Konu özeti

  • 1. Hafta: Malazgirt Sonrası Anadolu'nun Durumu

    Malazgirt Savaşı'ndan sonra İsfahan’a giden Alparslan, başta Abbâsî halifesi olmak üzere bütün İslâm hükümdarlarına fetihnâmeler göndererek kazandığı zaferi müjdeledi. Bu haber ulaştığı her yerde büyük coşkuyla karşılandı ve bütün müslümanlar üzerinde derin bir etki meydana getirdi. Halife Kāim-Biemrillâh, Alparslan’a değerli armağanlarla birlikte özel bir mektup göndererek kazandığı zaferden dolayı onu kutladı ve ona çeşitli unvanlar verdi. Diğer İslâm memleketleri hükümdarları da Alparslan’ı özel heyetlerle değerli armağanlar ve tebriknâmeler gönderip kutladılar. Ayrıca devrin şair ve edipleri sultan hakkında kasideler, çeşitli övgü yazıları kaleme aldılar. Birçok tarihçi bu büyük zaferi, Hz. Ömer devrinde Bizans’a karşı kazanılan Yermük ve Sâsânîler’e karşı kazanılan Kādisiye zaferlerine benzetmiştir. Yalnız İslâm dünyasında değil Batı dünyasında da dikkat ve ilgiyle izlenen bu zaferden birkaç yıl sonra Anadolu ve Suriye’de hâkimiyetin müslüman Türkler’in eline geçmesi üzerine bütün Avrupa bir araya gelmiş ve Haçlı seferlerinin hazırlıklarına başlamıştır.

    Malazgirt Muharebesi Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturur. Bu zafer sonunda, Bizanslılar’ın bütün maddî imkânlarını kullanarak hazırladıkları büyük ordu dağıldığından daha sonraki yıllarda Türkler önemli bir direnişle karşılaşmadan Anadolu içlerine akarak kısa zamanda Ege ve Marmara kıyılarına kadar ilerlemişler ve bu defa istilâ ve yağma amacı taşımadan fethettikleri toprakları vatan edinip Saltuklu, Mengücüklü, Dânişmendli, Dilmaçoğulları, Ahlatşahlar, Yinaloğulları, Çubukoğulları ve Artuklu devletlerini kurmuşlardır.

    Ali Sevim, Malazgirt, DİA

    • 2. Hafta: Anadolu Selçuklu Devleti'nin Kuruluşu

      Kaynaklarda Selâcıka-ı Rûm (Selcûkıyân-ı Rûm) adıyla geçen Anadolu Selçukluları için günümüzde Türkiye Selçukluları ifadesi de kullanılmaktadır. Malazgirt zaferinden sonra üç dört yıl içinde Anadolu’nun büyük bir kısmı fethedildi. Bu fetihlerde en önemli rolü Selçuklular’dan Arslan Yabgu’nun torunu Kutalmış’ın oğlu Süleyman Şah oynadı. Süleyman Şah zorlu bir mücadelenin ardından İznik’i başşehir yaparak Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurdu (1075-1080). Süleyman Şah, Bizans’ın içine düştüğü siyasî buhrandan faydalanarak devletinin sınırlarını İstanbul Boğazı’na kadar genişletti. Bizans kaynaklarında Selçuklu hükümdarının Boğaziçi kıyılarında gümrük daireleri kurdurarak gemilerden vergi aldığı bildirilir. 1081 yılında Süleyman Şah ile Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos barış antlaşması imzaladılar. Buna göre iki devlet arasında İzmit-İstanbul arasındaki Drakon çayı sınır kabul edilecekti. Türkmen beylerinden Saltuk Bey Erzurum-Bayburt bölgesi, Mengücük Gazi Kemah Erzincan yöresi, Dânişmend Gazi Sivas-Tokat-Amasya yöreleri, Kara Tegin Çankırı-Sinop, Çubuk, Harput yöresi, Buldacı Elbistan yöresi, Çavuldur Elbistan-Bayburt, Tanrıbermiş Efes yöresini ele geçirerek Anadolu’nun fethinde önemli rol oynadılar. Anadolu’da başarılı fetih hareketlerinde bulunan ünlü kumandan Artuk Bey, Sultan Melikşah tarafından geri çağrıldı. Malazgirt Savaşı’nın hemen ardından Orta Anadolu’da fetih hareketlerinde bulunan beylerden biri de Tutak’tır.

      Malazgirt zaferinden sonra batıda Ege ve Marmara denizlerine kadar giden Türkmen oymakları ilk yıllarda şehirlerin civarında yaşıyordu. Fetih hareketlerinin başlamasıyla birlikte Türkistan ile Anadolu arasında bir göç kanalı kuruldu. Bu göçler bazan çok güçlü geliyor, bazan azalıyor, bazan da kesiliyordu. Anadolu’nun Giresun-Sivas-Maraş ve İskenderun çizgisinin batısındaki büyük kısmında nüfus çok azdı, şehirlerin çoğu kasaba ve köylerden farksızdı. Nüfus azlığı yüzünden devletler tarafından tehcir hareketleri uygulanıyordu. Meselâ Selçuklular, Bizans idaresinde bulunan Batı Anadolu’ya akın yaptıklarında Rum ailelerini Selçuk ülkesine göç ettiriyor, bu ailelere geniş araziler, çiftçilik araçları veriyor ve beş yıl vergiden muaf tutuyordu. Bazan da Selçuklular’ın din ve milliyet farkı gözetmeden bütün tebaasına eşit muamele ettiğini öğrenen Bizans idaresindeki Rumlar kendiliklerinden göç ederek Selçuklu idaresine giriyordu. Dânişmendliler ile Artuklular savaşırken birbirlerinin topraklarındaki hıristiyanları kendi ülkelerine göç ettirip sahipsiz topraklara yerleştiriyordu. Yerli hıristiyan halk doğu ve güneydoğuda Ermeniler, Orta ve Batı Anadolu’da Rumlar’dan oluşuyordu. Güneydoğu Anadolu’da çok sayıda Süryânî yaşıyordu. Orta Anadolu’nun doğu kesiminde Çukurova’nın kuzeyindeki dağlık bölgelerde Ermeniler vardı. Ermeniler, buralara Doğu Anadolu’daki beyliklerinin varlığına Bizans tarafından son verilmesi üzerine gelmişlerdi.

      1082’de sultan unvanını alan I. Süleyman Şah aynı yıl Çukurova’ya bir sefer düzenleyerek Tarsus, Adana, Aynizerbâ, Misis şehir ve kalelerini fethetti (1082-1083). Antakya halkının şehri kendisine teslim edeceği haberi üzerine Ebü’l-Kāsım Bey’i İznik’te vekil bırakıp oğulları Kılıcarslan ve Dâvud ile birlikte Antakya’ya gitti ve şehri kolayca ele geçirdi (477/1084). Musul-Halep Ukaylî Hükümdarı Şerefüddevle Müslim b. Kureyş, Süleyman Şah’tan vergi isteyince aralarında savaş çıktı. Müslim yenildi ve hayatını kaybetti (478/1085). Süleyman Şah, Halep’i kuşattığı sırada Suriye Selçuklu Hükümdarı Tutuş bölgeye intikal etti. İki Selçuklu hükümdarı Halep’e yakın bir yerde Aynüseylem’de karşılaştı. Emîr Çubuk’un askerleriyle birlikte Tutuş tarafına geçmesi ve Tutuş’un ordusuna kumanda eden Artuk Bey’in ustaca manevraları sonucunda Süleyman Şah’ın ordusu bozguna uğradı (18 Safer 479 / 4 Haziran 1086). Bir rivayete göre muharebe esnasında ölen, diğer bir rivayete göre ise intihar eden Süleyman Şah Halep Mezarlığı’na defnedildi. Tutuş amcasının oğlunun hanımını, iki oğlunu, vezirini Antakya’ya gönderdi. Bunlar Anadolu’ya dönmedikleri için bir süre sonra bölgeye gelen Sultan Melikşah tarafından İsfahan’a götürüldü. Süleyman Şah, Anadolu fâtihi ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu olarak takdire lâyık bir hükümdardır.

      Melikşah, 485 (1092) yılında Urfa Valisi Bozan’ı kalabalık bir ordunun başında Anadolu’ya gönderdi. Bozan İznik’i kuşattıysa da alamadı, buna karşılık Bizans’tan dönmekte olan Ebü’l-Kāsım’ı ele geçirip öldürdü. Melikşah’ın aynı yıl ölümü üzerine oğlu Berkyaruk, Süleyman Şah’ın oğulları Kılıcarslan ve Dâvud’u serbest bıraktı. Kılıcarslan, Yâvegiyye Türkmenleri’nden kalabalık bir topluluğu yanına alarak İznik’e döndü ve 485 yılı sonlarında (1092 sonları 1093 başları) şehri Ebü’l-Kāsım’ın kardeşi Ebü’l-Gāzî’den teslim aldı. Kendisi gelmeden önce barışı bozmuş olan Bizanslılar’la mücadeleyi sürdüren Kılıcarslan daha sonra İmparator Aleksios Komnenos ile barış yaptı. Bu arada, çağdaş Bizans tarihçisi Anna Komnena’nın verdiği bilgiye göre imparatorun sözlerine kanarak kayınpederi ve İzmir Beyi Çaka’yı bir ziyafet esnasında öldürttü (488/1095 [?]).

      I. Kılıcarslan, keşiş Pierre l’Ermite’in idaresinde köylüler, maceracılar ve haydutlardan oluşan Haçlılar’ın hemen hemen tamamını imha ettikten sonra (1 Zilkade 489 / 21 Ekim 1096) Dânişmendliler’in de göz diktiği Malatya’yı ele geçirmek için ordusunu yanına alarak İznik’ten ayrıldı, Malatya önlerine varıp şehri kuşattığı sırada güçlü Haçlı ordularının yola çıktığını öğrendi. Hızla İznik’e hareket ettiyse de geldiğinde şehir kuşatılmıştı. Kuşatmayı yaramadığı için geri çekilme kararı aldı ve İznik kaybedildi (Haziran 1097); Eskişehir yakınında yapılan savaş da bozgunla sonuçlandı (Temmuz 1097). Kılıcarslan, İznik’in ardından Konya’yı devletin merkezi yaptı. Bu yenilgilerden sonra Selçuklular, Marmara ve Batı Anadolu bölgelerini Bizans’a terkedip Orta Anadolu’ya çekilmek zorunda kaldılar.

      Kılıcarslan, Dânişmendli Gümüştegin Gazi ile ittifak yaparak Antakya Prinkepsi Bohemound’u kurtarmak için Niksar’a doğru yürüyen ve Lombardlar’dan oluşan Haçlılar’a karşı 1101 yılında parlak bir zafer kazandı. Diğer Haçlı güçleri de Ereğli (Konya) yakınlarında yok edildi. Bu başarılar Türkler’in mâneviyatını kuvvetlendirdiği gibi Haçlılar’ın Anadolu’dan geçme isteklerini uzun bir müddet önledi. Kılıcarslan, daha sonra Haçlılar’dan zulüm görmüş olan Elbistan Ermenileri’nin ricası üzerine Haçlılar’ı buradan ve Maraş’tan uzaklaştırdı (1103). Dânişmendli Gümüştegin Gazi’nin ölümünün ardından doğunun en mâmur şehirlerinden olan Malatya’yı ele geçirdi (1 Muharrem 500 / 2 Eylül 1106). Kendisine çok cazip gelen Güneydoğu Anadolu yörelerine sahip olmak isteyen Kılıcarslan, Meyyâfârikīn (Silvan) şehrinden aldığı davet üzerine oraya gitti. Hemen bütün Güneydoğu Anadolu beyleri Kılıcarslan’a bağlandı. Kısa bir süre sonra Musul hâkimi Çökürmüş’ün oğlu Zengî’nin davetiyle Musul’a geçti. Kendisine tâbi Güneydoğu Anadolu beylerinin sözlerine inanıp Büyük Selçuklu Hükümdarı Muhammed Tapar’la mücadeleyi göze aldı. Askerinin çoğu Rumeli’de müttefiki Aleksios Komnenos’un düşmanlarıyla savaşırken kendisi Muhammed Tapar’ın Musul valisi Çavlı Sakavu ile savaşa girişti. Savaştan önce yanındaki Güneydoğu Anadolu beylerinin ayrılmasına rağmen yiğitçe savaşı sürdüren Kılıcarslan esir düşmemek için karşıya geçmek amacıyla atını Habur çayına sürdü ve sulara gömülerek hayatını kaybetti (500/1107).

      Faruk Sümer, Selçuklu, DİA

      • 3. Hafta: Anadolu Beylikleri ve Hâkimiyet Sahaları

        Anadolu Selçuklu Devleti’nde Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın ölümünden (1237) sonra, veliahdı olan ortanca oğlu İzzeddin Kılıcarslan ile büyük oğlu Gıyâseddin Keyhusrev arasında uzun süren amansız bir mücadele başladı. Bu mücadele sırasında Sâdeddin Köpek gibi bir diktatörün birçok değerli ve tecrübeli emîri ortadan kaldırması devlet için büyük kayıp olmuştur. Bu olayların yanı sıra, zayıf ve kabiliyetsiz bir hükümdar olan II. Gıyâseddin Keyhusrev’in genç ve tecrübesiz kişilerle iş birliği yapması, devletin idarî mekanizmasının zayıflamasına yol açtı. Nitekim devletin bu zayıf durumu, çok büyük bir Türkmen kitlesinin yer aldığı Babaîler isyanına sebep oldu. Öte yandan Selçuklu Devleti’nin durumunu yakından takip eden Moğollar da bu karışıklıklardan faydalanmak için harekete geçtiler. Nihayet 1243 yılında Kösedağ’da Moğollar karşısında uğradığı yenilginin ardından Anadolu Selçuklu Devleti hızlı bir çöküş devresine girdi ve İlhanlılar’a tâbi oldu. Bundan sonra Anadolu’da hâkimiyet Moğollar’ın eline geçti. Malî kaynakların azlığı, suistimaller ve iktisadî çöküntü yüzünden perişan bir durumda bulunan Anadolu’da Selçuklu Devleti tekrar eski ve kudretli haline gelemedi.

        XIII. yüzyıl sonlarına doğru Anadolu’da Moğol baskısı zayıflamış ve bu durumdan faydalanan Türkmen beyleri yavaş yavaş Selçuklular’la ilişkilerini keserek bağımsızlıklarını ilân etmişlerdi. Anadolu Selçukluları’nın hâkimiyetindeki topraklarda kurulmuş olan bu beyliklere Anadolu beylikleri (tavâif-i mülûk) denilir. Bunların çoğu Bizans İmparatorluğu’na yakın uçlarda ve kıyı bölgelerinde teşekkül etmişti. Selçuklu-Moğol idaresinin daha kuvvetli bir şekilde göründüğü Orta Anadolu’da kurulan beylik sayısı ise çok azdı.

        Anadolu’da kurulan bu beyliklerin en güçlüsü, merkezi Ermenek olan Karamanoğulları Beyliği’dir (yaklaşık 1256-1483). Başlangıçta sûfî çevreleriyle yakın ilişkileri olduğu anlaşılan bu beylik, birçok defa Selçuklu-Moğol idaresiyle mücadele etti. Nihayet bu aileden Mehmed Bey, beraberinde Cimri lakabıyla meşhur Selçuklu şehzadesi Alâeddin Siyavuş olduğu halde Konya’ya girdi (1277). Mehmed Bey, beylik sınırları içinde Türkçe’den başka dil kullanılmamasını emretti. Bu hareket Anadolu’da Türkmenler’in millî şuurlarının çok güçlü olduğunu göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Karamanoğulları Anadolu’da üstünlüğü ele geçirmek için Osmanlılar’la da savaştılar. Zaman zaman Osmanlılar’a karşı Venedik, Papalık ve Akkoyunlular’la ittifaklar yaptılar; ancak Osmanlı-Karamanoğulları mücadelesi Osmanlılar’ın galibiyetiyle sonuçlandı.

        Moğol istilâsı önünden kaçan Türkmenler’in Batı Anadolu’da Lâdik (Denizli), Honaz ve Dalaman bölgesinde kurduğu siyasî teşekkül Lâdik veya İnançoğulları Beyliği (1261-1368) adını taşıyordu. Bu bölgeye gelenlerin başında bulunanlardan Mehmed Bey, Sultan II. İzzeddin Keykâvus’a karşı ayaklanmış ve adı geçen beyliği kurmuştu.

        Karahisar (Afyon), Kütahya, Sandıklı, Akşehir ve Beyşehir’i içine alan uç bölgesinde, Selçuklu veziri Sâhib Ata Fahreddin Ali’nin oğulları ve torunları tarafından kurulmuş olan küçük beylik ise Sâhib Ataoğulları adını taşıyordu (yaklaşık 1275-1341).

        Anadolu’nun batısında Milas, Muğla ve çevresinde kurulmuş olan diğer bir Türk beyliği de Menteşeoğulları idi (yaklaşık 1280-1424). Bu beyliği, o yöreye deniz yoluyla gelen ve içeri doğru girerek sahil ile Denizli arasındaki bölgeye yerleşen Türkmenler kurmuştu. Adı geçen bölge, Anadolu Selçuklu hükümdarları tarafından beyliğin kurucusu Menteşe Bey’in atalarına iktâ* edilmişti. Menteşeoğulları donanmalarıyla Ege ve Akdeniz’de Haçlı gemilerine karşı sürekli harekâtta bulunmuşlar, Rodos’u fethetmeye çalışmışlar, bu yüzden zaman zaman Venedikliler ve Kıbrıs Krallığı tarafından tehdit edilmişlerdir. Menteşe beyleri 1402’den sonra Osmanlı şehzadeleri arasındaki taht mücadelelerine de karışmışlardır.

        Batı Anadolu’daki beyliklerden biri de Karesioğulları’dır. Anadolu Selçukluları Dânişmendliler’i ortadan kaldırınca Dânişmendli ailesine mensup olan bazı beyler Bizans sınırlarında uç beyi olarak görev almışlardı. Bu aileden Kalem Bey ile oğlu Karesi Bey Bizans şehirlerini zapta girişmişler ve merkezi Balıkesir olmak üzere Karesi Beyliği’ni (yaklaşık 1297-1360) kurmuşlardı. Karesioğulları zaman zaman Trakya’ya da asker çıkarmışlardır.

        Germiyanoğulları Kütahya ve çevresinde hüküm sürmüş bir Türk beyliğidir. XIII. yüzyılın ilk yarısında Malatya taraflarında bulunan Germiyan aşireti, muhtemelen Moğollar’ın baskısı yüzünden, 1262-1263 yıllarında batıya göç etmiştir. Germiyanoğulları Beyliği’ni (1300-1429) Kerîmüddin Alişîr’in oğlu I. Yâkub Bey kurmuştur. Onun idaresindeki Germiyanoğulları Anadolu beyliklerinin en kuvvetlilerinden biri olmuş ve en parlak devrini XIV. yüzyılda yaşamıştır.

        Eşrefoğulları, XIII. yüzyılın ikinci yarısında Beyşehir ve Seydişehir taraflarında kurulmuş bir Türk beyliğidir. Kurucusu Eşrefoğlu Süleyman Bey, Anadolu Selçukluları’nın uç beylerindendi. Yerine geçen oğlu Mübârizüddin Mehmed Bey topraklarını kuzeye doğru genişleterek Akşehir ve Bolvadin taraflarına hâkim olmuşsa da uçlarda bağımsızlıklarını korumaya çalışan beyliklere karşı harekete geçen Moğol Valisi Timurtaş, Eşrefoğulları’na son vermiştir (1326).

        Saruhanoğulları (1302-1410), merkezi Manisa olmak üzere Batı Anadolu’da kurulmuş bir Türk beyliğidir. Beyliğin kurucusu Saruhan Bey’in, Hârizmliler’in kumandanı iken Anadolu Selçukluları’nın hizmetine giren Saruhan ismindeki bir emîrin torunu olduğu söylenmektedir. Hazırladıkları donanma ile Ege denizinde faaliyet gösteren, hatta Balkanlar’a seferler yapan Saruhanoğulları zaman zaman Osmanlılar’a karşı Bizans ile anlaşmışlarsa da sonunda Osmanlılar tarafından ortadan kaldırılmışlardır.

