzenlenmiş olduğu anlaşılan bu komplolara ne Batı ülkeleri ne de diğer İslâm ülkeleri yöneticileri bir tepki gösterdi. Sadece bazı İslâm ülkelerindeki birtakım cemaatler bu olayları protesto ederken Batı ülkelerinin Cezayir’deki demokratikleşme hareketi karşısında takındıkları tavrın bir çifte standart olduğu herkesçe görüldü.

    Seçimlerdeki başarısızlığı sebebiyle Millî Kurtuluş Cephesi’nin yönetim kurulu istifa ederken yüksek devlet komitesi İslâmî Selâmet Cephesi’ni Mart 1992’de kapattığını açıkladı. Sahrâ’daki kamplarda tutuklu bulunanlardan bazısı serbest bırakılırken İslâmî Selâmet Cephesi’nin ileri gelenleri idam talebiyle yargılanmaya başlandı (Haziran 1992). 16 Ocak 1992’den bu yana yüksek devlet komitesi başkanlığını yürüten M. Bûdıyâf’ın 29 Haziran 1992 tarihinde Annâbe şehrinde bir konuşma sırasında koruma subaylarından biri tarafından öldürülmesi ülkede siyasî istikrarsızlığı ve belirsizliği artıran temel gelişmelerden biri oldu. Kısa süren görevi sırasında devlet içindeki yolsuzluklara karşı yürüttüğü mücadelede hayatından olduğu öne sürülen Bûdıyâf’ın yerine, yüksek devlet komitesi üyesi Ali Kâfî başkanlığa getirildi.


    III. KÜLTÜR ve MEDENİYET
    1. Dinî Hayat, Mezhepler, Tasavvuf ve Tarikatlar.
    Cezayir’in eski sakinleri (Berberîler) bazı tabiat varlıklarıyla öküz, keçi gibi bir kısım hayvanları kutsallaştırmışlar, onları ilâhî semboller kabul etmişler ve onlara kurbanlar kesmişlerdir. Milâttan önce 2000’li yılların sonunda Fenikeliler’in gelmesiyle onların dinî inançları yaygınlık kazanmıştır. Daha sonra Filistin’den Afrika’ya doğru başlayan ilk göçlerle birlikte (m.ö. yaklaşık 588 yılında) Yahudilik ortaya çıktı. Yahudilik İslâm fetihleri başlayıncaya kadar bazı cemaatlere münhasır kaldı ve halk arasında daha çok putperestlik yaygınlaştı. I ve II. yüzyıllarda ise Hıristiyanlık yayılmaya başladı. Bununla birlikte Hıristiyanlık Cezayir’de, Romalılar döneminin sonlarından itibaren ve Vandallar’la Bizanslılar dönemlerinde, V-VII. yüzyıllarda mezhep savaşları sebebiyle, özellikle teslîs akîdesini reddeden Arius mezhebinin yayılmasıyla parçalanmaya devam etmiştir.

    İslâm fetihleriyle birlikte o güne kadar putperest olarak kalmış birçok Berberî kabilesi İslâmiyet’e girdi ve aralarında Hâricî mezhebi yayıldı (670-750). Bu durum, Tâhert’i kendilerine merkez yapan Rüstemîler Devleti (777-909) hâkimiyeti altındaki bölgelerde İbâzıyye’nin yerleşmesine sebep oldu. Ağlebîler’le (800-909) olan mücadeleleri ve ardından Şiî-Fâtımî Devleti’nin (909-1171) kurulması ile İbâzıyye mezhebinin yayılması engellendi.

    Diğer taraftan Ağlebîler döneminde İmam Sahnûn (ö. 240/855) ve öğrencilerinin gayretleriyle Mâlikî mezhebi yayıldı; Mu‘tezile, Hanefî, Zâhirî ve Şâfiî mezheplerine karşı üstünlük sağlayarak bölgeye yerleşti. Mâlikî fakihlerinin nüfuzu XI. yüzyılın başlarından itibaren Hammâdîler ve Murâbıtlar döneminde oldukça güçlendi. Muvahhidler tarafından yürütülen ıslahat ve mehdîlik hareketi de Mâlikîler’in nüfuzunu etkilememiştir.

    Fakihlerin gösterdikleri gayretlerin ve Endülüs’ten gelen âlimlerin Cezayir şehirlerinde yerleşmelerinin halk arasında dinî şuurun yaygınlaşmasında çok önemli etkileri vardır. Sahil kesimlerinin hıristiyan tehdidi altında bulunmasının ve Muvahhidler’in kurucusu Abdülmü’min el-Kûmî döneminde (1130-1163) hıristiyan ve yahudi cemaatlerin İslâm’a girmesinin de Cezayir İslâm birliğinin tamamlanmasında rolü olmuştur.

    Dinî şuurun çok güçlü olduğu bu şartlar altında tasavvuf hareketi başlamış, şehir ve köylerde yayılmıştır. Bu hareketin başında büyük velî Ebû Medyen Şuayb bulunmaktadır (VI./XII. yüzyıl). Daha sonra zâviyeler (tekkeler) şeklinde kurumlaşan bu hareket özellikle köy halkının mânevî, sosyal ve ekonomik ihtiyacını karşılamıştır. Bu bölgelerde merkezî otorite zayıf olduğundan XV. yüzyılın sonlarında zâviyelerdeki şeyhlerin nüfuzu çok arttı. Sahil kesiminde İspanyollar’a karşı durmak ve kendilerini tehdit eden Hıristiyanlık tehlikesi karşısında kurtarıcı gözüyle baktıkları Türk idarecilerini desteklemek için halk onların etrafında toplandı. Bu sırada şehirlerde dinî hizmetler Mâlikî mezhebi mensuplarının yetkisi ve sorumluluğu altında idi. Bu mezhebe mensup âlimler ibadet, eğitim ve yargı ile ilgili bütün faaliyetleri yürütüyorlardı. Cezayir’de Türk hâkimiyetiyle beraber Hanefî mezhebinin güçlenmesiyle birçok hayır kurumu ve bunların gelirleri, Hanefî mescidlerine ait vakıflar Hanefî müftüler tarafından idare edilmeye başlandı. Halkın Mâlikî olan büyük çoğunluğunun dinî işlerine ise yine Mâlikî müftüler bakıyordu. Yargı ve fetva işleri de Mâlikî müftülere bırakılmıştı.

    Tarikat şeyhlerinin nüfuzunun artmasıyla birlikte özellikle dağlık ve çöl bölgelerinde zâviyeler faaliyet göstermeye başlamış, bu sayede halk Kur’an okumayı, Arapça dil bilgisinin bazı esaslarını ve fıkhî bilgileri öğrenmiştir. Bu durum zâviyelerin dinî ilimlerin okutulduğu kurumlar haline dönüşmesine yol açmış, bu kurumlar ise dinî hayatla ruhî hayatı bir arada yürütmüşlerdir.

    Tarikatların önemi ve yayılma gücü müridlerinin sayısıyla ölçülürdü. Müridlerin şeyhlere hediyeler takdim etme geleneği, zamanla bazı tarikat mensupları arasında çeşitli bid‘atların ortaya çıkmasına ve ahlâka aykırı bazı davranışların hoşgörü ile karşılanmasına sebep olmuştur. Bazı tarikat mensupları, özellikle Fransız işgalinden (1830) sonra işi Fransız işgal idaresine yaranma, onlarla iş birliği yapma ve ıslahatçı fikirlere karşı çıkma noktasına kadar götürmüşlerdir. Ancak başta İmam Abdülhamîd b. Bâdîs, Tayyib el-Ukbî ve Beşîr el-İbrâhimî olmak üzere bütün ıslahatçılar onlara karşı çıkmışlardır.

    Cezayir’de Osmanlı döneminin sonlarında ve Fransız işgali sırasında yirmiden fazla tarikat vardı. 1897’de Fransızlar, 349 zâviyeye bağlı 293.468 tarikat mensubunun bulunduğunu belirtmişlerdir. Daha çok Batı Cezayir’de yayılmış olan tarikatların bazıları şöyle sıralanabilir: 1. Kādiriyye. Batı Cezayir’deki Arap kabileleri arasında büyük bir nüfuza sahipti. Emîr Abdülkādir de aynı tarikata bağlıydı. 2. Derkāviyye. Mevlâ el-Arabî ed-Derkāvî (ö. 1823) tarafından kurulmuş olup Batı Cezayir’de yayılması, Türkler’e karşı mücadelesiyle tanınan Derkāvî’nin halifesi Abdülkādir b. Şerîf vasıtasıyla olmuştur. 3. Ticâniyye. Şeyh Ahmed et-Ticânî (ö. 1805) tarafından kurulmuş ve daha çok Sahrâ ve Sudan bölgelerinde yayılmıştır. 4. Tayyibiyye. Tayyib el-Vezzânî’nin (ö. 1668) kurduğu tarikat Vehran’ın bazı bölgelerinde nüfuz kazanmıştır. 5. Aleviyye. Müstegānim’de Şeyh Ahmed el-Alevî tarafından 1910 yılında kurulmuştur. Modern metotlarla faaliyet gösteren bir tarikat olup mensupları faaliyetlerini yayımladıkları el-Belâġu’l-Cezâʾirî adlı gazetede tanıtmışlardır.

    Orta ve Doğu Cezayir’deki tarikatların başında ise Rahmâniyye gelmektedir. Bu tarikat Sîdî Muhammed b. Abdurrahman el-Gaştûlî (ö. 1794) tarafından kurulmuş olup özellikle dağlık bölgelerde yayılmıştır. Türk yöneticilerle iş birliği yapan tarikat 1851’den itibaren Fransız işgalcilerine karşı çıkmış, ancak Şeyh Haddâd’ın başında bulunduğu cihad hareketinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine (1871) Fransız yönetimiyle iyi ilişkiler içine girmiştir.

    Bunun dışında mahallî bir nüfuza sahip olan Îseviyye, Ammâriyye, Hansâliyye ve Senûsiyye tarikatlarını da zikretmek gerekir. Bu arada daha az nüfuzlu tarikatlar da vardı ki Kerzâziyye, Şeyhiyye, Zeyyâniyye, Arûsiyye, Nâsıriyye, Şa‘biyye, Yûsufiyye, Medyeniyye ve Derdîriyye bunlar arasında yer almaktadır.

    Dinî meseleler karşısındaki duyarlılık ve özellikle Ortadoğu’daki diğer İslâm ülkeleriyle gelişen kültürel münasebetler, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Cezayir’de bir ıslahat hareketinin doğmasına yol açmıştır. Söz konusu hareketin başında Abdülkādir el-Meccâvî (ö. 1914), Abdülhalîm b. Semâye (ö. 1933) ve İbnü’l-Mevhûb (ö. 1939) bulunmaktaydı. Bu hareket Abdülhamîd b. Bâdîs’in (ö. 1940) çalışmaları ve 1931’de kurulan Cem‘iyyetü’l-ulemâi’l-müslimîne’l-Cezâiriyyîn ile daha çok gelişmiştir. Islahat hareketi, millî ve İslâmî öğretimin yaygınlaştırılması, sömürgeci güçlerle iş birliği yapan ve aynı zamanda halkı gerçek İslâm prensiplerinden uzaklaştıran tarikatçılarla mücadeleyi gaye edinmiştir. Bu hareket, Cezayir bağımsızlık mücadelesi (1954-1962) için de uygun bir zemin oluşmasında etkili olmuştur.

    Bağımsızlığın elde edilmesinden sonra sosyalist-laik anlayış dinin toplum hayatındaki etkisini sınırlandırmıştır. Cem‘iyyetü’l-ulemâ’nın ortadan kalkması, tarikat faaliyetlerine de son verilmiş olması Cezayir toplumunu ruhî ve fikrî bir boşluğa sürüklemiş, bu durum 1960’lı yıllarda Mâlik b. Nebî’nin (ö. 1973) yazılarıyla öncülük ettiği yeni bir İslâmî hareketin ortaya çıkmasını çabuklaştırmıştır. 1970’li ve 1980’li yıllarda büyük bir baskı altında gelişen bu hareket, Cezayir toplumundan büyük kalabalıkları bünyesine çekmeyi başardı. Daha sonra bu kalabalıklar mevcut yönetime karşı bir güç oluşturdular ve 1988 Ekim olaylarından sonra yönetim tarafından tanınan birer siyasî teşkilât olarak ortaya çıktılar. Söz konusu teşkilâtların başında İslâmî Selâmet Cephesi yer almakta, başında da Abbas Medenî bulunmaktaydı. Diğer teşkilâtlar ise Hareketü’l-müctemai’l-İslâmiyye ile Hareketü’n-nehdati’l-İslâmiyye’dir.

    2. Edebiyat. Cezayir’de İslâm’dan önce çoğu Latince birçok edebî eser ortaya konulmuştur. O dönemdeki edebiyatçıların en meşhurları II. Juba, Fronton, Aputé Saint Augustin’dir.

    İslâmî dönemde kaleme alınan eserlerin ise çoğu dinî ilimler ve dille ilgilidir. Şiir, biyografi ve tarih en çok uğraşılan alanlar olmuştur. VIII-XIV. yüzyıllarda şiirde Bekir b. Hammâd, İbn Hânî, İbn Reşîḳ el-Kayrevânî, İbn Muhriz, Vehrânî, İbn Hamîs el-Hacrî ve Şerîf Tilimsânî; biyografi ve tarihte Ebû Zekeriyyâ el-Vercelânî, İbn Hammâd es-Sanhâcî, Ahmed b. Ahmed el-Gubrînî ve İbn Kunfüz; fıkıh ve dil alanında ise Fakīh el-Vercelânî, Ebû Hâmid es-Sagīr, Ebû Mu‘tî ez-Zevâvî, Abdüsselâm ez-Zevâvî ve İbn Merzûk el-Hatîb gibi meşhur simalar yetişmiştir. XV. yüzyıldan itibaren edebî eserlerde taklitçilik başlamış ve bu eserlerin çoğu dinî konularda şerh ve hâşiye yazmaktan ya da tarihî kayıtlardan ibaret kalmıştır. Bu dönemde yetişen meşhur edip ve bilginlerden bazıları şöyle sıralanabilir: Ahmed b. Mahlûf, Ebü’l-Fazl el-Mişdâlî, Abdurrahman es-Seâlîbî, İbn Abdülkerîm el-Megīlî es-Sünûsî, Ahmed el-Venşerîsî, Abdurrahman el-Ahdarî, Ebû Mehdî Îsâ, Ahmed b. Kāsım el-Bûnî, Abdülazîz es-Semînî, Tenesî, Ebü’l-Abbas Ahmed b. Muhammed el-Makkarî, İbn Meryem el-Medyûnî, Abdülkerîm b. Fekkûn, Hüseyin el-Versîlânî, İbn Ammâr el-Cezâirî, Abdürrezzâk b. Hammâdûş, Ebû Re’s en-Nâsır el-Muaskerî, İbn Sahnûn er-Râşidî ve Hamdân Hoca.

    Cezayir edebiyatı XX. yüzyılın başında hem şekil hem de muhteva yönünden yenilenmiş, seviyesi yükselmiş ve konuları çeşitlenmiştir. Araştırma ve edisyon kritikte Muhammed b. Ebû Şeneb; biyografide Ebü’l-Kāsım el-Hifnâvî; şiirde Muhammed el-Îd Âl-i Halîfe, Müfdî Zekeriyyâ ve Ramazan Hammûd; hitabet ve fıkra yazarlığında İbn Bâdîs, Muhammed Beşîr el-İbrâhimî, Sâdık Dendân, Ömer b. Kaddûr, Saîd ez-Zâhirî, Emîn el-Amûdî; tarihte Şeyh Mübârek el-Mîlî, Ahmed Tevfîk el-Medenî, Ali Dübûz, Abdurrahman el-Ceylâlî ve fıkıhta Şeyh Ettafeyyiş bu dönemin tanınmış simalarıdır.

    Fransız eğitimi Fransızca yazılan bir Cezayir edebiyatı türü ortaya çıkarmıştır ki bunun en önemli özelliği derin bir duygusallığa sahip oluşudur. Ancak bu edebiyat orijinallikten uzak kalmış ve toplum üzerinde etkili olmamıştır. Daha çok hikâye ve roman tarzında kendini gösteren bu akımın öncüleri Mevlûd Ma‘merî, Muhammed Dîb, Kâtib Yâsîn, Mâlik Haddâd, Asiyâ Cebbâr ve Reşîd Meymûnî’dir.

    3. Mimari. Eskiçağ’da mimaride Roma üslûbu hâkimdi. Bu dönemde yapılan zafer takları, mâbedler, tiyatrolar, çarşılar, hamamlar, surlar ve kiliseler mimaride ne kadar ileri gidildiğini göstermektedir.

    İslâmî devirde ise İslâmî şehir üslûbu ağırlık kazanmıştır. Bu üslûbun belli başlı özellikleri, sokaklarının kıvrımlı olması ve binaların iç içe girmesidir. Cami, saray, han vb. yapılarda da gözlenen bu gelişme VIII-X. yüzyıllarda Tubne şehrinin tamiri, Tâhert, Sedrâte, Muhammediye (Mesîle), Kal‘atü Benî Hammâd şehirleri ile Vâdî Mîzâb’daki (Mzab) yerleşim merkezlerinin kurulmasıyla büyük ilerleme kaydetmiştir. İslâmî üslûp XI. yüzyılda Bicâye, Tenes, Vehran, Huneyn şehirlerinin kuruluşu, Cezayir, Tilimsân ve Konstantin’in gelişmesinde görülen Endülüs tesiriyle iyice kök salmıştır.

    Kal‘atü Benî Hammâd, Bicâye ve Tilimsân’da mahallî geleneklerle Doğu Endülüs mimarisinin kaynaşması sonucunda ortaya çıkan İslâmî mimarinin en güzel örnekleri yer almaktadır. Kal‘atü Benî Hammâd’da Kasrü’l-Menâr, Bicâye’de Kasru Emîmûn ve Kasrü’n-Necm, Tilimsân’da el-Ubbâd, Sîdî el-Halvî, Sîdî Belhasan camileriyle Mansûre Minaresi ve Meşver Sarayı bunların belli başlılarıdır.

    Eski Cezayir şehri (el-Kasaba) Akdeniz etkileriyle Şark (Türk) üslûbunun yanı sıra mahallî özellikleri de birleştiren uyumlu ve ince zevk mahsulü bir mimari tarzı yansıtmaktadır. Cezayir’e “Kireç şehri” lakabının verilmesine sebep olan beyaz badanalı, kafesli dar pencereli ve ahşap direkler üzerine oturtulmuş giriş katı ile bir üst kattan meydana gelen denize nâzır evler Cezayir’in geleneksel ev tarzının örnekleridir.

    4. Mûsiki. Halk müziği, gerek seslendirilmesi gerekse nağmeleriyle Cezayir halkının zevkini, şehirde ve köydeki hayat tarzını yansıtmaktadır. Bedevî müziği, nağmeleri ve söyleniş tarzının sadeliğiyle bendir, gayda, davul ve kaval gibi basit aletlerle çalınan bestelenmiş halk şiirine dayanır. Bu tür manzumeleriyle meşhur olanlardan bazıları Şunlardır: Saîd el-Mendâsî, Ahdar b. Hallûf, Ahmed b. Şerîkî, İbn Sâyib, Mustafa b. İbrâhim ve Muhammed b. Kaytûn.

    Sanat müziği olarak bilinen şehir müziği ise ince üslûbu, girift nağmeleri ve çeşitli seslendirmeleriyle apayrı bir özellik taşımakta ve Endülüs kaynaklı müveşşah* ve zecel türlerinin etkisinde kaldığı açıkça görülmektedir. Bu müzik türü daha çok ud, kanun, kemençe ve rebap gibi telli kaval, zurna ve gayda gibi nefesli aletlerle ve davul, sanc, def, târ, darbuka gibi ritm aletleriyle icra edilir.

    5. Resim ve El Sanatları. Eskiçağ’dan kalma fresk ve gravürler, ilk Cezayir insanının toplum ve çevre yapısını tasvir ettiği ilk sanat levhalarıdır. İslâmî dönemde daha çok evleri, köşkleri, mescidleri ve mushafları süsleyen işlemeler ve nakışlar ön plana çıkmıştır. Modern resim ise Arap harflerinin bitkisel süslemeler ve geometrik şekillerle kaynaşmasından meydana gelmektedir. Cezayirli sanatkârların koruyup geliştirdikleri bu resim sanatı ahşap oymacılık ve mücevherler üzerine çeşitli nakışlarda da kullanılmaktadır.

    Cezayir el sanatları mahallî görgü-bilgi ve yeteneklerle dış tesirlerin tercümanı durumundadır. Özellikle şehirlilerin elbiselerinde uygulama alanı bulan bu sanat daha çok altın, gümüş ve ipek ipliklerle işlenen desenleri ön plana çıkarmaktadır. Bu desenler bazı kadın elbiselerine büyük bir sanat değeri kazandırmıştır. Bazı Endülüs asıllı aileler özellikle kaftan, sadriye, kemer, şalvar ve yaka yapımında çok meşhur olmuşlardı. Gümüş üzerine mercan kakma, deri işleme, bakırcılık, ahşap işlemeciliği ve geleneksel silâhlar yapımı da önemli bir gelişme göstermektedir.

    6. Eğitim-Öğretim ve İlmî Hayat. Cezayir’deki eğitim, İslâmî dönemin başlangıcından XX. yüzyılın sonuna kadar köylerde küçük mekteplerde ve zâviyelerde, şehirlerde ise mescidlerde ve medreselerde yürütülmekteydi. Buralarda Kur’an’ın ezberlenmesi yanında Arapça ile ilgili temel bilgiler ve bazı fıkhî meseleler öğretilirdi. Bu kurumlar vakıfların gelirleriyle beslenirdi. Dağlık yörelerden, Sahrâ ve Vehran bölgelerindeki zâviyelerden büyük fakihler yetişmiştir. Bu zâviyeler içinde en çok şöhret bulanlar Sîdî Mansûr, Abdurrahman Yellûlî, Ali b. Şerîf, Meccâce ve Kaytana zâviyeleridir. Şehirlerdeki medreseler de fıkıhta ve Arapça’daki ilmî seviyeleriyle tanınmaktaydılar. Bu medreselerin en meşhurları Cezayir, Tilimsân, Mâzûne, Kostantîne ve Bicâye’deki medreselerdir.

    Fransız işgaliyle birlikte Arapça öğretimi gerilemiş, fıkıh öğretimi ise ancak Kabâil (Kabîliye) ve Sahrâ gibi uzak bölgelerdeki bazı zâviyelerde yapılabilmiştir.

    Cem‘iyyetü’l-ulemâi’l-müslimîn ile Hizbü’ş-şa‘b tarafından kurulan medreselerin sayısının azlığına ve işgal kuvvetlerinin bunlarla kıyasıya mücadele etmesine rağmen Arapça’nın öğretilmesinde ve Cezayir’in Arap-İslâm şahsiyetinin korunmasında çok büyük rolü olmuştur (1958 yılında mevcut kırk üç medresede 14.472 öğrenci okumaktaydı). Önceleri Fransızca olan resmî eğitim ve öğretim, bağımsızlığın kazanılmasından sonra Arapça-Fransızca şeklinde bir gelişme göstermiştir. Ancak eğitimin Arapçalaştırılması, lise bitirme imtihanlarının Arapça olarak yapıldığı son yıllara kadar ciddi bir ilerleme kaydetmemiştir.

    Cezayir Üniversitesi Cezayir’deki yüksek öğretimin en önemli merkezi sayılmaktadır. 1881 yılında kurulan üniversite bugün edebiyat ve sosyal ilimlerde yüksek bir seviyeye ulaşmıştır; ayrıca çok zengin bir kütüphaneye sahiptir. Cezayir’de bulunan diğer üniversiteler de şunlardır: Câmiatü’l-Cezâiri’t-tikniyye, Câmiatü Vehrân li’l-ulûmi’l-insâniyye, Câmiatü Vehrân li’t-teknûlûciyâ, el-Câmiatü’l-İslâmiyye bi-Kosantîne; ayrıca Kostantîne, Annâbe, Setîf, Bâtne, Tîzîuzû, Belîde, Tilimsân ve Belabbâs üniversiteleri. Bütün bunların yanı sıra yüksek okullar ve enstitüler de eğitim, öğretim ve araştırma faaliyetlerinde bulunmaktadır.

    Önemli kütüphanelerin başında yer alan el-Mektebetü’l-vataniyye el-Cezâiriyye, Cezayir şehrinde bulunmaktadır (kuruluşu 1835). Yaklaşık bir milyon cilt kitaba sahip olan bu kütüphanede 3000 civarında yazma eserin bulunduğu bir bölüm de vardır. Mektebetü câmiati’l-Cezâiri’l-merkeziyye 1881 yılında kurulmuş olup bünyesinde daha çok ilmî-edebî kaynak eserler toplanmıştır. 1962’de bağımsızlığın kazanıldığı gün Fransızlar tarafından yakılan kütüphane daha sonra onarılmış ve kitap bakımından zenginleştirilmiştir. Cezayir’de bulunan diğer kütüphaneler ise Mektebetü dâri’l-arşîf el-merkezî ile el-Mektebetü’l-belediyye’dir. Ayrıca Kostantîne, Tilimsân ve Vehran şehirlerinde mahallî kütüphaneler bulunmaktadır. Bunların yanı sıra zâviyelerdeki kütüphanelerle bazı zengin ailelerin özel kütüphaneleri de bulunmaktadır ki buralarda işgal sırasında Fransızlar’ın imhasından kurtulmuş bazı değerli yazma eserler mevcuttur.

    Cezayir Arşivi, Müessesetü’l-vesâiki’l-vataniyye’nin ihdas edilmesiyle 1971 yılında kurulmuş olup bir kısmı Osmanlı dönemine, diğer kısmı da Fransız işgali dönemine ait belgeleri ihtiva etmektedir. Burası Kostantîne ve Vehran’da bulunan bölgesel arşivlerle de bağıntılı olarak çalışmaktadır. 1971’de el-Merkezü’l-vatanî li’d-dirâsâti’t-târîhiyye kurulmuş, ancak daha sonra Merkezü’l-bahsi’l-antrûbûlûcî ve’l-etnûgrâfî bünyesine katılmıştır. Ayrıca çok sayıda başka merkezler de bulunmaktadır. Bunların arasında en önemlisi Merkezü tatvîri mesâdiri’t-tâka’dır.

    Cezayir’de çok sayıda müze bulunmaktadır. Cezayir şehrindeki bu müzelerin en önemlileri şunlardır: Methaf mâ kable’t-târîh ve’l-antrûbûlûciyâ, el-Methafü’l-vatanî li’l-fünûni’l-cemîle, el-Methafü’l-vatanî li’l-âdiyyât ve’l-âsâri’l-İslâmiyye, Methafü’l-fünûn ve’t-takālîdi’ş-şa‘biyye, Methafü’l-cihâd, Methafü’l-ceyşi’l-hadîsi’t-tekvîn. Diğer bazı şehirlerde de çeşitli müzeler mevcut olup Tilimsân Müzesi önemli İslâmî eserler ihtiva etmektedir.




  • ÜRDÜN

    Kuzeyden Suriye, kuzeydoğudan Irak, doğu ve güneyden Suudi Arabistan, batıdan Filistin (Batı Şeria) ve İsrail ile çevrilen Ürdün güneybatıda yaklaşık 26 kilometrelik bir kıyı ile Kızıldeniz’e komşudur. 1967’de İsrail’in Batı Şeria’yı işgal etmesi üzerine bu yöndeki sınır fiilen değişikliğe uğrayarak Şeria (Ürdün) nehri, Lût gölü ve Araba vadisinden geçer hale gelmiştir. Ülkenin resmî adı el-Memleketü’l-Ürdüniyyetü’l-Hâşimiyye'dir.

    Yüzey şekilleri bakımından Ürdün arazisi üç farklı bölgeye ayrılır ve rölyefin ana unsurlarını batıdaki tektonik bir çöküntü alanı (depresyon), ondan fay diklikleriyle ayrılan dağlık bir alan ve doğudaki plato kesimi meydana getirir. Batıdaki çöküntü alanı Doğu Afrika’dan gelip Kızıldeniz, Ürdün, Lübnan ve Suriye’den geçerek Türkiye’ye kadar uzanan büyük fay hattının üzerindedir. Bu alanın Ürdün topraklarında kalan bölümü kuzeyde Şeria vadisi, merkezî kesimde Lût gölü (Ölüdeniz), güneyde Araba vadisinden teşekkül eder. Burası bir bütün halinde dışa akışı olmayan kapalı Lût gölü havzasıdır. İçinde Lût gölünün de (deniz seviyesinden 402 m. aşağıda) bulunduğu Gûr (Gavr) çukurluğu yeryüzünün en alçak yeridir. Ürdün-İsrail sınırı gölü ikiye böler; gölün doğu yarısı Ürdün topraklarına dahildir. Tektonik çöküntü alanının hemen doğusunda yer alan ve ona paralel olarak kuzey-güney yönünde uzanan dağlık sahanın batıya bakan yamaçları fay dikliklerine tekabül etmekte, bu saha üzerinde yükselti güneye doğru gittikçe artmaktadır. Kuzeyde Aclûn yakınlarındaki Ümmüdderec (1247 m.), Petra’nın güneybatısında Hârûn (1336 m.), Tafîle’nin güneyindeki Bükke (1526 m.) ve Maan’ın batısındaki Mebrek (1727 m.) dağları dağlık kütlenin başlıca zirveleridir. Güneyde Akabe’nin doğusunda bulunan Ram dağı ile (1754 m.) biraz daha güneydeki Ümmüddâmî dağı (1854 m.) ülkenin en yüksek iki yeridir. Dağlık sahanın temelini kum taşının yaygın olduğu, Paleozoik yaşlı araziler teşkil eder. Ayrıca ikinci zaman kalkerlerinin dikkat çektiği dağlık alan üzerinde yer yer karstik depresyonlarla (kalkerli araziye özgü çukurlar) Lût gölüne açılan Mûcib, Heydân ve Yâbis gibi kanyon vadilere rastlanır. Bu vadilerde yazın da az miktarda akış görülür ve sular batıda Lût gölüne dökülür. Ayrıca adı geçen kanyon vadilerde çok sayıda sıcak su kaynağı vardır, bunlar Gûr çukurluğunu oluşturan tektonik hatlarla yakından ilgilidir. Kabaca Mefrak-Maan hattının doğusunda yapısını genellikle kalker, kum taşı ve bazaltın teşkil ettiği, ortalama yükseltisi 700-900 m. olan dalgalı bir plato yer alır. Bu plato üzerinde kuzeyde Ezrak, güneyde Cefr gibi kapalı çöküntü alanları bulunur. Platonun Zerkā ve Mefrak’ın doğusunda kalan kesimleri, üzerindeki siyah bloklarla dikkati çeken bir bazalt platosuna dönüşür.

    Ürdün’ün batı kesimleri Akdeniz ikliminin etkisi altındadır. Özellikle kuzeybatıdaki topraklar, zeytin ağacının varlığı ile kendini gösteren bu iklime has bitki örtüsünün belirginleştiği yerlerdir. Ancak ülkenin % 75’ini meydana getiren kuzeydoğu ve güneydeki çöllerde yılda ortalama 50 milimetrenin altında yağış alan çöl iklimi hâkimdir. Sıcaklık kuzeyden güneye ve batıdan doğuya doğru gittikçe artar. Yıllık ortalamalar güneyde Kızıldeniz kıyısındaki Akabe’de 25 °C iken kuzeydeki İrbid’de ve başşehir Amman’da 17 °C’ye düşmektedir. Yağışın dağılışında yükselti ve enlemin yanında özellikle Akdeniz’den gelen nemli havanın etkisi büyüktür. Yıllık ortalama yağış miktarı Akabe’de 26, Maan’da 40, Amman’da 250 ve İrbid’de 460 milimetredir. Ülke topraklarının büyük bölümü çıplaktır. Akdeniz ikliminin görüldüğü kuzeybatıda ve yüksek kesimlerde seyrek de olsa zeytin, meşe, kızılçam ve ardıç ağaçlarına rastlanır. Özellikle doğu ve güney kesimlerinde vadi tabanlarındaki çalı ve otsu bitkiler dışında bitki örtüsü step ve çöl formasyonundan ibarettir.

    Tarım alanlarının sınırlı olduğu Ürdün’de toprakların yaklaşık % 5’i işlenebilir durumdadır ve bunun önemli bir bölümünde yıllık ortalama 100.000 ton kadar buğday üretilir; arpa, baklagiller, zeytin, muz ve portakal diğer bazı ürünlerdir. Batıdaki tektonik çöküntü alanında yer alan Şeria vadisi, Gûr çukurluğu ve Araba vadisinin kuzey kesimleri ülkenin en önemli tarım alanlarıdır. Sulamaya dayalı tahıl ve turunçgil tarımı ile çeşitli sebze ve meyve üretiminin yapıldığı bu alüvyonlu topraklarda Lût gölünün güneydoğusunda olduğu gibi muz üretimi de söz konusudur. Nisbeten seracılık faaliyetlerinin de görüldüğü Şeria vadisi kışın yağışlı ve tarıma uygun sıcaklık şartlarına sahip bir alandır. Ayrıca Doğu Ovası Sulama Kanalı (Doğu Gûr Kanalı), Yermük nehri sularını Şeria nehrinin doğusundaki tarım alanlarına ulaştırmakta ve bu sayede yaklaşık 50 hektarlık bir alan sulanmaktadır. Zerkā nehri üzerindeki Kral Talâl Barajı, Şeria vadisinde 17.000 hektarlık bir tarım alanına su sağlar. Bu alanlardan yılda iki ürün alınır. Mevcut su kaynaklarının % 65’inin tarımda kullanıldığı Ürdün’de yüksek sıcaklık ve yağış azlığı tarım üzerinde olumsuz bir etkiye sahiptir. Batı Şeria’nın 1967’de İsrail tarafından işgal edilmesi ve Şeria nehrinin doğusundaki toprakların güvenlik sorunları yaşaması tarım alanlarının önemli ölçüde daralmasına yol açmıştır. Aşırı otlatma, ormansızlaşma ve toprak erozyonu arazi kullanımıyla ilgili diğer mühim problemlerdir. Coğrafya şartlarına uygun biçimde küçükbaş hayvan yetiştiriciliği yapılan ülkede son yıllarda kümes hayvancılığı da gelişmiştir. Ot örtüsünün zayıflığına rağmen 1 milyon koyunu ve 500.000 keçiyi bulan davar varlığı sayılı birkaç ihraç ürününden biri olan derinin kaynağıdır. Bedevîler’in iskân edilmesi sebebiyle göçebe hayvancılık büyük ölçüde azalmıştır. Ülkede eskiden beri arıcılık önemli bir faaliyet koludur.

    Doğal kaynaklar bakımından fakir olan Ürdün’de en önemli yer altı zenginliklerinden biri ihraç maddelerinin başında gelen fosfattır. Dünyanın en büyük fosfat üreticileri arasında yer alan Ürdün’de Zerkā, Hasâ, Rasîfe ve Katrâne’de çıkarılan fosfat Akabe Limanı’ndan ihraç edilir. Lût gölü ve güneyindeki Safî ovasında üretilen potas da diğer bir önemli doğal kaynaktır. Lût gölü ve Ezrak kaya tuzlasından tuz, Ezrak’taki Hamza kuyularından az miktarda petrol üretimi yapılır. Ham madde ve enerji kaynaklarının da sınırlı olduğu Ürdün’de sanayi fazla gelişmemiştir. Ancak tekstil, çimento ve gıda sanayiinde bir miktar gelişme söz konusudur. Ülke ekonomisinde dış yardımlar önemli bir yer tutar. Bunun başlıca sebebi, Filistinli mültecilerin büyük bölümünün bu topraklarda oturması ve hükümetlerin geçmişten beri takındıkları Batı yanlısı tutumdur. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, İsrail ve Arap ülkeleri en fazla yardım yapan ülkelerdir. Ayrıca yurt dışındaki işçi dövizi ve turizm geliri de ülke ekonomisi için önemlidir. Yılda 2 milyar dolarlık ihracata karşılık ithalât tutarı 4-4,5 milyar dolardır. Başlıca ihraç malları fosfat, potas, işlenmemiş deri, çimento ve yün, ithal malları ise kimyasal ve endüstriyel ürünlerle buğdaydır.

    1950’de 472.000 olan nüfus 1970’te 1,6, 1990’da 3,2 ve 2005’te 5,5 milyona, 2007 yılında yapılan tahminlere göre 5,9 milyona ulaşmıştır. Nüfus artışı çok yüksektir. Bu hızlı artışta ülkeye göç eden ve sayıları 2 milyonu geçen Filistinli mültecilerin büyük rolü vardır. İş imkânları sınırlıdır ve genç nüfusun önemli bir kısmı petrol zengini Arap ülkelerinde çalışır. 1948-1949 savaşında topraklarından sürülen 800.000 Filistinli’nin 460.000’i Ürdün’e geçmiş, bu sayı 1961’de âni bir yükselişle bilhassa şehirlerde 623.660’a ulaşmıştır. Kilometrekareye yetmiş kişinin düştüğü Ürdün’de nüfusun büyük çoğunluğu ülkenin kuzeybatısında toplanmıştır. Mefrak-Maan hattının doğusunda kalan çöl bölgesi çok tenhadır. Bu kesimde büyük yerleşim merkezleri yoktur ve yoğunluk 0-10 kişi arasında değişir.

    1/3’ü başşehir Amman’a olmak üzere kırdan kente hızlı bir göçün yaşandığı ülkede nüfusun % 78,4’ü şehirlerde oturur. Ürdün halkının büyük çoğunluğu bedevî Araplar’la Filistinli Araplar’dan oluşur. Rus işgalinden sonra Kafkasya’dan gelen ve bölgeye iskân edilen Çerkez ve Çeçenler’le Türkmen, Dürzî ve Ermeniler diğer etnik grupları teşkil eder. Türkmenler özellikle Aclûn’un güneyindeki Cereş yöresinde ve Amman’da yaşamaktadır. Amman’da soyadı Türkçe olan, yaşlılarının halen Türkçe konuştuğu 3000 kadar aile mevcuttur. Salt şehrinde I. Dünya Savaşı’nda şehid düşen Türk askerlerine ait bir şehitlik bulunmaktadır. Aynı zamanda bir sanayi ve ticaret merkezi olan başşehir Amman kara, hava ve demiryolu bağlantılarıyla ulaşımın düğüm noktasıdır. Suriye’den gelen, buradan geçerek Akabe’ye kadar uzanan karayolu ülkenin ana karayoludur ve Maan üzerinden Suudi Arabistan’a ulaşır. Yine Suriye’den gelen ve Mefrak-Amman-Maan hattını izleyen Hicaz Demiryolu da ana kara yoluyla paraleldir. Akabe körfezindeki kıyı şeridi Ürdün’ün deniz yoluyla dış dünyaya açılmasına imkân sağlar. Kızıldeniz kıyısındaki Akabe bu bakımdan çok önemli bir liman şehridir. Vâdiimûsâ’da kum taşı kayalara oyulmuş Petra antik yerleşim alanı, Kerek ve Aclûn kaleleri, Lût gölü, Mûcib ve Heydân vadilerindeki kaplıcalarla (Zerkā, Mâîn, Zârâ gibi) Akabe’deki mercan resifleri Ürdün’ün başlıca turizm alanlarıdır. Turistlerin büyük bölümü Ortadoğu ülkelerinden gelmektedir.

    Adını Ürdün nehrinden alır. Bölge “nehrin iki yakası, nehrin batısında ve doğusunda kalan yerler” anlamında Şeria adıyla da bilinir. İslâm fetihlerinden önce Bizans idarî yapılanması içinde Palaestina Secunda ismiyle anılan bölge Arap kaynaklarında Ürdün olarak adlandırılmıştır. Ürdün’ün özellikle kuzey bölgeleri Filistin ile birlikte Suriye’ye (Bilâdüşşam) bağlı şekilde değerlendirilmiştir (Taberî, I, 651). İslâm tarihi kaynaklarında Ürdün adı fetihler esnasında ilk defa Suriye’deki bölgelerden birine verilen isim olarak yer alır. Ürdün bölgesinin sınırları tarih boyunca farklılıklar göstermekle birlikte Ürdün ve Filistin şehirlerinin bir kısmını kapsamaktaydı. İbn Havkal’in tasnifine göre günümüzde Ürdün sınırları içerisinde yer alan Belkā, Gûr, Amman gibi Ürdün’ün kuzeyindeki şehirler Dımaşk (Şam) bölgesine bağlı gösterilirken güneydeki Eyle (Akabe) Filistin bölgesine, Fihl, Cereş gibi şehirlerin yanı sıra Beysân ve Taberiye Ürdün’e tâbi şehirlerdir (İbn Hurdâzbih, s. 77-78). İbn Havkal de Ürdün şehirlerini sayarken Gûr’un yanı sıra Taberiye ile Beysân’ı zikretmiştir (Ṣûretü’l-arż, s. 173-174). Ya‘kūbî ise Amman, Gûr ve Belkā’yı Dımaşk, Taberiye, Sûr, Akkâ, Cereş ve Fihl’i Ürdün bölgesine bağlı olarak kaydeder (Kitâbü’l-Büldân, s. 325-330). Yâkūt el-Hamevî, Ürdün bölgesindeki şehirlerden Gûr gibi bugün Ürdün sınırları içerisinde kalan bölgelerin yanı sıra Lübnan sahilindeki Sûr ile Filistin’deki Akkâ ve Taberiye’yi sayar (Muʿcemü’l-büldân, I, 147). Bu durum modern Ürdün’ün sınırları ile İslâm tarihindeki Ürdün bölgesinin sınırlarının farklılığını ortaya koyar.

    Bizans döneminde ticaret yolları üzerinde bulunan Ürdün şehirleri giderek büyüdü ve zenginleşti. Özellikle İslâm’ın hemen öncesinde VI. yüzyılda Bizans’a tâbi Gassânîler’in hâkimiyetinde bu gelişme daha hızlı seyretti. Burası 614’te Sâsânîler’in işgaline uğradı ve İslâm fetihleri öncesinde 628’de tekrar Bizans hâkimiyetine girdi. İslâm fetihleri sırasında verimli Suriye-Filistin topraklarına ulaşmanın önündeki en önemli engel olan Ürdün’de Bizans-İslâm mücadelesi daha Hz. Peygamber’in zamanında başladı. Müslümanların Bizans birlikleri ve vasalları ile yaptıkları ilk savaş Kerek yakınlarında Mûte’de gerçekleşti (8/629). Hz. Ebû Bekir döneminde Suriye ve Filistin’in fethine gönderilen ordular arasında Şürahbîl b. Hasene’nin kumandasındaki birlik Ürdün’ün fethiyle görevlendirildi. Hâlid b. Velîd’in 13 (634) yılında Ecnâdeyn’de Bizans kuvvetlerini mağlûp etmesinin ardından müslümanların Fihl (635) ve Yermük (636) savaşlarını kazanmasıyla Ürdün tamamen İslâm topraklarına katıldı. Fethinin ardından Ürdün Filistin, Dımaşk ve Humus’la birlikte dört askerî bölgeden biriydi. Muâviye b. Ebû Süfyân 17’de (638) Hz. Ömer tarafından Ürdün valiliğine tayin edildi. Muâviye’nin Suriye valiliği döneminde Taberiye fâtihi Ebü’l-A‘ver Ürdün’ün idaresinden sorumluydu. Muâviye b. Ebû Süfyân’ın halifeliği sırasında Yemen kökenli Arap kabilelerinin Ürdün’e yerleştiği zikredilmektedir. Emevîler devrindeki siyasal olaylar ve isyanlar bölgeyi pek etkilemedi. Bununla birlikte özellikle bölge halkının Emevî âmillerine karşı bazı isyanlar çıkardığı bilinmektedir. Bu dönemde Amman ile Belkā gibi bölgeler gelişme gösterdi.

    Ürdün’de Maan yakınlarındaki Humeyme kasabası Abbâsî ihtilâlinin hazırlık merkezlerinden biri olarak dikkat çekmektedir. 747’de Abbâsî ihtilâlinin patlak vermesiyle birlikte Ürdün’de yerleşik Yemen kökenli kabileler de Emevîler’e karşı yapılan bu harekete katıldı. Birçok bakımdan Suriye’ye bağlı olan Ürdün, Abbâsîler döneminde hilâfet merkezinin Irak’a taşınması üzerine Suriye ile birlikte ihmal edilmiştir. Ürdün IX ve X. yüzyıllarda Abbâsîler’in zayıflamasıyla Mısır’da ortaya çıkan Tolunoğulları ve İhşîdîler gibi mahallî hânedanların egemenliğine girdi, ardından Fâtımî nüfuzuna boyun eğdi. Bu yıllarda Kuzey Arabistan’dan Tay gibi kabileler Ürdün’e yerleşmeye başladı. Bu kabileler çeşitli isyanlara yol açtıysa da 420’de (1029) Ukhuvâne savaşında Fâtımîler tarafından bertaraf edildi. Bölgedeki Fâtımî yönetimi, 463’te (1071) davet üzerine yardımlarına gelen Selçuklu Emîri Atsız b. Uvak’ın Filistin ve Ürdün’ü ele geçirmesiyle sona erdi. XII. yüzyılın başlarında Ürdün, Haçlılar’la Kahire ve Şam’daki beylikler arasında tampon bölge niteliğindeydi. Kudüs Kralı I. Baudouin 509’da (1115) bölgeyi egemenliği altına aldı. Ürdün’de Suriye ile Mısır ve Hicaz’ı birbirine bağlayan kervan yolu üzerindeki Şevbek ve Kerek kaleleri bu dönemde Haçlılar’ın önemli merkezlerindendi. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin bölgeyi fethinin ardından Ürdün Eyyûbîler’in yönetimi altına girdi. Eyyûbîler devrinde önemli bir merkez olarak dikkat çeken Kerek birçok defa Haçlı saldırısına mâruz kaldı.

    658 (1260) yılından itibaren Memlük hâkimiyetine giren Ürdün’ün kuzeyi Şam (Suriye) nâibü’s-saltanasına bağlı bir idarî birim haline geldi. Ürdün, Memlükler döneminde Kerek, Şevbek, Aclûn ve Ezrak kaleleriyle bölge savunması için önemli bir rol oynamaktaydı. Kale kumandanları bedevî kabilelerini denetim altına almakla görevliydi. Bu kaleler arasında nâiblik haline getirilen Kerek’in özel bir yeri vardı. Memlükler devri boyunca isyan eden veya isyan etme ihtimali bulunan Memlük emîrleri bu kaleye sürgüne gönderilirdi. Muhammed b. Kalavun gibi bazı sultanlar da Kahire’deki siyasî hadiselerden bunaldıklarında bu kaleye çekilmişti. Memlükler’in XV. yüzyılda zayıflamasına paralel olarak Ürdün’de kabilelerin hâkimiyeti başladı. Kuzey Ürdün’de Aclûn bölgesi Gazzevî ailesinin idaresine girdi, bu aile daha sonraki yıllarda bütün Ürdün’de hâkimiyet kurdu.

    Ürdün, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında (1516) Osmanlılar’a geçti. Gazzevî ailesi de bir Osmanlı sancağına dönüşen Aclûn’da sancak beyi statüsünü elde etti. Gazzevî ailesi, emîr-i hac görevine tayin edilerek Suriye bölgesindeki hacıların koruyuculuğunu da üstlendi. Osmanlı idarî teşkilâtında Şam beylerbeyiliğine bağlanan Aclûn, Salt ile birlikte zikredilmiştir. 1527’de Salt ve Aclûn, İskender Bey’e sancak olarak verildi. XVIII. yüzyılın başlarında Aclûn Sayda sancağına bağlandı. XIX. yüzyılın ortalarında sancak diye kaydedilen Aclûn bu yüzyılın sonlarında Havran’a bağlı bir kaza idi. Osmanlılar döneminde Maan ve Kerek de (Kerek-Şevbek) sancak şeklinde kaydedilmiştir. XVII. yüzyılda isyan edip Lübnan’ı egemenlikleri altına alan Ma‘noğulları nüfuzlarını Ürdün’ün kuzeyindeki Aclûn’a kadar yaydılar. Şam Beylerbeyi Küçük Ahmed Paşa’nın bölgeyi tekrar Osmanlı hâkimiyetine almasından sonra Ürdün’de Gazzevî ailesinin nüfuzu azaldı. XVIII ve XIX. yüzyıllarda Arabistan yarımadasının kuzeyindeki kabilelerin baskısı sonucunda Ürdün’de bedevî kabileleri isyan ederek karışıklık çıkardı. Burası hac yolu üzerinde önemli bir merkez olduğundan isyanlar Osmanlılar tarafından dikkatle takip edildi ve bastırıldı.

    Arabistan yarımadasındaki Vehhâbîlik hareketi bu dönemde Ürdün’ü de etkiledi. 1809-1810 yıllarında Ürdün’ün tamamını ele geçirip Suriye’ye yaklaşan Vehhâbî grupları Mehmed Ali Paşa tarafından bertaraf edildi. Bu devirde çıkan kabile isyanlarını Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa bastırdı. İbrâhim Paşa’nın 1841’de bölgeden ayrılmasının ardından kabilelerin çıkardığı karışıklıklar daha da arttı ve demografik değişmelere yol açtı. Özellikle Ürdün’ün kuzeyine göçler oldu. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Ürdün’ün kuzey bölgeleri şehirleşme ve nüfus açısından gelişme gösterirken güney bölgelerinde nüfus azaldı. 1864 yılından itibaren Ürdün’ün kuzeyi tekrar Suriye (Şam) vilâyetine bağlandı. Kafkasya’daki karışıklıklar sebebiyle Osmanlı topraklarına göç eden Çerkezler’in bir kısmı Amman civarına yerleştirildi (1878). XIX. yüzyılın sonlarında Osmanlı hâkimiyeti Ürdün’ün merkezî kısımlarında Kerek ve Maan’a kadar uzanmaktaydı. Daha güneydeki bedevî kabilelerine yapılan Osmanlı hücumları bunlar üzerinde kontrolü sağlamaktan uzaktı. XX. yüzyılın başlarında Ürdün’deki en dikkat çekici gelişme Hicaz Demiryolu’nun önemli merkezleri olan Zerkā ve Maan istasyonlarının açılmasıdır. Bedevî kabileleri hac güzergâhı üzerinde kendi kontrollerini azaltacak bu girişime karşı çeşitli saldırılarda bulundu. 1905-1910 yılları arasında Şevbek, Kerek gibi Ürdün şehirlerinde Osmanlı yönetimine karşı çıkan isyanlar Şam’dan gelen Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırıldı.

    I. Dünya Savaşı esnasında Şerîf Hüseyin’in Hicaz’daki isyanı Ürdün’ü de etkiledi. Ürdün kabilelerinin bir kısmı Şerîf Hüseyin’in oğlu Faysal’ın yanında yer alırken bir kısmı Osmanlılar’ı destekledi. Lawrence’ın kışkırtmasıyla Huveytât kabilesine bağlı gruplar Osmanlı birliklerini Maan’da yenip Akabe’yi (1917), Faysal’a bağlı kuvvetler de Maan’ı tahrip ederek (1918) 23 Eylül’de Salt’ı, 25 Eylül’de Amman’ı ele geçirdiler. Böylece 1918 yılı sonunda Ürdün, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinden çıktı ve bu dönemden itibaren Şerîf Hüseyin’in oğlu Faysal’ın yönetimi altına girdi. Faysal’ın 1920’de Fransızlar tarafından Suriye’den çıkarılmasının ardından kardeşi Abdullah Ürdün’e gelerek Şubat 1921’de kendini Şarkī Ürdün emîri ilân etti. Onun yönetimi bölgeyi elinde tutan İngilizler tarafından desteklendi ve İngiliz manda yönetimi kuruldu. Abdullah’ın otuz yıllık iktidarı döneminde Ürdün modern bir devlete dönüştü. 1946 yılına kadar İngiliz manda yönetiminde kalan Ürdün’ün Filistin ile olan sınırları 1948 ve 1967 Arap-İsrail savaşları sonunda değişikliğe uğradı. Suudi Arabistan’la sınırı 1960’larda Akabe Limanı’nın gelişmesini sağlamak için Ürdün lehine genişletildi. Ürdün buna karşılık güneydoğudaki çöl arazisinden bir kısmını Suudi Arabistan’a verdi. Abdullah’ın emirlik dönemi modern bir devlet için gerekli olan kurumların İngiltere örneğine göre yapılandığı bir dönem oldu. Ülkede kabilelerin hâkimiyetine son verilerek devlet düzeni kuruldu. Kadastro ile özel mülkiyete geçildi. 25 Mayıs 1946’da İngilizler tarafından Ürdün’e bağımsızlık verildi. 24 Ocak 1949’da devletin adı Ürdün Hâşimî Krallığı şeklinde belirlendi (el-Memleketü’l-Ürdüniyyetü’l-Hâşimiyye) ve Abdullah ilk Ürdün kralı ilân edildi.

    1948 Arap-İsrail savaşında Ürdün ordusu Batı Şeria ile Doğu Kudüs’te konuşlandı ve topraklar 1950’de resmen Ürdün sınırları içerisinde kaldı. 1951’de bir suikast sonucu öldürülen Kral Abdullah’ın yerine geçen büyük oğlu Tallâl ertesi yıl psikolojik problemleri sebebiyle tahttan indirildi. Yerine Tallâl’in oğlu Hüseyin kral, diğer oğlu Hasan veliaht ilân edildi. Ürdün 1950’li yıllarda İngiltere ve Amerika’nın malî ve askerî yardımlarıyla güçlendi. Kral Hüseyin, nüfuzundan rahatsızlık duyduğu İngilizler’in Arap Lejyonu kumandanı Sir John B. Glubb’u ve İngiliz askerlerini Ürdün’den çıkarıp orduyu millîleştirdi (1956). Ertesi yıl Kral Hüseyin’e karşı yapılan darbe teşebbüsü Amerika’nın desteğiyle önlendi. 1967 Arap-İsrail savaşına katılan Ürdün, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki topraklarını kaybetti. 1970-1971 yıllarında Filistin Kurtuluş Örgütü mensupları ile Ürdün ordusunun çatışması sonucunda Filistin Kurtuluş Örgütü, Ürdün topraklarından çıkarıldı.

    Anayasal bir monarşi ile yönetilen Ürdün’de 1952 anayasasına göre kurulan parlamento (meclisü’l-ümme), seçimle gelen milletvekillerinden oluşan millet meclisi ile (meclisü’n-nüvvâb) üyeleri kral tarafından tayin edilen senatodan (meclisü’l-a‘yân) oluşur. Ancak Kral Hüseyin döneminde 1967-1984 yılları arasında seçim yapılmadı. 1984’ten itibaren demokratik hayata geçmeye başlayan Ürdün’de 1989’dan beri her dört yılda bir parlamento için seçim yapılmaktadır. Pek çok siyasî partinin bulunduğu Ürdün’de başbakan ve kabine kral tarafından tayin edilmektedir. 1990-1991 yıllarında Irak’ın Küveyt’i işgal etmesi yüzünden Amerika Birleşik Devletleri’nin müdahalesiyle ortaya çıkan Körfez krizi esnasında Saddam Hüseyin’i desteklemekle suçlanan Ürdün’e dış yardımlar kesildi. Körfez ülkelerinde çalışan on binlerce Ürdünlü’nün sınır dışı edilerek ülkelerine gönderilmesi ülkede büyük sıkıntıya yol açtı. 26 Ekim 1994’te Amerika Birleşik Devletleri’nin aracılığıyla Ürdün ve İsrail arasında barış antlaşması yapılarak karşılıklı diplomatik ilişki kuruldu. Bu antlaşmanın ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin Ürdün’e yaptığı malî yardımlar arttırıldı ve sağlanan ekonomik kolaylıklar genişletildi. Bu yardımlar 1990’lı yılların ortalarında Ürdün’ün gelişmesine ve alt yapı yatırımlarına katkıda bulundu.

    Kral Hüseyin, 1999 yılında ölmeden hemen önce kardeşi Prens Hasan’ın yerine oğlu Abdullah’ı veliaht tayin etti ve ölümünün ardından oğlu II. Abdullah Ürdün kralı oldu. Müslüman Kardeşler’in en önemli muhalif grubu meydana getirdiği Ürdün’de, 2011’de pek çok Arap ülkesinde başlayan ve yönetimlerin devrilmesiyle sonuçlanan “Arap baharı”nın etkisiyle çeşitli protesto gösterileri yapıldı, buna karşılık hükümet akaryakıt ve yiyecek fiyatlarını indirmek zorunda kaldı. Bu olayların ardından Kral II. Abdullah kabineyi feshedip yeni bir kabine tayin etti. Arap Birliği’nin kurucu üyeleri arasında yer alan Ürdün, Arap Ekonomik Birliği Konseyi ile İslâm Konferansı Teşkilâtı (İslâm İşbirliği Teşkilâtı) üyesidir. XX. yüzyılın başlarında çok düşük bir nüfus yoğunluğuna sahip olan Ürdün’ün nüfusu, çeşitli savaş ve krizlerin ardından toprakları işgal edilen Filistinliler’in göçmesi ve özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Iraklılar’ın büyük oranda Ürdün’e sığınmasıyla arttı. Ürdün’ün toplam nüfusunun % 70’i Filistinliler’den meydana gelir. Nüfusun % 90’dan fazlası Sünnî müslüman, % 6’sı hıristiyandır. Ürdün genç ve eğitimli bir nüfusa sahip olmakla birlikte yüksek işsizlik oranı sebebiyle bu iş gücünü daha ziyade zengin Arap ülkelerinde istihdam sahası bulabilmektedir. Ülkede Arapça’nın yanı sıra İngilizce yaygın biçimde kullanılır.

    KÜLTÜR ve MEDENİYET
    Ürdün ve Suriye’nin fethiyle birlikte sahâbîler bölgede yerleşerek İslâm’ın yayılmasında önemli rol oynadılar. Büyük kısmı çöl olan Ürdün’de yerleşimin azlığı, halkın çoğunluğunu göçebelerin teşkil etmesi gibi sebeplerle bilhassa bölgenin kuzey kesimleri Suriye merkezli ilmî hareketin etkisi altında kaldı. Zira Ürdün, Dımaşk ve Kudüs gibi önemli iki ilim merkezine yakınlığı dolayısıyla Ürdünlü talebeler eğitimlerini tamamlamak için daha ziyade Dımaşk ve Kudüs’e giderek orada yerleşmişlerdi. Hüsbânî ve Bâûnî gibi nisbeler taşıyan meşhur Dımaşklı ulemâ aileleri aslen Ürdünlüdür. Modern dönem öncesinde bilim ve kültür adamlarının genellikle hükümdar saraylarının bulunduğu Dımaşk, Bağdat, Kahire ve Halep gibi başşehirlerle medreseleri ve kütüphaneleriyle kültürel hayatın merkezi konumundaki büyük şehirlerde yaşamayı tercih etmeleri, buna karşılık Ürdün şehirlerinden hiçbirinin başkent olmaması gibi sebeplerle bölge Suriye, Mısır ve Filistin’e nazaran ilmî hayat açısından daha zayıf kalmıştır. Suriye’de Dımaşk’ın yanı sıra Ürdün’ün kuzeyinde Amman ve Aclûn ile Kerek ve güneyindeki Eyle (Akabe), Bilâdüşşam’daki bilimsel ve kültürel hayatla irtibat içinde canlılık gösterdi. İlk dönemde yetişen Ürdünlü âlimlerden Eslem b. Muhammed b. Selâme el-Ammânî, Zeyyât diye meşhur Ebü’l-Feth Nasr b. Mesrûr ez-Zührî el-Ammânî, Muhammed b. Kâmil el-Ammânî, aslen Medineli olan Amman Kadısı Hafs b. Ömer b. Hafs el-Ammânî, Yahyâ b. Abdullah b. Üsâme el-Belkāvî ile Muhammed b. Zeyd Ebû Tâhir el-Belkāvî kaynaklarda zikredilmektedir. Başkent Amman’da mevcut en eski cami Emîr Abdullah’ın 1923’te yaptırdığı ve babası Şerîf Hüseyin’e nisbetle anılan el-Mescidü’l-Hüseynî’dir.

    İlk devir muhaddisleri arasında Hasan b. Ali b. Îsâ el-Ezdî el-Maânî, Eyyûb b. Hasan el-Cereşî ile Süleyman b. Ahmed b. Muhammed el-Cereşî, Ürdün’ün dikkati çeken simalarındandır. Akabe de ilk dönemde hadis âlimlerinin ziyaret ettiği şehirlerdendi. Hz. Osman’ın mevlâlarının gelip yerleştiği Akabe’de özellikle II. (VIII.) yüzyılda gelişen hadis ilmi IV. (X.) yüzyıla kadar varlığını sürdürdü. Nitekim bu şehre hadis almak maksadıyla âlimlerin geldiği, İbn Şihâb ez-Zührî’nin de bunlar arasında yer aldığı kaydedilmiştir. Akabe’de hadis ilmiyle meşgul olanlar arasında Ukayl b. Hâlid el-Eylî, Selâme b. Rûh el-Eylî ve Muhammed b. Azîz el-Eylî’nin isimleri sayılabilir. Bu râvilerden hadis almak üzere Fesevî gibi hadisçiler Akabe’ye gelmiştir. Akabeli ulemâ ailelerinden yetişen pek çok âlim İslâm dünyasının çeşitli bölgelerine giderek hadisle ilgili çalışmalar yaptı. IV. (X.) yüzyılda Abbâsî Devleti’nin zayıflaması ile birlikte Şiî Fâtımîler’in etkilerinin artması ve Bilâdüşşam’a nüfuz etmeleri bölgedeki istikrara ve Ürdün’deki ilmî faaliyetlere de tesir etti.

    V. (XI.) yüzyıldan itibaren bölgede ilmî hareketin arttığına dair işaretler mevcuttur. Bu dönemde Ürdün’den bazı bilim adamlarının Dımaşk ve Kudüs gibi şehirlere ilim yolculuğu yaptıklarına dair kayıtlar vardır. Bölgede Eyyûbîler’in hâkim olmasıyla Ürdün’de ilim hayatı yeniden canlandı. Eyyûbî sultanları bölgede Sünnî eğitimi yaygınlaştırmak amacıyla medreseler açtılar ve ulemâyı desteklediler. Ürdün, özellikle el-Melikü’l-Muazzam Îsâ ve el-Melikü’n-Nâsır Dâvûd dönemlerinde ilmî gelişmelerden istifade etti. Bu dönemde Amman, Kerek, Salt ve Aclûn’da medreseler inşa edildi. 626’da (1229) Kerek’te müstakil bir emirlik kuran el-Melikü’n-Nâsır Dâvûd’un ulemâyı desteklemesi ve ilim meclislerine katılması Kerek’i âlimlerin uğradığı önemli merkezlerden biri haline getirdi. Kitap toplamaya meraklı olan el-Melikü’n-Nâsır Dâvûd döneminde Kerek’te ilk defa bir medrese ve kütüphane kuruldu. Aynı dönemde şehre gelen Seyfeddin el-Âmidî ve Tâceddin el-Urmevî, el-Kâfiye müellifi İbnü’l-Hâcib, tabip İbnü’l-Kuf, İbn Busâka adıyla meşhur şair ve edip Ebü’l-Feth Nasrullah b. Hibetullah el-Gaffârî, felsefeci Hüsrevşâhî, Mirʾâtü’z-zamân adlı tarihiyle bilinen Sıbt İbnü’l-Cevzî ve Müferricü’l-kürûb fî aḫbâri Benî Eyyûb isimli tarihin müellifi İbn Vâsıl, Kerek’te el-Melikü’n-Nâsır Dâvûd’dan ilgi gören ulemâdan birkaçıdır. Kerek onun döneminde fen ve tıbbî ilimler açısından da önemli gelişme gösterdi.

