Konu özeti
Yemen İç Savaşı
Yemen, Coğrafi konumu itibarıyla kızıl denizin Hint Okyanusu’na açıldığı kapıdır. Afrika boynuzu ile birlikte Bab’ül Mendeb boğazının doğu kıyısında yer almaktadır. Yeryüzünde denizler üzerinde seyreden malların %70 gibi büyük bir oranı Süveyş kanalı, Kızıl Deniz ve Aden körfezinden geçtiği düşünülürse, Aden körfezi ve bölgenin istikrarının ne kadar önemli olduğu tahmin edilebilir.
Geçmişten günümüze gerek dağlık coğrafyası gerekse toplumsal yapı nedeniyle Yemen, idare altına alınması en zor coğrafyalardan biri olmuştur. Şia’nın bir kolu olan fakat İran Şiiliğinden bir çok hususta ayrılan Zeydilik mezhebi, Yemen’de hayat bulmuş ve yaşamaktadır. Ayrıca toplumsal yapı incelendiğinde ise geleneksel olarak aşiretlerin Yemen sosyal ve siyasi hayatını derinden etkilediği de görülmektedir. Yemen’de iktidar aşiretlerle mezhepler arasına bölünmüş desek abartmış olmayız. Yemen’de Şiilik kadar Sünnilik de yaygın bir mezheptir. Sünniliğin Şafi mezhebine bağlı olan nüfus da Yemen siyasi hayatını etkilemektedir. İran devriminden sonra İslam coğrafyasında %10 gibi küçük bir nüfusa sahip olsalar da Şiilerin İslam coğrafyasını etkiledikleri su götürmez bir gerçektir. Günümüzde Irak, Suriye ve Lübnan gibi devletlerin mezhep çatışmalarından muzdarip olduğunu görüyoruz. Bu istikrarsızlık kuşağında yer alan Yemen devletinin bundan nasibini almaması mümkün değildir. Ortadoğu coğrafyasında Şii-Sünni gerilimi Yemen’de diğerlerine nazaran daha köklüdür.
İç çatışmaların devlet geleneği haline geldiği Yemen’de Mezhep sorunları yanında bir çok sorun da mevcuttur. 1990 yılında gerçekleşen Kuzey Yemen Güney Yemen birleşmesi sonrası ayrılıkçı hareketler bunların başında gelmektedir. Bir devlet eğer halkını anlayamıyor ve taleplerine makul çözümler bulmak yerine şiddete başvuruyorsa o devlet sorunları derinleştiriyor demektir. Şiddet bazı durumlarda çözüm olabilir fakat devlet şiddeti engelleyecek kadar güçlü değilse ve muhalif gruplar azımsanamayacak kadar çoksa şiddet çözüm yerine çözümsüzlük getirir. Bunun en güzel örneğini Yemen’de görmekteyiz.
2010 yılı ve sonrası Ortadoğu ve Arap dünyası için tarihi gelişmelere tanık olmuştur. Yıllardır iktidarda olan liderler teker teker devrilmiş ve halkın demokrasi talepleri gündeme gelmiştir. Tunus’ta başlayan devrim ateşi tüm Arap dünyasını sarmış ve bundan nasibini Yemen de almıştır. 1978 yılından beri iktidarda olan Devlet başkanı Abdullah Salih görevi bırakmak zorunda kalmış ve Yemen’de yeni bir dönem açılmıştırHusî Hareketinin Doğuşu
Yemen siyasetinin zorluklarından biri, kimi tezlere göre halkın yüzde seksen beşine yakınının dört yüzü aşan aşirete (kabileye) mensup olmasıdır. İslam öncesinden bugüne toplumsal yapı kabileler etrafında oluşmuş, modernleşme süreci de kabileciliği ortadan kaldıramamıştır. Zeydî İmamların yanında eski Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih de kabile liderlerine değer vermiş; kabileciliğe dayalı toplumsal sistemin parçalılığından yararlanarak ülkeyi yönetmeye kalkışmıştır. Kabilecilik mevcut Yemen çatışmasında da önemli bir yer tutmakta; yine modern dönemde İslamî cemaatler ve ideolojiler etrafında Yemen siyasetinde kendisinden söz ettirmektedir. Buna rağmen Yemen siyasetinin asıl aktörleri artık kabile olarak değil, cemaat ve siyasi parti olarak öne çıkmaktadır.
1990’lı yıllarda Yemen’de -başta nüfusun yüzde altmış beşini oluşturan Şafiiler arasında olmak üzere- geniş bir halk tabanına sahip İhvan-ı Müslimin Hareketi, et-Tecemmü elYemeni lil-Islah (Yemen Islah Cemaati) ve iki Yemen’in birleşmesiyle 1990’da kurduğu1 Yemen Islah Partisi ile siyasi anlamda da en önemli iktidar adayı olarak yükselmekteydi. 2003’te 46 milletvekili çıkaran parti, toplumun her kesiminin kendisini ifade edebildiği bir platforma dönüşmüştü. Öyle ki 2010 yılında aralarında 2011 Nobel Barış Ödülü alan Tevekkül Karman’ın da bulunduğu 13 milletvekili kadındı.
Ne var ki 1990’lı yıllarda bu mutedil yükselişe karşı Suudi Arabistan’ın girişimleriyle ve yine bu mutedil hareketin “kimseyi karşısına almama” müsamahasıyla Selefîlik, Yemen’de yayılmaya başlamıştır. Yemen’deki siyasi çatışmalar ve kabile anlaşmazlıkları, yerini Zeydîlere yönelik tekfir söyleminin sosyal ve siyasi zemindeki yansımalarına bırakmıştır.Filistin Sorunu
Gazeteci Theodor Herzl'in 1896'da yayınlanan ''Der Judenstaat'' yani Yahudi Devleti adlı kitabıyla başlayan tartışma, Yahudilerin kendi devletini kurması fikrini gündeme getirdi ve İsviçre'nin Basel kentinde Birinci Siyonizm Kongresi toplandı. Yahudileri bu arayışa yönelten Avrupa'da ve bulundukları ülkelerde zulüm görmeleri ve pogromlara maruz kalmalarıydı. Kongrenin sonunda yayınlanan Basel Programı ile Filistin'de bir "Yahudi vatanının" kurulması ve Dünya Siyonizm Teşkilatı'nın bu amaca ulaşmak için faaliyete geçirilmesi kararlaştırıldı. O tarihlerde bir Osmanlı vilayeti olan Filistin'e göç 1897'nin öncesinde başlamış, 1903'e gelindiğinde çoğunluğu Doğu Avrupa'dan gelen 25 bin Siyonist göçmen bu topraklara yerleşmişti. Ve o tarihlerde yarım milyona yakın bir nüfusa sahip Araplarla birlikte yaşıyorlardı.1904-1914 arasında ikinci bir göç dalgası yaşandı 40 bin kişi daha geldi.
Birinci Dünya Savaşı son bulduğunda yani 1918'de İngiltere Filistin, İngiltere'nin idaresine girdi, 25 Nisan 1920'deki Milletler Cemiyeti kararıyla da bölge resmen İngiliz mandası oldu. Fransa ve İngiltere, iki ülkenin dış işleri bakanlarının adlarıyla anılan Sykes-Picot Antlaşmasını gizlice imzaladı. Ortadoğu bu iki ülke arasında paylaşılırken, Filistin'de ise uluslararası idare kurulması öngörüldü.
Daha 1917'de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour; savaş konjonktüründe mali ve siyasi desteğinin arayışında oldukları Siyonistlerin destekçilerinden Lord Rothschild'e, Filistin'de Yahudiler için bir vatan kurulması sözü vermişti. İşte bu vaat, İngiliz bakanın adıyla "Balfour Deklarasyonu" olarak anılıyor.
İngiltere mandası altındaki Filistin'e Siyonist proje kapsamında yüz binlerce Yahudi göç etti. Bu da Arapların öfkesine ve isyanına yol açtı. 1922'de İngiltere bir nüfus sayımı yaparak, Yahudilerin sayısının, Filistin'in 750 binlik nüfusunun yüzde 11'ine ulaştığını belirledi. Sonraki 15 yılda bu topraklara 300 bin Yahudi daha geldi. Ağustos 1929'da Siyonistlerle Araplar arasında kanlı çatışmalar çıktı. 133 Yahudi, Filistinliler tarafından öldürüldü. İngiltere polisi de 110 Filistinliyi öldürdü. Siyonist örgüt "Irgun Zvai Leumi" de, "Filistin ile Ürdün'ü 'kurtarmak" amacıyla, Filistinlilere ve İngilizlere saldırılar düzenlemeye başladı. 1936'da Araplar bir genel grevle birlikte sivil itaatsizliğe başladı.