        Batı Anadolu’da kurulan güçlü beyliklerden biri de Aydınoğulları Beyliği’dir (1308-1426). Bu beylik, Ege denizi ve Mora sahillerine yaptığı deniz seferleriyle büyük başarı elde etmiştir. Umur Bey zamanı Aydınoğulları için her yönden önemli gelişmelerin görüldüğü parlak bir dönem olmuştur. Umur Bey’den sonra beylik çökmeye yüz tutmuştur. Ankara Savaşı’ndan (1402) sonraki devrede Cüneyd Bey Aydınoğulları’nı güçlendirmeye çalışmışsa da Osmanlılar bu beyliğe son vermişlerdir.

        Anadolu’nun güney sahillerinde ise Alâiye Beyliği (1293-1471) bulunmaktaydı. Alâiye (Alanya) şehri Anadolu Selçukluları’nın son yıllarında Karamanoğulları’nın eline geçmiş (1293), bundan sonra şehir ve yöresine Karamanoğulları’na bağlı beyler hâkim olmuştur. Siyasî bakımdan fazla bir önemi olmayan Alâiye Beyliği daha sonra Memlükler’in hâkimiyeti altına girmiştir. Ticarî önemi sebebiyle Alâiye şehri zaman zaman Kıbrıs Krallığı’nın hücumuna da uğramıştır.

        Isparta, Eğridir ve yöresinde bulunan Türkmenler’in reisi Feleküddin Dündar Bey, Hamîdoğulları Beyliği’ni (yaklaşık 1301-1423) kurmuştur. Daha sonra İlhanlılar’ın Anadolu valisi Timurtaş Hamîdoğulları’nın topraklarına sahip olmuşsa da onun Mısır’a kaçmasıyla beylik tekrar canlanmış ve Eşrefoğulları’nın arazisinin bir kısmını ele geçirerek oldukça güçlenmiştir. Fakat daha sonra Hamîdoğulları’nın Eğridir şubesinin toprakları Osmanlılar’la Karamanlılar arasında paylaşılmıştır. Dündar Bey Antalya’yı zaptettikten sonra şehri kardeşi Yûnus Bey’e bırakmış, bu suretle Hamîdoğulları’nın Antalya şubesi (veya Tekeoğulları) ortaya çıkmıştır. Tekeoğulları, Antalya’yı ele geçirmek isteyen, hatta bir ara bu şehre sahip olan Kıbrıs Krallığı’na karşı başarıyla mücadele etmişlerdir.

        Dulkadıroğulları Beyliği (1339-1521) ise Maraş ve Elbistan yöresinde faaliyet göstermiştir. Güney Anadolu’daki başka bir beylik de Adana bölgesinde hüküm süren Ramazanoğulları Beyliği’dir (1352-1608). Her iki beylik siyasî bakımdan önce Memlükler, sonra da Osmanlı Devleti’ne bağlı olarak hüküm sürmüşlerdir. Bu iki beylik de Osmanlılar tarafından yıkılmıştır.

        Eretnaoğulları Beyliği (1335-1381) Orta Anadolu’da faaliyet göstermiştir. Beyliğin kurucusu Eretna, Uygur Türkleri’ndendi. Eretna’nın oğlu Mehmed Bey devrinde beylik idaresinde emîrler rol oynamaya başlamıştı. Nitekim bu beyliğin ileri gelenlerinden Kadı Burhâneddin, Eretna Beyliği’ne son vererek kendi devletini kurmuştur (1381-1398). O, hükümdarlığı süresince çevresinde bulunan Candaroğulları, Karamanoğulları, Tâceddinoğulları ve Osmanlılar’la mücadele etmiştir. Kadı Burhâneddin Devleti, kurucusunun ölümünden sonra hızla çökmüştür.

        Kuzey Anadolu’da Karadeniz bölgesinde görülen ilk beylik Çobanoğulları Beyliği’dir (yaklaşık 1227-1309). Beylik, Kastamonu’da uç beyi olarak bulunan, Oğuzlar’ın Kayı boyuna mensup Hüsâmeddin Çoban tarafından kurulmuştur. Bu beylik daha sonra yerini Candaroğulları’na (1292-1462) bırakmıştır. Candaroğulları Beyliği aynı zamanda hânedana mensup bir kişiye nisbetle İsfendiyaroğulları adıyla da bilinir.

        Karadeniz bölgesinde hüküm süren bir başka beylik de Pervâneoğulları’dır (1277-1322). Pervâne Muînüddin Süleyman’ın öldürülmesinden sonra oğlu Mehmed Sinop’ta Pervâneoğulları adıyla bağımsız bir beylik kurmuştur. Bu beylik daha sonra Bafra ve Samsun’u ele geçirmiş, ayrıca Kırım sahillerine seferler yapmış ve Karadeniz’de Cenevizliler’le savaşmıştır.

        Tâceddinoğulları da (yaklaşık 1348-1428) Karadeniz kıyısında bugünkü Bafra ile Ordu arasında, güney sınırı Niksar’a kadar uzanan saha üzerinde kurulmuş bir Türk beyliğidir.

        İlhanlılar’ın Anadolu valisi Çoban ve oğlu Timurtaş Anadolu’yu tamamen Moğol idaresi altına sokmak maksadıyla bu beylikleri ortadan kaldırmak istemiş ve kısmen başarılı olmuşlardır. Emîr Çoban’ın 1327’de İlhanlı Hükümdarı Ebû Saîd Bahadır Han tarafından öldürülmesi sonucu Timurtaş, kurtuluşu Memlükler’e sığınmakta bulmuştu. Beylikler için asıl tehlike, Osmanlı Devleti’nin gelişmesi ve Anadolu’nun siyasî birliğini sağlamak için harekete geçmesiyle ortaya çıkmıştır. Özellikle Yıldırım Bayezid zamanında (1389-1402) Karaman, Germiyan, Hamîd, Menteşe, Aydın, Saruhan ve Candaroğulları beylikleri ortadan kaldırılmıştır. Timur’un Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezid’i mağlûp etmesi bu beyliklerin tekrar canlanmasına sebep olmuşsa da Osmanlı Devleti’nin hızla eski kuvvetini kazanması Anadolu’daki beyliklere hayat hakkı tanımamıştır. Sonunda Osmanlılar bu beylikleri ortadan kaldırarak Anadolu’da siyasî birliği yeniden sağlamayı başarmışlardır.

        Erdoğan Merçil, Anadolu Beylikleri, DİA

        • 4. Hafta: Beylikler Devri'nde Anadolu'nun Türkleşme Süreci

          Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması. Anadolu’nun İslâmlaşması Türk tarihinin olduğu kadar İslâm tarihinin de en önemli hadiselerinden biridir. Ancak burada “İslâmlaşma” tabiri, sadece XI. yüzyılda Anadolu’nun Türkler tarafından fethiyle başlayıp fethin tamamlanmasıyla sona eren bir süreç değildir. Anadolu’nun İslâmlaşması, XI. yüzyılda fetihler ve ilk yerleşmelerle başlayan, bir bakıma XIV. yüzyılın ortalarına kadar devam eden dinî, aynı zamanda siyasî, içtimaî, etnik ve kültürel bir vetîre olarak anlaşılmalıdır. Böylece İslâmlaşmanın ilk fetih ve yerleşmelerle sıkı alâkası da ortaya çıkmaktadır.

          İlk Türk Akınları ve Fetihler. Anadolu’nun fethi ve burada meydana gelen Türk yerleşmesi, geniş çapta, XI. yüzyılda İran’da kurulup güçlü bir imparatorluk haline gelen Büyük Selçuklu Devleti’ndeki etnik ve demografik gelişmelerle ilgilidir. XI-XII. yüzyıllarda İran, bilhassa Horasan ve Azerbaycan, çoğunluğu yeni müslüman olmuş Türk nüfusuyla dolmaya başlamıştı. Büyük Selçuklu Devleti için, söz konusu bölgelerde yığılan bu nüfusun ihtiyaçlarını gidermek, onlara kışlak ve yaylak tahsis etmek, sonra da uygun birtakım hizmetlerde kullanmak, ayrıca nizam ve intizamın bozulmasına engel olmak mesele haline gelmişti. Kısaca, kendi topraklarının tahammülünü aşan bu nüfus potansiyelinin uygun bir araziye aktarılması önem kazanıyordu. İşte Anadolu o tarihlerde bu iş için en elverişli yer olarak göründü. Böylece Büyük Selçuklular Bizans’a karşı cihad ve gazâ vazifesini de yerine getirmiş olacaklardı. Daha 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan önce, Türkler Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da “din uğrunda muharebe eden gaziler” olarak göründüler. Bizans’ın çeşitli sebeplerle zayıf olan bu doğu eyaletleri Türk akınlarına fazla mukavemet edememekle beraber yine de karşı koymaya çalışıyordu. Bununla beraber Türkler’in Anadolu’ya yoğun bir şekilde yerleşmeye başlamaları Malazgirt Savaşı’nı takip eden yıllarda olmuştur. İşte bu devirden itibaren artan Türk göçleri aralıklarla XIV. yüzyıla kadar devam etti. Büyük çoğunluğunu müslüman Oğuzlar’ın (Türkmenler) teşkil ettiği, fakat aralarında Kıpçaklar, Karluklar, Halaçlar ve hatta Uygurlar’ın da bulunduğu Türkler, başta Mâverâünnehir olmak üzere Hârizm, Horasan, Azerbaycan ve Arrân bölgelerinden Anadolu’ya akıyorlardı.

          İlk Türk Devletleri. XI. yüzyılın son çeyreği içinde Kutalmış oğlu Süleyman Şah Anadolu topraklarında ilk Türk devletinin temelini attı. Aynı dönemde, Anadolu’nun fethinde rol oynamış büyük Türkmen beyleri tarafından Dânişmendliler, Saltuklular, Mengücüklüler ve Artuklular gibi Orta ve Doğu Anadolu Türk devletleri kuruldu.

          İşte Anadolu’nun İslâmlaşması süreci de böylece başlamış oldu. Adı geçen devletler, bir yandan bulundukları yerlerde siyasî ve iktisadî güçlerini takviye etmeye çalışırken bu arada Bizans’la ve diğer komşu gayri müslim devletlerle mücadelelerine devam ediyor, bir yandan da Anadolu topraklarını kendilerine vatan haline getirmeye çalışıyorlardı. Orta ve Doğu Anadolu’da mevcut Türk devletleri, XIII. yüzyıl ortalarına kadar hâkimiyetlerini birer birer Anadolu Selçuklu Devleti’ne terketmiş duruma geldiler. Dolayısıyla söz konusu tarihten itibaren İslâmlaşma hemen tamamıyla bu devletin hâkimiyet sahalarında cereyan etti.

          Göçler. XIII. yüzyılda Anadolu’nun içtimaî, iktisadî, kültürel ve bilhassa dinî hayatını geniş çapta etkileyen başlıca iki büyük göç dalgası meydana gelmiştir. Bunlardan ilki, asrın başlarında Karahıtaylar’la Hârizmşahlar arasındaki mücadeleler dolayısıyla, Fergana yöresindeki nüfusun önemli bir kısmının batıya göçü ile gerçekleşti. Bu gruptan Hârizmli ve öteki Türkler’den meydana gelen bir miktarı Anadolu’ya yerleşti. Bunlar daha ziyade yerleşik bir hayat tarzına sahipti.

          İkinci dalga ise 1220’lerden itibaren Moğol istilâsının meydana geldiği tarihlerde vuku buldu. Bu göç ile Mâverâünnehir’den Arrân’a kadar olan bütün bölgelerde mevcut Türk nüfusunun büyük bir kısmı Anadolu’ya girdi ve yerleşti. Bunlar arasında hayli miktarda yerleşik hayat sürdürenler bulunmakla beraber ekseriyet göçebe veya yarı göçebe idi. Aralarında az da olsa henüz müslüman olmamış Türkler de bulunmaktaydı.

          İşte gerek bu iki büyük göç dalgası gerekse diğer göçler sebebiyle Anadolu müslüman Türkler’le doldu. Bu göçmen kitlenin gerçek miktarının ne kadar olduğunu kesin bir şekilde belirleyecek hiçbir istatistik bilgi bulunmamaktadır. Bununla beraber bu miktarın Anadolu’nun yerli sâkinlerinin epeyce üstünde bir sayıya ulaştığı muhakkaktır. Bu göçlerin, bilhassa yukarıda zikredilen ikisinin konu itibariyle önemi, İslâmlaşmada rol oynayacak pek çok âlim, mutasavvıf vb. tarikat erbabı ve bunlarla birlikte tabii olarak çeşitli dinî ve fikrî cereyanların taşıyıcıları olmalarından ileri gelmektedir.

          Devlet ve İslâmlaşma (Anadolu Selçukluları dönemi -Dânişmendliler ve Doğu Anadolu Türk devletleri dahil-). İslâmlaşma Anadolu’da XI. yüzyılın sonlarından itibaren Bizans topraklarından İran sınırlarına, Karadeniz sahillerinden Eyyûbî Devleti’nin sınırlarına kadar geniş bir sahayı içine alıyordu. Bu saha, batıda Anadolu Selçuklu Devleti, ortada Dânişmendliler, doğuda ise daha önce isimleri zikredilen Türk devletleri tarafından paylaşılıyordu. Bunların her biri kendi hâkimiyet sahalarında belli bir dinî siyasetin takipçisi oldular. Bu devletlerin hepsi, tıpkı Büyük Selçuklular gibi, çeşitli tarihî ve kültürel âmiller sebebiyle İslâmiyet’in Sünnî cephesini temel aldılar.

          Selçuklular, Dânişmendliler, Mengücüklüler, Saltuklular, Artuklular ve Sökmenliler takip ettikleri iskân siyasetiyle Orta ve Doğu Anadolu’nun vadi, ova ve yaylalarını yerleşik ve göçebe Türk nüfusuna yurt olarak verirken, kısa zamanda bu nüfusu üretici duruma getirmeye ve eskiden mevcut yahut yeni teşekkül eden yerleşme merkezlerini ve çevrelerini canlı birer Türk-İslâm kültür merkezi haline dönüştürmeye de çalıştılar. Bu hedeflere varabilmek için vakıf müessesesinden geniş ölçüde faydalanıldı. Devletin de teşvikiyle zengin vakıflara sahip kervansaraylar, medreseler, camiler, zâviyeler meydana getirildi. Bununla beraber İslâmlaşmanın daha önceden başladığını söylemek mümkündür. Zira daha XI. yüzyılın sonlarından itibaren çeşitli dinî ve sosyal hizmetler köy, kasaba ve şehirlerde mevcut gayri müslimlerden alınan binalarda veya ihtiyacı o gün için karşılayacak basit yapılarda yerine getiriliyordu.

          Anadolu’da daha çok Sünnîliğin Hanefîlik kolu, Doğu bölgelerinde ise kısmen Şâfiîlik yaygındı; eğitim ve öğretim alanında ve bilhassa hukukî sahada birincisi hâkim durumdaydı. Hükümdarlar Türk, Arap ve Fars menşeli din ve ilim adamlarını, tasavvuf erbabını etraflarına toplamak ve onlara eserler yazdırmak için gerekli maddî ve mânevî imkânları ellerinden geldiği ölçüde hazırlıyorlardı. Meselâ Anadolu Selçukluları zamanında İran’dan ve Arap memleketlerinden gelip Anadolu’ya yerleşen ulemâ arasında Abdülmecîd b. İsmâil el-Herevî (ö. 537/1142), Muhammed Tâlekānî (ö. 614/1217), Yûsuf b. Saîd es-Sicistânî (ö. 639/1241-42) ve Ömer el-Ebherî (ö. 663/1265) sayılabilir. Sökmenliler zamanında Ahlat’ta fıkıh âlimi Abdüssamed b. Abdurrahman (ö. 540/1145) çok tanınmıştı. Ayrıca Anadolu medreselerinde yetişmiş olup çeşitli Arap memleketlerine giderek oralarda yerleşen Türk âlimleri de vardı. Bütün bu sayılanlar ve daha başkaları, devletin Sünnîlik siyasetini takviye etmede büyük rol oynadılar.

          Devletin resmen güttüğü bu Sünnîlik siyasetine rağmen göçebe ve yarı göçebe Türkmenler arasında Şiî-İsmâilî tesirleri de görülür. Ancak Şiîlik bir mezhep olarak kabul edilmemiştir. Ayrıca ne Anadolu Selçukluları’nda ne de öteki devletlerde, sosyal ve idarî alanda bir tehlike haline gelmedikçe, Sünnîlik dışı cereyanlara ve çevrelere bir baskı politikası uygulandığına dair herhangi bir ipucuna rastlanmaz.

          Selçuklular ve Anadolu’daki diğer Türk devletleri bir yandan cihad ve gazâ ile meşgul olurken diğer yandan da memleketlerindeki içtimaî nizamı sağlamak için gayri müslim tabanlarını kollamak ve korumakla kendilerini mükellef sayıyorlardı. Zira henüz büyük çoğunluğu göçebe ve yarı göçebe olan Türk nüfusun bu yeni topraklarda yerleşik hayatlarına alışabilmesi ve üretici duruma geçebilmesi için mevcut nizamın bozulmaması şarttı. Bilhassa iktisadî yapının sarsılmaması buna bağlıydı. Bu sebeple, meselâ Anadolu Selçuklu sultanlarından I. Gıyâseddin Keyhusrev, 1106’da Menderes vadisine yaptığı seferden sonra oradan getirdiği Rum köylülerini Akşehir yöresine yerleştirip arazi, araç gereç vb. verdikten başka uzunca bir süre de vergiden muaf tutmuştu. Artuklular’dan Belek Gazi, kendisine isyan eden Gerger Ermenileri’ni Hanazit bölgesine sürmüş, fakat iskânları sırasında onlara çok iyi davranmış ve kesinlikle dinî faaliyetlerine bir sınırlama koymamıştı. Yine Artuklu hükümdarlarından Necmeddin Alpı devri (1152-1176), bölge hıristiyanlarının en müreffeh devri olmuştu. Bunlardan başka Emîr Saltuk (1147-1176), Ahlat Hükümdarı II. Sökmen (1128-1183) devirleri, Doğu Anadolu hıristiyanlarının dinî hürriyet içinde yaşadıkları dönemlerdir. Ayrıca cihad ve gazâ ruhuna sıkı sıkıya bağlı oldukları, meşhur Dânişmendnâme adlı destanî eserde açıkça görülen Dânişmendliler de hıristiyanlara çok iyi davranmışlardı. O kadar ki, çağdaş tarihçi Süryânî Mihail’in anlattığına göre, 1104’te Gümüştegin Ahmed Gazi’nin vefatı onları mateme boğmuştu.

          Aslında bilindiği gibi, daha ilk fetihlerden itibaren bilhassa Ortodoksluk dışı hıristiyan ahali Türkler’e karşı köklü bir düşmanlık beslememiş, hatta bu fetihleri ve zaferleri, kendilerini hor gören ve ezen Bizans’ın cezalandırılması olarak görmüşlerdi. Bizans hükümeti asırlar boyunca Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da farklı etnik menşelere de mensup olan bu ahaliyi zorla Ortodoks yapmak suretiyle Rumlaştırmak istemiş, kendilerini ağır dinî ve malî baskılara mâruz bırakmıştı.

          Başta Anadolu Selçukluları olmak üzere bütün bu sıkıntılara son veren Anadolu’daki Türk devletleri, çağdaşları diğer müslüman devletlerden daha esnek şartlarda uyguladıkları ehl-i zimmet hukuku sayesinde, topraklarındaki gayri müslimleri Türk toplumunun içtimaî ve iktisadî nizamı içine dahil etmişlerdi. Bu siyaset hiç şüphe yok ki kendilerinin varlıklarını sağlamlaştıran bir unsur olmuştur. Bunun siyasî açıdan müsbet bir neticesi ise Bizans’ın Türkler’in hâkimiyeti altındaki topraklarda yaşayan hıristiyanlar üzerinde muhtemel hak iddialarına set çekmiş olmasıdır.

          Moğol Hâkimiyeti Dönemi. 1243 yılında Moğollar’la yapılan Kösedağ Savaşı Anadolu Selçuklu Devleti’nin talihini tersine çevirdi ve üç yıl sonra Moğollar Anadolu topraklarına ayak bastılar. Bu, yakıp yıkmalar, yağmalar, Selçuklu şehzadeleri arasında taht kavgaları ve halk isyanlarıyla dolu bir yarım asrın başlangıcı oldu.