    Memlükler döneminde Ürdün’de ilmî gelişme zirveye ulaştı. Mısır’da nâib-i saltanat olarak görev yapan Memlük emîrlerinden Sargatmış 757’de (1356) Amman’da Hanefî fıkhının öğretilmesi için bir medrese inşa ettirdi. Ürdün’de inşa edilen medreseler arasında Salt’ta Medresetü’s-seyfiyye, Aclûn’da Medresetü’l-yakīniyye ve Husbân’da Medresetü Husbân sayılabilir. Kerek’te Mısır Memlük Sultanı el-Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavun tarafından Bîmâristânü’n-Nâsırî diye bilinen bir hastahane ve tıp medresesi kuruldu. Bu dönemde Kahire ve Dımaşk medreselerinde pek çok Ürdünlü âlime rastlandığı gibi kadılık ve Memlük saraylarında kâtibü’s-sır gibi görevlere Ürdünlü âlimler tayin edilmekteydi. Muhaddis ve Şâfiî fakihi Muhammed b. Ahmed el-Aclûnî gibi meşhur âlimler Memlükler devrinde Ürdün’de yetişti. Bu dönemde Ürdün’de yetişen hadis âlimleri arasında İsmâil b. Halîfe b. Abdülâlî el-Husbânî, Ebü’l-Fezâil Dânyâl b. Menglî el-Kerekî et-Türkmânî, Gāzî b. Dâvûd b. Îsâ el-Eyyûbî, Yûsuf b. İsrâîl b. Yûsuf el-Kerekî, Abdülkādir b. Abdülazîz b. Muazzam Îsâ el-Eyyûbî, Abdullah b. Mâlik b. Mektûm el-Aclûnî ve oğlu Muhammed Kāsım b. Muhammed el-İrbidî, Hârûn b. Îsâ b. Mûsâ eş-Şevbekî, Muhammed b. Yûnus b. Ali el-Aclûnî ve Abdülmün‘im b. Ahmed b. Muhammed es-Saltî sayılabilir.

    Ürdün’de fıkıh alanında da pek çok âlim yetişti. Bunlardan Muhammed b. Abdullah el-Hakkârî es-Saltî, İbrâhim b. Muhammed b. Îsâ el-Aclûnî ve İbnü’l-Kerekî diye tanınan İbrâhim b. Abdurrahman b. Muhammed önemlidir. Ayrıca Abdullah b. Halîl b. Ferec er-Remsâvî, Muhammed b. Ömer b. Zekî el-Kerekî, Muhammed b. Abdullah el-Kerekî, Haccî b. Mûsâ b. Ahmed el-Husbânî, Osman b. Muhammed b. Osman el-Ubâdî ve Abdüsselâm b. Dâvûd b. Osman el-Aclûnî’nin isimleri anılabilir. Kıraatte Burhâneddin el-Kerekî ve Abdurrahman b. Ebû Bekir b. Ebü’l-Abbas el-Kerekî’den ders almak üzere pek çok talebe Ürdün’e gelmekteydi. Memlükler döneminde Ürdün’de dikkati çeken bir tasavvuf hareketi görülmektedir. Mutasavvıflar arasında Muhammed b. Ali b. Ca‘fer el-Aclûnî (el-Bilâlî), Muhammed b. Sellâme et-Tûzî el-Kerekî ile Muhammed b. Hilâl el-Bâûnî sayılabilir. Şiirde ise Mahmûd b. Tay el-Aclûnî ve Ahmed Şihâb el-Kâsî el-Kerekî meşhurdur. Kerek’te Memlükler devrinde dinî ilimlerin yanı sıra tıp ve fen bilimlerinde de âlimler yetişti. Bunlardan tabip Alemüddin Tûmâ b. İbrâhim eş-Şevbekî ile kimyacı Yûsuf b. Süleyman el-Kerekî zikredilebilir.

    Osmanlılar döneminde Ürdün’de klasik medrese eğitiminin yanı sıra camilerde ve hocaların evlerinde kurulan ilim halkalarında da eğitim devam ediyordu. Bu küçük çaplı mekteplerde bir hocanın nezâretinde çocuklara Kur’an, okuma yazma, tecvid ve dinî bilgilerin yanı sıra matematik ve astronomi gibi ilimler de öğretilmekteydi. Osmanlılar devrinde yetişen Keşfü’l-ḫafâʾ müellifi İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî Ürdünlüdür. Muhammed b. Ali b. Abdurrahman el-İrbidî, dinî ilimler ve edebiyat alanında Osmanlılar döneminde Ürdün’de yetişmiş şahsiyetlerdendir. XIX. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nin Ürdün’de eğitimi herhangi bir denetime tâbi tutmadığı ve mahallî yöneticilerle ulemâ tarafından uygulanan bir eğitimin varlığı bilinmektedir. 1830-1840 yılları arasında Kavalalı İbrâhim Paşa yönetimindeki Mısır’ın hâkimiyetine giren Ürdün’de Batı tarzında eğitim kurumları açılmaya başlandı. Ardından tekrar Osmanlı hâkimiyetine giren ülkede modern eğitim kurumları yaygınlaştırıldı ve ilköğretim mecburi hale getirildi, bunun yanı sıra rüşdiye ve idâdîler açıldı. 1869’dan itibaren gayri müslimlere de okul açma hakkı tanındı. Gayri müslimlerin ve misyonerlerin açtıkları okullar özellikle Lübnan ve Filistin’de yoğunlaştığından pek çok Ürdünlü eğitimini sürdürebilmek için bu bölgelere gitti.

    Tanzimat döneminde Ürdün’de resmî ve özel eğitim kurumları gelişmeye başladı. Camide veya bir hocanın evinde yapılan derslerin yanı sıra sıbyan mektepleri de eğitim faaliyetlerini sürdürmekteydi. 1874’te Salt şehrinde altı sıbyan mektebi mevcuttu. Nitekim o dönemde daha küçük bir yerleşim yeri olan Amman’da 1893 yılında iki mektep vardı. 1888’de Kerek şehrinde iki, İrbid’de bir okul açılmıştı. XIX. yüzyılın sonlarında mekteplerin sayısı arttı. Aclûn ve çevresinde pek çok okulun varlığından bahsedilmektedir. 1869’dan itibaren Ürdün’de modern anlamda ilkokullar kuruldu. İlkokulların ilk açıldığı şehir Osmanlılar döneminde idarî merkez olan Salt’tır. 1879’da Salt’ta ilk resmî ilkokul açıldı. Bölgede “enmûzec” diye adlandırılan bu resmî ilkokullar hocalar tarafından yönetilen okullarla birlikte alternatif hizmet verdi. Aynı dönemde Salt’ın yanı sıra İrbid, Kerek ve Maan da ilkokulların açıldığı önemli merkezlerdendir. 1892 yılında Ürdün’deki ilk kız okulu Salt’ta eğitime başladı; bunu Kerek, Aclûn ve Cereş’te açılan kız okulları takip etti. XIX. yüzyıl sonlarında Ürdün’de İrbid, Kerek, Maan ve Salt şehirlerinde dört rüşdiye mevcuttu. Ürdün’de oturan hıristiyanlar XIX. yüzyıla kadar eğitimlerini kilise ve manastırlarda din adamlarından almaktaydı. Bu yüzyılda modern eğitimin Osmanlı topraklarında yaygınlaşmasıyla Ürdün hıristiyanları arasında eğitim özellikle Batılı misyonerleri eliyle gelişti. İlk misyoner okulları din adamlarının idaresindeydi. Daha sonra Osmanlı Devleti bu okulları denetimi altına aldı. Ürdün’de ilk misyoner okulu Salt’ta Rum Ortodokslar tarafından açıldı. Ardından Katolik ve Protestanlar da çeşitli okullar açtı. 1875’te Kerek’te eğitime başlayan Katolik okulunda Hıristiyanlığın yanı sıra diğer ilimler de öğretiliyordu. XIX. yüzyıl boyunca bölgede bu türden pek çok okul faaliyete geçti.

    1921’de Şarkī Ürdün Emirliği’nin kurulmasıyla birlikte Emîr Abdullah’ın ulemâ ve şairlerle ilim meclisleri oluşturduğu bilinmektedir. Onun etrafında toplanan ulemâ ve edipler arasında Âdil Arslan, Mustafa el-Galâyînî, Hasan Zeyd el-Kîlânî, Fuâd el-Hatîb, Hayreddin ez-Ziriklî, Muhammed eş-Şüreykî, Mustafa Vehbî et-Tel, Abdülmün‘im er-Rifâî, Saîd el-Kermî ve Muhammed Ali el-Hûmânî gibi isimler sayılabilir. Bunlara Saîd Dürre, Fehmî Hâşim ve Nedîm Mellâh ilâve edilmelidir. Emîr Abdullah’ın 1924 yılında Amman’da üyeleri arasında Rıza Tevfik’in de bulunduğu Mecmau’l-ilmî kurma çalışması sonuçsuz kaldı.

    İsrail işgaliyle birlikte pek çok Filistinli Ürdün’e göç etti ve burada bir edebiyat oluştu. Subhî Ebû Ganîme, Ürdün’de kısa hikâye alanında eser veren ilk yazardır (Eġāni’l-leyl, Dımaşk 1922). Onu Îsâ en-Nâûrî ve Fâlih el-Garâyibe gibi yazarlar takip etti. XX. yüzyılda Ürdün’de dil ve edebiyat çalışmaları önemli bir yer tutar. Hayreddin ez-Ziriklî’nin 1921-1923 arasında Emîr Abdullah’ın yanında kaldığı yılları anlatan ʿÂmân fî ʿAmmân adlı eseri (Kahire 1925) modern Ürdün’ün edebiyat çalışmalarının öncülerindendir. Roman alanında Abdülhalîm Abbas’ın Filistin meselesini anlatan Fetâtün min Filisṭîn (Amman-Kahire 1948), Şükrî Şa‘şâa’nın Ẕikrayât ve Teysir Zübyân’ın Müẕekkirâtü fetâtin şâride adlı romanları bu alanda Ürdün’deki ilk çalışmalardır. Arap dünyasında en popüler alanlardan sayılan hikâye dalında Mahmûd Seyfeddin el-Îrânî’nin Maʿa’n-nâs adlı eseri 1955’te Amman’da yayımlandı. XX. yüzyılda yetişen şairler arasında Abdülmün‘im er-Rifâî, Hüsnî Füreyz, Yûsuf el-Azm, edip Îsâ en-Nâûrî, edip ve Arap dili âlimi Nâsırüddin el-Esed ve Süleyman Mûsâ zikredilmesi gereken isimlerdir.

    İngiliz kontrolü altında Ürdün Emirliği’nin kurulmasıyla birlikte eğitimde yeni bir aşamaya gelindi. Okulların sayısı arttı. Eğitimde yedi yıllık ilköğretim ve dört yıllık ortaöğretimden oluşan bir sisteme geçildi. Daha sonra pek çok değişikliğe uğrayan eğitim sisteminde 1962’de altı yıllık ilkokul, üç yıllık ortaokul ve üç yıllık lise öğretimine başlandı. 1988’de on yıllık zorunlu ilköğretim ve iki yıl lise eğitiminden meydana gelen yeni bir sistem uygulandı. Ülkede kurulan ilk üniversite 1962’de Amman’da açılan Ürdün Üniversitesi’dir. Ürdün’ün en büyük ve köklü eğitim kurumu olan Ürdün Üniversitesi’ni 1976’da İrbid’de eğitime başlayan Yermük Üniversitesi, 1981’de Mûte Üniversitesi, 1986’da Bilim ve Teknoloji Üniversitesi, 1991’de Hâşimî Üniversitesi ve 1992’de Ehlibeyt (Âlü beyt) Üniversitesi takip etti. Devlet üniversitelerinin yanı sıra son zamanlarda pek çok özel üniversite kuruldu. Bunun dışında Ürdün’de elli beş meslek yüksek okulu bulunmaktadır.

  • FİLİSTİN

    Adını, milâttan önce XII. yüzyılda Kavimler göçü sırasında deniz yoluyla buraya gelen Filistler’den alır. Tarih öncesi devirlerden itibaren çeşitli kavimlerin göçlerle gelip yerleşmesine ve bunlara karşı harekete geçen başka üstün güçlerin pek çok istilâ ve fetihlerine mâruz kalmıştır. Bu durumun başta gelen iki önemli sebebi, bölgenin Arap coğrafyası içinde sahip bulunduğu zengin ve stratejik tabiatla üç büyük ilâhî dinin gerek doğuş gerekse gelişmesinde oynadığı önemli rol ve içinde barındırdığı kutsal yerler (belki de bu sebeple bölgenin bir başka adı da “arz-ı mev‘ûd” veya “arz-ı mukaddes”tir) şeklinde özetlenebilir. Filistin adıyla anılan toprakların, bu özelliklerine bağlanan istilâlar ve çeşitli kavimlerin buraya hâkim olmak için verdikleri mücadeleler dolayısıyla siyasî sınırlarını açıklıkla çizmek kolay değildir. Bununla birlikte bölgenin coğrafî sınırları konusunda görüş birliği olduğunu söylemek ve bu sınırları bir uzmanın ifadesiyle şu şekilde belirginleştirmek mümkündür: “Filistin denen topraklar esas itibariyle, Suriye ile Mısır ve Akdeniz ile Şeria nehri arasında kalan topraklardır. Şeria nehrinin döküldüğü Ölüdeniz de (Lut gölü) Filistin’in doğu sınırına dahildir. Bu sınırlar içinde de Filistin toprakları coğrafî bakımdan Akdeniz kıyı şeridi, kuzeyden güneye doğru uzanan dağ silsilesinin bulunduğu ortadaki yayla bölümü ve en doğuda da Şeria vadisi olmak üzere üç parçaya ayrılır. Bu üç parçalı coğrafî ayırım hemen bütün kaynaklarca benimsenmiştir. Ortadaki dağlık kesim veya yüksek yaylalar kısmı, genellikle kuzeyden güneye olmak üzere, Safed ve Nazareth (Nâsıra) şehirleri ile Tabor dağının bulunduğu Galilee (Celîle) bölgesi; ortada, Nablus şehrinin bulunduğu ve batıda Kermil dağına kadar uzanan Samaria (Sâmiriye) bölgesi; daha güneyde, Şeria nehrinin Ölüdeniz’e döküldüğü yerden başlayıp Kudüs, Beytlehem (Beytülahm) ve Hebron (Halîlürrahman) şehirlerinin (içinde) bulunduğu Judea (Yahudiye) bölgesi ve daha güneyde de Beersheba (Bi’rüssebi‘) şehrinin bulunduğu Necef çölü olmak üzere dört kısma ayrılır” (Armaoğlu, s. 4).

    Söz konusu coğrafî sınırları içinde Filistin’in tabiat şartları da özellikle iklimi başta olmak üzere ilgi çekici bir çeşitlilik gösterir. Akdeniz kıyı şeridi yeterince yağış alan yarı tropikal bir iklime sahipken orta kısımda bol yağış alan kuzeyden güneye, Necef çölüne doğru yağışların giderek sıfıra yaklaştığı ve kışın soğuk geçen birkaç ayın dışında yılın büyük bölümünde gündüzlerin sıcak, gecelerin serin olduğu bir kara iklimi hâkimdir. Şeria vadisinde ise kış aylarında ılık bir havanın yaşandığı, buna karşılık yılın geri kalan kısmında ısının hayli yükseğe çıktığı daha sıcak bir kıta iklimi dikkati çeker. Bölgenin bu iklimi, daha ziyade yağış miktarına bağlı olarak değişik yörelerde bitki örtüsünü ve ekilebilir arazi kapasitesini belirlemektedir. Buna göre ormanlar Akdeniz kıyısında daha çok fundalık olmak üzere yalnız kuzeyin yüksek kesimlerinde mevcuttur ve bugün eski dönemlere göre artan ağaç tüketimi sonucu iyice azalmış durumdadır. Şeria vadisinde ise bir subtropikal bitki örtüsü dikkati çeker. Bu iklim özelliği Filistin’i, tarih boyunca tarım üretimini çeşitlendiren verimli ova ve arazilere sahip kılmıştır. Yağış durumuna göre değişmek ve daha ziyade kuzey kesimlerle kıyı boyunda verimliliği artmak üzere daima bölgede çeşitli tahıllarla hemen her tür meyve, bu arada işlenmeye ve ihracata açık ürünlerin yetiştirilmiş olduğu görülür. Belki de bu sebeple Kitâb-ı Mukaddes’in birçok yerinde Filistin için “süt ve bal akan diyar” denilmiştir (meselâ bk. Çıkış, 3/8; Levililer, 20/24; Tesniye, 11/9). Bölge bitki zenginliğine kıyasla yer altı servetleri bakımından yoksul olup en dikkate değer kaynağı Ölüdeniz’den elde edilen tuz ve yan ürünleridir. Özellikle güney kısımlarda az miktarda petrol, fosfat, bakır, demir, uranyum, manganez, kireç taşı ve sülfür bulunur.

    Coğrafî konumu ve bütün özellikleriyle Asya ve Afrika arasında fevkalâde önemli stratejik bir noktada bulunan Filistin’in toprak alanını tesbit için, tarih boyunca sahne olduğu hâkimiyet mücadeleleri içinde değişen siyasî sınırlarına bakmak gerekir. Buna göre Filistin’in son siyasî sınırı olarak milletlerarası alanda manda yönetimi için çizilen 1922 sınırlarının kabul edilmesi en uygunudur. Çünkü kısa bir müddet sonra İngiltere’nin girişimiyle Şeria nehrinin doğusundan itibaren ayrılan bugünkü Ürdün kısmı hariç hemen hemen Akdeniz, Lübnan, Suriye, Şeria nehri ve Ölüdeniz’den Kızıldeniz’in Akabe Limanı’na uzanan çizgi ile Mısır’a ait Sînâ yarımadasının çevrelediği yaklaşık 27.000 km2’lik bir alandan oluşan Filistin manda idaresi toprakları, tarih boyunca Filistin denildiğinde akla gelen siyasî bölgeye de, yukarıda tanımlanan coğrafî bölgeye de tamamen tekabül etmektedir.

    İslâm Öncesi Dönem. Filistin’de yaşayan kavimlerin ve işgal veya istilâlarla burada hâkimiyet kuran siyasî güçlerin tarihi çok gerilere uzanacak kadar eskidir. Bölgenin, üzerinde insanoğlunun kültür izlerine rastlanan toprak parçalarının en eskilerinden biri olduğu bilinmektedir. Yapılan arkeolojik kazı ve araştırmalara göre ilk buluntular, günümüzden 14.000 yıl önce yaşanan Mesolitik Natuf kültürüne aittir. Neolitik çağın tarım, hayvancılık ve çömlek yapımcılığının ortaya çıktığı yerleşik toplum hayatına ait en eski kalıntıları ise milâttan önce 5000’lere tarihlenen Erîhâ’da (Jericho) bulunmuştur. Bu dönemden sonra bölge genellikle Arabistan dolaylarından arka arkaya göç eden Sâmî kavimlerin işgal ve yerleşmelerine mâruz kalmıştır. Bu toprakların adı bilinen ilk sakinleri, Tevrat’a göre dünyanın en eski milleti olan ve Arap tarihçileriyle bazı araştırmacılar tarafından Araplar’ın atası olduğu kabul edilen Amâlika kavmidir. Milâttan önce III. binyıldan itibaren yine Sâmî kavimlerden Ken‘ânlılar ve daha çok sahil kesimlerinde Fenikeliler, arkalarından da Ârâmîler görülmeye başlar. Çeşitli bulgular, Kudüs şehrinin Ken‘ânlılar’ın bir kolu olan Yebüsîler’ce kurulduğunu göstermektedir; nitekim bazı eski metinlerde Kudüs’ün bir adı da Yebüs olarak geçer. Bölgenin “Ken‘ân diyarı” diye anıldığı bu dönemde tarım ve özellikle ticareti ön planda tutan bir medeniyet gelişmiş ve ilk alfabe ortaya çıkmıştır. Zaman zaman Mısır işgali altında geçirilen bu dönemden sonra milâttan önce 1200’lerde vuku bulan Kavimler göçü sırasında “deniz kavimleri”nden Filistler bölgeye gelmiş ve bugünkü Gazze Şeridi ve civarında beş büyük şehir kurarak burayı yurt edinmişlerdir. Hangi ırka mensup oldukları bilinmeyen Filistler (kuvvetli bir ihtimalle Hint-Avrupa) bölgede “demir çağı”nı başlatmışlar ve bir süre sonra yerli halkla karışarak benliklerini kaybetmişlerdir. Filistler’in Akdeniz kıyılarına yerleştiği yıllara yakın bir tarihte ise Mısır yönetimi altındaki topraklarda yaşayan ve Firavun’un zulmünden kaçarak Hz. Mûsâ’nın öncülüğünde arz-ı mev‘ûda doğru büyük bir göç başlatan İsrâiloğulları geldiler. İsrâiloğulları, tarihi kesin biçimde tesbit edilemeyen bu göç sırasında başta ezelî düşmanları ve bu toprakların ilk sahipleri Amâlika olmak üzere çeşitli Sâmî kavimlerle ve Filistler’le savaştılar; daha sonra bölgenin büyük kısmını ele geçirerek milâttan önce XI. yüzyılın sonlarında ilk İsrail devletini kurdular (geniş bilgi için bk. AMÂLİKA; ARZ-ı MEV‘ÛD).

    İlk İsrail kralı Saul’ün (Tâlût) yerine tahta geçen Hz. Dâvûd Kudüs’ü fethederek bir saray yaptırdı, burayı devletin başşehri haline getirdi ve otuz üç yıl Kudüs’te hüküm sürdü. Hz. Dâvûd zamanında başta bölgenin gerçek sahibi Amâlika olmak üzere burada yaşayan bütün kavim ve kabileler boyunduruk altına alındılar. Ancak pek çok kaynakta belirtildiği ve günümüzde de açıkça görüldüğü gibi İbrânî hükümranlığı altında bu yerli topluluklar, o dönemde de daha sonraki işgal ve istilâ dönemlerinde de kendi varlık ve tarihlerine sahip çıkmayı başardılar. Hz. Dâvûd’un ardından gelen Hz. Süleyman’ın dönemi (m.ö. 972-932) krallığın altın çağı oldu. Sınırların bugünkü Lübnan, Ürdün ve Suriye’nin bir kısmına kadar uzandığı bu devirde Hz. Süleyman, başta Mısır olmak üzere çevredeki devletlerle anlaşmaya vardıktan sonra Kudüs’te kendi adıyla anılan ilk yahudi mâbedinin (Süleyman Mâbedi, Mescid-i Aksâ) yanı sıra savunma amaçlı çeşitli binalar inşa ettirdi. Öte yandan Kızıldeniz’de sahip olduğu gemilerle uzak topraklara kadar uzanacak bir deniz ticareti geliştirdi. Ancak onun ölümüyle birlik dağıldı ve devlet iki ayrı parçaya bölünerek kuzeyde İsrail, güneyde Yahuda krallıkları meydana geldi; İsrail’in başşehri Sâmiriye (Samaria), diğerininki Kudüs’tü (Jerusalem). Her iki devlet de fazla uzun ömürlü olmadı ve ilki milâttan önce 721’de Asurlular, ikincisi de milâttan önce 586’da Bâbil Hükümdarı Buhtunnasr tarafından yıkıldı. Asur ve Bâbilliler sadece bu krallıkları sona erdirmekle kalmayıp aynı zamanda halklarından binlercesini de Mezopotamya’ya sürmüşlerdir.

    Filistin tarihinde bir sonraki dönem, Pers İmparatorluğu’nun kurucusu Kyros’un milâttan önce 539’da Bâbil’i fethedip bütün topraklarını ele geçirmesiyle başlayan ve iki asır kadar süren İran hâkimiyeti oldu. Bu dönemde İbrânîler belli bir ölçüde hürriyet kazanmış, Kyros’un serbest bıraktığı Bâbil esaretindeki 40.000 kişi geri dönmüş ve Bâbilliler’in yıktığı Kudüs’teki Süleyman Mâbedi ile şehrin surları yeniden inşa edilmiştir. Daha sonra bölge, milâttan önce 334’ten itibaren Suriye ve Mısır’ı işgal eden Büyük İskender’in, onun ölümünden (m.ö. 323) sonra da Helenistik krallıklardan Mısır’daki Ptolemaioslar ile Suriye’deki Selevkoslar’ın eline geçti. Özellikle Selevkoslar döneminde İbrânîler’e karşı katı bir kültürel ve dinî Helenleştirme uygulandığı görülür. IV. Antiokhos’un Süleyman Mâbedi’ni yahudi ibadetine kapatıp halkı içine koyduğu Grek tanrı heykellerine tapınmaya zorlaması üzerine Judas Maccabaeus önderliğinde büyük bir isyan çıktı; milâttan önce 164’te Selevkoslar Kudüs’ten atılarak Hasmonlu hânedanı kuruldu ve yetmiş yıl kadar devam edecek bir bağımsızlık sürecine girildi. Helenistik dönemde Grek nüfuzu daha ziyade şehirlerde etkili olmuş, eski Sâmî örf ve âdetlerine göre yaşamaya devam eden kır kesiminde kayda değer bir değişme olmamıştır.

    Filistin toprakları milâttan önce 63’te Romalılar’ın istilâsına uğradı ve uzunca sürecek bu hâkimiyet sırasında zaman zaman baş gösteren yahudi ayaklanmalarına sahne oldu. Milâttan sonra 70’te Vespasianus zamanında Roma veliaht prensi Titus Kudüs’ü tahrip ederek bütün zenginliklerini yağmaladı. 115-117’deki ikinci büyük isyandan sonra yahudilerin varlığı biraz daha eksildi; nihayet 132-135 yılları arasında meydana gelen üçüncü ayaklanma, ağırlıklı olarak oturdukları Kudüs’ten tekrar sürülmeleriyle son buldu. Bu tarihten sonra Romalılar Kudüs’ü bir Roma şehri kimliğiyle yeniden imar ettiler ve adını Aelia (Ar. İliya) Capitolina koyarak Syria Palestina dedikleri Filistin’in başşehri yaptılar. Roma döneminde Filistin’in Nâsıra kasabasında doğan Hz. Îsâ’nın Hıristiyanlığı getirmesinden ve özellikle İmparator Konstantinos’un 312’de bu dini kabul etmesinden sonra Kudüs bir defa daha kutsallık kazandı ve dinî ağırlıklı binalarla imar edilmeye başlandı. Saint Sépulcre (Merkad-i Îsâ) adındaki ilk büyük kilise Konstantinos tarafından yaptırılmıştır. 395’te Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra Bizans’ın payına düşen bölgede Hıristiyanlık daha büyük bir hızla yayılmaya başladı ve yahudilere karşı baskılar arttı. Bölge 611’de Sâsânî istilâsına uğradı, 614’te de Kudüs çok büyük bir katliama mâruz kaldı. 629’da ise İmparator Herakleios tarafından Kudüs dahil bütün Filistin tekrar Bizans hâkimiyeti altına alındı.

    İslâmî Dönem. Mi‘rac dolayısıyla İslâm tarihinde önemli bir yeri bulunan Filistin’de İslâmiyet’in yayılması için başlatılan faaliyetler Asr-ı saâdet’e kadar uzanır. Hz. Peygamber, çeşitli hükümdarlara İslâm’a davet mektupları gönderirken bir mektup da Bizans’a bağlı olan Busrâ Emîri Şürahbîl b. Amr el-Gassânî’ye yollamış, ancak elçi Hâris b. Umeyr el-Ezdî öldürülmüş ve bu durum müslümanların yenilgisiyle sonuçlanan Mûte Savaşı’na (8/629) yol açmıştı. Ertesi yıl bizzat Hz. Peygamber Tebük Seferi’ne çıktı ve vefatından kısa bir süre önce de Üsâme b. Zeyd kumandasındaki bir orduyu Mûte’nin intikamını almak üzere Belkā tarafına yollamak istedi; ancak ordu onun rahatsızlığı sebebiyle Medine’den ayrılamadı. Hz. Ebû Bekir halife seçilir seçilmez derhal Üsâme’yi tasarlanan bu sefere gönderdi (1 Rebîülâhir 11 / 26 Haziran 632). Daha sonra da Amr b. Âs’ı Filistin’in fethiyle görevlendirdi (12. yılın sonu veya 13. yılın başı, Şubat-Mart 634). Müslümanlar önce Gazze üzerine yürüdüler; yakınındaki Dâsin veya Tâdûn denilen yerde bizzat Gazze valisinin kumanda ettiği düşman ordusunu yenilgiye uğratarak şehri ele geçirdiler. Müslümanların kısa sürede Güney Filistin’i fethedip Gamrülarabât’a kadar ilerlemeleri üzerine Bizans İmparatoru Herakleios, kardeşi Theodoros kumandasındaki büyük bir orduyu Filistin’e sevketti. Bizans kuvvetleri bölgeye yaklaştığı sırada Kaysâriye’yi kuşatmış bulunan Amr b. Âs bu orduya mukavemet edemeyeceğini anlayarak kuşatmayı kaldırdı ve halifeden yardım istedi. Hz. Ebû Bekir Hâlid b. Velîd’e haber gönderip yardıma gitmesini emretti. Neticede iki ordu Remle ile Beytülcibrîn arasındaki Ecnâdeyn mevkiinde karşı karşıya geldi ve savaş İslâm ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı (28 Cemâziyelevvel 13 / 30 Temmuz 634). Bu zaferle Filistin ve Suriye’nin kapıları müslümanlara açıldı ve hemen arkasından Sebastiye, Nablus, Lüd, Yübnâ, Amvâs gibi şehirler fethedildi. Özellikle Bizanslılar’ın yenilgiye uğratıldığı Yermük Savaşı’nın (15/636) Filistin’in tarihinde önemli bir yeri vardır. Müslümanlar bu zaferle birlikte bölgede daha sağlam bir şekilde tutundular ve Kudüs’e ulaşarak şehri kuşattılar. Halkın aman dilemesi üzerine Hz. Ömer Câbiye’ye geldi ve Patrik Sophronios başkanlığındaki Kudüs heyetini kabul ederek onlara cizye ve haraç ödemeleri şartıyla bir ahidnâme verdi; böylece Kudüs barış yoluyla fethedilmiş oldu (Rebîülâhir 16 / Mayıs 637). Kudüs’ün fethi müslümanlarla Bizanslılar arasındaki mücadelede bir dönüm noktası teşkil eder. Amr b. Âs, İslâm ordularına karşı direnen Kaysâriye’yi tekrar kuşattığı sırada Mısır’ın fethiyle görevlendirilince yerini Yezîd b. Ebû Süfyân’a bıraktı; onun ölümü üzerine de kardeşi Muâviye kumandayı alarak şehri fethetti (19-20/640-641). Muâviye’nin Askalân’ı (Aşkelon = Ashqelon) ele geçirmesiyle Filistin’in fethi tamamlandı ve burası Cündü Filistin adıyla askerî bir bölge haline getirildi; merkez olarak da Kaysâriye’nin yerine Lüd şehri seçildi. Hz. Ömer Muâz b. Cebel ile Ubâde b. Sâmit ve Abdurrahman b. Ganm’ı halka İslâmiyet’i öğretmek üzere görevlendirdi; ayrıca Arap kabilelerinin buraya yerleşmesini teşvik etti. Hz. Ali-Muâviye mücadelesinde Filistinliler Muâviye’yi desteklemişlerdir.

    Çeşitli sebeplerle Filistin’e giden ve orada vefat eden sahâbîlerden bazıları şunlardır: Kâ‘b b. Umeyr el-Gıfârî, Zeyd b. Hârise, Ca‘fer b. Ebû Tâlib, Abdullah b. Revâha, Hâris b. Nu‘mân, Abdullah b. Sehl, Üsâme b. Zeyd, Dihye b. Halîfe el-Kelbî, İkrime b. Ebû Cehil, Ayyâş b. Ebû Rebîa, Amr b. Saîd b. Âs, Ebân b. Saîd b. Âs, Amr b. Tufeyl, Nuaym b. Abdullah, Fazl b. Abbas, Abdullah b. Tufeyl, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Muâz b. Cebel, Süheyl b. Amr, Şürahbîl b. Hasene, Ubâde b. Sâmit. Burada vefat eden tâbiîlerden bazıları da şunlardır: Ravh b. Zinbâ‘, İbn Âmir el-Yahsubî, Recâ b. Hayve el-Kindî, Hânî b. Mektûm, Cünâde b. Kebîr ed-Devsî.

    Emevîler devrinde çok sayıda Arap kabilesi Filistin’e iskân edildi. Halife Abdülmelik b. Mervân buraya ve özellikle Kudüs’e büyük önem verdi; oğlu Velîd zamanında ise verilen önem daha da arttı ve bölge Veliaht Süleyman b. Abdülmelik’in idaresine tevdi edildi. Süleyman halife olunca Remle’yi Filistin’in merkezi yaptı. II. Velîd döneminde ayaklanan bölge halkı Emevî valisini kovdu ve III. Yezîd’i halife ilân etti (126/744). Son Emevî halifesi II. Mervân zamanında Filistin’de bir isyan daha patlak verdiyse de âsilerin reisi Remle Valisi Sâbit b. Nuaym idam edilerek ayaklanma bastırıldı.

    Abbâsîler devrinde Filistin, merkezi yine Remle olmak üzere Suriye ile birlikte bir eyalet haline getirildi. Bölgede huzur ve sükûn hâkimdi; ancak Hârûnürreşîd’in ölümünden (809) sonra Emîn döneminde bazı karışıklıklar çıktı. Mu‘tasım-Billâh devrinde de Müberka‘ el-Yemânî çiftçileri etrafına toplayıp Emevî hâkimiyetini yeniden tesis etmek istedi, ancak Recâ b. Eyyûb isyanı bastırdı. Halife Mu‘tez-Billâh’ın 866 yılında Filistin valiliğine getirdiği Îsâ b. Şeyh eş-Şeybânî bağımsızlık sevdasına kapıldı ve Mühtedî-Billâh ile Mu‘temid-Alellah dönemlerinde Abbâsîler adına hutbe okunmasına engel oldu. Halife ancak İrmîniye’yi vermek suretiyle onu isyandan vazgeçirebildi. Bölge daha sonra Tolunoğulları (868-905), tekrar Abbâsîler ve sonra İhşîdîler’in (935-969) nüfuzu altına girdi; bir ara da Hamdânî istilâsı tehlikesi atlattı. Fâtımîler Mısır’a hâkim olduktan kısa bir süre sonra Filistin’i zaptettiler (969); iki yıl sonra da Karmatîler Filistin’deki bazı yerleri ele geçirerek Fâtımîler’le mücadeleye giriştiler. 974’te Karmatîler Mısır’a saldırınca Remle’de hüküm süren Cerrâhî (Benî Cerrâh) Emîri Hassân b. Cerrâh et-Tâî onlara yardım etmeye başladı. Ancak Halife Muiz-Lidînillâh 100.000 dinar vererek onu Karmatîler’den uzaklaştırmayı başardı. Emîr Hassân’ın yerine geçen Müferric b. Dağfel et-Tâî de Fâtımîler’le anlaştı ve geniş yetkilerle Filistin valisi tayin edildi (979). Mekke Emîri Şerif Ebü’l-Fütûh el-Mûsevî, Cerrâhî emîri tarafından Remle’de Râşid-Billâh lakabıyla halife ilân edildi (Eylül 1012). Bu olaya çok öfkelenen Fâtımî Halifesi Hâkim-Biemrillâh Cerrâhîler’i cezalandırmak istediyse de daha sonra vazgeçip Filistin’i onlara iktâ etti. Cerrâhîler’in Filistin’deki hâkimiyeti Atsız’ın bölgeye gelişine kadar sürdü.

    Kurlu Bey 462’de (1069-70) Filistin’de bir Türkmen beyliği kurdu. Onun 463’te (1071) ölümü üzerine beyliğin başına geçen Atsız b. Uvak Kudüs’ü zaptedip Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh ve Selçuklu Sultanı Alparslan adına hutbe okuttu. Atsız’ın emîrlerinden Şöklü de 1074’te Akkâ’yı alıp buradaki Fâtımî hâkimiyetine son verdi. Daha sonra kendisine karşı isyan eden Emîr Şöklü’yü öldüren Atsız Kudüs, Remle, Taberiye, Trablusşam, Sur, Akkâ, Humus ve Refeniye gibi şehirleri ele geçirip hâkimiyet sahasını genişletti. Atsız Mısır’ı zaptetmek amacıyla çıktığı seferde Fâtımîler karşısında ağır bir yenilgiye uğradı ve güçlükle Dımaşk’a dönebildi (10 Receb 469 / 7 Şubat 1077). Bu yenilgiyle Suriye ve Filistin’deki toprakları Fâtımî hâkimiyetine geçti; ancak Atsız daha sonra yeni bir ordu hazırlayıp başta Kudüs olmak üzere kaybettiği bütün şehir ve kaleleri geri aldı. Bu sırada Sultan Melikşah’ın kardeşi Tutuş Suriye-Filistin Selçuklu Devleti’ni kurdu (1079); ardından da Kudüs ve civarını Artuk Bey’e iktâ etti. Artuk Bey’in 484’te (1091) ölümünden sonra yerine geçen oğulları Sökmen ile İlgazi, Kudüs’ün 1098’de Fâtımîler tarafından zaptı üzerine Filistin’den ayrılmak zorunda kaldılar. Haçlılar 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü işgal ederek binlerce müslümanı katlettiler. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin 1187’de Kudüs’ü fethine kadar devam eden Haçlı hâkimiyeti sırasında Filistin savaş ve karışıklıklara sahne odu. Eyyûbîler zamanında İtalyan, Fransız ve İngiliz tüccarları Filistin’in çeşitli şehirlerinde yoğun ticarî faaliyetlerde bulundular. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ölümünün (589/1193) ardından Filistin’de bazı karışıklıklar çıktı ve Kudüs 1229’da yapılan bir anlaşma ile yeniden Batılılar’ın yönetimine bırakıldı; ancak bu durum uzun sürmedi ve on beş yıl sonra tekrar müslümanların eline geçti. Selâhaddîn-i Eyyûbî Kudüs’ü alınca eskiden sürülmüş bir kısım yahudinin dönmesine izin vermiş, şehirdeki âbideler üzerinde onarım çalışmaları yaptırmış ve sağladığı kitaplarla Mescid-i Aksâ kütüphanesini zenginleştirmiştir. Filistin toprakları Memlükler tarafından, özellikle Sultan Baybars’ın çabalarıyla Haçlılar’ın elinden parça parça geri alındı ve 690’da (1291) Akkâ, Kaysâriye ve diğer bazı şehirlerde bulunan Franklar da bölgeden uzaklaştırılınca yeniden fetih tamamlanmış oldu. Memlükler zamanında yeni bir idarî teşkilâtlanmaya gidildi ve Filistin Gazze, Lüd, Kakun, Kudüs, Halîl ve Nablus olmak üzere Dımaşk’a bağlı altı bölgeye ayrıldı.

    Memlük dönemi Filistin’de müslüman nüfusun en yoğun olduğu dönemdir. Bu yıllarda hıristiyanların bölgeye girmelerine izin verildiği gibi gördükleri baskı sonucu Avrupa’dan kaçan yahudilere de sığınma hakkı tanındı. Dönemin bir diğer özelliği Abbâsîler’le filizlenmiş olan vakıf sisteminin daha da gelişip yayılmasıdır. Özellikle Kudüs’te devlet görevlilerinin girişimiyle dinî ve sosyal amaçlı birçok vakıf kurulmuştur.

    Osmanlı Dönemi. Filistin, Yavuz Sultan Selim zamanında Mercidâbık Muharebesi’nden (1516) sonra Osmanlı idaresine girdi; Kanûnî Sultan Süleyman da çevresiyle birlikte bölgenin fethini tamamladı. Bu arada mukaddes yerleri korumak için Kudüs’te müslümanların “Harem” veya “Eski Şehir” olarak adlandırdıkları 868 dönümlük kısmın etrafındaki duvarlar yeniden inşa ettirildi; Hz. Dâvûd’un türbesiyle Kubbetü’s-sahre’nin duvarları ve kapısı yenilenerek süslemelerle zenginleştirildi. Bölgede gözle görülür izler bırakan Osmanlılar, bazan idarî değişikliklere de yol açabilecek birtakım iç ve dış bâdireler atlatmalarına rağmen I. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar Filistin ve çevresini ellerinde tuttular.

    Osmanlı döneminde Arz-ı Filistin denilen bölge idarî bakımdan Şam eyaletine bağlı Kudüs, Gazze, Nablus ve Safed sancaklarına ayrıldı. Bunların dışında doğrudan eyalet merkezine bağlı emirlikler de vardı. Merkezî idarenin zayıf olduğu zamanlarda genellikle Akkâ’yı merkez edinen emîrler ayaklanır ve idareyi ellerine alırlardı. Bunların en ünlüleri Ma‘noğlu Fahreddin ile (ö. 1635) Zâhir el-Ömer’dir (ö. 1782). Napolyon Bonapart 1799’da Mısır’ı ve Yafa’yı işgal ederek Akkâ’yı kuşatıp Safed ve Nâsıra’ya kadar ilerlemişse de Cezzâr Ahmed Paşa karşısında tutunamamış ve çekilmeye mecbur kalmıştır. 1832 yılında Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa tarafından ele geçirilen Filistin, 1840’ta İngiltere ve Avusturya’nın yardımıyla tekrar Osmanlı idaresine girmiş, fakat bundan böyle büyük devletlerin ilgi odağı olmuştur. 1887’de Kudüs merkeze bağlı bir mutasarrıflık haline getirildi; bir yıl sonra da Beyrut vilâyeti oluşturulunca Nablus ve Akkâ bu vilâyetin sınırları içine alındı. Böylece Filistin iki bölüme ayrılmış oldu. Filistin’in kuzeyi Beyrut valiliğince idare edilirken kutsal toprakların güney kısmı Kudüs mutasarrıflığının idaresine bırakıldı. Bu ayırıma göre Kudüs sancağına bağlı önemli şehirler Kudüs, Yafa, Gazze ve Halîlürrahman; Akkâ sancağına bağlı olanlar Akkâ, Hayfa, Safed, Nâsıra ve Taberiye; Nablus sancağına bağlı olanlar ise Nablus, Benîsâb, Cemmâîn ve Cenîn idi. Böylece Ürdün nehri (Şeria) sınır kabul edildiğinde bu taksimat içinde kalan Osmanlı Filistini küçük farklarla daha sonraki İngiliz mandası döneminde de devam etti (ayrıca bk. KUDÜS).

    Filistin’in Osmanlı dönemi demografik yapısında yine önceden olduğu gibi müslüman Araplar’ın en büyük oranı teşkil ettiği ve bu durumun daima böyle kaldığı belirlenmektedir. Meselâ 1880’de nüfusun % 87’sinin, 1890’da % 85’inin, 1914’te % 83’ünün (o sıralarda göçle gelen ve vatandaşlığa kaydedilmeyen yahudiler hesaba katıldığında dahi % 77’si) müslüman olduğu görülür (McCarthy, s. 11). Nüfus kayıtlarında ayrıca gösterilmeyen düşük orandaki Şiî ve Dürzîler’in varlığına rağmen müslümanların büyük çoğunluğu Sünnî idi ve nüfusun temelini teşkil eden bu insanların ekonomik hayatı tarıma dayanıyordu. Yaygın toprak sisteminde devlet mülkü sayılan mîrî araziler genellikle çiftçilere verilmekte, ekildiği sürece nesilden nesile devredilmekteydi. 1858’de çıkarılan Arazi Kanunnâmesi ile bu toprakları, kullanan çiftçilere tapulama yoluna gidildi; fakat çiftçilerin vergi ve askerlik kaygısıyla istekli davranmamaları yüzünden bu konuda fazla bir gelişme sağlanamadı. Öte yandan yine arazinin önemli bir kısmı dinî maksatlı vakıflara bağlıydı; ancak önceleri vakıf mülkünün payı fazla iken XX. yüzyılda gitgide azaldı. Osmanlı idaresinin siyasî ve malî yönlerden bozulduğu XIX. yüzyıl sonlarında, vergi tahsildarı ve asker kaydedicilerin Filistinli çiftçilerin hayatına hâkim olmasıyla birlikte, bölgede geniş ölçekli özel mülkiyet sahibi az sayıda aile ile ulemânın meydana getirdiği bir seçkin tabakanın önem kazandığı görülür. Filistin nüfusu içinde küçük bir azınlık teşkil eden hıristiyanlarla yahudiler ise daha çok şehirli idiler ve özellikle XIX. yüzyılda elde ettikleri imtiyazlarla, bütün Ortadoğu’ya ticarî kurumlarıyla birlikte giren Avrupalılar’a bağlı olarak ticaretle uğraşıyorlardı.

    İslâm fethinden önce Filistin nüfusunda çoğunluk teşkil ederken sonraki dönemlerde azınlık durumuna düşen dinî gruplar arasında Grek Ortodoks mezhebine mensup Araplar önde geliyordu. Burada, başka dinden olanlara ve onların kutsal yerlerine daha önceki müslüman idarelerin gösterdiği hoşgörüyü ve korumayı Osmanlılar da göstermişlerdir. Osmanlı arşiv belgeleri, Filistin’deki idarenin orada yaşayan yahudileri dinî vecîbelerini ifa konusunda ne kadar serbest bıraktığını açıkça göstermektedir. Önceki dönemlerde yerleşmeye başlayan ve farklı unsurlara hukukî bir statü ve serbestlik sağlayan “millet sistemi”ni Osmanlılar daha kapsamlı bir şekilde sürdürmüşlerdir. Bu sistem sayesinde zaman içinde gerek hıristiyanların gerekse yahudilerin kurumlaşmaları ve talepleri arttı. XIX. yüzyıldan itibaren özellikle Kudüs’te yoğun olmak üzere çeşitli hıristiyan mezhepleri bütün kurumları ile birlikte ortaya çıktılar. Bu mezhepler, Filistin gerek üç büyük dince kutsal addedildiği, gerekse o günün dünya şartlarında Avrupalı güçlerce çok önemli bir stratejik konumda görüldüğü için bu bölgede kiliseler, dinî okullar ve misyoner cemiyetleri kurma açısından birçok imtiyaz elde ettiler. Bu gelişmeler ise kutsal yerler ve buralara hâkim olma konusunda yoğun çıkar çatışmalarına yol açtı. Aynı yüzyılın sonlarına doğru, çeşitli ülkelerde dağınık durumda yaşayan yahudiler arasında devamlı yerleşmek üzere “siyon”a (dünyada cenneti sembolize eden topraklar, Filistin) dönmelerini savunan siyonizm doğdu. Bu siyasî hareketi başlatan Theodor Herzl, 1897’de Basel’de toplamayı başardığı I. Dünya Siyonist Kongresi’nde siyonizmin programını, “yahudi halkı için Filistin’de kamu hukukunun güvencesi altında bir yurt kurulmasını sağlamak” şeklinde açıkladı. Bu hareket, 1870’lerden itibaren Avrupa’da kök salmaya başlayan milliyetçilik dalgasının yahudilere yansımasıydı. Yine Avrupa milliyetçiliğinin bir ürünü olarak gelişen antisemitizm, özellikle 1880-1890’larda Rusya’da yahudilere yapılan zulüm bu harekete güç verdi ve 1882-1903 yılları içinde Filistin’e ilk önemli yahudi göçü (terimleşen adıyla “aliyah”) gerçekleştirildi. Bu dönemde gelenlerin sayıca az olmakla birlikte şehirlerden çok kırsal kesime, tarımcı yerleşmelere yönelmeleri dikkat çekiciydi. Yine Osmanlı döneminde gerçekleştirilen ikinci aliyah ise 1905-1914 yılları arasında vuku buldu. Bu defa hissedilir oranda sayıları artan ve daha hazırlıklı oldukları görülen göçmenler, ekonomi ve tarım alanında geliştirdikleri kurumlarıyla burayı yurt edinmeye niyetli olduklarını gösterdiler ve özellikle Hayfa’dan Gazze’ye uzanan kıyı bölgesine sistemli bir biçimde yerleştiler. 1909’da Yafa’nın kuzeyinde Tel Aviv yepyeni bir yahudi şehri olarak ortaya çıktı. Bu göçlerle birlikte, 1881’de 14.731 olan yahudi nüfusu 1901’de 23.662’ye ve 1914’te de 38.754’e ulaştı (McCarthy, s. 10).

    Osmanlı yönetimi Filistin’de yahudi varlığını tanımış ve zaman zaman göçlerine izin vermişti. Tarihî kayıtlara göre burada eskiden beri mevcut bir yahudi topluluğu (Yishuv) vardı. Osmanlı tâbiiyetinde bulunan bu küçük topluluk, yerli halkla bir hayli kaynaşmış Sefardi yahudileriyle sonraki bazı göçlerle gelip daha çok kutsal saydıkları dört şehre yerleşen Eşkenazi yahudilerinden oluşuyor ve bunların pek azı ticaretle, çoğu da dünya yahudilerinin gelenekleşmiş bağışları olan “halukka” ile geçiniyordu. Aliyah hareketiyle sistemli olarak gelip yerleşen yeni göçmenlerin durumu ise çok farklı idi. Siyonizm hareketi ortaya çıktığı zaman Filistin’in Osmanlı yönetiminde bulunması, siyonistlerin bütün girişimlerinin özellikle Osmanlı Devleti üzerinde yoğunlaşmasına sebep oldu. Siyonist liderleri önce II. Abdülhamid ile, daha sonra da iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakkî ile müzakerelere oturdular. Filistin’de bir Mûsevî yurdu kurulması için izin isteyen siyonistler ilk defa Osmanlı hükümetine belirli bir meblağ karşılığında Filistin’i satın almayı, ardından da Düyûn-ı Umûmiyye’nin kendileri tarafından konsolidasyonunu teklif ettiler. Theodor Herzl başkanlığında bir heyet iki defa II. Abdülhamid nezdinde girişimde bulundu ve Herzl 1901’de sultanla görüştü. Padişah, zulümden kaçan yahudilere Osmanlı topraklarında yerleşme müsaadesi vermekle birlikte Filistin’de yurt kurmaları yolundaki tasarıyı kabul etmedi; Filistin’de toprak satın almalarını yasaklamak, hac maksadıyla Kudüs’ü ziyaret edeceklere sadece geçici izin vermek, vize koymak gibi uygulamalar getirdi.

    II. Abdülhamid’den istedikleri tavizleri alamayan siyonistler 1908 inkılâbını bir ümit ışığı olarak gördüler. Başa geçen İttihat ve Terakkî iktidarı yeni hürriyet anlayışıyla önceleri olumlu bir yaklaşım içine girdi ve II. Abdülhamid’in Kudüs’ü ziyaret edeceklere geçici olarak uyguladığı “kırmızı tezkere” adı verilen izin belgesini kaldırdığı gibi Filistin’de toprak satın almayı da serbest bıraktı. Fakat bu durum uzun sürmedi; özellikle 31 Mart Vak‘ası’ndan sonra azınlıkların bağımsızlık ve ayrılma yönünde faaliyetlerini arttırmaları, bu arada siyonistlerin çabalarını Filistin’de kolonileşme yönünde planlı bir şekilde sürdürmeleri, imparatorluğun bütünlüğünü temel kaygı edinmiş İttihatçı Genç Türkler’i kuşkulandırdı ve bu sebeple çeşitli yeni kısıtlamalar yürürlüğe kondu. Genç Türkler’in siyonizm karşısındaki bu tutumunun ilk ve en önemli sebebi, milliyetçilik akımlarının imparatorluğun bütünlüğünü tehdit ettiği bir dönemde yeni bir ayrılıkçı hareketin doğmasına izin vermek istememeleriydi. Fakat korktukları bir başka cepheden başlarına geldi. Bu dönemde bağımsızlık güdüsüyle ve özellikle Suriye ve Lübnan’da etkin gizli cemiyetlerin bünyesinde bir Arap milliyetçiliği gelişti. Bu hareket içinde yer alanlar, Filistin’de Osmanlı hâkimiyetinin Mûsevî ya da siyonist hâkimiyetiyle değişmesini kesinlikle istemiyorlardı. Bu arada siyonistlerin Filistin’de başlattıkları kolonizasyona engel olmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve Filistin’e Mûsevî göçünü durduramayan Osmanlı yönetimini şiddetli bir şekilde protesto ediyorlardı. Bundan dolayı Osmanlılar’a karşı Arap milliyetçiliği davasını güdenlerin başında Filistinliler’in bulunması bir tesadüf değildi. Filistinliler’in tepkileri çerçevesinde basın organlarının da gelişmesi ve özellikle bunlardan birinin Filistîn adını taşıyıp okuyucularına “Filistinliler” diye hitap etmesi ayrıca kayda değer. Bu sıralarda Arap tepkilerini en fazla çeken ve zamanla milliyetçi bir harekete dönüşen gelişmelerden biri de bütün yasaklamalara rağmen yahudi toprak kazanımının artışıydı. Daha 1901’de toprak alımı temel maksadıyla kurulan Yahudi Millî Fonu gibi çeşitli siyonist kuruluşlar Filistin’e para akıtıyorlar, paranın cazibesine kapılan bazı Arap mülk sahipleri de ellerindeki toprakları satıyorlardı. Çeşitli iç ve dış gailelerle meşgul olan merkezî hükümet ise bu gelişmelere engel olamıyordu. Sonuçta yahudi siyonist yerleşimine karşı Arap milliyetçiliği harekete geçti. Arap ve yahudi milliyetçiliklerinin çatıştığı Filistin’deki karmaşayı arttıran bir diğer önemli unsur da bu stratejik bölge üzerinde farklı çıkarları bulunan Avrupalı güçlerin işin içine girmesiydi. Başta İngiltere olmak üzere bazı Batı devletleri Arap milliyetçiliğiyle siyonizmin ileride karşı karşıya geleceğini düşünmeksizin bu iki akımı desteklemekten ve Osmanlı Ortadoğusu’nu sömürebilmek için çeşitli etnik grupları dış politika amaçlarına alet etmekten çekinmediler; bu grupları himayeleri altına alarak imparatorluk içinde kendilerine bağlı unsurlardan nüfuz bölgeleri oluşturdular. Böylece Osmanlı Devleti dağıldığında bu nüfuz bölgelerine dayanarak imparatorluğun mirasını aralarında paylaşabilecekleri bir ortam hazırladılar.

    I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı-Alman ittifakı karşısında yer alan Avrupalı güçler, siyonistler başta olmak üzere Osmanlı topraklarındaki Türk olmayan unsurları devlet otoritesine karşı kışkırtmaya başladılar ve sonunda cephede yenemedikleri Türkler’i ayaklanma ve beşinci kol faaliyetiyle içten çökertmeyi başardılar. Bu arada kendi yanlarına çekmek için gerek Araplar’a gerekse yahudilere yaptıkları taahhütler Filistin’in durumunu daha karmaşık bir hale getirdi. İngiltere, Araplar’ı Osmanlılar’a karşı harekete geçirmek için ilk sözü 1915-1916’da verdi. Şerîf Hüseyin - Mac-Mahon arasında yapılan yazışmalarla İtilâf güçlerine sağlanacak desteğe karşılık Arap topraklarının bağımsızlığı vaad edilirken Filistin’in adı açıkça zikredilmeyerek bir bulanıklık yaratıldı. Buna rağmen o yıllarda bu taahhüdün bir aldatmacadan ibaret olduğunu bilmeyen Şerîf Hüseyin İtilâf devletlerinin işini kolaylaştıracak şekilde Osmanlılar’a karşı isyan etti. Halbuki çıkarları çatışan İngiltere ve Fransa, savaş sonrası için gizli paylaşım planlarını 1916 Mayısında hazırlamışlardı. Sykes-Picot Antlaşması adıyla bilinen bu plana göre Araplar’a bağımsız devlet kurmak üzere vaad edilen topraklar belli bir çizgiden sapılarak İngiliz ve Fransız nüfuz alanları şeklinde ikiye ayrılıyor, çıkarların uzlaşamadığı Filistin toprakları için ise milletlerarası bir idare düşünülüyordu. Savaş süresince emelleri doğrultusunda planlı çalışmaya devam eden yahudiler güçlü gördükleri İngiltere’ye destek verdiler. Özellikle o dönemde İngiltere’de oturan yahudi politikacısı ve ilim adamı Chaim Weizmann’ın çabaları İngiltere’yi yahudilere daha da yakınlaştırdı. İngilizler’in Araplar’ı vaadlerle aldatışının bir başka göstergesi de İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un 2 Kasım 1917’de, Filistin’de yurt edinmek isteyen Siyonist Dernekleri Federasyonu adına Lord Rotschild’e yazdığı “Balfour Bildirisi” denilen mektup oldu. Bu belgede, İngiltere’nin Filistin’de yahudi halkı için bir millî yurt kurulmasını olumlu karşıladığı, bunun orada mevcut yahudi olmayan toplulukların medenî ve dinî haklarına bir zarar getirmeyeceğine inandığı ve bu hedefin tahakkukunu kolaylaştırmak için elinden gelen gayreti göstereceği belirtiliyordu (Stein, s. 548). İngiltere’nin henüz tasarruf yetkisine sahip olmadığı bir bölgede yahudilere yurt vermeyi vaad ettiği bugünlerde Filistin nüfusunun % 90’ı Arap’tı ve toprakların da ancak % 2’si yahudi mülkünde bulunuyordu (Zureik, s. 47). Bu çarpıklığa rağmen İngiltere Araplar’a bu vaadin bir yahudi devleti kurmak anlamına gelmediği, bağımsız bir tek Arap devletine imkân tanınacağı yolunda teminat verdi.

    31 Ekim 1917’de Mareşal Allenby kumandasındaki İngiliz ordusu Filistin’in Bi’rüssebi‘ yöresini ele geçirdi. Kudüs’ü savunmak için Osmanlı cephesinde yeni bir ordu grubu kurulduysa da başarı sağlanamadı ve Allenby 11 Aralık’ta şehre girip etrafındakilere Haçlı seferlerinin ancak şimdi bittiğini söyledi (Öke, s. 337; Adnân Ali en-Nahvî, s. 68). Kudüs’ün düşüşünden sonra İngilizler Eylül 1918’e kadar Filistin topraklarının tamamını ele geçirdiler. Böylece Osmanlı idaresi fiilen son bulurken yüzyıllar boyunca bölgeye değişmez Arap-İslâm karakterini veren İslâm hâkimiyeti dönemi de kapanmış oldu.

    İşgal ve Bağımsızlık Mücadeleleri Dönemi. Allenby’nin işgaliyle birlikte 1917’den itibaren Filistin’de askerî bir idare kuruldu. Bölgedeki bütün sivil makamlar dahi İngiliz askerî otoritelerince dolduruldu. Askerî yönetimin Yishuvlar’la olan ilişkilerini düzenlemek ve Balfour Bildirisi’nin taahhütlerini yerine getirmek üzere siyonistler bir komisyon oluşturdular. İtalya ve Fransa’dan da üyelerin katıldığı Weizmann başkanlığındaki bu komisyonun Avrupa’dan Filistin’e gelmesiyle Araplar, İngilizler’in Filistin’i yahudilere teslim ettiklerini zannederek telâşa kapıldılar. İngilizler bir taraftan Araplar’ı teskin etmeye çalışırken bir taraftan da yahudilerin Filistin’e yerleşmesine göz yumdular. 1914’te 38.754 olan yahudi nüfusu 1918’de 58.728’e çıktı; buna karşılık aynı tarihte müslüman nüfus 611.098 ve hıristiyan nüfus da 70.429 idi (McCarthy, s. 26). Araplar, savaştan sonra milletlerarası bir ilke olarak benimsenen “halkların kendi geleceklerini belirleme hakkı” doğrultusunda Filistin’in kendilerine bırakılmasını istiyorlardı. Fakat İngilizler’in tesiriyle San Remo Konferansı 1920’de Filistin’i İngiliz mandasına verdi. İngiltere çok geçmeden Şeria nehrinin doğusunda kalan kısmı ayırarak Ürdün Emirliği’ni oluşturdu. Başına da Şerîf Hüseyin’in oğlu Emîr Abdullah’ı geçirdi. İngiltere’nin Filistin ve Ürdün üzerinde kurduğu manda idaresi 24 Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti tarafından da onaylandı.

    İngiltere, Temmuz 1920 tarihinden itibaren Filistin’de bir sivil manda yönetimi kurdu ve buna uygun bürokrasiyi faaliyete geçirerek bölgeyi gönderdiği bir yüksek komiser vasıtasıyla yönetmeye başladı. Arkasından yahudilerin bura ile tarihî bağları olduğunu ve dolayısıyla yeniden yurt edinmeye hakları bulunduğunu ileri süren Balfour Bildirisi’ni manda hukukunu belirleyen metne dahil etti; ayrıca bunu gerçekleştirmeye yönelik şartları oluşturacak ve göçle gelen yahudilere toprak edinme imkânı sağlayacak maddeler ekledi. Milletler Cemiyeti’nin manda yönetimleri için öngördüğü şartlara tamamen aykırı olan yönetim Filistin’de hukuk dışı bir gelişmenin de başlangıcı oldu. Bundan sonra göçler daha da hızlandı ve yahudi nüfusu 1925’te 104.000’e ulaştı. Buna karşılık Araplar da İngiltere’nin daha önce kurulacağına dair teminat verdiği bağımsız Arap devleti için harekete geçtiler. 1920’den itibaren bölgede gittikçe şiddetlenen ayaklanmalar ve yahudi-Arap çatışmaları başladı. İngiliz manda yönetiminde Araplar’ın dinî işlerini yürütmek üzere kurulan Yüksek İslâm Konseyi bir siyasî organ haline geldi ve başkanlığına seçilen Kudüs başmüftüsü Hacı Emîn el-Hüseynî bu dönemde Arap ayaklanmalarının en önde gelen lideri oldu. 1920, 1928, 1929 ve 1933’te daha çok mahallî çapta bazı ayaklanma ve çatışmalar meydana geldi; ancak Araplar arasında bir birlik ve beraberlik sağlanamadı. Çünkü önemli ailelerin görüş ayrılıkları devam ediyordu. Filistin davasına büyük darbe indiren müslümanların bu dağınıklığına karşılık siyonistler sistemli ve tutarlı bir politika takip ederek Filistin’de yahudi nüfusunun ve toprak mülkiyetinin genişlemesini sağladılar. İngiliz yönetiminin sanayileşmeyi teşvik edici yeni vergi sistemi daha çok yahudilerin işine yaradı. Bazı projeler bilinçli olarak yahudi müteşebbislerine verildi. Bu durum iki toplum arasındaki gelişmişlik farkını Araplar aleyhine daha da derinleştirdi. 1931’deki hesaplara göre Araplar’ın % 86’sı tarımla uğraşıp köylerde yaşadığı halde yahudiler daha çok şehirlerde oturuyorlar, ticaret ve sanayi ile uğraşıyorlardı. Ayrıca manda yönetiminin eğitim ve sosyal harcamalara ayırdığı payı giderek kısması eğitim açığını da arttırdı. Arap okullarının çoğu ilkokul seviyesinde iken yahudilerin siyonistlerin yardımıyla açılmış üniversiteleri dahi bulunuyordu.