Hatay Sorunu
Vikipedi, özgür ansiklopediGezinti kısmına atla Arama kısmına atlaMondros Mütarekesi'ndan sonra İskenderun Sancağı, Suriye'den Anadolu'ya ilerleyen Fransızlarca işgal edilmiştir. Böylece, birçok yerde olduğu gibi, Hatay’da da bir Millî Mücadele cephesi oluşmuştur. 20 Ekim 1921 ‘de, Fransa ile imzalanan, Ankara Antlaşması’nın 7. maddesine göre sancak, Suriye sınırları içerisinde kalacak; burada özel bir idare kurulup, Türk kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanılacaktır, resmî dil Türkçe olacak ve para birimi olarak da Türk lirası geçerli olacaktır.
Lozan Antlaşması’nda ise Suriye ile Türkiye arasında çizilen sınıra göre Hatay, sınırlarımızın dışında kalmıştır.
1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran anlaşmada İskenderun Sancağı hakkında hiçbir hüküm yer almıyordu. Fransa, Suriye’den çekilirken, Sancak üzerindeki yetkilerini Suriye’ye terk etmekteydi. Türk Hükümeti durumu kabul etmedi. Cenevre’deki Milletler Cemiyeti toplantısında Fransa ile yapılan görüşmeler netice vermeyince, 9 Ekim 1936’da Fransa’ya resmî bir nota vererek, Suriye’ye yapıldığı gibi, İskenderun Sancağı’na da bağımsızlık verilmesini istedi . Atatürk, 1 Kasım 1936 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmasında: “... Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir mesele, hakiki sahibi öz Türk olan, İskenderun — Antakya ve çevresinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve kesinlikle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda, tek ve büyük mesele budur. Bu işin hakikatini bilenler ve hakkı sevenler, alâkamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler” diyordu. Fransız Büyükelçisi ile olan bir konuşmasında ise: “Hatay benim şahsî davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz” demiştir. 27 Ocak 1937’de Cenevre’de toplanan Milletler Cemiyeti, Hatay’ın bağımsızlığını kabul etmiş, ve bir seçimle nüfus çoğunluğunun tespit edilmesine karar vermiştir. Atatürk’ün Hatay’ı silah zoruyla alabileceğini düşünen Fransızlar askerî bir anlaşma yapmayı istediler; bu anlaşma yapıldı. Anlaşma ile Hatay’da tarafsız bir seçim kabul edilerek, bunun için de bir kısım asker gücünün Hatay’a girmesine karar verildi. Kurmay Albay, Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk birlikleri, Hatay’a girdi. 13 Ağustos’ta seçimler yapıldı ve meclisin çoğunluğunda Türkler yer aldı. Böylece bağımsız Hatay Cumhuriyeti, 2 Eylül 1938’de kuruldu. Bu Cumhuriyet ise, 29 Haziran 1939’da Türkiye’ye katılma kararını aldı.
Kıbrıs Sorunu
1571 yılında Venedikliler’den alınan ve 307 yıl Osmanlı hâkimiyeti altında kalan Kıbrıs’ın yönetimi 1878 yılında, hükümranlık hakkı Osmanlı İmparatorluğunda kalmak kaydıyla, İngiltere'ye devredilmiştir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere’nin ayrı saflarda yer almasının da bir sonucu olarak, İngiltere 1914'te tek taraflı bir kararla adayı ilhak etmiştir. Türkiye Ada üzerindeki İngiliz egemenliğini Lozan Antlaşmasıyla 1923'te tanımıştır.
18. yüzyıl başlarına kadar Kıbrıs'taki Türk sayısı Rumlardan fazla olmuştur. Tarımla meşgul olan Türklerin elindeki toprak miktarı da Rumlarınkinden fazla olmuştur. İki taraf arasında sosyal ve kültürel yaşam hep farklı kalmış, Türkler ve Rumlar arasında evlenme görülmemiş, iki toplumun fertleri ortak ticari işletme kurma gibi davranışlara girmemişlerdir.
1931’den itibaren Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan ile birleşme taleplerini yoğunlaştırmışlardır. Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilerek, tamamen bir “Elen” adası haline getirilmesi şeklinde özetlenebilecek olan “ENOSİS” kampanyasına, İkinci Dünya Savaşından sonra hız verilmiştir. Yunanistan, 1954'te Kıbrıs sorununu Birleşmiş Milletlere götürme kararı almıştır. Yunanistan, 1954-1958 yılları arasında "self-determinasyon" amacıyla BM'ye yaptığı çeşitli başvurularda bir başarı sağlayamamıştır. Bu arada Yunanistan'dan gelen Albay Grivas 1955 yılında EOKA terör örgütünü kurmuş ve Ada’daki şiddet eylemleri giderek artmıştır. 1955-1958 döneminde Kıbrıslı Türkler 33 karma köyü terk etmek zorunda kalmışlardır. İngiltere bu durumda, 1956'da, sadece Rumların değil, aynı ölçüde Kıbrıslı Türklerinin de "self determinasyon" hakkı bulunduğunu ve bu çerçevede taksim talebinin de geçerli bir seçenek oluşturduğunu açıklamıştır.
Şiddet eylemleri nedeniyle 1955-58 döneminde Kıbrıslı Türkler 33 karma köyü terk etmek zorunda kalmışlardır. Enosis'e karşı kendi örgütlenme çalışmalarına başlayan Kıbrıslı Türkler, gelişmelere paralel olarak, "taksim" görüşünü geliştirmişlerdir.
Yunanistan'ın BM'den tek taraflı "self-determinasyon", Enosis lehinde bir karar elde edememesi, Kıbrıslı Türklerin Enosis'e karşı direnişleri ve Türkiye’nin kendilerini desteklemekteki kararlılığı, Türkiye ile Yunanistan arasında müzakerelerin başlatılmasına imkan sağlamıştır. Türkiye ile Yunanistan 11 Şubat 1959 tarihinde Zürih'te anlaşmaya varmışlar, Londra'da İngiltere'nin ve Kıbrıs'taki iki toplumun liderlerinin onayını almışlardır. Bu şekilde ortaya çıkan Zürih ve Londra Anlaşmaları bağımsızlık, iki toplumun ortaklığı, toplumsal alanda otonomi ve çözümün Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından etkin garantisi ilkelerine dayandırılmıştır.
“Kıbrıs Cumhuriyeti”, adanın iki halkı arasında ortaklık temeline dayandırılan uluslararası antlaşmalar uyarınca 1960 yılında kurulmuştur. Bahsekonu antlaşmalar tarafından garanti edilen Anayasası, adadaki Kıbrıslı Türk ve Rum halklarının eşit siyasi hak ve statüsüne dayandırılmıştı. Kıbrıs Rum tarafı, 1960 Cumhuriyeti’nin kurulduğu şekilde yaşamasına şans vermemiş, sözkonusu antlaşmalar sistemiyle vücuda gelen “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin yapısını, Kıbrıs Türklerini devlet kurumlarından dışlamaya, izole etmeye, Ada’daki varlıklarını sona erdirmeye ve nihayet Yunanistan ile birleşme (ENOSIS) yolunu açmaya yönelik olarak değiştirme girişimleri başlatmışlardır.
Zamanın Cumhurbaşkanı Makarios, Zürih-Londra Andlaşmalarının Kıbrıslı Türklere adil olanın ötesinde haklar verdiğini ve 1960 Anayasasının işlemez olduğunu öne sürmeye başlamış ve 30 Kasım 1963'te anayasanın tadili için, Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto hakkının kaldırılmasını da içeren 13 maddelik önerilerini Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr.Küçük’e iletmiştir. Bu öneriler, 16 Aralık 1963'te Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye tarafından reddedilmiştir.