          Moğol hâkimiyeti dönemi Anadolu’nun İslâmlaşmasını menfi mânada etkileyip herhangi bir duraklamaya yol açmadı. Zira 1250’lerden itibaren yirmi yıl kadar Şamanist Moğollar İslâmiyet ve Hıristiyanlık karşısında kayıtsız davrandılar. Bununla birlikte hasımları müslüman Selçuklular’a karşı, sırf siyaset icabı yerli hıristiyan ahaliye dayanmayı da tercih ettiler. Böylece hıristiyan zümreler istilâcılardan bazı yeni dinî imtiyazlar koparmayı ve onları Türkler’e karşı kullanmayı bir ölçüde başardılar. Ancak bu durum Moğollar’ın İslâmiyet’i kabullerine kadar, yani elli yıla yakın bir müddet devam edebildi.

          Moğollar’ın sırf Selçuklular’ın nüfuzunu kırabilmek için başlangıçta hıristiyanlara karşı böyle iyi davranmaları, Batı Hıristiyanlık âleminin dikkatini çekmekte gecikmedi. Nitekim Katolik mezhebine mensup bazı misyoner tarikatlar Moğollar’ı hıristiyan yapabilmek maksadıyla harekete geçtiler. Ancak bu faaliyetler bir sonuç vermedi ve Moğollar İslâmiyet’i tercih ettiler. Özellikle İlhanlı Hükümdarı Gāzân Han’ın 1296 yılında resmen Sünnî mezhebini kabul ederek İslâmiyet’e girişi, Anadolu’da İslâmlaşma vetîresini yeniden hızlandırdı. Geldiklerinden bu yana Anadolu bozkırlarında Şamanist dinî hayatlarını sürdüren göçebe Moğol oymakları, Türkmen babaları vasıtasıyla yavaş yavaş müslüman olmaya ve peyderpey toprağa yerleşmeye başladılar. Ayrıca 1250’lerden beri süren kargaşa dönemi de bu suretle ağır ağır ortadan kalktı.

          Beylikler Devri. Bu devir, Anadolu’nun siyasî yönden olduğu kadar İslâmlaşma yönünden de önemli bir dönemini teşkil eder. Bilindiği gibi Anadolu Selçuklu Devleti aşağı yukarı 1250’lerden başlayarak Moğol boyunduruğuna girdi. İlk yıllar, Moğollar’ın hesabına iyi sonuç verecek gibi görünen, Selçuklu şehzadeleri arasındaki taht kavgalarıyla geçti. Bu sebeple şehzadelerin bazan birini, bazan diğerini desteklediler. Fakat sonunda, meydana gelen kargaşalık yüzünden idareyi bizzat ellerine almak zorunda kaldılar; böylece 1277’den itibaren Anadolu’ya umumi valiler tayin ederek kendi idarî mekanizmalarını kurdular.

          Bu olaylar Türkmen beylerini ve aşiretlerini endişeye düşürdü. Özellikle Bizans sınırında bulunanlar, kendi gayretleriyle fethettikleri bu topraklarda Moğol merkezî idaresinin kontrolünden uzak kalmanın sağladığı avantajlarla âdeta yarı müstakil hareket etmeye başladılar. Aydınoğulları, Menteşeoğulları ve Osmanoğulları gibi Türkmen sülâleleri fırsat buldukça kendi bölgelerinde Bizans aleyhine genişlemeye çalışırken aynı zamanda sağlam bir sosyal ve kültürel yapının teşekkülüne de gayret gösterdiler. XIII. yüzyılın sonlarına yaklaşıldığında Bizans’ın Anadolu’daki toprakları artık Marmara denizinin güney havzasına inhisar etmekteydi.

          Bu devirde uç bölgelerde bulunmayan beyliklerin İslâmlaşma konusunda genellikle önceki yıllardan farklı bir siyaset takip etmedikleri tahmin edilmektedir. Zira Anadolu’nun fethe başlandığı tarihlerden bu yana geçen bir buçuk iki asra yakın zaman boyunca bu beyliklerin bulunduğu topraklarda İslâmlaşma süreci gerek etnik gerekse dinî yönleriyle tamamlanmak üzere idi.

          Ahmet Yaşar Ocak, Anadolu, DİA

          • 5. Hafta: Anadolu Selçuklu Devleti'nin İnkıraz Süreci

            Baba İshak ayaklanması Selçuklu ordusunun mânen kuvvetli olmadığını açıkça ortaya koymuştu. Azerbaycan’daki Moğol kumandanı Baycu Noyan, Anadolu’ya yürüyüp Selçuklu ordusunu Sivas’ın kuzeydoğusundaki Kösedağı eteklerinde kolayca yendi (Muharrem 641 / Temmuz 1243). Bu mağlûbiyet üzerine Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollar’a yıllık vergi vermeyi kabul etti ve barış yapıldı, fakat devlet bir türlü kendini toparlayamadı. 643’te (1246) vefat eden II. Keyhusrev’in yerine devlet adamları oğullarından II. Keykâvus’u tahta çıkardılar. II. Keykâvus 1249 yılına kadar müstakil olarak hüküm sürdü. Aynı yıl kardeşi IV. Kılıcarslan, Moğol Hanı Güyük Han’dan aldığı yarlık ile Sivas’ta hükümdarlığını ilân etti. Emîr Celâleddin Karatay ortaya çıkan krizi çözmek için üç kardeşi (II. İzzeddin Keykâvus, IV. Rükneddin Kılıcarslan ve II. Alâeddin Keykubad) birlikte sultan ilân etti, üçü adına hutbe okutup para bastırdı. Böylece Anadolu Selçuklu Devleti tarihinde müşterek saltanat devri başladı (1249-1254). Celâleddin Karatay ve II. Keykubad’ın ölümünden sonra II. Keykâvus ile IV. Kılıcarslan anlaşmazlığa düştü. IV. Kılıcarslan kendini Kayseri’de müstakil sultan ilân etti (652/1254). Ertesi yıl Kayseri yakınlarındaki Ahmedhisarı denilen yerde yapılan savaşta Kılıcarslan yenildi. Sultan Keykâvus, Antalya’da bulunduğu sırada Moğol kumandanı Baycu’nun Selçuklu topraklarına girdiğini öğrenince hemen harekete geçti, ancak Aksaray yakınlarında Sultanhanı’nda meydana gelen savaşta mağlûp oldu (654/1256). Bunun üzerine Burgulu’da (Uluborlu) bulunan IV. Kılıcarslan Konya’ya getirilerek tahta çıkarıldı (655/1257). Baycu’nun Anadolu’dan ayrılmasından sonra II. Keykâvus Konya’da tekrar tahta oturtuldu (14 Rebîülâhir 655 / 1 Mayıs 1257). Ardından Mengü Han’ın yarlığıyla ülke İzzeddin Keykâvus ile Kılıcarslan arasında ikiye bölündü (657/1259). Ülkenin Moğol hâkimiyeti altında kalmasını kabul etmeyen Keykâvus mücadelesini sürdürdü; elinden geleni yaptıktan sonra askerleri ve kendine bağlı Türkmenler’le birlikte İstanbul’a gidip Bizans İmparatoru VIII. Mikhail Palaiologos’a sığındı (660/1262). Onunla birlikte Bizans’a giden çok sayıda Türkmen Dobruca’da yerleştirildi. Bunların arasında Sarı Saltuk da vardı. Bugün önemli bir kısmı Moldavya’da yaşayan Gagavuz (< Keykâvus) adlı hıristiyan Türkler İzzeddin Keykâvus ile Bizans’a sığınan Türkmenler’in torunlarıdır. II. Keykâvus’tan sonra tek başına hüküm süren IV. Kılıcarslan kabiliyetsiz bir hükümdardı. Vezir Muînüddin Pervâne, Sinop’un kendisine mülk olarak verilmesine zorla razı olan Kılıcarslan’ı Moğollar’a öldürtüp (664/1266) yerine onun çocuk yaştaki oğlu III. Keyhusrev’i geçirdi. Devlete rakipsiz olarak hâkim olan Muînüddin Pervâne, Moğollar’ın sonu gelmez isteklerine tahammül edemeyerek Memlük Sultanı Baybars’ı yardıma çağırınca Baybars Kayseri’ye geldi (675/1277). Elbistan ovasında meydana gelen savaşta Moğollar ağır bir yenilgiye uğradı (Zilkade 675 / Nisan 1277). Baybars, Kayseri’de büyük sevgi gösterileriyle karşılandı. Ancak Muînüddin Pervâne’nin hem Baybars hem de Abaka Han ile ilişkilerini sürdürme konusundaki kararsız tutumu yüzünden Baybars’ın Anadolu’yu Moğol tahakkümünden kurtarma teşebbüsü sonuçsuz kaldı. Sultan III. Keyhusrev ile Tokat’a kaçmış olan Pervâne de kendisine yardımcı olmayınca geri döndü. Baybars’ın ayrılmasından sonra büyük bir orduyla Anadolu’ya gelen İlhanlı Hükümdarı Abaka Han, Memlükler’le iş birliği yaptıkları gerekçesiyle devlet adamlarından, halktan ve Türkmenler’den 200.000 kişiyi katletti. İlhanlılar, Pervâne’nin de ihanetini anlayarak hayatına son verdiler ve Anadolu Selçuklu Devleti’ni Tebriz’den gönderdikleri memurlarla idare etmeye başladılar. Bu dönemde Anadolu’da aileleriyle birlikte çok sayıda Moğol askeri vardı. Moğollar’ın nüfusu İran’dan gelenlerle gittikçe arttı.

            Bu yıllarda Moğollar’ın zulmüne karşı mücadele eden Karamanoğlu Mehmed Bey, Eşrefoğulları ve Menteşeoğulları’yla ittifak yaparak hâkimiyet sahasını genişletti ve mücadelesine meşruiyet kazandırmak için II. Keykâvus’un oğlu olduğunu iddia eden Alâeddin Siyavuş’u (Cimri) Selçuklu sultanı ilân etti, 9 Zilhicce 675’te (14 Mayıs 1277) Konya’yı ele geçirip ertesi gün Alâeddin’i tahta oturttu. Ancak Alâeddin ile Karamanoğlu Mehmed Bey, Moğol-Selçuklu kuvvetleri karşısında tutunamadılar. Mehmed Bey 17 Muharrem 676’da (20 Haziran 1277), Alâeddin Siyavuş ise iki yıl sonra 17 Muharrem 678’de (30 Mayıs 1279) öldürüldü.

            II. Keykâvus’un oğlu ve veliahdı II. Mesud 679’da (1280) Sinop’a geldi. Ardından İlhanlı başşehrine giderek Abaka Han’ın huzuruna çıktı. Abaka Han Erzurum, Erzincan, Sivas, Diyarbekir ve Harput’un idaresini ona verdi. Kısa bir süre sonra Ahmed Teküder, İlhanlı hükümdarı olunca (680/1282) Selçuklu topraklarını II. Mesud ile III. Keyhusrev arasında taksim etti. Durumdan hoşnut olmayıp Ahmed Teküder ile görüşmek üzere yola çıkan III. Keyhusrev, İlhanlılar’daki saltanat mücadelesi sebebiyle Erzurum’da bir süre bekledi. Bu esnada İlhanlı tahtı için giriştiği mücadeleden galip çıkan Argun Han o sırada Tebriz’de bulunan II. Mesud’u sultan ilân etti (681/1282) ve III. Keyhusrev’i öldürttü. II. Mesud, Anadolu’ya dönüp önce Kayseri’de, ardından Konya’da Selçuklu sultanı olarak tahta çıktı (683/1284). Onun tahta çıkışı Anadolu halkı için bir ümit ışığı oldu, ancak o da “gölge hükümdar” olmaktan ileri gidemedi, ülke Moğol kumandan ve valilerinin tahakkümü altına girdi. Ağır vergiler ödemek zorunda bırakılan halk sefil duruma düştü. II. Mesud’un Kayseri’de ikamet etmesini fırsat bilen III. Keyhusrev’in annesi çocuklarını Konya’da sultan ilân ettirdiyse de bunlar çok geçmeden bertaraf edildi (684/1285). Sultan II. Mesud bir yandan III. Keyhusrev’in çocukları, bir yandan da Karamanoğulları, Eşrefoğulları ve Germiyanoğulları gibi Anadolu beylikleriyle mücadele etmek zorunda kaldı. İlhanlı Hükümdarı Gāzân Han müslüman olunca Anadolu halkı rahat nefes alabildi. Gāzân Han, Anadolu’ya gönderdiği Baltu Noyan’ın kendisine karşı isyankâr bir tavır içine girmesi üzerine Kutluğ Şah kumandasında 30.000 kişilik bir ordu yolladı (695/1296). Baltu mağlûp oldu ve idam edildi. Mesud’un hareketlerinden rahatsız olan Gāzân Han, Kutluğ Şah’tan onu Tebriz’e göndermesini istedi. II. Mesud hükümdarlıktan uzaklaştırılıp Hemedan’da ikamete mecbur edildi. İki yıl sonra kardeşi Ferâmurz’un oğlu III. Keykubad tahta çıkarıldı (697/1298). III. Keykubad, Osman Gazi’ye beylik vermiş bir hükümdar olarak tanınmaktadır. Bir rivayete göre III. Keykubad, Karacahisar’ın zaptı, diğer bir rivayete göre Bilecik, Yarhisar ve İnegöl’ün fethi üzerine Osman Gazi’ye sancak, davul, kılıç, at ve hil‘at göndererek beylik tevcih etmiştir. III. Keykubad’ın Moğol valileri gibi halktan zorla para toplaması halkı usandırdı. Sonunda tahttan uzaklaştırılıp II. Mesud ikinci defa tahta çıkarıldı (702/1302). İkinci hükümdarlık dönemi de başarısız geçen II. Mesud 708’de (1308) öldü. Onun ardından tahta çıkarılan Kılıcarslan b. III. Keyhusrev, hem Moğollar hem Selçuklu hânedanı ve halk tarafından tanınmadığı için II. Mesud son hükümdar kabul edilir. Son Anadolu Selçuklu sikkeleri de ona aittir. Makrîzî’nin Anadolu Selçuklu Devleti’nin sona erdiği tarih olarak 718 (1318) yılını göstermesi (es-Sülûk, II, 186) Demirtaş’ın Selçuklu şehzadelerini öldürtmesiyle ilgili olabileceği gibi yanlış bir değerlendirme de olabilir.

            Sadi S. Kucur, Anadolu Selçukluları, DİA

            • 6. Hafta: İlhanlılar''ın Hakimiyeti ve Anadolu'da Otorite Boşluğu

              Mengü büyük hanlığa seçildiğinde (1251) Moğollar Yakındoğu’ya tam anlamıyla hâkim değildi ve Hülâgû’yu batıya yollarken Mengü öncelikle bunu gerçekleştirmesini istiyordu. Hülâgû yaklaşık 130.000 kişilik ordusuyla Karakorum’dan yola çıktığında planı, o güne kadar Sultan Melikşah ve Hârizmşah Alâeddin Tekiş dahil birçok hükümdarın alamadığı Alamut Kalesi’ni almak ve arkasından Abbâsî Devleti’ni yıkmaktı. Önce ele geçirdiği şehirlerde Büyük Han Mengü adına para bastırıp (1254, 1255) Moğol hâkimiyetini yaydığını, 1256’da Alamut Kalesi’nin zaptından sonra ise bastırdığı paralara kendi adını da koydurup (resim için bk. DİA, XVIII, 474, 475) ilhanlığını kurduğunu dünyaya duyurdu. 1258’de Bağdat’ı zaptederek Abbâsî hilâfetini ortadan kaldırdıktan sonra Irak, Azerbaycan ve Suriye’yi ele geçirdi; ayrıca 1243 Kösedağ Savaşı’ndan itibaren Moğol hâkimiyeti altına girmiş olan Anadolu’yu da daha sıkı biçimde baskı altına aldı. Ancak ağabeyi Mengü’nün ölümü münasebetiyle Karakorum’a gittiği sırada Ketboğa Noyan kumandasındaki ordusu Filistin’de vuku bulan Aynicâlût Savaşı’nda Memlük Sultanı Kutuz tarafından bozguna uğratıldı (3 Eylül 1260) ve Fırat kıyılarına kadar çekilmek zorunda kaldı. Böylece görülmemiş zulüm, katliam ve yıkımlarla gerçekleştirilen İslâm dünyasını istilâ hareketi Mısır ve Mağrib’e ulaşamadan sona erdi; Suriye, Filistin ve Kuzey Irak da tahliye edildi. Hülâgû öldüğü zaman (8 Şubat 1265) İlhanlı Devleti’nin sınırları Amuderya’dan Fırat’a ve Kafkasya’dan Belûcistan’a kadar uzanıyor, Anadolu Selçuklu Devleti ile küçük Ermenistan Krallığı da bağımlı devletlerini oluşturuyordu.

              Hülâgû’nun ölümünden sonra yerine İlhanlı Kurultayı tarafından büyük oğlu Abaka seçildi; ancak ilhanlığı Büyük Han Kubilay tarafından onaylanıncaya kadar beş yıl süreyle resmen tahtına oturamadı. Abaka da babası gibi Budist olmakla beraber siyasî amaçlarla hıristiyanlara yaklaştı ve Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini geliştirdi; mücadelesini ise doğuda Çağatay, batıda Altın Orda ve müttefiki Memlük devletleriyle sürdürdü. Memlük Sultanı I. Baybars’ın Anadolu’ya girmesi ve Elbistan Savaşı’nda İlhanlı ordusunu yenmesi üzerine (1277) çıktığı Anadolu seferinde, Baybars’ı davet eden Selçuklu ümerâsına olan kızgınlığı sebebiyle binlerce insanı öldürtmüş, büyük dedesi Cengiz ve babası Hülâgû gibi müslümanların hâfızalarında yıllarca silinmeyen bir iz bırakmıştır. Abaka’nın İlhanlı devlet teşkilâtının kurulması ve gelişmesinde hizmeti büyüktür. Hızla yayılan İslâmiyet’e karşı atalarının âdet ve geleneklerini korumaya çalışan Abaka’nın 1282 yılında ölümünden sonra yerine kardeşi Teküder (Tekûdâr) geçti ve ihtida ederek Ahmed Teküder adıyla tanındı. Tahta çıkmasından iki yıl sonra, ilk günden beri kendisine karşı saltanat mücadelesi veren Abaka’nın büyük oğlu Argun tarafından tahttan indirilerek öldürüldü. Müsrif bir hükümdar olan Argun Han’ın taleplerini karşılayabilmek maksadıyla veziri Sa‘düddevle’nin yeni vergiler koyması ve yakınlarını devlet hizmetine alması huzursuzluklara yol açtı. Argun’un genç yaşta ölümü üzerine toplanan kurultay kardeşi Geyhatu’yu hükümdar seçti (1291). Geyhatu, Anadolu’da İlhanlı yönetimine karşı başlatılan ayaklanmaları bastırmak için yeni kuvvetler gönderdi ve başta Karamanoğulları olmak üzere Türkmenler’e ağır darbeler vurdu. Onun döneminde İlhanlı-Memlük mücadelesi devam etti. Geyhatu’nun eğlence düşkünü ve müsrif olması sebebiyle devletin malî gücü zayıfladı. Bunun üzerine Vezir Sadreddin Ahmed el-Hâlidî, Çin’deki uygulamaları örnek alarak kâğıt para bastırıp madenî paraları yasakladı; ancak bu yenilik, halktan tepki gelmesi ve ekonomik hayatta buhran başlaması sonucu dört ay sonra kaldırıldı (1294). Geyhatu Budist olmasına rağmen müslüman eşinin etkisiyle İslâm’a karşı hoşgörülü idi. 1295 başlarında Geyhatu’nun sefih yaşantısından memnun olmayan bazı devlet adamları, onun Cengiz yasasını ihlâl ettiği gerekçesiyle Hülâgû’nun torunlarından Baydu’yu tahtı ele geçirmeye kışkırttılar. 24 Mart’ta Geyhatu öldürüldü; ancak yerini alan Baydu da 4 Ekim’de yine bazı devlet adamlarının desteğiyle saltanata gelen Argun’un oğlu Gāzân tarafından öldürtüldü.