    1933’te Naziler’in iktidara gelmesi üzerine Almanya’da yahudi düşmanlığının artması, yahudiler lehine bir dünya kamuoyunun oluşmasına sebep oldu. Nazi zulmünden kaçanların başlattığı yeni bir göç dalgası sonucu üç yıl içinde Filistin’deki yahudi nüfusu Arap nüfusunun üçte birine yaklaştı. Ülkelerinin yavaş yavaş elden gittiğini gören Araplar çeşitli gizli dernekler kurarak mücadeleye başladılar; bunların en önemlileri Yeşil El, Kara El ve Cihâd-ı Mukaddes örgütleriydi. Cihâd-ı Mukaddes’in başında Kudüs müftüsü bulunuyordu. Kara El’in lideri Şeyh İzzeddin el-Kassâm’ın İngilizler tarafından 1935’te öldürülmesi örgütlü Arap direnişini hızlandırdı. Çeşitli bölgelerde kurulan millî komiteler bir araya gelerek 25 Nisan 1936’da ilk büyük direniş teşkilâtı olan el-Lecnetü’l-Arabiyyetü’l-ulyâ li-Filistîn’i teşkil ettiler ve başkanlığına da Kudüs başmüftüsü Emîn el-Hüseynî’yi getirdiler. Aynı şekilde yahudiler de Araplar’a karşı teşkilâtlanıyorlardı. Özellikle bütün Filistin’e yayılan Haganah adlı örgüt İngilizler’den büyük destek ve müsamaha görüyor, hatta askerî kanadı İngiliz subayları tarafından eğitiliyordu. Böylece karşılıklı çeşitli örgütlerin ortaya çıkmasıyla birlikte 1933’ten sonra taraflar arasındaki çatışmalar arttı.

    Araplar, İngiliz manda yönetiminin yahudi göçlerine izin vermesine ve onları silâhlandırmasına karşı 1936’da büyük bir isyan başlattılar. Beş ay kadar devam eden isyan pek çok kişinin ölümüne sebep oldu. Milletler Cemiyeti’nin baskısı ile İngiltere konuyu çözmek için harekete geçti ve İngiliz Kraliyet Komisyonu bölgede yaptığı incelemelerden sonra 1937’de bir rapor sundu. Raporda Filistin’de manda idaresinin işlemeyeceği ortaya konuluyor ve ayrı ayrı Arap ve yahudi devletlerinin kurulması gerektiği savunuluyordu. Aynı zamanda takdim edilen taksim planına göre Araplar’a bırakılan toprakların sınırları geniş tutulmuştu. Kudüs ve çevresinin milletlerarası idare altında olmasını öngören bu plan her iki taraf da karşı çıktığı için uygulanamadı. Bundan başka daha pek çok taksim planı ortaya atıldıysa da Arap çoğunluğunun aleyhine olduğu için hiçbiri tatbik edilemedi. Araplar’la yahudiler arasındaki çatışmalar 1937-1939 yılları arasında had safhaya ulaşınca İngiltere tarafları uzlaştıracak bir çözüm yolu bulmak amacıyla Şubat 1939’da Londra’da bir konferans topladı; bir sonuç alamayınca da yayımladığı “beyaz kitap”ta yeni bir plan önerdi. Bu plana göre on yıl içinde iki uluslu bağımsız bir Filistin devleti kurulacak ve Araplar’la yahudiler yönetimde ortak pay sahibi olacaklardı; ayrıca göçmenlere toprak satışı kısıtlanacak, ilk beş yıl için yahudi göçü 75.000 kişiyle sınırlandırılacak ve 1944’ten sonraki göçler de Araplar’ın rızâsına ve iznine tâbi tutulacaktı.

    İngiltere’nin planına her iki taraf da karşı çıkmakla birlikte Araplar’dan bazı grupların plana daha yumuşak bakmaları ve silâhlarını teslim etmeleri Filistinliler’in ortak mücadele gücünü böldü; bu arada plan uygulamaya konulmadan önce II. Dünya Savaşı patlak verdi. Savaş yılları Araplar için en felâketli yıllar oldu. Ilımlılarla radikaller arasındaki anlaşmazlıklar kopma noktasına geldi. 1937’de tutuklanmak istenince Lübnan’a kaçan Kudüs müftüsü Emîn el-Hüseynî İngilizler tarafından Filistin’e sokulmadığı için direniş başsız kaldı. Öte yandan Hüseynî ile ailesinin buna bir tepki olarak Nazi Almanyası’nı desteklemeleri manda idaresine ve yahudilere karşı verilen mücadelenin gücünü zayıflattı. Buna karşılık Hitler’in zulmünden dolayı dünya kamuoyunun desteğini kazanan yahudiler faaliyetlerini arttırdılar ve bir taraftan Araplar’a, bir taraftan da 1939 planını uygulamaya çalışan İngiliz manda yönetimine karşı tedhiş hareketlerini yoğunlaştırdılar. Siyonist teşkilâtı Mayıs 1942’de Amerika Birleşik Devletleri’nde düzenlediği konferansta Filistin’de bir yahudi yurdunun kurulması için mücadele edildiğini ilk defa resmen açıkladı. Bu sıralarda gizli yahudi ordusu hüviyetini kazanmış bulunan Haganah, bir yandan İngiliz ordusundan silâh kaçırırken öte yandan da Avrupa’dan kaçan yahudileri gizlice Filistin’e yerleştirme faaliyetlerini sürdürüyordu. Siyonist liderlerin çabalarıyla Amerika Birleşik Devletleri başkanı, 1945’te Avrupa’dan kaçan 100.000 yahudinin Filistin’e yerleştirilmesini istedi. Amerikalılar’la İngilizler’den oluşan bir komisyon 1946’da Filistin’de incelemelerde bulunduktan sonra bu göçün yapılabileceğini bildirdi; ancak şiddete yol açacağı endişesiyle Filistin’in bağımsızlığına veya taksimine karşı çıkarak bunun yerine İngiliz denetiminde iki uluslu tek bir devlet kurulmasını önerdi.

    II. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yeni durum, Filistin’deki yahudi-Arap çatışmasını ve yahudi terörünü daha da şiddetlendirdi. İngiltere 1946’dan itibaren Filistin’de sıkıyönetim uygulamaya başladı. Bu şekilde de karışıklıkları durduramayınca konuyu Birleşmiş Milletler’e götürdü. Genel kurulun oluşturduğu özel bir komite, gereken araştırmaları yaptıktan sonra 1947’de bir ekonomik birlik altında bölgenin iki halka taksimini tavsiye eden bir sonuç raporu hazırladı. Raporun arkasından çeşitli itirazlara rağmen genel kurul 29 Kasım 1947 tarihinde aldığı 181 sayılı kararla Filistin’in taksimini kabul etti. Karara göre Filistin toprakları Kudüs hariç yedi bölgeye ayrılacak ve bunlardan üçü yahudilere, üçü de Araplar’a verilecekti. Yedinci bölgeyi oluşturan Yafa sahil kesimindeki yahudi bölgesi içinde ayrı bir parça olarak Araplar’da kalacak, Kudüs ve çevresi ise milletlerarası bir statüye kavuşturulacaktı. Bu plan uygulandığı takdirde büyük kısmı verimli arazi olmak üzere Filistin topraklarının % 56,47’si yahudilerin eline geçiyordu; halbuki göçlere rağmen Araplar hâlâ büyük çoğunluğu oluşturuyorlardı. 1946 sayımına göre Filistin’in toplam nüfusu 1.942.349 idi ve bunun 1.175.196’sını müslümanlar, 602.586’sını yahudiler, 148.910’unu hıristiyanlar, 15.657’sini de diğer unsurlar meydana getiriyordu. Bu durumda yahudiler nüfusun % 31’ini teşkil ettikleri halde ülke topraklarının yarıdan fazlasına sahip oluyorlardı.

    Yahudilere önemli avantajlar sağlayan ve Filistin topraklarının büyük kısmını ele geçirmelerine resmen izin veren bu adaletsiz planı Araplar kabul etmeyerek tedhiş faaliyetlerini arttırdılar. İngilizler tarafları uzlaştıracak yeni bir formül arayışına girmedikleri gibi manda yönetiminin 15 Mayıs 1948’de sona ereceğini açıkladılar. Taksim kararını benimseyen yahudiler ise derhal kendilerine ayrılan bölgeleri işgale başladılar. Buralarda yaşayan Araplar’ı ya öldürdüler ya da tedhiş yoluyla göçe zorladılar. Nihayet İngiliz manda idaresinin sona ereceği 14-15 Mayıs gece yarısından birkaç saat önce Tel Aviv’de İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilân ettiler. Daha önce bağımsızlık kararından haberdar edilmiş bulunan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Truman tam on bir dakika sonra, Sovyetler Birliği de ertesi gün bu devleti tanıdıklarını açıkladılar.

    İsrail Devleti’nin kurulmasından birkaç saat sonra Arap Birliği İsrail’e savaş açtı ve Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak kuvvetleri üç yönden saldırıya geçerek başlangıçta önemli ilerlemeler kaydettiler; ancak Batılı güçlerin İsrail’i desteklemeleri üzerine savaş aleyhlerine gelişti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi taraflar arasında barışı sağlaması için İsveç Kralı V. Gustave’ın yeğeni Kont Bernadotte’u ara bulucu tayin etti; ancak Kont Bernadotte Kudüs’ün Araplar’da kalmasını istediği için yahudi militanlarca öldürüldü (17 Eylül 1948). Beş gün sonra Emîn el-Hüseynî başkanlığındaki el-Lecnetü’l-Arabiyyetü’l-ulyâ li-Filistîn Şam’da yaptığı toplantıda, bütün Filistin topraklarını içine almak üzere Gazze’de bir Filistin devletinin kurulduğunu ilân etti (22 Eylül 1948); cumhurbaşkanlığına da Ahmed Hilmî Abdülbâkī getirildi (1 Ekim 1948). Mısır, Irak, Suriye, Lübnan ve Suudi Arabistan yeni devleti derhal tanıdıkları halde Filistin toprakları üzerinde emelleri bulunan Ürdün karşı çıktı; hatta Kral Abdullah taraftarı olan bazı Filistinliler Ürdün’ün Filistin’i himayesi altına almasını istediler. Bu sırada Amerika Birleşik Devletleri’nin çabalarıyla yapılan ateşkese rağmen İsrail savaşı sürdürerek Araplar’ın ele geçirdikleri toprakları geri aldığı gibi Akabe körfezine kadar bütün Filistin’i, bu arada Sînâ yarımadasını da işgal etti ve ancak bundan sonra savaştığı her Arap ülkesiyle ayrı bir mütareke antlaşması imzaladı. Buna göre 24 Şubat 1949 tarihinde Gazze bölgesi Mısır’a bırakıldı; ancak Sînâ’nın büyük bir kısmı İsrail’in işgalinde kaldı. Bu arada yurtlarını terkeden Filistinliler’den 250.000 kişilik bir grup da Gazze’ye yerleştirildi. 23 Mart günü eski Lübnan-Filistin sınırı kabul edildi; 3 Nisan’da Batı Şeria bölgesi Ürdün’e verilirken Kudüs şehri de ikiye ayrılarak doğusu Ürdün’e, batısı İsrail’e bırakıldı. 20 Temmuz’da eski Suriye-Filistin sınırı aynen benimsendi. Böylece İsrail bu savaş sonunda 1947’deki taksim planı ile Filistin’den elde ettiği topraklardan daha fazlasını kazandı; bu arada Ürdün de İsrail’den sonra en çok toprak kazanan ülke oldu. 1947’de 650.000 civarında bulunan yahudilerin sayısı 1949 sonunda 758.000’e ulaşırken yahudi zulmü altında yaşamak istemeyen Filistinliler komşu ülkelere veya Araplar’ın yoğun olduğu bölgelere sığındılar. Bu yüzden Filistin’de nüfus dengesi Araplar aleyhine değiştiği gibi günümüze kadar süren bir Filistin mültecileri sorunu da ortaya çıkmış oldu. İsrail’in bütün tepkilere rağmen 23 Ocak 1950 tarihinde aldığı bir kararla Kudüs’ü başşehir ilân etmesi ortaya ikinci bir mesele daha çıkardı ve bu da mülteciler meselesi gibi dünya kamuoyunu günümüze kadar meşgul etti.

    İsrail ile mütareke imzaladıkları halde barışa yanaşmayan Arap ülkeleri 17 Haziran 1950’de aralarında askerî ittifaklar yaptılar. Batılı güçlerin Araplar’a ambargo uygularken İsrail’i desteklemeleri gerginliği arttırdı. Mısır’da bir darbeyle iktidarı ele geçiren Cemal Abdünnâsır, Gazze bölgesindeki Filistinli gençleri komando olarak teşkilâtlandırıp İsrail topraklarına saldırttı. Nâsır’ın Süveyş Kanalı’nı millîleştirmesi üzerine çıkarları tehlikeye giren İngiltere ve Fransa Mısır’a savaş açtılar. Bu arada İsrail de onların yanında yer alarak Ortadoğu’da önemli bir askerî güç olduğunu ortaya koydu; ayrıca Gazze’yi de işgal edip Fedâyîn Örgütü’nü dağıttı. Bunun üzerine Küveyt’te, Kahire’de mühendislik öğrenimi görürken Süveyş Kanalı’nda İngiliz birliklerine karşı saldırılara katılan Yâsir Arafat tarafından Filistin komando örgütlerinin ikincisi olan el-Fetih kuruldu (1958).

    Filistin kökenli iş adamları ile aydınları bünyesinde toplayan el-Fetih, bir taraftan siyasî faaliyetlere girişirken bir taraftan da Cezayir’de komando eğitimi başlattı. Filistin’in ancak Filistinliler’ce kurtarılabileceğini savunan bu örgütün kuruluşu, Filistin meselesini kendi çıkarları için kullanmaya çalışan bazı Arap ülkelerini rahatsız etti. Nâsır bu hareketi kendi otoritesine karşı bir meydan okuma olarak yorumladı. Arap ülkeleri konuyu görüşmek üzere 9-19 Eylül 1963 günlerinde Kahire’de bir araya geldiler. Burada Filistinliler’in sürgünde bir hükümet kurmalarına ve bir ordu ile meclis oluşturmalarına karar verildi. Mısır kararı hararetle desteklerken Ürdün karşı çıktı. Çünkü ona göre böyle bir devlet ancak kendi kontrolünde bulunan Batı Şeria’da kurulabilirdi. Buradaki hâkimiyetini kaybetmek istemeyen Ürdün’ün karşı çıkmasına rağmen Kudüs’ün Arap kesiminde 28 Mayıs - 3 Haziran 1964 tarihleri arasında Filistinliler’in ilk büyük kongresi yapıldı. Başkanlığını Ahmed Şükayrî’nin yaptığı bu kongre Filistinliler’in ilk millî meclisi sayılmaktadır. Kongrede Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kuruluşu ve yirmi dokuz maddelik Filistin Millî Mîsâkı kabul edildi. Millî Mîsâk’a göre Filistin Devleti’nin sınırları İngiliz manda yönetimi zamanındaki Filistin topraklarını içine alıyor ve bu topraklar Arap vatanı sayılarak kurtarılması meşrû savunma kabul ediliyordu. Bu bakımdan Millî Mîsâk, 1917 Balfour Bildirisi ile 1947’deki taksim planını geçersiz saymış oluyordu. Fakat merkezi Kahire’de bulunan Filistin Kurtuluş Örgütü daha ilk günden itibaren Arap ülkelerinin kontrolüne girdi. Bunun üzerine yalnız bağımsız Filistinli kimliğiyle mücadelede başarılı olunabileceğini savunan el-Fetih ile Filistin Kurtuluş Örgütü arasında bir rekabet başladı.

    Her geçen gün kuvvetlenen el-Fetih örgütü 1965 yılı başlarından itibaren İsrail’e karşı silâhlı mücadeleye girişti. İsrail hem el-Fetih gerillalarının herekâtına son vermek, hem de arz-ı mev‘ûdu ele geçirmek için 5 Haziran 1967’de Araplar’a karşı yeniden hücuma geçti ve altı gün süren savaş içinde Mısır’a ait Sînâ’yı, Suriye’ye ait Golan tepelerini, Ürdün’ün yönetimindeki Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ü ve Filistin’in Gazze Şeridi’ni işgal etti. Böylece Filistin toprakları dışında yeni topraklar da ele geçiren İsrail, sınırları içinde yaşayan 300.000 Arap’a 1.000.000 daha eklemiş oldu. Bu sırada sayıları 2.300.000’i bulan yahudilerin genel nüfusun % 63’ünü meydana getirdikleri görülmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, işgal edilen topraklarda halka insanî muamele yapılması ve yurtlarına dönmek isteyenlere izin verilmesi yolunda aldığı 14 Haziran 1967 tarihli ve 237 sayılı kararı uygulanamadı. Bu yüzden Filistin mültecilerinin sayısında 350.000-400.000 civarında bir artış meydana geldi; bunun çoğunluğunu Batı Şeria’dan kaçanlar teşkil ediyordu (Armaoğlu, s. 267). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 22 Kasım 1967 tarihinde oy birliğiyle aldığı 242 sayılı kararda ise savaş yoluyla toprak kazanılmasının kabul edilemeyeceği, bölgedeki her devletin güvenlik içinde yaşayabileceği âdil ve devamlı bir barışın gerekliliği vurgulanıyordu. Barışın gerçekleşmesi için de İsrail’in son savaşta işgal ettiği topraklardan askerini geri çekerek savaşa son vermesi şart koşuluyordu. Ayrıca mülteciler sorununun âdil bir çözüme kavuşturulması, bölgedeki her devletin toprak bütünlüğünün ve siyasî bağımsızlığının garanti altına alınması isteniyordu.

    Arap ülkeleri 242 sayılı kararın, barış için İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini şart koştuğunu ileri sürerken İsrail aksini savunarak güvenlikli ve tanınmış sınırlara dayanan bir barış gerçekleşmedikçe işgal ettiği topraklardan çekilmeyeceğini açıkladı. Böylece 242 sayılı karar kabul edildiği andan itibaren tartışma konusu oldu. Buna rağmen bütün barış planlarının hareket noktası olarak günümüze kadar geçerliğini korudu. Diğer taraftan 1967 yenilgisi, Araplar’ın Filistin politikalarında bazı önemli değişiklikler yapmalarına sebep oldu ve en başta Filistin topraklarının kurtarılması için İsrail’in ortadan kaldırılması gerektiği politikasından yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. Arap devletlerinin bundan sonra İsrail’e karşı uyguladıkları politikanın temelini kaybettikleri toprakların geri alınması teşkil etti. Sadece varlığı ile değil bir kısım toprakları işgal etmiş olmasıyla da barışın en büyük engeli durumuna gelen İsrail ise bu toprakları Araplar’ı barışa zorlamak için koz olarak kullandı.

    Batı Şeria’nın İsrail işgaline uğraması Filistinliler için büyük bir darbe oldu. Savaşın sona ermesinden iki hafta sonra Şam’da toplanan el-Fetih merkez komitesi, Arafat’ın ısrarlarıyla İsrail’e karşı fedai hareketlerinin arttırılmasına karar verdi. Arafat, kurtuluş mücadelesini bizzat yönetmek üzere Temmuz 1967’de Şam’dan Batı Şeria’ya geçerek karargâhını Nablus’ta kurdu ve Eylül 1967’den itibaren bu bölgedeki İsrail hedeflerine yönelik sabotajlara başladı. Suriye el-Fetih’in faaliyetlerini desteklerken İsrail’e hedef olmaktan çekinen Ürdün bunlara karşı çıktı; Mısır ise moral destekte bulundu. Fakat İsrail’in karşı tedbir alması üzerine Batı Şeria’da tutunamayan Arafat ve gerillaları Ürdün topraklarına çekildiler; İsrail de onları takip ederek gizlendikleri yerleri bombaladı. Filistinli gerillalar, 1968 sonundan itibaren İsrail toprakları dışındaki Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail hedeflerine saldırılar düzenleyerek dünya kamuoyunun dikkatini çekmeye başladılar. George Habaş’ın lideri olduğu Marksist Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi örgütünün 22 Temmuz 1968’de gerçekleştirdiği ilk uçak kaçırma eylemiyle de İsrail işgaline karşı başlatılan Filistinliler’in mücadelesi yeni bir boyut kazandı.

    el-Fetih örgütünün İsrail’e yönelik direnme hareketlerinin başarısızlığı Filistin Kurtuluş Örgütü’ne de tesir etti. Ahmed Şükayrî başkanlıktan alınarak yerine ılımlılığıyla tanınan Yahyâ Hammûde getirildi (24 Aralık 1967). Hammûde 2 Ocak 1968’de bir demeç vererek Yahudi-Arap Filistin Devleti’nin kurulmasını tercih ettiğini açıkladı. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün sürgündeki hükümet rolünü oynayan millî konseyi ise el-Fetih ile birleşmeye karar verdi. 1-5 Şubat 1969 tarihlerinde Kahire’de yapılan toplantıda on bir üyeli yeni bir yürütme komitesi seçildi; üyelerden dördü el-Fetih, ikisi Sâika, biri Filistin Kurtuluş Örgütü mensubu, üçü bağımsız, biri de Filistin Millî Fonu temsilcisiydi. Yeni yürütme komitesi başkanlığa Yâsir Arafat’ı seçti. Filistin Millî Konseyi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararını reddederek barışın ancak müslümanların, hıristiyanların ve yahudilerin eşit olduğu, siyonist ırkçılıktan arınmış hür ve demokratik bir Filistin devletinin kurulmasıyla tesis edilebileceğini açıkladı. Böylece Filistin Kurtuluş Örgütü el-Fetih’in kontrolüne girdikten sonra karşı koyma faaliyetleri yeniden tırmanışa geçti ve başta Kudüs olmak üzere İsrail işgali altındaki Arap topraklarında sabotaj faaliyetleri arttı. el-Fetih Ürdün’den sonra Lübnan topraklarında da İsrail’e saldırmaya başladı. İsrail işgali altında bulunan Doğu Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’nın 21 Ağustos 1969 tarihinde bir yahudi tarafından yakılmak istenmesi meseleye yeni bir boyut kazandırdı. Bütün İslâm dünyasının tepkisine yol açan bu olay İslâm Konferansı’nın toplanmasına sebep oldu. Türkiye’nin de üye olduğu İslâm Konferansı Teşkilâtı, 22-25 Eylül 1969 tarihlerinde Rabat zirvesinde İsrail’in Kudüs’ten çıkmasına ve Kudüs’e 1967 öncesi statüsünün iade edilmesine karar verdi. Aynı şekilde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de Kudüs’e eski statüsünün geri verilmesini isteyen 15 Eylül 1969 tarihli ve 267 sayılı kararı aldı. İsrail bu kararlara aldırmayıp işgalini sürdürürken Filistin Kurtuluş Örgütü de İsrail’e yönelik saldırılarını arttırarak devam ettirdi. Fakat Ürdün iç savaşının çıkması örgüt için büyük bir darbe oldu.

    1967 savaşından önce toplam sayıları 1.300.000 civarında olan Filistin mültecilerinin 700.000’i Ürdün’de yaşıyordu. 1967’de İsrail işgaline uğrayan Batı Şeria halkı tarihî ve coğrafî bağları dolayısıyla ikinci vatan saydıkları bu ülkeye sığınmışlardı. Ürdün’ün ekonomisi ise bu kadar mülteciyi barındıracak güçte değildi; ayrıca askerî durumu da zayıf olduğu için topraklarında üslenen Filistin Kurtuluş Örgütü’nün İsrail ile başını derde sokacağından endişe ediyordu. Diğer taraftan Nâsır gibi sosyalist Arap liderleri Ürdün’de krallık rejimini yıkmak için Filistinli mültecileri kullanmaya çalışıyorlardı. Bu sebeplerle Ürdün bir iç savaşa sürüklendi ve askerlerin 7 Haziran 1970’te başşehir Amman yakınındaki Zerkā mülteci kamplarına saldırısıyla başlayan kanlı olaylar bir yıldan fazla sürdü. Çatışmalarda yüzlerce Filistinli gerilla öldürüldü, 2300’ü de tutuklandı; kalanların ise bir kısmı Suriye’ye, bir kısmı Lübnan’a sığındı. Arap ülkeleri olaya büyük tepki gösterdiler ve Ürdün’ü Filistin ihtilâlini tasfiye etmekle suçladılar. 28 Kasım 1971 günü Ürdün Başbakanı Vasfî Tell Kahire’de Kara Eylül örgütü tarafından öldürüldü. Bazı Arap ülkeleri de Ürdün ile diplomatik ilişkilerini kestiler. Kral Hüseyin 15 Mart 1972’de yeni bir tasarı sundu. Tasarı Batı Şeria bölgesini Filistin, Doğu Şeria bölgesini de Ürdün adıyla tanımladıktan sonra Birleşik Arap Krallığı adı altında iki bölgeli bir federasyon öneriyordu; Filistin’in başşehri Kudüs, Ürdün’ünki Amman olacak, birleşik krallığın hükümdarlığını da Ürdün kralı yürütecekti. İlk tepki İsrail’den geldi; Mısır ve el-Fetih de tasarıyı sabotaj olarak nitelediler ve Mısır 6 Nisan 1972’de Ürdün’le diplomatik ilişkisini kesti. Araplar’ın tam bir dağınıklık içinde bulundukları bu sırada yeni bir İsrail-Arap savaşı patlak verdi.

    İsrail’in 1967’de işgal ettiği toprakları geri almak amacıyla 6 Ekim 1973 günü Mısır’ın Süveyş Kanalı’ndan, Suriye’nin de Golan tepelerinden saldırıya geçmeleriyle savaş başladı. Ancak kârlı çıkan taraf yine, Kahire’nin 100 km. yakınına kadar ilerleyen İsrail oldu ve Mısır ile Suriye’den toprak elde etti. İsrail savaştan sonra tutumunu daha da sertleştirdi; bunun birinci sebebi bir terör örgütü kabul ettiği Filistin Kurtuluş Örgütü ile müzakereye yanaşmaması, ikincisi de toprak tavizi verebilmek için birtakım siyasî avantajlar sağlamak istemesiydi. Mısır ise İsrail ile barış yapmayı düşünüyor, fakat barışın şartı olarak İsrail’in işgal ettiği bütün Arap topraklarından çekilmesini ve Filistin halkının meşrû haklarını tanıması şartını ileri sürüyordu. Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in başlattığı “mekik diplomasisi” sayesinde iki taraf arasında kuvvetlerin birbirinden ayrılmasını öngören antlaşma imzalandı (18 Ocak 1974). İsrail Süveyş’in batısından tamamen çekildiği gibi doğu kısmında da dar bir toprak şeridini Mısır’a bıraktı. Aynı şekilde Suriye-İsrail arasında 31 Mayıs 1974’te imzalanan antlaşma ile de İsrail Golan tepelerinden ele geçirdiği toprakların bir kısmını Suriye’ye geri verdi. Bunun arkasından Kissinger, İsrail’in 1967’de işgal ettiği Batı Şeria’dan çekilerek Ürdün’le yapılacak barışa doğru ilk adımı atması için harekete geçti. Fakat böyle bir barışı sağlamanın çeşitli zorlukları vardı. Batı Şeria’yı kendi tabii ve tarihî vatanı sayan Filistin Kurtuluş Örgütü İsrail’in varlığını kabul etmiyor, İsrail de yapılacak müzakerelere bu örgütün alınmasını istemiyordu. Ayrıca örgüt 1970 iç savaşından beri Kral Hüseyin’i düşman olarak görüyordu. Öte yandan İsrail de Batı Şeria’yı tarihî ve dinî bakımdan yahudi toprağı sayıyor, buradan bir karış toprağın verilmesine dahi karşı çıkıyordu. Kissinger, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü saf dışı bırakarak konuyu Kral Hüseyin ile çözmek istedi. Bunun üzerine örgüt 10 Haziran 1974’te on maddelik bir siyasî program yayımladı. Burada, Filistin halkı yurduna dönmedikçe ve selfdeterminasyon hakkına kavuşmadıkça devamlı ve âdil bir barışın yapılamayacağı vurgulanıyor, Filistin topraklarının kurtarılması ve bağımsız bir “millî otorite” kurulması (“devlet” kelimesi kullanılmamıştır) temel amaç ilân ediliyordu. Arap zirvesi de 26-29 Ekim 1974’te Rabat’ta toplanarak Filistin Kurtuluş Örgütü meselesini ele aldı. Yayımladığı bildiride örgütün, İsrail işgali altındaki topraklarda ve bu toprakların dışında yaşayan 3 milyon Filistinli’nin tek meşrû temsilcisi olarak kabul edildiği açıklandı. Filistin halkının anavatanına dönme, selfdeterminasyon ve kurtarılan herhangi bir Filistin toprağında örgütün yönetimi altında bağımsız bir millî otorite kurma hakları teyit edildi. Bundan başka, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu elli altı ülke 11 Eylül 1974’te Filistin meselesinin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu gündemine ayrı bir madde olarak alınmasını teklif ettiler. Genel kurulun 14 Ekim tarihli toplantısında yine Türkiye dahil yetmiş iki ülke, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Filistin meselesinin bir tarafı sıfatıyla toplantıya çağrılmasını istedi. Teklif benimsenerek Yâsir Arafat 13 Kasım günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na davet edildi. Arafat konuşmasında Filistin halkının kendi anavatanına dönmesinin sağlanmasını istedi. Genel kurul da 22 Kasım 1974 tarih, 3236 ve 3237 sayılı kararları ile Filistin halkının selfdeterminasyon, millî bağımsızlık ve Filistin içinde hâkimiyete sahip olma haklarını tanıdı; ayrıca örgüte Birleşmiş Milletler’in bütün toplantılarında bulunmak üzere gözlemci statüsü verdi. Bu gelişmeler, Kissinger’in Batı Şeria için yapmaya çalıştığı İsrail-Ürdün antlaşmasına engel oldu. Ayrıca Filistin Kurtuluş Örgütü içinde ortaya çıkan bazı olaylar şartları daha da güçleştirdi. George Habaş’ın liderliğindeki Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi ve onu destekleyen fraksiyonlar İsrail’e karşı mücadelelerini arttırdılar. Zaman zaman el-Fetih örgütünün de karıştığı silâhlı saldırılar 1974 sonlarından itibaren tekrar yaygınlaştı. Bunun üzerine Kissinger bütün çabasını Sînâ üzerinde yoğunlaştırdı ve nihayet çeşitli diplomatik faaliyetlerin ardından 4 Eylül 1975’te İsrail-Mısır arasında ikinci bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile taraflar Ortadoğu anlaşmazlığının kuvvetle değil müzakerelerle çözüleceğini kabul ettiler ve İsrail Sînâ’dan bir parça toprağı daha Mısır’a geri verdi. Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkileri geliştirdikçe parça parça da olsa Sînâ’yı kurtarmanın mümkün olduğunu gören Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat 26 Ekim - 5 Kasım 1975 tarihleri arasında Washington’u ziyaret etti.

    Filistin Kurtuluş Örgütü, 1975 İsrail-Mısır antlaşmasından sonra milletlerarası planda tanınma bakımından birtakım çabalar içine girdi. Filistin meselesi ve örgüt 1976 yılında Ortadoğu gündeminin başlıca konusu oldu. Mısır ve Ürdün, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Filistin halkının tek temsilcisi olarak kabul edilmesini ve İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilip bu topraklarda bir Filistin devletinin kurulmasına dair karar alınmasını istediler. İsrail, Birleşmiş Milletler gözetiminde Cenevre’de yapılması düşünülen konferansa razı olmakla birlikte Suriye ve Ürdün’ün yanında örgütün de toplantılara katılmasına karşı çıktı ve örgütle hiçbir yerde masaya oturmayacağını, ancak Ürdün’ün Filistinliler adına konuşabileceği görüşünü tekrarladı.

    Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanlık seçimini Jimmy Carter’in kazanmasıyla Filistin meselesi yeni bir safhaya girdi. Carter, Dışişleri Bakanı Cyrus Vance’a Şubat 1977’de Ortadoğu’da bir nabız yoklaması yaptırdı ve bütün Arap ülkelerinin bir Filistin devletinin kurulmasında ısrar ettikleri ortaya çıktı. Sadece Mısır bu devletin bir konfederasyon altında Ürdün ile birleşmesinden yana idi. Filistin Millî Konseyi de 12-20 Mart 1977 tarihleri arasında Kahire’de yaptığı toplantıda on beş maddelik bir program kabul etti. Bu programda millî topraklar üzerinde bağımsız bir devlet kurulması öngörülüyor, millî topraklarla da 1922’de İngiliz mandasına verilen toprakların kastedildiği açıklanarak İsrail’in varlığı yine reddediliyordu. Amerika Birleşik Devletleri yönetimi, taraflara hem İsrail’in hem de Filistin’in varlığını kabul ettirecek yeni bir formül bulma çabasına girdi ve Filistin halkına Batı Şeria ile Gazze’de bir yurt sağlanması görüşünü işlemeye başladı. Ancak bu sırada İsrail’de iktidar değişti ve yönetime gelen Likud Partisi lideri Menahem Begin işgal edilmiş toprakların, özellikle Batı Şeria’nın tarihî yahudi yurdu olduğunu, buralardan bir karış dahi toprak verilmeyeceğini açıkladı. Bir taraftan da işgal edilmiş topraklarda yeni yahudi yerleşim merkezleri oluşturarak buralarda bir Filistin devletinin kurulması imkânını ortadan kaldırmaya yöneldi. İsrail’in bu tutumu karşısında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği, Cenevre Konferansı’nın ortak başkanları sıfatıyla 1 Ekim 1977’de bir bildiri yayımlayarak İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilip Filistin halkının meşrû haklarını tanımasını ve Cenevre Konferansı’nın en geç Aralık 1977’de toplanmasını istediler. Filistin Kurtuluş Örgütü bu bildiriyi memnunlukla karşıladı; İsrail ise Filistin Kurtuluş Örgütü katıldığı takdirde konferansa gitmeyeceğini açıkladı ve arkasından bir plan hazırlayarak Araplar’ın konferansa tek delegasyon halinde katılabileceklerini, Filistinliler’in de bu heyet içinde yer alabileceklerini bildirdi. Filistin Kurtuluş Örgütü ve Suriye İsrail’in bu planını kesinlikle reddettiler. İsrail’in ileri sürdüğü şartların Amerika Birleşik Devletleri tarafından desteklenirken Araplar tarafından reddedilmesi konferansın başarı şansını daha başlamadan azalttı. Bu şartlar içinde, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Cenevre’de temsil edilmesini isteyen Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat o güne kadar düşünülmesi dahi mümkün olmayan bir harekete girişti ve Arafat’ın da hazır bulunduğu bir toplantıda barışı sağlamak için İsrail’e gidebileceğini ve parlamentoda konuşabileceğini söyledi (9 Kasım 1977). Bütün dünyada büyük tesir yapan bu çıkışı İsrail memnunlukla karşıladı ve 15 Kasım 1977’de parlamento Enver Sedat’ı resmen davet etti. Enver Sedat, yurt içinden ve dışından gelen yoğun Arap tepkilerine rağmen 19-21 Kasım 1977 tarihleri arasında Kudüs’ü ziyaret etti ve İsrail parlamentosunda yaptığı uzun konuşmada, Filistin halkının kendi devletini kurma ve selfdeterminasyon hakkı dahil temel haklarının kabul edilmesini istedi. Onun bu konuşmasında Sînâ yarımadası ile birlikte Filistin toprağı olan Batı Şeria ve Gazze’yi de kurtarmaya çalıştığı, hatta bunu Mısır-İsrail barışının ana unsuru saydığı açıkça anlaşılıyordu. Fakat bu barış teşebbüsü İsrail’in olumsuz tutumu yüzünden başarısızlıkla sonuçlandı ve bu durum, Sedat’ın bir Ortadoğu barışı yoluyla Filistin meselesini çözmesi ihtimalinden rahatsız olan ve bu sebeple onu, politik hesaplarına ters düştüğü için İsrail ile ikili barışa gitmekle ve Filistin davasına ihanet etmekle suçlayan bazı Arap devletleri ve Sovyetler Birliği tarafından büyük bir memnuniyetle karşılandı.

    Bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri kapsamlı bir Ortadoğu barışı yerine ilk adım olarak öncelikle Mısır-İsrail arasında barış sağlanması için harekete geçti. Bu ikili barışla birlikte Batı Şeria ve Gazze için de geçici bir düzenleme yapılacaktı. Uzun diplomatik tartışmalardan sonra Başkan Carter, Enver Sedat ile İsrail Başbakanı Begin’i 17 Eylül 1978 günü Beyaz Saray’ın yazlığı Camp David’de bir araya getirdi ve burada biri Ortadoğu İçin Çerçeve Antlaşması, diğeri Mısır-İsrail Barışı İçin Çerçeve Antlaşması adını taşıyan iki ön antlaşma imzalandı; bunların ikisi de kesin barış antlaşması değildi ve sadece meselelerin çözümlerinde esas alınacak noktaları belirliyordu. Bu çerçeve antlaşmalarında Filistin sorununa geniş yer verilmiş ve bütün yönleriyle ele alınacağı müzakerelere Mısır, İsrail, Ürdün ve bu topraklarda yaşayan Filistin halkının temsilcilerinin katılması öngörülmüştü. Müzakereler üç aşamalı olacaktı. Birinci aşamada Batı Şeria ve Gazze halkı, yapacağı seçimle İsrail askerî yönetiminin yerini almak üzere beş yıllık bir özerk yönetim oluşturacak, ikinci aşamada İsrail askerlerinin çekilmesiyle birlikte beş yıllık süre başlayacak ve bu arada özerk yönetim kendi güvenlik teşkilâtını kuracak, üçüncü aşamada ise bu dönemin ilk üç yılı geçtikten sonra Batı Şeria ve Gazze’nin nihaî statüsünü belirleyecek müzakerelere başlanacaktı. Geçici özerklik döneminde ayrıca mülteci Filistinliler’in dönmelerine izin verilecek ve bütün bu görüşmeler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı çerçevesinde yapılacaktı. Müzakereler sonunda varılacak çözüm ise hem sınırları ve güvenlik konularını düzenleyecek, hem de Filistin halkının meşrû haklarını tanıyacaktı. Fakat Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararına Kudüs de dahil olduğu halde çerçeve antlaşmalarında bu konuya yer verilmemiş, böylece Amerika Birleşik Devletleri’nin çabalarına rağmen İsrail Kudüs’ten vazgeçmeyeceğini ortaya koymuştu.

    Camp David’de imzalanan antlaşmalara Araplar büyük tepki gösterdiler. İlk sert tepki Yâsir Arafat’tan geldi ve bunları “kirli bir iş” olarak nitelendirip Enver Sedat’ın ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bunun bedelini ödeyeceklerini söyledi. Batı Şeria Arapları’nın liderleri 1 Ekim 1978’de, Gazzeli liderler de 18 Ekim’de millî kurtuluş hareketine darbe indirdikleri gerekçesiyle antlaşmaları tamamıyla reddeden birer bildiri yayımladılar. 5 Kasım’da Bağdat’ta toplanan Arap ülkeleri Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Filistin halkının tek temsilcisi olduğunu ve sonuna kadar destekleneceğini ilân ettiler.

    12 Ekim 1978’de başlayan Mısır-İsrail müzakereleri sırasında en çok tartışma Filistin konusunda ortaya çıktı. İsrail Başbakanı Begin, daha işin başından itibaren Batı Şeria ve Gazze meselesini barış antlaşmasından ayırmaya ve ikisi arasında bir bağlantı kurulmasını önlemeye çalışarak bu bölgeler üzerinde taviz vermeye niyeti olmadığını ortaya koydu. Nitekim 25 Ekim 1978’de yaptğı bir açıklamada Batı Şeria ile Golan tepelerindeki yerleşme nüfuslarının arttırılacağını bildirdi; hemen arkasından da hükümet Batı Şeria’da 430 ve Şeria vadisi ile Golan tepelerinde de 200’er yeni evin inşasına karar verdi. Amerika Birleşik Devletleri’nin bu kararlara tepki gösterip İsrail’e karşı ekonomik baskıya başlamasına rağmen Begin “İsrail ülkesi” diye nitelediği Judea ve Samaria’nın, yani Batı Şeria’nın da dahil olduğu bütün İsrail topraklarında yahudilerin yerleşme haklarının bulunduğunu açıkladı. İsrail’in bu tutumu karşısında Enver Sedat 25 Aralık’ta Begin’i ağır şekilde suçlayan bir konuşma yaptı; İsrail’in barışı hiçbir zaman istemediğini, Nil’den Fırat’a kadar yayılabilmek için bölgede karışıklığın sürmesinden yana olduğunu ileri sürerek Begin ile birlikte lâyık görüldüğü Nobel Barış Ödülü’nü almaya gitmedi.

    Amerika Birleşik Devletleri, 1978 ortalarında İran’da meydana gelen olaylar ve sadık müttefiki şahın tahtının tehlikeye girmesi karşısında zorunlu hale gelen Ortadoğu barışını sağlamak üzere tekrar harekete geçti. Başkan Carter’in Kahire ve Kudüs’ü ziyaretiyle mevcut pürüzler de giderildi. Mısır-İsrail barış antlaşması 26 Mart 1979’da Sedat ve Begin tarafından yine Camp David’de imzalandı; böylece İsrail’in Sînâ’dan çekilmesine karşılık Mısır da İsrail Devleti’ni tanımış oldu. Fakat Filistin Kurtuluş Örgütü ve Arap ülkeleri bu antlaşmaya büyük tepki gösterdiler. Arafat 26 Martta Beyrut’ta verdiği bir demeçte Carter, Begin ve Sedat üçlüsünü ezmekten ve Filistin halkının haklarını görmezlikten geldikleri için ellerini kesmekten söz ediyordu. Arap ülkeleri de 27-31 Mart’ta Bağdat’ta toplanıp Sedat’ı Filistin davasına ihanet etmekle suçlayarak Mısır’la diplomatik ilişkileri kesmeye yönelik kararlar aldılar ve bu ülke tam bir yalnızlığa itildi. Tepkiler Birleşmiş Milletler’e de yansıdı; genel kurul, 29 Kasım 1979’da 34/65 B sayılı kararıyla Filistin Kurtuluş Örgütü’nün katılmadığı Camp David Antlaşması’nın geçersiz olduğunu, Filistin halkının ve İsrail işgali altındaki toprakların geleceği açısından hiçbir değer taşımadığını ilân etti. Bütün tepkilere rağmen 25 Nisan 1979’da yürürlüğe giren antlaşmanın tatbiki sırasında İsrail herhangi bir güçlük çıkarmadı. Fakat Mısır-İsrail barışının, dolayısıyla Camp David Antlaşması’nın ayrılmaz parçası olması gereken Batı Şeria ve Gazze’nin özerkliği konusunda aynı davranışı göstermedi. Filistin’le ilgili müzakereler 25 Mayıs 1979’da başladı. Daha ilk toplantıda taraflar arasındaki derin görüş ayrılıkları hemen ortaya çıktı. Mısır temsilcisi Dışişleri Bakanı Kemal Hasan Ali, İsrail’in Doğu Kudüs dahil işgal ettiği bütün topraklardan çekilmesini ve buralardaki Yahudi yerleşim merkezlerini dağıtmasını istedi; Filistinliler’in kendi bağımsız devletlerini kurmaları da dahil selfdeterminasyon hakkının Allah’ın verdiği bir hak olduğunu söyledi. Buna karşılık İsrail temsilcisi Enformasyon Bakanı J. Burg ise özerkliğin hâkimiyet olmadığının kabul edilmesi gerektiğini vurgulayarak İsrail’in bağımsız bir Filistin devleti mânasına gelecek herhangi bir olguyu peşinen reddettiğini bildirdi. Böylece Batı Şeria ve Gazze’nin özerkliği konusunda daha ilk günde derin kavram farklılıkları ortaya çıkmış oldu. Buna rağmen Amerika Birleşik Devletleri temsilcilerinin de katılmasıyla görüşmelere devam edildi. İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhak kararı alması müzakereleri büsbütün çıkmaza soktu. Özerklik görüşmelerinin ruhuna ve o zamana kadar Birleşmiş Milletler’in aldığı kararlara tamamen aykırı olan bu karara en büyük tepki el-Fetih’ten geldi. Örgüt, 21-29 Mayıs 1980 tarihlerinde Şam’da yaptığı konferansta yeni bir siyasî program kabul etti. Son derece katı ve sert hükümler taşıyan programın başında el-Fetih’in ihtilâle karşı ve vatanperver bir hareket olduğu açıklanıyor, amacının da bütün Filistin topraklarını kurtararak üzerinde demokratik bir devlet kurmak olduğu vurgulanıyordu. el-Fetih bu programıyla, İsrail’in ortadan kaldırılmasını temel hedef olarak tesbit ettiğini ortaya koymaktaydı. Diğer taraftan Enver Sedat, Kudüs meselesi özerklik tartışmalarına dahil olduğu halde İsrail’in ilhak kararıyla bunu baltaladığını ileri sürerek 16 Mayıs’ta görüşmeleri kesti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de 30 Haziran 1980 tarihinde kabul ettiği 476 sayılı kararla İsrail’in Kudüs’ün statüsünü değiştirmek için aldığı bütün tedbirleri geçersiz saydı ve İsrail’e kararlarını geri almasını bildirdi.

    Özerklik görüşmelerinin kesilmesinden sonra Batı Şeria ve Gazze’de karışıklıklar çıktı. Filistinli belediye başkanları tarafından yönetilen olayları bastırmak için İsrail’in sert tedbirler alması çatışmaları daha da arttırdı. Başkanlık seçimleri dolayısıyla yahudi lobisinin etkisinde bulunan Amerika Birleşik Devletleri yönetimi İsrail’e baskı yapamadı. Bu durumu gören Avrupa Ekonomik Topluluğu gerginliği gidermek için 13 Haziran 1980’de Venedik’te bir bildiri yayımladı. Burada, Filistinliler’e kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkının tanınması ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün bütün müzakerelere katılması isteniyordu. Ayrıca İsrail’in işgal ettiği toprakların tamamından çekilmesi ve Kudüs’ün statüsünü tek taraflı olarak değiştirmekten vazgeçmesi gerektiği vurgulanıyordu. İsrail, el-Fetih’in Şam Konferansı’nda kabul ettiği kendilerini imha planını ileri sürerek bildiriye büyük tepki gösterdi; Filistin Kurtuluş Örgütü de Camp David Antlaşması’nı benimsediği için bunu reddetti. Böylece Venedik Bildirisi tarafların arasını daha da açmış oldu. Bu sırada Amerika Birleşik Devletleri’nde devam eden seçim kampanyası İsrail’in uyuşmaz tutumunu sertleştirmesine katkıda bulundu. Cumhuriyetçi Parti’nin 13 Temmuz 1980 günü açıklanan seçim beyannâmesinde barış görüşmelerine Filistin Kurtuluş Örgütü’nün katılması kesinlikle reddediliyor, ayrıca İsrail’in kendi stratejik çıkarlarına hizmet ettiği belirtiliyordu. Cumhuriyetçiler’in adayı Ronald Reagan’ın Kasım 1980 seçimlerini kazanmasından ve Dışişleri Bakanlığı’na Alexander Haig’in getirilmesinden sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin Filistin politikası tamamen değişti ve yeni başkanla Dışişleri bakanı İsrail’in en kuvvetli destekçisi oldular. Başkan Reagan, 2 Şubat 1981’de İsrail’in Ortadoğu’da Amerika’nın yararına bir kuvvet oluşturduğunu ve yahudi yerleşimlerini hukuka aykırı sayan eski başkan Carter’in görüşüne katılmadığını açıkladı. Sonuçta Amerika Birleşik Devletleri’nin tam desteğini alan İsrail Araplar’a ve Filistin Kurtuluş Örgütü hedeflerine karşı harekete geçti. Irak’ın Bağdat yakınlarında inşa etmekte olduğu nükleer santrali 8 Haziran 1981 günü havadan bombaladı. Bu saldırının tepkileri devam ederken 6 Ekim 1981’de Enver Sedat bir suikastta öldürüldü. Suikastın yarattığı ortamdan faydalanan İsrail 14 Aralık 1981’de Golan tepelerini ilhak ettiğini açıkladı. Bundan sonra Lübnan’daki Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarına karşı saldırılarını arttırdı. Örgütü Lübnan’dan söküp atmak için 6 Haziran 1982’den itibaren Lübnan’ı işgale başladı. Beyrut’u kuşatarak sivil halkı bombalaması Amerika Birleşik Devletleri’nin dahi tepkisine sebep oldu. Bu sırada, İsrail’i Filistin konusunda destekleyen Dışişleri Bakanı Haig’in yerine Araplar’la iyi ilişkileri geliştirmek isteyen George Shultz getirildi. Arafat 27 Haziran 1982’de Beyrut’tan çıkmayı prensip olarak kabul etti. Amerika Birleşik Devletleri yönetimi Filistinli gerillalara yer bulabilmek için Arap ülkeleri nezdinde girişimlerde bulundu. Irak, Ürdün, Suriye, Mısır, Tunus, Sudan, Kuzey ve Güney Yemen hükümetlerinin olumlu cevap vermeleri üzerine Filistin Kurtuluş Örgütü 21 Ağustos - 1 Eylül 1982 tarihleri arasında Beyrut’u terketti; Arafat da 30 Ağustos’ta ayrılarak karargâhını Tunus’a kurdu. Filistinli gerillalardan 600’ü Cezayir’e, 1000’i Tunus’a, 6450’si Suriye’ye, 130’u Irak’a, 260’ı Ürdün’e, 850’si Kuzey Yemen’e ve 1100’ü de Güney Yemen’e yerleşti.

    Başkan Reagan, 1 Eylül 1982’de yaptığı bir radyo konuşmasında örgütün Beyrut’u tamamen terketmesinden sonra ciddi bir durumun ortaya çıktığını, bunun da Filistinliler’e yurt bulmak olduğunu söyledi. Camp David Antlaşması’nın Batı Şeria ve Gazze için öngördüğü beş yıllık geçici özerkliğin İsrail’in güvenliğini tehdit etmeyeceği görüşünü belirten Reagan, Batı Şeria ve Gazze’de bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını desteklemediklerini, fakat bu toprakların İsrail tarafından ilhak edilmesini veya devamlı kontrol altında tutulmasını da onaylamadıklarını ve en iyi çözüm şeklinin Batı Şeria ve Gazze özerk yönetiminin Ürdün ile birlikte bir konfederasyon kurması olduğunu açıkladı; ayrıca İsrail’in 242 sayılı karar uyarınca kendi sınırlarına çekilmesi gerektiğini bildirdi. Reagan Planı adı verilen bu plana şiddetle karşı çıkan İsrail, tepkisini göstermek için işgal ettiği topraklarda yeni yahudi yerleşim merkezlerinin kurulmasını hızlandırdı. Filistin Kurtuluş Örgütü ile Arap ülkeleri de plana karşı çıktılar. Arap devletleri 9 Eylül 1982’de yayımladıkları Fas Planı ile İsrail’in tamamen çekilmesini ve Filistin’de başşehri Kudüs olan bağımsız bir devletin kurulmasını istediler. İsrail bu planı da reddetti. Filistin Millî Konseyi ise 22 Şubat 1983’te Cezayir’de yaptığı toplantıda Fas Planı’nın Filistinliler’in asgari istekleri olduğunu ve Ürdün ile münasebetlerin iki bağımsız devlet arasında bir konfederasyon şeklinde olması gerektiğini açıkladı.

    Bir taraftan Reagan Planı, diğer taraftan Fas Planı, Araplar’la Amerika Birleşik Devletleri arasında yeni bir diyalog başlatmakla birlikte Filistin konusunda somut bir netice alınamadı; bunun en önemli sebebi İsrail’in uzlaşmaz tutumu idi. İsrail’in 16-17 Eylül 1982 gecesi Beyrut’un güneyindeki Sabra ve Şatilla Filistin mülteci kamplarında giriştiği katliam Ortadoğu’yu yeniden gerginlik ortamına sürükledi. Ayrıca Lübnan’da kalan Filistinli gerillalar Mayıs 1983’te Bekaa vadisinde Arafat’a karşı ayaklandılar. Tunus’ta bulunan Arafat örgüt içindeki bölünmeleri önleyemedi. Suriye ve Libya’nın da kışkırtmalarıyla örgüt içinde Arafat’a karşı Ebû Mûsâ liderliğinde yeni bir grup ortaya çıktı. Bu arada Suriye’nin Arafat’a karşı cephe alması Ürdün’ün ona yaklaşmasına sebep oldu. Ürdün Kralı Hüseyin ile Arafat arasında 11 Şubat 1985’te bir antlaşma imzalandı. Buna göre toprağa karşılık barış ilkesi tatbik edilecekti; yani Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin varlığının kabul edilmesi karşılığında İsrail ile barış imzalanacaktı. Filistin varlığı ile Ürdün arasında da bir konfederal ilişki kurulacaktı; ancak beliren görüş ayrılıkları yüzünden Kral Hüseyin antlaşmayı 19 Şubat 1986’da feshetti. Fakat daha sonra 1 Ağustos 1988’de aldığı bir kararla Batı Şeria ve Gazze’de bağımsız bir Filistin devletinin kuruluşuna doğru ilk adımı attı. Batı Şeria ile bütün idarî ve hukukî bağların koparıldığı bu karara göre 1.300.000 nüfusu bulunan bölge halkının yegâne temsilcisinin Filistin Kurtuluş Örgütü olduğu, Batı Şeria halkının bundan böyle Ürdün pasaportu taşımayacağı ve parlamentoda temsil edilmeyeceği açıklanıyordu. Arafat, Ürdün’ün bu kararından sonra Filistin meselesini milletlerarası bir konferansta çözmek için diplomatik faaliyetlere girişti. Bir taraftan da Batı Şeria ve Gazze’de Aralık 1987’den itibaren İsrail askerlerine karşı silâh olarak yalnız taşın kullanıldığı bir mücadele (intifâda) başlattı. Fakat Birleşmiş Milletler’in 242 sayılı kararı gereğince İsrail’in varlığını tanımaya ve terörden vazgeçtiğini açıklamaya yanaşmaması yüzünden Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail Filistin Kurtuluş Örgütü’nü muhatap kabul etmemekte direndiler. Bunun üzerine milletlerarası bir konferans toplama girişimi başarısız kalan Arafat, Amerika Birleşik Devletleri’nin örgütü tanımasını sağlamak için yeni bir yola başvurdu ve Filistin Millî Konseyi 15 Kasım 1988’de Cezayir’de yaptığı toplantıda sürgünde bağımsız Filistin Devleti’nin kurulduğunu ilân etti. Yeni devleti kırk kadar ülkenin hemen tanımasına rağmen Amerika Birleşik Devletleri tanımadı. Bu durum karşısında Arafat 14 Aralık 1988’de 242 sayılı kararı kabul ettiğini, İsrail’in varlığını tanıdığını ve terörizmden tamamen vazgeçtiğini açıkladı; ardından da Amerika Birleşik Devletleri ile Filistin Kurtuluş Örgütü arasında Tunus’ta görüşmeler başladı (16 Aralık 1988); ancak Amerika Birleşik Devletleri bağımsız Filistin Devleti’ni tanıdığını yine açıklamadı. Bunun üzerine el-Fetih örgütü de köklü bir politika değişikliğine gitti ve Ağustos 1989’da Tunus’ta yaptığı beşinci kongresinde daha önce kabul edilen İsrail’in ortadan kaldırılması kararından vazgeçildiğini ve Arafat’ın politikasının desteklendiğini açıkladı. Böylece İsrail’in bağımsız Filistin kavramını reddetmesi yüzünden mesele çözüme kavuşturulamadıysa da Filistin sorunu yeni bir döneme girmiş oldu. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 6 Aralık 1989’da 44/42 sayılı kararı aldı. Bu kararda, Filistin halkının kendi geleceğini belirleme dahil meşrû haklarına dayalı olarak Birleşmiş Milletler’in himayesinde ve ilgili tarafların katılımıyla milletlerarası bir barış konferansının toplanması çağrısı yapılıyordu. Konferans tartışmalarının devam ettiği bir sırada Irak’ın 2 Ağustos 1990 günü Küveyt’i işgal etmesi Ortadoğu’daki bütün dengeleri değiştirdi. Amerika Birleşik Devletleri’nin öncülüğünde bir milletlerarası güç 17 Ocak - 28 Şubat 1991 tarihleri arasında Irak’ın Küveyt’teki işgaline son verdi. Bu sırada Sovyetler Birliği’nin dağılması Amerika Birleşik Devletleri’ni Ortadoğu’da tek güç haline getirdi. Bölgede istikrarın gerekliliğine inanan Amerika Birleşik Devletleri Filistin meselesini çözmek için taraflara karşı baskılarını arttırdı. Yoğun diplomatik çabalar sonunda 30 Ekim 1991 günü konferans Madrid’de toplanabildi. Ancak Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Ürdün delegasyonu ile birlikte katıldığı konferans İsrail’in uyuşmaz tutumu yüzünden başarısızlıkla sonuçlandı.

    Konferansın dağılmasından sonra Filistin topraklarında İsrail’e karşı devam eden intifâda hareketi daha da şiddetlendi. İsrail’in bu harekete karşı aldığı sert tedbirler bütün dünyanın tepkisine sebep oldu. Bu sırada ortaya çıkan radikal İslâmî hareket İsrail işgali altındaki topraklarda hızla gelişti. Bu gelişmeler İsrail’i yeni bir barış arayışına sevketti ve “barış için toprak” sloganıyla seçim kampanyasını sürdüren İşçi Partisi’nin iktidara gelmesiyle birlikte Filistin meselesinde de yeni bir süreç başlamış oldu. İsrail hükümetiyle Filistin Kurtuluş Örgütü, Amerika Birleşik Devletleri’nin de onayını aldıktan sonra barış için doğrudan doğruya görüşmelere başladılar. İsrail, Gazze ve Erîhâ’dan askerini çekeceğini açıkladı. Yâsir Arafat, örgüt içindeki bazı grupların sert tepkilerine rağmen çoğunluğun desteğini alarak 9 Eylül 1993 tarihinde Filistin Kurtuluş Örgütü’nün İsrail’i tanıdığını bildiren belgeyi, Başbakan İzak Rabin de 10 Eylül 1993 günü İsrail’in Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Filistin halkının yegâne yasal temsilcisi kabul ettiğini bildiren belgeyi imzaladı; bundan sonra da taraflar 13 Eylül 1993 tarihinde Washington’da bir barış antlaşması imzaladılar. Bu antlaşmaya göre İsrail, askerlerinin tamamını dört ay içinde Gazze ve Erîhâ’dan çekecek, beş yıl olarak öngörülen geçiş dönemi boyunca bu topraklarda yönetimi üstlenmek üzere Filistin Millî Otoritesi adıyla bir teşkilât kurulacak ve en geç geçiş döneminin üçüncü yılı sonunda Batı Şeria’nın tamamı ve Kudüs’ün geleceğiyle Filistinliler’in hakları çerçevesindeki diğer konular “kalıcı statü” şeklinde ele alınıp görüşmeler yoluyla halledildikten sonra ayrıca antlaşmaya dahil edilecekti. Öngörülen bu planın bir aşaması olarak 4 Mayıs 1994’te “Kahire Antlaşması” da denilen “Gazze-Erîhâ Antlaşması” imzalandı. Bu antlaşma geçiş dönemi düzenlemelerini şu dört ana esas çerçevesinde maddeleştirmiştir: a) Güvenlik uygulamaları ve İsrail yönetimiyle askerî güçlerinin çekilmesi; b) Sivil idarenin tam olarak transferi; c) Hukukî meseleler (özellikle seçimle oluşturulacak meclisin yapısı, milletvekili sayısı, yetki ve sorumluluklarının belirlenmesi); d) İktisadî ilişkiler ve gelişme yolunda kurumlaşmanın bir çerçeveye oturtulması.

    İsrail-Filistin Kurtuluş Örgütü Barış Antlaşması, pek çok eksiğine ve bu yüzden bazı iç tepkiler almasına rağmen tarihî bir belge hüviyeti taşımaktadır. İsrail yıllardır sürdürdüğü, işgal ettiği topraklardan çıkmama ve örgütü tanımama konusundaki ısrarından ilk defa şimdi vazgeçmiştir. Arafat da yıllarca süren sürgün hayatından sonra yerleşmek üzere Gazze’ye ve daha sonra Erîhâ’ya ayak basmış ve onun başkanlığında tamamen Filistinli üyelerden kurulan Filistin Millî Otoritesi Gazze ve Erîhâ’da yönetimi ele almıştır. Ayrıca Filistinliler’den oluşturulan güvenlik kuvvetleri bu topraklarda polis görevi yapmaktadır. Yeni Filistin yönetiminin kalkınması yolunda çeşitli ülke ve kuruluşlar da yardım vaadinde bulunmuşlardır. İşgal altında bulunan topraklardaki bu barış gelişmeleri, İsrail tarafında ancak yüzde elli civarında desteklenmesine ve Filistin tarafında iç tepkilere hedef olmasına rağmen bugüne kadar belli bir mesafe almış gibi görünüyor. Özellikle yetkilerin devredildiği Gazze ve Erîhâ’da işgal yönetimine kıyasla hayatın normale döndüğü ve imar faaliyetlerinin arttığı dikkati çekmektedir.

    Anlaşmazlıkların bazı noktalarda henüz çözülememiş olması ve gelişmelere karşı çıkan muhalif grupların engellemeleri sebebiyle zaman zaman kesintiye uğrayan görüşmeler 1995’in yaz aylarında hız kazanmış ve nihayet 28 Eylül 1995 tarihinde Washington’da masaya oturan İzak Rabin ile Yâsir Arafat, Batı Şeria’nın da Filistin Özerk Yönetimi’ne devri hususunu imzaya bağlamışlardır. Bu arada, siyasî çevreler ve dünya basını tarafından müstakbel Filistin Devleti’nin temeli olarak nitelendirilen antlaşmaya yine her iki tarafın da muhalif grupları karşı çıkmış ve Beyaz Saray’da imza töreni yapılırken Hamas ve İslâmî Cihad örgütleri Batı Şeria’da genel grev ilân etmişler, Halîl şehrindeki aşırı sağcı yahudi yerleşimciler de protesto gösterileri düzenlemişlerdir.