Kıbrıs Rum tarafı 21 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs Türk toplumuna karşı kapsamlı ve sistematik saldırılara geçmiştir. Kıbrıslı Türkler devlet kurumlarından uzaklaştırılmıştır. Kıbrıs Türk tarihine “Kanlı Noel” adıyla geçen bu kampanya önceden hazırlanmış olan “Akritas Planı”na dayandırılmıştır. Türklerin imhası veya Ada'dan atılmasını öngören Akritas Planı, basit bir örgütün eylem planı olmayıp, Rum yetkililerce hazırlanan bir etnik temizlik girişimidir. Akritas planının uygulanması sonucunda, 30.000 Kıbrıslı Türk 103 köyü terk etmek zorunda kalmıştır. Kıbrıs Türk nüfusu yerlerini terk etmek zorunda kalmış, ada yüzölçümünün %3'üne tekabül eden, adada denize çıkışı olmayan ve sürekli kuşatma altında tutulan küçük bölgelere sığınmıştır.
Dolayısıyla, “Kıbrıs Cumhuriyeti,” Kıbrıslı Rumların 1963 yılında tek taraflı olarak güç kullanımıyla anayasayı feshetmelerinden sonra ortadan kalkmıştır.
1963 "Kanlı Noel" olaylarından sonra, 27 Aralık 1963'e üç garantör ülkenin askerlerinden oluşan bir "Barışı Koruma Kuvveti" oluşturulmuştur. Bu çerçevede İngiliz generalin yeşil bir kalemle harita üzerinde çizdiği bir çizgi ile Lefkoşa 30 Aralık 1963'te ikiye ayrılmıştır. Bu tarihten itibaren bu sınır “Yeşil Hat” olarak adlandırılmıştır.
Kıbrıs sorunu, Rumların Kıbrıs Türklerini 1960’da kurulan ortaklık devletinden dışlama, Ada’da birlikte yaşama ve Ada’yı birlikte yönetme mutabakatını terk ederek, devleti gaspetmeye çalıştıkları 1963 yılından bu yana, uluslararası toplumun gündemindedir. Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye, Kıbrıslı Türklerin 1960 yılında kurulan devletin eşit ortakları olarak haklarını kullanamamasına neden olan bu yasadışı ve gayrimeşru durumu hiçbir zaman kabul etmemiştir.
Bilahare, BM Güvenlik Konseyi’nin, 4 Mart 1964’de aldığı 186 sayılı kararla adaya uluslararası barış gücü (UNFICYP) konuşlandırılmıştır. Bu arada, Yunanistan adaya gizlice askeri kuvvet yollamaya başlamış, bu kuvvetin sayısı zaman içinde 20.000’e ulaşmıştır. Böylece, bir ortaklık devleti olmaktan çıkarak bir Rum yönetimine dönüşen Kıbrıs Cumhuriyeti fiilen Rum/Yunan kontrolü altına girmiş ve iki halk birbirinden tamamen kopmuştur.
1967'de Yunanistan'da yönetimi askeri darbeyle ele geçiren Cunta, Enosis'e ulaşmak için Keşan ve Dedeağaç görüşmelerinde Türkiye ile pazarlığa kalkışmış, bundan sonuç alamayınca Kıbrıs’ta Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı saldırılar düzenlenmiş, bu saldırılara Yunan birlikleri de katılmıştır. Türkiye'nin anlaşmalardan doğan müdahale hakkını kullanacağı yönündeki ihtarı üzerine bu buhran son bulmuş ve Yunanistan, BM gözetimi altında Ada'dan kuvvetlerini çekmek zorunda bırakılmıştır.
İzleyen dönemde, 1968 yılında taraflar arasında müzakereler başlatılmıştır. 47 yıldır devam eden müzakerelerde konuşulmamış konu kalmamıştır. Müzakereler BM İyi Niyet Misyonu çerçevesinde süreç içerisinde ortaya çıkan yerleşik BM parametreleri olan siyasi eşitlik ve iki kesimlilik temelinde, eşit statüde iki Kurucu Devleti haiz yeni bir Ortaklık kurulması amacıyla yürütülmektedir. Müzakere sürecinde BM tarafının çözüm önerilerine evet diyen taraf hep Kıbrıs Türk tarafı olmuş, ancak Rum tarafı anlaşmaya yanaşmamış, Kıbrıslı Türklerle ortak bir geleceği paylaşmayı reddetmiştir.
Kıbrıs Türklerinin yönetimden uzaklaştırılması üzerine Kıbrıs Rumlarının arasında görüş ayrılıkları belirmeye başlamıştır. EOKA'cılar arasında ortaya çıkmaya başlayan görüş ayrılıkları, Türkiye'nin müdahalesinden çekinen ve Türkleri ekonomik yoldan alt etmeyi yeğleyen Makarios ile süratle sonuç alınmasını arzulayan eski cuntacıları içeren EOKA-B'cilerin karşı karşıya gelmelerine neden olmuştur. 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntasının desteğiyle EOKA lideri Nikos Sampson, adayı Yunanistan'a bağlamak amacıyla Makarios'a karşı bir darbe gerçekleştirerek iktidarı kısa süreyle ele geçirmiştir. Kıbrıs'ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne kasteden bu hareket karşısında Türkiye, 1960 Garanti Andlaşması çerçevesinde, önce İngiltere'ye ortak müdahale teklifinde bulunmuştur. Türkiye, İngiltere'nin olumsuz cevap vermesi üzerine, Ada'daki Türklerin güvenliğini de dikkate alarak 20 Temmuz 1974 günü Barış Harekatı’nı başlatmıştır. Böylece Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakı önlenmiş, Kıbrıs Türk halkının varlığı da güvence altına alınmıştır. Türk Barış Harekatı aynı zamanda Yunanistan'da Cunta idaresinin de sonu olmuş ve ülkeye demokrasi getirmiştir.
2 Ağustos 1975 tarihinde Viyana’da BM gözetiminde Sayın Rauf Denktaş ile Glafkos Klerides arasında bir nüfus mübadele anlaşmasına varılmıştır. BM Barış Gücü aracılığı ile uygulanan bu anlaşmayla Kuzey’den Güney’e yaklaşık 120 bin Rum, Güney’den Kuzey’e de 65 bin Türk geçmiş, böylece nüfus bakımından homojen iki kesim meydana gelmiştir. Bu iki kesim, 180 km boyunca uzanan ve genişliği 5 metre ile 7 km arasında değişen bir "ara bölge" ile birbirinden ayrılmıştır.
Bugün Kuzey Kıbrıs'ın 290.000 kişilik nüfusuna karşı, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde 800.000’in üzerinde Rum yaşamaktadır. Güneyde 100 binden fazla yabancı nüfusun bulunduğu da bilinmektedir. Kıbrıs'ta ayrıca Ermeni, Maruni ve Latin dini grupları bulunmaktadır. Kıbrıs Adası Türkiye’ye 71 km, Yunanistan’a ise 900 km. uzaklıktadır. Adanın yüzölçümü 9251 km2, KKTC yüzölçümü adanın %35,04’üne tekabül eden 3241 km2, GKRY yüzölçümü 5509 km2 (%59,56), İngiliz üslerinin yüzölçümü ise 256,01 km2’dir. Ara bölge ise 244,04 km2’lik bir sahayı kaplamaktadır.
KAYNAK: http://www.mfa.gov.tr/kibris-meselesinin-tarihcesi_-bm-muzakerelerinin-baslangici.tr.mfa
Kültürler Arası Diyalog
Türkiye ile AB arasında kültür ve sanat alanında kültürlerarası diyaloğun, işbirliğinin, iletişimin geliştirilmesini hedefleyen Türkiye-AB Kültürlerarası Diyalog Hibe Programına ilişkin teklif çağrısı 20 Şubat 2018 tarihinde yayınlanmıştır.
Türkiye-AB Katılım Öncesi Mali Yardım Aracı 2014-2020 dönemi (IPA II) kapsamında, Avrupa Birliği Bakanlığı’nın lider kuruluş olduğu Sivil Toplum Sektörü altında yer alan Hibe Programı, Yunus Emre Enstitüsü tarafından yürütülecektir.
