Konu özeti

  • Genel

    İran coğrafyası Türk yayılma alanı içerisinde olduğundan, tarihte ve günümüzde bu bölge yoğun bir şekilde Türklerle meskûndur. Derste İran tarihiyle bağlantılı olarak bu Türklerden ve kültürlerinden söz edilmektedir.

  • Konu 1

    1.         Konu          İran’ın Genel Coğrafyası

    Konular:  “İran” adı; İran’ın fiziksel coğrafyası; İklimi ve nüfusun etnik kompozisyonu; Dogal zenginlikleri; Jeopolitik durumu.

     Temel Okumalar:

    -           “İran”, İslam Ansiklopedisi, 1. Cilt, İstanbul, 1961;

    -          

    -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

    -           Youtube’dan değişik videolar.

    Ders Notları:

    İran, resmî adı İran İslam Cumhuriyeti, Güneybatı Asya'da ülke. Güneyde Basra Körfezi ve Umman Körfezi, kuzeyde ise Hazar Denizi ile çevrilidir. TürkiyeAzerbaycanErmenistanIrakPakistanAfganistan ve Türkmenistan ile kara sınırına sahiptir. Başkenti Tahran'dır. Resmî dili Farsçadır. Anayasasının 12. maddesine göre ülkenin resmî dini İslam, resmî mezhebi İsnâaşeriyye Şiiliği'dir.

    İran, MÖ 4000'lere dayanan tarihi ve var olan yerleşmeleriyle dünyadaki en eski sürekli uygarlıklardan birine ev sahipliği yapmaktadır. Tarih boyunca İran Avrasya'daki merkezî konumu nedeniyle jeostratejik öneme sahip olmuştur ve bir bölgesel güçtür.

    İran BMBağlantısızlar Hareketiİslam İşbirliği Teşkilatı ve OPEC üyesidir. İran siyasal sistemi 1979'da kabul edilen anayasaya göre oluşturulan birkaç karmaşık yönetim yapısına göre işlemektedir. En yüksek devlet makamı şimdiki Ayetullah Ali Hamaney'in üstlendiği İran dinî liderliğidir (Velayet-i Fakih). İran, uluslararası enerji güvenliği ve dünya ekonomisinde geniş petrol ve doğal gaz kaynakları sonucu önemli bir konuma sahiptir.

    İran sözcüğünün kökeni, Sanskritçe Aryan sözcüğünden gelir. İran sözcüğü modern Farsçaya, Zerdüştlük'ün kutsal kitabı Avesta'da yer alan bir Proto-İrani terim olan Aryānām'dan girmiştir. Ariya- ve Airiia- kelimeleri aynı zamanda Ahameniş İmparatorluğu yazıtlarında etnik bir atıf olarak yer almıştır. Orta Farsça'dan gelen Ērān terimi, Pehlevî dili'nde ʼyrʼnNakş-ı Rüstem'deki I. Ardeşir'in taç giyme törenini gösteren kabartmanın yanındaki yazıtta bulunmuştur. Bu kabartmaya eşlik eden Partça dilindeki yazıtta İran, aryān olarak ifade edilirken, bu yazıtta, kralın sanı Orta Farsça ērān kelimesini (Pehlevî dilinde,ʼryʼn) içermektedir. I. Ardeşir'in zamanında ērān ifadesi devletten çok insanları kastederek bu anlamını korudu.

    Bu yazıtta İran halklarına atfen kullanılan ērān kelimesine rağmen, ērān ifadesinin imparatorluk coğrafyasını ifade etmek için kullanılması Sâsânî hanedanlığının ilk döneminde de görülmüştür. I.Şapur'un -Ardeşir'in oğlu ve halefi- bir yazıtında açıkça Ērān bölgelerinin içine İranlıların yerleşmediği Ermenistan ve Kafkasya'yı da dâhil etmiştir. Kartir kitabelerinde yüksek rahip, Anērān'ın egemenliği altındaki bölgeleri gösteren listede aynı bölgeleri saymıştır. ērān ve aryān kelimelerinin ikisi birden, (İranlı) Aryanların ülkesi anlamına gelen Proto-İran dilindeki Aryānām teriminden gelmektedir. Airyanem Vaejah kelimesi ve kavramı aslında İran'ın ülke isminde (Edebi olarak Aryanlar'ın ülkesi anlamında), aynen Aryānā kelimesinin modern Farsça karşılığı olan Iran (Ērān) gibi korunmuştur.

    Ülkenin adı MÖ 6. yüzyıldan 1935'e kadar Pers İmparatorluğu, Acemistan gibi isimlerle bilinirken, o yıl Rıza Şah uluslararası topluluktan "İran" adını kullanmalarını istemiştir. Birkaç yıl sonra bu isim değişikliğinin ülkenin geçmişiyle arasındaki bağı kopardığını iddia eden bilimadamları protesto gösterileri yapmış, 1959'da Muhammed Rıza Pehlevî her iki ifadenin resmî olarak birlikte ve birbirinin yerine kullanılabileceğini açıklamıştır. 1979'daki İran İslâm Devrimi'nden itibaren ülkenin resmi adı "İran İslâm Cumhuriyeti" olmuştur.

     

    İran, 1.648.195 km2’lik yüzölçümüyle Türkiye'nin komşuları arasında yüzölçümü Türkiye'den büyük olan tek komşu ülke, aynı zamanda yüzölçümü açısındanLibya'dan sonra ve Moğolistan'dan önce gelen Dünya'nın 18. büyük ülkesidir. Ülkenin yüzölçümü kabaca Birleşik KrallıkFransaİspanya ve Almanya yüzölçümü toplamlarına eşit ya da Alaska'nın yüzölçümünden çok az küçüktür. Kuzeybatıda Azerbaycan ile (432 km/268 mi) ve Ermenistan ile (35 km/22 mi) uzunluğunda; kuzeyde Hazar Denizi; kuzeydoğuda Türkmenistan ile (992 km/616 mi) uzunluğunda; doğuda Pakistan (909 km/565 mi) ve Afganistan ile (936 km/582 mi) uzunluğunda ve batıda Türkiye ile (499 km/310 mi) uzunluğunda ve Irak ile (1.458 km) uzunluğunda ve son olarak güneyde Basra Körfezi ve Umman Körfezi ile sınırlara sahiptir. İran'ın yüzölçümü 1.648.000 km2'dir.

    İran'da Hazar Denizi ile Huzistan kıyıları arasında İran platosu bulunmaktadır. Dünya'daki en dağlık ülkelerden biridir, coğrafyası çeşitli havza ve platoları biririnden ayıran halı gibi serilmiş sıradağlar ile biçimlendirilmiştir. KafkasZagros ve Elburz sıradağları ile nüfusun yoğun olarak bulunduğu Batı bölgesi en dağlık kesimdir; en son belirtilen sıradağlar içinde yer alan Demavent Dağı 5.604 m yüksekliğiyle yalnız İran'ın değil Hindukuş Dağlarının batısındaki Avrasya topraklarının en yüksek dağıdır.[70] Yükseklikleri yer yer 5.000 metreye yaklaşan bu dağ sıraları iç bölgelerde çok sert bir kara ikliminin yaşanmasına neden olur. Hatta bu bölgelerde geniş çöl alanları bulunur.