    4 Kasım 1995 tarihinde ise Tel Aviv’de yapılan bir barış mitingi sırasında İzak Rabin bir yahudi suikastçı tarafından öldürülmüştür. Bu olayın arkasından âcilen toplanan İsrail hükümeti barış sürecine devam kararı almışsa da sonucu görmek için gelişmeleri beklemek gerekmektedir.

  • TUNUS

    Kuzey Afrika’nın en küçük ülkesi olup yüzölçümü 163.610 km2'dir. nüfusu 10.589.025’tir (2010). Batıda Cezayir, güneydoğuda Libya sınırlarıyla, kuzeyde ve doğuda uzunluğu 1300 kilometreyi bulan Akdeniz kıyılarıyla çevrilidir. Birleşmiş Milletler, Arap Devletleri Birliği, İslâm Konferansı Teşkilâtı, Afrika Birliği Teşkilâtı ve Arap Mağrib Birliği’ne üye olan ülke tek meclisli, çok partili cumhuriyetle yönetilir. Resmî adı el-Cumhûriyyetü’t-Tûnisiyye, başşehri Tunus (2010 tah. 740.000, banliyöleriyle birlikte 1 milyon civarı), diğer önemli şehirleri Sefâkus (Sfaks, 287.000), Sûse (200.000), Kayrevan (164.000), Kābis (Gabes, 125.000) ve Benzert’tir (Bizerte, 120.000).

    Fazla yüksek olmayan ülkenin yarısının yükseltisi 200 metrenin altındadır. Tel Atlasları ile Sahrâ Atlasları’nın son uzantıları alçalarak batı sınırlarından içeri girer. Mecerda vadisinin kuzeyindeki Tel Atlasları, en fazla 900 metreye ulaşır ve Benzert kıyılarında son bulur. Rölyef çok parçalı ve kesilmiş olup kıyılar yüksek kıyı tipinde ve kayalıktır. En önemli akarsuyu, Cezayir’den doğup Tunus körfezine dökülen, 600 kilometrelik uzunluğunun 400 kilometresi Tunus’ta bulunan Mecerda’dır. Nehir Tel Atlasları ile daha güneydeki Sahrâ Atlasları’nı birbirinden ayırır. Vadinin güneyindeki Sahrâ Atlasları bir dizi kalker sırtlardan oluşur, bu sebeple Tunus Sırtı adıyla anılır. Yer yer çöküntülerle kesintiye uğrayan Tunus Sırtı, Bonburnu’na kadar uzanır. Ülkenin en yüksek zirvesi olan Cebelişeânibî de (Cebel Şambi) (1544 m.) buradadır. Merkezî Tunus ülkenin orta kesiminde geniş bir platodur; batıda yüksek stepler, doğuda alçak stepler denilen iki bölüme ayrılır. En doğuda ise Sûse-Sefâkus arasında verimli topraklarıyla tanınan sahil bölümü yer alır. Bu bölümden içerilere ve güneye gidildikçe bir dizi sığ tuz gölü ve tuzlu bataklık geniş alanlar kaplar. Bunların en büyüğü Şattülcerîd’dir. En güneyde kumlu, taşlı çöllerden meydana gelen Sahrâ bulunmaktadır. Tunus’un doğu kıyılarında küçük, kayalıklı ve az yerleşilmiş Karkane adaları ile Cerbe adası yer alır. Sonradan bir yolla karaya bağlanan Cerbe kesintisiz kumsalları ve birçok vahasıyla bir turizm cennetidir. Ülkenin kuzeyinde nemli ve ılık Akdeniz iklimi görülürken merkezde yarı kurak, güneyde “sirokko” rüzgârlarının şiddetli sıcaklıklara ve kuraklığa yol açtığı çöl iklimi egemendir. Kuzeydeki dağlık alanda yağış 500-1500 mm. arasındadır. Buna karşılık ülkenin dörtte üçünde yağış tutarı 100 milimetreyi geçmez. Bol yağış alan kuzeybatı yöresinde dağlar meşe ormanlarıyla kaplıdır. Merkezî kesimde güneye doğru gittikçe otsu step türlerinden çalılara geçilir ve Sahrâ’da vahalar dışında bitki örtüsüne rastlanmaz.

    Nüfusun % 98’ini Araplar oluşturur; çok az oranda Berberî, Avrupalılar’dan Fransız ve İtalyanlar bulunur. Yahudiler geçmişte önemli bir topluluk iken günümüzde çok azalmıştır. Ülkede kilometrekareye ortalama altmış beş kişi düşer; ancak nüfusun coğrafî dağılışı çok farklıdır. Büyük kısım Sefâkus’un kuzeyindeki kıyı kuşağında toplanmıştır; dağlık alanlarla güneydeki çöl düzlükleri boş denilecek ölçüde tenhadır. Nüfusun % 63’ü şehirlerde, % 37’si kırsal kesimde oturur. Arap, Berberî, Afrika ve Avrupa kültürlerinin kavşağı olan Tunus’ta nüfusun büyük kısmı Sünnî müslümandır. Toplumun yarısı tarımla, yarısı sanayi, turizm, balıkçılık, madencilik ve imalât işleriyle uğraşır. Tunus ekonomisi hizmetler sektörü, tarım, hafif sanayi, petrol ve fosfat üretimine dayalıdır. Hizmetler sektörü son yıllarda ticaret, ulaşım, telekomünikasyon, turizm ve finans alanlarında birçok reform geçirmiştir.

    Tarıma elverişli topraklar 340.000’i sulamalı alan olmak üzere 5 milyon hektardır. Tarımın payı giderek azalmakta, imalât sektörü öne geçmektedir. Başlıca ürünler zeytinyağı, turunçgiller, hurma, tahıl, patates, domates, kırmızı et, süt ve deniz ürünleridir. Ülkede yaklaşık 10.000 sanayi tesisi bulunmakta ve bunların çoğu deniz kıyısında yer almaktadır. Benzert, Tunus ve Sefâkus’ta kurulan fabrikalarda maden ürünleri işlenmektedir. Sanayi başlıca elektronik, otomotiv, kimya, tekstil, gıda, metal, deri ve ayakkabı dalları üzerinde yoğunlaşmıştır. Tunus’un en önemli yer altı zenginlikleri fosfat, petrol ve doğal gazdır. Fosfat yatakları Afrika’nın sayılı rezervlerindendir. Petrol Sahrâ tipi hafif petrol olup 1966’dan beri Burme’de üretilmektedir; Benzert’te de bir rafineri vardır. Ülke topraklarından ayrıca demir, kurşun, çinko ve civa çıkarılmaktadır.

    Tunus, kıyılarının % 37’sini oluşturan ve en güzelleri Cerbe adası ile Hammâmet körfezinde bulunan ince kumlu plajları, arkeolojik ve kültürel zenginlikleriyle Akdeniz havzasında çok önemli bir turizm ülkesidir. Uluslararası yedi havaalanı ve sekiz limanı, 17.000 kilometrelik karayolu (% 65’i asfalt) ve 1880 kilometrelik demiryolu ağına sahiptir. Başta Kartaca olmak üzere Thuburbo Majus, Kerkouane, Dugga, Bulla Regia gibi Romalılar’a ve Kartacalılar’a ait harabeler kültür turizmi için önemli merkezlerdir. Kayrevan Sîdî Ukbe Camii, Tunus Zeytûne Camii, Tunus’un eski bölümü “medine” ve egzotik çarşısı “sûk”, Sûse ve Münestîr ribâtları da başlıca turist çeken yerler arasındadır. Cerbe adasında dünyanın en eski yahudi tapınaklarından biri olan Griba yer alır. XIX. yüzyıl beylik dönemi sarayındaki Bardo Müzesi dünyanın en zengin Roma mozaik koleksiyonunu barındırmaktadır. Kartaca Arkeoloji, Kayrevan İslâm Sanatları, Cem ve Münestîr Ribât diğer önemli müzelerdir. Vaha ve çöl manzaralarıyla güney bölgesinde çeşitli etkinlikler düzenlenerek çöl turizmi geliştirilmektedir. Ülkede bulunan altı millî park ve birçok doğal rezerv alanında flora ve fauna koruma altına alınmıştır.

    Tunus’ta el sanatları ülke ekonomisinin en dinamik sektörlerinden biridir. Turistik önem taşıyan başlıca el sanatları çinicilik, deri işlemeciliği, altın ve gümüş üzerine bijuteri, emaye bakır işlemeciliği, geleneksel ahşap müzik aletleri yapımcılığı ve halıcılıktır. Özellikle çinicilik, bakırcılık ve halıcılıkla, fes ve nargile imalâtında Osmanlı etkisi görülür. Tunus’un dış ticaretinde en önemli ihracat mallarını tekstil, deri ürünleri, ham petrol, makineler, elektrikli aletler, zeytinyağı, balık, şarap, hurma, fosfat ve gübre oluştururken ithalât malları arasında otomobil ve yedek parçaları, petrol makine aksamı, kimyasal maddeler, tekstil ve deri ürünleri, fuel-oil, kereste ve tahıl başta gelmektedir. Kuzey Afrika’da istikrarlı ve liberal ekonomiye hızla geçmekte olan Tunus, Türkiye’nin Afrika’ya açılım politikasında önemli bir köprü vazifesi görmektedir. Tunus-Türkiye ticarî ve ekonomik ilişkileri 15 Temmuz 1992 tarihinde Ankara’da imzalanan Ticaret, Ekonomik ve Teknik İşbirliği Antlaşması çerçevesinde yürütülmektedir. Tunus Türkiye’den buğday, patates, nohut, fındık, kalorifer radyatörleri, demir çelik çubuklar, buzdolabı, ilâç gibi maddeler alırken Türkiye Tunus’tan hurma, fosfat, alüminyum florür, deri, suni kâğıt hamuru, hurda bakır gibi maddeler ithal etmektedir.

    İslâm Öncesi. Bölgenin ilk sakinlerinin Batı Asya veya Avrupa’dan gelen topluluklar olduğu söylenir. Daha sonra bölgeye Berberîler yerleşti. Tüccar bir millet olan Fenikeliler’in Suriye’den gelişiyle Tunus tarih sahnesine çıktı. Milâttan önce XII. yüzyıldan itibaren bölgeye gelmeye başlayan ve sahillerde ticarî koloniler oluşturan Fenikeliler, Kartaca şehrini merkez edindiler ve milâttan önce IX. yüzyılın ilk yarısında bölgede önemli bir deniz gücüne sahip büyük bir imparatorluk kurdular. Batı Akdeniz havzasını, Sardinya, Malta ve Balear adalarını hâkimiyetleri altına aldılar. Bugün Tunus şehrinin banliyösü durumundaki Kartaca’da hüküm sürdükleri için Kartacalılar olarak da bilinen Fenikeliler hükümranlıklarını yedi asır (m.ö. 846-m.s. 146) devam ettirdiler. Kartaca ile Roma arasında siyasî ve ticarî rekabet yüzünden başlayan, yaklaşık bir asır devam eden Pön savaşları Kartacalılar’ın yıkılışıyla sonuçlandı. Kartaca’yı ve Tunus’un diğer merkezlerini ellerine geçiren Romalılar, savaş sırasında tahrip ettikleri Kartaca’yı yeniden imar ederek Kuzey Afrika’daki topraklarının idarî merkezi yaptılar. IV. yüzyılın ortalarında İspanya’dan gelen Vandallar bölgede Roma hâkimiyetine son verip yaklaşık bir asır hüküm sürdüler (440-535). Tunus ve civarı 535 yılında Bizans’ın eline geçti ve müslümanların fethine kadar Bizans hâkimiyetinde kaldı. İslâm fetihleri esnasında İfrîkıye diye adlandırılan Tunus ve civarında putperestlik ve Hıristiyanlık yaygındı, halkın çoğunluğu putperest Berberîler’den oluşuyordu.

    İslâmî Dönem. Hz. Osman zamanında 27 (647) yılında İfrîkıye’nin fethine çıkan Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh o yıllarda Bizans’tan ayrılıp bağımsızlığını ilân eden Gregorios’u Sübeytıla’da yendi ve bölgenin ileri gelenlerini vergiye bağladı. İfrîkıye halkının anlaşmayı bozması üzerine 33 (653) veya 34’te (654-55) ikinci defa sefere çıkarak onları tekrar itaat altına aldı. Hz. Ali ile Muâviye arasındaki mücadeleler sırasında bölge İslâm hâkimiyetinden çıktı. Tunus’un doğu kesimini Muâviye’nin İfrîkıye valiliğine getirdiği Muâviye b. Hudeyc yeniden İslâm egemenliği altına aldı (45/665). Ardından valiliğe tayin edilen Ukbe b. Nâfi‘ devamlı bir ordu bulundurmak amacıyla Tunus’ta Kayrevan şehrini kurdu (50/670); Kayrevan, Mağrib’deki fetihler için ordunun bir hareket ve ikmal üssü durumuna getirildi. 55 (675) yılında vali tayin edilen Ebü’l-Muhâcir Dînâr, yedi yıl süren valiliği esnasında Kartaca şehri ve civarının fethini tamamladı. Bu yıllardan itibaren Berberîler arasında İslâmiyet yayılmaya başladı. Abdülmelik b. Mervân ile muhaliflerinin iktidar mücadelesi döneminde bölgede Berberî isyanları çıktı. Bu olaylar esnasında Kartaca gibi sahil şehirleri Bizanslılar’ın eline geçti. Berberî reisi Küseyle, Muharrem 64’te (Eylül 683) Kayrevan’ı ve buradan Berka’ya kadar olan bölgeyi zaptederek 69 (688-89) yılına kadar elinde tuttu. Abdülmelik b. Mervân siyasî birliği sağladıktan sonra bölge valiliğine Hassân b. Nu‘mân’ı tayin etti ve onu kalabalık birliklerle destekledi. Hassân, Berberî isyanlarını bastırdığı gibi Kartaca’yı da geri aldı ve Tunus şehrini kurarak orada bir tersane yaptırdı (82/701). Onun ardından İfrîkıye valiliğine tayin edilen Mûsâ b. Nusayr’ın Zağvân’ı almasıyla Tunus’un tamamı İslâm hâkimiyetine girdi. Mûsâ b. Nusayr 88 (707) yılında Mağrib’in tamamını fethetti ve Akdeniz adaları ile Endülüs fetihlerini gerçekleştirdi. Ömer b. Abdülazîz’den sonraki dönemde görev yapan valilerin bölge halkına karşı yürüttüğü yanlış siyaset yüzünden Tunus ve civarında istikrar kalmadı. Yezîd b. Abdülmelik’in İfrîkıye valisi Yezîd b. Ebû Müslim, müslüman olan Berberîler’i ve mallarını ganimet sayarak humus alması ve onları cizye ile mükellef tutması gibi uygulamaları sebebiyle öldürüldü (102/720-21). Ardından Ubeyde b. Abdurrahman ve Ubeydullah b. Habhâb’ın Berberîler’e karşı Arap ırkçılığından kaynaklanan haksız uygulamaları Hâricîliği kabul eden Berberîler’in isyanına yol açtı. Kayrevan 124’te (742) Hâricîler’in Sufriyye kolunun hücumuna mâruz kaldı. II. Mervân, 127 (745) yılında ayaklanıp Kayrevan’ı ele geçiren Abdurrahman b. Habîb’i vali olarak tanımak zorunda kaldı.

    Abbâsîler’in ilk yıllarında bölgede Hâricî isyanları sürdü. 140’ta (757) Sufrî Hâricîleri’nin, ertesi yıl İbâzîler’in eline geçen Kayrevan üç yıl sonra geri alınarak etrafı surlarla çevrildi. Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarafından 155’te (772) İfrîkıye valiliğine tayin edilen Yezîd b. Hâtim el-Mühellebî isyanları bastırıp bölgeyi kontrol altına aldı. Onun vefatının ardından aynı aileden bölgeyi yöneten valilerin dördüncüsü olan Fazl b. Ravh b. Hâtim, 178’de (794) Tunus şehrinde başlayan isyan sırasında Kayrevan’a giren isyancılar tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Hârûnürreşîd’in İfrîkıye valiliğine gönderdiği Herseme b. A‘yen, Kayrevan’a gelip isyanı bastırdı. Ancak kendisine karşı başlatılan bir ayaklanma sebebiyle halifeye mektup yazarak görevden alınmasını istedi ve yerine İbrâhim b. Ağleb’in getirilmesini tavsiye etti. İbrâhim b. Ağleb’in Hârûnürreşîd tarafından babadan oğula intikal etmek üzere vali tayin edilmesiyle Tunus ve civarında Ağlebîler dönemi başlamış oldu (800).

    Başşehirleri Kayrevan olmak üzere kurulan, Abbâsî hâkimiyetini tanıyan ve paralarda halifelerin adına yer veren Ağlebîler, Fâtımîler tarafından yıkıldı (909). I. Ziyâdetullah (817-838) zamanında Bizans İmparatorluğu’nun egemenliğindeki Sicilya’nın fethi için başlatılan seferler 859’da Bizans’ın Sicilya’daki önemli şehri Kasrıyâne’nin alınmasıyla sonuçlandı. Sicilya, bu tarihten itibaren Avrupa sahillerine karşı girişilen fetih harekâtı sırasında bir üs vazifesi gördü. 869’da Malta, 878’de Siracusa (Sarakūse) fethedildi ve Akdeniz’de İslâm hâkimiyeti güçlendi. Ağlebîler döneminde Tunus önemli bir kalkınmaya sahne oldu; özellikle Kayrevan çok parlak günler yaşadı, bölgenin ilim, kültür ve ticaret merkezi haline geldi. Gemi inşası, cam, mermer, mensucat ve maden sanayii ilerledi, çeşitli el sanatları oldukça gelişti. Kasrülkadîm (Abbâsiyye) ve Rakkāde şehirleri tesis edildi, bu iki şehirde ve diğer merkezlerde çok sayıda cami ve sarnıç inşa edildi. Tunus’u Cezayir’e bağlayan yol üzerinde kurulan Bâce, Tunus’un kuzeybatısında önemli bir merkez haline geldi. Ağlebî emîrleri, İskenderiye’den Atlas Okyanusu’na uzanan sahil şeridinde ribâtlar yaptırarak güçlü bir savunma sistemi oluşturdu. Sebte ile İskenderiye arasındaki sahil boyunca yetmiş sekiz ribât inşa edildiği bilinmektedir. Herseme b. A‘yen tarafından 180 (796) yılında yaptırılan Münestîr Ribâtı bunların ilki sayılır; ribât birçok onarım geçirerek zamanımıza ulaşmıştır. Bugüne kadar iyi durumda gelen Sûse Ribâtı’nı I. Ziyâdetullah 206’da (822) yaptırdı. Ağlebîler, Sûse’de İfrîkıye’de İslâm mimarisinin başta gelen örneklerinden sayılan ulucami (el-Mescidü’l-kebîr) ve büyük bir limanla tersane inşa ettirdiler. Tunus’ta bulunan en eski bîmâristan, Ağlebî Emîri I. Ziyâdetullah tarafından Kayrevan’da tesis edildi. Ağlebîler devrinde ilmî hareket de büyük gelişme gösterdi. Kayrevan dinî ilimlerle edebiyatın merkezi oldu. Hanefî ve Mâlikî mezhepleri İfrîkıye’de daha da güçlendi. Bu dönemde özellikle Mâlikî mezhebi büyük ilgi gördü ve Kayrevan şehri Mâlikîler’in merkezi haline geldi. Tunus şehri de dönemin en önemli ilim merkezleri arasına girdi, iki şehirde çok sayıda âlim yetişti. Öte yandan Abbâsîler’in Mu‘tezile’yi resmî mezhep edindikleri yıllarda diğer mezhepler bölgede temsil imkânı buldu. X. yüzyılda Cerîd ahalisinin büyük bir kısmı İbâzî mezhebini benimsedi.

    İsmâilî dâîlerinden Ebû Abdullah eş-Şiî’nin Mağrib’de başlattığı yoğun propaganda ve askerî harekât Ağlebîler’in sonunu getirdi. Ebû Abdullah, Berberî Kutâme kabilesinin desteğini sağlayıp Ağlebîler’e karşı güçlü bir mücadele başlatmıştı. Son Ağlebî hükümdarı III. Ziyâdetullah bazı tedbirler aldıysa da başarı sağlayamadı ve 296’da (909) Mısır’a kaçtı. Ebû Abdullah eş-Şiî, İmam Ubeydullah el-Mehdî ile birlikte bir direnişle karşılaşmadan o sırada başşehir olan Rakkāde’ye girdi ve Fâtımîler Devleti’ni kurdu (909). Fâtımîler 362’de (973) Mısır’a intikal edinceye kadar Tunus’ta hüküm sürdüler. Fâtımî idarecilerinin, Mâlikî ve Hanefî mezheplerinin yaygın olduğu Tunus’ta kendi mezheplerini yaymak için uyguladıkları baskı huzursuzluklara yol açtı. Ubeydullah el-Mehdî, Kayrevan’da Mâlikî âlimlerinin ve onları destekleyen halkın direnişiyle karşılaşınca 303 (915) yılında Doğu İfrîkıye sahilindeki bir yarımadada Mehdiye şehrini kurdu ve 308’de (920) burayı başşehir yaptı. Halifeliğinin ilk altı yılını Kayrevan’da, geri kalan on dokuz yılını Mehdiye’de geçirdi. Hâricîler’den Ebû Yezîd en-Nükkârî tarafından başlatılan büyük isyan Fâtımîler’e zor günler yaşattı. 334’te (945) Tunus şehrini işgal ve tahrip eden Ebû Yezîd 944’te Kayrevan’ı ele geçirdi ve bir yıl süreyle elinde tuttu. Halife Mansûr-Billâh’ın Ebû Yezîd’e karşı zafer kazanmasından ve isyanın sona ermesinin ardından (336/947) Fâtımîler, Mehdiye’yi terkedip yeni başşehirleri Sayrelmansûriye’ye (Sabra) yerleştiler. Bu arada Sicilya adasındaki İslâm hâkimiyetini devam ettirdiler, Bizanslılar’a karşı başarılı bir mücadele vererek Orta Akdeniz’in batı kısmında üstünlük sağladılar.

    Halife Muiz-Lidînillâh, Mısır’a doğru yola çıkarken İfrîkıye’nin yönetimini Berberî Zîrî kabilesinin lideri Bulukkîn b. Zîrî es-Sanhâcî’ye bıraktı. Böylece Tunus’ta Zîrîler dönemi başladı (972). Bâdîs b. Mansûr zamanında amcası Hammâd’ın 405 (1015) yılında Cezayir sınırlarında kalan Kal‘atü Benî Hammâd’da bağımsızlığını ilân etmesiyle Zîrîler ikiye bölündü. Ardından Muiz b. Bâdîs, 441’de veya 443’te (1049 veya 1051) Fâtımîler’i terkedip Bağdat’taki Abbâsî halifesine bağlandığını açıkladı ve hutbeyi onun adına okuttu. Bunun üzerine Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh, Zîrîler’i cezalandırmak için Mısır’ın Saîd bölgesinde huzursuzluğa yol açan bedevî Benî Hilâl ve Benî Süleym kabilelerini bölgeye sevketti. Bölgedeki şehirlerin yönetiminin ve ellerine geçirecekleri her şeyin kendilerine ait olacağını söyleyip onları göçe teşvik etti. Sayıları konusunda 50.000 ile 1 milyon arasında rakamlar verilen bu kabileler 445’te (1053) Übbe ve Ürbüs’ü (Laribus) tahrip ve talan ettiler. Muiz b. Bâdîs, bu tehlike karşısında 449 (1057) yılında başşehrini terkedip oğlu Temîm’in valilik yaptığı Mehdiye’ye sığındı. Onun ardından Kayrevan bedevîler tarafından yağmalandı, yakılıp yıkıldı. Bedevîler sahil şeridi hariç ülkenin tamamını kontrol altına aldılar. Bu göçler bölgede bedevî Arap nüfusunu yoğun biçimde arttırdı. Arazilerini ve hayvanlarını onlardan koruyamayan Zenâte ve Sanhâce Berberîleri’nden önemli bir kısmı vatanlarından ayrılarak Büyük Sahrâ vahalarına, bir kısmı Güney Sudan’a göç etti, bir kısmı da şehirlere taşındı. Daha sonraki yıllarda Benî Hilâl ile Benî Süleym çoğunluğu Berberîler’den oluşan yerli halkla karıştı, evliliklerle akrabalık bağları kuruldu. Benî Hilâl ve Benî Süleym’in bölgeyi istilâsı esnasında Zîrîler’in Mehdiye valisi Temîm b. Muiz topraklarını korumayı başardı. Bedevîlerin çıkardığı kargaşa sırasında sahildeki şehirlerden Tunus’ta ve Kartaca’dan Muallaka’ya kadar olan bölgede Benî Riyâh’ın iki kolu, Benzert’te Benî Verd, Kābis’te Benî Câmî, Sefâkus’ta Benî Melîl emirlikleri kuruldu. Bunlar haraç karşılığında Benî Hilâl’in himayesine girdiler. Hilâlîler, Temîm’in tekelindeki deniz ticaretini ele geçirmeye çalıştılar ve Muvahhidler’in kurucusu Abdülmü’min el-Kûmî gelinceye kadar bölgedeki varlıklarını korudular.

    Tunus şehrini ele geçiren Benî Hilâl’e mensup Abîd b. Ebü’l-Gays’ın zulmünden kaçan şehir halkı Kal‘atü Benî Hammâd emîrinin himayesine sığındı. Hammâdî Emîri Nâsır b. Alennâs’ın Tunus valiliğine tayin ettiği Abdülhak b. Abdülazîz b. Horasan şehirde kontrolü sağlamayı başardı. Abdülhak’ın 1062’de bağımsızlığını ilân etmesiyle Tunus şehrinde Horasânîler dönemi başladı. Tunus kısa aralıklarla Zîrîler’in ve Hammâdîler’in eline geçtiyse de Horasânîler varlıklarını 1159 yılına kadar devam ettirdiler ve Tunus’un gelişmesine önemli katkılarda bulundular. Ekonomik açıdan bölgenin en önemli şehri haline gelen Tunus, İfrîkıye’nin hıristiyan Batı’ya açılan penceresi konumuna geldi. Piza, Cenova gibi İtalyan şehir devletleriyle ticaret antlaşmaları imzalandı, şehrin limanı canlandı ve Avrupa ülkeleriyle ticarette yeni bir dönem başladı. Horasânî emîrleri şehrin imarına, özellikle Zeytûne Camii başta olmak üzere mimari eserlerin tamir ve bakımına itina gösterdiler. Tunus o sırada İfrîkıye’nin en meşhur şehirleri arasına girmişti. Zeytûne Camii civarındaki çok sayıda çarşısıyla zengin bir ticaret ve önemli bir ilim merkeziydi.

    Zîrîler’in elinde kalan tek merkez olan Mehdiye 1087 yılında bir süre Pizalı ve Cenevizli korsanların eline geçtiyse de geri alındı. Sicilya’yı zapteden Normanlar, 543’te (1148) Tunus’un doğusundaki sahil şehirlerine saldırıp Mehdiye’yi ve diğer bazı şehirleri işgal ettiler. Zîrîler’in son emîri Hasan b. Ali, onlara karşı Fas’ta hüküm süren Muvahhidler’in kurucusu Abdülmü’min el-Kûmî’den yardım istedi. 553’te (1158) Tunus’u, 555’te (1160) Mehdiye’yi ve diğer sahil şehirlerini Normanlar’dan geri alan Abdülmü’min, Benî Hilâl’in gücünü kırdığı gibi Horasânîler’e de son vererek İfrîkıye bölgesini Tunus şehrinde oturan bir vali tarafından yönetilen bir eyalet haline getirdi. Böylece Tunus, İfrîkıye eyaletinin merkezi oldu. Şehrin batı kısmında valinin ve diğer yöneticilerin ikameti için Kal‘atü’l-Kasba inşa edildi. Tunus, 580 (1184) yılında Balear adalarını elinde tutan Benî Gāniye tarafından istilâ edildiyse de üç yıl sonra Ebû Yûsuf el-Mansûr şehri geri aldı. Benî Gāniye 584’te (1188) zaptettiği Mehdiye’yi 602 Cemâziyelâhirine (Ocak 1206) kadar elinde tuttu. Muvahhidler, Tunus’a ve bölgedeki diğer şehirlere akrabaları Berberî Hafsî ailesinden valiler tayin ettiler. O dönemde İfrîkıye’de Tunus, Sûse, Mehdiye, Sefâkus, Kābis, Benzert, Tezrût, Kayrevan, Tûzer (Tevzer/Tozeur) ve Hammâmet gibi önemli şehirler mevcuttu.

    Muvahhidler Devleti’ndeki bölünme ve ardından ortaya çıkan karışıklıklar sırasında Kābis valiliğine tayin edilen Ebû Zekeriyyâ el-Hafsî, Tunus üzerine yürüdü ve 625 (1228) yılında şehre girip İfrîkıye’nin tamamına hâkim oldu. Muvahhidler’le irtibatını kopararak bağımsızlığını ilân etti ve Hafsî hânedanını kurdu, kısa sürede İfrîkıye’nin yegâne hâkimi durumuna geldi. Muvahhidler’in Kuzey Afrika’daki topraklarında ortaya çıkan üç devletten biri olan Hafsîler, Tunus’u başşehir yaptılar. Abbâsî halifeliğinin 656’da (1258) yıkılışından sonra Mekke şerifinin elçi gönderip I. Muhammed el-Müstansır’ı Abbâsî halifesinin vârisi tanıdığını ve ona itaat ettiğini bildirmesi Hafsîler’e bütün İslâm dünyasında büyük bir itibar kazandırdı. Ancak bu durum, Bağdat Abbâsî hilâfetinin Memlük Sultanı I. Baybars tarafından Kahire’de yeniden tesisiyle sona erdi (659/1261). Hafsîler, Tunus merkez olmak üzere Cezayir’in Bicâye şehriyle kısmen bugünkü Libya’nın batısındaki topraklarda yaklaşık üç asır hüküm sürdüler (1228-1574). Hafsîler döneminde ülke hızlı bir ekonomik gelişmeye sahne oldu, Tunus önemli bir ticaret merkezi haline geldi ve bütün İfrîkıye bölgesinin en önemli metropolü konumuna yükseldi. İlk dönemlerde Endülüs’ün çeşitli şehirlerinden çıkarıldıktan sonra Tunus’a gelen çok sayıdaki Endülüslü müslüman ülkenin sosyal, ekonomik ve ilmî hayatını etkiledi. Tunus’ta çok sayıda saray, cami ve medrese inşa edildi. Endülüs mimarisinin özelliklerini taşıyan bu eserlerden bir kısmı günümüze ulaşmıştır. Kuzey Afrika’daki ilk medrese hânedanın kurucusu Ebû Zekeriyyâ tarafından Tunus’ta inşa edildi ve medreseler giderek çoğaldı. Kökleri Muvahhidler’e dayanan tasavvufî hareketler Hafsîler döneminde de etkisini sürdürdü. Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî tarafından kurulan Şâzeliyye tarikatı İfrîkıye ve bütün Mağrib’de yayıldı.

    Fransa Kralı IX. Louis 1270 yılında büyük bir Haçlı ordusunun başında Tunus sahillerine saldırdı. Kartaca’da kuvvetli bir direnişle karşılaşan Fransız ordusunda ortaya çıkan veba salgını yüzünden kral ve askerlerin büyük bölümü telef oldu. Yapılan antlaşmayla Fransızlar üç aydan fazla süren muhasarayı kaldırıp geri döndüler. Ancak 1287’de Mehdiye’yi yağma ve tahrip ettiler. Mehdiye 792 (1390) ve 927 (1521) yıllarında yeni saldırılara mâruz kaldı. 1284’te hıristiyanların eline geçen Cerbe adası 1334’te geri alınabildi. Ebû Zekeriyyâ Yahyâ el-Vâsiḳ’ın tahta çıkmasından (675/1277) itibaren Hafsîler arasında başlayan taht kavgaları büyük karışıklıklara yol açtı. Ebû Hafs Ömer zamanında (1284-1295) ülke Tunus ve Bicâye merkezli ikiye bölündü. Bu arada Cerîd, Tûzer ve Kābis’te bağımsız mahallî emirlikler kuruldu. Tunus şehri 1329’da Abdülvâdîler, 1347-1350 ve 1357’de Merînîler tarafından kısa sürelerle işgal edildi. I. Ebü’l-Abbas Ahmed el-Müstansır (1370-1394) devlete yeniden itibar kazandırdıysa da Ebû Ömer Osman’ın 893’te (1488) ölümünün ardından Hafsîler’in ikinci parlak dönemi de sona erdi ve ülke karıştı. Ayrıca bu devirde başta İspanya olmak üzere Avrupa devletlerinin sahillere saldırıları yoğunlaştı. Bu arada Osmanlılar hıristiyanları Kuzey Afrika’dan çıkarmak için bölgeye geldiler. Oruç ve Hızır kardeşler, XVI. yüzyılın başlarında Berberî denizcilerin merkezi halindeki Cerbe adasını harekât üssü edindiler. Hızır Reis, Cezayir’in ardından limanın müstahkem kalesi Halkulvâdî ile (La Goulette) birlikte Tunus şehrini ele geçirdi (1534). Ancak İspanyollar, Tunus’u bir yıl sonra geri alarak Hafsî Sultanı Mevlây Hasan’ı yeniden tahta oturttular. 1569’da tekrar Osmanlılar’ın eline geçen şehir 1573’te ikinci defa İspanyol işgaline uğradıysa da 1574’te geri alınıp kesin biçimde Osmanlı topraklarına katıldı ve Tunus’a Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyalet statüsü verildi.

    Osmanlı Dönemi. Osmanlılar’ın Tunus’la olan ilgileri XVI. yüzyıl başlarında buraya kadar uzanan Osmanlı denizcileri vasıtasıyla başladı. 1510’lu yıllarda Cezayir’in batısındaki Tilimsân’a yönelen bu faaliyetler, 958’de (1551) Trablusgarp’ın alınışına kadar hızlı bir seyir izledi. Özellikle Oruç ve Hızır reisler, elde ettikleri ganimetlerin beşte birini Hafsî Sultanı V. Muhammed’e vererek Tunus şehrine 10 mil kadar uzaklıkta Akdeniz sahilinde Halkulvâdî (La Goletta) denilen, göl tarafında kalan iç kısımdaki kaleye yerleştiler. Oruç Reis’in 924’te (1518) ölümünden sonra İspanyollar’ın hedefi haline gelen Halkulvâdî Kalesi yıktırıldı. Ardından Osmanlı deniz kuvvetlerinin başına geçen Barbaros Hayreddin Paşa 1534’te Cezayir’den gelip burayı Osmanlı topraklarına kattı. Ancak Kutsal Cermen Roma imparatoru olan V. Karl donanmasıyla Tunus’a asker çıkarıp burayı ele geçirdi (Temmuz 1535). Mevlây Hasan b. Muhammed tekrar Tunus’ta Hafsî tahtına oturtuldu. O da buradaki hıristiyan esirleri serbest bıraktı ve korunması için Halkulvâdî’de İspanyol askerlerinin yerleşmesini uygun buldu. Daha önce kardeşlerini katleden Mevlây Hasan, ölümden kurtulan ve tahtını tehdit eden kardeşi Reşîd’i Kanûnî Sultan Süleyman’a şikâyet etti. Reşîd, Hayreddin Paşa tarafından İstanbul’a götürüldü ve kendisine maaş bağlandı. Mevlây Hasan 1540’ta tahttan indirildiyse de kısa zamanda yeniden iktidarı ele geçirdi, fakat 1543’te tamamen uzaklaştırıldı; yerine oğlu Ahmed geçti. Babasının Tunus’u tekrar ele geçirmek amacıyla Avrupalılar’dan yardım istemesi üzerine gözlerine mil çektirdi.

    İspanyollar’ın himayesinde Tunus’ta iktidarı elinde bulunduran Hafsî ailesi Osmanlılar için bölgede istikrarsızlığın temel sebebi olmaya devam etti. Barbaros Hayreddin Paşa’nın bölgede en güvendiği adamlarından Turgut Reis 1544 yılında önce Cerbe adasını zaptetti ve burayı üs haline getirdi. Bu dönemde anlaştığı Tunus Hükümdarı Mevlây Ahmed’den erzak ve cephane alırken topladığı ganimetlerin bir kısmını ona vermekteydi. Turgut Reis, Tunus ile Trablusgarp arasında önemli bir mevki olan Mehdiye’yi de ele geçirdi. Ancak Andrea Doria kumandasındaki Habsburg donanması Mehdiye’yi 1550’de kuşattı, burayı savunan az sayıdaki Osmanlı askerini katletti, şehir halkını esir aldı; Cerbe adasını da işgal etti. Mehdiye’yi daha fazla tutamayacaklarını anlayan İspanyollar 1554 yılında çekilince Osmanlılar surları tekrar inşa ederek buraya Anadolu’dan ve Rumeli’den aileler yerleştirdiler. Turgut Reis ve Cezayir Beylerbeyi Piyâle Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması 1560’ta Cerbe’yi İspanyol işgalinden kurtardı. Tunus şehri ise 1569’daki Osmanlılar’ın ikinci müdahalesine kadar İspanyollar’ın himayesinde ve III. Mevlây Ahmed’in idaresinde kaldı. Osmanlılar Tunus şehrine hâkim olunca III. Mevlây Ahmed, Halkulvâdî’deki İspanyollar’a sığındı. Ramazan Bey adında bir kişi buranın ilk kaymakamı yapılarak emrine 3000 asker bırakıldı. Tunus şehrinin güneyinde kalan Sûs, Manastır ve Kayrevan 1551’den sonra Trablusgarp’ın bir parçası haline geldi. Halkulvâdî ve Kalebend denilen Goletta Kalesi İskelesi İspanyollar’ın elinde bulunuyordu. 2 Zilhicce 980’de (5 Nisan 1573) Tunus kumandanı Kılıç Ali Paşa, kaymakamı Ramazan Paşa ve beylerbeyi Haydar Paşa idi. 10 Ekim 1573’te İspanyollar, Tunus’ta kontrolü ele geçirmek amacıyla yeni bir harekâta giriştiler. Tunus’u alıp burada 8000 asker bıraktılar. Hafsî hânedanı adına tahta III. Mevlây Ahmed’in kardeşi VI. Mevlây Muhammed’i geçirdiler. Tunus Beylerbeyi Haydar Paşa, İspanyol işgali sırasında fazla direnç göstermeden Kayrevan’a çekildi.

    Osmanlılar buna karşılık 982’de (1574) büyük bir donanma sevkettiler. Donanma Vezir Koca Sinan Paşa kumandasında İstanbul’dan hareket ederken Kayrevan’da bulunan Haydar Paşa da yerlilerden çok miktarda asker toplamıştı. Ayrıca sefere Cezayir Beylerbeyi Ramazan Paşa, Trablusgarp Beylerbeyi Mustafa Paşa ve Mısır’dan gönüllü askerler katıldı. Yemen fâtihi Koca Sinan Paşa ve Kaptanıderyâ Kılıç Ali Paşa kumandasındaki donanma altı günlük bir muhasaranın ardından 12 Eylül 1574’te Tunus’u geri aldı. Sinan Paşa, Osmanlı tarihinin en önemli deniz zaferlerinden biri olan ve tarihe Tunus savaşı diye geçen bu başarısından sonra şehirde 3000 yeniçeri bıraktı, Haydar Paşa’yı yeniden beylerbeyiliğe getirdi. Halkulvâdî Kalesi de otuz üç gün direndiyse de 6 Cemâziyelevvel 982’de (24 Ağustos 1574) yapılan büyük hücum sonunda ele geçirildi. VI. Mevlây Muhammed ve İspanyol kumandanı Serbellino esir alınıp İstanbul’a gönderildi. Müstahkem kale bir daha İspanyollar’ın eline geçmemesi için tamamen yıktırıldı. Tunus şehri dahil Halkulvâdî, Bâbülbahr ve Sen Jak kalelerinin tamamı Osmanlı idaresine girdi. Böylece Tunus’ta uzun sürecek Osmanlı hâkimiyeti dönemi başlamış oldu.

    Hafsî hânedanın son sultanının İstanbul’a getirilmesinden sonra Meylây Ahmed gibi bazı aile fertleri başta Sicilya adasının merkezi Palermo olmak üzere yeniden toparlanıp 1581’de eyaletin iç kısımlarına geçtiler ve Tunus’u tekrar ele geçirme teşebbüsünde bulundular. Bazı kısmî başarılar elde ettilerse de alınan tedbirlerle bu teşebbüsler önlendi. Mevlây Ahmed’in oğlu Hammûde 1575’te hıristiyan olup Charles d’Autriche, kız kardeşi de Donna Maria adını aldı. İkinci önemli şehir olan güneydeki Kayrevan, Şeyh Abdüssamed’in 994’te (1586) Osmanlı Devleti’ne bağlılık arzetmesi üzerine Tunus beylerbeyiliği içine alındı. 1609’da Osman Dayı zamanında Tunus’a gelen Endülüslü müslümanlar Muhammed Cardenas adlı önderlerinin emrinde 3000 kişilik mahallî bir güç oluşturdular. Tunus eyaletinde bir beylerbeyi bulunuyordu. 1591’de ortaya çıkan ve doğrudan askerlik işlerinden sorumlu olan “dayı” unvanlı kumandanlarla vergi toplanması, yol güvenliğinin sağlanması ve ayaklanmaların bastırılması gibi işleri düzenlemekle mükellef Tunus vatan sancağı beyleri idarede zamanla öne çıktılar. Bu üç başlı idare XVII. yüzyılda Murâdîler döneminde iktidar paylaşımı konusunda sürekli rekabete yol açtı. Bunların içinde giderek yetkileri veraset yoluyla devredilen Tunus beyleri etkili duruma geldi. Eyalet bazan beylerbeyisiz kaldığı gibi zaman zaman dayılar veya sancak beylerine beylerbeyilik verildiği de oldu.

    Müstakil bir eyalet haline gelişinden sonra Tunus şehrindeki asker sayısı Yûsuf Dayı döneminde 4000’e çıkarıldı. Her 100 asker için bir bölükbaşı tayin edildi ve toplam kırk kişiden meydana gelen bu askerî sınıfla yeniçeri divanı oluşturuldu. Yeniçeri kethüdâları arasından seçilen veya doğrudan İstanbul’dan gönderilen bir yeniçeri ağası askerî konularda bunlara kumanda ediyor, emrinde bir kethüdâ, sekiz çavuş ve kâtiplik görevi yapan iki hoca bulunuyordu. Beylerbeyinin idaresindeki Tunus Ocağı Divanı XVIII. yüzyıla kadar aslî vasfını koruduysa da daha müstakil faaliyet gösterdi. Beylerbeyi ve dayı divan toplantılarına katılmamaktaydı. Alınan kararlar beylerbeyine takdim edilir, imzalaması halinde uygulamaya konurdu. Divandakilerin tamamı Türk kökenliler veya ihtida ederek Osmanlı safında yer alanlardan oluşuyor ve toplam on iki odabaşı, yirmi dört bölükbaşı, altı veya sekiz çavuş, kâtiplik görevinde iki veya dört hoca, birer tercüman, kâhya, ayrıca ağanın iştirakiyle kırk yedi veya elli bir üyesi bulunuyordu.

    Tunus eyaleti sancaklara ayrılmakta ve her sancakta bir sancak beyi devleti temsil etmekteydi. Askerî işlerden “kāid” denilen bir kumandan sorumluydu. Dinî konularda eyalet merkezinde ulemâ arasından bir kişi başkadı (kādılkudât) tayin edilirken diğer şehirlere kadılar veya onların görevini yürütecek nâibler görevlendirilirdi. Başlangıçta bütün eyaleti idare edecek bir düzen kurulamadı ve bazı şehirlerde tek bir Osmanlı memuru görev yaptı. Meselâ Teburba’da vergi toplamakla görevli bir kāid varken Münestîr Ribâtı’nda bir kāid ve bir yeniçeri ile üç Türk görevli olmak üzere beş memur vardı. Sûs şehrinde ise otuz kırk kadar Osmanlı görevlisi bulunuyordu. Hammâmet’te ihtida eden bir kāid dışında memur yoktu. Osmanlı görevlileri aileleriyle birlikte genelde başşehir Tunus’ta ikamet ediyor, bunlardan 2000 asker burada kalırken diğer 2000’i Tunus beyi ile eyaleti dolaşıyordu. Tunus eyaleti sâlyâneli statüde idi. Vergiler iltizam yoluyla toplanır, gelirlerden beylerbeyi, sancak beyi, asker ve diğerlerinin maaşları ödendikten sonra geriye kalan meblağ devlet hazinesine aktarılırdı. 1580 yılına kadar Cezayir, Trablusgarp ve Tunus eyaletlerinin ortak bir mal defterdarı vardı. Aynı yıl Cezayir’in diğerlerine göre daha uzakta olması dolayısıyla buraya ayrı bir defterdar tayin edildi.

    Tunus’un muhafazasında sayıları 4000 ile 8000 arasında değişen yeniçerilerin önemli rolü vardı. Anadolu’dan Garp ocaklarına getirilen yeniçeriler bir müddet sonra odabaşı, ardından bölükbaşı ve nihayet ağa olabilmekte, odabaşılıktan itibaren Tunus eyalet divanından görev almaktaydı. Tunus beyleri ise dayılar veya dayının onayını alan divan tarafından tayin edilmekteydi. Ahmed Bey döneminde ordu yönetimi “devletli” denilen en üst rütbeliye yardım eden dârü’l-asker kumandasındaydı. İdarî konularda başhoca, sancaklarda 1800 askerden sorumlu ağa el-sancak ve emrinde bir kâhya ile bir bayraktar vardı. Bunların alt rütbelerindekiler bölükbaşıları idi. Tunus’ta her birine oda denilen toplam 300 küçük askerî birim vardı. Türk yeniçeriler yanında “mehâzin” (zuav) adı verilen yerli askerler de eşit sayıdaydı. Ayrıca Garp ocakları donanmasını oluşturan denizciler bulunuyordu. 1645’te Girit’e yapılan ilk saldırıda Cezayir yirmi, Trablusgarp ve Tunus sekizer kadırga göndermişti. Diğer deniz savaşlarına da Tunus kadırgaları iştirak etti. İstanbul’dan 1574’te ilk beylerbeyi olan Haydar Paşa’nın yerine 1576 yılı başlarında Receb Paşa gönderildi. Başlangıçta halk tarafından çok olumlu karşılandıysa da özellikle Kayrevan sancak beyliğine kadar yükselecek olan Ebû Tayyibü’l-hadare adlı bir yerlinin hakkında yaptığı şikâyetler görevden alınmasına yol açtı. Yerine tekrar Haydar Paşa beylerbeyi tayin edildi. Bu dönemde Trablusgarp eyaleti de bir müddet Tunus’tan idare edildiği için Fizan ve Sahraaltı Afrikası’ndaki Bornu Sultanlığı ile münasebetler Tunus beylerbeyiliği vasıtasıyla yürütüldü.

    Mehdiye şehri, 1550’de Turgut Reis’in askerlerinin elinden alındıktan sonra yaşanamayacak şekilde tahrip edilmişti; bu hali otuz yıl devam ettikten sonra yeniden ihya edilerek Tunus’a bağlandı. Cezayir beylerbeyiliğinden 1577’de azledilen Ramazan Paşa bir yıl sonra Tunus’a, Haydar Paşa da Trablusgarp’a beylerbeyi oldu. Ramazan Paşa iki yıl kaldığı Tunus beylerbeyiliğinden 987 Rebîülâhirinde (Haziran 1579) Cezayir’in Tilimsân sancak beyliğine gönderildi, yerine Câfer Paşa Tunus beylerbeyiliğine getirildi. Câfer Paşa, Haydar Paşa’nın yol açtığı zararları gidermeye çalıştıysa da yanı başındaki Trablusgarp’ta beylerbeyilik yaptığından onun bölgedeki nüfuzunu bir türlü kıramadı ve her ikisi azledilip İstanbul’a çağrıldı. Tunus’a Mustafa Paşa tayin edildi. Ancak Cezayir ve Trablusgarp eyaletlerinin Tunus eyaleti üzerindeki baskılarını azaltamadığı için halkın şikâyetleri üzerine 993’te (1585) Hasan Paşa Tunus’a gönderildi. Bu iki beylerbeyi zamanında Cezayir’de olduğu gibi Tunus’ta da korsanların sayısı arttı. 1588’de Mehmed Paşa, Tunus beylerbeyi olduysa da 1591’de Câfer Paşa, bir yıl sonra da Hüseyin Paşa bu göreve getirildi.

    1590’lı yılların başında Tunus’ta ortaya çıkan dayılık makamını elde etmek isteyenler arasında yaşanan rekabet ortamında buraya Ahmed Paşa gönderildi. Tunus’ta 1631’de Murâdî, 1705’te Hüseynî ailesi eyalet yönetiminde yetki sahibi olunca beylerbeyi tayininde aksamalar görüldü ve iktidarı elinde tutan aile fertlerinin görevlerinin onaylanmasıyla yetinildi. 1019’da (1610) Mehmed Paşa adlı bir beylerbeyinden bahsedilmekte olup onun ardından kimin beylerbeyi olduğuna dair kayıt yoktur. 1087’de (1676) Tunus’a beylerbeyi sıfatıyla sancak beyi Ebû Abdullah Mahmud Paşa’nın kardeşi ve Murad Paşa’nın oğlu Mehmed Paşa Hafsî yollandı. Fakat Tunus sancak beyi olan yeğeni Mehmed Bey onu kabul etmeyip İstanbul’a geri gönderdi. İki yıl sonra yeğenleri Ali ve Mehmed beyler arasında çıkan, beyliği ele geçirme kavgası sırasında tekrar beylerbeyi olarak yollanan Mehmed Paşa bu defa herhangi bir yaptırım gücü bulunmayan bir vali konumunda kaldı. 1096’da (1685) beylerbeyiliğe Tunus Defterdarı Mehmed Bektaş Paşa geçti; Mehmed Bey “vatan beyi”, kardeşi Ali Bey dayı oldu. Ali Bey’in vefatı üzerine Mehmed Bey, vatan beyliğiyle dayılığı uhdesinde toplayarak beylerbeyi Mehmed Bektaş Paşa ile uyumlu bir idare kurdu. 1688’de Mehmed Bektaş Paşa ölünce yerine İstanbul’dan Mustafa Paşa gönderildi. Kardeşinin oğlu Ali’yi dayı yapan Mehmed Bey yeni beylerbeyi ile de iyi geçindi. Murâdîler devrinden sonra Tunus Beyliği, Hüseyin Bey vasıtasıyla Hüseynîler olarak tanınacak ailenin eline geçti. Hüseyin Bey, vatan beyliğini onaylatmak için İstanbul’a yaptığı müracaat neticesinde Dîvân-ı Hümâyun’dan paşalık unvanı da aldı. Bu dönemde Tunus eyaletinde tek yetkili Tunus beyi oldu; bundan böyle hem dayının görevlerini hem de Osmanlı Devleti adına İstanbul’dan gönderilen beylerbeyiliğin sorumluluğunu tek başına üstlendi.

    Denizcilerden dayı seçilerek kendisine belli yetkiler verilmesi âdeti ilk defa 1591’de Tunus’ta başlatıldı, 1609’da Trablusgarp’ta ve 1681 yılından itibaren Cezayir’de uygulandı. Tunus’ta ilk dayı İbrâhim adındaki bir bölükbaşı idi ve üç yıl bu görevde kalmıştı. Tunus dayıları içinde en etkili kişi on üç yıl boyunca görevini dirayetle yürüten Osman Dayı oldu; eyalette Osmanlı nüfuzunu açık biçimde yerleştirdi. Yerlilerden “zuav” denilen bir birlik kurarak yeniçerilerin eyaletteki güçlerini kırdı. Özellikle Endülüslü müslümanlardan İspanya’da kalan ve Moriskolar diye bilinen kimseleri Tunus’un sahil şehirlerine getirtip yerleştirdi. 1610’da vefat edince yerine damadı Yûsuf Dayı geçti. Osman Dayı’nın zamanında Tunus beyi olan Ramazan Bey’in yetiştirdiği Korsika asıllı, Avrupalılar’ın Osta Morato Genovese dedikleri Murad Bey isimli mühtedi Yûsuf Dayı ile çok iyi geçindi ve İstanbul’dan kendisine beylerbeyilik ve paşalık unvanı verildi. 1637 yılında önce Murad Paşa, ardından Yûsuf Dayı vefat etti. Murad Bey’in yerine eyaletin her tarafını dolaşıp itaat altına alan ve Hammûde Bey olarak da tanınan oğlu Ebû Abdullah Mahmud Bey, Yûsuf Dayı’nın yerine Cenevizli Usta Murad Kaptan geçti. Hammûde Bey’in nüfuzu eyalette giderek arttı. Böylece Tunus’ta Murâdîler dönemi başladı.

    Murâdî hânedanı Tunus’ta toplam yedi beyin idaresinde seksen üç yıl hâkim oldu. Yerlerini Hüseynîler aldı. Vatan beyliğini ele geçiren İbrâhim Şerif’in kumandanlarından Hüseyin Bey onun Cezayir birliklerine esir düşmesi üzerine Tunus’ta idareyi eline aldı. Yerine vâris tayin ettiği yeniçeri ağası Ali Bey’e İstanbul’da paşa unvanı ve beylerbeyilik verildi, ancak aile içinde başlayan rekabetten faydalanan Cezayir Dayısı Ali Paşa, Hüseyin Bey’in oğulları Mehmed ve Ali beyleri alıp 1756’da Tunus’a girdi. Tunus Beylerbeyi Ali Paşa, oğullarından vatan beyi Mehmed Bey ve kardeşiyle torunları yakalanarak öldürüldü. Mehmed Bey vatan beyi, kardeşi Ali Bey dayı oldu. Mehmed Bey üç yıl sonra vefat edince Mahmud ve İsmâil adlı iki oğlu henüz küçük yaşta bulunduğundan Tunus beyliğine kardeşi Ali Bey geçti ve İstanbul’dan kendisine paşalık unvanı verildi. Oğlu Hammûde’yi henüz kendisi hayatta iken vatan beyi yaptı, ancak yeğenlerini öldürmedi.

    1770’te Tunus, Fransız donanması tarafından günlerce bombalanarak tahrip edildikten sonra barış antlaşması yapıldı. Hammûde Paşa’nın 1814’te ölümü üzerine yerine oğlu Osman geçti. Onun yerini daha sonra Mahmud Bey aldı. Bu da 30 Mart 1824’te ölünce oğlu Seydi Hüseyin Bey Tunus dayısı oldu. Seydi Hüseyin, Cezayir Fransa tarafından işgal edildiğinde herhangi bir yardımda bulunmadığı gibi Çengeloğlu Tâhir Paşa’nın Tunus üzerinden geçişine de izin vermedi. On bir yıl beylik yaptıktan sonra 21 Mayıs 1835’te vefat etti ve kardeşi Mustafa Tunus beyi oldu. Kendisine İstanbul’dan asâkir-i mansûre ferikliği rütbesi ve beylerbeyilik verildi. Onun da 1837’de vefatıyla yerine Ahmed Bey getirildi. Çengeloğlu Tâhir Bey’in Trablusgarp’tan buraya gelen donanması Tunus’ta Osmanlı idaresini kuvvetlendirdi ve Ahmed Bey’i görevden aldı. Ancak Ahmed Bey, Fransızlar’dan aldığı destekle yeniden duruma hâkim oldu, ardından Osmanlı Devleti’ne yaklaştı ve kendisine paşalık rütbesi verildi. Avrupa âdetlerini daha çok benimsedi ve ülkesindeki Avrupalılar’a iyi davranmaya özen gösterdi. Fransız subayları getirterek Bardo Sarayı yanında 1840’ta açtırdığı askerî okulda ordusunu modernleştirmeye çalıştı. Burada okuyan gençler XIX. yüzyılın ikinci yarısında Tunus’un her konuda yetişmiş insanları arasında yer aldı. 5000 olan asker sayısı 20.000’e çıkarıldı ve askerler Avrupalı meslektaşları gibi giydirildi. Tunus’ta bir top dökümhanesi yapıldığı gibi Fransız mühendisleri tarafından eyaletin bir haritası çizildi. Köle ticareti 1841’de yasaklandı, ticaretin yapıldığı pazarlar 1846’da kapatıldı. Ahmed Bey 5 Ekim 1846 tarihinde Fransa kralının davetlisi olarak Paris’e gitti. 1854’te ölünce yerine müşîr-i sânî Mehmed Bey geçtiyse de dört yıl sonra vefatı üzerine müşîr-i-sâlîs olan kardeşi Mehmed Sâdık yerini aldı ve Fransız işgali öncesinde Osmanlı Devleti adına Tunus beyliği yaptı.

    Hüseynîler zamanında beylik makamı veraset usulüyle değil eyaletin ileri gelenleri tarafından yapılan seçimle belirleniyor, kaptanpaşa vasıtasıyla padişaha arzedilen adayın beyliğe tayini isteniyordu; padişahın uygun bulması durumunda önceleri mîrimîranlıkla, ardından feriklikle veya müşirlikle eyalet valisi oluyordu. Beylerin yerlerinde kalıp kalmayacakları iki üç yılda bir gönderilen fermanla bildiriliyordu. Sadece Tunus beyi Mehmed Sâdık Paşa beyliğin veraset yoluyla devri için Hayreddin Paşa’yı 1864’te İstanbul’a gönderdi. Fransızlar, Tunus’un Osmanlı Devleti’ne bu şekilde yakınlaşmasını tehlikeli buldularsa da Hayreddin Paşa 1871’de Tunus’u Osmanlı Devleti’ne yakın konuma getirdi ve 23 Ekim 1871 tarihli fermanla Tunus Emirliği, doğrudan İstanbul’a bağlı kalmak üzere Mehmed Sâdık Paşa ve evlâdına veraset usulüyle verildi. Artık padişahın izni olmadan savaş ve barış görüşmeleri yapılmayacak, ülkeden hiçbir toprak başkasına verilmeyecek, Osmanlı Devleti’nin asker talebi de karşılanacaktı. Fransa bu fermanı tanımadığı gibi Mehmed Sâdık Paşa da Osmanlı-Rus savaşına istenilen askeri göndermedi. Bu irtibatı sağlayan Hayreddin Paşa da görevinden azledildi (1877). Gittikçe artan İtalyan nüfuzu aslında Alman imparatorluk şansölyesi Bismarck’ın Fransa ile İtalyanlar’ı karşı karşıya getirme politikasının bir ürünü idi. Fransızlar, İtalyanlar’dan önce harekete geçerek Tunus sınırındaki düzmece bir kavgayı bahane edip 1881 yılı Mart ayında buraya asker sevkettiler. 12 Mayıs 1881’de Tunus beyi ile Bardo Antlaşması’nı imzalayarak bu eyaleti kendi himayelerine aldıklarını duyurdular. Mehmed Sâdık Paşa 1882 yılı Ekiminde vefat etti. Yerine geçen Seydi Ali Bey döneminde Fransız genel valisi Pierre Paul Cambon zamanında 8 Haziran 1883 tarihli Mersâ Antlaşması imzalanınca Tunus himaye adı altında Fransa’nın resmen idaresine girdi. 1882’de İngiltere Mısır’a girdiğinden Tunus meselesi tamamen Fransa’nın istediği şekilde sonuçlandı. Burası artık Osmanlı Devleti salnâmelerinde “eyâlet-i mümtâze” diye yer aldı. Tarihî Bardo Sarayı 1888’de müzeye çevrildi. Tunus’un idarî yapısında kısmî değişiklik yapılarak seksen olan “kāidât” sayısı altmışa, 2000 olan ve dar anlamda idarî birimi ifade eden “şeyhât” sayısı da 600’e indirildi.

    Tunus, Osmanlı idaresinde kaldığı son iki yüzyılında özellikle dinî bağlarla irtibatını sürdürdü. Tunuslular, Osmanlı halifesinin tebaası olmadan hilâfete sadık kalıyor ve hiç vergi ödemiyordu. Sadece beylik makamına oturanlar bir saygı ifadesi olarak İstanbul’daki en üst dinî yetkiliye hediyeler gönderiyordu. Karşılıklı siyasî muameleler azdı ve Tunus kendi hukukuna göre yabancı devletlerle anlaşmalar yapabiliyordu. 1742 ve 1743 yılları ile 1824 yılında Fransa ile antlaşmalar imzalanması, korsanlığın engellenmesi ve köleliği kaldıran sözleşme beylerin rahat hareketlerini göstermektedir. Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti ile herhangi bir savaş konumuna girmeden yalnız bu eyalette yirmi defa savaştılar. Osmanlı döneminde Tunus toplumu âyan ve avam diye iki sınıfa ayrılmıştı. Hafsîler devrinde avam dışında kendilerine itibar edilenlere “şürefâ” denilmekteydi; bunlar Muvahhidler döneminden kalan ailelere mensup reislerinden oluşurdu. Diğerlerini “büyûtât” adı verilen tüccarlar, memurlar ve okumuşlar teşkil ediyordu. Hafsîler devrindeki sosyal yapı Osmanlı idaresinde ciddi bir değişikliğe uğramadı.

    Osmanlı yönetimi zamanında Tunus toplumunu yerli Araplar, Endülüslü müslümanlar ve Anadolu’dan buraya sevkedilen askerlerle sivil memurlar teşkil ediyordu. Ayrıca Anadolu kökenlilerin yerli kadınlarla evliliklerinden doğan ve “kuloğlu” denilen melez bir sınıf vardı. Bunlar, merkezî idare ile yerli halk arasında irtibatın âhenkli şekilde yürütülmesinde etkin görevlerde bulunuyordu. Çoğunluğu Anadolu’dan gelen babalarına oranla çok iyi eğitim gördüğü için eyaletin beylerbeyilik, dayılık ve beylik görevleri hariç üst makamlarda görev almakta ve içlerinden çok sayıda âlim yetişmekteydi. Genelde Üsküdar, Sinop, Ankara, Urfa, Edirne, Akhisar, Akşehir, Bodrum, Bergama, Bosna, Diyarbekir, Denizli, Antep, Tokat, Sivas, Menteşe, Kıbrıs, Sofya ve Gürcistan gibi şehir ve bölgelere mensuptu. Eyaletteki mesleklerine göre bostancı, bahrî, bakırcı, bıçakçı, boyacı, terzi, demirci, kuyumcu, bozacı, tavukçu ve kahveci gibi soyadlarıyla kolayca tanınıyorlardı.