Toplam bütçesi 2 milyon avro olan hibe programı;
• Ortak anlayışa katkı yapmak üzere, Türkiye ve AB arasında uzun dönemli, çok taraflı/çok uluslu ortak kültürel girişimlerin geliştirilmesini ve uygulanmasını
• Türkiye’de ve AB üyesi ülkelerde Türkiye-AB arasındaki sivil toplum diyaloğunun görünürlüğünün arttırılmasını amaçlayan projelere destek verecektir.
Müzik, opera, sahne sanatları, plastik ve görsel sanatlar, grafik sanatları, halka açık sanat, geleneksel sanat, dijital sanat, edebiyat, kent kültürü, sinema, belgesel, animasyon, mimarlık, halk kültürü, kültürel diplomasi, tarih gibi tematik alanlarda yürütülecek aşağıdaki tür projeler desteklenecektir. (Aşağıdaki proje örnekleri fikir vermesi açısından paylaşılmış olup destekler bunlarla sınırlı değildir.)
• Kültürel ve sanatsal çalışmaların ve ürünlerin sirkülasyonu
• Ortak kültürel ve sanatsal faaliyetler
• Kültürlerarası diyalog ve kültür politikalarının oluşturulması sürecine katılım ve destekleyici faaliyetler
• Kamuoyunun kültürlerarası diyaloğu anlamasına yönelik faaliyetler
• Sanat koleksiyonlarının sirkülasyonu
• İyi uygulamaların, tecrübelerin paylaşılması
• Kültürel ve sanatsal çalışmalar, kültürel politikalar konusunda farkındalık artırma çalışmaları
EUNIC (Avrupa Kültür Enstitüleri Ağı) üyesi AB Kültür Enstitülerinin geliştirecekleri projelere, Türkiye’den bir STK ve/veya üniversite ile ortaklaşa çalışması koşuluyla en az 300 bin en fazla 500 bin avro destek verilecektir. Başka bir ifadeyle; başvuru sahibi EUNIC üyesi AB Kültür Enstitüleri olacaktır. Türkiye’den bir STK ve/veya üniversitenin ise eş-başvuran olarak proje teklifinde yer alması zorunludur.
Proje başvurularının 10 Nisan 2018 tarihi saat 17.00’a kadar Merkezi Finans ve İhale Birimine (www.mfib.gov.tr) yapılması gerekmektedir.
KAYNAK: https://www.ab.gov.tr/turkiye-ab-kulturlerarasi-diyalog-hibe-programi-teklif-cagrisi_51157.html
Anayasa Çalışmaları
Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da geçtiğimiz süreç içerisinde gelişen ve genel olarak "Arap Uyanışı" diye adlandırılan halk hareketleri, bölge ülkelerinin sosyal ve siyasal dokusunun yeniden inşasının yolunu açmıştır. Bu halk hareketleri, Mısır, Tunus ve Libya'da rejim değişiklikleriyle sonuçlanıp "devrim" statüsü kazanırken, Suriye ve Yemen gibi ülkelerde ise belirsizlik sürmektedir. Arap uyanışı, halk hareketlerinden oluşması, yöntemi ve kullanılan araçlar dolayısıyla daha önceki birçok devrimden farklı özellikler göstermektedir. Arap Uyanışı'nı özgün ve farklı kılan özelliklerin tespit edilmesi ve devrim süreçlerinde rol oynayan yeni aktör, araç ve metotların ortaya çıkarılması önemli hale gelmiştir.
2011 yılında Arap ülkelerindeki halk hareketleri bölgenin demokratik gelişmişlik anlamındaki geçmişin siyasal tecrübesini yıkmakla kalmamış, kimi analistlerin özelde İslam dünyasının ve genelde Arap ülkelerinin demokrasiyle bir arada olamayacağı savını yerle bir etmiştir. Arap politika sahnesi bu devrimlerle yeni bir boyut kazanma yoluna girmiş ve Batı baskısından sıyrılma fırsatını yakalamıştır. Sadece rejim değişiklikleri ve diktatörlerin siyaset sahnesinden silinmesi değil aslında Ortadoğu'da yeni olan. Sivil toplum alanında yeni sosyal hareketlerin ortaya çıkması, İslami politik partilerin Türkiye, Tunus ve son olarak da Mısır'da iktidara gelmeleri ve demokratik dönüşümün tabana yayıldığı yapıların ön plana çıkması Ortadoğu'da uzun yıllardır süregelen siyasi yapının temel dinamiklerinin dönüştüğü bir dönemin yaşanmasının önünü açmıştır. Bu çerçevede bu panelde diktatöryal düzenlerin yıkılmasının, yeni sosyal hareketlerin ve İslami siyasi partilerin yeni Ortadoğu'nun yeni siyasal düzeninde nasıl yer bulacağı, ne tür etkilerinin olacağı ve hangi dönüşümleri ortaya çıkaracağı gibi konuların incelenmesi ve tartışılması hedeflenmektedir.
Çokpartililiğe Geçiş
19. Yüzyılda hak ve özgürlükler alanında yapılan mücadeleler, Avrupa’da yönetimler değişime zorlanırken Osmanlı Devleti de bu değişimden uzak kalamamıştı. Keçecizâde Fuad Paşa, “Avrupa’da iki kuvvet bulunur: Biri üstten diğeri alttan tazyik eder, ortada karar kılınır. Bizde altta kuvvet bulunmadığından yandan pistonlara ihtiyaç vardır..” sözleriyle İmparatorlukta yaşanan değişimde Avrupa devletlerinin etkisine işaret ediyordu. Kuşkusuz Batı etkisinin yanında, “Hürriyet” şairi Namık Kemal başta olmak üzere Osmanlı aydınlarının mücadelesi sonucu, Türkiye’de 1876’dan itibaren parlamentolu bir siyasal hayat başladı. İttihat ve Terakki, 1913’de Bâb-ı âli baskını ile tek parti yönetimi kurmakla birlikte, II. Meşrûtiyet’in ilk yıllarında Türkiye, çok partili bir siyasal hayat tecrübesi yaşamıştı.
«««
İki dünya savaşı arası dönemde Türkiye’de, 1925 ve 1930 yılarında iki kez çok partili hayata geçiş denemesi oldu, ama gerçekleşemedi. İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan çok partili siyasal hayat, 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin serbest seçimler sonucu iktidara gelmesi ile sonuçlandı. Türkiye, 1950 sonrası zaman zaman kesintiye uğramakla birlikte 62 yıldır demokrasi ile yönetilmektedir. Avrupa Birliği ile müzakere sürecinde hak ve özgürlükler alanında daha ileri düzenlemeler ve talepler gündeme gelmektedir. Ancak Türkiye, 1876’dan beri yaşayan bir parlamento geleneğine, siyasal iktidarın, serbest seçimler sonucu ve halkın hür iradesi ile belirlendiği demokratik bir rejime sahiptir.
«««
Ortadoğu coğrafyası açısından ise 20. yüzyıl, derin insanî dramlara sahne oldu. Ortadoğu’daki ülkeler, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devletinin topraklarını nüfuz bölgelerine ayırmaları ile şekillendi. II. Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu uluslar arası ilişkiler sisteminde, bölge ilki İsrail’in kurulduğu 1948’de başlamak üzere 1967 ve 1973 yıllarında Arap-İsrail savaşlarına sahne olmuştur. Bu süreçte, Mısır, Suriye ve Irak başta olmak üzere bölge ülkeleri, askerî darbelerle kurulan ve soğuk savaş dengeleri içinde yönetimde kalmayı başaran iktidarlar tarafından yönetildi. 1990’ların Doğu Bloku ve Varşova Paktının çöküşü ile Doğu Avrupa’da başlayan demokratikleşme akımı, Kasım 2010’dan itibaren “Arap Baharı” adı verilen halk hareketleri ile Ortadoğu coğrafyasında etkili olmaya başladı. Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de otoriter rejimlerin temeli sarsıldı. Soğuk Savaş dönemi dengeleri içinde oluşan statüko, değişim rüzgârı karşısında duramadı.