              Daha önce 100.000 askeriyle birlikte müslüman olduğu için Gāzân Mahmud Han adıyla tahta çıkan Gāzân İslâmiyet’i devletin resmî dini haline getirdi. Fakat buna rağmen Anadolu’da halk daha fazla ezilmiş ve perişan edilmiştir. Çin’deki büyük hanlığa tâbi olmaktan çıkan ve sadece kendi adına hutbe okutup para bastıran Gāzân Han önce maliyeyi ıslahla işe başladı ve bunu askerî alanda aldığı tedbirler izledi. Bu maksatla kumandanlara dirlik (hizmet karşılığında belirli miktarda toprak) verdi. Posta teşkilâtını ıslah için menzilhâneler yaptırarak ulakların buralarda dinlenmelerini ve ihtiyaç gidermelerini sağladı; böylece onların halkı tâciz etmelerini engelledi ve âdeta soygun derecesine ulaşan vergileri düzene koyarak halkın gelir seviyesinin yükseltilmesi için çalıştı. Siyasî bakımdan ise Anadolu valiliği meselesinden kaynaklanan Baltu ve Sülemiş isyanlarını bastırdı. Bu iki isyan, Anadolu’daki Moğol valilerinin bu tarihten itibaren ikballerini gittikçe kuvvetlenen Türkmenler’e bağlamış olduklarını göstermektedir. Gāzân Han, atalarının Memlükler karşısındaki yenilgilerinin intikamını almak için Papa VIII. Boniface’ye mektup yazarak hıristiyan devletlerinin desteğini sağlamaya çalıştıysa da sonuç alamadı ve o da Dımaşk yakınlarında bozguna uğradı (702/1303).

              Gāzân Han’ın 1304’te ölümüyle yerini kardeşi Olcaytu aldı. Olcaytu, ağabeyi gibi muktedir bir kişiliğe sahip olmadığı halde onun kurduğu sistem ve siyasetleri takip ettiği için ülkedeki huzur ve güvenin sürmesini sağladı. Memlük düşmanlığının yanında Avrupa’ya yaklaşırken Anadolu’da Selçuklu Devleti’nin yerini alan Türkmen beyliklerine karşı Bizans’ın yardımına gitti ve II. Andronikos Palaiologos’un kızı ile evlendi. Bu arada Kazvin ile Tebriz arasında Sultâniye adlı bir şehir kurdu ve devlet merkezini buraya nakletti. Gāzân Han zamanında bir dünya tarihi yazmakla görevlendirilmiş olan devlet adamı ve tarihçi Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedânî eserini tamamlayarak Sultan Olcaytu’ya sunmuştur.

              Abdülkadir Yuvalı, İlhanlılar, DİA

              • 7. Hafta: Cimri Vakası'nın Akisleri (1277)

                Moğollar’ın zulmüne karşı mücadele eden Karamanoğlu Mehmed Bey, Eşrefoğulları ve Menteşeoğulları’yla ittifak yaparak hâkimiyet sahasını genişletti ve mücadelesine meşruiyet kazandırmak için II. Keykâvus’un oğlu olduğunu iddia eden Alâeddin Siyavuş’u (Cimri) Selçuklu sultanı ilân etti, 9 Zilhicce 675’te (14 Mayıs 1277) Konya’yı ele geçirip ertesi gün Alâeddin’i tahta oturttu. Ancak Alâeddin ile Karamanoğlu Mehmed Bey, Moğol-Selçuklu kuvvetleri karşısında tutunamadılar. Mehmed Bey 17 Muharrem 676’da (20 Haziran 1277), Alâeddin Siyavuş ise iki yıl sonra 17 Muharrem 678’de (30 Mayıs 1279) öldürüldü.

                II. Keykâvus’un oğlu ve veliahdı II. Mesud 679’da (1280) Sinop’a geldi. Ardından İlhanlı başşehrine giderek Abaka Han’ın huzuruna çıktı. Abaka Han Erzurum, Erzincan, Sivas, Diyarbekir ve Harput’un idaresini ona verdi. Kısa bir süre sonra Ahmed Teküder, İlhanlı hükümdarı olunca (680/1282) Selçuklu topraklarını II. Mesud ile III. Keyhusrev arasında taksim etti. Durumdan hoşnut olmayıp Ahmed Teküder ile görüşmek üzere yola çıkan III. Keyhusrev, İlhanlılar’daki saltanat mücadelesi sebebiyle Erzurum’da bir süre bekledi. Bu esnada İlhanlı tahtı için giriştiği mücadeleden galip çıkan Argun Han o sırada Tebriz’de bulunan II. Mesud’u sultan ilân etti (681/1282) ve III. Keyhusrev’i öldürttü. II. Mesud, Anadolu’ya dönüp önce Kayseri’de, ardından Konya’da Selçuklu sultanı olarak tahta çıktı (683/1284). Onun tahta çıkışı Anadolu halkı için bir ümit ışığı oldu, ancak o da “gölge hükümdar” olmaktan ileri gidemedi, ülke Moğol kumandan ve valilerinin tahakkümü altına girdi. Ağır vergiler ödemek zorunda bırakılan halk sefil duruma düştü. II. Mesud’un Kayseri’de ikamet etmesini fırsat bilen III. Keyhusrev’in annesi çocuklarını Konya’da sultan ilân ettirdiyse de bunlar çok geçmeden bertaraf edildi (684/1285). Sultan II. Mesud bir yandan III. Keyhusrev’in çocukları, bir yandan da Karamanoğulları, Eşrefoğulları ve Germiyanoğulları gibi Anadolu beylikleriyle mücadele etmek zorunda kaldı. İlhanlı Hükümdarı Gāzân Han müslüman olunca Anadolu halkı rahat nefes alabildi. Gāzân Han, Anadolu’ya gönderdiği Baltu Noyan’ın kendisine karşı isyankâr bir tavır içine girmesi üzerine Kutluğ Şah kumandasında 30.000 kişilik bir ordu yolladı (695/1296). Baltu mağlûp oldu ve idam edildi. Mesud’un hareketlerinden rahatsız olan Gāzân Han, Kutluğ Şah’tan onu Tebriz’e göndermesini istedi. II. Mesud hükümdarlıktan uzaklaştırılıp Hemedan’da ikamete mecbur edildi. İki yıl sonra kardeşi Ferâmurz’un oğlu III. Keykubad tahta çıkarıldı (697/1298). III. Keykubad, Osman Gazi’ye beylik vermiş bir hükümdar olarak tanınmaktadır. Bir rivayete göre III. Keykubad, Karacahisar’ın zaptı, diğer bir rivayete göre Bilecik, Yarhisar ve İnegöl’ün fethi üzerine Osman Gazi’ye sancak, davul, kılıç, at ve hil‘at göndererek beylik tevcih etmiştir. III. Keykubad’ın Moğol valileri gibi halktan zorla para toplaması halkı usandırdı. Sonunda tahttan uzaklaştırılıp II. Mesud ikinci defa tahta çıkarıldı (702/1302). İkinci hükümdarlık dönemi de başarısız geçen II. Mesud 708’de (1308) öldü. Onun ardından tahta çıkarılan Kılıcarslan b. III. Keyhusrev, hem Moğollar hem Selçuklu hânedanı ve halk tarafından tanınmadığı için II. Mesud son hükümdar kabul edilir. Son Anadolu Selçuklu sikkeleri de ona aittir. Makrîzî’nin Anadolu Selçuklu Devleti’nin sona erdiği tarih olarak 718 (1318) yılını göstermesi (es-Sülûk, II, 186) Demirtaş’ın Selçuklu şehzadelerini öldürtmesiyle ilgili olabileceği gibi yanlış bir değerlendirme de olabilir.

                Sadi S. Kucur, Selçuklular, DİA

                • 8. Hafta: Ertuğrul ve Osman Gazi'nin Faaliyetleri ve Osmanlı Devleti'nin Kuruluş Meselesi

                  Klasik Dönem (1300-1774). Osmanlı Hânedanı. İlk Osmanlı tarihçilik geleneğine göre Osmanlı ailesi (Âl-i Osmân), Oğuz Han nesline dayanan ve kendilerine beylik kurma yetkisi tanınmış olan Kayı boyundan gelmektedir. Kayı boyuna mensubiyet sadece ilk kronik yazarlarınca değil Osmanlı hânedanınca da benimsenmiş ve bu boya ait damgalar maddî malzemelerde gösterilmiştir. Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Bey’in tarihî bir şahsiyet olarak ortaya çıkışı, Bizans’a karşı gazâ yapan Selçuklu uç bölgesindeki Türkmen beyliklerinin oluşturduğu siyasî şartların bir sonucudur. Onun müstakil bey oluşu da 1302’de bir Bizans ordusunu yenişinden ve uç bölgesinde yerel Bizans idarecilerine (tekfur) karşı giriştiği mücadelelerden sonradır. Osmanlı tarihlerinde ailenin kökeni, beyliğin kuruluşu menkıbevî bir tarzda anlatılmakla birlikte Osman Bey’in babasının Ertuğrul, onun da babasının adının Gündüz Alp olduğu bilinmektedir. Bunların dışındaki ata adlarıyla ilgili şecerelerin herhangi bir tarihî değeri yoktur.

                  Osman Bey’den sonra yerine geçen oğlu Orhan Bey zamanında ilk defa Rumeli topraklarına geçilerek burada kalıcı bir siyaset izlenmeye başlandığı gibi beylik oluşumunun ilk adımları da atılmıştır. Aşiret yapılanması içinde örfe dayalı idare geleneği, önde gelenler/eşitler arasında giderek Osman Bey’in seçkinleşmesi ve liderliği üstlenmesi bu siyasî dönüşüm için belirleyici olmuştur. Bununla birlikte salt aşiret yapılanması yanında Selçuklu devlet teşkilâtından da etkilenilmiş olması tabiidir. Bu merhalede Osman Bey ve silâh arkadaşları arasındaki bağlar önem kazanmış ve ilk siyasî teşekkülün çerçevesi şekillendirilmiştir. Beylik sürecinin devlet pozisyonunu kazandığı I. Murad devrinde ve özellikle Yıldırım Bayezid döneminde gerçekleştirilen askerî, idarî organizasyon, merkezî sistemi güçlendirme ve hızlı fütuhat, bunun için gerekli insan gücü kaynaklarını teşkilâtlandırma gibi âmillerle yerleşik devlet vasfı, görünüşü ve düzeni sağlanmıştır. Fâtih Sultan Mehmed’in faaliyetleriyle tekâmül etmiş haliyle klasik Türk-İslâm devlet modeli ortaya çıkmış ve bu durum tek hânedana dayalı güçlü bir merkezî idare tarzının yerleşmesiyle diğer benzeri devlet yapılanmasından farklılaşmış, bu sayede kalıcılık temin edilmiştir. Böylece Fâtih Sultan Mehmed dönemiyle Osmanlı Devleti “imparatorluk” sürecine girmiş, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman devirlerinde bu gelişme pekişmiş ve yerleşmiş, XVII. yüzyıldan itibaren bir iki istisna dışında padişah otoritesi, saray halkı ve merkezî bürokrasiye kayma eğilimi göstermiştir.

                  Osmanlı padişahlarının siyasî gücü klasik dönemde şüphesiz en etkili ve mutlak konumdaydı. Padişah, hem örfî hem şer‘î yönden mutlak bir idareciydi. En başta gelen vazifesi olarak kendini Hakk’ın emaneti olan tebaanın muhafızı şeklinde tanımlıyordu. Aslında hilâfet anlayışı da bu çerçevede Osmanlılar’da farklı bir şekilde yorumlanmaktaydı. Halifelik, hânedanın Abbâsî halifeleriyle kan bağı olmadığı bilindiğinden klasik yorumu ile değil gazâ ve cihad şartını yerine getirme, mukaddes yerleri koruma, adaleti dünya yüzüne yayma olarak değerlendiriliyordu. Hilâfeti klasik şekliyle canlandırma gayretleri, hânedanı Kureyş kabilesine bağlayacak iddialarla birlikte ancak XVIII. yüzyılda ortaya çıkmış, XIX. yüzyılda çeşitli siyasî sebeplerle âdeta yeniden yorumlanarak önemle üzerinde durulan bir hususu teşkil etmiştir.

                  Osmanlı padişahları II. Selim’e kadar bizzat sefere çıkmayı ve gazâyı başlıca vazifeleri olarak telakki etmişlerdi. İlk defa sefere gitmeyip İstanbul’da vefat eden II. Selim’dir. Osmanlı veraset anlayışının değişmeye başladığı dönem ise klasik Osmanlı hükümdar tipinin artık tarihe karıştığı XVII. yüzyılın başlarına rastlar. I. Ahmed’in saltanatı sonrasında ailenin büyük ferdinin tahta çıkarılması yeni bir uygulamayı da beraberinde getirmiştir. O döneme kadar kimin padişah olacağı önceden tesbit edilmemiş, eski Türk saltanat sistemi sürdürülmüş, vâki olan muhalefetin devletin geleceğini tehdit etmesi endişesiyle daha önce de uygulanan “kardeş katli” Fâtih Kanunnâmesi’nde yerini bulmuş ve ondan sonraki taht sahipleri tarafından da uygulanmıştır. Bu kanuna uymayan ilk padişah I. Ahmed zamanında daha önceki acı olaylar ve devlet adamlarının katkısıyla giderek en büyük hânedan mensubunun tahta vâris olması, diğerlerinin sıkı bir şekilde göz altında tutulması temayülü ağırlık kazanmış ve böylece “ekberiyet” usulü yerleşmiştir. Bu devirlerde Osmanlı hânedanı artık tek bir hükümdarın değil ailenin topluca tavır sergilediği, vâlide sultanlar, damadlar, vezirler ve bunların adamlarıyla merkezî bürokrasiden oluşan bir iktidar paylaşımı ile idare edilen bir yapı arzediyordu. Osmanlı padişahlarının gazi sıfatları da artık bizzat sefere çıkmalarından çok ordunun başarısıyla kazanılan bir sıfat haline dönüşmüştür. Osmanlı hânedanının ilk ciddi krizi, IV. Murad’ın vefatı ve geride tek bir hânedan mensubu olarak kalan Sultan İbrâhim’in ilk saltanat yıllarında yaşanmıştır. Bundan sonraki hükümdarlar Sultan İbrâhim’in soyuna dayanır. Aile fertlerinin azlığı veya teke inişi bazı alternatif hânedanları gündeme getirmiş olmakla birlikte her türlü tehlikeye ve tehditlere rağmen hânedanın bizâtihi kendisi tarihte eşine az rastlanan bir şekilde devletle bütünleşip âdeta kutsiyet kazanmış, XIX. yüzyılın son çeyreğinde ilân edilen anayasasında bu mümtaz ve dokunulmaz yerini muhafaza etmiş olarak devletin yıkılışına kadar varlığını korumuştur.

                  Osmanlı Beyliği. İlhanlılar’ın baskısı ile XIII. yüzyılda Selçuklular’ın dağılması sonucu batı uç bölgelerinde hayli kalabalık sayıya ulaşan Türkmen cemaatleri müstakil bir beylik şeklinde ortaya çıkmaya başladı. Eski Selçuklu merkezinde Karamanoğulları, Bizans sınırında Germiyanoğulları, Karesi, Aydın, Saruhan, Menteşe, Candaroğulları ve nihayet başlangıçta hiç dikkati çekmeyen Osmanlılar bulunuyordu. Osman Bey’in liderliğindeki bu küçük beylik önceleri Kastamonu uç bölgesinde yer alıyordu. Zamanla Eskişehir, Bursa ve İznik’e kadar uzanan bölgeye hâkim olan Osman Bey civardaki tekfurlarla mücadeleye girdiği gibi onun en önemli hedefini İznik teşkil etti. 1302’de bir Bizans kuvvetini yenmesi onun şöhretini arttırdı ve Osmanlı Beyliği’ni civardaki Türkmen beylikleri arasında ön plana çıkardı. Osmanlılar kısa bir süre sonra uygun coğrafî mevkilerinin de rolüyle gözlerini önlerindeki denizlere, hatta bunların daha ötesine çevirdiler. Öteden beri yöredeki Türkmenler tarafından tanınan Rumeli toprakları gazâ ve ganimet ideolojisinin başlıca hedefi oldu.

                  Feridun Emecen, Osmanlılar, DİA

                  • 9. Hafta: Osman Bey'in İktidardaki Konumu ve Fetih Yöntemleri

                    Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Bey’in tarihî bir şahsiyet olarak ortaya çıkışı, Bizans’a karşı gazâ yapan Selçuklu uç bölgesindeki Türkmen beyliklerinin oluşturduğu siyasî şartların bir sonucudur. Onun müstakil bey oluşu da 1302’de bir Bizans ordusunu yenişinden ve uç bölgesinde yerel Bizans idarecilerine (tekfur) karşı giriştiği mücadelelerden sonradır. Osmanlı tarihlerinde ailenin kökeni, beyliğin kuruluşu menkıbevî bir tarzda anlatılmakla birlikte Osman Bey’in babasının Ertuğrul, onun da babasının adının Gündüz Alp olduğu bilinmektedir. Bunların dışındaki ata adlarıyla ilgili şecerelerin herhangi bir tarihî değeri yoktur.

                    Feridun Emecen, Osmanlılar, DİA

                    • 10. Hafta: Bursa ve İznik'in Fethi ve Akisleri

                      699’da (1299) Osman Gazi merkezini Bilecik-Yenişehir’e naklettiğinde Orhan’ı deneyimli atabey Gündüz Alp ile Karacahisar’a gönderdi. Osman Gazi’nin İznik kuşatması (701/1302) ve Dimboz (Dinboz) savaşına (702/1303) katıldığı anlaşılan Orhan, Lefke seferinde (703/1304) Germiyanlılar’ın tehdidine karşı Eskişehir-Karacahisar’da kaldı. Yanında babasının güvendiği adamları Saltuk Alp ile Köse Mihal de bulunuyordu. Osman Gazi, Lefke seferinde Sakarya üzerinden İznik’e yol veren kalelerin fethiyle uğraşırken Germiyan’dan Çavdar Tatar “Karacahisar’ın pazarına” (Ilıca yanında) yağma akını yapıp çekildi. Orhan yağmacıların peşine düştü, onlara Oynaşhisarı’nda (bugün Çavdarhisar) yetişti, yağma mallarını ellerinden aldı ve Çavdar Tatar’ın oğlunu ele geçirdi. Osman Gazi bu esirle bir antlaşma yaptı ve onu babasına geri gönderdi. Daha sonra Osman, Germiyan-Çavdar saldırılarını karşılamak üzere kendisi Karacahisar’da kalmaya karar verdiğinde Orhan’ı yanına kattığı gazi alpleri Akça Koca, Konuralp, Gazi Abdurrahman ve Köse Mihal ile birlikte Sakarya’ya gönderdi (705/1305). Âşıkpaşazâde, Orhan’ın kumanda ettiği ilk seferin bu olduğunu belirtir (Târih, s. 108). Orhan stratejik önemi olan Karaçepüş (Katoikia), İznik önünde Karatigin, Absu (Hypsu: Geyve Boğazı’nda) kalelerini fethetti. Yenişehir’de babası yanına geldi. Bu harekâtın hedefi İznik’e gelecek yardımı keserek burayı teslim olmaya zorlamaktı; Orhan bu seferlerde askerî tecrübe kazanmış oldu. Babasının zamanındaki son seferi Adranos (Atranos) Kalesi (Orhaneli) üzerinedir. Bu seferde yanında yine Köse Mihal ile Turgut Alp vardı. 723 Ramazan ayı başlarında (Eylül 1323) düzenlenmiş Asporça Hatun vakfiyesine göre o tarihte Osman hayatta idi. Orhan’ın beyliğe geliş tarihi Rebîülevvel 724’tür (Mart 1324). Osman’ın ölümü de bu iki tarih arasında olmalıdır.

                      Halil İnalcık, Orhan, DİA

                      • 11. Hafta: Orhan Bey'İn İktidarı ve Karesioğulları'nın İlhakı

                        Bursa’nın düşmesi ve İznik’in kuşatma altında sıkıntıda olması, İstanbul’da Bitinya bölgesinin tamamının kaybedilmek üzere olduğu kaygısını uyandırdı. Bizans İmparatoru III. Andronikos Paleiologos, Gebze önünde Pelekanon’dan (bugün Eskihisar geçidinde) denizi geçip abluka altındaki İznik’i ve mümkün olursa Bursa’yı kurtarmaya karar verdi. Ordu başkumandanı (Grandomestikos) Yuannis Kantakuzenos’un hâtıratında (notlarla Almanca çevirisi bk. Geschichte, II, 22 vd.) Pelekanon savaşı bütün ayrıntılarıyla verilmiştir. Bu kaynağa göre imparator daha önce 1328’de Anadolu sahilinde Bizans’a ait Kyzikos (Kapıdağı) ve tahkimli yarımada Pegae’ya (bugün sahilde Karabiga) gitmiş ve Karesi Beyi Temirhan ile (Demirhan) bir antlaşma yapmıştır. Kantakuzenos’a göre imparator, Karesi beyini saldırıdan vazgeçirmeyi ve bağımlı duruma getirmeyi amaçlamıştı (a.g.e., II, 20). Aslında bu bir ittifak antlaşması idi. Osman Gazi zamanında 1303’te Apolyond’a kadar Bursa ovası istilâ edilmişti; 724’te (1324) Adranos Kalesi’nin fethedilmesi Karesi Beyliği’yle anlaşmazlığın kaynağı olmalıdır.