    Avrupalı esirler hürriyetlerine kavuşmak için müslüman oluyordu. Doğrudan Avrupa’dan bu eyalete gelip din değiştirerek Osmanlı idaresine giren denizciler de vardı. Bunlar Anadolu’dan gelmiş olanlarla daha yakın irtibat kurabiliyorlardı. Tunus eyaleti müslümanlarının yerli ve Endülüs asıllı olanları Mâlikî mezhebi, Anadolu’dan gelenler, bunların yerli hanımlarla evliliklerinden doğanlarla mühtediler ise Hanefî mezhebine mensuptu. Türk kökenlilerin savaşçı yönleri, Endülüslüler’in ziraat ve el sanatlarındaki becerileri öne çıkıyordu. Özellikle Endülüslüler Teburba, Süleyman ve Testûr gibi ülkenin kuzeydoğusundaki şehirleri Avrupaî tarzda kalkındırdılar. Kurdukları yeni köyler İber yarımadasında bıraktıkları köylere çok benziyordu. İspanya etkisinden tamamen kurtulamadıkları için kendi aralarında Kastilya diliyle konuşuyorlardı. Tunus’un Osmanlı idaresi altındaki nüfus durumu hakkında yeterli bilgi yoktur. Tunus şehriyle ilgili verilen rakamlar da çok abartılıdır (1587’de ancak 25.000 dolayında nüfusu vardı). Tunus’ta 1605’te başlayan ve 1622’de “vebâü ebi’l-gays” denilen salgında sadece Tunus şehrinde günde ortalama 2000 kişinin öldüğü belirtilir. Vebanın en öldürücü olduğu yıllar 1643-1650 arasıdır. 1676-1677’deki veba salgınında ise bütün eyalette toplam 400.000 kişinin hayatını kaybettiğine dair bilgiler doğru olmamalıdır. XVIII. yüzyılda veba salgını durunca nüfusta artış meydana geldi.

    Sömürge Dönemi. Tunus, Fransa’nın kontrolü altına girince bu idareye karşı giderek direniş gösterilmeye başlandı. Bu hususta öne çıkan isimlerden biri Sefâkus-Kābis arasında yaşayan bir kabile reisi olan Neffât Kāidi Ali b. Halîfe’dir. Fransızlar’ın üzerine sevkettiği ordulara dayanamadı ve Trablusgarp’a geçerek Osmanlı Devleti’ne sığındı. Daha sonra Fransızlar’la anlaşıp bir daha mücadele etmemek üzere Tunus’a döndü. 1888’de yayımlanmaya başlayan Cerîdetü’l-ḥâżıra, 1896’da ez-Zehrâ isimli gazeteler ve özellikle aynı yıl Haldûniyye adlı cemiyet etrafında bağımsızlığa giden sürecin temelleri atıldı. 1905’te Avukat Ali Bâş Hanbe ve Beşîr Sefar’ın öncülüğünde Sâdıkī Koleji Mezunları Derneği benzer faaliyetlere hız verdi; le Tunisien adlı gazeteyi çıkardı. 1908 yılında Jön Türkler’den ilham alarak kurdukları Cemâatü’ş-şebâb et-Tûnisiyye adlı teşkilâtla Türk asıllı Zemerî ve Ali Bâş Hanbe, Cezayir asıllı Abdülazîz b. İbrâhim es-Seâlibî ile Tunus asıllı Abdülcelîl Zavuş siyasal etkinlikleri başlattılar. İtalyanlar’ın 1911’de Trablusgarp’a saldırıları Tunuslular’ı Osmanlı Devleti’ne daha fazla yaklaştırdı; Tunuslular bu savaşa açıkça destek vermekten çekinmediler. Ali Bâş Hanbe, Tunuslular’ın Osmanlılar’a desteğini arttırmak için bir dernek kurdu. Ancak Cellaz Mezarlığı olayı diye bilinen olaydan sonra 1912’de yargılanıp Fransa’ya sürgüne gönderildi. I. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’a gelerek mücadelesine buradan devam etti.

    Fransızlar 1881-1956 yıllarında Tunus’a yirmi bir genel vali tayin ettiler. Bunların içinde ilk vali Théodore Justin Dominique Roustan’dan sonra 28 Şubat 1882-23 Haziran 1885 tarihleri arasında valilik yapan Pierre Paul Cambon himaye adı altında sömürgeleştirme sürecini tamamladı. Ancak otuz yıl boyunca Fransız sömürge siyasetinin başta gelen ismi genel sekreter Bernard Roy oldu. Tunus’taki Avrupalı sayısı giderek arttı; 1881’de 15.000 kadar İtalyan varken bunlar 1901’de 71.000’e, 1911’de 88.000’e çıktı. Toplam 148.000 Avrupalı’nın geri kalanını 46.000 Fransız ve 11.000 Maltalı oluşturuyordu. Müslümanların sayısı aynı dönemde 1.700.000 kadardı. I. Dünya Savaşı’nda Fransa sadece Tunus sömürgesindeki yerli gençlerden 63.000 kişiyi cephelere sürdü. 1931’de Tunus’un nüfusu 2.410.000 oldu, bunun 251.000’ini Avrupalılar teşkil ediyordu. Bu tarihte Fransızlar’ın sayısı 91.000’e çıkmıştı.

    Bağımsızlık yolunda mücadele edenlerin öncüleri arasında İslâmî konulardaki yazılarıyla öne çıkan Muhammed Bayram el-Hamîs, er-Râʿid gazetesinin editörlüğü yanında vakıf idaresi müdürü oldu. Bir diğer önder Abdülazîz b. İbrâhim es-Seâlibî’nin 1920’de Paris’te yayımlanan la Tunisie martyre (et-Tûnisiyye eş-şehîde) adlı kitabı gençlik üzerinde ciddi etki bıraktı. Tunus’ta Fransız sömürgeciliğine karşı ilk düzenli siyasî hareket Abdülazîz b. İbrâhim es-Seâlibî’nin 1920’de kurduğu el-Hizbü’d-düstûrî ile başladı. Ancak hareket içinde on beş yıl gibi kısa bir süre sonra ayrılmalar başladı ve Mahmûd Materî’nin başkanlığında, Habîb Burgiba’nın genel sekreterliğinde el-Hizbü’d-düstûrî el-cedîd kuruldu. Partinin yayın organı olan el-ʿAmel’de (l’Action tunisienne) kendi düşüncelerini yaymaya başladılar. el-Hizbü’d-düstûrî II. Dünya Savaşı sonrasına kadar varlığını devam ettirdiyse de ilk günlerdeki etkinliğini, kurucusu Abdülazîz b. İbrâhim es-Seâlibî’yi satılmışlık ve diktatörlükle itham eden Habîb Burgiba’nın karşıt görüşleriyle yitirdi. Fransızlar Habîb Burgiba’yı bağımsızlık yanlısı girişimlerinden dolayı 1940 yılında hapse attılar. 17 Kasım 1942-13 Mayıs 1943 tarihlerinde II. Dünya Savaşı’nın en kapsamlısı olarak bilinen Tunus savaşı cereyan etti ve Almanlar’la İtalyanlar geri çekilmek zorunda kaldı. Mücadelenin devam ettiği günlerde Almanlar, 1942’de Habîb Burgiba’yı serbest bırakarak Roma’ya götürdüler. Ardından İtalyanlar’ın safına çekmeye çalıştılar, ancak başarılı olamayıp 7 Nisan 1943’te Tunus’a geri getirdiler. Habîb Burgiba, Fransızlar’la iş birliği yapmayı ülkesinin geleceği için daha faydalı gördü. 26 Mart 1945’te gizlice Sefâkus’a, oradan Trablusgarp’a ve Arap Birliği’nin kurulduğu Kahire’ye geçti. Tunus’a 9 Eylül 1947’de dönebildi.

    Bağımsızlık Dönemi. 1950’li yılların başında Tunus beyi Lamine Bey denen Emîn Bey bağımsızlık mücadelesini sürdüren gençleri destekledi. 20 Mart 1956’da Tunus bağımsızlığına kavuşurken Hüseynî ailesinden Emîn Bey on dokuzuncu bey sıfatıyla Osmanlılar’dan kalan bir geleneği sürdürdü; 27 Temmuz 1957 tarihine kadar Tunus kralı oldu. Bu tarihte Tunus Cumhuriyeti ilân edildi; Hüseynî ailesinin saltanatı sona erip Emîn Bey’in başbakan tayin ettiği Habîb Burgiba ilk devlet başkanı olarak bütün yetkileri eline aldı. Bağımsızlık sonrası Avrupalılar artan baskılar üzerine şehri terketmeye başladı. Onların yerini diğer bölgelerden gelen yerli nüfus doldurdu ve Araplaşma süreci tamamlandı. Giderek artan iç göçlerle başşehir Tunus’un etrafında yeni varoşlar ortaya çıktı. 1958’de Tunus Arap Birliği’ne, 1969’da İslâm Konferansı Teşkilâtı’na girdi. Tunus şehri, 12 Haziran 1979 tarihinde Mısır ile İsrail arasında imzalanan Camp David Antlaşması’nın ardından Kahire yerine birliğin merkezi oldu ve 31 Ekim 1990 tarihine kadar bu konumunu sürdürdü.

    Tunus’ta siyasî hayatın şekillenmesinde şer‘î hükümleri esas alan ve kısaca “düstûr” denilen anayasa etkili oldu. 2 Mart 1934’te ed-Düstûrü’l-cedîd adıyla oluşan siyasî hareket 1969’da Sosyalist Düstur Partisi adını aldı. Hareketin kuruluşunda öncülerden biri olan Sâlih b. Yûsuf, Habîb Burgiba ile birlikte hareket ettiği halde zamanla araları açıldı ve 1961’de bir suikastla öldürüleceği Mısır’a kaçmaya zorlandı. Partinin genel başkanı olan Habîb Burgiba tek parti sisteminin ağır yönetim biçimini uygulayarak otuz bir yıl iktidarda kaldı. Her türlü muhafazakâr yapılanmayı ağır şekilde bastırdı. Kasım 1987’de görevinden ayrıldı. Tunus’un ikinci devlet başkanı olan Zeynelâbidîn b. Ali kansız bir darbe ile iktidarı ele geçirdi. Paris’teki Saint Syr askerî okulunda eğitim gören Zeynelâbidîn çeşitli görevlerin ardından 1986 yılı Ekiminde başbakan oldu. Bu görevinin henüz birinci ayını doldurmadan Habîb Burgiba’nın rahatsızlığının devlet başkanlığı görevini yürütmesini engellediğini ileri sürerek 7 Kasım günü onun yerini aldı. 1987’de başladığı devlet başkanlığı görevine 2009 yılında beşinci defa seçildi ve 2014’te aday olacağını açıklamasına rağmen 14 Ocak 2011 tarihinde ülkenin güneyindeki Sîdîbûyezîd şehrinde başlayan ve kısa zamanda yayılan halk ayaklanması sonucu devlet başkanlığı görevini terkederek Suudi Arabistan’a sığındı. Devletin başına aynı gün görevden alınan Başbakan Muhammed Gannûşî anayasaya uygun olarak geçtiyse de yine anayasa gereği görevi meclis başkanına verdiğinden Fuâd Mebeza 15 Ocak günü geçici devlet başkanı oldu.

    Tunus’ta İslâmî Hareket. Tunus’ta Batı merkezli devlet sistemi içinde dinî esaslara göre siyasî yapılanmaların önü 1988 yılına kadar kapalı idi. İlk defa 1970’te Zeytûne Camii Üniversitesi hocaları ve öğrencilerinin faaliyete geçirdiği Kur’ân-ı Kerîm’i Koruma Derneği bir başlangıç teşkil etti. Râşid el-Gannûşî önderliğinde 1971’de Tunus Üniversitesi’nde bir caminin açılmasıyla yeni bir hareket başladı ve el-Cemâatü’l-İslâmiyye adıyla bir derneğe dönüştü. Kısa zamanda şehrin diğer camilerine Abdülfettâh Mûrû ile vaazlar verip büyük bir kitleyi etraflarında topladılar. 1971’de ilkokulda, 1976’da ortaokulda, 1977’de lisede Arapça’nın Fransızca’nın yerine eğitim dili olması gençlerin İslâmiyet’e ilgisini arttırdı. Bunda 1970-1980 yıllarında kurulan hükümetlerde Millî Eğitim Bakanlığı yapan Muhammed Mizâlî’nin katkısı büyüktür. 19 Eylül 1980 tarihinde Cemâatü’l-İslâmiyye, Hareketü’l-itticâhi’l-İslâmî adıyla siyasî bir yapılanmaya dönüştü. Ancak hükümet 21 Aralık günü kurucusu Râşid el-Gannûşî’yi tutukladı ve 5 Ocak 1980’de serbest bıraktı. Ardından tekrar yakalanıp 1981-1984 yılları arasında hapiste kaldı. 23 Nisan 1980-8 Temmuz 1986 tarihlerinde başbakanlık yapan Muhammed Mizâlî bu hareketi himaye etmekle suçlandı ve sonunda görevden alınıp ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı; bunun üzerine gizlice Fransa’ya iltica etti. 2002 yılında cezasının kaldırılmasına rağmen yaşamaya devam ettiği Paris’te 23 Haziran 2010’da vefat etti. Râşid el-Gannûşî ömür boyu hapis cezasına çarptırıldıysa da Zeynelâbidîn b. Ali tarafından 1988’de serbest bırakıldı. Aynı yıl ismini Hizbü’n-nehda olarak değiştiren hareket 1989’da yapılan genel seçimlerde % 22 oy aldığını ilân ederken resmî rakamlar bunu % 17 olarak gösterdi. Bu harekete karşı uygulanan baskı neticesinde önce hapse atılan ve ardından serbest bırakılan Râşid el-Gannûşî Cezayir’e iltica etti. 1991’e kadar burada kaldı, ardından Sudan’ın başşehri Hartum’a sığındı ve 1993’te iltica ettiği İngiltere’de 2011 yılına kadar sürgün hayatı yaşadı.

  • LİBYA

    Kapladığı alan bakımından Afrika’nın Sudan, Cezayir ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden sonra dördüncü büyük ülkesidir. Kuzeybatıda Tunus, batıda Cezayir, güneyde Nijer ve Çad, güneydoğuda Sudan, doğuda Mısır ile komşu olan, kuzeyde Akdeniz’le kıyısı bulunan birülkedir.

    Ülke topraklarının onda dokuzu çöllerle kaplıdır. Bu geniş çöl alanında çöl tiplerinin hemen her çeşidine ait örneklere rastlanılır: Kayalık çöller (hâmideler, en meşhuru el-Hâmidetü’l-hamrâ), çakıllı çöller (serîrler, en meşhuru Tibesti serîri) ve daha yaygın olan kum çölleri (ergler, Murzuk [Merzûk] ergi) gibi. Ülkenin güneybatısındaki Fizan bölgesinde kum örtülerinin oluşturduğu hafif yükseltiler yaklaşık 160 km. uzunluğunda bir sıra meydana getirir. Libya’da çok sınırlı bir alanda yer alan dağlık kesimler, kuzeyde Sirte körfezinin doğusunda ve batısında Akdeniz kıyısı yakınında bulunur. Sirte körfezinin kuzeybatısında denize kadar uzanan Trablus dağları (Cebelitrablus) batıya doğru denizden uzaklaşır ve bu kesimde denizle dağlar arasına verimli Cefera ovası girer. Bu körfezin doğusunda bulunan kalker yapılı Cebeliahdar Akdeniz kıyısını çok yakından izler ve denizle dağlık kesim arasında sadece dar bir kıyı ovası bulunur.

    Libya’da kıyıdaki dar bir kıyı şeridine inhisar eden ve içeriye doğru fazla sokulmayan Akdeniz iklimiyle ülkede çok geniş alana yayılan çöl iklimi olmak üzere iki iklim tipi görülür. Trablus dağları ile Cebeliahdar’da yağışlar bollaşır. Bu kesimlerde yıllık ortalaması 600 milimetreyi aşan yağışlar görülür. Güneye doğru iyice azalan yağışlar bazı kesimlerde 50 milimetrenin de altına düşer. Libya ikliminin en dikkat çekici özelliklerinden biri, yeryüzünde şimdiye kadar ölçülmüş en yüksek sıcaklığa bu ülkede rastlanmış olmasıdır. Trablus’un güneyindeki Azîziye’de 1922 yılında yapılan bir rasada göre termometre gölgede 58°’yi göstermiştir ki bu meteorolojik rekor ne bu ülkede ne de başka bir yerde aşılabilmiştir.

    Akarsular bakımından fakir bir ülke olan Libya’da yer altı su şebekesi önem taşımakta ve bundan âzami derecede istifade edilmeye çalışılmaktadır. Yer altı suları kıyı kesiminde yüzeye çok yakındır ve kolay çıkarılabilmektedir. İç kesimlerdeki çöl alanlarında yer altı suyunun yüzeye çıktığı yerler vahaları oluşturur. Yer altı suyunun bol bulunduğu sahrâ bölgesinden sahildeki verimli arazileri sulamak ve başşehir Trablus ile diğer şehirlere içme suyu temin etmek için 1984 yılında başlatılan “Büyük Sun‘î Nehir Projesi” büyük oranda tamamlanmıştır. Kıyı bölgelerinde “sebha” adı verilen suları tuzlu ve sığ göllere rastlanır.

    İkliminin sonucu olarak doğal bitki örtüsü de fakirdir. Cebeliahdar’ın Akdeniz’e yani kuzeye bakan yamaçlarında ardıç ve sakız ağaçlarının ağırlıklı olduğu orman örtüsü vardır. Buradan güneye doğru gidildikçe bozkır (step) görünüşü hâkim olur. Daha güneyde ise hiçbir bitki örtüsünün olmadığı mutlak çöllere geçilir. Bu mutlak çöl görünüşü vahaların bulunduğu yerlerde kesintiye uğrar.

    Nüfusu seyrek bir ülke olan Libya’da nüfus yoğunluğu olarak kilometrekareye dört kişi düşer. Yalnız bu nüfus ülke yüzeyine çok düzensiz yayılmıştır. Nüfusun % 90’ından fazlası kıyı kesiminde toplanmıştır. Trablus ve Ahdar dağlarının nisbeten bol yağış alan yamaçları ile iç kesimlerdeki vaha sahaları da nüfus toplanma alanlarıdır. Resmî dili Arapça olan ülke nüfusunun % 97’si müslümandır.

    Son dönemlere kadar Libya ekonomisinin temelini tarım, hayvancılık ve küçük el sanatları oluştururdu. Fakat günümüzde Libya ekonomisi denince ilk akla gelen ham petrol ve petrol ürünleri ihracatıdır. Bu durum, 1955 yılında ülkede petrol emârelerinin belirmesi ve 1959’da Sirte körfezinin güneyinde Zelten’de ilk petrol kuyularının açılmasıyla başladı. Aynı yıl içinde yine denize çok uzak olmayan mesafede Raguba’da başka kuyular açıldı. Bu kuyular uzunluğu 160 kilometreyi bulan petrol boru hatlarıyla Akdeniz kıyısına bağlanınca üretim arttı. 1961’den 1968’e kadar beş büyük boru hattı daha devreye girdi ve boru hatlarının uzunluğu 400 kilometreyi aştı. 1967’deki Arap-İsrail savaşının ardından Süveyş Kanalı’nın kapanması Libya petrolünün önemini büsbütün arttırdı ve petrol ihracatı da beklenmedik bir hızla yükseldi (1999’da kişi başına düşen millî gelir 7000 dolar). Libya’da petrol yanında doğal gaz üretimi de gittikçe önem kazanmaktadır.

    Libya’nın geleneksel ekonomik uğraşılarından olan tarım Cefera ovasında, dar kıyı kuşağında ve iç bölgelerdeki vahalarda yapılmaktadır. Tahıl türlerinden en fazla arpa, onu geriden izlemek üzere buğday ve çeşitli sebzeler yetiştirilir. Tütün, zeytin, portakal, vahalarda elde edilen hurma ve diğer meyveler, tarımdaki çeşitliliği sağlar. Hayvancılık olarak koyun, keçi ve deve dikkati çeker. Akdeniz kıyısında ve açığında yapılan balıkçılık da ekonomiye katkı sağlar.

    Petrol sanayii dışında bir dönem ağır sanayie ağırlık verilmiş olup halen sana-yi kuruluşları sigara, hasır, halı, sabun ve zeytinyağı üreten tesislerdir. Deri işlemeciliği eskiden beri önemlidir. Ulaşım 20.000 kilometreyi bulan karayolları ve sayıları on beş kadar olan havaalanlarıyla sağlanır. En önemli liman faaliyeti Trablus ve Bingazi şehirlerinde olup Mersalbüreyka’da petrol terminali bulunmaktadır.

    Petrol ülkesi olarak tanınmadan önceki yıllarda Libya ihracatında daima zeytinyağı satımı ilk sırayı alırdı. Günümüzde ihracatın % 90’dan fazlası petrole aittir. Petrol dışında zeytinyağı, hurma ve çeşitli meyveler, yer fıstığı ihracatı vardır. Dış ticaretinde aldığı mallar arasında çeşitli makineler, motorlu taşıtlar, demir, çelik ve dokuma dikkati çeker. Libya’nın ihracatı ve ithalâtında ilk sırayı alan ülkeler İtalya, Almanya ve İngiltere’dir.

    Libya’nın ilk yerli ahalisi olan Lîbîler hakkında yeterli bilgi bulunmamakla birlikte bunların Berberî Levâte’nin atası olduğu ileri sürülmektedir. Birçok medeniyete beşiklik eden Libya’yı Berberîler dışında Fenikeliler, Romalılar, Vandallar, Bizanslılar, yahudiler, Araplar, Zencîler, Tevârikler, Türkler ve Avrupalılar yurt edinmişlerdir. Berberîler Levâte (Berka’da), Hevvâre (güneyde), Nefûse (Nefûse dağı) ve Zenâte adlı dört büyük kola ayrılır. Libya’nın ikinci kalabalık nüfusunu oluşturan Araplar, ilk fetih faaliyetlerine katılanlar dışında özellikle XI. yüzyılda Fâtımîler’in Yukarı Mısır’dan buraya gönderdikleri Benî Hilâl ve Benî Süleym kabilelerinin soyundan gelmektedir. Berberîler’in bir kısmı İslâm fethinden sonra dağlara ve çöllere çekilerek hem asıllarını hem dillerini korurken bir kısmı zamanla giyimlerini, âdetlerini ve dillerini terkedip Araplaşmışlardır. XVI. yüzyılın ortalarında Libya’yı idaresine alan Osmanlı Devleti zamanında buraya gönderilen Türkler’in Berberî, Arap ve Endülüs asıllı yerli kadınlarla evliliklerinden kuloğlu denilen bir nesil doğdu. Ayrıca XIX. yüzyılda Malta ve İtalya’dan Libya’ya gelenler de burada bir topluMısır’ın batısındaki bölgeye Libya isminin ilk defa Yunanlılar tarafından verildiği ve bunun Berberî Levâte kabilesinin adının değişiminden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Romalılar, bugünkü Tunus ve Libya’nın batısındaki toprakları içine alan bölgeye Afrika adını vermiş, Araplar bunu İfrîkıye olarak telaffuz etmişlerdir. Yine Araplar’ın Berka dedikleri Sirenayka (Cirenaica) bölgesinin adı Yunanlılar’ın kurduğu ve Siren (Cyrène) dedikleri şehrin isminden gelmektedir. Antik dönemde Sirtika (Syrtica) sahilinde kurulan Sabratha, Oea ve Leptis Magna adlı üç şehir için Tripolitaine tabiri kullanılmış, Araplar bunu da Trablus şeklinde söylemişlerdir. Lîbîler denilen bölge ahalisinin aslen Nil civarından, Etiyopya’dan, Arap yarımadasından geldikleri veya Akdeniz asıllı oldukları gibi farklı rivayetler de vardır.

    Başlangıçtan Müslümanlar Tarafından Fethine Kadar. İlk defa milâttan önce XII. yüzyılda Fenikeliler Libya sahillerine ticarî amaçla gelmişlerse de hâkimiyetlerini milâttan önce IX. yüzyılda tesis etmişlerdir. Fenikeliler’in kurduğu ve büyük gelişme gösteren Trablus bölgesi milâttan önce V. yüzyılda Kartaca’ya bağlandı. Yunanlılar, Sirenaika’ya gelerek milâttan önce 630 yılında Siren şehrini kurdular. Ülkenin doğusu Mısır’ın etkisindeyken Trablus Tunus’la irtibatlıydı. Numidya Kralı Massinissa, II. Kartaca savaşının ardından Trablus bölgesini ele geçirdi. Romalılar milâttan önce 146’da Kartaca’yı yıktıktan sonra hâkimiyetlerini bütün Kuzey Afrika’ya yaydılarsa da Oea, Sabratha ve Leptis Magna’ya özerklik verdiler. Ancak milâttan önce 46 yılında Numidya’yı topraklarına katınca bu üç şehri Afrika adıyla bir federasyonda birleştirip Roma’ya bağladılar. O dönemde büyük gelişme gösteren bölge Roma’ya aylık 10.000 kantar zeytin yağı vergi veriyordu. Milâttan önce 19’da İmparator Augustus zamanında Fizan ve Gadâmis Roma topraklarına katıldı. Sirenaika kısmen, milâttan önce II. yüzyıldan itibaren ele geçirildiyse de tamamı ancak milâttan sonra IV. yüzyılda imparatorluğa dahil edilebildi..

    Leptis Magna’da doğan ve 193’te Roma imparatoru olan Septimus Sévèrus ve kendisinden sonra gelen imparatorlar Afrika eyaletine özel ilgi gösterdi. Milâttan sonra IV. yüzyılda tahrip edilen Leptis Magna, V. yüzyılda Giustiniano tarafından yeniden imar edilerek eyalet merkezi yapıldı. IV. yüzyılda gücü zayıflayan Roma’ya karşı isyanlar başladı ve Berberîler ayaklandılar. 366’da Leptis Magna ve Sabratha Romalılar’ın elinden çıkınca önemini kaybetti. Berberî saldırılarıyla iyice zayıflayan ülke 430 yılında Vandallar’ın işgaline uğradı. Bu istilânın Libya’yı iyice fakirleştirmesi Bizanslılar’ın işgalini kolaylaştırdı ve 535’te bölge Bizans hâkimiyetine girdi. Sahillerdeki önemli yerlerde ve kalelerde bir miktar asker bulunduran Bizanslılar, Berberîler’i kendi hallerine bırakıp yıllık belli miktarda vergi ödemeleri ve gerektiğinde asker desteği sağlamaları dışında herhangi bir şeye zorlamadılar.

    Fenike, Kartaca, Yunan, Roma ve Bizans hâkimiyeti sırasında sahildeki önemli şehirlerle Afrika’nın iç bölgeleri arasında ticaret geliştirilerek yollar açıldı. Sabratha’dan başlayıp Gadâmis üzerinden Afrika içlerine giden yol yanında Oea ve Leptis Magna’dan başlayan ve Fizan üzerinden giden güzergâh daha işlek ve emniyetliydi. Sirenaika’daki Apollonia, Berka, Bérénice ve Tocra şehirlerinin Çad, Kongo ve Habeşistan ile münasebetleri vardı. O çağlarda başlayan Afrika içlerinden fildişi, altın, deve kuşu tüyü, kıymetli taşlar, deri, abanoz ve esir ticareti XX. yüzyıla kadar devam etti.

    Fetihten Osmanlılar’a Kadar. Hz. Ömer zamanında Amr b. Âs kumandasında Mısır’ı fetheden İslâm ordusu (21/642) Bizans hâkimiyetine son vermek üzere Libya ile Tunus’u içine alan bölgeye yöneldi. Önce Berka (Sirenaika) ele geçirildi ve Levâte kabilesi 13.000 dinar cizye vermek şartıyla yerinde bırakıldı. Amr b. Âs’ın Trablus’a, Ukbe b. Nâfi‘in Fizan’a düzenlediği seferlerden sonra Mısır’a geri dönen müslüman orduları 24 (645) yılında Trablus’a yeni bir sefer düzenledi ve 26’da (647) yeni Mısır valisi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’in seferi sırasında Sübeytıla’da Bizans Valisi Gregorios’u yendi. Bu savaşta İslâm ordusu 20.000, Bizans-Berberî ordu 120.000 civarında askerden oluşuyordu.

    Hz. Ali ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasındaki mücadele sırasında (37/657) Berberîler ayaklandılar. Emevî Devleti’ni kuran Muâviye, İfrîkıye’ye Muâviye b. Hudeyc kumandasında bir ordu gönderdi. Berberîler’i desteklemek üzere 30.000 kişilik bir Bizans birliği ve donanma geldiyse de Tunus’un kuzeyindeki liman şehri Benzert’i (Bizerte) fetheden (41/661) müslümanlar Trablus ve çevresini tekrar ele geçirdiler.

    Ukbe b. Nâfi‘, Afrika’nın iç bölgeleriyle münasebetlerde önemli konumda olan Gadâmis’i 42 (662) yılında aldı. Daha sonra Veddân kasabası ile Fizan’ın merkezi konumundaki Zevîle’yi fethedip kendisine karargâh yaptı. Fakat Libya dahil bütün Kuzey Afrika’nın müslümanlarca kesin olarak ele geçirilmesini sağlayan seferler, 49-55 (669-675) yılları arasında yine Ukbe b. Nâfi‘in kumandanlığı zamanında düzenlendi. Ukbe 50 (670) yılında Kayrevan şehrini kurarak karargâhını buraya taşıdı. Bu döneme kadar müslümanlar karşılarında Bizans ordusundan çok Berberî kabilelerinden Hevvâre ve Levâte’yi buluyordu. Bu kabileler de müslüman olmaya başlayınca belli başlı şehirlere karargâhlar kuruldu. Ukbe b. Nâfi‘, Berberîler’den bir ordu teşkil ederek Kuzey Afrika’daki seferlerinde kullandı ve birçok başarı elde etti. Bu arada yeni Mısır valisi Mesleme b. Muhalled, Ukbe’yi İfrîkıye valiliğinden alıp yerine Ebü’l-Muhâcir Dînâr’ı tayin etti (55/675).

    Görünüşte İslâmiyet’i kabul eden Berberî reisi Küseyle b. Lemzem güçlü kumandan Ukbe’nin valilikten ayrılması üzerine İslâm’dan dönerek ayaklandı ve üzerine ordu gönderilip esir alındı. Bu sırada Ukbe, Yezîd b. Muâviye tarafından ikinci defa vali tayin edilince (62/682) Küseyle’yi yakalatıp kendisine ağır muamelede bulundu. el-Mağribü’l-aksâ’da ordusuyla seferde iken Küseyle kaçarak kendisine katılanların başına geçti, Biskre’de Ukbe ile yanındaki 300 kişiyi pusuya düşürüp öldürdü (63/683). Züheyr b. Kays el-Belevî ve Ömer b. Ali el-Kureşî kumandasındaki İslâm ordusu da Kayrevan’dan Berka’ya çekilmek zorunda kaldı; Kayrevan Küseyle’nin kumandasındaki Berberîler’in eline geçti. 69 (688-89) yılında İfrîkıye valiliğine getirilen Züheyr b. Kays, Küseyle’nin üzerine yürüdü ve bu savaşta Küseyle öldürüldü. Bu arada Berka’yı işgal eden Bizanslılar’la yapılan savaşta Züheyr de hayatını kaybetti. Bu olayın ardından Kâhine adlı bir Berberî kadın İfrîkıye’nin iç kesimlerinde hâkimiyet kurdu. Bizanslılar da Kartaca gibi sahil şehirlerini zaptettiler. Züheyr’den sonra bir süre boş kalan İfrîkıye valiliğine 73’te (692) Hassân b. Nu‘mân el-Gassânî tayin edildi. Berka ve Trablus’u tahkim eden Hassân Kayrevan’ı yeniden ele geçirdi ve Kartaca’yı Bizanslılar’dan geri aldı, ayrıca Benzert’i fethetti. Daha sonra Kâhine üzerine yürüdüyse de yenilerek Berka’ya çekildi (77/696). Bu sırada Kartaca tekrar Bizanslılar’ın eline geçti. Halife Abdülmelik b. Mervân’ın içerideki karışıklıkları halletmesinden sonra yardım göndermesi üzerine Hassân Kâhine’nin üzerine yürüdü; Kābis, Kafsa, Kastilya ve Nefzâve’yi itaat altına aldı, yapılan savaşta Kâhine öldürüldü (79/698). Kendilerine eman verilen ve İslâmiyet’i kabul eden Berberîler’le güçlenen Hassân Kartaca’yı geri aldı ve İfrîkıye kesin biçimde İslâm hâkimiyetine girmiş oldu. Hassân, denizden gelecek saldırılara karşı bir donanma oluşturmak amacıyla Tunus şehrini kurup bir tersane inşa ettirdi. O zamana kadar Mısır valilerine bağlı olan İfrîkıye valileri bu tarihten itibaren doğrudan halife tarafından tayin edilmeye başlandı.

    Hassân b. Nu‘mân’dan sonra İfrikıye valisi olan Mûsâ b. Nusayr zamanında Kuzey Afrika’daki fetihler tamamlandı ve 88 (707) yılında burası Tunus ve Trablus’tan ibaret İfrîkıye, el-Mağribü’l-evsat (Cezayir) ve el-Mağribü’l-aksâ (Fas) adıyla üç bölgeye ayrılıp her birine âmiller gönderildi. İç işlerinde bağımsız olan Trablus âmilliği İfrîkıye eyaletine vergi ve asker gönderiyordu. Libya’nın diğer iki bölgesi olan Bingazi ve Fizan da idarî bakımdan Trablus’a bağlı görünmekle birlikte iç işlerinde serbest idiler.

    Roma ve Bizans dönemlerinde kendilerine verilen imtiyazların Araplar tarafından kaldırılmasından rahatsız olan Berberî kabilelerinden Hâricîliğin İbâzıyye kolunu benimseyenlerin Trablus’a saldırarak burayı ele geçirmesi üzerine (123/741) İfrîkıye valiliğine tayin edilen Hanzale b. Safvân el-Kelbî onların üzerine yürüdü ve Karn mevkiinde Berberîler’i bozguna uğratarak (124/742) bölgedeki Berberî isyanlarını bastırdı.

    Abbâsîler döneminde İfrîkıye’de ayaklanmalar devam etti. 140 (757) yılında Trablusgarp bölgesi İbâzîler’i tarafından imam seçilen Ebü’l-Hattâb el-Meâfirî önce Abbâsî âmili Amr b. Süveyd’in elindeki Trablus’u, ardından Verfecûme Berberî kabilesinin elindeki Kayrevan’ı aldı. Halife Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un emriyle Mısır Valisi Muhammed b. Eş‘as el-Huzâî’nin Avvâm b. Abdülazîz el-Becelî ve ardından Ebü’l-Ahvas Ömer b. Ahvas el-İclî kumandasında gönderdiği ordular Ebü’l-Hattâb’a yenilince Muhammed b. Eş‘as 40.000 kişilik bir ordu düzenleyerek Ebü’l-Hattâb’ın üzerine yürüdü ve onu mağlûp ederek Trablusgarp ile Kayrevan’a hâkim oldu (144/761).

    Daha sonraki yıllarda Berberîler’den Sufriyye Hâricîleri’nin reisi Ebû Kurre el-İfrenî’yi cezalandırmak için Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un gönderdiği Ağleb b. Sâlim kumandasındaki ordu başarılı olamadığı gibi Ağleb de öldürüldü (151/768); İbâzîler önce Trablus’u, ardından Kayrevan’ı ele geçirdiler. Abbâsî halifesi, İfrîkıye valiliğine tayin ettiği Ömer b. Hafs, İbâzî imamı Ebû Hâtim’e yenilince meşhur kumandanlarından Yezîd b. Hâtim’i 60.000 kişilik bir orduyla bölgeye gönderdi (154/771). Abbâsî ordusuyla Nefûse dağı civarında karşılaşan Berberîler yenildi; reisleri Ebû Hâtim el-İbâzî’nin öldürülmesinin (155/772) ardından Libya’da yeniden kontrol sağlandı.

    Kuzey Afrika’da sonu gelmeyen ayaklanmalardan bunalan Halife Hârûnürreşîd, bölgede emniyet ve asayişi sağlamak amacıyla İfrîkıye valiliğine, veraset yoluyla çocuklarına geçmek üzere emîrlerinden Ağleb b. Sâlim’in oğlu İbrâhim b. Ağleb’i tayin etti; böylece Ağlebîler hânedanının temelleri atılmış oldu (184/800). Ağlebîler devrinde Trablus’ta güvenlik sağlandığı için şehir gelişti. 196 (812) yılında İbâzî lideri Abdülvehhâb b. Abdurrahman’ın Trablus’ta çıkardığı isyanın sonunda iki taraf anlaştı ve Trablus’un sahil tarafı Ağlebîler’de kalırken iç kısımdaki batı tarafı Ağlebî hâkimiyetini tanımaları şartıyla İbâzîler’e verildi. Mısır’daki Tolunoğulları Devleti’nin hâkimi Ahmed b. Tolun’un oğlu Abbas babasıyla arası açılınca emrindeki askerlerle batıya yöneldi. Libya’daki Berka ve Lebde’yi ele geçirip Trablus’u kuşattı. Ağlebîler, Nefûse kabilesinin İbâzî şeyhi İlyâs b. Mansûr’dan aldıkları yardımla İbn Tolun’u mağlûp ettiler (267/881).

    Libya ve Tunus’u 184-296 (800-909) yılları arasında yöneten Ağlebîler Devleti, Kutâme kabilesinin de desteğini alan Şiî Ubeydullah el-Mehdî tarafından yıkılarak Fâtımî Devleti kuruldu. Bu dönemde Şiî ve Hâricî Berberîler arasındaki mücadele iyice arttı. Trablus ve Tunus Hâricîleri baş kaldırarak Trablus Valisi Mâknûn’u şehirden çıkardılar. 300 (913) yılında Fâtımî Halifesi Ubeydullah el-Mehdî’nin bunları cezalandırmak için oğlu Ebü’l-Kāsım’ın (Kāim-Biemrillâh) kumandasında gönderdiği ordu Hâricîler’i yendi ve onlardan 300.000 altın savaş tazminatı aldı. Ancak 332’de (943) Hâricî lideri Ebû Yezîd en-Nükkârî’nin Fâtımîler’e karşı isyanı çok şiddetli oldu; Kayrevan’ı ve diğer bazı şehirleri Fâtımîler’den aldı. Birkaç yıl süren bu mücadeleden sonra Fâtımîler bölgede yeniden hâkimiyet kurdular.

    Halife Muiz-Lidîhillâh, Fâtımîler’in başşehrini Mısır’a taşırken Sanhâce kabilesinden Bulukkīn b. Zîrî’yi İfrîkıye ve Mağrib’e vali tayin etti (361/972). Bölgede bazı şehirleri ele geçiren Bulukkīn, karşı hareketleri bastırarak Fâtımîler’e bağlılığı korumaya çalıştı, 373’te (984) ölünce yerine oğlu Mansûr geçti. 391 (1001) yılında Trablus, Nefûse’nin desteklediği Fas’tan gelen Zenâte asıllı Benî Hazrûn’un eline geçti. Fâtımîler’e bağlılığını sürdüren Mansûr ve oğlu Bâdis’ten sonra Muiz b. Bâdîs dönemi İfrîkıye’de Berberî hâkimiyetinin en geniş ve parlak devri oldu. Muiz bu gücüne güvenerek 440 (1049) yılında Fâtımîler’e karşı çıkıp Abbâsîler’e bağlandı ve bölgede Mâlikî mezhebini yaymaya çalıştı. Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh, Zîrîler’i cezalandırmak amacıyla Yukarı Mısır’daki Benî Süleym ve Benî Hilâl kabilelerini Trablusgarp ve İfrîkıye’ye göç etmeleri için teşvik etti. Zîrîler hânedanının elindeki toprakları kendilerine verdiğini ve yaptıkları şeylerden dolayı cezalandırılmayacaklarını bildirdi. Kısa sürede bölgeye hâkim olan bu iki kabile İfrîkıye eyaletini aralarında taksim etti. Benî Süleym’e Berka, Benî Hilâl’e Trablus düştü. Berberîler’in büyük bir kısmı yurtlarını terkedip güneydeki dağlık bölgelere ve çöllere çekildi. Ordusu bozguna uğrayan Muiz, Kayrevan’a çekildiyse de orada tutunamayarak (449/1057) Mehdiye’deki oğlu Temîm’e sığındı. Topraklarının büyük bir kısmını Benî Hilâl’e kaptıran Zîrîler’in hâkimiyeti Temîm b. Muiz zamanında (1062-1108) sahil şeridinde Sûse’den Kābis’e kadar olan bölgeyle sınırlıydı. Bu tarihten itibaren daha çok sahil boyu ve Akdeniz’deki adalarla ilgilenen Zîrîler Ceneviz, Pisa ve Norman ordularıyla savaştılar. Zîrîler giderek güçlerini kaybederken Sicilya Kralı Ruggerio Normanno’nun 541 (1146) yılında gönderdiği ordu İfrîkıye’deki Zîrî hânedanına ve Libya’daki Benî Hazrûn iktidarına son verdi. Ancak Trablusgarp’ta altı ay kaldıktan sonra iç taraflardaki Araplar’la anlaşan Berberîler’in saldırılarından emniyette kalamayacağını anlayarak idareyi ahalinin seçkinlerinden Yahyâ b. Matrûh’a bırakıp çekildi. 555 (1160) yılına kadar Libya’yı Sicilya adına yöneten Yahyâ b. Matrûh aynı yıl Mağrib’de kurulan Muvahhidler Devleti’ne bağlandı. Murâbıtlar Devleti’nin kurucusu Yûsuf b. Tâşfîn’in soyundan gelen ve Mayorka adasının hâkimi olan Ali b. Gāniye, atalarının devletini yeniden diriltmek için Muvahhidler’le mücadele ederken Bağdat Abbâsî hilâfetine bağlılık belirterek yardım istedi. Bunun üzerine Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin yeğeni Takıyyüddin Ömer’in kölelerinden Şerefeddin Karakuş, emrindeki askerî birlikle Mısır’dan gelerek Fizan bölgesinde Hevvâre asıllı Benî Hattâb’ın idaresindeki Zevîle’yi ele geçirdi; ardından çevredeki diğer bazı şehirleri ve Trablus’u zaptetti. 581’de (1185) Trablusgarp’a gelen Ali b. Gāniye Karakuş, Benî Hilâl ve Benî Süleym Arapları ile kurduğu ittifak sayesinde Tunus ve Mehdiye şehirleri dışında bütün İfrîkıye eyaletini ele geçirdi. Ali b. Gāniye birkaç yıl sonra ölünce yerine geçen kardeşi Yahyâ ile Karakuş arasındaki ittifak bozulunca bağımsız hareket ettiler. Yahyâ Cerîd, Kayrevan, Mehdiye, Trablus, Kābis ve Tunus’u zaptetti.

    Benî Gāniye ve Karakuş’a karşı verdiği mücadelede üstünlük sağlayan Muvahhid Hükümdarı Muhammed en-Nâsır, 603’te (1206-1207) Mehdiye ve Tunus’u alarak Ebû Muhammed Abdülvâhid b. Ebû Hafs’ı İfrîkıye’ye vali tayin etti. İfrîkıye bundan sonra Hafsîler’in idaresine geçti (625/1228). 723 (1323) yılına kadar Libya bölgesi Hafsîler hânedanına bağlı kaldı. Hafsîler’in iç karışıklıklar yüzünden zayıfladığı bu dönemde Trablusgarp’ta kısa zaman içinde yönetim birkaç defa el değiştirdi. Sonunda Hevvâre’nin Zâkûga koluna mensup Sâbit b. Ammâr şehre hâkim oldu, böylece Ammâroğulları (Benî Ammâr) hânedanının temeli atıldı (727/1327). Sâbit’in ardından oğlu Muhammed, ondan sonra bunun oğlu Sâbit Trablus’u yönetti. 756’da (1355) Ceneviz Amirali Philippo Doria Trablusgarp’ı ele geçirdi. Ancak beş ay sonra şehri Merînîler’e tâbi Kābis ve Cerbe Emîri Ebü’l-Abbas Ahmed b. Ali el-Mekkî’ye 50.000 miskal altın karşılığında sattı. Şehir bir müddet Ahmed el-Mekkî ve oğlu Abdurrahman’ın yönetiminde kaldı. Güneyde ise XIV. yüzyılda Fas’tan gelerek Fizan’da kurdukları Merzûk şehrini merkez yapıp bölgenin hâkimiyetini ele geçiren Evlâd-ı Muhammed, Kânim Sultanlığı’nı saldırılarıyla rahatsız etmeye başlayınca adı geçen sultanlık Fizan’ı aldı ve Osmanlı hâkimiyetinin sağlanmasına kadar burayı bir müddet idare etti.

    Hafsîler’in 771’de (1369-70) Tunus’a yeniden hâkim olmaları üzerine, daha önce Ammâroğulları’ndan kaçıp İskenderiye’ye giden Ebû Bekir b. Muhammed, Trablusgarp’ı tekrar ele geçirerek (772/1370-71) Benî Ammâr hânedanını yeniden kurdu ve Hafsîler’e bağlılık arzetti. Ondan sonra gelen yöneticiler kendi içlerindeki çekişmeler yanında bazan Hafsîler’den bağımsız davrandılar, bazan onlara tâbi oldular. Şehir bu arada Sicilya kralının, ardından da Hafsîler’in eline geçti ve Ammâroğulları hânedanına son verildi (803/1401). Bu dönem İspanyollar’ın burayı istilâsına kadar devam etti.

    İspanyollar, Endülüs’teki müslüman şehirlerini birer birer ele geçirdikleri gibi güçlerini Kuzey Afrika’ya yönelterek buradaki şehirleri de zaptetmeye başladılar. 916 (1510) yılında Kastilyalı V. Ferdinand’ın Petro de Navarro kumandasında gönderdiği ordu Trablusgarp’ı Hafsîler’in elinden aldı, halkın bir kısmını kılıçtan geçirdi, geri kalanları da şehir merkezinden uzaklaştırdı. Şarlken zamanında şehrin surlarını yükseltmeleri şartıyla ahalinin geri dönmesine izin verildi. 937’de (1530) burayı Malta şövalyelerine (İsbitâriyye) veren Şarlken, üç yıl sonra Barbaros Hayreddin Paşa tarafından ele geçirilmesine engel olamadı (940/1533-34). Ancak tekrar şehre saldırıp burayı geri alarak hıristiyan din adamlarına devrettiyse de Turgut Reis ve Kaptanıderyâ Sinan Paşa şehri 958 (1551) yılında onların elinden aldılar ve Osmanlı Devleti topraklarına kattılar. Evlâd-ı Muhammed’in elindeki Fizan ise 985’te (1577) Osmanlı hâkimiyetine girdiluk oluşturdu.

    Osmanlı Dönemi. Osmanlılar’ın bugünkü Libya’yı içine alan ve Mağrib denilen Kuzey Afrika’ya ilgi duymaları XV. yüzyılın sonlarından itibaren başlar. Pîrî Reis’in Kitâb-ı Bahriyye’sinde Trablus, Misillâte, Mısrâte, Berka, Tubruk, Sellûm limanlarının özellikleri ve tarihçeleri yer alır. 1510’da Trablus’un İspanyollar’ca işgalinden evvel o sularda amcası Kemal Reis ile birlikte bulunmuş olan Pîrî Reis’in, “Trablus halkı devletlü hünkâra bir kâğıt gönderip bir sancak beyi isterler” şeklindeki kaydından isteğin öncelikle yerlilerden geldiği anlaşılır. Orta Afrika’nın başlıca köle ve altın tozu ticaretinin Akdeniz’e çıkış limanı olan Trablus İspanyol işgaliyle önemini tamamen kaybetmiş ve kervanlar başka İslâm limanlarına yönelmişlerdi. Özellikle Trablus’a 12 mil mesafedeki Tâcûrâ gelişme göstermişti.

    1519’da Tâcûrâ’dan bir heyet İstanbul’a gelip kurtarılmalarını yeniden istedi. Kanûnî Sultan Süleyman’ın emriyle Harem ağalarından Hadım Murad Ağa bir filo ve bir miktar askerle Tâcûrâ’ya yerleşti. İspanyollar’ın Malta şövalyelerine devrettikleri Trablus’un ülke içiyle ilişkisi azaldı. Osmanlılar’ın Batı Akdeniz’de ağırlıklarını iyice hissettirdikleri bir dönemde Trablus şehri Turgut Reis’in gayretleriyle 15 Ağustos 1551’de ele geçirildi. Şehir eski ticaretine ve zenginliğine kavuştu ve tekrar bölgenin merkezi oldu.

    Bugün Libya adı altında toplanan Trablus, Bingazi, Fizan bölgeleri o dönemde nisbeten birbirlerinden ayrı olup son ikisi Trablus’a göre çok daha sınırlı bir nüfusa ve stratejik / ticarî öneme sahipti. Bingazi, Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağlanmasının ardından kendiliğinden kontrol altına girmişti. Fizan ise görünüşte bağımsız olmakla birlikte Trablus’taki yönetimi dikkate alıyordu. Kervan ticaretini tehdide kalkıştığında hemen cezalandırılıyor, bunun dışında kendi haline bırakılıyordu. Bu geniş bölgede sadece birkaç yüz bin kişi yaşıyordu.

    Osmanlı Devleti için Trablusgarp Ocağı’nın da içinde yer aldığı Garp ocakları birer üretim ve gelir kaynağı olmaktan ziyade imparatorluğun ve İslâm dünyasının savunmasında ileri karakol sayılıyordu. Deniz akıncılığı ve korsanlık esas faaliyet alanını oluşturuyordu. Bunda hıristiyanların karşı saldırısını önlemek temel amacı teşkil ediyordu. Ocaklar için tasarlanan işleyiş düzeninin de bu ileri karakol niteliğine uygun olması gerekiyordu. Yerlilerin örgütlenme ve savaşçılık düzeylerinin çok ilkel olması kadar denizcilik alanında da sınırlı bilgiye sahip bulunmaları sebebiyle gerekli kadrolar iki üç yıllık aralarla Anadolu’dan devşiriliyordu. Tamamen Türk kökenli olan yeniçeri ve leventler savaşlarda İstanbul’dan gelen emirlere göre devletin destekçisi olmakla yükümlüydüler. Yerli halk İslâmî uygulamalarda serbestliğe kavuşmaktan ve kazançlarını yabancılara kaptırmamaktan dolayı memnundu. Bundan dolayı yeni düzen başlangıçta sorunsuz yerleşti. Ayrıca ilke olarak evlenmemeleri gereken yeniçerilerin yani ocaklıların yerli kadınlarla evlenmesinden doğan erkek çocuklarının “kuloğlu” adı verilen bir Türk-Arap karışımı nesil meydana çıkarması da kaynaşmaya önemli katkıda bulundu. Böylece oluşan toplumsal yapı dört tabakaya ayrıldı. Ocaklı denilen ilk tabaka büyük oranda Türkler’den ve az sayıda ihtida eden Avrupalı korsanlardan meydana geliyordu, bunlar bütün yönetim gücünü ellerinde bulunduruyorlardı. Etkenliğini XVII. yüzyılda hissettirmeye başlayan kuloğulları denilen ikinci tabaka ise şehrin surları dışındaki -daha çok göçebelerle ilgili- güvenlikten ve vergileri toplamaktan sorumluydular. Üçüncü tabakayı oluşturan yerli müslüman halk reâyâ (haraç, öşür, zekât vermeye ve daha başka aynî-nakdî yükümlülüklere tâbi olanlar) ve mahzen (şer‘an muayyen vergilerden başka vergi ödemeyen, ancak hükümetin emrinde bazı görevleri yerine getirmek için hazır bekleyenler) diye ikiye ayrılıyordu. Reâyâ daha çok şehirlerde ve şehir çevrelerinde vahalarda yerleşmiş olanlardı. Mahzenler ise göçebe aşiretlerdi. Son tabaka olarak gayri müslimler özellikle İspanya’dan gelmiş yahudilerden müteşekkildi. İbn Galbûn’un tarihinde bölgeye Türk hâkimiyetiyle refah ve huzur ortamı geldiği, Turgut Reis’in beylerbeyiliği yıllarında (1553-1565) Trablus şehrinin nüfusunun çok arttığı ve halkın zenginleştiği, yeni yönetimin İbn Nüveyr aşiretine bazı imtiyazlar tanıyarak çöl-sahil dengesini sağladığı anlatılır.

    Libya, XVI. yüzyılın sonunda Akdeniz ile Atlas Okyanusu arasında beliren yeni ekonomik dengenin etkisiyle giderek çalkantılar içine düştü. İstanbul’dan gönderilen ve her üç yılda bir değiştirilen beylerbeyilerin yeni çözümler bulması kolay değildi. Sorunlara yerel çözümler arama gereği, beylerbeyilerle ocaklıların temsilcisi “dayı”lar arasında bir dengenin oluşmasına yol açtı. Geçici olduklarını bilen beylerbeyiler kenarda durmayı ve temelli icraatlara girişmemeyi tercih ettiler. Deniz akıncılığını da korsanlığı da İstanbul’dan gelen emirlere zaman zaman uymanın dışında dayılar istedikleri gibi yönlendirmeye giriştiler.

    Tâcûrâ’da, Mısrâte’de, Cebeliahdar ve Fizan’da çıkan iç karışıklıkların bastırılması gerektiğinde İstanbul’daki merkezî hükümetin her zaman yardımcı olamaması, durumu zaman zaman zorlaştırıyordu. Trablus, XVII. yüzyıl boyunca diğer iki Garp Ocağı ile birlikte deniz akıncılığının yanı sıra korsanlığı sürdürdü. Ancak dünya ekonomi merkezinin Akdeniz’den Atlas Okyanusu’na kaymış olması etkisini giderek arttırdı. Bu sebeple bazan büyük sıkıntılar yaşandı, bazan da Girit savaşı döneminde olduğu gibi (1645-1669) korsanlıktan önemli kazançlar sağlandı. Daha yoğun ticarete geçme aşamasındaki İngiliz, Fransız, İspanyol hükümetleri, kendi gemilerini saldırıdan korumak için doğrudan dayılarla anlaşmalar yapmaya başlayınca Osmanlı merkezî hükümetinden tamamen kopmak söz konusu olmamakla beraber ocağın başına buyruk hareketleri biraz daha arttı.

    1711’de dayılığa gelen Karamanlı Ahmed Bey, Osmanlı Devleti’nin şekilde kalmış olan beylerbeyi gönderme uygulamasını sona erdirdi ve dayılığın babadan oğula kalması geleneğini başlattı. Karamanlı hânedanını kurarak bir tür sultan nâibi niteliğini kazandı. Osmanlı Devleti’ne bağlılığı tam olarak kopmamıştı, İstanbul’dan emir geldiği zaman donanmayla katkısını devam ettiriyor, yeniçeri ve leventlerini İzmir üzerinden sağlama geleneğini de sürdürüyordu. Ancak iç ve dış politikalarında oldukça bağımsız davranabiliyordu. Trablus’un başlıca gelirini oluşturan, yabancı gemilerin serbest saldırıya uğramadan seyrüsefer yapmalarını güvenceye alan ve karşılığında bunların para ödemesini sağlayan antlaşmalar yapmakta serbest hareket edebiliyordu. Esasen bu yetkiler mahallî idarelere bırakılmıştı.

    XVII. yüzyılda Osmanlı merkezî idaresinin eyaletler üzerindeki kontrolünün giderek zayıflaması, Garp ocaklarının deniz akıncılığını kenara itip birbirleriyle uğraşma eğilimlerinin artmasına yol açtı. Ekonomik bunalıma ek olarak 1793’ten itibaren Karamanlı ailesi içinde başlayan iktidar çekişmeleri de Trablus’un gücünü azalttı. XIX. yüzyılın başında geçmiş yüzyılın tam aksi bir durum ortaya çıktı. İsveç, Amerika, Sardinya, Napoli, İngiltere ve Fransa ile çıkan çatışmalar sonunda yıllık haraç alma imkânı tamamen ortadan kalktığı gibi verilen zararların tazmini zorunluğu da ortaya çıktı. Silâh gücü yüksek modern gemiler karşısında Trablus gemilerinin dayanması mümkün olmuyordu. Tazminatları ödeyebilmek için Yûsuf Paşa sarraflarla anlaşmak ve borç almak zorunda kaldı. Bir yandan da askerin parası ödenemediğinden onların ayaklanmasını önlemek gerekiyordu. İngiliz, Fransız, Sardinya konsolosları eyaletin iç işlerini yönetir hale gelmişlerdi. Ayrıca Yûsuf Paşa’nın Batılılar’ın aralarındaki çekişmelerinde rol oynamaya kalkışması, Amerika ile savaşı (1802), Mısır’a saldırdığı sırada (1798) Fransa’nın tarafını tutması, Napolyon’un yenilgisi üzerine onun da istenmeyenler arasına konulması sonucunu doğurdu.

    1827’de ülkedeki ekonomik bunalım son haddine varmıştı. Vergilerin affedilmesi gibi gerçekleştirilmesi güç bir vaadde bulunan Yûsuf Paşa daha sonra borçlarını karşılayabilmek için ağır vergiler koymak zorunda kaldı. Gözünü Afrika’daki Osmanlı topraklarına dikmiş olan İngiltere ile Fransa ayaklanan aşiretleri yanlarına çekmek için para ve silâh yardımına giriştiler. 1827’de Fransa’nın Cezayir’e karşı başlattığı saldırının yayılacağı anlaşılıyordu. Bu arada Karamanlı ailesi kendi içinde iktidar çekişmesinden vazgeçmiyordu. Daha 1792’de anarşinin arttığı, ticaretin bozulduğu dönemde Trablus şehrinin ileri gelenleri İstanbul’a başvurup Karamanlı ailesinden valiliğin alınmasını ve padişah tarafından bir valinin gönderilmesini istemişlerdi. Bütün Garp ocakları gemilerinin de katkısıyla oluşan Osmanlı donanması, Yunan isyanı sebebiyle Avrupa müşterek donanması tarafından 1827’de Navarin’de yakılmış olduğundan Bâbıâli Cezayir’e bir yardımda bulunamadığı gibi Trablus’a da bir şey yapamıyordu. Karamanlı ailesini barıştırıp meseleyi çözmeye çalıştılar. Ancak Karamanlılar’dan Ali Paşa ile Mehmed Paşa’nın çekişmesi bir türlü sona ermedi. Çevre aşiretleri de -Cebel tarafında Şeyh Guma, Fizan’dan Sirte’ye kadar Abdülcelîl reisliğinde- ikiye ayrılmış, rakipleri destekliyordu. Bu eylemlerinde bozulmuş olan sahilçöl dengesini ikincinin lehine yeniden kurma arzusu da vardı. Aşiretlerin her zamanki gibi daha bağımsız olmayı arzulamalarına karşılık şehirliler, 1832’de İstanbul’dan gelen ara bulucuya devlete bağlanmayı istediklerini bildiren bir dilekçeyi verdiler.

    Bâbıâli’nin gönderdiği yirmi iki kadırga ile 6000 asker Mayıs 1835’te Trablus Limanı’na girdi ve bölgenin merkeze bağlandığı ilân edildi. Şehirliler memnun oldularsa da aşiretler eylemlerini sürdürdüler. Abdülcelîl 1841’de yakalanıp idam edilinceye kadar çarpışmaya devam etti. Şeyh Guma’nın isyanının bastırılması zorlaşınca kendisine bazı imtiyazlar tanınarak anlaşmaya varıldı, arkasından da Guma tutuklanıp Trabzon’a sürüldü. Ancak 1854’te İngiliz konsolosunun yardımıyla tekrar Cebel’e döndüğünden ayaklanma yeniden başladı. 1856’da yakalanıp idam edilince yirmi bir yıl süren bir mücadeleden sonra bölge tamamen merkeze bağlanmış oldu.

    Bölgenin merkeze bağlanmasını İngiliz ve Fransızlar, Karamanlı yöneticilerin Avrupalılar’dan aldıkları borçları Osmanlı Devleti’nin üstlenmesi şartıyla kabul ettiler. Bâbıâli, gelir getirmeyen ve üretimi olmayan Libya için gerekli ekonomik temeli oluşturmaya, kervan yollarının işlerliğini sağlamaya çalıştı. Fransa’nın Gat ve Gadâmis vahalarına göz koyduğu biliniyordu. Bâbıâli’nin tam bir çözülmeyi önlemek için kararlı davranmasından başka çaresi yoktu. Zira Osmanlı idaresini istemeyen bir kesim bulunsa da çoğunluk buna karşı değildi. Nitekim Orta Afrika’da siyahîler ülkesinin kilidi mesabesinde bulunan Gat kasabasının halkı 1849, 1854, 1858 ve 1862’de Fizan’daki Osmanlı kaymakamına başvurup sancak ve ordu gönderilmesini istemişlerdi. Önceleri ihtiyatlı davranan Bâbıâli, 1875’te Gatlılar’a ek olarak Tevarik (Tuareg) aşiretlerinden Ezgarlar’ın hepsinin ve Hükkârlar’ın (Hoggarlar) büyük kısmının müracaatı üzerine Gat’a Türk bayrağını çekti. Bunu Temasin, Tîbû ve Kavar halkının Osmanlı idaresini istemesi izledi.

    Ekonomiyi geliştirme girişimleri ise çok daha büyük zorluklarla karşılaştı. Osmanlılar, Bilâdüssûdan ticaretinin kervanlarla Trablus’a varmasını güvence altına alıp ticarî gelişmeyi destekledi. Böylece en azından yüzyılın sonuna, Mısır ve Sudan İngiliz kontrolüne girinceye kadar Libya rahat bir dönem yaşadı. Ancak kendine yeterli bir ekonomik yapının oluşturulması mümkün olmadı. Eyalet merkeze vergi yollamadı, daima merkezden gelen ödeneklerle yaşayabildi.

    Tanzimat’la başlatılan reformlar, Libya’da gerek nüfusunun azlığı (Trablus’ta 1908’de sadece 32.000 kişi vardı, bütün Libya’da nüfus 500-600.000 dolayındaydı), gerekse ekonomik gücünün sınırlılığına bağlı olarak yavaş ilerledi. 1840’larda eyalet sancak, kaza ve nahiyelere ayrıldı. Eyalet meclisi, sancak ve kaza idare meclisleri kurularak, hatta bazı bölgelerde yerlilerden kaymakam ve müdür tayin edilerek halkın yönetime katılmasında ilk adımlar atıldı. 1864’te Trablusgarp vilâyet, 1877’de Bingazi ayrı bir sancak oldu. 1877 Osmanlı Meclisi’ne Mustafa el-Hemdânî, Süleyman Kapudan ve Hacı Ahmed Galib Bey Trablus adına katıldı. Tesisler ve imar açısından eskiden cami ve çarşıyla sınırlı olan girişimlerin yerini çağın ihtiyaçlarına uygun, idarî ve sosyal hizmetlere yönelik olanlar aldı. Süvari ve topçu kışlaları ilk adımı oluşturdu. 1860’larda ilk matbaa kuruldu ve ilk gazete vilâyetin Türkçe-Arapça gazetesi olarak Trablusgarb adıyla yayımlandı. 1877’de bir askerî, bir sivil rüşdiye ile on beş erkek, bir kız ilkokulu vardı. 1899’da Fünun ve Sanayi Mektebi kuruldu. 1911’de İtalyan işgalinden önce şehre borularla su getirilmiş, kuyular açılmış, Trablus ve Bingazi limanlarının inşası için ilk adımlar atılmış, dut ağacı dikme kampanyası ile ipekçilik geliştirilmeye çalışılmış, karantina uygulaması başlamış, telgraf bağı kurulmuş, telsiz telgrafla İstanbul bağlantısı sağlanmış, bir ziraat okulu ile 160 ilkokul açılmıştı. Belediye örgütlenmesi gerçekleştirilmiş, belediye meclisi yerli halkın isteklerini yansıtacağı bir yer haline dönüşmüştü. 1908 Osmanlı Meclisi’ne Mustafa Efendi (Hums), Ömer Mansur Paşa ve Yûsuf Şetvan Bey (Bingazi), Ferhad Bey, Sâdık Bey ve Mahmud Nâci Bey (Balkış) (Trablusgarp), Câmi Bey (Baykurt) (Fizan), Süleyman el-Bârûnî (Cebeligarbî) milletvekili olarak katılmışlardı.