«««
“Arap Baharı”nın değişim rüzgârı bir yılı aşkın süredir Suriye’de esmektedir. Ancak Suriye’de mevcut statüko ve değişim yanlıları arasındaki mücadele, ülke ölçekli olmaktan çıkarak uluslar arası aktörlerin nüfuz ve rekabetine sahne olmaktadır. Bu durum, ülkedeki şiddetin boyutunu her geçen gün arttırmaktadır. Nitekim BM Güvenlik Konseyi (BMGK)’nde, Beşşar Esad’ın 15 gün içinde yönetimden ayrılmasını da içeren karar tasarısı 4 Şubat 2012’de Rusya ve Çin tarafından veto edilmişti. Son olarak Beşşar Esad yönetimi, BM ve Arap Birliği’nin Suriye Temsilcisi Kofi Annan’ın ülkede siyasî sürecin ve görüşmelerin başlamasını içeren planını, 27 Mart 2012’de kabul ettiğini açıkladı. Annan’ın planı, yaralıların tahliyesi ve insanî yardımların ulaştırılması için Suriye güçlerinin günde iki saat ateşkes uygulamasını öngörmektedir. Ülkede siyasî sürecin ve görüşmelerin başlamasını içeren plan, şimdiye kadar Beşşar Esad yönetiminin yanında yer alan Rusya, Çin ve İran tarafından da desteklenmektedir. Bununla birlikte, Suriye’de ülke içi şiddet devam etmektedir. Nitekim Birleşmiş Milletler (BM)’e göre Suriye’de Devlet Başkanı Beşşar Esad rejimine karşı ayaklanmada şimdiye kadar 9 binden fazla insan ölmüştür.
Sonuç olarak, “Tempora mutantur, nos et mutamur in illis” deyişinde ifade ettikleri gibi, zaman nehrinde, akan sularla birlikte içindekiler de değişmekte, miadını dolduranlar tarih sahnesinden çekilmektedir. Fakat değişim süreci bazen sancılı gerçekleşmektedir.KAYNAK: https://www.yeniasya.com.tr/doc-dr-coskun-topal/ortadogu-da-degisim-ve-dinamikleri_206166
Sanat ve Spor Faaliyetleri
Orta Doğu’da son yıllarda baş gösteren ayaklanmalar gündeme gelmeden önce, sanatçılar bölgedeki değişken ruh halini eserlerine yansıtıyordu zaten. Bugün çok sayıda uluslararası yatırımcı ve sanatseverin dikkatini yönelttiği eserler haline geldi bunlar.
Son on yıl içinde yatırımcılar ve koleksiyoncular rekor sayıda ve rekor fiyata bölgesel eserleri satın aldı. Bugünlerde de Doha’daki Sotheby’s ve Dubai’deki Christie’s müzayede evleri sık sık yeni rekor satışlara tanıklık ediyor. 2012-2014 yılları arasında Dubai’deki sanat eserlerinin satışı iki katına çıkarak 30 milyon dolara yaklaştı.
Son yıllarda dünya sanat pazarında İslam kültürü/geleneği üzerinde gelişmiş sanat yeniden önem kazandı. Ortadoğu sanat piyasasına hızlı bir giriş yaptı ve merkezler arasına Kahire, Şam, İstanbul, Tahran, Lahor, Dubai, Abu Dabi de eklendi. Bu durum küreselleşmenin getirdiği doğal sonuç olarak yorumlansa da batının kendine yeni pazar arayışının bir uzantısı olduğu da biliniyordu. Bu durum profesyonel çevrelerce bazı kavramların gündeme gelmesini bazılarının ise güncellenmesini sağladı. Nicolas Bourriaud’nun 2009 yılında ortaya attığı altermodern kavramı yine aynı yıl Hamid Dabashi’nin Post oryantalizm üzerine yazdığı kitap sanatta yeni trendlerin neden-sonuç ilişkilerini ve kendi içinde yaşadığı doğu batı birlikteliği gibi görünen ancak yine doğuyla batıyı bir anlamda da karşı karşıya getiren görüşleri ve tanımlamalarıyla önemliydi. 11 Eylül ve sonrasında yaşanan savaşlar/problemler İslam kültürünün ve dolayısıyla sanatının yeniden merkeze oturmasına, ilginin artmasına neden oldu. Bunu Avrupa’da da tetikleyen ise İslami nüfusun düşündürücü ölçüde büyümesiydi. Tarihçiler ve sosyologlar son yıllarda Fransa, Almanya, İngiltere, İspanya ve Hollanda’da da Müslüman nüfusun büyümesinin ve söz konusu kültürün çok yakınlarında olmasının Amerika ile birlikte konuyu merkeze almalarını kolaylaştırmıştı/sağlamıştı. Bu ilgi neticesinde son yıllarda birbiri ardına açılan konseptli sergiler, Transglobe, Bidoun, Canvas gibi Ortadoğuya odaklanan yayınevleri ve çıkardıkları dergi ve kitaplar… Amerika ve Avrupa’da bilim çevrelerince Orta Doğu’yu ele alan toplantılar, Çağdaş sanatı elinde tutan Tate Modern, Moma, Royal Ontario gibi müzelerde yapılan etkinlikler ve toplantılar, 2009 yılında duruma somut bir şekil kazandırdı.
Büyük kısmının ortak yanı batının doğuya alışık olduğu perspektiften bakmayı/değerlendirmeyi sürdürüyor olması ve bunu şekil değiştirmiş bir oryantalist havaya sokmalarıydı. Bu akım sinemaya da sıçradı. Aslında sinema daha akıllıca bir denemeydi çünkü hedef kitle sınırlı bir çevrede kalmayacaktı. Dünyada izlenme rekorları kırmış 90’ların “avangart” dizisi Sex and The City geçtiğimiz yıl büyük bir hâsılatla dünyayı feth etmişti. İkinci bölümü bu durum için biçilmiş kaftandı. İddialı bir Hollywood filminde seçilen yer Abu Dabi olmuştu. Zenginlik, lüks, zevk sefayı temsil eden bu yerde kültürü ve İslami yaşam şekli/yasakları açıklıkla eleştirildi. Müslüman toplumda kadın batılı kadınla tek taraflı bir çizgide karşılaştırıldı. Film bir önceki kadar beğeni toplamadı ve birçok eleştirmen tarafından olumsuz şekilde masaya yatırıldı. Buna rağmen ekonomik, politik, sosyal bağlamda farklı nedensellik içinde güncellenmiş anlayış tüm dünyaya sunulmuş oldu. Uluslararası çağdaş sanat piyasasında ise sinemaya göre daha sınırlı bir kitle mevcuttu ancak ciddi bir çalışma burada da söz konusuydu. Moma’nın direktörü Glenn Lowry(1) tarafından verilen konferans değerlendirme açısından ele alınması gereken bir toplantıydı. Ghada Amer, Kader Attia, Kutlug Ataman, Shirin Neshat, Nezahat Ekici gibi isimlerin önemli bir figür olarak değerlendirilmesi doğuya ilginin sonucu olarak açıklanabilir iken çalışmalarının sadece İslam sanatında yasaklar ya da kadının yeri/olma(ma)sı vs. gibi batının bilindik eleştirisel bakışı altında okunması rahatsız edici olsa da konuşmaya yazar ilginç bir noktayla devam eder. Yazar tüm bu sanatçıların ortak özelliğinin uzun yıllardan beri yurtdışında yaşayan ve kendi kültürlerine dışarıdan bakan isimler olduğunu belirtir. İşte bu noktada alışık oldukları tavrın onay gördüğü düşüncesi bir anlamda onaylanmış olmaktadır. Bilindiği gibi oryantalizm, Doğu kültürleri, dilleri ve hayat tarzları üzerine “Batı merkezli ve Batı kökenli” araştırma alanlarının tümüne verilen ortak isimdir. Oryantalizm, ilk olarak on dördüncü yüzyılın başlarında Viyana Kilise Konseyi tarafından oryantal dillerin ve kültürlerin anlaşılmasını teşvik etmek için bir dizi kürsü kurulmasıyla ortaya çıkmıştır. Oryantalizmi teşvik eden ana itici güç ise ticaret, rekabet ve askeri çatışma olmuştur. Ancak Avrupa’da detaylı oryantal toplum araştırmalarının yayınlanması ve modern oryantalist akımın doğuşu on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda gerçekleşmiştir. Uzun yıllar İngiltere ve Fransa’da devam eden akım II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’yi de etkisi altına alır. İslam mimarlığı ve sanatı açısından zengin kentlere yapılan geziler ve yayınlanan anılarla kısa sürede bir modaya dönüşen oryantalizm akımı yayılma alanı ise Kuzey Afrika ve o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’na ait Ortadoğu topraklarıdır. Edward Said’in söylediği üzere Batı söz konusu Doğu topraklarında sadece Müslüman Doğuluları yakından tanıma ve gerçekleri aktarma amacı gütmez. Her millet kendine göre bir anlayış ve bakışla yola çıkar ve kendi “doğu”sunu yaratır. 