    Ülkenin doğusunun büyük kısmında, kuzey orta bölgesinde ülkenin en büyük çölü olan Kebir Çölü (Deşt-i Kebir) ve güneyinde ise Lut Çölü (Deşt-i Lut) gibi çöl havzaları olmak üzere bazı tuz gölleri bulunmaktadır. Bunun nedeni dağ sıralarının bu bölgelere yağmur bulutlarının ulaşmasını engelleyecek kadar yüksek olmasıdır. Büyük ovalar yalnızca Hazar Denizi kıyısında ve Basra Körfezi'nin kuzey ucunda İran'ın Şatt-ül-Arap (Arvand Rūd) nehri deltasındaki sınırları boyunca bulunmaktadır. Küçük, düzensiz ovalar ise Basra Körfezi'nin Hürmüz Boğazı ve Umman Körfezine bakan kıyılarındadır.

    İran'ın iklimi çoğunlukla kurak veya yarı kurak ve Hazar Denizi kıyısında subtropikaldir. Ülkenin kuzey sınır bölgesinde kış aylarında sıcaklıklar neredeyse donma noktasının altına düşer ve iklim yıl boyu nemli kalır. Yaz sıcaklıkları nadiren 29 °C'yi aşar (85 °F).[71][72]

    İran'ın iklim şartları, kuzeybatısında Irak ve Türkiye sınır bölgelerinde yer alan topografik ve dağlık yapısı nedeniyle, ülkede bitki örtüsü olarak bozkır ve orman bulunur. Ülkenin kuzeybatısındaki dağlık bölgede kavakSöğüt ve Meşe ağaçları bulunur.

    https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/2/2d/Schema_gvt_iran.png/430px-Schema_gvt_iran.png

    İran'ın politik kurumlarının işleyiş şeması.

     

     

    İslâm Cumhuriyetinin politik sistemi 1979 İran Anayasası'na dayanmaktadır. Sistem girift bir şekilde birbirine bağlı çeşitli yönetim yapılarını kapsamaktadır.

    Uluslararası raporlara göre İran'ın insan hakları sicili oldukça zayıftır. İran'ın siyasal rejimi antidemokratiktir. Hükümete veya Dini lidere yönelik eleştirmenler sıklıkla tutuklanır ve siyasal aktivitenin diğer türlerinde olduğu gibi, adayların seçimlere katılması da ciddi şekilde kısıtlanmaktadır. İran'da kadın hakları ciddi biçimde yetersiz olarak tanımlanmıştır ve çocuk hakları ciddi şekilde ihlal edilmektedir, İran'da dünyadaki diğer tüm ülkelere göre daha fazla çocuk suçlu idam edilmektedir. Aynı cinsiyetten olan kişilerin cinsel aktiviteleri yasa dışıdır ve ölüme varan cezalarla cezalandırılabilir. 2000'li yıllardan bu yana, İran'ın tartışmalı nükleer programı, ülkeye karşı uluslararası yaptırımların temelini oluşturan endişeleri gündeme getirmiştir. 14 Temmuz 2015 tarihinde başlatılan, İran ile BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi ve Almanya arasında varılan bir anlaşma olan Ortak Kapsamlı Eylem Planı, İran'ın zenginleştirilmiş uranyum üretimini kısıtlaması karşılığında nükleer yaptırımları gevşetmeyi amaçlamaktadır.

     

    İran Dinî Lideri İran İslâm Cumhuriyeti’nin genel politikalarının tanımlanmasından ve denetiminden sorumludur. Dini Lider din adamlarından oluşan Uzmanlar Meclisi tarafından kaydı hayat şartıyla seçilir. Dini lider, silahlı kuvvetlerin Başkomutanıdır, askeri istihbaratı ve güvenlik operasyonlarını kontrol eder ve savaş açmada veya barış kabul etmede tek yetkilidir. Yargının, devlet radyo ve televizyonunun, polis kuvvetlerinin, silahlı kuvvetlerin baş yöneticileri ve 12 üyeli Anayasa Koruma Konseyi’nin altı üyesi Dinî Lider şehmuz tarafından atanır.

    Uzmanlar Meclisi liyakat ve sahip olunan itibara bağlı olarak İran dinî liderini seçer ve görevinden alır. Danışmanlar Konseyi dinî lidere yasal görevleri konusunda danışmanlık yapmakla sorumludur. Danışmanlar Konseyi, yılda bir kez toplanır, sekiz yıllığına genel oy ile seçilen 86 “yetenekli ve eğitimli” hukukçudan oluşur. Devlet Başkanlığı ve meclis seçimlerinde olduğu gibi Anayasa Koruma Konseyi adayların yeterliliğini belirler. Konsey dinî lideri seçer ve dinî lideri her zaman görevden alma konusunda anayasadan kaynaklanan yetkisi vardır. Bütün toplantıları ve belgeleri çok gizlidir ve Konsey’in dinî liderin kararlarının herhangi bir tanesiyle çelişen bir kararı bilinmemektedir.

    Anayasa İran Devlet Başkanı'nı dinî liderden sonraki en yüksek devlet otoritesi olarak tanımlar. Devlet Başkanı dört yıllığına genel oy ile seçilir ve yeniden yalnızca bir kez daha seçilebilir. 2008 yılı itibarıyla İran Meclisi tek meclisli bir yapıdır. İran devrimi öncesinde yasama iki meclisli idi ancak İran Senatosu yeni Anayasa’da kaldırıldı. İran Meclisi dört yıllığına seçilen 290 üyeden oluşmaktadır. Meclis yasama faaliyetini yürütür, uluslararası antlaşmaları değerlendirir ve ulusal bütçeyi onaylar. Tüm meclis üyeleri ve Meclis’teki tüm yasama çalışmaları Anayasa Koruma Konseyi tarafından onaylanmalıdır.

    Anayasa Koruma Konseyi altı tanesi Dinî Lider tarafından atanan on iki üyeden oluşmaktadır. Diğerleri İran Yargı’sı tarafından aday gösterilen hukukçular arasından İran Meclisi tarafından seçilmektedir. Konsey anayasayı yorumlar ve Meclis kararlarını iptal edebilir. Eğer bir yasa anayasa veya Şeriat ile uyumlu değilse Meclis’e düzeltilmesi için tekrar geri gönderilmektedir. Çelişkili gibi görünse de Konsey İran Anayasası’na dayanarak parlamento üyelerini veto etmiştir.

    Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi Meclis ve Anayasa Koruma Konseyi arasındaki anlaşmazlıklarda çözüm bulma yetkisine sahiptir ve Dinî Lider’i ülkedeki en güçlü yönetim yapısı yapacak biçimde ona danışmanlık görevi sunar.

    Dinî lider, sırayla Üst Mahkeme ve Başsavcı’yı atayan Yargı Sistemi Başkanı atar.  Sulh ve ceza konuları ile ilgilenen mahkemeleri de içine alan çeşitli tipte mahkemeler ve ulusal güvenlik gibi önemli güvenlik konularına bakan “devrim mahkemeleri” de vardır. Devrim mahkemelerinin kararları kesindir ve temyiz edilemez. Özel Din Adamları Yargılama Mahkemesi, dinle ilgili konulara baktığı gibi, din adamları tarafından işlendiği öne sürülen suçlara bakar. Normal yargı işleyişinin dışında çalışır ve yalnızca Dinî Lider’e karşı sorumludur. Mahkemelerinin kararları kesindir ve temyiz edilemez.