    1878’de Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya yenilmesi ve arkasından Tunus’un Fransa (1881), Mısır’ın İngiltere (1882) tarafından işgali, Afrika’nın tamamıyla paylaşılması pazarlıkları çerçevesinde Libya’nın tâlipleri arasında tartışmaların açık açık yapılması yeni bir dönemi başlattı. Afrika’daki bu son toprakları koruyabilmek için Osmanlı idaresinin çok daha ciddi planlar hazırlaması gerekiyordu. Osmanlı yönetimi, yerli halkın savaşa hazırlanması ve bir kara savaşında ihtiyaç duyulacak silâhları depo etme planını benimsedi. Böylece sahil boyunca Trablus’tan Sellûm’a kadarki bölgede silâh depoları teşkil edildi. Çoğunlukla kuloğullarından ve göçebe aşiretlerden Hamidiye alayları oluşturularak halkın askerliğe alıştırılmasına girişildi. Ancak Abdülhamid’in ihtiyatlı davranışı bu uygulamada da kendini gösterdi. Silâhların halka verilmesine müsaade edilmedi, depolarda merkezden gelen birliklerin kontrolünde tutuldu. Buna karşılık bölgenin ileri gelenlerini elde etmek için sistemli bir politika izlendi. Unvanlar, nişanlar dağıtıldı. Batılılar’ın genel bir İslâm ayaklanması korkusuyla panislâmcılık olarak nitelediği bu politika aslında eylemci değil sadece dayanışmacı idi. Bölgenin ileri gelenlerinden ve Medeniyye tarikatından Şeyh Zâfir danışman olarak İstanbul’a çağrıldı, bütün ileri gelenlerin oğulları İstanbul’da açılan aşiret mektebine aldırılarak bağlılıkları güçlendirilmeye çalışıldı. Diğer önemli bir girişim de 1837’de kuruluşundan yarım yüzyıl sonra zâviyelerinin sayısı 100’ü bulmuş olan Senûsiyye tarikatının Osmanlı tarafına çekilmesidir. Sultan Abdülaziz’in ferman verip zâviyelerine haklar tanıdığı Senûsîlik, Berka’dan Çad ve Bilâdüssûdan’a giden kervan yollarını kontrolüne alarak sadece dinî bir hareket olmadığını, bir fizikî güç de olabileceğini kanıtlamıştı.

    Sömürge paylaşmasına pek geç giren İtalya, 1896’da Adve’de (Adwa, Adoua) Etiyopyalılar’a yenilince gözünü doğrudan Libya’ya dikti. Buranın İngilizler’in ya da Fransızlar’ın eline geçmesini istemiyordu. Onlar da Avrupa’da ittifak grupları arasındaki dengede güçlerini arttırmak için İtalya’nın Libya üzerindeki hakkını kabule yanaştılar. Resmî İtalyan açıklamalarında asla işgal arzusu ileri sürülmedi, sadece Libya’nın İtalyan imtiyaz bölgesi sayılacağı ve burada ticarî girişimlerde İtalya’nın onayının gerekli olduğu belirtildi. “Barışçı ekonomik sızma” adı verilen bu politika diğer Avrupalılar’ınkine nazaran daha az tehlikeli göründüğünden Abdülhamid, Avrupalılar’ın tek bir cephede birleşmesini önlemek için İtalya’ya doğrudan karşı çıkmadı, aksine dostça bir politika izledi; yalnız engellemelerini el altından sürdürmeye çalıştı. Ancak böyle bir hakka sahip olma fikri giderek İtalya’da Libya’yı doğrudan ele geçirme fırsatı olarak görülmeye başlandı.

    Üretimi çok sınırlı olan, geliri giderini karşılayamayan vilâyetin ithalâtı (manifatura, demir, un, kereste vb.) daima ihracatından (devekuşu tüyü, halfa otu, fildişi, kırmızı biber, deri) daha fazlaydı ve Avrupa’ya ekonomik bağımlılığı artıyordu. 1883’te Trablus Limanı’na 163 buharlı Avrupa gemisine karşılık sadece otuz beş Osmanlı bandıralı gemi gelmişti. Anavatanla bağlantıyı dahi muntazam Avrupa gemileri sağlıyordu. Osmanlı Devleti’nin ekonomik zorlukları karşısında İtalya yavaş yavaş bu boşluğu doldurmaya yöneldi. Postahaneler açtı, Libya limanları arasında İtalyan posta seferleri düzenledi. Banco Di Roma’nın bir şubesini burada kurdu ve bunları gerçekleştirme yolunda işi savaş tehditlerine kadar vardırdı. Uzun süre direnen Osmanlı Devleti sonunda her birine teker teker izin vermek zorunda kaldı. Özellikle Banco di Roma yanına çekmek istediği yerli kesimi tatmin için para dağıtma, özel yatırımlara yardım etme açısından büyük faaliyet gösterdi. Vali ve kumandan Receb Paşa bu para oyunlarına karşı Ziraat Bankası’nı açtırmayı denedi, ancak kaynak zayıflığı İtalyan bankası ile yarışmaya imkân vermedi. Yerli halkla yöneticiler arasında beliren bu kopuş, kuloğullarının asırlardır sahip oldukları imtiyazların 1902’de iptal edilmesiyle yeni bir aşamaya girdi.

  • KÖRFEZ ÜLKELERİ

    Yüzölçümü 240.000 km2’ye varan bu iç denizin Irak kıyılarında Şattülarap’ın ağzından başlayarak Hürmüz Boğazı çıkışına kadar olan uzunluğu 975 km., eni ise 370 kilometredir. Araplar tarafından el-Halîcü’l-Arabî, İranlılar tarafından Halîc-i Fârisî ve bölgede bir dönem hâkimiyet kurmuş olan Osmanlılar tarafından da Basra körfezi olarak adlandırılmıştır. İstahrî ve İbn Havkal gibi eski İslâm coğrafyacıları ise eserlerinde bu körfezi ve hatta Hint Okyanusu’nu Bahr-i Fâris olarak göstermişlerdir. XVI. yüzyılın başlarında Basra ve Lahsâ’nın fethiyle Osmanlı Devleti sınırları içine giren körfezin batı kıyıları zamanla bazı idarî değişikliklere uğramış ve I. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır. Körfezin kıyılarında yer alan Fav, Basra, Küveyt, Katîf, Uceyr, Bahreyn, Katar, Ebûzabî, Maskat, Benderabbas, Lince ve Bûşehr gibi iskeleler tarihî liman ve kıyı şehirlerini oluşturmuştur.

    İran sahilinin yüksek ve dağlık olmasına karşılık Arap sahilleri düz ve kumluktur. Uman ve İran kıyılarında birçok ada bulunur; körfezdeki en büyük ada topluluğu ise Bahreyn yöresindedir ve bugün Bahreyn Devleti’nin topraklarını oluşturur. Genel olarak körfezin derinliği İran’a yakın taraflarda 90-110 m. arasında iken Arap kıyılarında ortalama 35 m. civarındadır. Çevresinde sığ suların bulunduğu Bahreyn adası ile Suudi Arabistan kıyıları arasında, ayaklar üzerine oturtulan 22 km. uzunluğunda bir köprü inşa edilmiştir. Köprünün orta kısımlarında Bahreyn ile Suudi Arabistan’ın sınır girişleri ve gümrük kontrol merkezleri bulunur. Esasen sığ olan körfez bölgesinde Fırat, Dicle ve diğer nehirlerin taşıdıkları kum ve çamurlar da gittikçe denizi doldurmakta ve özellikle kuzey kıyılar güneye doğru ilerlemektedir. Önceleri bu kıyıların çok daha yukarıda oldukları ve Fırat ile Dicle’nin ayrı yerlerden denize döküldükleri bilinmektedir. Başlıca tatlı su kaynakları Dicle, Fırat ve Kârûn’dur. Nehir sularının azlığı ve aşırı buharlaşma dolayısıyla körfezin suyu oldukça tuzludur. Balık çeşitleri pek bol olup özellikle “hamur” denilen balık hemen bütün sahil şeridinde avlanır. Daha önce balıkçılıkla inci ve sedef avcılığının çok yapıldığı körfezde petrol çıkması çevresindeki ülkeleri zenginliğe kavuşturmuş ve ticaret maksadıyla yapılan bu meslekler zamanla terkedilmiştir. Dünya petrol üretiminin üçte biri körfez bölgesinde gerçekleştirilirken yine dünya petrol rezervlerinin üçte ikisi de bu bölgede bulunmaktadır. Petrol zenginliğine ilâve olarak Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi ülkelerde bol miktarda doğal gaz da çıkmaktadır.

    Körfezin adalar civarında sığ olan sularda çok yakın zamanlara kadar yapılan inci avcılığı ve inci ticareti büyük bir gelir kaynağı teşkil etmekteydi. Ancak 1920’lerde Japonlar’ın kültür incisi üretimini geliştirmeleriyle bu ticaret yavaş yavaş geriledi. İnci ticaretinin gerilemesinden özellikle Bahreyn, Katar ve bugün Birleşik Arap Emirlikleri’ne dahil olan Ebûzabî ile Dübey çok etkilendiler. Arap tüccarların bölgeye uğrayan Avrupalı tüccarlarla geliştirdikleri ticaret, 1930’larda bütün dünyada görülen ekonomik buhran sırasında küçüldü ve o yıllarda Dübey Hindistan’la kaçak altın ticareti yapmaya başladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede petrol bulunması ile bütün kalkınma planları bu yeni zenginlik kaynağı üzerine yoğunlaştırıldı. Çıkarılan petrol çok geçmeden sosyoekonomik hayatı etkiledi. Bölgedeki Arap kabileleri, aralarındaki eski münasebetleri de göz önüne alarak devletleşmeye doğru gittiler. Önceleri bölgenin en zengin ve güçlü devletleri olan Uman, Re’sülhayme ve Şârika, petrol yarışında geri kalmaları sebebiyle diğerleri yanında fakir düştüler. Körfezdeki şehir devletlerinin ortaya çıkışı ve gelişmesi bölgedeki çöl Araplar’ının geleneksel politik modeli üzerine dayalı olmuştur. Genelde bölgedeki hâkim kabile şehrin idarecisi durumunda ortaya çıkmıştır. Böylece kabile şeyhi şehrin hâkimi ve idarecisi olmuş, aynı zamanda ticareti elinde bulundurmak suretiyle iktisadî gücü de ele geçirmiştir. Ticarete dayalı olan iktisadî gücün kaybolmaması için ticareti bozacak her türlü toplum içi huzursuzluklardan kaçınılmıştır. Körfez üzerinden yapılan doğu-batı ticaretinde, aynı zamanda çok iyi denizci olan Umanlılar önde bulunmuşlar, dolayısıyla bölge yönetiminde de etkili olmuşlardır.

    Umanlılar’ın körfez ticareti üzerindeki bu etkinlikleri yanında Avrupalı güçler de doğu-batı ticaretinde söz sahibi olmak gayesiyle bölgeye gelmişlerdir. Hindistan’a doğru yola çıkan Vasco da Gama 1497’de Doğu Afrika kıyılarından geçerek Melindi’de Arap denizcisi Ahmed b. Mâcid’in yardımını alarak Calicut’a varmıştır. Portekizliler daha sonra Ümitburnu’ndan dolaşıp oradan Akdeniz’e ulaşmışlar ve doğu ticaret yolunu bu yöne çevirmişlerdir. Bu arada Vasco da Gama’nın Hindistan taraflarında gemiyle müdafaasız ve silâhsız olarak seyahat eden hacı adaylarına reva gördüğü insafsızca davranışlar bilinmektedir. Portekizliler bölgedeki zalimane hareketlerine rağmen hıristiyan Batı tarafından devamlı şekilde desteklenmişlerdir. 1506’da Alfonso de Albuquerque Hindistan’a doğru seyahate çıktı. Hindistan yolunda Albuquerque, körfezin girişindeki Maskat ile birlikte bölgedeki Suhâr, Hor Fekkan ve Hürmüz’ü ele geçirerek Portekiz’in körfezdeki pozisyonunu kuvvetlendirmiş ve bunun Kızıldeniz ticareti bakımından da çok önemli olduğuna dikkat çekmiştir. XVI. yüzyılın sonlarına doğru da Hollanda ile İngiltere körfez ticareti üzerinde şanslarını deneme girişiminde bulunmuşlardır.

    1516-1517 yıllarında Suriye ve Mısır’ı fethederek Kızıldeniz’e ulaşan Osmanlılar, 1534’te de Irâk-ı Arab ve Irâk-ı Acem bölgelerini (Irakeyn) ele geçirip varlıklarını Basra körfezinde hissettirmeye başladılar. 1546’da Basra şehrini alarak Hindistan deniz yolunun bir parçasını teşkil eden Basra körfezine açılmış oldular. Osmanlılar bu bölgelere Safevîler’e karşı üstünlük sağlamak, Basra körfezine inmek, Kızıldeniz hâkimiyetini pekiştirmek ve dolayısıyla Hindistan’a doğru uzanan Uzakdoğu hâkimiyetinde daha etkili olmak için gelmişlerdir. Ayrıca Basra körfezinde kuvvetli bir durumda bulunarak Hindistan yolunu tıkayan Portekizliler bölgedeki müslümanlara ve her yıl Uzakdoğu’dan deniz yoluyla gelen hacı adaylarına çeşitli zulümler yapıyorlardı. Elinde bulundurduğu hilâfet makamı sebebiyle İslâm âleminin meselelerini halletmeyi üstlenen Osmanlı Devleti bu sefer için kendini görevli addetti. Ayrıca Hindistan tarafından gelen ticaret malları Basra’ya ve oradan nehir gemileriyle Fırat üzerinden Birecik’e varıyor, sonra da Trablusşam, Halep ve İskenderun’a naklediliyordu. Böylece sıkıntılı Uzakdoğu kara ulaşımı yerine daha uygun bir yol kullanılmaya başlanmış oluyordu. Osmanlılar’ın Bağdat’ı alması üzerine bölgedeki Arap şeyhleri sırasıyla bağlılıklarını arzettiler. Katîf ve Bahreyn de elçiler göndererek padişaha boyun eğdiklerini bildirdiler; daha sonra da Lahsâ aynı şekilde savaş yapmaksızın bağlılığını bildirdi. 1550’de Basra Beylerbeyi Ali Paşa’nın Katîf Kalesi’ne toplar yerleştirerek Portekizliler’e karşı kaleyi müstahkem hale getirmesiyle iki kuvvet Basra körfezinde karşılaşmış oldu.

    1587’de İran tahtına geçen I. Şah Abbas, körfezdeki Portekiz varlığından ve onların müslümanlara yaptıkları muameleden rahatsızlık duyuyordu. 1602’de Portekizliler’i önce Bahreyn’den, sonra 1608 ve 1615’te Hürmüz’den dışarı çıkarmayı başardı. 1622’de Kişm adasındaki Portekiz kuvvetlerine karşı İranlılar’ın yanında yer alan İngilizler Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) vasıtasıyla Benderabbas’ta bir merkez kurdular. Öte yandan Uman’da bulunan Ya‘rubîler’in lideri Nâsır b. Mürşid de 1643’te Suhâr’ı ve 1650’de Maskat’ı Portekizliler’den geri aldı. Ya‘rubîler’den sonra Uman’da, onların son Suhâr valisi olan Ahmed b. Saîd bağımsızlığını ilân etti ve böylece bugün Uman’da hüküm süren Bû Saîdî hânedanını kurdu (1744). I. Şah Abbas’la başlayan ve Nâdir Şah’la devam eden körfezdeki Şiî hâkimiyetine karşı Şattülarap taraflarında Osmanlılar ve Uman’da da Bû Saîdîler karşı güç olarak ortaya çıkmışlar ve bu iki güç zaman zaman iş birliği içinde olmuşlardır. İranlılar’ın Basra kuşatması sırasında Ahmed b. Saîd denizden Türkler’e yardıma geldi (1189/1775). Bu tarihten itibaren Türkler Basra körfezinde etkin bir güç olarak bulundu. Bu etkinlik I. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir.

    Osmanlılar körfezde, merkezden gönderilen valiler yerine bölge halkı içinden tayin ettikleri kaymakamlarla yönetim tarzını benimsemişlerdir; Küveyt ve Katar kaymakamlıklarının durumu buna bir örnek teşkil eder. Osmanlı gücü körfezden çekildikten ve petrolün keşfinden sonra İngilizler, Fransızlar ve Amerikalılar bölgede etkili güçler olarak görülmüşlerdir. Körfezdeki hâkimiyet müzakereleri ve bu husustaki muhtelif İngiliz raporları, buradaki Osmanlı hâkimiyetinin kısmen de olsa XX. yüzyılın başlarına kadar kendini hissettirdiğini göstermektedir. İngiltere’nin körfezdeki siyasî gözlemcisi olan Albay Ross’un raporundan anlaşıldığına göre Osmanlılar’ın Katar, Hasâ, Bidâa, Udeyd ve Küveyt’teki hâkimiyetlerine İngilizler tarafından da uzun müddet riayet edilmiştir. 

    Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (Cooperation Council for the Arab States of the Gulf; Meclisü’t-teâvün li-düveli’l-halîci’l-Arabiyye) olup üye ülkeler arasında her alanda iş birliğini geliştirmek ve bölgenin güvenliğini sağlamak amacıyla 25 Mayıs 1981 tarihinde Riyad’da Suudi Arabistan, Küveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Uman, Bahreyn ve Katar devletleri arasında kurulmuş milletlerarası bölgesel bir teşkilâttır. Kısaca Körfez İşbirliği Konseyi (Gulf Cooperation Council [GCC]) olarak bilinen kuruluşun sözleşmesinde temel amacı üye ülkeler arasında ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda iş birliği yapmak şeklinde belirlenmiştir. Teşkilâtın yüksek konsey, bakanlar konseyi ve genel sekreterlik olmak üzere üç temel organı bulunmaktadır.

    Üye ülkelerin devlet başkanlarından meydana gelen yüksek konsey teşkilâtın en üst seviyedeki organıdır ve düzenli biçimde yılda bir defa, olağan üstü durumlarda ise en az iki üye ülkenin talebi üzerine daha çok sayıda toplanabilir. Konsey başkanlığı alfabetik sıraya göre her ülke devlet başkanı tarafından dönüşümlü olarak yürütülür; başlıca görevi ise Körfez İşbirliği Konseyi’nin temel politikalarını düzenlemek ve genel sekreterliğe sunulacak tasarı ve tavsiyeleri görüşüp karara bağlamaktır. Üye ülkeler arasında teşkilâtın kuruluş sözleşmesi çerçevesinde tartışmalı bir husus ortaya çıktığında komisyon görevlendirme yetkisi de bu organa aittir. Dışişleri bakanlarından teşekkül eden ve her ay toplanan bakanlar konseyi ihtiyaç halinde en az iki üye ülkenin isteği üzerine her zaman toplanabilir. Yüksek konsey, üye ülkeler arasında değişik alanlarda iş birliği ve koordinasyonun geliştirilmesine hizmet edecek politikaların üretilmesi ve projelerinin hazırlanmasıyla uğraşır. Genel sekreterlik, yüksek konseyle bakanlar konseyi tarafından alınan kararları ve yapılan tavsiyeleri uygulamak ve bunlarla ilgili raporları hazırlamak, araştırmaları sonuçlandırmak, bütçe ve hesapları düzenlemek gibi meselelerle görevlidir. Bu organın başında yüksek konsey tarafından üç yıllık bir süre için tayin edilen genel sekreter bulunur. Genel sekreter yine bakanlar konseyince tayin edilen ve biri siyasî, diğeri ekonomik işlere bakan iki yardımcısı ile birlikte teşkilâtı idare eder. Sekreterlik bütçesine üye devletler eşit ölçüde katılırlar.

    Körfez İşbirliği Konseyi kurulduğu tarihten bu yana ekonomik iş birliği, ticaret, endüstri, tarım, haberleşme, ulaşım, enerji, bölgesel güvenlik ve dış ilişkiler alanlarında çeşitli faaliyetlerde bulundu ve bazı önemli kararların alınmasını sağlayarak yürürlük alanına soktu. Bunun için öncelikle üye ülkelerin ekonomileri arasında emek ve sermayenin serbest dolaşımını, gümrüklerin kaldırılmasını ve teknik iş birliği, bankacılık, finans ve para düzenlerinin uyumlu hale getirilmesini amaç edinen bir ekonomik antlaşma imzalandı (Kasım 1982); ardından Gulf Investment Corporation adıyla ortak bir şirket kuruldu. Üye ülkeler tarafından üretilen mallar için gümrük vergilerini kaldıran kararlar alındı (Mart 1983), yabancı mallara uygulanacak ortak bir gümrük tarifesi benimsenerek (1986) merkez bankalarının kambiyo ve para politikalarının birbirine yaklaştırılmasına çalışıldı. Ekonomik ilişkilerdeki bu faaliyetlerin yanında bölgede gelişen ticaretin koordine edilmesi için ticaretle ilgili temel standartların oluşturulması, üye ülkeler için ortak bir sanayi stratejisinin benimsenmesi ve yatırım imkânlarının araştırılması için fizibilite çalışmaları başlatıldı. Üye ülkelerin tarım politikalarının birleştirilerek ortak politika ve kurumların oluşturulması üzerinde çalışıldı. Üye ülkeleri birbirine bağlayacak kara ve demir yollarının inşasıyla haberleşme ağlarının kurulması için araştırmalar yapıldı. Ulaşım, haberleşme ve petrol fiyat politikalarının koordinasyonu sağlandı ve bir petrol güvenlik planı kabul edildi.

    1979 yılında İran’da gerçekleşen İslâm devrimi sonrasında kurulan İslâm cumhuriyetinin Körfez bölgesini tehdit eder duruma gelmesi üzerine hayata geçirilen teşkilâtın çalışmaları önceleri daha çok bölgesel güvenlik alanında yoğunlaştırılmıştı. Kasım 1981’deki yüksek konsey toplantısında savunma alanında iş birliğine yönelik bir antlaşmanın imzalanmasının ardından ortak bir güvenlik politikasının tesbiti yönünde çalışmalar başlatıldı. Daha sonra üye ülkelerin ordularının katılımıyla askerî tatbikatlar gerçekleştirildi ve Kasım 1984’te ortak bir savunma gücü kurulması kararı alındı. 1982-1987 yılları arasında birçok defa İran-Irak savaşında ara buluculuk yapılabileceği dile getirildiyse de üye ülkelerin genelde Irak’a destek vermeleri sebebiyle başarı elde edilemedi. Ağustos 1990’da Irak’ın teşkilâta üye Küveyt’i işgal ve ilhak etmesi karşısında hiçbir ciddi tedbir alınamadı ve sadece Amerika Birleşik Devletleri liderliğindeki milletlerarası güce kolaylık tanınmasıyla yetinildi. Savaş sırasında da Mısır ve Suriye ile ilişkileri geliştirmenin ve bu ülkelerle güçlendirilmiş bir ittifakın kuruluş çalışmalarına hız vermenin ötesinde fazla bir varlık gösterilemedi. 6 Mart 1991 tarihinde sekiz ülke yetkilisinin Şam’da yaptığı toplantılar sonunda yayımlanan ve ortak bir Arap gücünün kurulmasını öngören Şam Deklarasyonu ile önemli bir merhale alındıysa da söz konusu ittifak gerçekleştirilemedi. Küveyt’in 19 Eylül 1991’de Amerika Birleşik Devletleri ile on yıl süreli ikili bir savunma antlaşması imzalaması diğer üye ülkelerin de benzer ilişkilere girmeleri neticesini doğurdu. Böylece Körfez bölgesinin güvenliği konusunda teşkilâta güvenilmediği ve bu hususta ondan fazla bir şey beklenemeyeceği gerçeği ortaya çıkmış oldu.

    Dış ilişkiler alanında Körfez İşbirliği Konseyi ile Avrupa Topluluğu arasında karşılıklı ticaretin liberalleştirilmesi konusunda görüşmeler yürütüldü ve Şubat 1991’de İspanya’nın Granada, Ekim 1992’de Katar’ın Doha şehirlerinde ortak sanayi iş birliği konferansları düzenlendi. Böylece önemli bir gelişme gösteren ilişkiler ortak bir gümrük tarifesinin tesbiti görüşmelerine kadar ilerledi. Aralık 1993’te gerek üye ülkelerin gerekse diğer ülkelerin tüccarları arasında ortaya çıkan ticarî anlaşmazlıkları gidermek amacıyla The Commercial Arbitratical Center denilen ticarî uzlaşma merkezi kuruldu. Ayrıca 1998’de yüksek konseye bu konularda tavsiyede bulunacak bir danışma kurulu faaliyete geçirildi. Bugün kuruluştaki hedeflerine varmaktan çok uzak kalan Körfez İşbirliği Konseyi birçok bölgesel teşkilât gibi fazla bir etkinlik gösterememekte ve ancak çeşitli konferans ve seminerlerle varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.

    Körfezdeki adaların en büyüğü Bahreyn’dir; Arapça bahreyn kelimesi “iki deniz” anlamındadır. Suudi Arabistan’ın doğu kıyılarına 24, Katar’ın batı kıyısına 28 km. uzaklıktadır. Başşehir Menâme’nin de bulunduğu Bahreyn adasının dışında önemli adalar Ümmüna‘san, Muharrak, Cide, Ümmüsabban, Nebî Sâlih, Sâye ve Hasîfe’dir. Ülke emirlik adı verilen bir tür monarşiyle idare edilir.

    Adaların yer yapısını, eski deniz dibi depolarının sonradan yükselmesiyle meydana gelen kalkerli bir taban ve bunun üstünü örten kumlu birikintiler oluşturur. Kumlarla kaplı geniş düzlükler arasında yer yer kayalıklara da rastlanır; en yüksek nokta Bahreyn adasında bulunan 122 m. yüksekliğindeki Cebeliduhan’dır. Adaların iç suları çok sığ olduğundan bazı yerler doldurularak arazi elde edilmiş ve bu şekilde Bahreyn ile Muharrak adaları arasında da bir yol bağlantısı kurulmuştur. Ülkenin yüzölçümü, denizden kazanılan yeni arazilerle birlikte 692 kilometrekareye varır. Adaların iklimi sıcak ve rutubetli olup yıllık yağış miktarı ortalama 7 cm. kadardır; yoğun buharlaşma sebebiyle hava nisbeten nemlidir. Yaz aylarındaki kavurucu sıcaklık kış aylarında yerini yumuşak bir iklime bırakır. Yer altı sularının zenginliği ve kuyuların bolluğu sayesinde yeşil bir bitki örtüsü meydana getirilmiştir. Tatlı su, denizden fazla uzak olmayan noktalarda artezyen kuyularından fışkırır; su bulunmayan kesimlerde ise arıtma tesislerinden elde edilen sular kullanılmaktadır.

    1971 yılında 216.078 olan nüfusu 1981’de 350.798’e, 1989’da da 489.000’e ulaştı. Toplam nüfusun % 82’si Bahreyn asıllı, % 5’i Umanlı, geri kalan kısmı da Hindistan, Pakistan ve İranlıdır. Bahreyn’de ayrıca hükümet tarafından resmî kurumlarda görevlendirilen ve petrol şirketlerinde çalıştırılan 15-20.000 civarında da İngiliz ve Amerikalı yaşamaktadır. Hindistan, İran ve Pakistanlılar’ın çoğu ticaretle uğraşırken Umanlılar tarım alanlarında istihdam edilmektedirler. Diğer Arap ülkelerinden olanlar ise daha çok eğitim kurumlarında çalışmaktadırlar. Nüfusun dörtte üçü başşehir Menâme (151.500) ile ülkenin ikinci büyük şehri olan Muharrak’ta (80.000) toplanmıştır ve şehirleşme ekonomik kalkınmaya bağlı olarak gelişmektedir. Bahreyn’de yıllık nüfus artış oranı 1971 yılında % 4.4 iken son yıllarda bu oran % 3.6’ya düşmüştür; bununla birlikte toplam nüfus içerisinde gençlerin oranı yüksektir. Eğitim ve öğretimin mecburi tutulmadığı, resmî okulların yanı sıra özel ve dinî okulların da mevcut olduğu ülkede eğitim çağındaki çocukların okula gitme oranı % 63’tür; 1986 yılında 139 resmî eğitim ve öğretim kurumunda toplam 85.867 öğrenci bulunmaktaydı. 1984’te öğretime başlayan Körfez Üniversitesi ülkenin tek üniversitesidir. Devletin resmî dili Arapça, birinci yabancı dil ise İngilizce’dir. Halk arasında bulunan İran ve Hindistan göçmenleri sebebiyle ülkede Farsça ile bazı Hindustânî lehçeleri de konuşulmaktadır. Halkın hemen hemen hepsi müslüman olan Bahreyn’de resmî din İslâm’dır. Nüfusun % 40-45’i Sünnî, % 55-60’ı Şiî olup Şiîler genellikle Ca‘ferî ve Şeyhî, Sünnîler ise Mâlikî ve Hanbelî mezhebindendir. Yönetimi elinde bulunduran halife ailesi ise Sünnî’dir.

    Uman denizini Basra körfezine bağlayan Hürmüz Boğazı’nın kuzeyinde, İran kıyılarının 6 km. açığında ve liman şehri Benderabbas’ın 16 km. güneydoğusunda bulunan 37 km2 yüzölçümüne sahip küçük ve kayalık bir adadır. Arazisinin tarıma uygun olmaması ve çok sıcak, nemli havasının insanlara iyi gelmemesi yüzünden yaşamaya pek elverişli değildir; önemini, tarihî Basra körfezi-Hindistan deniz ticaret yolu üzerinde bulunmasından ve stratejik konumundan alır. 1986 rakamlarına göre sayısı 3817 olan ada halkının çoğunluğu balıkçıdır; serin aylarda buradaki tuz ve demir madenlerinde çalışan insanlar sıcaklar bastırınca anakara sahillerine, özellikle Minâb şehrine göç ederler. Eskiden önemli bir gelir kaynağı olan inci avcılığı artık yapılmamaktadır.

    XIV. yüzyılın başlarına kadar kaynaklarda adı geçen Hürmüz burası değil, Hürmüz Boğazı’nın doğu sahillerinde Minâb nehrinin denize döküldüğü yerdeki koyun ağzında bulunan Hürmüz Limanı’dır. Fars bölgesinin merkezi olan ve Kirman, Sîstan ve Horasan’ın denize açılan kapılarını teşkil eden bu önemli şehrin ahalisi Moğol akınları sırasında hükümdarları Kutbüddin Tehemten tarafından boğazın kuzeyinde yer alan Cerûn adasına nakledilmiş (1300) ve burada kurulan liman şehrine Yeni Hürmüz adı verilmiştir; ancak kaynaklardan “yeni” sıfatının pek kullanılmadığı anlaşılmaktadır. Böylece günümüzde harabelerine Minâb şehrinin 80 km. uzağında rastlanan eski Hürmüz’ün yerini alan yeni Hürmüz Limanı, kısa sürede yine Basra körfezi-Hindistan deniz ticaret yolunun kilit taşı durumuna gelmiş ve önemini XVII. yüzyıla kadar korumuştur. Cerûn adasına Hürmüz denilmeye başlanmasından sonra adanın anakara ile bağlantısını sağlayan karşı sahildeki küçük Şahrû İskelesi Cerûn’dan bozulma Gamrûn adıyla tanınır olmuş ve 1622’de Şah I. Abbas’ın Portekizliler’den geri aldığı Hürmüz’deki liman tesislerini yıkıp burayı imar etmesi üzerine boğazın en önemli limanı haline gelmiştir (aş.bk.). Hürmüz ise bu tarihten sonra süratle gerileyerek bugünkü küçük balıkçı kasabasına dönüşmüştür.

    Eskiçağ Batı kaynaklarında adına Harmuza ve Hermupolis şekillerinde rastlanan ve Sâsânî Hükümdarı I. Erdeşîr (226-240) tarafından kurulduğu ileri sürülen eski Hürmüz’ün tarihçesinin milât öncesi yıllara gittiği tahmin edilmektedir. Şehir asıl şöhretini, müslümanlar tarafından fethedildikten ve özellikle bölgeyi yöneten küçük bir sultanlık haline geldikten sonra kazanmıştır. X. yüzyılda Muʿcemü’l-büldân ve Ḥudûdü’l-ʿâlem Hindistan’dan gelen malların bu limandan Kirman, Sîstan ve Horasan’a taşındığını yazmaktadır. İbn Hurdâzbih, İstahrî, Makdisî ve İdrîsî de şehrin Basra körfezi-Çin deniz yolunun en önemli limanı olduğunu belirtmektedirler. 1272 ve 1293 yıllarında burayı iki defa ziyaret eden Marco Polo bu limandan Çin’e özellikle at ihraç edildiğini bildirir. Hürmüz’ün Cerûn adasına taşınmasından otuz yıl sonra bölgeye gelen İbn Battûta ise yeni Hürmüz’ü geniş, güzel, faal bir ticaret şehri olarak tanımlar; ayrıca İzkî, Suhâr, Hûr Fekkân ve Kebbâ gibi yerlerin Hürmüz Sultanlığı’na bağlı olduğundan bahseder. 1472’de adayı ziyaret eden Rus seyyahı Afanasii Nikitin, burada dünyanın her yanından gelmiş çeşitli insanların ve malların bulunduğunu, birkaç yıl sonra uğrayan Venedikli tâcir Josafa Barbaro da ticarî açıdan çok gelişmiş bir yer olduğunu söyler.

    Afrika kıyılarını dolaşarak Hindistan yolunu açan Portekizliler XVI. yüzyılın başlarında bölgeye ilgi gösterdiler ve 1507’de kumandan Albuquerque Hürmüz adasını kuşattı; ancak alamayarak geri döndü. Fakat yedi yıl sonra tekrar kuşattığında sultanın metbûu Şah İsmâil’in o yıllarda Osmanlı Devleti ile mücadele etmesinden de yararlanarak adayı ele geçirdi ve İran’ın vasalı olan sultanı Portekiz’e bağladı (1514). Portekizliler, adanın hâkim bir yerine etrafı hendekle çevrili muhkem bir kale yaparak bütün boğazı, Basra körfezinin girişini ve karşı İran sahillerini kontrol altına aldılar; bu arada boğazdan geçerek Hicaz’a gitmekte olan gemileri de durdurup hacı adaylarına işkence yaptılar. Ancak Portekizliler’in sahilden İran içlerine doğru gelişen transit ticaret üzerinde pek etkili olamadıkları ve sadece Hürmüz adasındaki liman ticaretiyle yetinmek zorunda kaldıkları görülür. Basra körfezinde başlayan Osmanlı-Portekiz çatışmaları sırasında Pîrî Reis kumandasındaki bir savaş filosu adayı kuşattıysa da alamadı (1552). İki yıl sonra Seydi Ali Reis Basra’daki Osmanlı donanmasını Süveyş’e götürürken Hürmüz civarında Portekiz gemilerine rastladı ve onları mağlûp etti. 1570’te ada üzerine bir sefer daha planlandı; ancak gerçekleştirilemedi. O dönemde Hürmüz’e gelen Venedikli mücevheratçı Gasparo Balbi şehri küçük fakat kalabalık ve hareketli bir yer olarak tanımlar (1580).

    Hürmüz, Portekizliler’in işgalinden 108 yıl sonra Safevî Şahı I. Abbas’ın zamanında geri alındı (23 Nisan 1622). Şahın emri üzerine liman tesisleri yıkılarak taşlarıyla karşı sahilde bulunan Gamrûn imar edildi ve adadaki bütün ticarî faaliyetler şaha nisbetle Benderabbas ismi verilen bu yeni liman şehrine kaydırıldı (bk. BENDERABBAS); ancak adadaki askerî tesislere dokunulmadı. 1630 yılında Portekizliler, Fars bölgesi hâkimi vasıtasıyla Hürmüz’ün kendilerine iadesi hususundaki ricalarını İran şahına ilettiler. Şah İngiliz gücünü kırabilmek için bu talebi bir fırsat olarak değerlendirdi ve onlara bazı ticarî imtiyazlar verdi (Delîlü’l-Ḫalîc, I, 64). Yüzyılın ortalarında Osmanlı topraklarından sonra Uzakdoğu’ya doğru yoluna devam eden Fransız seyyahı Tavernier Hürmüz’e uğramış ve ada hakkında, Portekizliler’den kalan kalenin Şah II. Abbas tarafından askerî amaçla kullanıldığı, şehrin harap durumda olduğu, adada su bulunmadığı için sarnıçların yetersiz kaldığı ve bu yüzden burada yaşamanın gittikçe zorlaştığı gibi bilgiler vermiştir.

    XVIII. yüzyılın ikinci yarısının başlarında anakaradaki Kavâsim kabilesi tarafından rahatsız edilen Hürmüz halkının bir kısmı Şârika’ya göç etti. 1760’ta ticaret merkezlerini Benderabbas dışında bir yere taşımak isteyen İngilizler adaya yerleşmek için İranlılar’dan izin istedilerse de sonuç alamadılar. Yüzyılın sonlarından itibaren Uman Devleti’nin bölgede ve ada üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Umanlılar’ın Hürmüz’e ilgi duymaları İmam Ahmed b. Saîd (1741-1783) ile başladı. 1793’te onun oğlu Sultan b. Ahmed savaşarak Kişm ve Hürmüz adaları da dahil olmak üzere İran kıyılarından 150 kilometrelik bir şeridi ele geçirdi. İran ile yapılan bir antlaşma ile ada 1798’den itibaren Maskat ve Uman Sultanlığı’na kiralandı. Antlaşma 1855’te yeniden ele alınarak kiralama süresi bu tarihten itibaren yirmi yılla sınırlandırıldı. Ancak antlaşmayı bozmak için fırsat kollayan İran Şahı Nâsırüddin, nihayet 1868’de Benderabbas ve Hürmüz’le ilgili önceki şahlar döneminde verilen yetki ve imtiyazları geri aldı. Böylece Uman Sultanlığı yerine adada tekrar İran hâkimiyeti tesis edildi. XX. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti Hürmüz’ün kendi toprakları arasında olduğunu ileri sürüyordu ve hatta İran’ın burada bir karantina binası yapma girişimini engellemişti.

    1964’te Benderabbas sahillerine büyük tonajlı gemilerin yanaşabileceği modern liman tesisleri yapıldı. Hürmüz’de çıkarılan demir cevheri karşı sahildeki Benderabbas’tan ihraç edilmektedir.
  • FAS (MAĞRİB)

    İslâm dünyasında Mağrib ülkelerinden el-Mağribü’l-aksâ veya Cezîretü’l-Mağrib, Batı dünyasında Atlas ülkelerinden Maroc (Morocco) isimleriyle tanımlanır. Bugün resmî adı el-Memleketü’l-Mağribiyye’dir. 1985’te 22.900.000 olan, 1992’de 26.239.000’e ulaşan nüfusu ile Kuzey Afrika’nın en kalabalık devletidir. 1987’de Avrupa Topluluğu’na girmek için başvuran Fas meşrutî krallıkla yönetilir. Başşehri, Atlas Okyanusu kıyısının kuzey kesiminde bulunan Rabat’tır.

    Fransa’nın hâkimiyetinden kurtularak bağımsızlığını kazandığı 1956 yılında, güneyde Dirâ‘ vadisi ile sınırlanan ve esas itibariyle Atlas ülkeleri olarak bilinen coğrafî bölgenin sınırları içinde kalan 458.730 km2 bir alanı kaplıyordu. İspanyollar’ın 1976’da Batı Sahrâ’dan çekilmeleri üzerine bu eski sömürge toprakları önce Fas ve Moritanya arasında paylaşılmış, fakat 1979’da Moritanya kendi payına düşen kesimi terkedince 252.120 km2’lik yer kaplayan bütün Batı Sahrâ Fas tarafından ilhak edilmiş ve bu suretle ülkenin yüzölçümü yaklaşık 1/3 oranında artarak 710.850 km2’ye çıkmıştır. Bugünkü Fas toprakları kuzeyde Akdeniz kıyısından (İspanya’nın elinde tuttuğu Melîle ve Sebte hariç), güneyde Yengeç dönencesinin ötesindeki Cabo Bianco yakınlarına kadar, kuş uçumu 2200 km. boyunca uzanan ortalama 400 km. genişliğinde bir şerit görünümündedir. Bu şerit kuzeyde Akdeniz (kıyı uzunluğu 512 km.), batıda Atlas Okyanusu (kıyı uzunluğu 2934 km.), güneyde Moritanya ve doğuda Cezayir ile sınırlanmıştır. Bu yayılış alanı ve konumu bakımından Fas, gerek tabiat şartları gerekse beşerî ve iktisadî özellikleri açısından birbirinden farklı iki büyük bölgeden oluşur: Kuzeyde, ülkenin genişlemesinden önceki sınırları içinde bir Mağrib ve Atlas ülkesi olan asıl Fas, güneyde kurak bir çöl alanı olan Batı Sahrâ.

    Jeolojik yapısı, yüzey şekilleri ve Büyük Sahrâ’nın bazı etkilerine rağmen kuzey kesiminde hüküm süren Akdeniz iklimi ve Avrupa ile olan tarihî ilişkileri gibi sebeplerle bazı müelliflerin “Avrupa ve Afrika arasında bağ oluşturan ülke”, “güneyinde Afrikalı, kuzeyinde Avrupalı olan ülke” veya “Afrika ile Avrupa’nın kenetlendiği ülke” gibi tanımlamalarla söz ettikleri asıl Fas’ta (Kuzey Fas) reliyefin ana çizgilerini Atlas dağları adı verilen sıradağlar belirler. Alp sisteminin bir parçasını teşkil eden bu dağlar Fas topraklarında, yapı ve yükselti bakımından farklı olan ve birbirlerinden, araya giren çok defa faylarla sınırlanmış platolar ve ovalarla ayrılan dört sıra meydana getirirler. En kuzeyde, Akdeniz kıyıları boyunca denize doğru içbükey bir yay çizerek uzanan Rif Atlasları (er-Rîf) yer alır. Hemen kıyıda dik yamaçlarla başlayan ve kuvvetle kıvrılmış, çoğunlukla kum taşı, marn ve kalkerden oluşan Rif Atlasları orta yükseklikte olmalarına rağmen kıyı boyunca ve içerilere doğru ulaşımı güçleştiren bir rol oynamışlardır. Onların güneyinde, Fas’ın Atlas Okyanusu kıyıları ile Batı Cezayir’i birleştiren başlıca yolun izlediği Taze Geçidi’nin ötesinde başlayan Orta Atlas dağları (Cibâlü Atlasi’l-vüstâ) güneybatıdan kuzeydoğuya doğru uzanan, çoğunlukla kireç taşından oluşmuş daha yüksek bir kütledir. Derin vadilerle yarılmış olan Orta Atlaslar, Fas’ın iki önemli akarsuyunu teşkil eden Muluya ve Ümmürrebî‘in kaynak alanıdır; bu akarsuların ilki Akdeniz’e, ikincisi Atlas Okyanusu’na dökülür. Bu dağların batısında Rif Atlasları ile Orta Atlaslar arasında yükselmiş eski bir peneplen olan Orta Plato ile, onu batıdan sınırlayan bir fay hattının ötesindeki daha alçak Miknâs ve Ma‘mûre ovaları ve nihayet kıyıda Sebû nehrinin ve kollarının suladığı, alüvyonlarla kaplı zengin Garb ovası yer alır. Orta Atlaslar doğuda fay basamakları ile Muluya havzasına iner. Güneyde ise aynı doğrultuda uzanan ve bazan Büyük Atlaslar da denilen Yüksek Atlaslar’a bağlanır. Bütün Kuzey Afrika’nın en görkemli dağları olan Yüksek Atlaslar (Cibâlü Atlasi’l-ulyâ) birbirine paralel sıralar halinde yaklaşık 750 km. uzunlukta, ortalama 150 km. genişlikte, her yönden genç faylarla sınırlanmış ve bu sebeple zaman zaman şiddetli depremlerin meydana geldiği muazzam bir dağ kütlesidir. Birçok dorukları 3000 metreyi aşan ve tepeleri kışın karla kaplanan bu dağların en yüksek noktası güneybatı kesimindeki Cebelitûbkāl’dır (4165 m). Güney Fas’taki Süs ve Dirâ‘ gibi başlıca akarsuların doğduğu Yüksek Atlaslar’ın orta ve kuzeydoğu kesimi gevşek kıvrımlar gösteren kayaçlardan, güneybatı kesimi ise eski temele ait yükselmiş bloklardan oluşur. Kütle kuzeydoğuya gidildikçe alçalır ve Cezayir topraklarında Sahrâ Atlasları (Cibâlü Atlasi’s-Sahrâviyye) adı altında devam eder. Atlas dağlarının en alçak olan sırası en güneydeki Anti Atlaslar’dır (Cibâlü Atlasi’l-Halfiyye). Anti Atlaslar’ın yapısında billurlu kayaçlar en geniş yeri kaplar. Bu kütle ile Yüksek Atlaslar’ın sınırında ise Sûs ve Dirâ‘ vadileri arasındaki su bölümünü oluşturan volkanik Cebelisîrvâ yükselir. Atlas sıradağlarının doğusunda Büyük Sahrâ’ya doğru giderek alçalan yüksek platolar geniş bir alan kaplar. Fas’ın Batı Sahrâ adıyla bilinen güney kesiminde, başlıca yüzey şeklini eski temeli örten ve Büyük Sahrâ’ya doğru giderek yükselen, çoğu kuru bazı vadilerle (Sâkiyetülhamrâ gibi) yarılmış ve yer yer “Sebha” adı verilen geçici bataklıklarla kesintiye uğramış geniş düzlükler oluşturur. Genellikle hamada karakterinde taşlı çöllerle kaplı olan bu düzlüklerin bazı kesimlerinde alize rüzgârları yönünde sıralanmış kum tepeleri görülür.

    Akdeniz kıyılarından Yengeç dönencesinin ötesine kadar yaklaşık 15 enlem derecesi boyunca uzanan ve aynı zamanda denizle çöl arasında bir geçiş alanı olan Fas’ta kuzeyden güneye ve batıdan doğuya gidildikçe değişik iklim şartları ile karşılaşılır. Kuzey ve Orta Fas’ın Akdeniz ve Atlas Okyanusu’nun etkilerine açık bölgelerinde ılık ve nemli kışları, kurak ve sıcak yazları ile Akdeniz iklimi hüküm sürer (Dârülbeyzâ’da ortalama sıcaklık ocak 12 °C, ağustos 23 °C). Rif Atlasları’nda ve Orta Atlaslar’da yıllık yağış genellikle 750 milimetrenin üzerindedir. Ülkenin kuzey yarısında Atlas Okyanusu kıyıları sulamasız tarıma imkân verecek ölçüde yağış alır. Fakat kıyıdan uzaklaştıkça yağış giderek azalır; aynı zamanda bu iç kesimlerde yıllık sıcaklık farkı da artar ve özellikle yazlar çok daha sıcak geçer (Tâze’de ocak ortalaması 11 °C, ağustos ortalaması 28 °C). Dağların yüksek kısımlarında ise sıcaklık kışın -20 dereceye kadar düşebilir. Bu kesimde güneye doğru yıllık yağış miktarı giderek azalır ve 400 milimetrenin altına iner. Kuzey ve Orta Fas’ın, dağların doğu yamaçları ile Büyük Sahrâ arasında kalan plato ve ovalarında karasal etkilerin çok belirgin, yağış miktarının çok daha az olduğu (çok yerde 200 mm. dolayında) Akdeniz iklimi görülür. Yazın Büyük Sahrâ’dan esen ve “şarkî” adı verilen çok sıcak bir çöl rüzgârı zaman zaman dağları aşarak batı bölgelerini de etkiler. Bu sırada sıcaklık 40 dereceye kadar çıkar. Ülkenin Atlas Okyanusu kıyılarında yaz mevsimi, soğuk Kanarya akıntısı üzerinden geçerek gelen meltemler sayesinde nisbeten daha serindir; aynı sebeple bu kıyılarda sık sık sis görülür.

    Ülkenin güney kesimini oluşturan Batı Sahrâ’da sıcaklığın daha yüksek (kışın 15-18 °C; yazın 25-30 °C), karasal etkilerin daha belirgin olduğu ve yıllık yağış tutarının 100 milimetrenin altına indiği mutlak çöl iklimi hüküm sürer. Gerek bu bölgenin gerekse bütün Fas’ın belirtilmesi gereken iklim özelliklerinden biri de yağış miktarında yıldan yıla meydana gelen ve bazan büyük zararlara yol açan oynamalardır. Meselâ 1981 yılındaki şiddetli kuraklık tahıl üretiminin % 50, bütün ziraî üretimin % 25 oranında azalmasına ve hayvanların % 30-40 kadarının da telef olmasına yol açmıştır.

    Doğal bitki toplulukları da ülkenin sınırları içinde, özellikle yağış miktarında kendini gösteren büyük iklim farklılaşmalarını yansıtır. Fas’ın doğu ve güney kesimlerinde yılda 100 milimetreden daha az yağış alan bölgeler çöl halindedir. 100-200 mm. yağış alan bölgeler ise kuraklığa dayanıklı seyrek otlar ve çalılardan oluşan steplerle kaplıdır. Buna karşılık yağışın yeterli olduğu yerlerde, özellikle Atlas dağlarının denize bakan yamaçlarında daha gür bir bitki örtüsüyle karşılaşılır. Bu doğal bitki toplulukları yüzyıllar boyunca kesme, yakma ve otlatma gibi sebeplerle tahrip edilmiş olduğu için alanları bugün çok daralmıştır. Bitki örtüsü ovalarda ve dağlarda daima yeşil çalılardan, yabani zeytin, ardıç, bir çam türü olan tuya, katırtırnağı ve cüce palmiye gibi ağaçlardan ve ancak yer yer muhafaza edilmiş olan mantar meşesi korularından oluşur. Daha yükseklerde ise ardıç, köknar ve sedir korularına rastlanır.

    Günümüzde 25 milyonu aşan nüfusu ile Fas Mağrib’in en kalabalık devletidir. Binde 26 dolayında olan yüksek nüfus artış oranı sayesinde ülke nüfusu özellikle 1926’dan bu yana hızlı bir şekilde çoğalmış ve 1926’da 4,2 milyon olan nüfus 1971’de 15 milyona, 1985’te de 22.900.000’e, 1992’de 26.239.000’e yükselmiştir. Aynı artış hızı ile nüfusun 2000 yılında 36 milyonu bulacağı tahmin edilmektedir. Hızlı artış sebebiyle nüfusun yarıya yakınını (1985’te % 46) on beş yaşından küçük olanlar meydana getirir. 1956’dan önce ülkede yaşayan ve bir ara sayıları 400.000’i aşan Fransızlar’ın büyük kısmı Fas’tan ayrılmış ve bu sayı günümüzde 100.000 dolayına düşmüştür. Aynı şekilde eskiden sayıları 300.000 kadar olan ve büyük çoğunluğunu İspanya’dan sürülen yahudilerin torunlarının teşkil ettiği Mûsevîler’in sayısı da 1948-1964 yılları arasındaki dönemde esas itibariyle İsrail’e ve Amerika’ya yönelen göçler yüzünden çok azalmış ve bugün 10.000 dolayına düşmüştür. Öte yandan iş imkânlarının kısıtlı, buna karşılık nüfus artışının hızlı olması 1 milyondan fazla Faslı’nın dış ülkelere göç etmesine yol açmış bulunmaktadır.

    Tabiat şartları, ekonomik gelişme seviyesi ve iş imkânları bakımından mevcut büyük bölgesel farklar, Fas’ta nüfusun dağılışında göze çarpan büyük dengesizliklerin başlıca sebepleridir. Ortalama nüfus yoğunluğu 31’dir. Fakat bu yoğunluk, nüfusun en büyük kısmının toplandığı kuzeybatı bölgesinde, özellikle kıyı şeridinde ve başlıca tarım alanları olan ovalarda çok daha yüksektir. Dârülbeyzâ bölgesinde 2000’i, Tanca’da 600’ü, Agādîr vilâyetinde 70’i geçen nüfus yoğunluğu iç kısımlara doğru azalır ve Merakeş vilâyetinde 50’ye düşer; ülkenin doğu ve güney kesimindeki stepler ve çöller ise boş denecek kadar tenhadır. Kırsal nüfus oranı, iş imkânlarının daha fazla olduğu şehirlere doğru giderek kuvvetlenen iç göçler yüzünden hızla azalmaktadır. Ülkenin en kalabalık şehirleri de kuzeybatıda, özellikle kıyı kesiminde yer alır. Bunların başlıcaları kıyı kesiminde başşehir Rabat (hemen kuzeyindeki Selâ ile birlikte 1.009.000 [1987], 1926’da 38.000), ülkenin en büyük şehri olan Dârülbeyzâ (Kazablanka, 1926’da 106.000, 1987’de 2.573.000), Vücde ile (1926’da 20.000, 1987’de 579.000) Tanca (1987’de 363.000), Orta Atlaslar’ın batısındaki Fez (1926’da 81.000, 1987’de 631.000) ve Yüksek Atlaslar’ın batı eteklerindeki tarihî Merakeş’tir (1926’da 149.000, 1987’de 543.000). Ülkenin tenha güney kesiminde büyük şehirler yoktur; bu bölgedeki en önemli merkezler kıyıda Tarfâye ile el-Uyûn’dur.

    Prehistorik çağlardan beri meskûn olan Fas milâttan önce 2000 yıllarında, bugünkü Sâmî Berberîler’le ırkî yakınlığı olan İberler tarafından kolonize edilmişti. Girilmesi güç dağlık alanlarda çoğunlukla tahkim edilmiş köylerde yaşayan Berberîler Fas nüfusunun 1/3 kadarını oluştururlar. VII. yüzyıl sonlarından başlayarak müslüman Arap kuvvetlerinin akınlarına uğrayan Fas, VIII. yüzyıl başlarında Mûsâ b. Nusayr kumandasındaki müslümanlar tarafından fethedildi. Yerli halkı oluşturan Berberîler’in İslâmiyet’i kabulü ile bölge bir müslüman ülkesi haline geldi. Daha sonra özellikle Berberî asıllı Murâbıt ve Muvahhid sülâlelerinin hükümranlıkları döneminde (XI-XIII. yüzyıllar) İslâmiyet ülkenin güneyindeki geniş bölgelere yayıldı. Muvahhidler döneminin sonlarında Arap asıllı bedevîler Fas topraklarına sokulmaya başlamıştı. Bu gelişmelere paralel olarak Fas zamanla, Arap dili ve kültürünün özü Berberî olan ve bu sebeple bazı özellikler gösteren bir parçası haline geldi. Bugün nüfusun % 65 kadarını daha çok ovalarda, tarım alanlarında ve özellikle şehirlerde toplanmış Arapça konuşan, ancak aslında büyük bir kısmı Araplaşmış Berberîler’den oluşan insanlar meydana getirir. Ülkenin resmî dili Arapça’dır. Nüfusun hemen tamamı (% 99,95’i) Sünnî müslüman olup çoğunluğu Mâlikî mezhebindendir. Ülkede çoğu Katolik olmak üzere 43.000 kadar da hıristiyan vardır; Mûsevîler ise çok küçük bir azınlık oluştururlar.

    Kişi başına 500 dolar civarında olan millî geliriyle Fas ekonomik bakımdan fakir ülkeler arasında yer alır. Ülkenin güneye doğru genişlemesi üzerine Cezayir’in desteklediği Polisario gerillaları ile doğu ve güney sınırı boyunca sürdürülen uzun savaşın ağır masrafları ve önemli ölçüde yakıt ve besin maddeleri ithal etmek zorunluluğu dolayısıyla yapılan dış harcamalar ekonomiyi olumsuz yönde etkiledi. 1988-1992 yıllarını kapsayan kalkınma planı çerçevesinde ekonomiyi yeniden düzenlemek gayesiyle ülkede köklü reformlar yapıldı.

    Günümüz Fas’ında çalışan nüfusun en büyük kısmı (% 40 kadarı) tarımla uğraşır. Fakat tarımın millî gelirdeki payı düşüktür (% 15). Buna karşılık faal nüfusun % 26 kadarının istihdam alanı olan endüstrinin milli gelirdeki payı % 25, çalışan nüfusun % 3’ünün meşgalesi olan madenciliğin payı da % 5’tir. Halkın büyük kısmının geçim kaynağı olan tarım aynı zamanda ihracatın değerce % 30 kadarını sağlar. Tarıma elverişli topraklar, büyük kısmı çöllerle kaplı olan ülke yüzölçümünün ancak % 11 kadarını teşkil eder. Ayrıca kurak iklim şartları, sulama tesislerinin yetersizliği ve yağışların düzensizliği gibi olumsuz etkenler bunun ancak çok küçük bir kısmında (yaklaşık % 6 kadar) sürekli olarak tarım yapılmasına imkân vermektedir. Bundan dolayı 1988-1992 kalkınma planında özellikle baraj ve sulama tesisleri yapımına önem verilmiştir. Başlıca tarım ürünleri tahıl (buğday, arpa ve mısır), turunçgiller, patates, domates, baklagiller ve zeytindir. Ayrıca şeker pancarı ve şeker kamışı (Garb bölgesinde), yer fıstığı, pamuk, çeşitli sebzeler ve üzüm gibi ürünler de yetiştirilir. Buğday üretimi, yağış şartlarına bağlı olarak yılda 1,5-3,5 milyon ton arasında değişir. Hayvancılık özellikle göçebelerin başlıca geçim kaynağıdır. En çok beslenen hayvanlar koyun (yaklaşık 18 milyon baş), keçi (6 milyon baş), sığır (3,5 milyon baş) ve devedir (yaklaşık 200.000 baş). Kuraklık hayvancılığı da olumsuz yönde etkiler. Balıkçılık ülkenin çok uzun kıyılara sahip olmasına rağmen gelişmiş değildir; yılda ancak ortalama 500.000 ton kadar balık avlanır.

    Fas yer altı kaynakları bakımından oldukça zengin bir ülkedir. Bu kaynaklar arasında en önemlisi ve ülke ekonomisinde en büyük rolü oynayanı fosfattır. Dünya fosfat rezervinin yaklaşık 2/3 kadarı Fas’tadır. Başlıca yataklar Harîbce, Yûsufiye ve güneyde Batı Sahrâ bölgesinde Bûkrâ’da bulunmaktadır. Ülke, ortalama 21 milyon tonla fosfatlı kaya üretiminde Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra dünyada önemli bir yer tutar. Fosfat kayası ve sülfürik asit ihracatı ülkenin en önemli gelir kaynağıdır. Daha büyük gelir sağlamak için fosfatlı kayaların ülke içinde işlenerek fosforik asit, fosforlu gübreler gibi mâmul maddeler halinde ihracı maksadıyla yeni tesisler kurulmasına özen gösterilmektedir. Fas henüz değerlendirilmeyen birçok yer altı kaynağına da sahiptir. Üretim yapılan madenlerin başlıcaları 1984 yılı üretimi olarak manganez (30.000 ton), kurşun (99.000 ton), barit (561.000 ton), flüor (65.900 ton), kaya tuzu (70.000 ton), demir (96.000 ton), bakır (118.100 ton) ve maden kömürüdür (838.000 ton). Buna karşılık petrol bakımından fakir olan ülkede ham petrol üretimi ancak 17.000 ton kadardır.

    Fas’ta endüstrinin karşılaştığı en büyük zorluk enerji sorunudur. Bu bakımdan ülke büyük ölçüde dışa bağımlı olup önemli miktarda kömür ve ham petrol ithal etmektedir. Elektrik üretimi de azdır; 6,8 milyar kilovat saat olan yıllık elektrik üretiminin % 77 kadarı termik santrallerden elde edilir. En gelişmiş endüstri kolları, fosfat kayalarını işleyen gübre ve fosforik asit fabrikaları, petrol arıtma tesisleri, dokuma, çimento, şeker ve konserve endüstrileridir. En önemli endüstri tesisleri ülkenin kuzeybatı bölgesinde, özellikle Dârülbeyzâ ve Asfi arasındaki Atlas Okyanusu kıyı şeridiyle kuzeyde Akdeniz kıyısının doğu kesimindeki Nâdûre yöresinde toplanmıştır.

    Tabiat şartlarındaki bölgesel farklılaşma ulaşım şebekesinin gelişme derecesinde de kendini gösterir. Karayollarının toplam uzunluğu 59.000 kilometreyi geçer. Bunun yarıya yakını sert yüzeyli iyi yollardır. Demiryollarının toplam uzunluğu 1900 kilometreye yakındır; ancak bunun 161 km. kadar küçük bir kısmı çift hatlıdır. Gerek karayollarının gerekse demiryollarının en sık olduğu bölge Fas’ın kuzeybatı kesimidir. Ülkede on dokuz havaalanı mevcut olup bunların sekizi milletlerarası hizmet vermektedir; en işlek olanları Tanca ve Rabat hava limanlarıdır. Yaklaşık 3500 km. uzunlukta bir kıyıya sahip olmasına rağmen Fas’ın 700.000 tonilatoyu bulmayan zayıf bir deniz ticaret filosu vardır. En işlek limanlar Dârülbeyzâ, Asfi, Muhammediye, Agādîr, Tanca, Kuneytıra, Tantân ve güneyde Dâhle ile Nâdûre’dir.

    Fas’ın dış ticareti ve ödemeler dengesi her yıl açık verir. Bu açığı kapatmak hususunda gösterilen çabalar arasında özellikle turizm faaliyetleri büyük önem taşır. Çoğu Fransız olmak üzere ülkeye gelen turist sayısı yılda 1,5 milyon kişi dolayındadır. 1985’te turizm, toplam ihracat tutarının % 27’sine eşit bir döviz girdisi sağlamıştı. Fas’ın ihraç ettiği başlıca mallar fosfatlı kayalar ve fosfat ürünleriyle (ihracatın değerce % 50 kadarı) başta turunçgiller olmak üzere bazı tarım ürünleridir (ihracatın % 25 kadarı) ithalâtta en büyük yeri sıvı ve katı yakıtlarla (ithalâtın değerce % 29 kadarı) besin maddeleri (% 13) tutar. En çok ticaret yapılan ülke Fransa’dır (ihracatın % 23, ithalatın % 24 kadarı); onu petrol alımı dolayısıyla Suudi Arabistan takip eder. İspanya, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya dış ticarette önemli yeri olan diğer ülkelerdir.