11 Eylül sonrasında siyasi ve ekonomik nedenler sebebiyle ortaya çıkan İslam kültürüne odaklanma tıpkı Said’in söylediği şekilde yeniden gündeme geldi ancak elbette bugün eskisine benzer bir anlayış içinde gelişmiyor. Din üzerinden gelişen bir durumu var. Bu durum bölge tanımlamasının altını çizdi ve 2000’ler Middle East Contemporary Art (Ortadoğu Çağdaş Sanat) başlığını tescilledi. Hamid Dabashi’nin post oryantalizmi ile Nicolas Bourrioud’un küreselleşmenin doğal sonucu olarak ele alınan altermodern kavramı bugünkü sanatsal portrenin analizi için iki önemli kaynaktır. Tabii bu çerçevede İstanbul Modern’in düzenlediği Gelenekten Çağdaş’a sergisi önemliydi. Ancak yapılan tartışmalar modernizm/Türk modernizmi üzerinden sınırlı/geri bir noktada kaldı. Sergi, bununla birlikte bahsi geçen çerçevede de değerlendirilmeli köklü bir gelenekle beslenen “orijinal”, “yeni” ve “çağdaş” bir Türk sanatının varlığının altı çizilmeliydi.KAYNAK: http://www.lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR§ionID=12&articleID=829&bhcp=1
Teknolojik Gelişmeler
Tarih boyunca, sürekli savaşlar, bitmek bilmeyen kaos ortamı ve petrol odaklı krizlerle dünya sahnesinde boy gösteren Orta Doğu’nun GCC (Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi) dediğimiz Körfez hattı son yıllarda iş dünyasında yükselen bir değer olarak dikkat çekiyor. Bölgenin merkezi olarak gösterilen ve Arap Yarımadası’nda Birleşik Arap Emirlikleri’ni oluşturan yedi emirlikten birisi olan Dubai ise, sadece Orta Doğu’nun değil, tüm dünyanın teknoloji sektörü açısından parlayan yıldızı. Bölgede, bulunduğu konum ve altyapı açısından müthiş fırsatlar barındıran Dubai’nin yanında teknoloji yatırımları ve yenilikçi vizyonları ile Bahreyn, Katar, Suudi Arabistan ve Kuveyt’in de son yıllarda öne çıktığını söylemek mümkün. Bu ay, başta Dubai olmak üzere bölgenin dikkat çeken diğer ülkelerini Türk girişimciler ve yatırımcı şirketler için barındırdığı dijital fırsatlar açısından değerlendirdik.
Son dönemlerde petrol zenginliğinden çok teknoloji yatırımları ile konuşulan MENA bölgesi, kelime açılımı ile Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı ve hatta Türkiye ve İran’ı da kapsayan bir coğrafyayı ifade ediyor. Bununla birlikte ‘MENA ve fırsat’ dediğimiz bölge nedir diye baktığımızda alanı biraz daha daraltıp, Orta Doğu’ya aslında GCC (Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi) dediğimiz Körfez Bölgesi’ne odaklanmamız gerekiyor. Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kuveyt, Bahreyn ve Umman’dan oluşan bu Körfez hattının en gözde ülkesi ise kuşkusuz BAE.
Dünyanın en teknokrat ve vizyoner hükümetlerinden birine sahip olan bir ülke BAE’nin en önemli iş ve turizm merkezi Dubai ise son yıllarda tüm sektörlerden iş bölgede yapmak isteyenlerin gözdesi konumunda. BAE ve Dubai başta vergi avantajı-son dönemde değişmeye başlasa da- olmak üzere, şirket kurulumu kolaylığı, gelişmiş iletişim altyapısı, güvenli ve cazip yaşam şartları nedeniyle GCC’de iş yapmak isteyen şirketlerin bölgeye giriş noktası denebilir. Öte yandan Dubai Orta Doğu’da faaliyet gösteren birçok uluslararası şirket için de merkez olma özelliğini korumaya devam ediyor. Dünyaca ünlü ilk 100 firmanın çok büyük MENA bölge müdürlükleri burada, olmayanlar da buraya kaydırıyorlar. Veri merkezilerinin bazıları da hava şartlarının sıcak olmasına rağmen devlet destekleri ve yeni teknolojiler ile yine buraya kaydırılıyor.
Dubai girişimciler için önemli bir lokasyon. Bunu, startup’lar için sağladığı olanaklar, inovasyona verdiği önem, devletin girişimciliği teşvik eden inisiyatifleri, altyapısı ve sağladığı avantajlara borçlu. Devletle ilgili hemen her sürecin çok hızlı ve kolay olması avantajlar arasında. Konaklama, kira ve yeni iş yeri açma konularında çok ciddi anlamda fırsatlar var.
İran’ın sahip olduğu nükleer güç karşısında Türkiye’nin de kendi nükleer silah kapasitesini geliştirmeye karar verebileceği öne sürülüyor. Ancak, ayrıntılı analizler aynı sonucu ortaya koyuyor mu? Türkiye, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na bağlılığını gözden geçirerek nükleer silah edinmek amacıyla Anlaşma’dan çekilir mi? Ya da, Nükleer Silah Sahibi Olmayan Devlet statüsünde Antlaşma’da kalarak, İran’ın izlediği yoldan gidip çift kullanımlı nükleer teknoloji edinerek gizlice nükleer silah geliştirme stratejisi izler mi? Nükleer silah geliştirmesine gerek olmadığı konusunda Türkiye’ye güvence vermek gerekir mi? Bu yazıda, Batı’da siyasi çevrelerde Türkiye’nin nükleer teknoloji kazanımından duyulan endişeler, bunların gerekçeleri ve Türkiye açısından yarattığı sonuçlar tartışılacaktır.
Gazeticilik ve Matbaacılık
Gazetecilik, gazetecinin yaptığı iş. Gazeteci, haber ve bilgi kaynağına çabuk ulaşmak ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunma işini üstlenmiştir.
Gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. Bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur. Gerektiğinde hükûmetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı "Gazetecilik etik kuralları" içerisinde göze alan insan, gazetecidir.
Haberciliğe daha ciddi yaklaşan gazeteler okuyucularına dünyada olup bitenlere ilişkin olabildiğince fazla ve doğru bilgi vermek amacındadır. Gazetecilik, haberi doğru kaynaktan almakla yükümlüdür. Gazetecilik kulaktan dolma bilgilerle yapılmaz. Şantaj, karalama, kirletme, yalan haber, yıpratma gibi unsurları içermez. Gazeteci kanunlara saygılı, ahlaklı, namuslu, dürüst, çalışkan kişilerdir. Gazetecilik mesleğinin okullarından alınan eğitimli kişiler mesleklerinde başarılı, kurallarına uyan,uygun davranışlarda bulunan kişilerdir. Gazetecilik bölümünde okuyanlar ruhsatlı gazetecilerdir. Gazetecilik vasıflarına yatkın kişilerdir. Bu bölümü okuyanlar, akademik olarak da başarılı olabilir, serbest piyasada veya kurum çatısı altında da çalışabilirler. Gazetecilik ruhsatına sahip kişiler bu işin okulunu okumuş kişilerdir. Bunun dışında meslekte yeterli olmayan, kendilerini meslektaş gibi gösteren kişilere de rastlamak mümkündür. Gazetecilik içinde muhabir, editör, grafikçi, foto muhabiri, yazı işleri müdürü, sorumlu yazı işleri müdürü, genel yayın yönetmeni gibi unvanları alır. Televizyonlarda da haber programları yapabilir, gazete ve dergilerde de çalışabilirler. Ayrıca kurumların basın yayın müdürlüklerinde de çalışma imkanlarına ulaşabilirler.1. Gazeteciliğin ilk yükümlülüğü gerçek haberdir.
2. Sadakatle bağlı olacağı ilk merci halktır.
3. Özünde gerçeği teyit etme disiplini yatar.