    İran, idarî olarak ostanlara, ostanlarda şehristanlara, şehiristanlarda bahşlara ayrılmaktadır. Ostanların merkezi genellikle ostandaki en büyük şehir olmaktadır. Ostan yönetiminin başında Bakanlar Kurulu tarafından onaylanmasına istinaden İçişleri Bakanı tarafından atanmış olan bir vali-komutan (Farsça ostāndār) bulunur. İran idarî olarak 30 ostana ayrılmıştır.

    İran ekonomisi planlı ekonomi, petrol ve diğer büyük sektörlerde devlet işletmeciliği, köy tarımı ve küçük ölçekli özel işletme ve hizmet yatırımlarının bir karışımıdır. Ekonomik altyapısı son 20 yıl içinde düzenli bir oranda gelişmektedir ancak enflasyon ve işsizlikten etkilenmektedir. 21. yüzyılın başında hizmet sektörü GSMH’da en büyük yüzdeye sahip oldu; hizmet sektörünü madencilik, imalat ve tarım izledi. 2006'da yaklaşık olarak hükûmet bütçesinin %45’i petrol ve doğal gaz ödemelerinden ve %31’i vergi ve harçlardan geldi. 2000-2004 arasında hükûmet harcamaları yıllık %14'lük bir enflasyon oluşturdu. İran $70.000.000.000'lık döviz rezervinin %80’ini ham petrol ihracatından elde etmiştir. 2007’de GSMH'nin $206.000.000.000 (satın alma gücü paritesi açısından ise $852.000.000.000) veya kişi başına düşen millî gelir açısından $3.160 (satın alma gücü paritesi açısından ise $12.300). İran'ın resmî olarak yıllık büyüme oranı ise %6'dır. Bu veriler ve çok çeşitli olan ancak küçük ölçekli sanayi yapısı nedeniyle, BM İran’ın ekonomisini yarı-gelişmiş kabul etmektedir.

    Tarım, İran'ın geleneksel faaliyetlerinden biridir. Antik dönemde yerleşik düzene geçilmiş olan ülkede doğudan gelen göçebe boylarla yaşanan gerilim ülke tarihinde belirleyici olmuştur. Bugün bile ülkede hâlâ önemli bir nüfusa sahip olan göçebe topluluklar bir sorun kaynağı olarak görülür. Ülkede tarım vadi tabanlarında, plato eteklerindeki vahalarda ve nemli alçak basınç hareketlerine açık yağış alan bölgelerde yapılır. Başlıca tarım ürünleri şekerpancarışekerkamışıpamuktütünpirinççay ve tahıllardır; fakat pirinç dışındaki ürünler ihtiyacı karşılamaktan uzaktır.

    Hayvancılık da İran'ın önemli ekonomik faaliyetlerinden biridir. Göçebe yaşantısını sürdüren pek çok topluluk geçimini küçük ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliğiyle sağlar. İpekböceği ve Hazar kıyısında Dünya'nın en kaliteli havyarlarının elde edilmesini sağlayan mersin balığı da ülke ekonomisi için önemli hayvanlardan sayılabilir. Zanaatkârlık tarih boyunca İran için önemli olmuştur. Gerek hayvancılık ve ipek üretimine bağlı olarak gelişen halıcılık, gerekse ülkenin geleneksel sanatları sayılabilecek süslemecilik ve tezhip gibi sanatlara bağlı olarak gelişen bakır işlemeciliği, çanak çömlek yapımı gibi el sanatları İran'ın Dünya'da tanınmasına neden olmuş faaliyetlerdendir. Bunlarla da bağlantılı olarak, küçük ticaret, esnaflık, daha sonra da göreceğimiz gibi, ülkenin sosyo-politik yapısına etki edecek derecede önemli olagelmiştir.

    Bütün bu geleneksel faaliyetlere karşın, günümüzde ülkenin ekonomik kaderini tayin eden, nispeten yeni bir ürün olan petrol ve doğal gazdır. Petrol İran için öylesine önemli bir üründür ki; ülkenin son yüz yıllık tarihinin belirlenmesi, modernleşmesi ve sanayileşmesi hep petrole dayalı olarak gerçekleşmiştir. 1908'den beri işletilmekte olan petrolün tamamına yakın güneybatıdaki Huzistan bölgesinden ve Zağros Dağları ile Basra Körfezi kıyıları arasında kalan şeritten çıkarılır. İç bölgelerdeki nispeten zayıf ya da işletilmesi güç petrol yatakları ise doğal gaz bakımından zengindir. Dünya petrol rezervlerinin %10’unun, doğal gaz rezervlerinin ise %20’sinin İran’da olduğu tahmin edilmektedir. İran-Irak Savaşı öncesinde yıllık 300.000.000 tona kadar çıkan savaş döneminde 50.000.000-60.000.000 tona düşen petrol üretimi bugün hâlâ 200.000.000 tonun altındadır. Ülkenin en önemli sanayi işkolu petrole bağlı olarak gelişen petrokimya sektörüdür. Rafineriler dışında petrol ve doğal gaz boru hatları da petrolün işlenmesi ve iletilmesi açısından önem taşımaktadır. Başta demiryolu ve karayolu olmak üzere pek çok altyapı olanağının ve diğer sanayi alanlarının geliştirilmesi de özellikle 1970'li yıllarda elde edilen petrol gelirleri sayesinde gerçekleştirilmiştir.

    https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/f/f3/Ethnicities_and_religions_in_Iran.png/300px-Ethnicities_and_religions_in_Iran.png

    İran'ın etnik haritas: -Pembe:Farsiler -Turkuaz:Azeriler -Kahverengi:Kürtler -Maviler:Lurlar

    Yapılan araştırmalara göre İran nüfusunun %61'ini Farslar, %16'sını Azerbaycan Türkleri, %10'unu Kürtler, 6%'sını Lurlar, %2'sini Belûcîler, %2'sini Araplar ve %2'sini Kaşkay Türkleri ve diğer Türkmen gruplar oluşturur.

    İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi'nin Ocak 2012 tarihinde verdiği demece göre İran nüfusunun %40'ı Türkçe konuşmaktadır. (TürkmenceAzerîceKaşkayca vs.) Ama İran'daki Azeriler ve Türkmenler, İran anayasasının 15. maddesinde mahalli dillerin öğrenimi serbest denilmesine rağmen okul ve üniversitelerde Türkmence ve Azerice öğrenmek ve dillerini yaşatma hakkından mahrumdurlar.

    İran Anayasası’nın 15. maddesine göre İran’ın resmî dili bir Güneybatı İran dili olan Farsçadır, ancak Farsçaya ek olarak yerel ve aşiret dillerinin basında ve kitle iletişim araçlarında ve çocukların edebiyatlarını öğrenmeleri için okullarda öğretilmesine izin verilmiştir. Buna rağmen Farsça İran’da lingua franca görevi görmektedir ve yayınların ve basılan eserlerin çoğu bu dildedir.