                        İmparator ilkin Mesothenia (Türkler’in Kocaeli’si) Valisi Kontofre’yi yanına çağırdı, sefer hakkında kendisiyle görüştü. Kontofre valiliği sırasında Kocaeli’nde Türkler’le karşılaşmalarında tecrübe kazanmış, yetenekli bir askerdi; Türkler’in savaş taktiğini yakından öğrenmişti. Kontofre imparatoru bu sefere teşvik etti. Osmanlı vekāyi‘nâmelerinde lâyıkıyla yer almayan ve çok kısa olarak Abdurrahman Gazi’nin Orhan Gazi ile beraber bir Bizans kuvvetini püskürttüğü şeklinde belirtilen Pelekanon savaşı iki aşamada gerçekleşti. Birinci aşamada Bizans imparatorunun savaş meclisinde tepelerdeki Osmanlı kuvvetlerinin düzlüğe çekilmesi ve savaşın bu düzlükte yapılması kararı alındı. Bizans komutanı eğer bunu yapamazsa o zaman savaş meydanını bırakıp dönmeyi düşünüyor, böylece daha başlangıçta tepelere yerleşen Osmanlılar stratejik üstünlük sağlamış oluyordu. Orhan Bey tepeden harp sahasını gözetliyor, Bizans ordusunu ârızalı araziye çekip orada çevirmeyi düşünüyordu. Bunun için de önemli bir kuvveti bir vadide pusuya sokmuştu. Bu klasik Osmanlı savaş taktiğiydi. Savaşın ilk günü (1 Haziran 1329) Orhan Gazi, Bizans ordusunu kendine çekmek için 300 kişilik bir kuvveti üzerlerine gönderdi (bu ordu düzenli 2000 askerden ibaretti). Osmanlı akıncı kuvveti Bizans ordusuna yaklaştı, oklarını attı, ardından geriye doğru çekildi. Bu çekilişten maksat Bizans ordusunu yerinden çıkarıp tepelere doğru çekmekti. Saldırı birkaç defa tekrar edildi. Başlangıçta Bizans ordusu mevzilerini bırakmadı. Orhan Bey’in kuvvetleri de tepeleri terketmedi. Fakat savaşın ikinci günü tekrarlanan akıncı saldırıları sırasında imparator bu ufak kuvveti yok etmek için harekete geçti. Bunun üzerine Orhan Bey bir kısım kuvvetlerini kardeşi Pazarlu kumandasında düzlüğe gönderdi. Bizans ordusu karşı çıktı; bu suretle akın şeklinde başlayan çarpışmalar iki tarafın büyük kuvvetlerinin katıldığı bir savaş halini aldı. İmparator okla baldırından yaralandı ve öldüğü haberi yayıldı. Bizans ordusunda panik kendini gösterdi. Panik halinde kaçan Bizans kuvvetleri sahildeki kalelere ve özellikle Filokren’e sığınmaya çalıştı. Orhan’ın kuvvetleri kaçanları kovalıyordu. Bizans imparatoru paniği önleyemeyince kendisini bir halı üzerinde gemiye taşıttı ve İstanbul’a kaçtı. Orhan bütün Kocaeli’yi ele geçirdi; zaferden sonra İznikliler’in hiçbir ümidi kalmadı. Osmanlılar ablukayı şiddetlendirerek şehri teslim aldı (21 Cemâziyelevvel 731 / 2 Mart 1331 [İbn Kemal 734/1333 tarihini verir; bk. Tevârîh, I, 42-48]; teslim şartları ve ilk önlemler için bk. Âşıkpaşazâde, s. 118-119; Neşrî, I, 156-158, tarih için Schreiner, II, 238). İznik fethiyle İslâm dünyasında şöhret kazanan Orhan Bey, Irak Celâyirli Sultanı Hasan-ı Büzürg ile de dostça ilişkiler kurdu (İbn Kemal, I, 61).

                        Bitinya’nın tamamında sağlamca yerleşen Orhan Bey’i o sırada gören Arap seyyahı İbn Battûta onu “Sultan Osmancık oğlu İhtiyârüddin Orhan Bey” diye anar ve zenginlik, arazi, askerî kuvvet bakımından Türkmen sultanlarının en büyüğü olup 100 kadar kalesinin bulunduğunu, zamanının çoğunu bu kaleleri dolaşmakla geçirdiğini, her birinde birkaç gün kalıp durumu teftiş ettiğini, bir şehirdeki ikametinin asla bir ayı bulmadığını, kâfirlerle sürekli savaşta olup onları kalelerinde kuşatma altında tuttuğunu kaydeder. Ayrıca Bursa’yı Rumlar’dan babasının aldığını ve mezarının eskiden hıristiyanlara ait bir kilise olan cami içinde bulunduğunu, rivayete göre Osman’ın İznik şehrini yaklaşık yirmi yıl kuşatma altında tuttuktan sonra oğlunun on iki yıl daha kuşatıp ele geçirdiğini yazar. İbn Battûta, Bursa’da tanıştığı Orhan Bey’in kendisine para gönderdiğini de belirtir. Bu ifadelerden Osman’ın faal beyliğinin 1322’de son bulduğu sonucu çıkarılabilir. Yine Orhan Bey zamanında yaşayan Memlük tarihçisi İbn Fazlullah el-Ömerî de merkezi Bursa’da oturan “Toman” oğlu Orhan’ın elli şehir ve elliden çok kalesi olduğunu, 40.000 atlısı olup yayaları da toplanınca sayılamayacak kadar kalabalık ordusu bulunduğunu, zengin ve korkulduğu kadar güçlü olmayıp müslüman komşularıyla barış içinde yaşadığını, düşmanlarına karşı bazan galebe çaldığını, bazan da yenildiğini belirtir. Ömerî bu bilgileri Osmanlı karşıtı Germiyanlılar’ın yanında bulunan bir şahıstan derlemiştir.

                        1329’dan beri Bizans ile savaş durumunda olan Orhan Bey’in yine Bizanslılar’la savaş halindeki Aydınoğlu Umur Bey ile irtibat kurduğu Enverî’nin Düstûrnâme adlı eserinden anlaşılır (s. 25). Orhan 730’da (1330) onunla Saruhan’da buluşmuş ve Bizans’a karşı ortak harekâta karar vermişlerdir. P. Lemerle adı geçen Orhan’ı Menteşe beyi olarak yorumlarsa da (l’Emirat, s. 66) 1329’dan beri Orhan ve Umur’un Bizans’a karşı savaş halinde bulunduklarını dikkate almaz. Anadolu’dan gazilerin akın yolunu kesen Gelibolu Kalesi’ne saldırı, Aydınoğlu-Saruhanoğlu ve Orhan arasında bir görüşme sonunda kararlaştırılmış görünmektedir.

                        Halil İnalcık, Orhan, DİA

                        • 12. Hafta: Yıldırım Beyazid'ın Merkeziyetçi Tavrı ve Ankara Savaşı

                          Anadolu’dan Hindistan’a kadar uzanan bir imparatorluk kurmuş olan Timur’un fütuhat sahasına Anadolu’yu da dahil etmesi, aynı yer üzerinde hak iddia eden Osmanlılar’la arasını açmıştır. Diğer taraftan Memlük Sultanı Berkuk’un ölümü, Timur’un kendisine rakip olarak gördüğü Mısır ve Anadolu’daki bu iki devleti ortadan kaldırmak için uygun bir zemin hazırlamıştır. Ayrıca Memlükler’le Osmanlılar’ın arasının açılması da Timur’un işini kolaylaştırdı. Bu fırsattan faydalanarak 1399’da Bağdat’ı ele geçiren Timur, Celâyirli Hükümdarı Sultan Ahmed ve Karakoyunlu Türkmen reisi Kara Yusuf’un Osmanlılar’a sığınmasına sebep oldu. Bu durum Timur’un Osmanlı Devleti’ne müdahale etmesine fırsat verdi. Nitekim bunların iadesi isteği Yıldırım tarafından kabul edilmedi ve bundan dolayı iki hükümdar arasında hakaret dolu mektuplar teâti edildi. Osmanlılar’a vergi vermekte olan Erzincan Emîri Mutahharten’in bu sırada Timur’un hâkimiyetine girmesi, iki hükümdarın arasının daha da açılmasına yol açtı. Mutahharten’e vergisini ödemesi için ihtarda bulunan Bayezid’e Timur tarafından gönderilen tehdit ve nasihat mektubuna Bayezid sert bir şekilde karşılık verdi. Bunun üzerine Akkoyunlu beyi Karayülük Osman Bey ile Mutahharten’in rehberliğinde Sivas’a yürüyen Timur, Malkoçoğlu Mustafa Bey tarafından müdafaa edilen Sivas’ı kuşattı. On sekiz gün dayanabilen Sivas, kimsenin kanının dökülmeyeceği vaadiyle teslim oldu ise de Timur şehre girince müdafileri hendeklere doldurtup canlı canlı üzerlerini örttürmek suretiyle büyük bir katliam yaptı, şehri de yakıp yıktı. Ancak Bayezid’in kuvvetleri hakkında yeterli bilgiye sahip olamadığı için, kendisine sığınmış olan Anadolu beylerinin tahrikine rağmen daha ileri gitmedi. Timur bundan sonra Elbistan üzerinden hareket ederek önce Malatya’yı, sonra Behisni’yi aldı ve 1401’de Suriye seferine çıktı.

                          Yıldırım Bayezid hazırlıksız yakalandığı için Sivas kuşatmasına müdahale edemedi ise de muhtemel bir istilâya karşı Kayseri civarına geldi. Timur’un Suriye seferi ile meşgul olduğu bir sırada da Sivas seferinde Timur’a yardım eden Mutahharten’i cezalandırmak maksadıyla doğu sınırına giderek Erzincan ve Kemah’ı aldı. Fakat Timur yanındaki kuvvetleri yeterli görmeyerek Bayezid’e karşı bir harekete girişmedi. Diğer taraftan bu müdahaleler Bayezid’le Timur’un arasının büsbütün açılmasına yol açtı. Nitekim Timur’un Arrân’a gelmesi Bayezid’in muhtemel bir istilâya karşı ordusuyla Sivas’a doğru hareketine sebep oldu. Bunun üzerine Timur da Nahcıvan’a geldi; Bayezid’in durdurulması için de torunu Şâhruh idaresinde kuvvet sevketti. Ancak, Mutahharten’in aracılığı ve Osmanlı devlet adamlarının ısrarı ile iki hükümdar arasında bir anlaşma teşebbüsü olduysa da Kara Yusuf’un kendisine teslim edilmesini isteyen Timur anlaşmaya yanaşmadı. Bunda, Çin imparatorunun ölümü dolayısıyla doğuya yapacağı sefer öncesinde kendisi için büyük bir tehlike teşkil eden Anadolu meselesini halletmeye karar vermesi rol oynamış olmalıdır. Bu sebeple Orta Asya’daki kuvvetlerinden takviye alan Timur, 13 Mart 1402’de Tebriz’den gönderdiği elçi vasıtasıyla, savaş mesuliyetini Bayezid’e yüklemek için ondan bazı isteklerde bulundu. Timur’un istekleri arasında Kemah’ın Mutahharten’e geri verilmesi, Anadolu beylerinden alınan toprakların iadesi, şehzadelerden birinin kendi yanına gönderilip bağımlılık alâmeti olarak vereceği külâh ve kemerin kabul edilmesi, ayrıca Kara Yusuf’un da kendisine iadesi yer alıyordu. Ancak bu tekliflerin hiçbiri Bayezid tarafından kabul edilmedi. Bunun üzerine Timur bütün ordusunu toplayarak Anadolu’yu istilâ etmek için harekete geçti.

                          Timur’un Anadolu’ya hareketi karşısında Yıldırım Bayezid Bizans imparatoruyla anlaşarak İstanbul muhasarasını kaldırdı ve iki koldan hareket ederek Ankara önlerine geldi. Timur da torunu Mirza Mehmed vasıtasıyla Kemah Kalesi’ni aldıktan sonra Sivas’a yürüdü. Bunun üzerine ordusunun çoğunluğu piyade olan Yıldırım, dağlık bölgede mevzilenmek için Akdağmadeni ve Kadışehri civarına hareket etti ve Timur’u burada karşılamaya karar verdi. Casusları vasıtasıyla Osmanlı ordusunun her türlü hareketini öğrenen Timur, Tokat tarafının tutulduğunu haber alınca Kayseri-Kırşehir yoluyla Ankara’ya geldi ve kaleyi kuşattı. Diğer yandan Bayezid de hızlı bir yürüyüşten sonra Kalecik-Ravlı üzerinden ve Timur’un hiç beklemediği bir yoldan Çubukova’da Melikşah köyüne indi. Osmanlı kuvvetlerinin beklemediği bir anda karşısına çıkması üzerine Timur çok şaşırmış olmasına rağmen, Yıldırım’ın hemen saldırmaması sebebiyle bir gece içinde yer değiştirerek yeni bir cephe meydana getirdi. Savaş büyük bir ihtimalle 28 Temmuz 1402 Cuma günü vuku bulmuştur. Kaynaklara göre Timur’un ordusu 160.000, Osmanlı ordusu ise Timur Fetihnâmesi’ne göre 70.000 (bk. Aka, s. 5-22), Behiştî’ye göre ise 90.000 kişi idi. Öte yandan çoğunluğu süvari kuvvetlerinden meydana gelen Timur’un ordusunda otuzdan fazla da fil vardı. Sırp kralı ise 20.000 kişi ile Osmanlı saflarında yer almaktaydı. Savaş, casusları vasıtasıyla Osmanlı ordusundaki Kara Tatarlar’ı kendi tarafına çeken Timur’un lehinde gelişti. Neşrî, başta Germiyan askeri olmak üzere bazı Anadolu beyliklerine ait kuvvetlerin, daha önce Timur’a sığınmış olan beylerinin tarafına geçtiğini ifade etmektedir. Bu durum karşısında Osmanlı ordusu bozuldu; yanında 3000 kişi olduğu halde savaşa devam eden Yıldırım Bayezid de sonunda esir düştü. Dağılan Osmanlı kuvvetlerinin ardından bütün Anadolu Timur’a mensup emîrler tarafından istilâ edildi. Savaş sonrasında Timur, Fransa Kralı VII. Şarl ile İngiltere Kralı IV. Henry’e zafernâme göndermiş ve kendilerinin yenemedikleri Osmanlı hükümdarına karşı başarısını bildirmiştir.

                          Ankara Savaşı Türk tarihinde iki müslüman devlet arasında yapılan en büyük savaşlardan biridir. Bu yenilgiden sonra, Anadolu’da uzun mücadeleler sonunda kurulmuş olan Türk birliği bozulmuş, ayrıca devletin fütuhat hareketi ve bu arada İstanbul’un fethi yarım yüzyıla yakın bir süre aksamıştır. Savaşı takiben Anadolu beylikleri yeniden canlanmış, Timur orduları tarafından şehirler yağmalanmış ve Osmanlılar’ın kurduğu düzen bozulmuştur. Ayrıca Osmanlı şehzadeleri arasında başlayan taht mücadeleleri (bk. FETRET DEVRİ) pek çok yerin elden çıkmasına ve kardeş kanı dökülmesine yol açmıştır.

                          Yusuf Halaçoğlu, Ankara Savaşı, DİA

                          • 13. Hafta: Fetret Devri

                            Osmanlı Devleti’ni parçalanmanın eşiğine getiren Fetret devri Osmanlı tarihinin en önemli dönüm noktalarından birini teşkil eder. Yıldırım Bayezid tarafından büyük güçlüklerle kurulan merkezî devletin dağılıp ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya gelindiği bu iç mücadele ve karışıklık dönemi Rumeli topraklarındaki sağlam yerleşme sayesinde atlatılabilmiş, bu dönemde ortaya çıkan meseleler yarım yüzyıl kadar sürmüş, Osmanlı devlet teşkilâtı, saltanat anlayışı ve verâset usulüne tesir edecek önemli gelişmelerin başlıca dayanağını oluşturmuştur.

                            Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nın ardından ölümü ile geride Süleyman, Îsâ, Mûsâ, Mehmed, Mustafa ve Kasım adlı oğulları kalmıştı. Osmanlı Devletini parçalamak isteyen Timur, Ankara Savaşı’nı kazandıktan sonra Anadolu beylerine ait toprakları Osmanlılar’dan alıp eski sahiplerine iade etmiş, geri kalan yerleri de Bayezid’in oğulları arasında paylaştırmıştı. Ankara Savaşı’nın kaybedildiğini gören büyük şehzade Emîr Süleyman, yanında bulunan Veziriâzam Çandarlı Ali Paşa, Subaşı Eyne Bey ve yeniçeri ağası Hasan Ağa ile beraber önce Bursa’ya geldi. Buradan devlet hazinesini, arşivleri, ailesini, küçük kardeşi Şehzade Kasım’ı ve kız kardeşi Fatma Sultan’ı alarak Gemlik’ten bir gemiyle Güzelcehisar’a (Anadoluhisarı) gitti. Bir müddet burada kaldıktan sonra Bizans İmparatoru Manuel ile anlaşarak Gelibolu’ya geçti ve orada imparatorla Gelibolu Antlaşması’nı imzaladı (Şubat 1403). Buna göre Süleyman Çelebi Kartal, Pendik ve Gebze ile bazı adaları ve Misivri’ye kadar Karadeniz sahillerini, Rumeli’de Selânik ve Tesalya’yı Bizanslılar’a terkediyordu. Bunun yanında Bizans’ın o zamana kadar Osmanlılar’a vermekte olduğu vergi de kaldırıldı. Antlaşmadan sonra küçük kardeşi Kasım (bazı kaynaklarda Orhan) Çelebi ile kız kardeşi Fatma Sultan’ı İstanbul’da bırakan Süleyman Çelebi Gelibolu’dan Edirne’ye geçerek hükümdarlığını ilân etti. Durumunu güçlendirmek isteyen Emîr Süleyman bazı ticarî imtiyazlar vermek suretiyle Venedik ve Cenevizliler’le de anlaştı (Haziran 1403). Anlaşmaya göre bu İtalyan cumhuriyetleri Timur’un Rumeli’ye geçmesine engel olacaklardı.

                            Süleyman Çelebi’nin Edirne’de hükümdarlığını ilân ettiği esnada Anadolu’da Îsâ Çelebi ile Mûsâ Çelebi Bursa’ya hâkim olmak için mücadeleye girişmişlerdi. Ankara Savaşı’ndan sonra Balıkesir taraflarına giden Îsâ Çelebi Timur’un İzmir’de bulunduğu bir sırada Bursa’yı ele geçirdi. Anadolu’da bir süre dolaşan Timur Semerkant’a dönerken Mûsâ Çelebi’yi serbest bırakarak Bursa’ya gönderdi. Böylece kardeşler arasındaki ilk anlaşmazlık Bursa’nın ele geçirilmesi yüzünden başladı. Mûsâ Çelebi Îsâ’yı mağlûp ederek Bursa’ya hâkim oldu. Ancak Timur’un Anadolu’yu terketmesinden sonra güçlenen Îsâ Çelebi tekrar Bursa üzerine gelerek Mûsâ Çelebi’yi yendi ve şehri ele geçirdi. Mûsâ Çelebi de önce Kütahya’ya, daha sonra Karamanoğlu Mehmed Bey’in yanına gitti.