4. Bu mesleği icra edenler, konu aldıkları kişilerden ya da olaylardan bağımsız kalmayı başarmalıdırlar.
5. Gazetecilik, bağımsız ve yaptırımı olan bir gözlemci görevi görmelidir.
6. Kamuoyuna açık bir eleştiri ve uzlaşma platformu sağlamalıdır.
7. Önemli olanı ilginç ve ilgili kılmak için çabalamalıdır.
8. Haberleri kapsamlı ve dengeli oranlarda tutmalıdır.
9. Mesleği icra edenlerin kişisel inisiyatiflerini kullanmalarına olanak tanımalıdır.Ortadoğu'daki en iyi 12 gazeteci, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)'nin ticari merkezi Dubai'de düzenlenen Arap Media Forumu'nun ikinci gününde ödüllerini aldı.
Atlantis otelde iki gün süren sekizinci medya forumunun sonunda düzenlenen Arap Gazetecilik Ödüllerini BAE Başbakanı ve Dubai prensi Muhammed Bin Raşid El Maktum dağıttı.
'Yılın medya şahsiyeti' ödülünü hayatı boyunca gazeteciliğe yaptığı katkılarından dolayı Lübnan merkezli Essefir gazetesi kurucusu ve editörü Talal Selman alırken, en iyi köşe yazarı ödülünü yine Lübnanlı Samir Atallah aldı. Araştırmacı gazetecilik dalındaki ödül BAE'den May Zekeriya El Attal'e, en iyi mülakat ödülü Beşir El Esad ile yaptığı mülakattan dolayı Katar El Vatan gazetesinden Ahmed Ali'ye, sağlık gazeteciliği ödülü Bahreyn El Vasat gazetesinden Said Muhammed'e, kültürel gazetecilik ödülü Ahbar El Yevm gazetesinden Muhammed Şair'e, iş gazetecilik ödülü ise Suudi Arabistan El Mecelle'den Dr. Muhammed Abdul Şafi İsa'ya verildi.
Siyasi gazetecilik dalında BAE El Haliç gazetesinden Muin El Biyari, çevre gazeteciliğinde Mısır El Mısri El Yevm'den Hiba Abdülhamid ve Vala Nebil, IT gazeteciliğinde yine Mısır Lugat El Asır'dan Abu El Hacac Muhammed Beşir ve spor gazeteciliğinde Kuveyt El Nehir'den Marzuk El Acemi ödül aldı.
En iyi karikatür ödülüne Ürdün El Arap El Yevm'den Abdülnasır El Caferi, basın fotoğrafı ödülüne Avrupa Foto Ajansı'ndan Aladdin Tavfik Badrana ve son olarak çocuklar için gazetecilik ödülüne Suudi Arabistan'dan Lina Kilani Basim layık görüldü.
Çeviri Hareketleri
Yüzyıllardır bilgilerini ortaya yığmakla uğraşan insanlığın bugün geldiği nokta, ağırlıklı olarak bile belli bir kesim ya da ırkın katkısından söz edilerek ele alınamıyor. Öyle çok transfer ve akış olmuş ki milletler arasında, bunların yalnızca bir bölümünü ve tematik olarak işleyen Gutas’ın kitabının bile bir yerden sonra içinden çıkmak imkânsız hâle geliyor doğrusu. İnsanlık sürekli birbirinden devralmış, birikim sürekli el değiştirmiş ama tekelleşmemek şartının kaçınılmazlığıyla.
İslam mütefekkirleri ve hükümdarlarının binli yıllara gelinmeden başlattıkları ve henüz Avrupa’nın hakiki bir karanlığı yaşadığı zamanlardaki ilim hareketleri, halk algısındaki ilerleme şöyle dursun, bilimsel olarak da aydınlatılabilmiş sayılmasa gerek. Yakın yıllarda Fuat Sezgin’in hızlı bir atılımla üst üste birkaç tuğlayı koymasının ardından bu algı hızlanmışsa da eldeki materyalin büyüklüğü ve vüsatinden bahseden makale ve kitaplar, müstahak bir tanıtımın henüz yapılamadığını söylüyor bize. Geçtiğimiz haftalarda Konya’da gezdiğimiz Bilim Merkezi gibi teşekküllerin sayısının bir hayli artması lazım bu İslam bilim tecrübesinin ortaya dökülüp tanıtılması için.
Toplumlar kültürleriyle kimlik kazanırlar. Kültür, millî dilde ifadesini bulur, millî dille korunur ve nesilden nesle aktarılır. Dil, kültürün diğer bütün boyutlarını içeren ana unsurdur. Kültürün bilim, düşünce, sanat, hukuk vb. boyutlarının tamamı dilde doğar; hatta dil ile doğar denilebilir. Her kültürün zenginleşmesi; dinamizmini, yaratıcılığını ve özgünlüğünü koruyup sürdürebilmesi ve her zaman çağdaş kalabilmesi; kendi öz düşünce varlığını dikkate almak kaydıyla diğer bütün kültürlerin temel eserlerini kendi diline çevirmesine ve bunları özümleyebilmesine bağlıdır. Kültürün temel dinamiklerinden birisi olan bilimsel araştırmalarda da durum aynıdır. Her hangi bir bilim dalında yaratıcı olabilmek ve özgün bilgi üretebilmek, ancak o alanın bilinenlerinin tamamının bilinmesi ve bilinmeyenlerinin de tespit edilmesi; sonra da bu bilinmeyenlerden birinin bilimsel araştırmalarla bilinir hale getirilmesiyle mümkündür.
Bir bilim insanının ya da herhangi bir entelektüelin, bir kaç yabancı dil bilse bile, alanıyla ilgili olarak dünyanın bütün dillerindeki, -en azından en çok eser bulunan önemli diller-deki- bilinenlerini öğrenmesinin ne kadar zor, hattâ imkânsız olduğu açıktır. Bu durumda, bilinen ya da bilinmeyenlerin tespiti de, özgün ve yeni bilgi üretimi de zorlaşacaktır.
Bu sorunun çözümü, ancak -Ortaçağ’da İslam Dünyası’nda ve Yeniçağ’da Avrupa’da örneklerine rastlandığı üzere- yoğun ve sistemli tercüme faaliyetleriyle, farklı kültürlerin temel düşünce, bilim ve sanat eserlerinin millî dile aktarılmasıyla mümkün olmaktadır.
Zamanında bu tür faaliyetler öncelikle düşünce seçkinlerini, ileri eğitim düzeylerindeki bilginleri etkilemekteydi. Ancak günümüzde eğitimin yaygınlaşması, bilimlerin ve nitelikli bilim eseri verilen dillerin çoğalması, tercümenin daha geniş okuyucu kitlelerine ulaşmasını zorunlu kılmıştır. Çeviri hareketi ile birlikte, düşünce, bilim ve sanat alanında evrensel bilgiy-le temasa geçilmesi sayesinde, ülkenin gençleri daha ortaöğretim ve lisans öğrenimi sırasında bu eserlerle tanışabilecek, onları eleştirip kendi dilinde tartışabilecek, kendi yerel kültür dinamikleriyle yoğurup özümleyebilecek ve evrensel ölçekte bilinmeyenleri bilinir hâle getirmek üzere araştırmalara başlayacak, netice itibariyle evrensel ölçekte özgün ve yeni bilgi üretebilecektir.