    Farsça, Hint-Avrupa dillerinin Hint-İran dilleri dalına ait bir dildir. Eski Farsça’ya ait en eski kayıtlar Ahameniş İmparatorluğuna kadar gitmektedir ve Eski Farsça örnekleri günümüzde İran, IrakTürkiye ve Mısır’da bulunmaktadır. Modern İran'da Farsça toplumun %53'ünün ana dilidir. Farsçaya ek olarak İran'da konuşulan, Kürtçe (%10), Mazenderanca ve Gilanca (%7), Luri (%6) ve Beluçça (%2) gibi pek çok İrani dil bulunmaktadır.[115]

    İran ülkesini 1500 yıl boyunca farslaşmış ve Türk-İran geleneğine mensup hanedanlar, aşiretler ve ordular yönetmiştir. Türk dilleri de bu nedenden ötürü modern İran'da da çok yaygındır. Bu dillerin başında Güney Azerbaycan ile Fars Eyaleti'nde yaygınca konuşulan Azerice ve Kaşkayca gelmektedir. Toplumun yaklaşık %18'i Türki bir dil konuşmaktadır.

    Arapça genel toplumun yaklaşık %2'si tarafından konuşulmakla beraber, bu oran Arapların nüfusun %33'ünü oluşturduğu Huzistan Eyaleti'nde çok daha yüksektir. Hürmüzgan Eyaleti' nde de Arapça ortalamadan daha yüksek oranlarda konuşura sahiptir.

    Bu dillere ek olaraktan TalışçaGürcüceErmeniceİbraniceTatça ve Çerkes dilleri konuşurları toplumun yaklaşık %1'ine tekabül etmektedir.[115]

    İran nüfusunun dinî yapısının %90'ını Şiî Müslümanlar, %8'ini Sünnî Müslümanlar, kalan %2'sini ise diğer dinlere mensup insanlar Ahli-HakBahâîlerSâbiîlerHindularHristiyanlar (Ermeniler (İsfahan), Keldânîler, Ortodoks Gürcüler), MusevîlerSâbiîlerYezîdîler ve Zerdüştler (Yezd civarı) oluşturmaktadır. Hindu, Keldani ve Sâbiîlik inançlarıa bağlı topluluklar azdır. İran'da dinî azınlıkların inanç özgürlüğü anayasal güvence altına alınmış olup azınlık temsilcilerine (Ortodoks Hristiyanlık, Musevîlik ve Zerdüştlük) Meclis'te koltuk ayrılmıştır. İran hükümeti tarafından "sapkın bir inanç" olarak nitelendirilen Bahâîlik ise yasak olup bazen sert kovuşturmalara uğramaktadır.

    Ülkenin resmî mezhebi olan Şiîlik ve 12 İmam (İsna Aşeriye) inancı, ülkenin özellikle orta ve kuzey kısımlarında güçlüdür. Sünnilik inancıysa ağırlıklı olarak ülkenin kuzeybatısındaki Kürtler ile Pakistan sınırındaki Belûcilerde ve Horasan eyaletinde yerleşik Türkmen aşiretlerinde yaygındır.

    81.824.270'luk (Temmuz 2015) nüfusa sahip olan ülke, hem etnik hem de mezhepsel bakımdan büyük çeşitlilik göstermektedir. Genel nüfusun %60'ı İrani denilen karakteristiğe sahiptir. Ülkenin kuzeybatısında, "İran Azerbaycanı" olarak adlandırılan bölge ve etrafında; Doğu Azerbaycan Eyaleti'nin AharBunabMerendSarabShabestarTebrizBatı Azerbaycan Eyaleti'nin HoyMakuMiyandoabNakadehSalmasTakabUrmiyeErdebil Eyaleti'nin ErdebilMeskinşehrParsabadHamedan Eyaleti ve Zencan Eyaleti'nde yaşayan Türkler İran'da Farslarla beraber en büyük etnik topluluktur.

    İran'da Türklerin yoğun olduğu yöreler: Abhar, Abiverd, Abyek, Ahar, Akbarabad, Alvand, Anzali, Ardabil, Asadabad, Astara, Avej, Bahar, Bayadistan, Bijar, Binab, Bojnurd, Buinzehra, Damavand, Esferain, Eslamshahr, Fereydan, Firuzabad, Firuzkuh, Garmi, Geydar, Gharadagh, Gharchak, Ghazvin, Ghods, Ghom, Ghorve, Guchan, Hamadan, Hurramdara, İshtihard, Julfa, Kabudarahang, Kalat, Karaj, Khalajistan, Khalkhal, Kharaghan, Khoy, Khudabande, Kivi, Mahanshan, Maku, Malakan, Maragha, Marand, Mazdaghan, Melard, Meshgin, Miyandoab, Miyane, Mughan, naghade, Namin, Nazarabad, Pakdesht, Razan, Razghan, Rey, Robat Karim, Salmas, Sarab, Save, Savujbulakh, Shabistar, Shahindej, Shahriyar, Shirvan, Songhur, Soyughbulagh, Tabriz, Tafresh, Takistan, Tarum, Tehran, Tekab, Tufargan, Urmiye, Zanjan, Zarrinabad.

    Azeriler dışında Kaşkaylar, Fars EyaletiAbadehFaraşbendFiruzabadKazerunSemirom ve Şiraz'da, Türkmenler ise Gülistan Eyaleti'nde Bender-i Türkmen'de ve Günbed-i Kavus yaşamaktadır.

    Bunun dışında Bahtiyarîler ve Belûciler gibi Fars kökenlilerden başka etnik topluluklar da ülke nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturur. Çoğunluğu Sünni olan ve Irak sınırına yakın bölgede yoğun olarak yaşayan Kürtler de 5.000.000 yaklaşan nüfuslarıyla önemli bir etnik topluluktur. Kürtler, resmi mezhebin Caferîlik olması sebebiyle sisteme entegre olamamışlardır.

    • Konu 2

      2.        Konu     İran Coğrafyasında Eski Uygarlıklar ve Kavimler

      Konular: Elam devleti ve medeniyeti; Saka-İskitlerin kimliği; Manalar ve Medler; Hexameneşler 

       Temel Okumalar:

      -            Osman Karatay, İran ile Turan. Eskiçağda Avrasya ve Ortadoğu’yu Hayal

                   Etmek, İstanbul: Ötüken, 2015, 2,3,6 ve 8. bölümler;

      -          “İran”, İslam Ansiklopedisi, 1. Cilt, İstanbul, 1961;

      -           Yeni Türkiye; Orta Doğu Özel Sayısı – IV, 2016, özellikle s. 319-333;

      -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

      -           Youtube’dan değişik videolar.

      Ders Notları:

      İran platosu boyunca bulunan onlarca tarih öncesi kalıntı MÖ  dördüncü binyılda, Mezopotamya yakınlarında ortaya çıkan en erken uygarlıklardan yüzyıllar önce antik kültürlerin ve yerleşim yerlerinin varlığına işaret etmektedir.

      Proto-İranlılar ilk olarak Hindu-İranlıların ayrılmasını takiben ortaya çıkmışlar ve izleri Baktria- Margiyana Arkeoloji Bölgesine kadar takip edilmektedir. Aryan, (Antik İran halkları) toplulukları MÖ  üçüncü veya ikinci binyılda İran platosuna; büyük olasılıkla birden fazla göç dalgası ile gelmiş ve yerleşmişlerdir. Proto-İranlıların "Doğu" ve "Batı" diye gruplara ayrılması göçe bağlı olarak meydana gelmiştir.