                            Mehmed Çelebi ise savaştan sonra Amasya ve Sivas yöresine giderek buralara hâkim olmuştu. Böylece Ankara Savaşı’nın ardından Süleyman Çelebi Edirne’de, Îsâ Çelebi Balıkesir ve Bursa’da, Mûsâ Çelebi Îsâ’yı mağlûp ettikten sonra kısa bir süre Bursa’da, Mehmed Çelebi de Amasya’da Timur’a tâbi olarak hükümdar oldular. Bütün şehzadelerin amacı ilk pâyitaht olan Bursa’yı ele geçirmekti. Amasya ve Sivas bölgesine hâkim olan Mehmed Çelebi bir müddet burada sessizce oturduktan sonra kardeşi Îsâ Çelebi’ye başvurarak Anadolu’yu kendi aralarında paylaşmayı teklif etti. Îsâ Çelebi bu teklifi kabul etmeyince iki kardeş Ulubat’ta karşı karşıya geldi. Yapılan savaşta Mehmed Çelebi ağabeyi Îsâ’yı yenilgiye uğrattı. Îsâ Çelebi önce Yalova’ya, oradan da İstanbul’a kaçtı. Savaşın ardından Bursa’ya giren Mehmed Çelebi burada hükümdarlığını ilân etti (1404).

                            Bu arada Bizans İmparatoru Manuel’in yanına giden Îsâ Çelebi Süleyman Çelebi’nin isteği üzerine Edirne’ye gönderildi. Emîr Süleyman, kendisine rakip gördüğü Mehmed Çelebi’ye karşı Îsâ Bey’i destekleyerek onu Bursa’yı almak üzere kuvvetli bir ordunun başında tekrar Anadolu’ya gönderdi. Ancak Mehmed Çelebi’ye sadık kalan Bursa halkının karşı koyması üzerine başarılı olamayan Îsâ Çelebi Kastamonu’da bulunan İsfendiyar Bey’in yanına giderek Aydınoğlu Cüneyd, Saruhanoğlu ve Menteşeoğlu ile birleşip Mehmed Çelebi’ye karşı tekrar savaşmak istedi. Bu son teşebbüsünde de başarıya ulaşamayarak Karaman-ili’ne çekilen Îsâ Çelebi bir ara tekrar Osmanlı topraklarına girdiyse de Eskişehir’de Çelebi Mehmed’in adamları tarafından yakalanarak boğuldu (1405-1406). Cesedi Bursa’ya getirilip babasının türbesinin yanına defnedildi. Bundan sonra, Îsâ Bey ile iş birliği yapmış olan Aydınoğlu, Menteşeoğlu ve Germiyanoğlu beyleri Mehmed Çelebi’nin hâkimiyetini tanımak zorunda kaldılar.

                            Böylece Anadolu’nun büyük bir kısmına hâkim olan Mehmed Çelebi Emîr Süleyman ile mücadeleye hazırlanmaya başladı. Edirne’de bulunan Emîr Süleyman da Mehmed Çelebi’nin Anadolu’daki faaliyetlerini yakından takip ediyordu. Îsâ Çelebi’nin yenilgisini duyunca Çandarlı Ali Paşa ile birlikte kuvvetli bir ordunun başında Anadolu’ya geçti ve Bursa’yı aldı. Çelebi Mehmed karşı koyamayarak Amasya’ya çekildi. Süleyman Çelebi Ankara’ya ilerledi ve burasını da ele geçirdi. Bununla beraber Mehmed Çelebi mücadeleden vazgeçmedi. Nitekim ertesi yıl Yenişehir ovasında Emîr Süleyman ile karşılaşıp mağlûp olarak yine Amasya’ya dönmüşse de onu Rumeli’ye çekilmeye zorlamak için çareler aramaya başlamıştır. Bu düşünce ile, Karamanoğlu Mehmed Bey’in yanında bulunan Mûsâ Çelebi’yi kendisine tâbi kalması şartıyla Rumeli’ye göndermeye karar verdi. Ona bir miktar kuvvet vererek Eflak üzerinden Rumeli’ye geçmesini sağladı (1409).

                            Emîr Süleyman’ın Anadolu’da bulunduğu sırada Eflak’a geçen Mûsâ Çelebi buradan Tuna’ya doğru ilerlemeye başladı. Rumeli beyleri ve tımarlı sipahilerinin kendisine katılmasıyla güçlenen Mûsâ Çelebi Eflak ve Sırp kuvvetleri tarafından da destekleniyordu. Mûsâ Çelebi’nin Rumeli’ye geçtiğini haber alan Süleyman Çelebi telâşa düşerek Gelibolu üzerinden Edirne’ye gitti. Bu suretle Anadolu’da serbest kalan Mehmed Çelebi Ankara, Bursa ve çevresini tekrar ele geçirdi.

                            Emîr Süleyman, Eflak ve Sırp kuvvetleri tarafından desteklenen Mûsâ Çelebi’ye karşı Bizans imparatorundan da yardım alarak onunla karşılaştı (15 Haziran 1410). İki taraf arasında İstanbul yakınlarında meydana gelen savaşta Sırp kuvvetlerinin son anda Emîr Süleyman tarafına geçmesi üzerine Mûsâ Çelebi mağlûp oldu ve Eflak’a kaçtı. Daha sonra da kendisine ihanet eden Sırp kuvvetlerini 11 Temmuz 1410’da mağlûp etti ve oradan Edirne civarına gelerek Emîr Süleyman ile yeniden savaşa girdi. Bu savaşta başarılı olamadıysa da ertesi yıl Edirne’ye girmeye muvaffak oldu. Emîr Süleyman ise İstanbul’a kaçmak üzere yola çıktı. Düğüncü köyüne geldiği sırada kendisini takip eden Mûsâ Çelebi’nin adamları tarafından yakalanarak boğuldu (18 Mayıs 1410). Cenazesi Bursa’ya gönderilerek büyük babası I. Murad’ın yanına defnedildi. Bunun üzerine Edirne’ye giren Mûsâ Çelebi, kardeşi Mehmed’le olan anlaşmasına uymayarak burada adına para bastırdı ve hükümdarlığını ilân etti (17 Şubat 1411).

                            Anadolu’da Îsâ Çelebi’nin ve Rumeli’de Süleyman Çelebi’nin ortadan kalkması ile mücadele sahnesinde sadece Mehmed Çelebi ile Mûsâ Çelebi kaldı. Mûsâ Çelebi kardeşinin Anadolu’da güçlü bir durumda olduğunu bildiği için onunla mücadeleye girişmedi ve ilk iş olarak Süleyman Çelebi’nin adamlarını görevden aldı. Emîr Kör Şah Melik’i vezirliğe, Mihaloğlu Mehmed Bey’i beylerbeyiliğe, ünlü fakih Şeyh Bedreddin Mahmud’u da kazaskerliğe getirdi. Öte yandan Mûsâ Çelebi, kendisine karşı Emîr Süleyman’a yardım etmiş olan Sırp Krallığı üzerine yürüyerek Novoberda’yı aldığı gibi Vidin’de isyan eden Bulgar prensini de etkisiz hale getirdi. Daha sonra Emîr Süleyman’ı destekleyen Bizans imparatoruyla mücadeleye girişti. Ayrıca Timur olayına da Bizans imparatorunun sebep olduğunu düşünüyordu. Kardeşi Süleyman’ın Bizanslılar’a bırakmış olduğu Karadeniz kıyısındaki şehirleri ve Tesalya’yı geri aldıktan sonra İstanbul’u dahi abluka altına almaya başladı (1411). Bu arada Çandarlı İbrâhim Paşa’yı, Manuel’in Bayezid zamanında vermeyi kabul ettiği, fakat Ankara Savaşı’ndan sonra göndermediği vergileri istemek üzere İstanbul’a gönderdi. Ancak Mehmed Çelebi tarafına geçmek isteyen İbrâhim Paşa İstanbul’da kalarak Manuel ile iş birliği yaptı. Manuel İbrâhim Paşa’nın da teşvikiyle Çelebi Mehmed’le temasa geçmiş, Emîr Süleyman’ın rehine olarak yanına bırakmış olduğu Orhan Çelebi’yi de Rumeli’ye göndererek Mûsâ Çelebi’nin İstanbul kuşatmasını kaldırmasını sağlamıştır. Şehzade Orhan’ın Selânik ve Tesalya’da saltanat mücadelesine başlaması üzerine Mûsâ Çelebi İstanbul kuşatmasını kısmen kaldırıp Selânik’e gitti ve yapılan savaşta yeğenini bozguna uğrattı. Bunun üzerine Orhan Çelebi Selânik Kalesi’ne kaçtı, Mûsâ Çelebi de kaleyi kuşatma harekâtına başladı. Bundan sonra da İstanbul üzerindeki baskısını daha da arttırdı.

                            Osmanlı şehzadeleri arasındaki saltanat mücadelelerinden daima faydalanmayı düşünen İmparator Manuel, şehirde çok az kuvvet olduğu için Mûsâ Çelebi’nin İstanbul’u ele geçirmesinden korkuyordu. Bu amaçla, Bursa’da bulunan Mehmed Çelebi’yi Rumeli’ye geçirmek üzere şehre davet etti. Çelebi Mehmed, Gebze Kadısı Fazlullah’ın İstanbul’a giderek imparatorla anlaşmasından sonra İstanbul üzerinden Rumeli’ye geçti ve Çatalca civarında bulunan İnceğiz’de Mûsâ Çelebi ile savaşa girişti (Ekim 1412). Ancak Mûsâ Çelebi emrindeki 7000 yeniçeriyle Mehmed Çelebi kuvvetlerini mağlûp etti. Mehmed Çelebi çok az bir kuvvetle İstanbul’a kaçıp Bizans gemileriyle Anadolu’ya geçti.

                            Mûsâ Çelebi bu başarılarına rağmen çevresine ve devlet adamlarına çok sert davranıyordu. Bu sebeple Rumeli beyleri kendisinden yüz çevirmişlerdi. Mûsâ Çelebi’nin başarısında büyük katkıları olan bu beyler kendilerini emniyette görmeyerek Sırplarla Mûsâ Çelebi aleyhinde anlaştılar. Öte yandan Çelebi Mehmed, Mûsâ’nın başka taraftaki meşguliyetinden faydalanarak tekrar Rumeli’ye geçip onunla savaştıysa da yine başarılı olamadı. Bu ikinci yenilgiden sonra Rumeli beylerinin Mûsâ aleyhine faaliyete geçtiğini öğrenince bu beylere gizlice haber gönderip onları kendi tarafına çekmeye çalıştı. Bir süre sonra akıncı kuvvetleri kumandanı Gazi Evrenos Bey’le birlikte hazırlıklarını tamamladı ve Dulkadıroğlu Nâsırüddin Bey’den de yardımcı kuvvetler alarak yine Bizans gemileriyle Rumeli’ye geçti. Beraberinde bir miktar Rum askeri de vardı. Evrenos Bey ise Sırplar’ı Çelebi Mehmed’in saflarına çekmeyi başardı. Mûsâ Çelebi’nin yanında Beylerbeyi Mihaloğlu Mehmed Bey ile Timurtaş Paşaoğlu Umur Bey’den başka büyük emîrlerden hiç kimse kalmamıştı. Evrenos Bey’in tavsiyeleriyle hareket eden Mehmed Çelebi önce Kara Halil kumandasındaki öncü kuvvetlerini bozguna uğrattı, daha sonra da Edirne’ye geldi.

                            Emrindeki beylerin kendisini terketmekte olduğunu gören Mûsâ Çelebi önce Zağra’ya, oradan da Filibe civarındaki Değirmendere’ye çekildi. Nihayet Çelebi Mehmed ile Mûsâ Çelebi kuvvetleri Sofya’nın güneyinde, Samakov kasabası yakınlarındaki Çamurlu sahrasında karşı karşıya geldiler. Yanında bulunan az sayıdaki yeniçerilerle savaşa giren Mûsâ Çelebi büyük bir cesaretle çarpışmasına rağmen kuvvetleri dağıldı ve kendisi de yaralı olarak Eflak’a doğru kaçmak istedi. Ancak onu takip eden Bayezid Paşa, Mihaloğlu Yahşi Bey ve Burak Bey gibi emîrler tarafından yakalanarak Mehmed Çelebi’nin yanına götürüldü ve boğduruldu (5 Temmuz 1413). Naaşı Bursa’ya getirilip babasının türbesine defnedildi. Çelebi Mehmed, hayatta kalan son kardeşi Mûsâ Çelebi’nin de ortadan kalkmasından sonra Edirne’de kendisini Osmanlı Devleti’nin yegâne hükümdarı olarak ilân etti.


                            Fahameddin Başar, Ankara Savaşı, DİA

                            • 14. Hafta: II.Murad ve II.Mehmet'in Anadolu Siyaseti

                              İzmir Beyliği’ni ve Aydın-ili’ni ele geçiren, ancak Osmanlı tâbiliğini reddeden Cüneyd Anadolu beylerini ve Bizans’ı tahrikten geri kalmadığı gibi Venedik ile ilişkiye girdi; ona karşı 828’de (1425) Anadolu beylerbeyiliğine tayin edilen Hamza Bey’in Halil Bey idaresinde sevkettiği kuvvetler onu Akhisar civarında Gülnas’ta yendi. İpsili (Hypsela) Kalesi’ne sığınan Cüneyd teslim olmak zorunda kaldı ve soyu sopu ile birlikte imha edildi. Osmanlılar o yıl yalnız İzmir ve Aydın-ili’ni zaptetmekle kalmadılar, Menteşeoğulları’nın ve Hamîdoğulları’nın Teke’deki kolunun topraklarını da ilhak ettiler. Bu sırada Venedikliler, Bayezid’in oğlu olduğu iddia edilen bir Düzme Mustafa’yı daha meydana çıkardılar. 828 (1425) baharında Selânik’ten yola çıkan Mustafa Venedik donanması ile iş birliği yaptı. Kassandra ve Kavala Venedikliler’in eline düştü. Böylece Osmanlı-Venedik savaşı (1425-1430) başlamış oluyordu. Ertesi yıl Osmanlılar kayıplarını giderdiler. Selânik’ten tekrar çıkan Mustafa’ya Pazarlı ve Sarıca beyler karşı koydular. Savaş Arnavutluk’a da yayıldı. Osmanlılar burada Venedik’e ait Draç’ı (Dyrrachium) kuşattılar. Zilhicce 828’de (Ekim 1425) Venedik ile Macarlar arasında Osmanlılar’a karşı ittifak görüşmeleri başladı (Notes et extraits, I, 409).

                              Halil İnalcık, Murad II, DİA

                              Karamanoğlu İbrâhim Bey’in ölümü üzerine (1469) Fâtih Sultan Mehmed’in halasının oğulları Pîr Ahmed ve kardeşleri Konya’ya ve Konya ovasına, veliaht seçilmiş olan İshak Bey ise Silifke ve Taş-ili’ne hâkim oldular. Beyliğin tamamına sahip olmak için İshak Bey Uzun Hasan’dan, Pîr Ahmed de Fâtih’ten yardım istedi. Karaman-ili’nde Osmanlı nüfuzunun yerleşmekte olduğunu gören Akkoyunlu Uzun Hasan, İshak Bey lehine harekete geçti. 869 (1464) sonbaharında Fâtih Bosna’da meşgul bulunduğu sırada Uzun Hasan, Dulkadıroğlu Arslan Bey üzerine yürüdü ve onu yendi; ardından İshak Bey’in kardeşlerine karşı savaşarak Kayseri, Develi, Aksaray, Konya ve Beyşehri’ni aldı ve İshak Bey’e teslim etti. İshak Bey bu şehirlerde Mısır Sultanı Hoşkadem adına hutbe okutmuştu. Bu durum karşısında Pîr Ahmed ve kardeşleri kaçıp Fâtih’in yanına sığındılar.

                              Fâtih Sultan Mehmed, 847’de (1444) Karamanoğulları’na terkedilen toprakları geri alma zamanının geldiğini gördü. İshak Bey, tahtını güvence altına almak için bir taraftan Mısır sultanının himayesini istediği gibi diğer taraftan da Fâtih ile uzlaşmayı uygun buldu; Akşehir, Beyşehri ve Seydişehri’ni terke razı olduğunu bildirdi. Fâtih, 793’te (1391) Karamanoğlu Mehmed Bey ile Yıldırım Bayezid arasında kararlaştırılan Çarşamba suyu sınırının esas olmasını istediyse de anlaşma sağlanamadı. Padişahın yanında bulunan Pîr Ahmed buna razı olduğu gibi Dulkadırlılar’la eskiden beri çekişme konusu olan Kayseri üzerindeki hâkimiyetini de Osmanlılar’a bırakıyor, padişahın seferlerine bizzat gelmek sözüyle daha sıkı bir şekilde Osmanlı himayesini kabul ediyordu. Dulkadır Beyi Arslan, Osmanlılar’la gizlice anlaşmış olduğu için Memlük sultanının tahrikiyle öldürüldü (1465) ve yerine Şah-Budak getirildi. Buna karşı Fâtih, Dulkadırlılar’dan Şehsuvar Bey’i bir bağımlılık ahidnâmesi imzalatarak beyliğe seçti (1467’de Şehsuvar beyliği Şah Budak’tan alacaktır).

                              Osmanlı kuvvetlerinin yardımıyla harekete geçen Pîr Ahmed, İshak’ı yenerek Silifke Kalesi dışında bütün Karaman-ili’ni idaresi altına almayı başardı (Şevval 869 / Haziran 1465). Uzun Hasan’ın yanına kaçmış olan İshak çok geçmeden öldü (Zilhicce 869 / Ağustos 1465). Uzun Hasan o zaman yalnız Dulkadırlılar’a karşı harekete geçti; Fırat vadisine doğru arazisini genişletmeye çalıştı, Gerger’i aldı. Bunun üzerine Mısır sultanı Karaman olayları yüzünden Osmanlı padişahı ile bozulan ilişkileri düzeltmeye çalıştı.

                              Bu tarihe kadar bir taraftan Haçlı tehlikesi, diğer taraftan Karamanoğlu İbrâhim Bey’in Tarsus ve öbür Memlük topraklarına saldırısı sebebiyle Osmanlı-Memlük ilişkisi dostane idi. Fakat 1461’den sonra Fâtih’in şarka yayılma siyaseti Memlük nüfuz sahasını tehdide başladı. Mısır sultanı Uzun Hasan’ı, Karamanoğulları’nı ve Dulkadırlılar’ı himayesi altında sayıyordu. Uzun Hasan’a karşı bir hareket sayılan Trabzon’un fethi (865/1461) Mısır sultanı tarafından tebrik edilmedi. 1463’te hıristiyan Batılılar’a karşı büyük başarı sağlayan Fâtih, Mısır sultanına gönderdiği mektupta alışılmışın dışında ona kendisiyle eşit muamelesi yaptı ve elçisi yer öpmedi. Bu hareket Sultan Hoşkadem’i çok incitti. Son Karaman olayları da iki taraf arasında ilişkiyi tamamıyla bozdu. 1465’te bir Mısır elçisi Venedik’e gitti. Fakat Uzun Hasan’ın Fırat vadisinde saldırıları üzerine Mısır sultanı elçisi Nûreddin Kuşeyrî’yi dostane bir mektupla Fâtih’e gönderdi. Bu mektup Osmanlı sarayında memnuniyetle karşılandı. Ancak 1467’de Şehsuvar’ın Osmanlı himayesinde Dulkadır tahtına oturması ve Memlükler’le şiddetli bir mücadeleye girişmesi Memlük-Osmanlı ilişkilerini yeniden gergin bir aşamaya getirdi. Fâtih 872’de (1468) Anadolu’ya sefere çıktığı zaman bunun Memlükler’e karşı olduğu söyleniyordu. İshak’ın ölümünden sonra tahta sağlamca yerleşen Pîr Ahmed bağımlılık şartlarını gözetmemeye başladı; hatta Ilgın sınırında bazı toprakları geri istedi. Fâtih Anadolu’ya sefer yapmaya karar verdi. Batı’da Venedik ve Macaristan ile tekrar barış görüşmelerine girişerek onları oyaladı. İskender Bey o kış ölmüştü (21 Cemâziyelâhir 872 / 17 Ocak 1468). Aynı yılın ilkbaharında Afyon’a doğru yola çıkan Fâtih, Pîr Ahmed ve Şehsuvar Bey’den bağımlılık şartına göre ordugâha gelmelerini istedi. Fakat Afyon’da Pîr Ahmed’in red cevabı ulaştı (Şevval 872 / Mayıs 1468). Osmanlı ordusu Konya’yı koruyan ünlü Gevele (Kevale) Kalesi’ni ve Konya’yı aldı. Mahmud Paşa’nın askerleri Turgutlu aşiretlerini Çukurova’da Memlük topraklarının içlerine kadar kovaladılar. Fâtih, Konya’ya Manisa’dan Şehzade Mustafa’yı getirip vali tayin ettikten sonra İstanbul’a doğru yola çıktı. Böylece padişah Anadolu’da büyük bir mücadeleye sürüklenmişti, Batı’daki durumu da zayıflamıştı. Bunu Mahmud Paşa tarafından izlenen yanlış siyasetin bir sonucu saydı. Orta Anadolu’daki mücadele Venedik savaşı ile karışmış, 1474’e kadar pek buhranlı aşamalar göstermiş ve onu yıllarca meşgul etmiştir.