    İslâm Öncesi Dönem. Fas’ın ilk sakinleri hakkında hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Milâttan önce III. binyılın sonlarında doğudan (muhtemelen Yemen, Mısır veya Kuzey Afrika’nın diğer yerlerinden) buraya bazı kabileler gelerek yerli halkla karışmışlardır. Fas’ta yaşayan Berberî topluluğu Masmûde, Zenâte ve Sanhâce adlı üç büyük kabileden oluşmakta ve çeşitli tabiat güçlerine inanan bu insanlar avcılık ve ziraat yapmakta idiler; Fenikeliler’in Fas sahillerinde görünmesiyle yavaş yavaş ticarî hayata da alıştılar. Önceleri İber yarımadasıyla önemli bir ticaret ilişkisi içinde olan Fenikeliler, Fas sahillerinde başlangıçta iskele vazifesi gören, fakat sonradan birer ticaret merkezi haline gelen bazı koloniler kurdular. Milâttan önce IX. yüzyılın sonunda bu koloniler, Lübnan’daki Sûr şehrinden ayrılarak Tunus’ta Kartaca’yı kuran ve kısa sürede önemli bir güç haline gelen Kartacalılar’ın eline geçti. Kartacalılar Berberîler’le ticaretin yanı sıra dostane ilişkiler de geliştirerek onlardan ordularının asker gücü ihtiyacını karşıladılar. Daha sonra Fas topraklarının güney ve batısında üç Berberî krallığı kuruldu; bunlar Kartacalılar’la uzunca bir süre dayanışma içinde varlıklarını sürdürdüler. Bu dayanışma Kartaca ile Roma arasında çıkan I. Pön Savaşı’nda da (m.ö. 264-241) devam etti. Fakat II. Pön Savaşı’nın (m.ö. 218-201) sonlarında Berberî krallıklar saf değiştirerek Kartacalılar’ın yenilmesine sebep oldular. Ancak Berberîler bu tarihten itibaren Romalılar’ın nüfuzu, milâttan sonra 40 yılında da fiilen yönetimi altına girdiler. Yaklaşık dört asır süren Roma hâkimiyeti sırasında ormanlar kesilip tarım arazileri genişletilmiş ve çeşitli sulama tesisleri geliştirilerek verim arttırılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde Berberîler’in büyük bir kısmı tarımla uğraşırken bir kısmı da orduda görev almıştır; ancak yabancı hâkimiyetini kabullenemeyen Berberîler sürekli problem çıkarmışlardır.

    430 yılında Vizigotlar tarafından İspanya’dan çıkarılan Vandallar, merkezî otoriteye karşı gelen Romalı kumandan Boniface’nin de yardımıyla Fas’taki Roma hâkimiyetine son verdiler ve yaklaşık bir asır yaşayan bir devlet kurdular. Yeteri kadar insan gücünden ve yöneticilik yeteneğinden yoksun olan Vandallar Berberî topluluklarını kendi hallerine bıraktılar. Bu dönemde bayındırlık işlerinde duraklama, buna karşılık tarım, hayvancılık ve ticaret alanlarında gelişme görüldü. Düzenli bir ordu ve disiplinli bir idareleri bulunmayan Vandallar VI. yüzyılda gelen Bizans saldırılarına karşı koyamadılar ve Fas’ın kuzey kısmı Roma İmparatorluğu’nun birliğini sağlamak isteyen Bizans’ın eline geçti; geri kalan kısımlar Berberîler’de kaldı. 100 yıl kadar süren Bizans döneminde Fas yoğun askeri ve dinî faaliyetlere sahne olmuştur. Hıristiyanlığı yaymada hırslı davranan Bizanslılar devlete verilen verginin yanı sıra bir de kilise vergisi koydular. Buna rağmen Fas’ta Hıristiyanlığın başarısı sınırlı kalmış ve Berberîler’in çoğunluğu İslâm’a girinceye kadar tabiat unsurlarına inanmaya devam etmiştir.

    2. İslâmî Dönem. Müslümanlardan, Mağribü’l-aksâ dedikleri Fas’a ilk ayak basan lider Ukbe b. Nâfi‘dir. Kuzey Afrika’daki ilk valiliği döneminde (666-674) müslümanların Tunus’taki varlığını korumak için askerî ve dinî bir üs olarak Kayrevan’ı kuran Ukbe, 682’de başlayan ikinci valiliği döneminde batıya doğru ilerleyerek önce Tanca’ya, vali Julianus’un ona tâbi olmayı kabul etmesinin ardından da güneye yönelerek Dirâ‘ vadisi yoluyla Sûs’a ulaştı. Buralarda önemli bir mukavemetle karşılaşmayınca ordusunun bir kısmını yanına alarak Kayrevan’a dönmeye karar verdi; ancak dönüşte Biskire yakınlarında Berberî kabile reislerinden Küseyle b. Lemzem’in saldırısına uğradı ve birçok adamıyla birlikte öldürüldü (683). Bunun üzerine Kayrevan’da bıraktığı vekili Züheyr b. Kays sağ kalan askerleri geri çekti ve üç yıl sonra Zenâte Berberîleri’nin de katkısıyla, bir Berberî krallığı kurmuş olan Küseyle’yi ardarda yenilgilere uğratarak iç kısımlara kadar ülkeyi ele geçirdi. Ancak Küseyle’nin yenilgisi Kuzey Afrika’daki mukavemetin sonu olmadı ve müslümanlar yirmi yıl boyunca Bizanslılar, yahudi kabileleri ve yine Küseyle liderliğindeki Berberîler’le mücadele etmek zorunda kaldılar. Züheyr b. Kays’ın 690’a kadar sürdürdüğü mücadele bu tarihten itibaren Hassân b. Nu‘mân’la devam etti. Onun ölümü üzerine Mûsâ b. Nusayr Kayrevan’daki müslüman ordusunun başına geçtiğinde etraftaki Bizans ve Berberî gücü kırılmış durumdaydı. Dolayısıyla Mûsâ b. Nusayr hiçbir güçlükle karşılaşmadan batıya doğru ilerledi ve Ukbe b. Nâfi‘in yolunu takip ederek önce Tanca’yı İslâm hâkimiyetine soktu. Tanca’nın sorumluluğunu Berberî reisi Târık b. Ziyâd’a bıraktıktan sonra güneye doğru yola çıktı ve Dirâ‘ vadisini geçerek Tefilâlt’e ulaştı. Yol boyunca Berberî kabileleri İslâm’ı ve müslümanların otoritesini kabul ettiklerini bildirdiler; böylece bugünkü Fas’ın sınırları içinde kalan topraklar müslümanların eline geçmiş oldu.

    Mûsâ b. Nusayr’dan sonra bölgeye gönderilen bazı valilerin sert politikaları ve vergi toplamada gösterdikleri katı tutum, özellikle Hâricî fikirlerin etkisinde kalmış olan kabilelerin isyanına yol açtı. Emevîler tarafından cezalandırılmaktan korkarak Arap yarımadasını terkedip VII. yüzyılın sonunda Fas’a kadar giden bir grup Hâricî, bazı kabileler arasında fikirlerini yaymayı başarmıştı. Neticede farklı bir dinî ve siyasî anlayış kazanan Hâricî Berberî kabileleri Emevî valilerinin sert uygulamalarıyla karşılaşınca Tanca’da Medgare (Matgara) kabilesi reisi Meysere’nin önderliğinde isyan ettiler ve Emevî yönetimine son verip İdrîsî Devleti’nin kuruluşuna kadar kendi bölgelerinde ayrı ayrı hüküm sürdüler.

    İdrîsî Devleti’nin kurucusu İdrîs b. Abdullah (I. İdrîs), 786’da Mekke yakınlarında Hz. Hüseyin taraftarları ile Abbâsîler arasında meydana gelen Fah Savaşı’ndan sonra Arap yarımadasını terketmiş ve 788’de Fas bölgesindeki Velîlâ kasabasına yerleşmişti. Burada Evrebe Berberî kabilesiyle iyi ilişkiler kuran İdrîs 789 yılında bu kabilenin dinî ve siyasî lideri olarak kabul edildi. Hem Hz. Ali soyundan gelmesi hem de dinî konularda geniş bilgi sahibi olması sebebiyle kısa süre içinde Fas ile Miknâs arasındaki Berberîler’e de kendini benimseten İdrîs, 789’da sakinlerinin çoğunu hıristiyan ve yahudilerin oluşturduğu Tâdlâ’yı ele geçirdi. 791 yılında öldürülünceye kadar kıyı şeridi hariç Kuzey Fas’ı ve güneyde Bûrakrâk nehrine kadar olan bölgeyi kontrolü altına aldı. Oğlu II. İdrîs döneminde devletin gücü daha da arttı. Kurtuba (818) ve Tunus’ta (824-826) çıkan ayaklanmalardan kaçıp başşehir Fas’a gelen Araplar’dan bazılarının üst kademelerde görevlendirilmesiyle devletin Arap karakteri güçlendi ve çok geçmeden Fas halkının çoğunluğu Arapça konuşmaya başladı. Hâricîler’e karşı başarılı bir mücadele veren II. İdrîs 828’de öldüğünde devletin sınırları doğuda Şelif nehrine (Cezayir) ve Güney Fas’ta Sûs’a kadar uzanmaktaydı. Ancak II. İdrîs’in ölümü devletin parçalanmasına yol açtı. On üç oğlundan dokuzu ayrı emirlikler kurdular; fakat zahirde bütün kardeşler Fas’ı yöneten büyük ağabeyleri Muhammed’e bağlı idiler. Çok geçmeden bölge Hâricîler’in, Endülüs Emevîleri’nin ve Fâtımîler’in mücadele alanı haline geldi. Bu arada Zenâte Berberîleri otorite tesis etmiş ve XI. yüzyılın ikinci yarısında Murâbıtlar kuvvetli bir devlet kuruncaya kadar siyasî gelişmelere yön vermişlerdir.

    Murâbıtlar, bölgedeki Hâricî ve Şiî eğilimlere karşı Mâlikî mezhebine dayanarak geliştirilen dinî fikirlerin itici gücüyle Abdullah b. Yâsîn’in liderliğinde önce güneyde Sicilmâse ve çevresinde hâkimiyet kurmuşlar, daha sonra da özellikte Yûsuf b. Tâşfîn liderliğinde kuzeye doğru yayılmışlardır. 1080’lere gelindiğinde Murâbıtlar bugünkü Fas sınırları içinde kalan bütün bölgelerin yanında günümüz Cezayir’inin batısına ve İspanya’nın güneyine de hâkim olmuşlardı. Murâbıtlar Merakeş’i başşehir yaptılar ve Fas tarihinde ilk defa kuzeyle güneyi aynı yönetim altında birleştirmeyi başardılar. Yine bu dönemde Fas tarihinde ilk defa İslâm’ın nüfuzu devlet idaresinde ciddi mânada hissedilir hale geldi. Özellikle Yûsuf b. Tâşfîn (1061-1106) ve oğlu Ali (1106-1143) dindar kişilerdi; saltanatları süresince İslâm hukukunun prensiplerini devlet idaresinde tatbik ettiler. Bu amaçla başşehir Merakeş’te fakihlerden bir meclis teşkil ederek bu meclisin Mâlikî mezhebine göre aldığı kararları uygulamaya çalıştılar. Ayrıca fakihler vilâyetlerde valilerin danışmanı olarak görevlendirildi; hatta sefere çıkılırken birlikte götürülmüş ve önemli kararlar öncesinde görüşlerine başvurulmuştur. Murâbıtlar kuruluş döneminde karşılaştıkları kabilelerin nüfuzlarını kırarak 100 yılı aşkın bir süre Fas’ta birlik, barış ve sükûneti sağlamışlar, bu durum ülkenin imarı ve maddî kalkınmasında önemli rol oynamıştır.

    Murâbıtlar’ın Fas’taki hâkimiyetine son veren Muvahhidler de dinî reform adına ortaya çıktılar. Görevli fakihlerin Mâlikî mezhebinin uygulanışında katı davranmaları sebebiyle devletin kurucu kabilesi olan Lemtûne’nin yönetimine muhalefet eden Muhammed b. Tûmert 1125’ten itibaren Murâbıtlar’a karşı bir mücadele başlattı. Başlangıçta dinî konulardaki fikir ayrılığından kaynaklanan bu karşı çıkış giderek siyasî otoriteyi hedef aldı. İbn Tûmert fikirlerini önce kendi kabilesi olan Masmûde’nin ileri gelenlerine kabul ettirmiş ve diğer kabilelerin de desteğini sağladıktan sonra Murâbıtlar’ın elinde bulunan yerleşim merkezlerine çeşitli saldırılar düzenlemiştir. İbn Tûmert’in 1130’da ölümü üzerine yerini alan ve onun fikirlerine sımsıkı sarılan Abdülmü’min el-Kûmî ardarda gerçekleştirdiği başarılı akınlarla Murâbıtlar’ı zayıflattı ve 1147’de de başşehir Merakeş’i ele geçirerek hâkimiyetlerine son verip yine Merakeş başşehir olmak üzere Muvahhidler Devleti’ni kurdu. Abdülmü’min önce yeni devleti teşkilâtlandırmaya çalışarak kabile reislerinden elli kişilik bir meclis oluşturdu, icraatlara dinen cevaz verecek bir şeyh tayin etti ve önemli görevlere de oğullarını getirerek hânedanının temelini attı. Oğlu Ebû Ya‘kūb el-Muvahhidî döneminde (1163-1184) Gumâre gibi bazı küçük kabilelerin muhalefeti de kırılarak Fas’ta genel hâkimiyet sağlanmış ve bu durum XIII. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etmiştir. Muvahhidler Fas’ın dinî, kültürel ve ekonomik hayatında derin izler bırakmışlardır. İnançta katı bir tevhid anlayışına sahip olan ve Murâbıtlar’ın bazı âyetlerin zâhirî mânalarını esas almalarına şiddetle karşı çıkan İbn Tûmert’in fikirlerinden taviz vermeyen Muvahhidler de Mâlikî mezhebine tâbi idiler. İslâm felsefesinin önemli simalarından İbn Rüşd ve İbn Tufeyl Muvahhidî hükümdarlarının himayesinde çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Sultanların XII. yüzyılın sonundan itibaren tasavvufa karşı tavır değiştirmesi, Ebû Medyen ve İbn Meşîş gibi Mağrib’in iki önemli mutasavvıfının yüzlerce taraftarlarıyla birlikte Merakeş’e yerleşmesini sağlamıştır. Yine bu dönemde Avrupa ülkeleriyle ticaretin geliştirilmesi ülkenin tarım ve zanaat sektöründe canlanmaya yol açmıştır.

    XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde Muvahhidler’in askerî gücünün giderek zayıfladığını gören merkeze uzak bölgelerdeki kabileler devletten kopuşun başını çektiler. Önce bugünkü Tunus (1229-1230) ve daha sonra bugünkü Cezayir (1239) toprakları Muvahhidler’in elinden çıktı. 1210’lardan itibaren Kuzeydoğu Fas’ta küçük çaplı ayaklanmalar gerçekleştiren Zenâte kabilesine mensup Merînîler 1244’te Meknes, 1248’de Fas (şehir), 1255’te Sicilmâse ve 1269’da başşehir Merakeş’i ele geçirerek Muvahhidler’in yerine Merînî Devleti’ni kurdular. Merînî hâkimiyeti başlıca iki döneme ayrılır: Güçlenme ve yayılma (1269-1358), gerileme ve çöküş (1358-1465). Birinci dönemin sultanları uzun süre görevde kalmışlar, askerî seferlerin yanı sıra hâkim oldukları bölgelerin imarına da önem vererek Fâsülcedîde ve Mansûre gibi yeni şehirler kurup buraları çok sayıda cami, medrese, kütüphane ve zâviye ile donatmışlardır. Özellikle sultanların ön ayak olduğu vakıf faaliyetleri sayesinde medreseler gelişmiştir. İdarî merkez olarak Fas şehrini seçen Merînîler seleflerinin bıraktığı demografik, sosyal ve idarî yapıyı devam ettirmişler, bu arada taşra dil, din ve kültür bakımından Berberî özelliklerini korurken şehirlerin İslâmlaşma ve Araplaşma süreci önemli mesafe katetmiştir. Sultan, askerî meselelerin Merînî kabile liderlerinden oluşan bir mecliste tartışılmasından sonra kararını verirdi. Bu dönemde tarım, endüstri ve ticaret sektörü önemli ilerlemeler kaydetmiş, özellikle Afrika ve Avrupa ile ticaret bir hayli gelişmiştir. 1358’den sonrası siyasî yapının yavaş yavaş erozyona uğradığı, iç çekişmelerin ve toprak kaybının çok olduğu bir dönemdir. Bu dönemin sultanları, Arap ve Berberî kabilelerinin isyanı ve iç çekişmeler sebebiyle çok kısa sürelerle tahtta kalabilmişler ve idarî güç vezirlerin eline geçmiştir; merkezî otoritede görülen bu zayıflık da başşehire uzak bölgelerin teker teker elden çıkmasına zemin hazırlamıştır. 1415’te Sebte’yi zapteden Portekizliler’in 1465’te Kasrüssagīr’i ele geçirmeleri ve aynı yıl Sultan Abdülhakk’ın öldürülmesiyle Merînîler dönemi sona erdi.

    XV. yüzyılın ikinci yarısında Portekiz saldırılarına rağmen içeride hâkimiyet kavgaları devam ediyordu. Merînîler’in son yıllarında vezirlik ve zaman zaman da sultan nâibliği yapan Ebû Zekeriyyâ’nın oğlu Muhammed 1472’de Fas’a hâkim olarak Vattâsîler dönemini başlattı; ancak Fas topraklarının tamamına hükmünü geçiremedi. Saltanatı döneminde (1472-1505) Fas’taki Portekiz yayılması devam etti. Vattâsîler’in Portekizliler’e karşı direnmeyip hatta onlarla uzlaşmaları bölgede giderek etkin bir duruma gelen şerif ailelerinin ve onların nüfuzunda olan sûfîlerin sert tepkisine yol açtı. 1510’lardan itibaren Sûs bölgesinde güçlenmeye başlayan Sa‘dîler 1524’te Merakeş’i ele geçirerek Vattâsîler’e büyük bir darbe vurdular. Güçlü oldukları Kuzey Fas’a bile tamamen hâkim olamayan Vattâsîler güneyde gelişmekte olan Sa‘dîler’i kontrol edecek durumda değillerdi. Özellikle Sa‘dî Sultanı Muhammed’in 1539-1540’ta kardeşi Ahmed el-A‘rec’i saf dışı bırakması ve 1541’de de Agādîr’i ele geçirmesi Fas’taki nüfuzunu bir hayli arttırdı. Portekizliler aynı yıl Azemmûr’u, 1550’de de Kasrüssagīr ile Asîlâ’yı boşaltmak zorunda kaldılar. Bunların yanında Fas şehri de 1550’de Sa‘dîler’in eline geçti. Bu başarılarına rağmen Muhammed Vattâsî hâkimiyetindeki Kuzey Fas’ı alamadı; çünkü Vattâsîler Cezayir bölgesine hâkim olan Türkler’in desteğini sağlamışlardı ve ordularında görevli birçok Türk bulunmaktaydı. Muhammed’in 1557’de öldürülmesinden Ahmed el-Mansûr’un 1578’de tahtı ele geçirmesine kadar hüküm süren sultanlar mevcut durumu korumaya çalışmışlar ve Merakeş’i başşehir yaparak Fas şehrini ikinci derecede önemli bir merkez haline getirmişlerdir. Ahmed el-Mansûr (1578-1603), içinde Türkler’in de görev yaptığı disiplinli bir ordu ve kuvvetli bir idare kurmasına rağmen saltanatı süresince 1591’deki Batı Sudan seferi hariç hiçbir askerî harekâtta bulunmadı. Böylece gerçekleştirdiği barış ve siyasî istikrar ortamı aynı zamanda ticarî ve ekonomik hayatın canlandığı bir dönem oluşturdu. Bu dönemde Merakeş’te yapılan görkemli bir sarayla çeşitli âbideler dikkat çekmektedir. Ahmed el-Mansûr’un ölümünden (1603) sonra oğulları arasında meydana gelen taht kavgası sonucu 1613’te ülke Kuzey ve Güney Fas olmak üzere ikiye bölündü. 1620’lerden itibaren Orta Atlas bölgesinde, Rabat civarında ve batıda isyanlar patlak verdi. Fakat muhalif grupların hiçbiri ülke genelinde hâkimiyet kuramadı. Bu karışıklıklar Alevî şeriflerinin (Filâlîler) büyük bir güç olarak ortaya çıkışına kadar devam etti.

    XIII. yüzyılda Sicilmâse’ye gelerek yerleşen Alevî şerifleri XV. yüzyılın başından itibaren giderek nüfuzlarını arttırdılar; ancak XVII. yüzyıla kadar siyasî ihtiras göstermediler. 1630’lardan itibaren Mevlây Muhammed liderliğinde Tefilâlt’te siyaset alanına çıkıp 1664’te başa geçen Mevlây Reşîd döneminde Merakeş ve Fas gibi önemli şehirleri ele geçirdiler ve müteakip yirmi yıl içinde ülkenin çeşitli yerlerinde kendilerine direnen muhalif kabileleri birer birer yenerek bugüne kadar devam eden Filâlî yönetimini kurdular. Mevlây Reşîd’in (1664-1672) halefi Mevlây İsmâil (1672-1727) Meknes’i başşehir yaptı; çoğunluğu zencilerden oluşan düzenli bir ordu kurdu ve ülkede siyasî istikrarı sağladı. İktidarı sırasında Avrupalılar’ın (Portekiz, Hollanda, İngiltere) elinde bulunan Mehdiye, Lârîş, Asîle ve Tanca’yı geri aldı; ancak Sebte’deki İspanyol varlığına son veremedi. Mevlây İsmâil’in ölümünden sonra ülke yine iç karışıklıklara mâruz kaldı. Fas toplumu güçlü kabilelerden oluştuğu için ancak kuvvetli bir şahsiyet ülkede birliği sağlayabiliyordu. Bu sebeple Mevlây İsmâil’in ölümü ve oğullarının meydana gelen otorite boşluğunu dolduramamaları mahallî güçlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Ordu Meknes’te İsmâil’in oğullarından istediğini tahta çıkarırken Tanca ve civarında ise İsmâil’in torunu Ahmed b. Ali hâkimiyetini sürdürdü. 1740’larda Mevlây Abdullah ordunun ve bazı kabilelerin desteğini sağlayarak ülkenin en kuvvetli lideri haline geldi. 1743’te Ahmed b. Ali’yi iki defa yenme başarısını gösterdi ve ikincisinde Ali öldürüldü. 1757’de ölen Abdullah’ın yerine sırasıyla oğulları Mevlây Muhammed (1757-1790), Mevlây Yezîd (1790-1792) ve torunu Mevlây Süleyman (1792-1822) geçti. Bunların dönemi nisbeten istikrarlı idi ve ticarî hayat az da olsa canlandı. İngiltere, Danimarka, Fransa gibi çeşitli Avrupa ülkeleriyle anlaşmalar yapılarak dış ticaret geliştirilmeye çalışıldıysa da bu sahada önemli bir gelişme sağlanamadı. Devletin esas gelir kaynağı yine vergilerdi; bu ise fakirleşen halkın nazarında sultanların itibar kaybetmesine sebep oldu. Sultanların güç kaybı kabileler arası çekişmelerin daha da yoğunlaşmasına yol açtı. Sonuç olarak Avrupa yayılmacılığının artmaya başladığı XIX. yüzyılın ilk yarısında Fas kuvvetli bir merkezî otoriteden yoksun, yer yer kabilelerin hâkimiyet kurduğu ve iç çekişmelerin devam ettiği bir ülke durumundaydı.

    Osmanlı-Fas Münasebetleri. Osmanlı Devleti’nin Mağrib ülkeleriyle teması, müslümanları Endülüs’ten çıkardıktan sonra Haçlı zihniyetiyle hareket eden İspanyollar’ın Cezayir taraflarında Mersalkebîr, Vehrân (Oran) ve Bicâye’yi ele geçirerek Kuzey Afrika için tehlike oluşturmasından sonra başladı. Ünlü Türk denizcileri Oruç Reis ile Hızır Reis’in bu bölgelerde Türk hâkimiyetini tesis etmeleri 1516’da Cezayir şehrini ele geçirmeleriyle kesinleşti. Türkler’in bölgeye gelişinden sonra hıristiyan ilerlemesi durdu. Böylece Afrika’daki müslümanlar kendilerine bir hâmi buldular. Oruç Reis’in ölümünden (1518) sonra Osmanlılar’ın hizmetine giren Hızır Reis sağladığı maddî ve mânevî destekle Avrupa’dan sarkan Haçlı akınlarına karşı çıkmıştır. Osmanlı Devleti ile Fas Sultanlığı arasındaki münasebetler Kanûnî Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) başlamış ve bir süre yoğunlaşarak devam etmiştir. Daha sonraları ise karşılıklı iyi niyet elçileri ve hediye teâtisinden öteye geçmeyen bu münasebetler Osmanlı Devleti’nin Cezayir’deki gücü ile orantılı olarak gelişme göstermiştir.

    XVI. yüzyılın ilk yarısında Fas’ın büyük kısmına hâkim olan ve bu süreyi daha çok İspanyol ve Portekiz güçlerine karşı mücadele ile geçiren Vattâsîler’den sonra yönetimi ele alan (1550) Merakeş dolaylarındaki Sa‘dî şeriflerinin sultanı Mevlây Muhammed eş-Şeyh hâkimiyetini bütün ülkeye yaymak istiyor, ancak Cezayir’deki Türkler’in kendisine engel olacaklarını düşünüyordu. Mevlây Muhammed bu duruma bir önlem olmak üzere Türkler’e karşı harekete geçti ve bu sırada Barbaros’un oğlu Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa’nın dikkatini İspanyollar’ın elinde bulunan Vehrân’a çevirmesinden faydalanarak Tilimsân şehrini zaptedip (1550) buradaki Türkler’i Cezayir’e sürdü. Fas şehrinin yolu üzerinde bulunan Tilimsân’ın ülke topraklarında tam bir hâkimiyet kurabilmek için bugün de olduğu gibi büyük bir stratejik önemi vardı. Hasan Paşa Tilimsân’a derhal bir ordu gönderdi ve şehri tekrar ele geçirdi. Ancak bu arada İstanbul’a çağrılarak yerine paşa unvanıyla Barbaros’un yetiştirmesi Sâlih Reis getirildi. Sâlih Paşa’nın ilk işi, Fas’ın Sa‘dîler tarafından ele geçirilişi sırasında şehirden çıkarılan Ebû Hassûn el-Vattâsî ile temasa geçmek oldu. Çünkü yönetim Mevlây Muhammed es-Sa‘dî’nin Merakeş’te, Ebû Hassûn el-Vattâsî’nin de Fas şehrinde sultanlık yapmasını istiyor, böylece bir süre önce olduğu gibi Fas’ta iki sultan bulunacağını, bunun sonucunda da ülkeye daha kolay müdahale edileceğini düşünüyordu. 1553 yılı sonlarına doğru Osmanlı kuvvetleri Fas şehrine giden yol üzerindeki Tâze şehrini ele geçirdiler; 8 Ocak 1554 günü de beraberlerinde Ebû Hassûn el-Vattâsî olduğu halde halkın coşkulu tezahüratı arasında Fas’a girdiler. Ancak Türkler’in Cezayir üssüne dönmelerinin ardından Merakeş’e çekilmiş olan Muhammed eş-Şeyh tekrar hücuma geçerek şehri aldı ve Ebû Hassûn öldürüldü (23 Eylül 1554). Böylece Fas şehri 1554 yılı içinde sadece dokuz ay kadar Türk hâkimiyetine bağlı kalmış oldu. Muhammed eş-Şeyh Osmanlı Devleti’ne karşı duramayacağını bildiği için derhal Lizbon ve Madrid’e elçiler göndererek Türkler’e karşı Portekiz ve İspanyollar’dan yardım istediyse de ancak üç yıl hüküm sürebildi ve 23 Ekim 1557’de öldürüldü.

    Muhammed eş-Şeyh’in yerine geçen oğlu Mevlây Abdullah’a “Gālib-Billâh” lakabıyla biat edildi. Öldürülen Sultan Muhammed eş-Şeyh’in Sicilmâse şehrinde yaşayan diğer oğulları Ebû Mervân Abdülmelik, Ebü’l-Abbas Ahmed ve Abdülmü’min durumdan endişelenerek Türkler’in nüfuz bölgesi olan Tilimsân’a geçtiler. 1574’te Mevlây Abdullah’ın ölümünden sonra tahta oğlu Muhammed el-Mütevekkil çıktı. Bunun üzerine sultanlıkta hak iddia eden amcası Abdülmelik ile onun küçüğü Ahmed önce Cezayir’e, daha sonra İstanbul’a gittiler ve III. Murad’la görüşerek ondan yardım istediler. Ertesi yıl zaten tahta Ebû Mervân Abdülmelik’i çıkarmayı düşünen padişahın emriyle harekete geçen Cezayir Beylerbeyi Ramazan Paşa Miknâs civarında Muhammed el-Mütevekkil’i mağlûp ederek Fas’a girdi ve Abdülmelik’i tahta çıkardı (8 Mart 1576). Abdülmelik daha sonra kendi askerini topladı ve Türkler’den aldığı takviye ile Muhammed el-Mütevekkil’in çekildiği Merakeş’e girerek (16 Temmuz 1576) halktan biat aldı. Böylece Abdülmelik “Mu‘tasım-Billâh es-Sa‘dî” lakabıyla bütün Fas ülkesinin sultanı oldu.

    Yeni sultan döneminde Osmanlı nüfuzunun Fas’a yayılması Portekizliler’i ve İspanyollar’ı rahatsız ediyor, öte yandan Tanca dolaylarına kaçan Muhammed el-Mütevekkil de onlardan devamlı şekilde yardım istiyordu. Nihayet 1578’de 80.000 kişilik ordusuyla Fas sahillerine çıkan Portekiz Kralı Don Sebastiyan, beraberinde eski sultan Muhammed el-Mütevekkil olduğu halde Tanca yakınlarındaki Vâdilmehâzin (Kasrülkebîr) denilen yerde Osmanlı desteğindeki Sultan Abdülmelik’in ordusuyla karşılaştı (4 Ağustos 1578). Bazı kaynaklarda Vâdisseyl veya Ma‘reketü’l-mülûki’s-selâse gibi adlarla da anılan bu savaşta Portekiz ordusunun hemen tamamı imha edilirken Don Sebastiyan ve Muhammed el-Mütevekkil ile birlikte Ebû Mervân Abdülmelik de öldü. Abdülmelik tarafının galip çıktığı bu savaş hem Fas hem de Portekiz tarihi açısından çok önemlidir. Zira bu savaştan sonra Portekizliler bölgedeki üstünlüklerini kaybettikleri gibi kendi ülkeleri de bu yenilgiyi fırsat bilen İspanya Kralı II. Philip tarafından veraset bahanesiyle işgal edildi ve bu durum altmış yıl kadar sürdü.

    Abdülmelik’in yerine daha önce veliaht tayin ettiği ve Vâdilmehâzin Savaşı’na da katılmış olan kardeşi Ebü’l-Abbas Ahmed geçerek Ahmed el-Mansûr adını aldı. Yeni sultan diğer İslâm ülkelerine olduğu gibi İstanbul’a da bir heyet gönderip hem elde edilen zaferi, hem de ölen kardeşinin yerine kendisinin geçtiğini bildirdi. Ancak Ahmed el-Mansûr’un, Osmanlı padişahının Kur’ân-ı Kerîm ve bir kılıçtan oluşan tebrik hediyelerini az bularak teşekkür cevabını geciktirmesi iki devletin arasının açılmasına, hatta Kılıç Ali Paşa kumandasındaki bir donanmanın Fas’a doğru yola çıkarılmasına sebep oldu. Fakat Ahmed el-Mansûr’un hatasını anlayarak kıymetli hediyelerle birlikte en önemli adamlarını İstanbul’a göndermesi üzerine donanma geri çağrıldı. Daha sonra III. Murad ile Ahmed el-Mansûr arasında, kazandıkları bazı zaferleri müjdeleyen karşılıklı tebrikleşme heyetleri gönderildi. 1582 yılında da Fas elçileri III. Murad’ın şehzadelerinin sünnet düğününde bulundular ve gelirken çok değerli hediyelerle birlikte 4000 altın getirdiler. Bu dönemde Osmanlı-Fas ilişkileri, Ahmed el-Mansûr’un yakaladığı fırsatları Osmanlılar aleyhine değerlendirmesi ve şeriflerden olduğunu ileri sürerek Hz. Peygamber’in soyundan geldiği için halife unvanını kendisinin taşıması gerektiğini söylemesi gibi sebeplerle zaman zaman gerginleşmişse de aralarında herhangi bir sürtüşme çıkmamıştır. Karşılıklı gidip gelen heyetler içinde özellikle 1589 Ağustosunda İstanbul’a varan ve Osmanlı padişahı tarafından çok iyi karşılanan Ali et-Temgrûtî (Temcrûtî) ve Muhammed el-Fiştâlî’den oluşan heyetin ziyaretleri çok başarılı geçmiş ve Temgrûtî bu seyahatinden sonra en-Nefḥatü’l-miskiyye fi’s-sefâreti’t-Türkiyye adlı kitabını kaleme almıştır.

    Sa‘dî şeriflerinin iktidarını 1660’ta Hasanî şerifleri ele geçirdiler. 1672’de sultan olan Mevlây İsmâil 1691’de Tilimsân’ı Türkler’den almaya yeltenmişse de başarılı olamamış, 1699 Nisanında da II. Mustafa’ya bir mektup göndererek Cezayirliler’i şikâyet etmiştir; ancak kendisine Osmanlı Devleti’nin Cezayir’deki donanmasına yardımcı olmadığı için şikâyete hakkı bulunmadığı bildirilmiştir. 1703’te Tilimsân’a tekrar saldıran Mevlây İsmâil yine şehri alamamış, 1708’de ise Avrupa’da Osmanlı şehzadesi olduğunu iddia eden ve oradan Fas’a geçen bir kişiyi İstanbul’a göndermeye teşebbüs ederek pâyitahtta nifak çıkarmak istemiş, fakat gemi Sakız adasında durdurularak bu kişinin katledilmesiyle girişimi önlenmiştir.

    1757’de tahta çıkan III. Muhammed zaman zaman İstanbul’a hediyeler ve elçiler göndererek kendisinden önce iyice zayıflamış, hatta birçok defa gerginleşmiş olan Osmanlı-Fas münasebetlerini kuvvetlendirmek istedi. 1766 Ağustosunda, Fas donanmasının Akdeniz’de korsan gemileriyle mücadele sırasında ele geçirdiği Dubrovnik ticaret gemilerini padişahın araya girmesiyle serbest bıraktı. Bu münasebetle İstanbul’a giden ve kışı orada geçiren Fas heyeti 1767 Mayısında ülkesine padişahın verdiği kıymetli hediyelerle döndü. Bunlar arasında toplarla donatılmış ve içinde bol miktarda değişik tekne levazımatı bulunan bir gemi ile otuz kadar gemi inşa ve top döküm ustası da yer alıyordu. Fas tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanan bu ustalar ölünceye kadar orada kaldılar ve Selâ şehrinde bulunan tersanenin ihyâsı işinde çalıştılar.

    III. Muhammed, Osmanlı Devleti ile daima iyi ilişkiler içinde bulunmaya özen göstermiş olmasına ve sık sık elçilik heyetleriyle İstanbul’a değerli hediyeler göndermesine rağmen, dönemin padişahı I. Abdülhamid’in bu iyi ilişkilere güvenerek aradığı malî desteği öteki Mağrib ülkelerinin de yaptığı gibi yeterince sağlamamıştır. 1785’te Fas sultanının damadının başkanlığında gelen bir heyet Cezayir’deki Osmanlı idaresinin kötü davranışlarından şikâyette bulundu. I. Abdülhamid de mukabil hediyelerle birlikte cevabî mektubunu götüren bir heyet yolladı ve şikâyet konusu durumun düzeltileceğini bildirdikten sonra Osmanlı Devleti’nin o sırada Kırım’ı kurtarmak amacıyla Ruslar’a karşı girdiği savaş için Fas’tan yardım beklediğini belirtti. Yardımın gecikmesi üzerine aynı yıl içinde ikinci bir heyet gönderildiyse de Cezayir meselesi halledilmediği gerekçesiyle yine yardım gelmedi; ancak daha sonra geç kalmış olmakla birlikte iki gemi gönderildi. 1789 yılındaki Rusya ve Avusturya savaşları sırasında ise III. Muhammed dört firkateyn ile Malta korsanlarının elinden kurtardığı 536 müslüman esiri gönderdi; yine aynı seferle birlikte Fas’tan İstanbul’a Dubrovnik gemileriyle 3000 kantar güherçile ve 1000 kantar barut geldi. Fas sultanı ayrıca yolladığı mektupta Hicaz’a gönderilen surreye kendisinin de katkıda bulunmak istediğini bildirdi. Padişahın muvafakati üzerine Fas’tan Haremeyn ahalisine dağıtılmak üzere her biri yarım keselik 1000 adet altın külçesi gönderildi. Bunun üzerine sultana külçelerin dağıtım için sikke haline getirilmesi gerektiği haberi iletildi. Ancak bu arada vefat eden III. Muhammed’in yerine geçen oğlu Mevlây Yezîd’in altınları geri istemesi üzerine yardım gerçekleşmedi ve darphânede sikke yapılmak üzere bekletilen külçeler geri gönderildi (Aralık 1789).

    1830 Temmuzunda Fransızlar Cezayir’i işgal edince daha önceleri Fas’a bağlı olan, fakat 300 yıldır Cezayir’deki Osmanlı idaresinin elinde bulunan Tilimsân şehrinin ahalisi Türkler’in bölgeden çekilmesiyle hâmisiz kaldı ve gönderilen bir heyetle Fas Sultanı Mevlây Abdurrahman’dan biatlarının kabulü istendi. Kendilerinin Osmanlı padişahına tâbi olmaları dolayısıyla durumu Fas ulemâsından soran sultan müsbet cevap alınca Tilimsânlılar’ın biatlarını kabul etti ve böylece Osmanlı Devleti’nin bölge ile mevcut organik bağı kesilmiş oldu.

    Himaye Dönemi ve Bağımsızlık. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde Fas dış dünyaya kapalı yaşamıştır. Avrupa ile temastan kaçınan Mevlây Süleyman herhangi bir ihtilâfa meydan vermemek için korsanlığı yasakladı (1817). Dinî sebepler ileri sürerek Avrupa’ya ihracattan kaçındı ve ithalâta % 50 gümrük vergisi koyarak Avrupa mallarının ülkeye girişini azaltmaya çalıştı. 1830’larda Tanca, Rabat, Tıtvân ve Suveyre (Mogador) gibi sahil şehirlerinde sadece 248 Avrupalı vardı. Bu arada Vücde yakınlarındaki Isli vadisinde Fransızlar’la girişilen ve Tanca ile Suveyre limanlarının bombalanmasına yol açan silâhlı çatışmada (14 Ağustos 1844) Fas’ın mağlûbiyeti dış güçlerin ülkeye bakışını değiştirdi ve bu çatışma Fas ile Avrupalı güçler arasındaki münasebetlerde âdeta bir dönüm noktası teşkil etti. Bu tarihten sonra Fransızlar’ın bölgedeki nüfuzunun artacağını düşünen İngiltere Fas’ın bağımsızlığını koruma bahanesiyle diplomatik girişimlerde bulundu ve 1856’da bir ticaret anlaşması imzalamayı başardı. Bu anlaşma ile Fas İngiltere’ye ticarette öncelikli ülke statüsü vererek Fransız tehdidini ve giderek artan nüfuzunu dengelemiş oluyordu. Mevlây Abdurrahman tarafından başlatılan Avrupalı güçler arasındaki rekabeti kullanarak ayakta kalma politikası, Sîdî Muhammed (1859-1873) ve Mevlây Hasan (1873-1894) dönemlerinde de aynen takip edildi. Mevlây Hasan ülke içindeki birliği korumak ve dünyada gelişen ekonomiye ayak uydurmak için gerekli olan reformları yaparak başarılı bir yönetim ortaya koydu. Bu arada İspanya’nın bölgede ağırlığını duyurmak amacıyla Fas’a gönderdiği kuvvetler önce Sebte’yi (Ceuta), ardından da Tıtvân’ı işgal ettiler (Ocak 1860). Mevlây Hasan İspanya ile önce askerî, arkasından da bir ticarî antlaşma imzalamak zorunda kaldı (Mart 1860, Kasım 1861) ve bu antlaşmalara göre İspanyollar’a 1856 yılında İngilizler’e tanınan haklar aynen tanındıktan başka birçok Fas limanını kullanma, açıklarda balıkçılık yapma hakları da verildi; işgal altında kalan Tıtvân’ın boşaltılması ise Fas’ın savaş tazminatı ödemesine bağlandı. Fas bu tazminatı ödeyebilmek için Londra’da bir borç antlaşması imzalamaya mecbur oldu ve Avrupalı komiserlerin malî denetimini kabul etti. Bu durum Avrupalılar’ın ülkeye nüfuz etmelerini sağlayan bir gedik oluşturdu ve her geçen gün bu gedik genişledi. 1880’de Madrid’de toplanan konferansta Fas’ın toprak bütünlüğü ve diğer ülkeler için ticaret eşitliği prensibi kabul edildi. 1860’tan itibaren Fas’a nüfuz etmeye çalışan devletlerden İngiltere iktisadî imtiyazlarını ve Cebelitârık Boğazı üzerindeki kontrolünü korumak isterken Fransa Cezayir sömürgesinin batı sınırının güvenliğine, İspanya Fas’la ilgili tarihî emellerinin gerçekleşmesine, Almanya ise yeni ticarî imtiyazlar ve mahreçler kazanmaya önem veriyordu. Bundan dolayı Fas XIX. yüzyılın ikinci yarısında büyük devletlerin şiddetli nüfuz mücadelesine konu olmuştur. Mevlây Hasan’dan sonra başa geçenler iyi yetişmemiş oldukları için dünya siyasetinde ciddi bir devlet politikası takip edemediler; yerine geçen Mevlây Abdülazîz (1894-1908) tahta çıktığında henüz on dört yaşında idi.

    Avrupalılar’ın Fas’taki yayılmaları sadece askerî ve siyasî alanlarla sınırlı kalmamış, ayrıca kültür, din ve sağlık işlerinde de etkinlikleri giderek artmıştır. Katolik papazları, özellikle Fransisken mezhebine mensup olanlar asırlarca ülkedeki hıristiyanlara dinî hizmet verme adı altında siyasî faaliyet göstermişler ve Afrika’nın bu bölgesinde İspanyol nüfuzunun yayılmasında son derece önemli rol oynamışlardır. Protestanlar ise ancak XIX. yüzyılın son çeyreğinde Fas topraklarında çalışmaya başlamışlardır. Tanca, Arsila, Fas, Tıtvân ve Dârülbeyzâ (Kazablanka) gibi şehirlerde Kitâb-ı Mukaddes Cemiyeti’nin şubeleri etkinlik gösterdi. Baştan beri Fas’ta büyük bir hürriyet içinde faaliyetlerini sürdürmüş olan yahudiler, daima Amerikan ve Avrupa yahudi gruplarıyla iş birliği içinde bulunmuşlardır. İngiliz Yahudi Cemiyeti Tanca’da okul ve hastahane kurarken Fransız yahudileri de Paris’teki Alliance Israélite Universelle vasıtasıyla Tıtvân, Tanca, Suveyre ve Âsfâ’da (Safî) okul açmışlar ve bu gruplar misyonerlik faaliyetlerini daima askerî ve siyasî alanlardaki çalışmalarla koordineli bir şekilde yürütmüşlerdir.

    Mevlây Hasan döneminde birçok alanda başlatılan yenilik hareketleri sonraki sultanlar döneminde de devam ettirildi. Mevlây Abdülazîz zamanında Kahire, Paris ve İstanbul’a öğrenciler gönderildi; eğitim alanındaki yenilikleri ekonomi ve tarım alanlarındaki yenilikler takip etti. Arkasından maliye işlerine el atıldı ve köklü bir vergi reformu yapılarak öşür ve zekât yerine tek tip vergi getirildi; ayrıca vergiden muaf olan şerifler, şeyhler ve kāidler de mükellefler arasına alındı. Ancak vergi reformuna rağmen devlet gelirlerinin arttırılamaması, özellikle sultanların aşırı harcamaları halk arasında hoşnutsuzluğa yol açtı; hatta Vücde şehri yakınlarında Cilâlî b. İdrîs ez-Zerhûnî’nin (Bû Hamâre) başlattığı isyan sultanı zor durumda bıraktı.

    Yayılmacı ve sömürgeci politikaları sebebiyle dünyanın pek çok bölgesinde çatışma halinde bulunan İngiltere ve Fransa’nın Fas üzerindeki nüfuz yarışı XX. yüzyılın başında imzalanan bir antlaşma ile (8 Nisan 1904) çözümlendi. Fransa, 1882’de Mısır’a yerleşen İngiltere’yi burada serbest bırakarak Fas’ta rahat hareket edebilme imkânına kavuştu. Entente Cordiale adı verilen bu antlaşmayla iki devlet sömürge bölgelerindeki anlaşmazlıklarına son verirken henüz sömürgeleştirilmemiş olan Fas’ın durumuna da açıklık getirdiler. Bu arada Fas üzerinde emelleri olan İspanya’ya da 3 Ekim 1904 tarihli Fransa-İspanya antlaşmasıyla Akdeniz kıyısındaki Sebte ve Tıtvân bırakıldı. Fransa’nın Entente Cordiale’i yürürlüğe koymak için harekete geçmesi üzerine Almanya’nın karşı atağa kalkması birinci Fas buhranının ortaya çıkmasına sebep oldu. Fransa Kasım 1904’ten itibaren sultan üzerindeki baskılarını arttırarak onu Fas ordusundaki subayların Fransız subaylarınca yetiştirilmesi ve maliyenin Fransa tarafından kontrol edilmesi için sıkıştırmaya başladı. Fransa’nın bu politikasına karşı çıkan Alman İmparatoru II. Wilhelm 31 Mart 1905’te Tanca’yı ziyaret ederek sultana destek verdi ve buna güvenen sultan da Fransa’nın isteklerine karşı direnerek meselenin milletlerarası bir konferansta ele alınmasını savundu. Ancak konferansın toplanmasını çaresiz olarak kabul eden Fransa, on üç ülkeden (Fransa, İngiltere, Almanya, Fas, Avusturya-Macaristan, Belçika, İspanya, Amerika Birleşik Devletleri, İtalya, Rusya, Portekiz, Hollanda, İsveç) gelen temsilcilerin iştirakiyle İspanya’nın Algeciras (Cezîretülhadrâ) şehrinde toplanan konferansta büyük bir zafer kazandı (Ocak 1906). Almanya’nın yalnız kaldığı konferansın sonunda sultanın hâkimiyeti, Fas’ın toprak bütünlüğü ve ülkede ticaretin serbestiyeti prensipleri kabul edildi ve imzalanan Fas’ın idaresinin, maliyesinin ve gümrüklerinin düzenlendiği 123 maddelik antlaşma ile Fas’ta güvenlik ve barışın korunması görevi Fransa’ya verildi. Bu konferansta Fas’ın belli bir devletin hâkimiyeti altında kalması önlenmişse de Fransa’ya verilen imtiyazlar ülkenin bağımsızlığını giderek tehlikeye sokmuştur. Bir bakıma kapitülasyonlar demek olan Algeciras Antlaşması’nın maddelerini kabul etmek zorunda bırakılan sultan, ülkesinin hızla Fransa ve İspanya’nın nüfuzu altına girmesine engel olamadı. Özellikle polis teşkilâtında Fransız görevlilerin çalıştırılması ülke içinde karışıklıklara sebep oldu ve bu karışıklıklar dış güçlerin askerî müdahalelerine zemin hazırladı. Bir Fransız doktorunun öldürülmesini (19 Mart 1907) fırsat bilen Fransa olaydan birkaç gün sonra Vücde şehrini işgal etti; ardından da Dârülbeyzâ’da başlayan karışıklıkların bastırılması için savaş gemileri göndererek karaya 3000 asker çıkardı. İspanya da benzer bahanelerle 1908’de Melîle’ye (Melilla) ve komşu bölgelere müdahale ederek askerî bakımdan önemli gördüğü yerleri işgal etti.

    Öteden beri kardeşi Sultan Abdülazîz’in tutumunu beğenmeyen Merakeş Valisi Abdülhafîz’in 1907 Ağustosunda baş kaldırması üzerine öldürüleceğinden korkan Abdülazîz Rabat’a giderek Fransız himayesine sığındı. Nisan 1907’den itibaren Dârülbeyzâ civarında bulunan Fransızlar güneye doğru yayılarak Sittat, Binahmed, Bûşirûn ve Ezemmûr gibi yerleri ele geçirip oralarda kontrol noktaları tesis ettiler. Mevlây Abdülazîz, Temmuz 1908’de Sittat bölgesindeki kabilelerin de ayaklanması karşısında çaresiz kaldı ve yine Fransızlar’ın yardımıyla kurtulabildi; arkasından da sultanlıktan ayrılarak Tanca’ya gidip oraya yerleşti.

    Mevlây Abdülazîz’in yerine geçen kardeşi Abdülhafîz’in dış devletler tarafından tanınması önemli bir mesele oldu ve ancak Algeciras Antlaşması ile kendisinden önceki sultanlar tarafından imzalanan diğer antlaşmaları kabul ettiğine dair teminat verdikten sonra tanınabildi; Almanya ise onu hemen tanıdığını açıkladı. 1911 yılında Fas, Fransa ile Almanya arasında yeni bir buhranın ortaya çıkmasına yol açtı. Ülkesinde otorite kurmakta zorlanan Mevlây Abdülhafîz yönetimine karşı ayaklanan bazı Arap ve Berberî kabilelerin başşehre kadar ilerlemeleri üzerine ülkenin iç durumu iyice karıştı. Bu fırsatı değerlendirerek Algeciras Antlaşması’nın verdiği hakkı kullanan Fransa yabancıların hayatını koruma bahanesiyle Fas’a asker çıkardı ve sultanı isyancılardan kurtardıktan sonra bazı şehirleri de işgal etti (Nisan 1911). Bunun ardından İspanya da benzer bir bahaneyle Haziran 1911’de ülkenin kuzeyine asker soktu ve Lahsen ile el-Kasr’a girdi. Bu gelişmeler karşısında Fas’ın Fransa ile İspanya arasında paylaşılmasına karşı çıkan Almanya’nın Agādîr Limanı’na savaş gemisi göndermesiyle (1 Temmuz 1911) bir anda çatışma tehlikesi belirdi. Dört ay devam eden görüşmeler sonunda 4 Kasım 1911’de imzalanan antlaşmaya göre Almanya, Fransa’nın Kongo topraklarından verdiği 275.000 km2’lik bir arazi karşılığında Fas ile ilgisini tamamen keserek Fransa’yı burada serbest bıraktı. Böylece Agādîr buhranı barışçı bir yolla son bulurken Fas için yeni bir dönem başlamış oldu.

    Alman desteğini kaybettikten sonra Fransız ve İspanyollar’ın karşısında tamamen çaresiz duruma düşen Sultan Abdülhafîz, 30 Mart 1912 tarihinde Fransa’nın ülkesi üzerindeki himayesini kabul eden antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı. Himaye antlaşmasıyla sultanın içerideki hâkimiyeti kabul ediliyor, ancak Fas’ın menfaatlerinin yurt dışında Fransız elçilik ve konsolosluklarınca korunacağı, ayrıca ülkede idarî, adlî, malî ve askerî ıslahat yapılacağı hükme bağlanıyordu. Fransız himayesi dışında kalan İspanya’nın nüfuzundaki bölgeler ise ayrı bir antlaşma ile bu devletin himayesine verildi. Diğer taraftan önemli bir ticaret ve ulaşım merkezi olan Tanca şehri ve civarına da milletlerarası bir statü getirildi. Böylece uzun süredir bağımsız kalmayı başaran Fas, XX. yüzyılın başında kuzey, güneybatı ve İfni bölgeleri İspanya’nın, diğer kısımları Fransa’nın hâkimiyetinde kalacak şekilde iki devlet arasında paylaşılarak sömürgeleştirilmiş oldu. Himaye idaresinin kurulmasından sonra sultan kukla durumuna düştü ve gerçek iktidar Fransız genel valisi ile İspanyol yüksek komiserinin eline geçti. Bununla birlikte sömürgeciler dağlık bölgelerdeki halka boyun eğdirmede çok zorlanmışlar ve buralarda başlayan silâhlı mücadele uzun zaman devam etmiştir. Sultan Abdülhafîz’in teslimiyetçi politikasına karşı çıkan askerler 17 Mayıs 1912’de Fas şehrinde ayaklandılarsa da Fransızlar müdahale ederek şehre hâkim oldular; arkasından da Abdülhafîz’in tahttan çekilmesini ve yerine kendileriyle iş birliğine daha yakın buldukları kardeşi Mevlây Yûsuf’un geçmesini sağladılar.

    Himaye idaresi döneminde ülkede reformların gerçekleştirilebilmesi için sultanla şeriflerin otoriteleri güçlendirildi ve İslâmî hayatın yaşanması serbest bırakıldı; arkasından da ülkede idarî, adlî, iktisadî ve askerî alanlarda çeşitli reformlar yapıldı. Bu arada idareye karşı mücadele halinde bulunan yerleşik halk ve göçebe kabilelerin merkezî yönetime bağlılıklarının sağlanabilmesi için büyük çaba harcandı ve I. Dünya Savaşı’ndan önce özellikle Fas, Miknâs, Merakeş gibi şehirlerin civarında başarı kazanıldı. 1914’ten itibaren idarenin iç bölgelerle ilgilenememesinden faydalanan direnişçiler mücadelelerini sürdürdüler; savaş bittiğinde Atlas dağlarının orta kesimlerinde Fransız himayesini ve iş birlikçilerin yönetimini kabul etmeyen birçok yer vardı. 1924’e kadar Fransızlar’ın desteğiyle devam ettirilen çarpışmalar sonunda, Rif bölgesi hariç ülkenin ekonomik ve stratejik yönden önem taşıyan hemen hemen bütün kesimleri merkezî otoriteye bağlandı. Ancak I. Dünya Savaşı sırasında İspanyollar’a karşı silâhlı mücadele veren, babasının yerine Uriyagel (Vuryâgel) kabilesinin şeyhi olan Muhammed b. Abdülkerîm el-Hattâbî, 22 Haziran 1921 günü Annoual’da İspanyollar’ı büyük bir yenilgiye uğrattı ve arkasından İspanyol himayesindeki bölgenin önemli bir kısmını kurtararak bağımsızlığını ilân etti (19 Eylül 1921). Bunu takip eden birkaç yıl içinde Abdülkerîm el-Hattâbî’nin, Rif Cumhuriyeti adını verdiği devletin hâkimiyetini pekiştirdikten ve siyasî teşkilâtlanmasını sağladıktan sonra dışarıda da tanınması için çaba harcamaya başlaması üzerine durumdan tedirginlik duyan Fransa ile himayesindeki eski toprakları geri almaya çalışan İspanya güçlerini birleştirip Hattâbî’nin kuvvetlerini yendiler ve Abdülkerîm el-Hattâbî’yi esir alarak (21 Mayıs 1926) devletine son verdiler.

    1927’de ölen Mevlây Yûsuf’un yerine küçük oğlu Sîdî Muhammed, V. Muhammed unvanıyla sultanlığa getirildi ve 1930’lara doğru son direnişlerin de kırılmasıyla ülke tamamen dış güçlerin idaresine girmiş oldu. Daha sonraki yıllarda ülkede bir taraftan sindirme hareketleri sürdürülürken diğer taraftan idarî kademelerde yeni düzenlemeler yapıldı. Çeşitli krediler sağlanarak yol, liman, tren yolları gibi alt yapı çalışmalarına hız verildi ve kırk yılda Fas toprakları Afrika ticareti için Batılı iş adamlarına uygun bir hale getirildi; buna bağlı olarak da Avrupa ülkelerinden buralara göç edenlerin sayısı Fransız bölgesinde 350.000’e, İspanyol bölgesinde ise 100.000’e ulaştı.

    Sultan V. Muhammed’in yönetimi altında ülkedeki sömürge idaresine karşı bağımsızlık duyguları gelişti ve özellikle II. Dünya Savaşı sırasında güçlenen milliyetçilik akımı, Allâl el-Fâsî tarafından sultanın da desteklediği İstiklâl Partisi’nin kurulmasına (1944) zemin hazırladı. Arkasından parti ileri gelenleri Fas’ın bağımsızlığını gündeme getirdiler. Fransa buna şiddetle karşı çıkarak yapılan teklifleri reddettiyse de Amerika Birleşik Devletleri destek verdi ve bu destek milliyetçilik hareketini, özellikle de V. Muhammed’in durumunu, esasen II. Dünya Savaşı sırasında zayıflamış olan himaye idareleri karşısında güçlendirdi. Fransa’da savaştan sonra kurulan Dördüncü Cumhuriyet yönetimi sömürgelere ve himaye altındaki ülkelere karşı takip edilen politikalarda bazı olumlu değişiklikler yapmış, fakat buralara bağımsızlık verilmesi yönünde herhangi bir adım atmadığı gibi milliyetçilik akımlarını da hür dünyaya karşı yürütülen yıkıcı hareketler şeklinde göstermeye başlamıştı. Bu durumu reddeden V. Muhammed Fransız idaresine karşı tavır aldı ve bağımsızlık hareketinin başına geçti. Ancak daha sonra Fransızlar’ın kendisine karşı kışkırttıkları Berberîler’in baskısıyla İstiklâl Partisi ile olan ilişkilerini kesmek zorunda kaldı. 1952’de Mısır’da, İngiltere’nin hegemonyası altında bulunan krallık yönetimine son vererek yerine bağımsız bir cumhuriyet kuran Cemal Abdünnâsır’ın başarısı ve temsil ettiği fikirler Fas milliyetçilerine güç verdi. Aynı yıl sultanın, hâkimiyetin kendisine iadesi için Fransızlar’a yaptığı başvurunun reddedilmesi üzerine ülkede başlayan Fransız karşıtı gösteriler polisle çatışma noktasına geldi. Fransızlar, Berberi halkın yönetiminden memnun olmadığını ileri sürerek kendilerine zorluk çıkaran ve milliyetçileri destekleyen V. Muhammed’i, 20 Ağustos 1953’te önce Korsika’ya, daha sonra da Madagaskar’a sürgüne gönderdiler ve yerine Alevî ailesinden Sîdî Muhammed b. Arafe’yi getirdiler. Olay ülkede karışıklıklara yol açtı. Faslı milliyetçi liderler Kahire’de toplanarak Fransızlar’a karşı mücadele kararı aldılar; Mısır yönetimi de gerekli silâh ve bilgi yardımı yapacağına dair söz verdi. Kasım 1954’te Cezayir’de sömürge idaresine karşı başlayan ayaklanma Fransa’yı Faslı liderlerle uzlaşmak zorunda bıraktı. Görüşmeler sonunda V. Muhammed’in ülkesine dönmesine ve tekrar başa geçmesine izin verildi. 2 Mart 1956 tarihinde bağımsızlık antlaşması imzalandı; ardından İspanya da Fas’ın bağımsızlığını tanıyarak İfni, Sebte ve Melîle dışında kalan topraklarındaki himayesini kaldırdı (5 Nisan 1956). Ekim 1956’da Tanca’nın milletlerarası statüsüne son verildi; böylece Fransız ve İspanyol himayesindeki bölgelerle Tanca’nın Fas Devleti çatısı altında resmen birleşmesi üzerine kırk dört yıl devam eden sömürge idaresi İfni, Sebte ve Melîle dışında son bulmuş oldu. İfni 30 Haziran 1969’da Fas’a devredilirken Sebte ve Melîle’deki İspanyol sömürge yönetimi halen devam etmektedir. 12 Kasım 1956 tarihinde Birleşmiş Milletler teşkilâtına kabul edilen Fas için yeni bir dönem başladı. Sultan V. Muhammed Ağustos 1957’de kral (melik) unvanını aldı; 26 Şubat 1961’de vefat etmesi üzerine de tahta oğlu II. Hasan geçti.

    Aralık 1962’de kabul edilen anayasa ile şahsî ve siyasî hakları garanti altına alan bir monarşi kuruldu. Ülkeyi sömürge yönetiminden kurtarmada V. Muhammed ile birlikte çalışan ve ilk hükümetlerde görev alan İstiklâl Partisi Mayıs 1963 seçimlerinden önce parçalanarak muhalefete düştü. Seçimlerden sonra teşekkül eden iktidar muhalefeti ortadan kaldırmaya yöneldi. Mecliste iktidar yanlılarıyla muhalefet arasındaki sert tartışmaları bazı şehirlerdeki kanlı gösteriler takip etti. Bir millî birlik hükümeti kurma çabalarında başarı sağlayamayan II. Hasan meclisi dağıtarak (7 Haziran 1965) bütün yetkileri kendinde toplama yoluna gitti ve parlamenter kurumların tekrar kurulabilmesi için anayasanın kısmen değiştirilmesi gerektiğini açıkladı. Fas’ın yeni bir anayasaya kavuşması ancak 1 Mart 1972’de mümkün oldu. Halen yürürlükte bulunan bu anayasa öncekinden önemli oranda farklıdır. Bu anayasaya göre hem parlamenter rejime hem de başkanlık sistemine benzeyen siyasî yapı içerisinde milletin ve devletin temsilcisi olan kral geniş yetkilerle donatılmış ve yasama yetkisi altı yıl için seçilen üyelerden oluşan Meclisü’n-nüvvâb’a verilmiştir. Bu meclisin üçte iki üyesi genel ve eşit oyla halk tarafından, üçte biri ise mahallî idarelerin meclisleriyle meslek kuruluşlarınca seçilir.

    1963 yılında Fas ile Cezayir arasında silâhlı çatışma çıktı. Tinduf bölgesindeki bu çatışma Afrika Birliği Teşkilâtı’nın olaya müdahalesi ve aracılığı ile sona erdirildi (20 Şubat 1964). Benzer bir karışıklık da Moritanya sınırında ortaya çıktı; ancak kan dökülmeden her iki ülkenin temsilcileri tarafından kısa zamanda çözümlendi.