      MÖ birinci milenyumda MedlerFarslarBaktrialılar ve Partlar batı bölgesinin nüfusunu oluştururken, Karadeniz'in kuzey steplerini KimmerlerSarmatlar ve Alanlar yerleşmişti. Diğer topluluklar Hindistan yarımadası kuzeybatı sınırındaki dağlık kesimde ve bugün Belûcistan denilen bölgede yerleşmişlerdir. İskit toplulukları gibi diğer topluluklar batıda Balkanlara doğuda ise Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ne kadar yayılmışlardır. Avesta dili c. MÖ 1000 ortaya çıkan Zerdüştlük'ün kutsal kitabı Avesta'nın kutsal ilahi ve kurallarını bir araya getirmek için kullanılmış eski bir İrani dildir. Zerdüştlük, 7. yüzyıla kadar Ahameniş İmparatorluğu ve sonraki İran imparatorluklarının devlet diniydi.

      İran'ın bir millet ve imparatorluk (MÖ 625-MS  559 ) olarak, Büyük Kiros Medler ve Persler'den Ahameniş İmparatorluğu'nu (MÖ 559–330) oluşturacak birleşik bir imparatorluk kurana ve daha ilerde insanlar ve kültürler arası bir birleşme olana dek zamanının en büyüğü olmak üzere birleşmesi, Medler ile başlar. Kiros'un ölümünden sonra, oğlu Cambyses fetihlerine Mısır'da önemli yerleri ele geçirerek devam etmiştir. Ölümünü taht kavgası izlemiştir ve kraliyet ailesinden gelmemesine rağmen I. Darius (MÖ 522-486 arasında hüküm sürmüştür) kral ilan edildi. I. Darius antik İran krallarının en büyüğü olarak kabul edilmiştir.

      Kuroş ve I. Darius yönetiminde Pers İmparatorluğu o zamana kadar insanlık tarihindeki en büyük imparatorluk haline gelmiştir. Pers İmparatorluğu'nun sınırları doğuda İndus Nehri ve Ceyhun nehrinden batıda Akdeniz'e uzanıyor Anadolu (günümüz Türkiye'si) ve Mısır'ı kapsıyordu. Atina MÖ 499'da Sardes'in yağmalanması ile sonuçlanan Milet'teki bir isyana destek vermiştir. Bu, MÖ 5. yüzyıl boyunca süren Yunan-Pers Savaşları olarak bilinen savaşları çıkartacak ve Yunanlara karşı bir Ahameniş harekatına neden olacaktır. Yunan-Pers savaşları sırasında Persler bazı büyük üstünlükler ele geçirmişler ve MÖ 480'de Atina'yı yıkıp yerle bir etmişlerdir. Ancak Yunanların bir dizi zaferinden sonra Persler çekilmek zorunda kalmışlardır. Savaşlar MÖ 449'da Callias Barışı ile sona ermiştir.

      Ahamenişlerin en büyük çalışması imparatorluğun kendisiydi. Zerdüşt'ün öğretilerinden kaynaklanan kurallar ve ahlak insan haklarıeşitlik ve köleliğin yasaklanmasına dayandırılan politikaları geliştiren ve uygulayan Ahamenişler tarafından sıkı bir şekilde takip edilmiştir. Zerdüştlük, Ahamenişler zamanında ve Kiros tarafından Babil'de özgür bırakılan sürgün edilmiş Yahudilerin ilişkileriyle, daha çok tanıtıldı ve İbrahimi dinleri etkiledi. AristoEflatun ve Sokrates tarafından belirlenen Atina'nın Altın Çağı sırasında Yunanların Pers İmparatorluğu ve Orta Doğu ile temasları oluşurken Ahamenişlerin hüküm sürmüşlerdir. Orta Doğu ve Balkanlar halklarına sağlanan barış, asayiş, güvenlik ve zenginlik tarihte nadiren görülen bir dönemi oluşturmuş; bu dönem ticaretin bu oranda arttığı tek dönem olmuş ve bölge insanlarının yaşam standartları yükselmiştir.[25]

      Büyük İskender Ahameniş topraklarını, son Ahameniş İmparatoru III. Darius'u MÖ 333'te Issus Savaşı'nda yenerek imparatorluğuna kattı. Ölümünden sonra çatışmalara ve imparatorluğun bölünmesine yol açacak bir kararla ele geçirdiği Ahameniş topraklarının çeşitli bölümlerini ordusunun üst düzey komutanlarının yönetimine bırakarak 328–327'de bu topraklardan ayrıldı. 700 yıl sonra hüküm süren Sâsânî İmparatorluğu'na kadar (aşağıdaki bölüme bakınız) bu topraklarda tek bir devlet yönetimi kurulamadı.

      Part İmparatorluğu MÖ 3. yüzyılın başlarında Yunan Selevkos İmparatorluğu'nu yendikten sonra İran platosunu tekrar birleştiren ve yöneten ve aynı zamanda MÖ  150 ve MS  224 arası Mezopotamya'yı kontrol eden Arsasid Hanedanı ( Ashkâniân) tarafından idare ediliyordu. Partlar antik İran'ın üçüncü yerli halkından olan hanedanıydı ve beş yüzyıl hüküm sürdüler.

      Medler'in, Asurlular'ın, Babil'in ve Elam'ın topraklarının ele geçirilmesinden sonra Partlar kendi imparatorluklarını düzenlemek zorunda kaldılar. Bu ülkelerin eski elit tabakasından olan herkes Yunan'dı ve yeni egemenler eğer hükümranlıklarını sürdürmek istiyorsa kendi geleneklerini bunlara uydurmak zorundaydılar. Sonuç olarak, şehirler eski antik haklarını korudu ve sivil yönetimler ancak belli oranda rahatsız edildiler.

      • Konu 3

        3.         Konu        Eski İran ve Turan

        Konular: Firdevsi’nin “Şahname”si; Hörmüz-Ehrimen karşılaştırması; İran – Turan savaşları.

         Temel Okumalar:          

        -           Osman Karatay, İran ile Turan. Eskiçağda Avrasya ve Ortadoğu’yu Hayal

                     Etmek, 8. bölüm;

        -            Mehmed Emin Resulzade, Azerbeycan Şairi Nizami, İstanbul, 1951,  s. 171-176;

        -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

        -           Youtube’dan değişik videolar.