                              Fâtih çekilir çekilmez Pîr Ahmed Lârende’den Konya’ya başarısız bir saldırıda bulundu. 1469’da Karamanoğulları Konya ovasının doğu kısımlarını yani Ereğli, Aksaray, Develi ve Niğde’yi tekrar ele geçirmişlerdi. Fâtih, 875’te (1470) Eğriboz (Eubola) seferinde iken Karamanoğlu Kasım Ankara yöresine kadar ilerledi ve mahallî kuvvetleri bozguna uğrattı. 1471’den itibaren Osmanlılar yalnız Konya ovasını değil Toros dağlık bölgesini ve İç-ili’ni de alarak Akdeniz’e kadar bütün Karaman-ili’ni itaat ettirmek için büyük seferlere giriştiler. Bunlardan birincisi 875 (1471) baharında Vezîriâzam İshak Paşa tarafından yapıldı; Lârende ve Niğde ele geçirildi. Aynı tarihte Karaman’da harekâtta bulunan Gedik Ahmed Paşa da sahilde Alâiye’yi teslim aldı. 877’de (1472) harekât sahilden dağlık bölgeye geçti. Ahmed Paşa, Pîr Ahmed’in ailesini ve hazinesini sakladığı, bugün Silifke-Ermenek yolu üzerinde Mokan (Meynan) Hisarı’nı, sahilde Gorigos’u (Kurku, Korykos), Çukurova sınırında Gülek’i zaptetti. Gedik Ahmed Paşa, bu harekâtı tamamlamak üzere Luluva Kalesi’ni zaptettiği sırada batıdan bir Haçlı donanması, doğudan Uzun Hasan kuvvetleri Karaman-ili’ne doğru harekete geçmiş bulunuyordu. Böylece Karaman meselesi milletlerarası bir nitelik alıyor ve Fâtih Sultan Mehmed için saltanatının en buhranlı bir devresi açılmış oluyordu.

                              Uzun Hasan Tebriz tahtına oturunca kendini Rum (Anadolu) beylerinin “üstün hükümdarı” olarak görmeye başlamıştı. Fâtih’in ilerlemeleri ve ekonomik önlemleri Uzun Hasan’ın imparatorluğunu tehdit ediyordu. Osmanlılar, Akkoyunlu’ya ait Koyulhisar’ı ve himayesi altındaki Trabzon’u almışlardı. İran’ın servet kaynağı olan ipek üzerine Tokat’ta Fâtih tarafından ikinci bir gümrük konması ciddi bir şikâyet konusuydu. 1471’de Osmanlılar, Karamanoğulları’na karşı kesin harekâta girişince bunlar Uzun Hasan’dan yardım istediler. Türkmen beyi aynı tarihte Rodos şövalyeleri reisine, Kıbrıs kralına ve Alâiye beyine gönderdiği mektuplarda Karamanoğlu’na imdat olarak oğlu Zeynel kumandasında 30.000 kişilik bir kuvvet göndereceğini bildiriyor (böyle bir kuvvet ancak 877’de [1472] hareket etmiştir), onları ortak düşman olan Osmanlılar’a karşı iş birliğine çağırıyordu. Timur’a benzetilen Uzun Hasan’ın yanında İsfendiyaroğlu, Germiyanoğlu, Dulkadıroğulları, İnaloğlu gibi Anadolu’dan kaçmış beyler toplanmıştı. Uzun Hasan’ın Fâtih’ten ilk isteği Trabzon, Sinop ve Karaman’ın bırakılması idi. O yıl memleketlerinden atılan Karamanoğulları Pîr Ahmed ile Kasım, Uzun Hasan’ın yanına giderek yardım istediler. Türkmen beyi nihayet harekete geçmeye karar verdi. 876 (1472) baharında ilkin eski Trabzon imparatorunun bir yeğenini Trabzon üzerine gönderdi. İsfendiyaroğlu Kızıl Ahmed Bey ile Karamanoğulları’nı Akkoyunlu kuvvetleriyle (30.000 kişi) Orta Anadolu’ya yolladı. Bunlar, Meynan ve Luluva’nın intikamını almak için Tokat’a hile ile baskın yaptılar. Bu kuvvetlerin bir kısmı oradan Uzun Hasan’ın yeğeni Yûsufca Mirza kumandasında Aksaray üzerinden Konya’ya geldi. Tokat yağması haberi yıldırım etkisi yaptı. Fâtih, Rum Mehmed Paşa’yı azledip Mahmud Paşa’yı tekrar vezîriâzamlığa getirdi. Şehzade Mustafa’ya, Afyon’a veya Kütahya’ya çekilerek Bursa’yı korumak üzere Anadolu beylerbeyi Koca Dâvud Paşa ile birleşmesi emri verildi. Akşehir’e kadar gelen kuvvetler çekilmeye başladı. Karşı saldırıya geçen Osmanlı kuvvetleri, Beyşehir gölü yanında Eflâtunpınarı yakınında onları yakalayarak bozguna uğrattı. Yûsufca Mirza esir düştü; Karamanoğulları kaçtı. Bu başarı durumu kurtardı. Fâtih bütün kış İstanbul’da savaş hazırlığı yaptı.

                              Uzun Hasan, Anadolu’nun ve kendi imparatorluğunun geleceğini belirleyecek bu savaş için büyük askerî ve siyasî hazırlıklara girişti. 1471’de dört elçisi Venedik’e giderek Fâtih ve Mısır sultanı aleyhinde ittifak yapmak istedi. İttifaka göre Venedik gemileri ateşli silâhlarla bunları kullanacak ufak bir kuvveti Karaman sahillerine getirecek, Uzun Hasan da bu tarafa bir kuvvet gönderip onlarla birleşecekti. Venedik ittifak gayelerini şöyle tesbit etmişti: Uzun Hasan Anadolu’yu alacak, Osmanlı padişahına kıyılarda hisar yapmaması ve Karadeniz’i Venedik gemilerine açık bulundurması kabul ettirilecek; Mora, Midilli, Eğriboz ve Argos’un Venedik’e iadesi sağlanacak. Venedikliler Uzun Hasan’a Boğazlar’ı geçerek İstanbul’u zaptedebileceklerini de söylüyorlardı. Venedik, Napoli, Rodos, papalık ve Kıbrıs savaş gemilerinden oluşan büyük bir Haçlı donanması 1472 yazından beri Osmanlılar’ın Akdeniz kıyılarına dehşet saçıyordu. Antalya (Rebîülevvel 877 / Ağustos 1472), İzmir (9 Rebîülâhir 877 / 13 Eylül 1472) yağma edilmiş ve yakılmıştı. Bu donanma 877 (1473) baharında Karamanoğlu Kasım Bey ile iş birliği yaptı. Gorigos, Sıgın ve Silifke kaleleri bu tehdit altında Kasım’a teslim oldu. Bununla beraber Fâtih’in Rumeli akıncı kuvvetlerini daha kıştan Sivas bölgesine göndermesi ve baharda büyük ordusu ile Erzincan’a doğru ilerlemesi üzerine Uzun Hasan, İç-il sahillerine kuvvet göndermek ve hıristiyan kuvvetleriyle temas kurmak imkânını bulamadı. Her şey Fırat vadisindeki savaşın neticesine bağlıydı.

                              Fâtih Sultan Mehmed bir meydan muharebesinde derhal kesin sonuç almak istiyordu. Uzun Hasan ise, üslerinden çok uzak düşen Osmanlı ordusunu yıpratmak ve iâşesiz bırakmak suretiyle ezmek planını uygulamayı düşünüyordu. Fâtih’in ordusu en fazla 70-100.000 kişi tahmin edilebilir. Tercan ile Erzincan arasında bir düzlükte Fırat’ın öbür tarafına geçen Rumeli kuvvetleri Uzun Hasan kuvvetlerinin baskınına uğradı. Rumeli Beylerbeyi Has Murad öldü. Fâtih, bu yenilgi üzerine ordusunda baş gösteren ümitsizliği önlemek için olağan üstü önlemler aldı. Uzun Hasan, oğullarının ısrarı ile Otlukbeli’nde Başkent mevkiinde yaptığı ikinci baskın sonucu kesin muharebeyi kabul etti (16 Rebîülevvel 878 / 11 Ağustos 1473). Osmanlı ordusunun ancak sekiz günlük erzakı kalmıştı. Tepeleri tutmayı başaran Dâvud ve Mahmud paşaların gayreti neticesinde Osmanlı ordusu dar vadide baskın etkisinden kurtularak savaş düzeni alabildi. Şehzade Mustafa’nın kumandası altında sol koldaki Anadolu azeplerinin başarılı saldırısı ve Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel’in öldürülmesi harbin sonucunu belirledi. Padişah kumandasındaki kapıkulunun esaslı bir şekilde savaşa girmesine hâcet kalmadan Uzun Hasan durumu ümitsiz görerek yalnız başına kaçtı. Savaşın ardından 4000 Türkmen idam edildi ve 2050 esir alındı. Fâtih bundan sonra Şebinkarahisar üzerine yürüdü ve kaleyi teslim aldı. Orada iken Uzun Hasan’ın elçisi ulemâdan Ahmed Bekricî gelip barış istedi. Fâtih, bir daha Osmanlı topraklarına saldırıda bulunmaması ve Karahisar’ı bırakması şartıyla barışı kabul etti. Uzun Hasan aynı elçiyi İstanbul’a gönderdi ve bağımlı beylere mahsus bir ifadeyle Osmanlı arazisine asla tecavüz etmeyeceğini tekrar bildirdi. Bununla beraber kısa bir zaman sonra Uzun Hasan’ın hıristiyan devletlerini kışkırtmakta devam ettiğini öğrenen Fâtih, Hüseyin Baykara’ya gönderdiği bir mektupta Uzun Hasan’ı ortadan kaldırmak için iki taraftan saldırıya geçmeyi önermişti. Uzun Hasan ile barış yapılması taraftarı olan Vezîriâzam Mahmud Paşa da İstanbul’a döner dönmez azledilmişti. Fâtih, Uzun Hasan ölünce (882/1478) onun nüfuz alanında sayılan Gümüşhane-Trabzon yolu üstünde Torul mevkiinin Rum hâkimini ortadan kaldırmış, Gürcistan ile Trabzon sancağı sınırında bazı yerleri zaptettirmiş, böylece Trabzon fütuhatını tamamlamıştır. Otlukbeli zaferi, Fâtih’e Fırat nehri berisindeki Anadolu toprakları üzerinde tam bir kontrol sağlamış ve Batılılar’ın, özellikle Venedik’in Osmanlı Devleti’ne karşı zafer ümitlerini ortadan kaldırmıştır.

                              Bununla beraber Karaman-ili’nde dağlık bölgede ve İç-il sahillerinde, Niğde ve Develi yöresinde 877’den (1472) beri tekrar hâkim olan Kasım Bey’i bertaraf etmek için 879’da (1474) Gedik Ahmed Paşa’nın yeni bir sefer yapması gerekmiştir. Gedik Ahmed Taş-ili, Ermenâk, Meynan ve Silifke’ye inerek buraları tekrar ele geçirdi. Gedik Ahmed Paşa döndükten sonra yeni Karaman valisi Sultan Cem’in (Fâtih’in çok sevdiği oğlu Şehzade Mustafa, Develi muhasarası dolayısıyla hasta bir halde yola çıkmış ve ölmüştü) lalası Rum Mehmed Paşa harekâtı sürdürdü. Lârende’ye yürüyen Karamanoğlu Kasım’ı püskürttükten sonra Varsaklar’a karşı yaptığı harekâtta pusuya düştü ve bozguna uğradı. Sonuçta Karaman artık inkıyat altına alınmış olup Osmanlı Devleti şimdi başka meselelerle uğraşıyordu.

                              Batı’da Venedik ve Macaristan ile Savaş. Osmanlılar’ın Anadolu’da uğraşıları Batılılar’ı saldırı için daima cesaretlendirmiştir. Fâtih Sultan Mehmed, 1468’de Karaman seferinde Venedik ve Macaristan’ı barış görüşmeleriyle oyaladıysa da ertesi yılın yazında Venedik donanması Eğriboz’dan hareket ederek Rumeli sahillerini vurdu; Limni ve İmroz adalarını ele geçirdi; zengin ticaret merkezi olan Enez’i yakıp yıktı; Yeni-Foça’yı amansızca yağma ve tahrip etti; ardından gidip Mora’da Vostitsa’yı alıp sağlamlaştırdı. Bu sırada Osmanlı donanması Karadeniz’deydi. Bu saldırı üzerine Fâtih karşı harekete geçti, hedef olarak çoktan beri düşündüğü Eğriboz’u seçip ada karşısına geldi. Gelibolu Valisi Mahmud Paşa donanma ile denizden Venedik donanmasını gözetip çıkarmayı desteklerken Fâtih Eğriboz adası ile kara arasında bir köprü yaptırdı; ordusunu geçirdi ve Eğriboz Kalesi’ni şiddetli bir hücumla 12 Muharrem 875’te (11 Temmuz 1470) ele geçirdi.

                              Kapıkulu ile beraber ordusunu Karaman’a göndermiş bulunan Fâtih, Eğriboz’un düşüşü karşısında yeni bir Haçlı seferi teşebbüsünü önlemek için Muharrem 876 ortalarında (1471 Temmuz başları) Venedik’e bir elçi göndererek barış teklifi yaptı. Ancak Fâtih’in Ege adaları üzerinde, Arnavutluk ve Mora’da istekleri, özellikle yıllık haraç talebi uzun tartışmalara yol açtı ve görüşmeler kesildi (Şevval 876 / Mart 1472). Bir sene sonra yapılan Akkoyunlu seferi sırasında Osmanlı ordusunun doğuda meşguliyeti Rumeli ve İstanbul’u tehlikeye düşürdü. İshak Paşa ile Rumeli muhafazası için Edirne’ye gönderilen Sultan Cem, İstanbul’da Karıştıran Süleyman Bey ve Nasuh Bey bilhassa doğudan yenilgi söylentilerinin ulaşmasıyla zor duruma düştüler. Denizden bir Venedik saldırısı bekleniyor ve surlar tahkim ediliyordu (Venedik Senatosu donanmanın İstanbul’a saldırmasına karar vermişti). Raguza belgelerine göre Rumeli’de karışıklık ve kaynaşma vardı. Bu şartlar altında Cem’e hükümdarlık yetkilerini alması danışmanları tarafından önerilmişti (Fâtih, Süleyman ile Nasuh’u İstanbul’a döner dönmez idam ettirmiştir).

                              Öte yandan Fâtih Sultan Mehmed Macarlar’a karşı savunma durumu aldı. Macar kralının girişimleri üzerine Bosna’yı korumak için Tuna üzerinde Böğürdelen (Šabac) Kalesi’ni inşa ettirdi. Akıncılarını 1471’den sonra Macaristan’a değil onun rakibi olan İmparator II. Frederik’in Avusturya toprakları üzerine yöneltti ve Macar kralına bir elçi göndererek barış teklifinde bulundu. 878’de (1473) bütün kuvvetlerini Uzun Hasan’a karşı sevkettiği zaman bir Macar elçisi geldi. Fâtih bu elçiyi Uzun Hasan meselesini bitirinceye kadar oyaladı, huzuruna getirtmedi.

                              Zaferin ardından elçinin isteklerini dinledi. Belgrad karşısındaki Havâle Kalesi ile Güvercinlik Kalesi’nin terki yahut yıkılması talep ediliyordu. Fâtih Sultan Mehmed bunları reddettikten başka Yayiçe’nin kendisine verilmesini istedi; arkasından Mihaloğlu Ali Bey’e Macaristan’a akın yapmasını emretti. Mihaloğlu Ali, Varad’a (Várad) kadar büyük bir akın yaptı (878/1474 kışı). 1473’te Polonya ile mücadele halinde bulunan Macar kralı durumdan yararlanamamıştı. Ancak 880’de (1475) Macar kralı Osmanlılar’a saldırı için serbest kaldı. Böğürdelen’i muhasara ile aldı (18 Şevval 880 / 14 Şubat 1476). Kral, Boğdan’a sefere hazırlanan padişahın yeni barış tekliflerine itibar etmemiş ve Semendire’yi zaptetmek için Tuna üzerinde ağaçtan üç hisar yaptırmıştı. Boğdan seferinden dönen Fâtih bunu haber alınca askerin yorgunluğuna bakmadan şiddetli kış ortasında süratle Semendire önüne yetişti. 882’de (1477) kuvvetlerini Venedik’e yönelterek Macaristan’ı serbest bıraktı. Kral Matthias o zaman rakibi imparatora karşı savaşa başladı. Venedik ile barış kararlaştırıldıktan sonra (884/1479) Macaristan’a karşı Osmanlı akınları tekrar şiddetlendi. Erdel’de bozguna uğrayan Osmanlı kuvvetleri Bosna’da başarı kazandı.

                              Fâtih Sultan Mehmed, 879-883 (1474-1478) yıllarında Venedik topraklarına karşı büyük seferlere girişti. Rumeli Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa, Arnavutluk’ta en kuvvetli Venedik kalesi olan İşkodra’yı şiddetle muhasara ettiyse de alamadı (29 Safer - 14 Rebîülâhir 879 / 15 Temmuz - 28 Ağustos 1474). 880’de (1475) kuvvetlerini Kefe üzerine göndermeye hazırlanan Fâtih, Venedik ile tekrar barış görüşmelerine girişti. Ertesi yıl Boğdan seferini yaptı. 882’de (1477) Venedik’e karşı yeniden saldırıya geçti. Süleyman Paşa bu defa Venedik’e ait İnebahtı (Lepanto) üzerine yürüdü. Denizden yardım alan kale zaptedilemedi. Aynı tarihte Arnavutluk’ta Venedik tarafından savunulan Kruya (Akçahisar) Kalesi Evrenosoğlu Ahmed tarafından abluka altına alındı. Ahmed Bey denizden gelen bir Venedik yardımcı kuvvetini sahilde karşılayarak bozguna uğrattı. Yine aynı yılın sonbaharında Bosna Beyi İskender Paşa kumandasında bir ordu Venedik’in Kuzey İtalya’daki arazisine büyük bir akın yaptı. Türk atlıları İsonso (Aksu) ve Tagliamento ırmaklarını aştılar ve Venedik şehri karşısındaki zengin ovayı altüst ettiler. Ertesi yıl Friuli’ye aynı şekilde bir akın yapıldı. 883-884’te (1478-1479) Mora’da Venedikliler’e ait yerlere saldırıda bulunan Turahanoğlu Ömer Bey donanma ile gelen bir Venedik kuvvetini püskürttü. 883 (1478) baharında bizzat padişah Arnavutluk’ta Venedikliler’e karşı sefere çıktı. Doğrudan gelip İşkodra’yı (İskenderiye) muhasara etti. Kuvvetle tahkim edilmiş olan bu sarp kale şiddetli topçu ateşiyle hücumlara dayandı. O zaman Fâtih etraftaki Gölbaşı (Zabiak), Leş (Alessio) ve Dırıvas (Dırıgos = Drivasto) kalelerini zaptettirdi; İşkodra’yı denizden tecrit için Bojana nehrinin ağzında iki kale yaptırdı; İşkodra’yı abluka altında bulundurarak kendisi çekildi (10 Cemâziyelâhir 883 / 8 Eylül 1478). Evrenosoğlu’nun ablukaya devam ettiği Kruya daha önce padişaha teslim olmuştu (15 Rebîülevvel 883 / 16 Haziran 1478). Aynı yılın başında Venedik ile İstanbul’da başlayan barış görüşmeleri Fâtih’in İşkodra seferinden sonra tekrar ele alındı ve 2 Zilkade 883’te (25 Ocak 1479) on altı yıl süren bu uzun harbe son veren antlaşma imzalandı. Buna göre toprak bakımından Venedik İşkodra’yı boşaltmaya ve teslime razı oluyor, Akçahisar’ı, Limni, Eğriboz adalarını, Maina (Mayna) dağlık bölgesini bırakıyor, buna karşılık padişah da savaş süresince Mora, Arnavutluk ve Dalmaçya’da aldığı diğer yerleri iade ediyordu. Ticaret serbestliği karşılığında Venedik her yıl 10.000 altın ödemeyi, ayrıca şap iltizamından eski borcu olan 100.000 dukayı iki yılda vermeyi kabul ediyordu. Venedik, İstanbul’da bir balyoz bulundurarak tebaasının hukuk işlerinde hüküm vermek hakkına sahip olacaktı. Bu antlaşma ile Fâtih Sultan Mehmed Rumeli sahillerinde İnebahtı, Koron ve Modon gibi kaleleri alamamış olmakla birlikte Arnavutluk’tan, Mora’dan ve Ege denizinin kuzey kısmından Venedikliler’i uzaklaştırmış ve onları yıllık bir vergi ödemeye mecbur bırakmıştı.