    1970’li yılların başından beri Fas’ın yönetimini meşgul eden en önemli konu hâlâ çözümlenememiş olan Batı Sahrâ meselesidir. İspanya’nın işgalindeki Batı Sahrâ Fas ile İspanya, Cezayir ve Moritanya devletleri arasında anlaşmazlığa ve zaman zaman silâhlı çatışmaya varan gerginliklere sebep olmuştur. 1970’te Moritanya, Cezayir ve Fas Batı Sahrâ’daki sömürge kuvvetlerinin burayı terketmesini istemiş, fakat bölgenin geleceği konusunda anlaşamamışlardı. 1974’te Lahey Milletlerarası Adalet Divanı’na intikal eden meseleye bir çözüm getirilemeyince II. Hasan hükümet ve kamuoyunun da desteğini alıp buranın Fas’a ilhak edilmesi için 350.000 kişilik bir grupla meşhur “yeşil yürüyüş”ü (el-mesîretü’l-hadrâ) gerçekleştirdi (6-9 Kasım 1975). Bunun ardından İspanya’nın Moritanya ve Fas’la anlaşarak Batı Sahrâ’dan çekilmesi ve burayı bu iki devlete bırakması, bölgenin bağımsızlığını savunan Cezayir’le ilişkilerin bozulmasına ve silâhlı çatışmaya girmelerine sebep oldu (geniş bilgi için bk. BATI SAHRÂ). 1976 yılı başlarında Cezayir ve Moritanya ile diplomatik ilişkilerini kesen Fas dışarıda Batı Sahrâ meselesiyle uğraşırken içeride işçilerin, kötü ekonomik gidişi protesto etmek ve ücret artışı talebinde bulunmak amacıyla düzenledikleri grev ve gösterilere sahne oldu. 1973’te hükümet bir kısım sanayi ve hizmet sektörünü devletleştirirken yabancıların elindeki toprakları da millileştirerek köylülere dağıttı. Ancak bu uygulama toprak sahiplerinin çoğunun Fransız olması sebebiyle Fransa ile ilişkilerin bozulmasına yol açtı.

    1965’te kral tarafından kapatılan meclis için yeni seçimler ancak Şubat 1977’de yapılabildi ve bu gelişme ülkeye bir yumuşama havası getirdi. II. Hasan’ın 1981’de Batı Sahrâ’nın geleceğinin belirlenmesi için referandum yapılması prensibini kabul etmesi meselesinin çözümüne katkıda bulunmadı ve Batı Sahrâ’nın bağımsızlığı için çalışan Polisario cephesinin sürgünde hükümetini kurduğu (1976, Cezayir) Sahrâ Arap Demokratik Cumhuriyeti’nin Afrika Birliği Teşkilâtı’na kabul edilmesi (Ocak 1982), Fas’ın bu teşkilâttan ayrılmasına kadar varan bir dizi gelişmeye sebep oldu. Fas yönetimi bölgede güçlü hale gelebilmek için Libya ile Arap Afrika Birliği adı altında bir konfederasyona gittiyse de (Ağustos 1984) bu girişim uzun ömürlü olmadı. Fas 29 Ağustos 1986’da konfederasyonu bozarak Cezayir ile Tunus’a Mağrib Birliği’nin kurulmasını önerdi ve bu yeni birlik Şubat 1989’da gerçekleştirildi. Merkezi Rabat’ta bulunan birliğin temel amacı, tek pazar haline gelecek olan Avrupa Topluluğu karşısında ortak tutum takınmak ve üyelerden birine yapılacak bir saldırının diğerlerine de yapılmış olduğunu kabul ederek ortak düşmana birlikte karşı koymak şeklinde belirlendi.

    1989’dan itibaren dünyada yaşanan yumuşama Fas’ı da etkiledi ve bu çerçevede birçok siyasî tutuklu serbest bırakıldı. Komşu ülkelerle ve Arap dünyasıyla iyi ilişkilerin geliştirilmesine önem verildi. Suriye ile 1986’da kesilmiş olan ilişkiler yeniden kurulurken Mısır’ın Arap Birliği ve İslâm Konferansı teşkilâtlarına geri dönmesi yönünde politika takip edildi. Cezayir’le 1972’de imzalanmış olan sınır antlaşması onaylanarak yürürlüğe kondu (1989). Fas, Körfez Savaşı (1991) sırasında Amerika Birleşik Devletleri’nin önderliğindeki koalisyon kuvvetlerine destek verdiyse de halkın bu politikayı protesto etmesi ve binlerce kişinin katıldığı çeşitli gösterilerin yapılması üzerine daha ılımlı bir yol takip etmek zorunda kaldı.

  • SUDAN

    Kapladığı alan bakımından Afrika’nın en büyük ülkelerindendir. Doğudan Kızıldeniz ve Etiyopya, güneyden Kenya, Uganda ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti, güneybatıdan Orta Afrika Cumhuriyeti, batıdan Çad, kuzeybatıdan Libya ve kuzeyden Mısır’la çevrilidir.

    Sudan büyük ölçüde ortalama yükseltisi 300-600 m. arasında değişen düzlüklerden meydana gelmektedir. Kuzeydoğusunda, batısında ve güneyinde ortalama 1000 m. yüksekliğindeki dağlar yer alır. Ülkenin en yüksek yeri güneyde Uganda sınırında bulunan Kinyeti dağıdır (3187 m.). Sudan için akarsu sisteminin % 77’sini toplayıp Akdeniz’e taşıyan Nil nehrinin büyük önemi vardır. Nehrin yukarı çığırını oluşturan Mavi Nil Etiyopya’dan, Beyaz Nil Uganda’dan gelir ve bunlar Hartum yakınlarında birleşir. Altı büyük çağlayanın dördü Hartum ile Mısır sınırı arasındadır. Ülkenin kuzeyini Nil’in ikiye ayırdığı çöl alanı teşkil eder. Bu alanın doğuda kalan yarısı Kızıldeniz kıyısına kadar uzanan Nûbe (Nübye) çölü olarak bilinir; batıda kalan kısmı ise Libya çölünün bir parçasını meydana getirmektedir.

    Yıllık ortalama sıcaklıklar en kuzeydeki Vâdiihalfa’da 26 °C, Hartum’da 30 °C ve güneydeki Cuba’da 27,5 °C dolayındadır. Çöllerde kışın sıcaklık 5 °C’nin altına düşmezken yazın 44 °C’nin üzerine çıkar. Kuzeydeki çöl bölgesinde 75 milimetreye ulaşmayan yağışlar güneye doğru gittikçe nisan-kasım döneminde yarı çöl alanında 75-300 ve savanlarda 300-1500 mm. arasında değişmekte, daha güneyde dağlık alanlarda ise 1500 milimetrenin üzerine çıkarak buralarda farklı iklim bölgeleri oluşturmaktadır. Ülkede yıllarca süren kuraklıklara ve bazı yıllarda büyük sellere yol açan düzensiz bir yağış rejimi görülmekte, bu sebeple büyük bir kısımda susuzluk problemi yaşanmaktadır. Veriler, yağıştaki azalmanın 1980’lerden itibaren daha büyük boyutlara ulaştığını göstermekte ve halen Sudan’ın en büyük çevre sorununu kuraklık teşkil etmektedir. İklim bakımından ortaya çıkan farklılıklara bağlı olarak kuzeyle güney arasında bitkiler de çok farklı biçimde gelişmiştir. Kuzeyde daha çok çöl formasyonu, güneyde tropikal ormanlar görülür. Bu iki uç arasında kademeli bir geçiş söz konusudur. Ülkenin hemen hemen ortasında bulunan Duveym’in kuzeyinde yağış miktarının azalması ve araya kurak bir dönemin girmesiyle savanlar tropikal ormanlara komşu olur; akarsuların yakınında genellikle galeri ormanları ortaya çıkar. Güneyde daha ziyade, yağışın miktarına göre içinde çok yıllık veya bir yıllık otsu bitkilerin yer aldığı ağaçlı savanlar yayılış gösterir. Onların güneyinde yağışın ve yükseltinin fazlalaştığı yerlerde tropikal ormanlar yaygındır ve bu ormanlar Sudan’ın ekonomisinde önemli bir paya sahiptir. Bunların dışında odun ve kereste üretiminin yanında Arap zamkı gibi ağaç ürünlerinin elde edildiği çeşitli plantasyonlar ekonomiye katkı sağlamaktadır. % 70’i kırsal kesimlerde yaşayan nüfusun % 52’sini Afrikalı zenciler, % 39’unu Araplar, % 6’sını kendi dillerini konuşan Kûşî kökenli Beceler ve % 3’ünü diğer uluslardan insanlar oluşturmaktadır. Müslümanların oranı % 70, hıristiyanların % 5 ve animistlerin % 25’tir.

    Sudan, zengin doğal kaynaklara sahip olmasına rağmen çatışmalar ve siyasî istikrarsızlık yüzünden bu kaynaklarından yeterince yararlanamamaktadır. Ülke ekonomisinde sınırlı bir tarım faaliyetiyle nisbeten gelişmiş bir hayvancılık söz konusudur. Toprakların sadece % 6,78’i sulanabilmekte ve toplam tarım yapılan alanlar % 10’u ancak bulmaktadır. Buna karşılık göçebe hayvancılık yaygındır (% 50’ye yakın). Orman alanları % 20 kadardır. Başlıca ihraç ürünleri sorgum (darı), pamuk, Arap zamkı, susam, yer fıstığı ve hayvan ürünleridir. Fakat genellikle tarımsal ürün ihraç edilmesine rağmen ülkede önemli ölçüde milletlerarası gıda yardımına ihtiyaç duyulmaktadır. En çok Mavi Nil ile Beyaz Nil arasındaki kesimde (Cezîre) yetiştirilen pamuk, lif uzunluğu bakımından kaliteli pamuk türlerindendir. Dünyada özellikle ilâç ve gıda sanayii bakımından aranan Arap zamkının yaklaşık % 80’i Sudan tarafından karşılanmaktadır. 1970’li yılların ortalarından itibaren petrol ihraç etmeye başlayan Sudan’ın en önemli yer altı zenginlikleri petrol ve doğal gaz olup sanayi büyük ölçüde petrolün işlenmesi üzerine kurulmuştur. Hartum, Port Sudan ve Ubeyyid’de petrol rafinerileri yer almakta ve merkezî bölgeden çıkarılan petrol bu güzergâhı izleyerek 815 kilometrelik bir boru hattı ile Kızıldeniz’e ulaşmaktadır. Doğal gaz kaynaklarından yeterince faydalanılamamaktadır. Gıda sanayii ve tekstil diğer sanayi kollarıdır. Yer altı zenginlikleri arasında demir, bakır, krom, çinko, tungsten, gümüş ve altın gibi maden rezervleri bulunmaktadır. Ülke hidroelektrik potansiyeli açısından zengindir. Ulaşım sistemi çeşitlilik göstermesine rağmen yeterli değildir. 5516 km. olan demir yolunun 4800 kilometresi dar hattır. 11.900 km. olan kara yollarının sadece üçte biri kaplanmış yoldur. Buna karşılık 5310 kilometrelik bir kara içi su yolu vardır. Hartum Havaalanı uluslararası uçuşlar için kullanılmakta, altmış dolayında da küçük uçakların inişine uygun pist bulunmaktadır.

    Sûdân sözlükte “siyah” anlamına gelen Arapça sûd kelimesinin çoğuludur. Müslüman coğrafyacılar, VIII. yüzyıldan itibaren Afrika’nın Atlas Okyanusu kıyısındaki Senegal ve Gambia’dan doğuda Habeşistan’ın batı sınırlarına kadar uzanan ve Büyük Sahrâ’nın güneyinde kalan İslâm’ın nüfuz ettiği geniş bölgeye Bilâdüssûdân adını vermişlerdir. Bugünkü Sudan Cumhuriyeti’nin toprakları bu geniş bölgenin doğu kısmını teşkil etmektedir. Bilâdüssûdan, Büyük Sahrâ ve Libya’nın güneyinde, batıda Atlas Okyanusu’ndan doğuda Habeşistan’ın batı sınırlarına kadar uzanan, güney sınırlarını yaklaşık 10° kuzey enleminin teşkil ettiği bölgedeki ülkelerin tamamını içine alır. Bilâdüssûdan, Atlas Okyanusu kıyısındaki Senegal ve Gambia’dan başlayıp Yukarı Volta ve Orta Nijer havzalarını kapsayan Batı Sudan, Çad gölü havzasını kapsayan Merkezî (Orta) Sudan, kuzey sınırlarını yukarı Nil havzasının oluşturduğu Doğu Sudan (Mısır Sudanı) olarak üç bölgeye ayrılmıştır. Fransız Sudanı bugünkü Mali, Nijer, Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti topraklarına, İngiliz-Mısır Sudanı günümüzdeki Sudan Cumhuriyeti topraklarına tekabül eder.

    Sudan Cumhuriyeti’nin sınırları son şeklini XIX. yüzyılın sonlarında Mısır hidivliği döneminde aldı. Buna göre Sudan kuzeyde Nûbe (Nübye) bölgesinden güneyde Büyük Göller bölgesine, doğuda Kızıldeniz sahilinden Dârfûr bölgesinin tamamı dahil olmak üzere batıda Çad sınırına kadar uzanıyordu. Afrika’nın iç bölgelerine yakınlığı, Nil nehri boyunca kuzey-güney ulaşımındaki konumu ve özellikle Kızıldeniz sahilindeki limanlarıyla Sudan her dönemde önem taşıdı. Eski Mısır devrinde başlayan kuzey-güney arasındaki münasebetlerle binlerce yıllık bir geçmişe sahiptir. Ülkenin kuzeydoğusunu teşkil eden Nûbe bölgesinin tarihi büyük ölçüde komşusu Mısır’ın tarihiyle paralellik gösterir. Nûbe, milâttan önce 3000’li yıllarla 1600’lü yıllar arasında Mısır hâkimiyeti altında kaldı. Tarihî kalıntılardan anlaşıldığına göre Aşağı Nûbe’ye milâttan önce 2300’lerde yerleşmeye başlayan siyahîler daha sonra bölgenin tamamına hâkim oldu ve kurdukları Kuş Devleti milâttan önce 1660-1575 yılları arasında Mısır’dan bağımsız olarak hüküm sürdü. Nûbe, I. Anemofis döneminde (m.ö. 1546-1526) tekrar Mısır’ın egemenliği altına girdi. Eski Mısır kültürünü benimsemiş olan Nûbeli kabile reisleri Mısır’ın zayıfladığı bir devirde Napata Kuş Krallığı’nı yeniden kurdular. 725-660 yılları arasında Mısır’ı da egemenlikleri altına aldılar. Mısır’ın milâttan önce 590’da Napata’ya saldırmasının ardından merkezini Nil üzerinde Hartum ile Atbara arasındaki Merâvi’ye (Meroe) taşıyan Kuş Krallığı önemli bir medeniyet oluşturdu. Romalılar milâttan önce 23 yılında bölgeye gelerek Napata’yı tahrip ettiler. Milâttan sonra IV. yüzyılın ortalarına kadar ayakta kalan Merâvi Kuş Devleti, Etiyopya’nın kuzeyindeki Aksum Krallığı’nın sürekli saldırıları sonunda 350 yılı civarında yıkıldı. Mısır etkisinin silinmeye başlamasıyla birlikte Kûşî kültürü giderek Afrika’ya özgü bir kimliğe dönüştü.

    Nûbeliler VI. yüzyılın başlarından itibaren Hıristiyanlığı kabul ettiler. İslâm’ın ilk döneminde bölgede Makarra (Makuria) ve Alve adlarını taşıyan iki hıristiyan devlet hüküm sürüyordu. Müslümanlar, Mısır’ın fethinden hemen sonra Nûbe topraklarına yöneldiler. Mısır Valisi Amr b. Âs tarafından gönderilen Ukbe b. Nâfi‘in Nûbe’ye kadar indiği, ancak ok atıcılığında mâhir olan Nûbeliler’in büyük direnciyle karşılaşınca bir anlaşma yaparak döndüğü kaydedilmektedir (20/641). Bundan yaklaşık on yıl sonra Mısır Valisi Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh, Nûbe üzerine yürüyüp bugün Sudan topraklarındaki Dongola’ya kadar ilerledi ve Makarra Krallığı ile bir antlaşma imzalayıp bu devleti vergiye bağladı (Ramazan 31 / Nisan-Mayıs 652). Daha ziyade ticarî ilişkileri esas alan bu antlaşmanın bir maddesi, Dongola’da inşa edilmiş olan mescidin korunması ve orada ibadet edenlere dokunulmamasıyla ilgilidir. Bu maddeden o sıralarda bölgede az sayıda müslüman bulunduğu veya o sırada yerleştirildiği anlaşılmaktadır. Antlaşmada müslüman tüccarlara Makarra ülkesinde ticaret serbestliği ve iki taraf vatandaşlarına sürekli kalmamak şartıyla karşılıklı gidiş geliş izni verilmesi müslümanlara bu ülkenin kapılarını açtı. Hişâm b. Abdülmelik döneminde benzeri bir antlaşma Nil ile Kızıldeniz arasında yaşayan Bece kabilesiyle yapıldı. Kaynaklarda Mısır fethinin ardından Cüheyne ve Rebîa’ya bağlı Arap kabilelerinin Bece ve Nûbe topraklarına doğru hicret etmeye başladıkları bildirilmektedir. Bu göç hareketi sayesinde Mısır’ın güneyindeki bölgede İslâmlaşma süreci başladı. Emevîler ve Abbâsîler zamanında devam eden göç hareketine rağmen Nûbe bölgesindeki İslâmlaşma süreci çok yavaş ilerledi. Birkaç asırda tamamlanan bu süreçte Arap kabilelerinin göçlerinin yanı sıra ticarî münasebetler ve tasavvufî hareketlerin önemli rolü oldu.

    Bölgede Emevîler döneminde kayda değer bir sıkıntı yaşanmadı. 819-822 yılları arasında “bakt” adlı vergiyi göndermeyen Nûbe ve Bece birliklerinin Mısır üzerine saldırıya geçmesi Abbâsî yönetimini çok uğraştırdı. Daha sonra Mısır’da kurulan müslüman hânedanlar zamanında çıkan karışıklıklar yüzünden Nûbe bölgesine seferler düzenlendi. Müslüman hükümdarlardan ilk defa Tolunoğlu Ahmed, Nûbeliler’den ordusuna asker aldı. Onun başlattığı bu uygulama Mısır’da hüküm süren diğer devletler tarafından sürdürüldü. Nitekim Fâtımî ordusunda yaklaşık 50.000 Sudanlı asker bulunuyordu. Sudanlı zenci askerlerin sayısının artması onlarla Türk asıllı askerler arasında çatışmaya dönüşen büyük bir rekabete yol açtı. Yenilen Sudanlılar Mısır’ın Saîd bölgesine kaçtılar. Nûbe kralıyla Yukarı Mısır’a kaçan Sudanlılar’ın birleşip isyan etmesi üzerine Selâhaddîn-i Eyyûbî ağabeyi Turan Şah’ı Nûbe’ye gönderdi. Turan Şah müstahkem Kasr-ı İbrîm’i ele geçirip Saint Mary Kilisesi’ni camiye çevirdi (568/1173). İki yıl sonra Kasr-ı İbrîm’deki garnizon geri çekilince hıristiyanlar tekrar bölgeye hâkim oldular. Nûbeliler’in Haçlı seferleri sırasında Haçlılar’ı destekledikleri, hatta IV. Haçlı Seferi esnasında (1204) bazı Nûbeliler’in İstanbul’a kadar giderek onlarla görüştükleri bilinmektedir.

    Memlükler döneminin başlarında Nûbeliler’in müslümanlara ait merkezlere saldırılar düzenlemesi üzerine I. Baybars tarafından Nûbe’ye gönderilen ordu Dongola Kralı David’i tahtından uzaklaştırdı. Baybars, İslâmiyet’i kabul etmiş olan Şikenda’yı kendisine bağlı bir vali olarak hüküm sürmesi şartıyla tahta çıkardı (674/1276). Muhammed b. Kalavun, Nûbe hükümdarının ödemesi gereken vergiyi yollamaması yüzünden Nûbe hânedanına mensup olup Mısır’a gelerek İslâmiyet’i kabul eden Abdullah Berşembû’nun emrine bir ordu vererek Nûbe tahtını ele geçirmesini sağladı (716/1316). Abdullah Berşembû bir süre sonra Kenzîler tarafından öldürülünce bölge Kenzîler’in eline geçti. Bunun üzerine gönderilen birlikler bölgede kontrolü sağladılar. Ancak Cüheyne kabilesinin çıkardığı isyanlar yüzünden istikrar tekrar bozuldu ve bağımsız şeyhlikler ortaya çıktı. Bu dönem, XVI. yüzyılın başlarında Sennâr’da kurulan Func Sultanlığı’nın bu şeyhliklerin büyük bir kısmını idaresi altına almasına kadar yaklaşık iki asır devam etti.

    Sudan’da Mavi Nil ile Beyaz Nil arasındaki bölgede yaşayan göçebe bir topluluk olan Funclar’ın reisi Amâre (Dûnkas), 1504 yılında daha önce Sudan’a göç etmiş bazı Arap kabilelerinin desteğini alarak Alve Krallığı’na karşı bağımsızlığını ilân etti. Bugünkü Hartum’un 273 km. güneyinde Sennâr şehrini kurup başşehir edindi. Amâre’nin İslâmiyet’i kabul etmesinin ardından bölgede İslâmiyet hızla yayıldı, Func müslümanları İslâm’ın Sudan’ın yanı sıra Habeşistan’da yayılmasında da büyük gayret gösterdiler. Hıristiyan Alve Devleti’nin yerine Func Sultanlığı’nın kurulması Müslümanlığın geniş kitleler arasında yayılmasını sağladı. Bölgedeki ilk İslâm devleti olan Func Sultanlığı XVI-XVII. yüzyıllar arasında bugünkü Sudan sınırları içinde büyük bir siyasî güç haline geldi. En parlak dönemini XVIII. yüzyılın ilk yarısında yaşayan sultanlığın sınırları o sırada doğuda Kızıldeniz, batıda Kordofan’a kadar uzanıyordu. Bu dönem İslâm’ın Sudan’ın iç bölgelerinde yayıldığı dönem oldu. XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren Abdellâb kabilesinin bazı kolları bulundukları bölgelerde bağımsızlıklarını ilân etmeye başladılar. Dongola Kralı Abdullah 1782’de ülkesindeki Func nüfuzuna son verdi. Func Sultanlığı ile Dongola Krallığı arasındaki mücadele 1820’de Sudan’ın Kavalalı Mehmed Ali Paşa tarafından ilhakına kadar sürdü.

    Func Sultanlığı’nın kuruluşuna rastlayan yıllarda Osmanlılar, Mısır’ı ve Nûbe’nin bir kısmını ele geçirmişlerdi. Bu fetihlerin ardından İslâmiyet’i tebliğ maksadıyla Sudan topraklarına birçok âlim gönderildi. Func sultanları bu âlimlere toprak tahsis edip çeşitli ihsanlarda bulundular; İslâm’ın öğretilmesi için birçok medrese yaptırdılar. Mısır ulemâsı ile çok iyi ilişkiler kurarak çok sayıda öğrencinin Ezher’e gitmesine zemin hazırladılar. Tahsil için Hicaz’a gidenler de oluyordu. Bu gelişmeler sonucunda Sennâr, Doğu ve Batı Sudan’ın ilim merkezi durumuna geldi, Hicazlı, Mısırlı ve Kuzey Afrikalı çok sayıda âlim ve mutasavvıfın İslâm’ı tebliğ ve irşad için buraya yönelmesi Func bölgesinin İslâmlaşma sürecini hızlandırdı. Böylece XVI. yüzyıldan itibaren Doğu Sudan’da Hıristiyanlık nüfuz kaybederken İslâmiyet hızla yayıldı. Bu süreçte mutasavvıfların büyük tesiri oldu. Onların gayretleriyle Sennâr’da birçok kişi Kādiriyye ve Şâzeliyye tarikatlarına girdi. Çok sayıda zâviye kuruldu. Şeyh Havicelî Abdurrahman el-Muhassî, Şâzeliyye tarikatının bu bölgedeki öncüsü oldu. Batı Afrikalı müslümanların hac seyahatleri genelde bugünkü Libya ve Mısır üzerinden yapılmaktaysa da bütün zorluğuna rağmen bazı hac kafilelerinin Sudan üzerinden Kızıldeniz sahiline gelmesi güzergâh üzerindeki yerlilerin İslâmlaşmasına büyük katkı sağladı. Öte yandan Func hâkimiyeti alanı dışındaki Aşağı Nûbe XVI. yüzyılın ortalarında Özdemir Paşa tarafından Osmanlı Mısırı’na dahil edildi. Bu bölgede kurulup 981’de (1573) Habeş eyaletine bağlanan İbrim sancağı eyalete yapılan her türlü sevkiyatta önemli bir rol üstlendi. Osmanlılar zamanında Dongola’ya yerleşen bazı Arap kabileleri ve Boşnak askerleri yerli kadınlarla evlenerek bölge halkının İslâmlaşmasında önemli rol oynadılar. Dongola halkının tamamı kısa süre sonra İslâm’a girdi.

    Bugünkü Sudan Cumhuriyeti’nin batı tarafındaki idarî bölgesi olan Dârfûr’a VII. yüzyıldan itibaren Nil nehri ve Büyük Sahrâ yollarıyla çeşitli kabileler geldi. Bölgeye ilk yerleşen ve ilk devlet kuran kabile olarak bilinen Dâcûlar XV. yüzyılın sonlarında iktidarı Tuncûrlar’a kaptırdı. Doğu Sudan’da Func Devleti’nin hüküm sürdüğü bu dönemde Dârfûr önemli ticaret yolları üzerinde bulunuyordu. Doğu Sudan ve Yukarı Mısır malları Dârfûr kervanlarıyla Orta Afrika’ya taşınıyordu. XVIII. yüzyılın ikinci yarısına kadar Dârfûr’un Trablusgarp’la ticarî bağlantısı vardı. XVII. yüzyılın sonlarında Fûrlar, Süleyman Solonc’un liderliğinde hâkimiyeti Tuncûrlar’ın elinden alarak Dârfûr’da güçlü bir devlet kurdular. Bazı kaynaklarda Fûr dilinde Solonca kelimesinin “Arap” anlamını taşımasına dayanılarak bu hânedanın Arap asıllı olduğu ileri sürülmektedir. Sultan Süleyman Solonc’dan (1695-1715) sonra aynı aileden on kişi iktidara geldi. Dârfûr, Hidiv İsmâil Paşa döneminde Osmanlı-Mısır Sudanı’na ilhak edildi ve savaşta yenik düşen son Dârfûr Sultanı İbrâhim öldürüldü (1874). Bölgede Osmanlı-Mısır hâkimiyeti süresince karışıklık çıktı. Bölgenin Mısır hidivleri tarafından ilhakına kadar geçen dönemde Dârfûr sultanlarının Bâbıâli ile yazışmalarda bulundukları ve Abdülmecid ile Abdülaziz’in bunlara hükümdarlıklarını tasdik eden fermanlar gönderdikleri bilinmektedir.

    Sudan, XIX. yüzyılın sonlarında mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkan Muhammed Ahmed el-Mehdî’nin isyanına sahne oldu. Kordofan ve Cibâlünnûbe’ye seyahate çıkarak güvendiği kimselere davetini açıkladıktan sonra merkez edindiği Ebâ adasına dönen Muhammed Ahmed gönderdiği mektuplarla şeyhlerin ve âlimlerin kendisine tâbi olmasını istedi. Sudan genel valisi Mehmed Rauf Paşa’nın mehdîlik iddiasından vazgeçmesi için yaptığı teklifi reddederek üzerine gönderilen Osmanlı birliklerini yenilgiye uğrattı. “Ensar” adını verdiği taraftarlarıyla önce Nûbe dağına, ardından Kadîr dağına gitti. Fâşûdâ Valisi Râşid Eymen kumandasındaki Osmanlı birliğini de bozguna uğratıp gücünü arttırdı. Bu başarıları mensupları arasında gerçek mehdî oluşunun delili kabul edildi. Üzerlerine gönderilen yeni Osmanlı-Mısır kuvvetlerini de bozguna uğratan Mehdî’ye bağlı güçler Kordofan’ın kuzeyini ele geçirdiler. Eyalet merkezi Ubeyyid’e doğru ilerledikleri sırada Mısır kuvvetlerinin üstün ateş gücü karşısında büyük kayıp vermelerine rağmen mücadeleyi sürdürdüler.

    Bu sırada Mısır’ı işgal eden İngilizler Ekim 1882’de Hartum’a kuvvet sevkettiler. William Hicks kumandasındaki İngiliz-Mısır kuvvetlerine karşı büyük bir zafer kazanan Mehdî, Ubeyyid’e girdi (19 Ocak 1883). Dârfûr ve Bahrülgazâl Aralık 1883 ve Nisan 1884’te Mehdî kuvvetlerine teslim edildi. 26 Ocak 1885’te Hartum’a giren ve büyük camide kılınan cuma namazında bizzat imamlık görevini yerine getiren Muhammed Ahmed el-Mehdî böylece Kızıldeniz’den Dârfûr’a, Dongola’dan Bahrülgazâl’e kadar Mısır Sudanı’nın başlıca vilâyetlerine hâkim oldu. Kurduğu devlet, İngiliz-Mısır kuvvetlerinin büyük askerî harekâtına rağmen 1899 yılına kadar ayakta kalmayı başardı. 19 Ocak 1899’da Sudan’da yönetimin çerçevesini oluşturan bir antlaşmanın imzalanmasıyla Sudan’ın kontrolü fiilen İngiltere’nin eline geçmiş oldu. Bâbıâli, hâkimiyet hakları ihlâl edildiği için bu antlaşmaya şiddetle karşı çıktıysa da bir netice alınamadı. Muhammed Ahmed el-Mehdî devletinin ortadan kalkmasının ardından Dârfûr’un önceki sultanlarından Muhammed Fazl’ın torunu Ali Dînâr, Dârfûr Sultanlığı’nı yeniden kurmayı başardı. Diplomatik bakımdan daha çok İngilizler’e tâbi olan ve onlara yıllık vergi ödeyen Ali Dînâr iç işlerinde serbest olarak hüküm sürdü. Ancak I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ne yaklaşıp Bâbıâli ile samimi ilişkiler içine girmesi üzerine İngiliz kuvvetleri tarafından 6 Kasım 1916’da öldürüldü. Bir süre sonra Dârfûr toprakları bir eyalet halinde İngiliz Sudanı’na bağlandı.

    Osmanlı Dönemi. Osmanlı Devleti’nin bugünkü Sudan topraklarının özellikle Kızıldeniz sahilinde uzanan kısmına ilgi duyması XVI. yüzyılın ilk yarısına rastlar. Hadım Süleyman Paşa’nın Yemen seferi dönüşünde Kuseyr Limanı’na asker çıkarmasıyla Kızıldeniz kıyılarının ve girişinin emniyeti sağlanmaya çalışıldı. Memlük beylerinden iken Osmanlı hizmetine giren Özdemir Bey çevrede bulunan yerlerin alınması için görevlendirildi. Bazı Arap kabilelerini itaat altına alan Özdemir Bey, İbrim ve Der kaleleriyle Mağrak ve Say şehirlerini ele geçirdi, Say’da bir kale inşa ettirdi. Func Sultanlığı sınırları içinde Sevâkin adıyla bir sancak kurarak burayı Mısır’a bağladı. Daha sonraki yıllarda bölgede kabilelerin zaman zaman çıkardığı isyanları bastırmak için Mısır beylerbeyi yetkili kılındı.

    Yemen beylerbeyiliğine getirilen Özdemir Paşa, 961’de (1554) Habeş seraskerliğine tayin edilince 5 Temmuz 1555 tarihinde Habeş eyaletini kurdu ve önce Sudan’ın Kızıldeniz sahilindeki Sevâkin adasını eyalet merkezi yaptı. XVI. yüzyıl içinde buraya bağlı sekiz sancak bulunmaktaydı. 1557’de alınan, günümüzde Eritre Devleti sınırları içindeki Masavva‘ bu eyaletin ikinci merkezi olunca Sevâkin buraya bağlı bir sancağa dönüştürüldü. Ardından bugünkü Etiyopya’yı içine alan Habeşistan’ı fetheden Özdemir Paşa 1560’ta buradaki Debârvâ’da vefat etti, daha sonra kabri Masavva‘da yapılan türbeye nakledildi. Yerine geçen oğlu Osman Paşa babasının ölümü üzerine kaybedilen toprakları geri aldı ve bölgede Osmanlı idaresini tekrar kurdu. XVII. yüzyılda beylerbeyilik merkezi Sevâkin’e taşındı. Devletin buraya tayin ettiği en üst rütbedeki idareciler genelde Mısır’da daha önce sancak beyliği görevi yapmış olanlar arasından seçilmekteydi. İstanbul’daki kapıcıbaşılardan tayin edilenler de oluyordu. Her üç yılda bir değişen beylerbeyileri bu eyaleti sâlyâne ile yönetiyordu. XVIII. yüzyılın başından itibaren bu eyalet Cidde sancağıyla birlikte idare edilmeye başlandı. Osmanlılar ayrıca Kızıldeniz sahilinde Sevâkin, Masavva‘ ve Debârvâ’da üç kale inşa ettirdiler.

    Buradaki idarî yapı merkezden gönderilen idareciler yerine yerlilerin ileri gelenlerine teslim edilirken mevcut memur ve askerler de yerli kadınlarla evlenerek yeni bir neslin doğmasına vesile oldular. Eyalet, 1701 yılı öncesi Cidde sancak beyliği ve Mekke şeyhülharemliğiyle birlikte tevcih edilirken bu tarihten sonra Rumeli beylerbeyi pâyesiyle Cidde sancağı mutasarrıfı olan Mekke şeyhülharemliği tarafından yönetildi. 1756-1792 yılları arasında vezir rütbesinde yirmi dokuz beylerbeyi buraya gönderildi. Son dönemlerinde tayin edilen beylerbeyileri Masavva‘ ve Sevâkin’de oturmayıp yerlerine mütesellimler yolluyorlardı. Memurların ahali üzerinde nüfuzları azalınca yerlerine genelde yerli kadınlardan doğan yeni nesil arasından seçilen nâibler getiriliyordu. Habeş eyaletinin daha sonraki yıllarda Necid, Mekke, Cidde ve Medine olmak üzere dört livâya ayrıldığı ve bunlardan Afrika kıyısında sadece Cidde livâsına bağlı Masavva‘ ve Sevâkin kaymakamlıkları bulunduğu anlaşılmaktadır. Sudan ahalisinin Mâlikî mezhebine bağlı olmasına rağmen bu ülkede asırlarca devam eden Osmanlı idaresinin etkisiyle şer‘î mahkemelerde Hanefî fıkhı yaygındı.

    Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve oğulları, Osmanlı Devleti adına bugünkü Sudan’ın idaresini 1821-1882 yılları arasında kendilerine verilen en üst yetkilerle ele geçirdiler. Onların yönetimindeki bu döneme genel Sudan tarihi içinde “Türkiye” adı verilmektedir. Burada görev yapan memurlar Mısır hükümeti tarafından tayin ediliyor ve içlerinde Türk asıllılar olduğu gibi Avrupalılar’dan da görevliler bulunuyordu. Türkiye dönemi modern Sudan Devleti’nin şekillendiği, millî kimliğin oluştuğu, yabancıların idaresine karşı direnişlerin başladığı dönemdir. İlk defa 1821’de Kavalalı Mehmed Ali Paşa altın ve zümrüt yataklarına sahip olmak, Nil’in kaynaklarından daha fazla istifade etmek, Sudanlı askerleri orduda görevlendirmek, bölgeye sığınan son Memlük kalıntılarını etkisiz kılmak için Dongola ve Func bölgelerine büyük bir ordu yolladı. Son Func sultanı Bâdî 1821 Haziranında Mısır ordusuna boyun eğmek zorunda kaldı. Ardından Kordofan ele geçirildi. Ancak Dârfûr Sultanlığı üzerinde hâkimiyet kurulamadı. Yeni idare Sudan’a ilk defa bölgeler arası bir devlet bürokrasisinin yerleşmesini sağladı. Ziraatta pamuk ekimi başlatıldı. 1826 yılına kadar Sudan’a giren Mısır birliklerinin başında bulunan kumandanlardan Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İsmâil Kâmil Paşa, damadı Mehmed Hüsrev Bey, Osman Bey ve Mehhû Bey Urfalı burayı yönetti. Onlardan sonra en üst seviyede idare edenlere hükümdar denmeye başlandı ve bunların ilki Ali Hurşid Paşa oldu (1826-1838). Osmanlı Mısırı’nın idaresindeki Sudan’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın damadı olan Ahmed Paşa Ebû Vidan’ın idareciliği döneminde (1839-1844) önemli gelişmeler yaşandı. Türk denizcisi Sâlim Kaptan yönetiminde, 1839-1842 yılları arasında güneydeki Cuba yerleşim yeri yakınındaki Bari bölgesine doğru Nil üzerinden üç defa gemilerle sefer düzenlendi. 1841’de Sudan bir fermanla Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya tevdi edildi ve paşa artık Nûbe, Sennâr, Kordofan ve Dârfûr eyaletlerinin valisi olarak kabul edilmeye başlandı. Sudan’da Mısır adına hükümdarlıkla birlikte kumandanlık yapan üçüncü kişi Ahmed Paşa el-Meniklî (1844-1845), ardından sırasıyla Hâlid Paşa, Abdüllatif Paşa, Rüstem Paşa, İsmâil Paşa Ebû Cebel, Selim Paşa, Ali Paşa Sırrî el-Arnaûtî, Çerkez Ali Paşa, Erâkıl Bey el-Ermenî, Hasan Bey Selâme, Mehmed Bey Râsih, Mûsâ Paşa Hamdi, Ömer Bey Fahri, Câfer Paşa Sâdık, Câfer Paşa Mazhar, Ahmed Mümtaz Paşa, Edhem Paşa el-Ârifî, İsmâil Paşa Eyyûb, İngiliz Charles George Gordon Paşa ve Mehmed Rauf Paşa (1879-1882) oldu. Sudan’daki Türkiye dönemi Muhammed Ahmed el-Mehdî’nin 1881’de başlattığı hareketle 1885 yılında tamamen yıkıldı.

    Kızıldeniz sahili ve Somali’ye kadar uzanan sahillerle iç bölgeler, Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve onun soyundan gelenler zamanında Masavva‘ ve Sevâkin muhafızlıklarıyla on bir müdürlüğe ayrılmıştı. Bunlar Hartum, Dongola, Berberâ, Tâkâ, Sennâr, Bahrülebyâz, Bâlâyınil, Kordofan, Dârfûr, Bahrülgazâl ve Harar idi. Sudan’ın başşehri olan Hartum, Mavi Nil ile Beyaz Nil’in birleştiği noktada bulunan Halfaya şehrinin yerine Kavalalı Mehmed Ali Paşa tarafından 1823 yılında kuruldu. 1882’de İngiltere Mısır’ı işgal edince burada İngiliz valileri görev almaya başladı. İngilizler, müslümanların baş kaldırıları sonucu Sudan’ı terketmek zorunda kaldılarsa da Hartum’u bırakmak istemediler. Fakat Muhammed Ahmed el-Mehdî hareketi sonucu 1885’te Hartum Mehdî’ye bağlı güçlerin eline geçti. Mısır buradaki memurlarını ve askerlerini çekti. Ancak Alman asıllı Emin Paşa, Sudan’ın güneyindeki Hattıistivâ eyaleti valiliğini 1889 yılına kadar Mısır adına sürdürdü; fakat kendisine gerekli yardım yapılmadığından bulunduğu yeri terketmek zorunda kaldı.

    1885’ten Bugüne Sudan. Sudan’da ortaya çıkan ve Osmanlı-Mısır idaresini sona erdiren Muhammed Ahmed el-Mehdî hareketinin lideri Muhammed Ahmed b. Abdullah’tır. Muhammed Şerîf Nûrüddâim’in öğrencisi olan ve Semmâniyye tarikatına intisap eden Muhammed Ahmed kendisini mehdî ilân ederek Sudan’daki Türkiye dönemini yıkmak için mücadele başlattı. Mısır’ın onu durdurma girişimleri sonuçsuz kaldı. 1885’te Hartum ve ülkenin kuzeyinin büyük bir kısmı Mehdî’nin eline geçti. Burada İslâm’ın ilk dönemine uygun bir devlet kurduysa da kendisi aynı yıl vefat etti ve yerini Abdullah et-Teâyişî aldı. Mehdî Devleti adıyla bilinen idare batıda Fransa, kuzeyde İngiltere, güneydoğuda İtalya ve güneybatıda Belçika gibi güçlü sömürge devletlerinin kontrolündeki bölgelerin arasında kaldı. Mehdî Devleti yaklaşık on beş yıl idareyi elinde tuttu. İngilizler, Hartum’un düşüşünü ve özellikle genel valileri Gordon Paşa’nın öldürülmesini Sudan’ın tamamının işgali için bir fırsat olarak değerlendirdiler. Sudan’ı Mehdî taraftarlarına bırakmaya niyetli olmayan İngilizler, Mısırlı ve Sudanlı askerlere kumanda eden Horatio Herbert Kitchner’i Abdullah et-Teâyişî’nin üzerine sevkettiler. 2 Eylül 1898 tarihinde Kerkeri savaşında Teâyişî büyük bir yenilgiye uğradı ve Mehdî Devleti yıkıldı. Kahire’de İngiltere adına en üst yetkili olarak bulunan Lord Cromer, Sudan’da Mısırlılar’ın nüfuzunu göz önünde bulundurarak 19 Ocak 1899’da “condominium” (iki devletin ortak hâkimiyeti) adı verilen yeni bir idare başlattı. Yeni dönemde iktidar, İngiltere tarafından belirlenen ve Mısır hidivi tarafından zorunlu olarak tayin edilen genel valilerin elinde kaldı. Toplam on İngiliz devlet adamının genel valilik yaptığı bu dönem 1956 yılına kadar sürdü. Baronluk unvanı alan, İngiltere’nin bu ikinci döneminin ilk valisi Kitchner, Sudan’da Muhammed Ahmed el-Mehdî birliklerinin kendisini bozguna uğratmasının ardından fazla kalmadı. Yerine Francis Reginald Wingate geçti ve 1899-1916 yılları arasında burada kalarak İngiliz sömürgeciliğini Sudan’a gerçek anlamda yerleştirdi.

    I. Dünya Savaşı ortak hâkimiyet yönetiminde bazı değişiklikleri beraberinde getirdi. Henüz savaşın başında Osmanlı Devleti’nin cihad çağrısının Mısır ve Sudan’da etkili olmaması için sert tedbirler alındı. Sudan savaş döneminde bir askerî üs haline getirildi. İngilizler, bu döneme kadar göz ardı edilen ulemâ sınıfına özel ilgi göstermenin yanında şeyhlerden kendilerine tepki göstermeyenlere ve bilhassa mehdîliğin başında bulunan Muhammed Ahmed el-Mehdî’nin oğlu Abdurrahman el-Mehdî’ye karşı yumuşak bir tavır sergiledi. Diğer taraftan İngilizler’in en sert muhaliflerinden olan ve genelde Trablusgarp vilâyeti üzerinden yardım alan, bazan da Hicaz’a gönderdiği adamları vasıtasıyla Osmanlı Devleti ile münasebetlerini sürdüren Dârfûr Sultanı Ali Dînâr, idarî merkezi Fâşir’de 1916’da yapılan savaşta öldürülerek toprakları 1874’te olduğu gibi tekrar Sudan sömürgesine katıldı.

    1920’ye kadar ortak yönetim en geniş anlamıyla İngilizler’in elinde kalırken giderler Mısır tarafından finanse edildi. Üst yönetim İngiliz subayları ve sivil memurlara bırakıldı. İcra görevleri ise Mısırlı, Suriyeli ve yabancılarla yakın münasebet kuran kuzeyli Sudanlılar’a verildi. Ortak hâkimiyet devrinde Vâdîhalfâ ile Hartum ve Cezîre ile Ubeyyid arasında demir yolu, Kızıldeniz sahilinde Port Said Limanı inşa edildi. Mısır hidivliği kendi yönetiminin sadece kâğıt üzerinde kalmasından rahatsızdı ve Sudan üzerinde azalan etkisini arttırmak istiyordu. 1936 yılında eski etkinliğini arttırma siyasetinin bir sonucu olarak bir miktar Mısır askeri Sudan’a tekrar girdi. İngilizler, laik eğitimle yetiştirdikleri gençlerin 1938’de diplomalılar genel kongresi düzenlemesine müsaade ettiler. İngilizler’in Abdurrahman el-Mehdî ile gelişen münasebetleri ve kendisine şövalyelik verilmesi Sudan’da halkın Muhammed Ahmed el-Mehdî hareketine tepki duymasına ve kısmen kendisinden soğumasına sebep oldu. 1920’li yıllardan itibaren sömürge idaresinden aldığı bazı imtiyazlarla giderek zenginleşmesi, genelde Mısır hidivliği tarafından desteklenen Mîrganiyye’nin lideri Ali el-Mîrganî ile 1930’lu yıllarda açık rekabete girmesi olumsuz etki bırakmaktaydı.

    II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Sudan’da bağımsızlık hareketleri kendini göstermeye başladı. Yeni siyasî partiler kurulurken bu ülkedeki İngiliz-Mısır ortak hâkimiyeti giderek zayıfladı ve iki ülke arasında 1945’te yeni bir antlaşma yapılarak Mısır’ın Sudan üzerindeki hakları yeniden tanındı. Ancak hem Sudan’daki İngiliz memurlar hem bağımsızlık taraftarı Sudanlılar bu antlaşmadan rahatsız oldular. Mehdî ailesi de Mısır’ın nüfuzunun artmasını istemiyordu. Abdurrahman el-Mehdî, Fas ve Libya’da olduğu gibi kendi hâkimiyetinde kurulacak bir hânedan devletinin başına geçme siyaseti güdüyordu. Sudan sömürgesinde 1948’de bir yasama meclisi ve İngiliz valisinin tayin ettiği on iki üyeli bir icra konseyi kuruldu. İsmâil el-Ezherî ve Ali el-Mîrganî gibi Mısır ile birlikte hareket etme taraftarları ortak tavır belirlediler. 1952’de Mısır’da hidiv ailesine karşı yapılan devrim Sudan’ı da etkiledi. 1953’te İngiltere Mısır ile anlaşarak Sudan’a üç yıl içinde kendi geleceğini belirleme hakkı tanıdı ve parlamento için seçim yapılmasına karar verildi. 25 Kasım 1953’teki seçimlerden Ali el-Mîrganî’nin Demokratik Birlik Partisi ile iş birliği yapan İsmâil el-Ezherî galip çıktı.

    1955 yılı sonunda yaşanan siyasî gelişmeler Sudan’ı bağımsızlığa çok yaklaştırdı ve 1 Ocak 1956’da yeni bir devlet olarak ortaya çıktı. Ancak Sudan’ın içinde bulunduğu şartlar hem siyasî anlamda hem de oldukça geniş topraklara sahip olan coğrafyasında arzu edilen birlikteliği sağlamaktan uzaktı. İsmâil el-Ezherî seçimlerin galibi olduysa da aslında siyasî anlamda mehdîliği temsil eden Abdurrahman el-Mehdî’nin önderliğindeki Ümmet Partisi’nin ve Demokratik Birlik Partisi’ni temsilen Mîrganiyye’nin lideri Ali el-Mîrganî’nin ağırlığı hissediliyordu. 1956-1958 yıllarında kurulan beş kişilik bir hâkimiyet meclisi idaresinin onayıyla oluşturulan hükümetin 1 Ocak - 5 Temmuz 1956 tarihlerinde ilk başbakanı İsmâil el-Ezherî oldu. Onun düşürülmesinden sonra kurulan ilk koalisyon hükümetinde Ümmet Partisi sekreteri Abdullah Halîl başbakanlığa getirildi. 18 Kasım 1958’de Genelkurmay Başkanı General İbrâhim Abbûd’un yaptığı askerî darbe ile bütün siyasî partilerin faaliyetleri askıya alındı. General Abbûd 30 Ekim 1964’e kadar başbakanlığı, 16 Kasım 1964’e kadar konsey başkanlığı görevlerini birlikte yürüttü. Sudan’ın güney bölgesinde çoğunluğu oluşturan animistler ve özellikle iç siyasette onları da etkileri altına alarak öncülük yapan hıristiyan azınlığın başlattığı karışıklıklar darbe döneminde giderek arttı. Buna karşılık merkezî idare, bölgede Arapça’nın ve İslâm dininin yayılması için bazı girişimleri yanında herhangi bir ciddi adım atmamakla birlikte burayı millî sınırlar içinde tutma siyasetini sürdürdü. 1955’te başlayan güneydeki baş kaldırı 1964’te iç savaşa dönüştü. Siyasî partiler 1964 yılı içinde yeniden serbest bırakıldı. 30 Ekim’de sivil bir kişi olmakla beraber siyasî parti bağlantısı bulunmayan Sırrülhalîfe el-Halîm’in başbakanlığında kurulan yeni hükümet 2 Haziran 1965’e kadar iş başında kaldı. 1965’te yapılan seçimler sonucunda Ümmet Partisi ile Millî Birlik Partisi yeni bir koalisyon hükümeti için anlaştılar ve 15 Haziran 1965 - 25 Temmuz 1966 tarihleri arasında başbakanlığa Ümmet Partisi’nden Muhammed Ahmed el-Mahcûb getirildi. Devlet yüksek konseyi başkanı ise 8 Temmuz 1965’te İsmâil el-Ezherî oldu, bu görevde 25 Mayıs 1969’a kadar kaldı. 27 Temmuz 1966’da bu defa Muhammed Ahmed el-Mehdî’nin torunu Sâdık el-Mehdî başbakan olarak 18 Mayıs 1967’ye kadar görev yaptı. Bu arada Ensar adıyla bilinen, liderliğini amcası Abdülhâdî’nin yürüttüğü harekete karşı acımasız bir mücadeleye girişti. Partiler arası rekabet giderek kızıştı. Yeni koalisyon hükümeti kuruldu.

    Sudan’ın bu istikrarsızlığı karşısında Albay Ca‘fer en-Nümeyrî idaresindeki bir grup asker 25 Mayıs 1969’da ikinci askerî darbeyi gerçekleştirdi. Böylece zor da olsa yürütülmeye başlanan çok partili siyasî hayat bir defa daha kesintiye uğradı. Sudan Sosyalist Birliği’nin tek parti rejimi başladı. 19 Temmuz 1971’e kadar devam eden bu rejime karşı bu defa da Komünist Partisi’yle birlikte hareket eden Albay Ebû Bekir en-Nûr Osman tarafından bir askerî darbe yaptırıldıysa da on gün sonra Ca‘fer en-Nümeyrî duruma yeniden hâkim oldu ve 1971 Ekimindeki seçimlerde kendisini devlet başkanı seçtirdi. Fakat ülkede karışıklıklar dinmek bilmiyordu. Dış borçların giderek artması ve ekonomik çöküş önlenemedi. Ülkede sistemin İslâmlaşması yönünde bazı adımlar atılırken güneydeki iç savaşa karşı bölge halkı üzerinde Arap kültürünün yaygınlaştırılmasına çalışıldı. 1983’te sadece müslümanların yaşadığı bölgelerde uygulanan şer‘î kanunlar ülkenin her tarafı için geçerli kılındı. 1985’te kurulan Sudan Halk Kurtuluş Ordusu Hareketi bütün Güney Sudan’ı iç savaşa sürükledi. Ayrıca komünist hareketleri ve İhvân-ı Müslimîn, Nümeyrî rejimine cephe aldı. Nümeyrî bir yurt dışı seyahatinde bulunduğu sırada 6 Nisan günü siyasî partiler harekete geçerek askerî rejime son verdiler. Devlet başkanlığına Abdurrahman Sivârüzzeheb getirildi; onun ardından bu görev yüksek konsey başkanı sıfatıyla Ahmed Ali el-Mîrganî’ye intikal etti. Bu yeni yönetim 30 Haziran 1989’da Ömer Hasan Ahmed el-Beşîr tarafından yapılan askerî darbeye kadar sürdü. Bundan sonra özellikle iki mesele Sudan için önemli gelişmelere yol açtı. Bunlardan ilki Güney Sudan meselesidir.

    Sudan Cumhuriyeti sınırlarına 1820-1882 yılları arasında peyderpey katılan ülkenin güneyindeki Yukarı Nil, Bahrülgazâl ve Ekvator (Hattıistivâ) vilâyetlerinde yaşayanlar tamamen animistti. Bunlar yeni dönemle birlikte kısmen İslâm dinini kabul ederken kısmen Arap dilini öğrendiler. 1882’de İngiltere’nin Sudan’a müdahalesiyle başlayan ve 1956’daki bağımsızlığa kadar devam eden süreçte misyonerlerle ciddi bir hıristiyanlaştırma kampanyası yürütüldü. Aradan geçen yaklaşık 130 yıla rağmen Güney Sudan’da hıristiyanların oranı % 5 ile 15 arasında kaldı, müslümanların oranı da % 15 ile 20 arasındadır. Animistler ise çoğunluğu oluşturmakla birlikte eğitimli olmadıkları için kendi bölgelerinde fazla söz sahibi olamadılar. Müslümanlar daha ziyade merkezî idareye bağlı kalarak etkili olabilirken hıristiyan azınlık milletlerarası camiada büyük destek gördüğü için bütün bölgedeki iç savaşın yegâne muhatabı gibi algılanmaktadır. Hartum merkezî idaresinin bölgede beraber hareket ettiği birlikler ise yeterli güce sahip bulunmamaktadır. Bu bölgede 1970’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri tarafından tesbit edilmesine rağmen iç karışıklık sebebiyle terkedilen petrol yataklarının 1990’lı yılların sonundan itibaren Çin tarafından Sudan merkezî hükümetiyle iş birliği halinde işletilmeye başlanmasıyla iç savaş giderek şiddetlendi. Ancak 2003 yılında yapılan bir antlaşma ile 2011 yılında yapılacak referanduma kadar barış sağlanmasına karar verildi. Bu arada Güney Sudan adına antlaşmayı imzalayan John Garang 2005 yılında geçirdiği bir helikopter kazasında öldü.

    Öte yandan güney meselesinde belli bir barış ortamı elde eden Sudan merkezî hükümeti 2003 yılında bu defa ülkenin batısında yaklaşık 500 km2’lik bir alanı kaplayan Dârfûr bölgesinde direniş güçlerinin saldırıya geçmesiyle yeni bir iç savaşla yüzyüze geldi. Ülkenin son yıllarda başta petrol olmak üzere elde edilen gelirleri farklı bölgeler arasında eşit dağıtılmadığını bahane eden ve birbirlerinden bağımsız hareket eden direniş güçleriyle merkezî hükümet taraftarı Cencavid denen milis birlikleri arasında 2007 sonuna kadar meydana gelen çatışmalarda çoğu sivil 10.000 civarında insan hayatını kaybetti. Uluslararası gözlemciler ise bu rakamı 300.000 ve göç edenleri de 2 milyon olarak ifade etmektedir. Sudan Devleti ise bu rakamların doğru olmadığını ileri sürmektedir.

    Dinî ve Sosyal Hayat. Sudan’da ülkenin güneyi hariç büyük bir kısmında yaşayan nüfusun tamamına yakınını müslümanlar oluşturur. İslâmiyet’in özellikle Mısır tesiriyle yayılması dolayısıyla burada bir taraftan dinî ilimleri öğreten ulemânın, diğer taraftan tasavvufî hayata ağırlık veren şeyhlerin etkisi yaygındır. Sudanlı müslümanların çoğu Mâlikî mezhebine mensup olduğu halde özellikle Osmanlı-Mısır idaresinde resmî makamlarda Hanefî fıkhı esas alınmaktaydı. Mâlikî fıkhı ise daha ziyade “halve” denilen Kur’an okullarında öğretilmekteydi. İngiliz sömürgeciliğinde bu geleneksel eğitim kurumları toplumu aşırı derecede etkilediği için uzun süre engellendi ve sadece din eğitimi verilmesine müsaade edildi. Yedi-on beş yaşları arasındaki çocukların Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemeleri ve bir fakih nezâretinde dinî ilimleri öğrenme süreci sekiz yıl sürmekteydi. Sömürgecilik öncesinde her köyde bir halve varken 1961 yılına gelindiğinde bütün Sudan’da bunların sayısı 250’ye, 1971’de 181’e kadar düştü. Halvelerde eğitimlerini tamamlayan gençler dört yıllık yüksek eğitime devam edebiliyorlardı.

    Sudan’daki tarikatların tamamına yakını ülke dışından gelen etkilerle yayılmıştır. Afrika kıtasında güçlü olan Kādiriyye ve Şâzeliyye tarikatları Mısır ve Hicaz’dan gelen müntesipleri sayesinde Sudan’da çok erken dönemlerde etkili oldu. Şâzeliyye tarikatı, Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî’nin damadı olan Hâmid Ebû Dünâne vasıtasıyla 1445 yılında Sudan’da yayılmaya başladı. Bu tarikat XVIII. yüzyıla kadar Sudan’da yaygın konumdaydı. Func Sultanlığı döneminde başlayan bu süreç Türkiye döneminde ülkenin her tarafına yayılarak devam etti. Kādiriyye ise 1550’de Hicaz’dan gelen Tâceddin el-Buhârî tarafından tesis edildi ve daha sonra en yaygın tarikat haline geldi.

    XIX. yüzyıl boyunca Sudan’da birçok yeni tarikat yaygınlaştı. Bunlar arasında Semmâniyye, Faslı mutasavvıf Ahmed b. İdrîs’e intisap edenlerin Sudan’da yaydıkları İdrîsiyye, Râşidiyye, Mîrganiyye, İsmâiliyye ve Meczûbiyye kolları ile Batı Afrika’dan gelenlerin yaydıkları Ticâniyye önemlidir. Semmâniyye, Halvetîliğin alt kollarından biri olup Ahmed b. Beşîr et-Tayyib vasıtasıyla ülkede yaygınlaştı. Hindiyye de Semmâniyye’nin bir alt koludur ve Hicaz’dan gelen Muhammed Emîn el-Hindî’ye intisap edenlerin çizgisini takip ettirmiştir. Bunlar da zamanla siyasî tavır takındılar ve Seyyid Sıddîk Yûsuf el-Hindî, Ca‘fer en-Nümeyrî’nin en büyük muhaliflerinden oldu. Mîrganiyye tarikatı Ahmed b. İdrîs’e intisap eden Senûsiyye dışında ikinci önemli koldu ve ilk şeyhi Muhammed Osman el-Mîrganî, Hicazlı bir aileye mensup olmakla birlikte menşe itibariyle Orta Asyalı idi. Tarikat, Mekke ve Mısır ulemâsı tarafından desteklendiği için Arap yarımadasında ve oğlu Muhammed Hasan sayesinde Sudan’da yayıldı.

    Sudan’ın meşhur mutasavvıfları arasında Şeyh Abdürrahîm el-Bürâî, Seyyid Muhammed Osman el-Mîrganî, Şeyh İsmâil el-Velî, Şeyh el-Ca‘lî, Şeyh Muhammed Abdülburhânî, Şeyh Hafyân ve Şeyh Fâtih Garîbullah sayılabilir.

    Sudan müslüman toplumunun dinî önderleri olan fakihler ise zamanla önemli imtiyazlar elde ettiler. 1912’de Ezher gibi yüksek din eğitimi vermek üzere Ümmüdermân şehrinde bir enstitü açıldı. Dinî konularda fetva verilirken Hanefî mezhebi esas alındı, ancak şahsî konularda Mâlikî mezhebi uygulanıyordu. Günümüzde Afrika kıtasında İslâm’ı yaymak amacıyla Sudan’da el-Munazzametü’d-Da‘vetü’l-İslâmiyye kurularak faaliyete geçirildi. Birçok bölgede medrese ve cami inşa ettirildiği gibi insanî yardım faaliyetlerinde de bulunulmaktadır. İngiliz dönemi öncesinde yaygın olan geleneksel dinî programlar öncelikli durumdaydı. İngiliz idaresi de başlangıçta laik eğitim sistemini benimsettiyse de yetişen diplomalı gençler arasında İngiliz sömürgeciliğine karşı direnişi organize eden gruplar oluşmaya başlayınca mezunlarına “efendi” denilen laik okulların yerine tekrar “havle” denilen geleneksel eğitimi sürdüren okullara ağırlık verdiler. Efendilerin Sudan idaresinde ilerlemeleri engellendi.

    Bugün Sudan sınırları içinde 134 mahallî dil konuşulmakta olup bunların çoğunluğu sadece konuşma dili olarak kullanıldığından edebiyat geleneği çok zayıftır. Bu diller Afrika dillerinin ait olduğu Afrika-Asya, Nil-Sahrâ ve Nijer-Kongo dil ailelerine bağlıdır. Okuma yazma oranı ülkede 1990’lı yıllara gelindiğinde hâlâ % 20’ler seviyesindeydi. Birçok Afrika ülkesine göre eğitim faaliyetleri Sudan’da epeyce ileri durumdadır. Ülke genelinde otuza yakın devlet üniversitesi ve özel üniversiteler bulunmaktadır. Başta 1953 yılında açılan Hartum Üniversitesi olmak üzere Sudan Teknik Üniversitesi, Dârfûr Üniversitesi, Cezîre Üniversitesi ve Cûbâ Üniversitesi yanında bilhassa yüksek dinî tahsil için Kur’an ve İslâm İlimleri Üniversitesi önde gelen eğitim kurumlarıdır. Sudan’ı İslâm dünyasında ve Afrika’da önemli kılan eğitim kurumlarının başında temeli 1960’lı yıllarda atılan, 1977’de Afrika İslâm Merkezi’ne, 1992’de üniversiteye dönüştürülen Hartum’daki Milletlerarası Afrika Üniversitesi gelir. el-Merkezü’l-İslâmî el-İfrîkī ise geleceğin Afrikalı müslüman aydınlarını yetiştirmek amacıyla açıldı ve 1992’de Câmiatü İfrîkıyâ el-âlemiyye adıyla üniversiteye çevrildi. Afrika’nın hemen her tarafından binlerce öğrenci buraya gelmektedir.

    XX. yüzyılda Sudan’da önemli devlet adamları ve aydınlar yetişti. Bunlar arasında Hasan et-Türâbî, Hasan el-Mekkî, Mahmûd Muhammed Tâhâ, Ticânî Abdülkādir ve İsmâil el-Ezherî bulunmaktadır. Sudanlı meşhur yazarlar içinde Abdullah et-Tayyib, Franz Deng, Tayyib Sâlih, Ali el-Mek, Fâzıl Büşrâ ve İshak Ahmed Fazlullah yer almaktadır. Şairler arasında Ticânî Yûsuf Beşîr, Hâdî Âdem, Muhammed Saîd el-Abbâsî, Ferrâc et-Tayyib, Muhammed el-Mekkî İbrâhim, Muhyiddin Fâris, Seyfeddin ed-Desûkī, Sâlih Ahmed İbrâhim, Muhammed Miftâh el-Feytûrî ve Muhammed Mehdî el-Meczûb’un isimleri zikredilebilir.