        Ders Notları:

        Azerbaycan okullarında Yüzyıllar boyunca Sadi ve Hafiz gibi Fars şairlerin eserlerinin yanı sıra Ebulkasım Firdevsi'nin (934-1020) Şahname’si de ders kitabı olarak okutulmuştur. Eğitimli kesim bu şairlerin düşüncesi ile terbiye edilmiş ve onların fikirlerinin etkisi altında kalmıştır. Son on yıllarda Kuzey Azerbaycan okullarında okutulan ders kitaplarında Şahname’ye büyük yer verilmiş, bazı bölümleri tercüme edilerek öğrencilere ezberletilmiştir. Farsların ana kitabı olarak bilinen Şahname’nin yazarı söz konusu ders kitaplarında aşırı derecede övülürken Türkler hakkındaki aşağılayıcı ifadeler ve fikirler görmezden gelinmiştir. Belki de "onlar nereye biz nereye?" (Yani, Türkler nereye, Azerbaycanlılar nereye?) mantığı, daha doğrusu mantıksızlığı ile bu ırkçılık uygun görülmüştür. Her yıl yayımlanan bu ders kitaplarının Firdevsi bölümünde, Türk hükümdarı Gazneli Sultan Mahmut'a yönelik iftiralar da yer almaktadır. Ders kitaplarında "anlatılara göre" iddia ediliyor ki, Şahname, Sultan Mahmut’un siparişi veya isteği üzerine yazılmıştır. Ancak Sultan Mahmut eser bittikten sonra sözünü tutmamıştır. Anlatılara göre Sultan Mahmut Şahname’nin her beytine karşılık bir altın vaadine karşılık bir gümüş ödemiştir. "Kendisinin aşağılandığını düşünen Firdevsi ise getirilen gümüş paranın bir kısmını Hamamcıya, bir kısmını içtiği bir kâse şerbete, bir bölümünü ise getiren kişiye vererek Herat’a kaçmıştır." Bu ders kitabına göre, Firdevsi’nin kızı da babası gibi gururluymuş. Firdevsi öldükten sonra kızı bu gümüşten vazgeçmiştir. Hikâye bununla bitmiyor; "Yine anlatılara göre, Sultan Mahmut daha sonra yaptığı bu işten pişman olmuş ve vaat ettiği altınları birçok hediyelerle birlikte Firdevsi’ye göndermiştir. Fakat altın yüklü deve kervanı şehrin kapısından girerken şehir halkı Firdevsi'nin cenazesini gömmek üzere şehrin bir diğer kapısından çıkmaktaydılar.

        Son yıllarda basılmış olan ders kitaplarında Firdevsi ve Şahname konuları kaldırılmış gözükse de bu içerikte başka konuların kitaplara yerleştirildiğini görmekteyiz. IX. sınıflar için Edebiyat ders kitabının yazarları Aliyar Seferli ve Halil Yusifli Gazneli Mahmut - Firdevsi meselesini biraz farklı şekilde ele almışlardır. Gazneli Mahmut'un "vaadini yerine getirmediğinin" sebebini başka bir şekilde izah etmişlerdir. Kitabın yazarlarına göre, "Şahname’de yansıtılan İran ve Turan savaşları ve şairin Turanlılara karşı olan hasmıhane tutumunu Sultan beğenmemiştir.” Yazarlar, Sultan Mahmut'un pişmanlığı hakkında Farsların uydurduğu anlatılara da şüphe ile yaklaşmışlardır.

        İranlı araştırmacı Naser Purpirar’ın son yıllarda yayımlamış olduğu ve İran resmi tarihçiliğini altüst ettiği eserlerinden birinde (Geçmişe yapılan köprü) Şahname konusunu bir bölümde tartışmış ve bu hassas konuya tam açıklık getirmiştir. Gazneli Mahmut-Firdevsi ilişkileri konusuna girmeden önce, Şahname'nin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan Şüubiyye hareketi konusuna kısaca değinmek gerekir.

        Naser Purpirar yazıyor ki, Şüubiye, İran tarihinde bilinen bir gerçektir. Ancak araştırmacıların eserlerinde de yer almasına rağmen, hem İran'da hem de yurtdışında araştırmacılar bu konunun derinliklerine inmeye pek istekli olmamışlar ve sürekli bu konuyu görmezden gelmeye çalışmışlardır. Naser Purpirar, İran tarihinde önemli rol oynamasına rağmen hala Şüubiye hakkında kapsamlı eserlerin yazılmamasına şaşıyor. Purpirar, bu kitabında Mahmut İftiharzade’nin "İran'da İslam" adlı eserine geniş atıflarda bulunmuştur. Mahmut İftiharzade, Perslerin Şüubiye adı ile bilinen sosyal-siyasi hareketinin İslamiyet'in ilk yüzyıllarındaki faaliyetini şöyle özetlemiştir:

        Edebiyat alanında: Nazım ve nesir; masal ve hikmetler; atasözleri [toplamak]; özellikle Şüubiye’nin Pan-Arabizme karşı kullandığı keskin bir silahtır; Destanlar Arapların önemli şahsiyetleri, kabileleri, kimlikleri, gurur duydukları ve genel olarak varlığına karşı yönelmiş saldırgan ve acımasız hiciv dalgası; Acem [Fars] ırkının üstünlüğünün Araplara gösterilmesidir.

        Tarih alanında: Kısa vadeli siyasi ve doktrinsel hedefler için tarihi olay ve anlatılarla İran'ın kadim tarih, siyaset ve kültürüne, şahlarına, özellikle Sasani sülalesine boyun eğilir. İslamiyet tahrif edilir, hatta hakaret edilir.

        Tefsir alanında: Kur'an'ın bazı ayetlerinin amaçlı izahı ve bu ayetlerin Şüubiyye’nin hedef ve amaçlarına uygun kullanımı; Kuran'daki Acem [Farsça] kelimeler üzerinde oynamak; Kur'an'ın tarih içerikli ayetlerinin eski İran esatirleri ve tarihine uyarlanması -buna güzel bir örnek olarak Zülkarneyn'in [Makedonyalı İskender'in] Ahamenişlerin Kuruş’u ile aynılaştırılması; Kur'an ayetlerinin sınıfsal-ırksal açıdan yorumu - örneğin: Hucurat suresinin 13. ayeti, Şüub [halklar] ve kabileler;

        Hadis ve kelam alanında: İslamiyet'i tahrif ve tahkir etmek için Peygamber'in, imamların ve Müslümanlarca saygın kişilerin adına hadislerin uydurulması; Acem ırkına Araplara karşın üstünlük tanınması; rivayet ve hadisler hakkında suni metinler ve belgeler uydurulması; kelam ve fıkıh, tethir [arıtma], eski inançların tespiti konularında rivayetlerin uydurulması; gerçeklerin bulandırılması; eski inanç ve bakışların İslam inancı ile karıştırılması; Pan-Arabizmin kökünün kazılması ve tevhit (Allah'ın mahiyet ve belirtileri, düalizm ve üçleştirme), kaza ve kader, zorunlu ve iradi fatalizm, melekler, Şiilikte ve İmamiye inançlarında aşırılık tartışmaları çerçevesinde eski inançların ve fikirlerin yerleştirilmesi; imamların tahrif ve hakareti, yeni kelam okullarının ve ayrı Şii gruplarının oluşturulması;

        Fıkıh alanında: Pan-Arabizmin Acemler üzerinde hukuki baskısını azaltmak ve eski İran dininin olabildiğince resmi olarak tanınması için kuralların konulması; Acemce [Farsça] ve Arapçanın karşı karşıya getirilmesi için girişimler; Arapçanın iletişimde, yazı işlerinde, salavat getirmede, ibadet ve işaret zikrinde itibardan düşürülmesi; İranlı büyüklerin ekonomik çıkarlarının korunması için kuralların konulması;

        İlim alanında: İranlıların [Farsların] maneviyatının İslam tasavvufuna [mistisizmine] girmesi; Ari ruhunun Sami kalıplarla aktarımı; her iki durumda İran-İslam maneviyatından ikili hayranlık:

        1. Mevcut duruma karşı kızgınlık, hoşgörüsüzlük, isyan ve itiraz

        2. Soğukluk, sessizlik, anlaşma ve mevcut duruma teslimiyet

        Mahmut İftiharzade söz konusu kitabında Şüubiye hareketinin siyasi etkinliğinin de özetini aktarmıştır. Ona göre, bu hareketin temsilcileri imamların yanında yer almaya çalışmışlardır. Böylece onların hakkında hadis ve rivayetler uydurarak Şii kitleler arasında yaymışlardır. Şüubiyenin temsilcileri, İslam imamlarının arasına tefrika sokarak, onları parçalamaya çalışmışlardır; "Güluv" [aşırılık] çizgisini savunan grupları güçlendirmişlerdir. İmamların gıybeti döneminde, Şüubiye, etkinliğini daha da genişletmiş, İslami törenlere kadim İran kurallarını sokmuş, son Sasani hükümdarı III. Yezdgerd’in kızının Ali oğlu Hüseyin'le izdivacına siyasi anlam vermeye çalışmış, İslam içinde Şii mezhebini yaygınlaştırarak Farslara ait hale getirmiştir.