                              Bunun ardından Fâtih Sultan Mehmed Rodos, İtalya ve papayı hedef aldı. İtalya’da Napoli, Venedik ve Milano arasındaki rekabetler ve papalığın siyasî girişimlerine karşı düşmanlık sebebiyle durum tamamıyla elverişliydi, Venedik de Fâtih’i Napoli krallığına karşı harekete geçmeye teşvik ediyordu. 1480 baharında Fâtih bir taraftan Vezir Mesih Paşa idaresinde Rodos üzerine, diğer taraftan Gedik Ahmed Paşa kumandasında Güney İtalya’ya donanma ile ordular sevkederek fütuhatının yeni bir aşamasına girmiş bulunuyordu. Rodos Kalesi önünde Osmanlı ordusu doksan günlük çetin bir muhasaradan sonra büyük kayıplarla çekilmek zorunda kaldı (muhasara 13 Rebîülevvel 885 / 23 Mayıs 1480’de başlamıştır). Gedik Ahmed Paşa ise 884’te (1479) Tocco hânedanına ait Ayamavra, Kefalonya ve Zanta adalarını aldı; Napoli Krallığı’nın iç işlerine karışmak imkânını buldu; ardından 132 gemi ve 18.000 kişilik bir kuvvetle Avlonya’dan hareket ederek (18 Cemâziyelevvel 885 / 26 Temmuz 1480) Otranto’yu hücum ile zaptetti (4 Cemâziyelâhir / 11 Ağustos). Kaleyi bir üs haline getirip oradan etrafa akınlar yapmaya başladı. Bu sefer Roma’nın fethine bir başlangıç sayılıyordu. Papa Roma’yı bırakıp kaçmayı düşündü. Otranto’yu kurtarmak için İtalya devletleri arasında, Macaristan ve Fransa’da Haçlı ruhu canlandı. Gedik Ahmed Paşa taze kuvvetler toplamak için Rumeli’ye döndü. Bu kuvvetleri geçirmeye hazırlandığı sırada Fâtih Sultan Mehmed’in ölüm haberi ve arkasından yeni padişah II. Bayezid’in Cem’e karşı çarpışmak için ısrarlı davetleri geldi. Bunun üzerine Gedik Ahmed Paşa, İtalya’ya geri dönme kararı ile Bayezid’in yanına hareket etti. Fakat Otranto’da ümitsizliğe düşen Osmanlı muhafızları nihayet etraflarını saran düşmana teslim oldular (16 Receb 886 / 10 Eylül 1481).

                              Karadeniz Hâkimiyeti. İstanbul fethinin ardından 1 Haziran’da Galata Cenevizliler’den teslim alınmış, kendilerine şer‘î eman hükümleri uygulanarak Osmanlı ülkesinde serbest ticaret hakkı tanınmıştı. Boğazlar’a hâkim olan Fâtih Sultan Mehmed, Karadeniz’in tamamıyla kendi hükmü altında olduğunu biliyordu. Burasını bir Türk gölü haline getirmeye çalıştı. İlkin 858 (1454) yazında bu denize donanmasını gönderdi. Karadeniz Ceneviz kolonilerinin merkezi olan Kefe, Kırım Hanı I. Hacı Giray’ın müttefik kuvvetleriyle birlikte sıkıştırıldı. Uzun görüşmelerden sonra Cenevizliler Osmanlı padişahına 3000 ve hana 1200 altın haraç vermeye razı oldular. Aynı yaz Osmanlı donanması Akkirman’ı da tehdit etti ve Boğdan beyinden haraç istedi. Kuzey ticaretinin antreposu durumunda olan bu önemli limanın geleceği Boğazlar’a ve Karadeniz’e bağlı idi. Boğdan beyi 22 Şevval 859’da (5 Ekim 1455) Osmanlı tâbiliğini ve 2000 altın yıllık haracı kabul etti. Buna karşı Boğdanlılar’a Osmanlı ülkelerinde serbest ticaret izni verildi.

                              Trabzon Rum İmparatorluğu da 860’ta (1456) Osmanlı haraçgüzârlığını kabul etti. Böylece Karadeniz kıyılarındaki bütün hükümetler Osmanlı hâkimiyetini tanımış oldu. Fâtih Sultan Mehmed, 884’e (1479) kadar Boğdan dışında bu yerlerde doğrudan doğruya Osmanlı hâkimiyetini kuracaktır. İlkin 863’te (1459) Amasra’yı, 865’te (1461) Sinop ve Trabzon yöresini alarak Karadeniz’in Anadolu kıyılarını Osmanlı ülkesine kattı. Kuzey kıyılarında Kefe ve ona bağlı Ceneviz kolonileri bir Osmanlı istilâsına karşı Kırım hanı, Mengüp beyi ve Boğdan voyvodası ile ittifak yapmaya çalıştılar. O zaman Litvanya ve Lehistan’a hâkim olan Yagellonlar, Dinyester ırmağının batısında Karadeniz kıyılarında yerleşmek ve Kırım ile Boğdan üzerinde nüfuzlarını kurmak amacını güdüyorlardı. Bu devirde Doğu Avrupa’nın en kuvvetli devletinin başında bulunan Yagellonlar, Karadeniz hâkimiyeti için Fâtih’e rakip görünüyorlardı. Kırım hanı da Osmanlılar’ın Kefe’de yerleşmesini istemiyordu. 873’te (1469) Yâkub Bey idaresindeki Osmanlı donanmasının Kefe’ye saldırısını Kırım hanı Fâtih’e “karındaşım” hitabıyla yazdığı bir mektupla protesto etti. Fâtih 874’te (1470) Kefe’nin haracını arttırdı. Bölgede sonraki siyasî gelişmeler Karadeniz’in kuzeyinde hâkimiyetini kurmak için Fâtih’e imkân hazırladı. Yagellonlar, Kırım Hanlığı’na karşı Altın Orda ile ittifak yaptılar. Buna karşı Kırımlılar bir yandan Moskof Büyük Knezliği ile ittifakı sıkılaştırdılar, öte yandan Osmanlı padişahına yaklaşma gereğini duydular. Boğdan Voyvodası Büyük Stefan, Yagellonlar’ın bağımlısı olmuş, Fâtih’e yıllardan beri ödediği haracı kesmişti. Voyvoda 1469’da Boğdan’a giren Kırım kuvvetlerini bozguna uğrattı ve Eminek Mirza’yı esir aldı. 1473’te Osmanlı kuvvetlerinin ve özellikle Mihaloğulları’nın Uzun Hasan’a karşı gitmesini fırsat bilerek harekete geçti. Osmanlılar’a bağlı Eflak Beyi Radu’yu kovup kendi adamını voyvoda yaptı. Kili’den sonra İbrâil’i de (Braila) aldı. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed onu itaate davet etti ve Rumeli Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa’yı bir ordu ile ona karşı gönderdi; ancak bu ordu bozguna uğradı (Ramazan 879 / Ocak 1475). Fâtih, baharda bizzat Boğdan’a sefere çıkmak istediyse de ağırlaşan hastalığı onu alıkoydu. Bu esnada Kırım’daki olaylar darbeyi bu tarafta vurma imkânını verdi. O sırada Osmanlı yandaşı olan Kırım Hanlığı Başbeyi Eminek ölen kardeşi Mamak yerine başbey olmuştu. Cenevizliler, Mengli Giray Han’ı zorlayarak onu başbeylikten attırdılar. Fakat Eminek geri geldi ve isyan etti; Mengli Giray kaçıp Cenevizliler’in yanına sığınmak zorunda kaldı. Eminek, Kefe Cenevizlileri’ne karşı savaşa başladı ve Osmanlılar’ı yardıma çağırdı. O sırada Boğdan beyi 300 Eflak askeriyle kayınbiraderini Kırım’a gönderip Mengüp’ü zaptettirmişti.

                              Kefe’de ücretli Leh askerleri vardı. Bununla beraber Fâtih Sultan Mehmed, Kırım Hanlığı’ndaki son gelişmeler sonucu hanlık kuvvetlerinin kendisiyle birleştiğini ve fütuhatın kolayca başarılabileceğini gördü. Hemen Vezîriâzam Gedik Ahmed Paşa’yı kuvvetli bir donanma ile bu tarafa gönderdi. Dört günlük muhasaradan sonra Kefe şehri Ahmed Paşa’ya teslim oldu (1 Safer 880 / 6 Haziran 1475). Gedik Ahmed Paşa, Kırım sahillerinde Kefe’ye bağlı bütün Ceneviz kolonilerini ele geçirip Osmanlı ülkesine kattı; ardından Azak da alındı. Sarplığı ile meşhur Mengüp Kalesi kuşatıldı ve Ahmed Paşa’nın dönüşünün ardından Zagarcı Yâkub Bey’e teslim oldu. Trabzon Komnenosları ve Boğdan beyi ile akraba olan Mengüp beyi ve ailesi Yedikule’de uzun süre tutuklu kaldıktan sonra padişahın emriyle idam edildi. Suğdak’ta Cenevizliler tarafından üç kardeşiyle birlikte hapsedilmiş olan Mengli Giray’ı Ahmed Paşa kurtarınca Mengli Giray, Osmanlılar’a bağlılığını gösteren bir belge imzalayarak tekrar hanlığa geçmiştir.

                              Kırım’ın bağlılığını sağlayan Fâtih Sultan Mehmed Karadeniz’in kuzeyinde daha serbest biçimde harekete başladı. 1476 Temmuz başında kendisi ordusu ile İsakça’yı geçip Boğdan arazisine yürürken Eminek idaresindeki Kırım kuvvetleri de geriden Boğdan’a girdiler. Fâtih, Boğdan’da voyvodanın ordusunu Alba Valea’da savaşa zorladı ve yendi, merkezi Suceava’yı yaktı, fakat Stefan’ı ele geçiremedi. Geri çekildikten sonra voyvoda yeniden saldırılarda bulundu. O sırada doğuda Mengli Giray Han mağlûp olmuş, Altın Orda hanı onu kovalayarak Kırım’a girmiş ve Kefe önüne kadar gelip şehri tehdit etmişti. Kırım’ın istilâya uğradığını öğrenen Eminek kuvvetleri Boğdan cephesinden perişan bir halde ric‘at etmişlerdi. Mengli Giray hanlığı kaybetti ve İstanbul’da Yedikule’de hapsedildi; yerine büyük kardeşi Nûr Devlet han oldu. Fâtih, Altın Orda Hanı Seyyid Ahmed’e bir mektup göndererek Boğdan’ı cezalandırdığını, Kırım işlerine karışmamasını, zira Nûr Devlet’in ve Kefe’nin kendi himaye ve idaresinde bulunduğunu bildirdi. Sonradan hanlık yeniden karıştı. Fâtih, Eminek’in başvurusu üzerine Mengli Giray’ı tekrar Kırım’a gönderdi. Mengli 883’te (1478) yeniden hanlık tahtına oturdu. Fâtih Sultan Mehmed, bir yıl sonra Karadeniz hâkimiyetini tamamlamak üzere Taman ve Çerkezistan sahillerine yeniden bir donanma gönderdi. Bu donanma Anapa, Kopa ile Taman yarımadasında Matrega’yı (Tamatarhan) zaptetti.

                              Fâtih’in İç Siyaseti. Fâtih Sultan Mehmed’in iç siyasetinde önde gelen konular bir taraftan İstanbul’un iskânı ve kalkındırılması, diğer taraftan seferler ve fethedilen bölgelerde kalelerin korunması için askerî kuvvetlerin arttırılması noktalarında toplanır. Bu iki husus, masrafların büyük ölçüde artmasını ve bu sebeple yeni vergiler konmasını gerektirdiğinden köylü ve şehirli büyük halk kitlelerini sıkmış ve memlekette birtakım gizli ve açık hoşnutsuzluklara yol açmıştır. İstanbul’un iskânı ve kalkındırılması çabaları pek çok meseleyi beraberinde getirmiştir. Sürgün yönteminin geniş ölçüde uygulanması özellikle Anadolu’da yeni problemlere yol açmıştır. Diğer taraftan fetih sırasında İstanbul’da devlet malı ilân edilen emlâk başlangıçta göçü teşvik için her gelene parasız mülk olarak bağışlanmış, fakat daha sonra arsalar devlet malı sayılarak kira (mukātaa) konmuş ve halka büyük bir meblâğ (yılda 100 milyon akçe) yüklenmiş, ancak meydana gelen hoşnutsuzluk üzerine bundan vazgeçilmiştir. Karaman sorunu ve Uzun Hasan dolayısıyla giderler artınca 876’da (1471-72) Rum Mehmed Paşa’nın vezîriâzamlığında bu vergi yeniden konmuştur.

                              İmparatorluk fikriyle Fâtih Sultan Mehmed, Rum soylularına mensup gençleri sarayına almış, bunlar birer Osmanlı olarak sonradan idarede önemli mevkilere geçmiştir. Rum Mehmed’den başka Paleologlar’dan Has Murad Paşa ve kardeşi Mesih Paşa bunların en tanınmışlarıdır. Ayrıca bazıları Bizans soylu sınıfından bir kısım hıristiyan Rumlar’ın da önemli malî işleri üzerlerine aldıkları bilinmektedir. Batı’ya kaçtıktan sonra orada barınamayan ve sefalete düşen bazı Rum büyükleri tekrar İstanbul’a dönmüşlerdir. 1464-1472 yıllarında Rum bilginlerine Fâtih’in sarayında özel bir ilgi gösterildiği anlaşılmaktadır. Georgios Trapezuntios, Roma’dan İstanbul’a bu sıralarda döndüğü gibi Kritovoulos da eserini bu tarihlerde yazmıştır. Meşhur Trabzonlu âlim Amiroutzes (Amirukis, Emirce) aynı devirde Fâtih’in yakınlarında yer almıştı. Fâtih’in divanından Batı’ya gönderilen siyasî yazılar ve antlaşmalar Rumca yazılıyor, bunları yazdırmak için Rum kâtipler kullanılıyordu. Nihayet Fâtih, geniş imparatorluğu dahilinde bütün Ortodokslar’ı tekrar patriğin idaresi altına koymuş, Rumlar’ı birleştirmiş, İtalyanlar’ın sömürüsünden kurtarıp ekonomik bakımdan yükselmelerini sağlamıştır. Fakat bütün bunlara bakarak Fâtih’in imparatorluğunu Iorga’nın söylediği gibi Doğu Roma İmparatorluğu’nun İslâm kisvesi altında canlanması saymak yanlıştır. Bizans kurumlarının taklit edildiği tezi de abartılıdır.

                              Bu devirde içeride derin siyasî yankıları olan en önemli konu Fâtih Sultan Mehmed’in malî siyasetidir. İstanbul’un pâyitaht olarak onarımı ve sürekli seferler masrafları arttırmıştı. Fâtih, yeni akçe çıkarmak ve eski akçeyi beşte bir eksiğine değiştirmek suretiyle bütün nakdî servetlere bir nevi vergi koydu. Böylece 855 (1451), 865 (1460), 875 (1470), 880 (1475) ve 886 (1481) yıllarında yeni akçe çıkarıldı. 875’ten (1470) sonra bunun her beş yılda bir uygulanması kayda değer. Yeni akçe çıkarılmasının sık sık uygulanması o kadar derin bir hoşnutsuzluk doğurmuştur ki II. Bayezid tahta geçerken kendisine kabul ettirilen hususlardan biri de bir defadan fazla yeni akçe çıkarmaması idi. Fâtih tuz, sabun, mum gibi günlük ihtiyaç maddelerini bölge bölge mukātaaya vermiş, yani iltizamla tekele bağlamıştır. 862 (1458) sonbaharında Anadolu sipahilerini savaş meydanında tutmak için Anadolu eyaletinde reâyânın ödediği çift resmini bir emirle 22 akçeden 33’e çıkartmış ve bu vergi yerleşip kalmıştır. Çeşitli yollarla mülk veya vakıf olarak devletin elinden çıkmış toprakların mîrîye mal edilmesi Fâtih tarafından geniş bir şekilde uygulanmıştır. Bütün vakıflar ve mülkler gözden geçirilerek Tursun Bey’e göre 20.000’den (başka bir bölümde 2000) fazla köy ve mezraa timarlı sipahilere dağıtılmıştır. Nişancı Karamânî Mehmed Paşa’nın vezîriâzamlığında (1476-1481) uygulanan bu toprak reformu memlekette geniş hoşnutsuzluk uyandırmıştır. Bu ıslahatın asıl gayesi timarlı sipahi sayısını arttırmak ve padişahın hazinesi için yeni haslar bulmaktı. Bir zamandan beri babasıyla arası açık bulunan Amasya Valisi Şehzade Bayezid bu kanunun kendi bölgesinde (Amasya, Tokat ve Trabzon) uygulanmasına karşı çıkınca halk gözlerini ona çevirmiştir. Öteki şehzade Sultan Cem babasının savaşçı siyasetini devam ettirmeye aday sayılıyor ve Karamânî Mehmed tarafından destekleniyordu. Fâtih’in hastalığının arttığı son yıllarda Bayezid ile Cem arasında taht için başlayan gizli mücadele memlekette geniş bir sosyal tepkiyle birleşmişti. Bayezid padişah olur olmaz ilk işi bu emlâk ve evkafı sahiplerine iade etmek olmuştu. Fâtih’in emlâk ve evkafı neshetmesi özellikle ulemâ sınıfını, şeyhleri ve eski Türk, müslüman bey ailelerini etkilemiş, yeni akçe çıkarması da bütün halk arasında hoşnutsuzluk yaratmıştır.

                              Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul etrafında Anadolu-Rumeli eksenli imparatorluğunu kurarken önemli ticarî tedbirler de aldı. Osmanlı ülkesinin çeşitli bölgeleri arasında birbirini tamamlayan iktisadî-ticarî faaliyet çok gelişmiştir. Bölgeler arası ticarette İtalyanlar’ın yerine Türk müslüman, yahudi, Rum ve Ermeni yerli tâcir ve gemiciler gelmiştir. Göller bölgesi (Burdur) ve Batı Anadolu’da önemli pamuklu sanayi, Ankara ve Kastamonu’da sof, Bursa ve İstanbul’da ipekli, Selânik ve İstanbul’da çuha ve Edirne’de ayakkabı sanayii bu devirde hayli gelişmiştir. Fâtih, Batı ile olan Levant ticaretini baltalamak değil aksine geliştirmek istemiş, fakat hâkimiyet haklarını da korumuştur. Osmanlı tebaası hangi dinden olursa olsun yabancılardan daha az gümrük ödüyordu (başlangıçta yerliler % 2, yabancılar % 4, daha sonra bu nisbet yerliler için % 4, yabancılar için % 5 olmuştur). Diğer taraftan Arabistan yolu ile Hindistan ticareti ve Dubrovnik yolu ile Floransa ticareti Fâtih devrinde gelişme göstermiştir.

                              Yeni bir imparatorluğun gerçek mânada kurucusu olan Fâtih Sultan Mehmed, yeni bir sefer için Üsküdar’a geçtikten sonra Üsküdar ile Gebze arasında Hünkârçayırı (Maltepe civarında) denilen yerde 4 Rebîülevvel 886’da (3 Mayıs 1481) vefat etti. Ölüm sebebi nikris hastalığına bağlanır. Zehirlenerek öldüğü yolundaki iddialar Âşıkpaşazâde’de yer alan bilginin yorumuna dayanır ve başka kaynaklarla doğrulanmaz. Türbesi yaptırdığı ve kendi adıyla anılan cami hazîresindedir.

                              Halil İnalcık, Mehmed II, DİA