Dış Göç Sorunu
Dış Göç: Bir ülkeden başka ülkelere olan göçlerdir. Göç veren ülkenin nüfusu azalır. Dış göçler oluşum nedenlerine göre 5 gruba ayrılır: Zorunlu Göçler (Sığınma Göçleri) : Savaş baskı veya zulümden açarak başka ülkelere yapılan sığınma göçleridir. Örneğin 1991 yılındaki Körfez Savaşı sırasında Kuzey Irak halkının bir bölümünün ülkemize göçü bu türdendir. Yer Değiştirme (Mübadele) Göçleri : Bir antlaşmanın esaslarına dayanılarak yapılan ülke nüfuslarının karşılıklı olarak yer değişmesi ile oluşan göçlerdir. Örneğin Kurtuluş Savaşı sonrası Yunanistan ile yapılan anlaşmalarla ülkemizde yaşayan Rumlar ile Yunanistan'daki Türkler arasında yer değiştirme göçleri yaşanmıştır. Gönüllü Göçler : İnsanların çeşitli nedenlerle kendi istekleri doğrultusunda sürekli yaşamak için başka ülke veya kıtalara gitmesiyle oluşan göçlerdir. Örneğin Avrupalıların yeni dünya kıtalarına göçü bu türdendir. İşgücü Göçleri : İnsanların işsizliğin fazla olduğu geri kalmış ülkelerden iş olanakları fazla olan endüstrileşmiş ülkelere gitmesiyle oluşan göçlerdir. Bu göçle işçi gönderen ülkeler döviz sağlar ülkede işsizlik azalır ülkeler arasındaki ekonomik siyasi ve kültürel ilişkiler gelişir. Örneğin 1960 yılından itibaren Türkiye'den çeşitli Avrupa ülkelerine işçi göçü olmuştur. Beyin Göçleri : İyi eğitilmiş elemanların daha iyi çalışma olanakları sağlayan ülkelere gitmesiyle oluşan göçlerdir. Örneğin II. Dünya Savaşı sırasında Alman bilim adamlarının ABD'ye göçü bu türdendir.
İstihdam ve İşsizlik
İşsizlik, tüm ülkelerin ortak sorunudur. Ülkelerin ekonomik gelişmişlik düzeyleri hangi seviyede olursa olsun, işsizlik olgusundan az ya da çok etkilenmektedirler. İşsizlik, gelişmiş ülkelerde, kontrol edilebilir oranlarda ve ülkenin sosyo – ekonomik dengesini bozmayacak miktarlarda iken, çoğu az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede ise, kontrol edilebilir oranların üzerinde ve ülkenin sosyo – ekonomik dengelerini bozacak miktarlardadır. İşsizlik miktarı hangi seviyede olursa olsun, üstesinden mutlaka gelinmesi gereken en önemli sorunlardan biri olarak görülmektedir.
Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Japonya gibi, dünyanın gelişmiş ülkeleri hızla düşen doğum oranları ve yaşlanan nüfus problemi ile karşı karşıya iken, Ortadoğu ve Kuzey Afrika (OKA) ülkelerinde temel demografik özellik gençlerin nüfusun ağırlıklı oranını oluşturmasıdır. Bu durum, bir yandan giderek önemi artan bir dinamik işgücünün ve insan sermayesinin varlığı biçiminde yorumlanabileceği gibi, beraberinde bu ülkelerde dünyanın diğer bölgeleri ile kıyaslandığında oldukça yüksek bir genç işsizlik sorunu ortaya çıkarmaktadır.Sadece Yemen gibi bölgenin en az gelişmiş ülkesinde değil, Türkiye gibi bölgenin en gelişmiş ülkesinde ve Suudi Arabistan gibi dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip ülkesinde de geçlerin iş bulma olasılıkları giderek azalmaktadır. Bu durumun yarattığı sosyo-ekonomik ve politik sorunlar yanında, artan genç işsiz sayısı bölgenin en büyük sorunlarından biri olan radikal örgütler için büyük bir potansiyel üye havuzu da yaratmaktadır.
Ortadoğu, eski zamanlardan bu güne, çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir coğrafyadır. Geçmişten günümüze birçok devletin kurulup yıkıldığı bu topraklarda, bazen çok güçlü ekonomik ve siyasal sistemler kurulurken, bazen de çok zayıfları hayat bulmuştur. Bugün Ortadoğu’da var olan devletler ise, ne yazık ki siyasal ve ekonomik açıdan zayıf ülkelerdir. İktisaden ve siyaseten sağlıklı yapılar kuramamış bu devletler, vatandaşları için gerekli refah ortamını oluşturamamış ve huzurlu bir yaşam sağlayamamışlardır. Çoğunun ekonomisi bozuk bu ülkelerin, sadece birkaç tanesi zengindir. Ancak onların zenginliği de kendi çabalarından olmayıp, petrol ve doğalgaz rezervlerinin çokluğundan kaynaklanmaktadır.
Küreselleşme, 20. yüzyılda tüm dünyaya yayılma göstermiş, 21. yüzyılda ise nüfuz alanını genişleterek, gücünü daha da arttırmıştır. İyi ya da kötü birçok eleştiriyi özünde barındıran ve tüm dünyanın üzerinde düşünüp tartıştığı bir olgu olan küreselleşme; sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel vb. her alanda varlığını en belirgin şekilde hissettirmektedir. Ortadoğu ülkeleri, genel itibariyle küresel ekonomiye kendilerini entegre edememişlerdir. Küreselleşen dünyada etken bir aktör olarak yerini alamayan Ortadoğu ülkeleri, doğal olarak iktisadi yapılarını da sağlıklı bir şekilde geliştirememişler, emek yoğun işlerde ihracat artışına gidememişler, dolayısıyla da işsizliği azaltıcı yönde ilerleme kaydedememişlerdir. Bazı Ortadoğu ülkeleri, son dönemlerde, ekonomilerinde kaydettikleri hızlı gelişmeler neticesinde, küresel ekonomiye entegre olma yolunda önemli adımlar atmışlar ve ilerleme göstermişlerdir.
Ortadoğu ülkelerindeki ekonomik yapının bozukluğu, tabii olarak yüksek işsizlik oranlarını da beraberinde getirmiştir. Kronikleşmiş işsizlik sorunu, uzun yıllardır Ortadoğu ülkelerinin gündemini meşgul etmektedir. Ortadoğu genelindeki kalabalık nüfuslu ülkelerin hepsinde, yüksek işsizlik oranları görülmektedir. Sadece az nüfuslu birkaç ülkede işsizlik oranı düşüktür.
Hızlı nüfus artışı, genç nüfusun çokluğu, gençler ve eğitim almış kişilerin işsizlik oranlarının daha yüksek oluşu, işgücüne katılım oranlarının düşüklüğü, emeğin vasıf gücünün yetersizliği, emek piyasalarını düzenleyen kurumların eksikliği, kadın istihdamının azlığı, vasıflı çalışanların yoğun olarak devlet işlerinde çalışmaları, işgücü arzı ve talebi arasındaki planlamanın yapılmamış olması ve benzeri özellikler, Ortadoğu’daki işsizlik tablosunun genel çizgilerini ortaya koymaktadır.
Ülkeler bir tarafa bırakılıp, işsizlikten etkilenen insanlar ele alındığında; Ortadoğu topraklarında yaşayan insanların neredeyse tamamına yakınının, işsizlik sorunundan etkilendiği söylenebilir. Yoğun olarak hissedilen işsizlik, insanların yaşam kalitesini düşürmektedir.
KAYNAK: yeryuzudusunce.org/post/ortadogu-daki-issizlik-sorununa-genel-bir-bakis_16Ortadoğu'da Turizm Faaliyetleri
Turizm, dünyadaki en hızlı gelişen sektörlerin başında gelmektedir. Dünyadaki pek çok sektörde duraklama eğilimi görülmesine rağmen, turizm sektörü dinamik yapısıyla daima ülkeler için bir güç olmaktadır
Dünya Turizm Örgütünün yaptığı tahminlere göre, kültür turizmine yönelik artış trendinin özellikle Avrupa, Ortadoğu ve Asya bölgelerinde devam edeceği ifade edilmektedir.
Suriye, Lübnan, İsrail, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas gibi Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin iklim koşulları tipik Akdeniz ikliminde başlayıp yarı-kurak ve çöl koşullarına kadar değişiklik gösterir.
Ortadoğulu turistler genellikle aile olarak seyahat etmektedirler. Ayrıca arkadaşlarla seyahat ağırlıklı olarak tercih edilmektedir.
Mısır Piramitleri; ayrıca Luxor, Asvan gibi yerler,
Suriye'de Busra ve Palmira; ayrıca Emevi Camii,
Irak'ta Samarra Camii ve Babil Kalıntıları,
Ürdün'de Petra vadisi ve vadi Ram,
İsrail'de Kudüs ve Nâsıra,
Türkiye'de, başta Ayasofya, Aspendos, Efes, Kapadokya, Uzungöl, Pamukkale ve daha nice yerler, türistik ve tarihi açıdan değerli olup her yıl milyonlarca turisti çekmektedir.