        Naser Purpirar, yukarıda adı geçen kitabında, İftiharzade’nin yazdığı uzun özeti eksik bulur. Sonuncunun listesinde İbn-i Nedim ve El-Fehrest eserinin de Şüubiye’nin ürünü olduğunu kaydeden Purpirar, daha sonra Firdevsi ve Şahname konusuna geçmiştir.

        Purpirar’dan önce de bazı İran ve Avrupa araştırmacıları Şahname'nin ortaya çıkışının karanlık taraflarını aydınlatmaya çalışmışlardır. Purpirar, bu yazarların çalışmalarını da dikkate almıştır. Örneğin, yukarıda da adı geçen İftiharzade, Şahnameyi Şüubiyenin en büyük eseri olarak kabul eder. Habib Yeğmai’ye göre, bu eser (Şahname) Sultan Mahmut'un emriyle yazılmamıştır.

        Şahname’nin oluşumu hakkında resmi görüşü şüphe altına alan birçok eserin olmasına rağmen, Purpirar, bu eseri sorgulamanın riskli iş olduğunun altını çizer. O yazıyor ki; "Ben hangi vadiye ayak bastığımı iyi biliyorum. Kin, intikam, kendini beğenmişlik, cehalet ve cahillik zehriyle yoğrulmuş okları vücudumda hissediyorum. Biliyorum ki, bunların çoğunun elinden zehirlemekten başka bir iş gelmiyor; yeni yeni düşüncelere tahammülleri yoktur. Onlar söze sözle karşılık verecek bilgi gücüne sahip değiller.”

        Çeşitli İran yazarlarına göre, eski İran'ın rivayet ve destanları üzerinde ayrı ayrı zamanlarda toplam altı kişi çalışmıştır; bunların kimlikleri de bilinmektedir: Mesudi Mervezi, Ebu-Mensur İbn-i Ebdülrezzak Tusi, Ebülmüeyyid Belhî, Ebu-Ali Muhammed bin Ahmed el-Belhî, Ebu-Mansur Muhammed bin Ahmed Dekiki Belhî ve nihayet, Firdevsi. Şair Dekiki’yi kölesi öldürdükten sonra Şüubiyenin Şahname projesi yarım kalıyor. Bu işi devam ettirebilecek şairler arasından Firdevsi seçilir. Şüubiye, Dekiki’nin 1000 beyitlik şiiri ile birlikte tüm nesir materyallerini Firdevsi'ye verir. Şaire yüksek maaş bağlanır ve yeni nesir materyalleri sağlanır, sürekli hazır bölümleri alınır ve işin ilerleyişi kontrol edilir. Zamanla "sponsorlar" arasına bazı hükümet adamları da eklenir. Purpirar’ın iddiasına göre, Firdevsi'nin çalışmaları Şüubiye tarafından ciddi ve güçlü bir şekilde kontrol edilir. Firdevsi sadece ona verilen destan ve rivayet metinlerini nazma çekmekle meşgul olur; Firdevsi, bu destanları sadece kendisi bilmiyordu; hatta ona verilen ya da söylenen rivayetleri değiştirmek hakkına da sahip değildi. Purpirar, hatta Şahname’deki efsaneleri, Çin, Hint, Yahudi ve Mısır efsanelerinin karışımı olarak görüyor. Yine ona göre, İran coğrafyasındaki eski halkların, örneğin Elam, Kürt, Urartu, ayrıca Luristan, Hazar kıyıları, Kirman, Mükran, Fars Körfezi kıyılarındaki efsanelerin Şahname konuları arasında yer almaması düşündürücüdür.

        Şahname projesi üzerindeki çalışmaların devam ettiği bir dönemde Gazne Sultanı Sebüktegin’in oğlu Mahmut (971-1030) Horasan'daki orduların komutanı idi. Babasının ölümünden sonra Gazneliler İmparatorluğu'nun (963-1186) hükümdarı olan Sultan Mahmut (hükümdarlığı 998-1030), devletin topraklarını genişletmiş, Doğu kaynaklarında "Kafirlerin çekici" adıyla meşhur olmuş, on yedi defa Hindistan'a sefer etmiş, oraların İslam'ı kabul etmesini sağlamıştı. Sultan Mahmut aynı zamanda Müslüman toplumlarda bilim, kültür ve edebiyatı desteklemesiyle ün kazanmıştır. Kaynaklara göre onun sarayında 400 şair varmış. Bu rakam abartı olsa da, Sultan Mahmut'un edebiyat sevdalısı bir hükümdar olduğu hakkında orta çağlar kaynaklarında birçok notlar vardır. O zaman neden Sultan Mahmut (bilim ve edebiyat hamisi) ile Şahname yazarı Firdevsi arasında anlaşmazlık olmuştur?

        Purpirar yazıyor ki, Sultan Mahmut Horasan'da faal olan Şüubiyenin kökünü kuruttuktan sonra "ömrünün sonunda yardımsız ve yalnız kalan Firdevsi, Şüubiyenin siparişi ile yazdığı kitabına alıcı bulamıyor." 65 yaşındaki şair ağır durumunu Şahname’nin metninde de yansıtmaya çalışır; hem de onu yalnız bıraktığı için Şüubiyeye sitem eder. İhtiyar şair, Sultan Mahmut'a bir methiye yazarak maddi yardım için saraya başvurur. Purpirar yazıyor ki: "Mahmut, Şahname’nin gerçek siparişçileri hakkında bilgi sahibi idi. Çünkü Şahname’deki şiirler onun inancı ile bağdaşmadığı için [şairin teklifi] beğenilmeyecekti. Dolayısıyla şaire yardımdan imtina edilir ve Firdevsi, saraydan eli boş döner. Bundan sonra Firdevsi, Sultan Mahmut'a hiciv yazar ve bu olayla ilgili pek çok asılsız efsaneler uydurmaya çalışır.

        Naser Purpirar’ın Firdevsi ve Şahname meselelerinde geldiği sonuçlar ilginçtir. O, eserinin birkaç yerinde Şahname’deki fikirlerin Firdevsi’ye ait olmadığını, onun sadece siparişi yerine getirdiğini, nesir olarak ona verilenleri şiire dönüştürdüğünü vurguluyor. Purpirar’a göre, Şahname tarihi kaynak iddiasında da olamaz; çünkü o, Şüubiye mensuplarının hasta hayal gücünün ürünüdür. Naser Purpirar, bizce, aşağıdaki düşüncesinde de tam haklıdır: "Ne acıdır ki, bu büyük adam (Firdevsi) dilinin gücünü yanlış yola hizmet eden bir örgüte sattı. O (Şüubiye), …kendi amacını, kendi düşünce ve beyanlarını, tarihi uydurmaya ve değiştirmeğe tabi tuttu. Orta Doğu'nun kimliği, varlığı, dini ve halkı ile alay etti; İran aşiretleri ve milletlerinin ikinci tezahürü hakkında en önemli ve en muteber belgeleri öyle karıştırdı ki, günümüzde dostu düşmandan ayırt ede bilmiyoruz; güvenimizi ve kendi soyumuzu kaybettik, Şüubiyenin uydurma ve efsanevi yalanlarına aldandık."

        Medreselerde ve okullarda yüzyıllardan beri bu eserin öğretilmesine rağmen, bizim milli fikriyatımızda Şahname’ye aynı şekilde yaklaşılmamıştır. Kendisinin yazdığı gibi, "Fars kavminden olan" Mirza Fetheli Ahundzade, ünlü Kemalüddövle Mektupları eserinde Şahname’yi ve yazarı Firdevsi’yi tüm edebi eserlere ve ediplere tercih etmiştir. O, kararlılıkla yazıyor: "Hakikaten, İslam milletinin genelinde şiir, sadece Firdevsi'nin şiirleri demektir; bu zamana kadar onun şiirlerinin misli İslam milletinden hiçbir insana kısmet olmamıştır."

        Türkçü akımın önde gelen temsilcileri, Sultan Mahmut-Firdevsi konusuna dikkatli yaklaşmış, Şahname’ye gereken değeri vermişlerdir. Ahmet Ağaoğlu İran ve İnkılabı eserinde Türk sülalelerinin Fars edebiyatının meydana çıkmasındaki birinci derece rolünden bahsetmiştir. "Rudeki, Ünsüri, Üsendi ve Firdevsi gibi Fars şairlerinin Gazneliler zamanında yetiştiğini ve Mahmut'un sarayı etrafında toplandıklarını" kaydetmiştir. Mehmet Emin Resulzade Azerbaycan Şairi Nizami eserinde, Firdevsi’yi tepeden tırnağa "Fars oğlu Fars", "katı bir ırk taassubcusu", "Fars milliyetçiliğinin bir şair ideoloğu" gibi kaydetmiştir. Farsın düşünce tarihinde Şahname'nin oynadığı rol hakkında belki en can alıcı yaklaşımı Tebrizli Ali ünlü Edebiyat ve Milliyet adlı kitabında ortaya koymuştur. Ona göre, bu eseri ile "Firdevsi, vahdet ve birlik yerine milli ihtilaflar ve etnik kinleri tetiklemiştir."

        Sonuç olarak İslam devriminden sonra İran'da monarşiyi hatırlatan her şey sökülüp atıldı; ancak Şahname yazarı Firdevsi'nin Tahran'daki heykeline asla dokunulmadı. Tebrizli Ali’nin de belirttiği gibi, "hiç kimse, Firdevsi'nin taş heykeline el sürmeye cesaret etmedi ve halen meydanın ortasında dikilip biz Türklere, Araplara, Beluçilere, Kürtlere ve Kaşgaylara gülüyor..." Pers tarihi ve varlığı hakkında abartılı yalanlarla, Türk ve Arap düşmanlığı ile dolu olan bu esere prim vermediği için, bin yıl geçtikten sonra hala Sultan Mahmut'a iftira atmak tamamen anlamsız bir iştir; özellikle Kuzey Azerbaycan'da. Azerbaycan ortaokullarında, Edebiyat kitaplarında ve genel olarak programlarında Firdevsi ve Şahname gibi konuların yer verilmesine ne gerek var? Genç Azerbaycan vatandaşının bilinci neden zehirleniyor? Bize göre, bir zamanlar Azerbaycan topraklarında dikilmiş Kirov, Şaumyan, Caparidze vs. heykelleri ne idiyse, şimdi Türklük bilincine sokulan Firdevsi'nin Şahname’si de odur. Şahname de Edebiyat kitaplarından çıkarılıp atılmalıdır.

        • Konu 4

          4.         Konu      İslam Öncesi Devletler

          Konular:   Makedonyalı İskender’in Iran’ı işgali; Parfia meselesi; Sasanlı İmparatorluğu.

          Temel Okumalar:

          -           “İran”, İslam Ansiklopedisi, 1. Cilt, İstanbul, 1961;

          --         Wikipedia’dan uygun makaleler;

          -           Youtube’dan değişik videolar.

          Ders Notları:

          Partlar doğuda, Roma'nın genişlemesini (orta Anadolu'da) sınırlandırdığı için Roma İmparatorluğu'nun baş düşmanlarıydı. Partlar zırhlı ve ağır silahlı ve hafif silahlı ancak hareketli atlıları kullanarak kendi topraklarını yaklaşık 300 yıla yakın bir süre savundular. Roma'ın en sevilen generali Marcus Antonius MÖ  36'da Partlılar'a karşı, sonucunda 32.000 asker kaybedeceği büyük bir sefer düzenledi. Roma İmparatoru Augustus zamanında Roma ve Part İmparatorluğu aralarındaki sorunları diplomasi aracılığıyla çözüyordu. Bu gelişmeler sırasında Partlar kendi ordularında Marcus Antonius'tan ve MÖ 53'te Harran'da "müthiş bir bozguna" uğrattıkları Marcus Licinius Crassus'den elde ettikleri deneyimlerle o dönem çok takdir edilen Roma Lejyon standartlarına, "altın kartallar"a göre bir düzenlemeye gittiler.

          İmparatorluk düzeninin gevşediği ve son kralın imparatorluğun vasallarından biri olan I. Ardeşir tarafından yenilmesi üzerine Part İmparatorluğu MS 224'te sona erdi. I. Ardeşir Sâsânî İmparatorluğu'nu kurdu. Ülkeyi ekonomik ve askeri alanda reformlarla geliştirmeye başladı. Sâsânîler Ahamenişler tarafından çizilen sınırlar içinde, onlara Erânshahr veya IranshahrEranshahr.svg, "Aryanların Ülkesi" İranlılar diye atıfta bulunarak, başkentleri Tizpon olmak üzere imparatorluklarını kurdular.[28] Romalılar arka arkaya I. Ardeşir,I. Şapur ve II. Şapur ile girdikleri savaşları kaybettikleri için çok sorun yaşadılar.[29] Sâsânî hükümranlığı döneminde Roma İmparatorluğu'na karşı kazanılan zaferler Roma'da o kadar büyük bir karamsarlık yarattı ki tarihçi Cassius Dio şunları yazmıştır:

          Bu bizim için büyük bir korku kaynağı idi. Doğudaki lejyonlarımız için Sâsânî Krallığı o kadar ürkütücüydü ki çok azı onlarla savaşmak istiyor geri kalanlar ise savaşma konusunda tamamen isteksiz davranıyordu..[30]

          Part ve daha sonra Sâsânî devrinde İpek Yolu üzerindeki ticaret ÇinMısırMezopotamya, İran, Hindistan ve Roma medeniyetlerinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır ve modern Dünya'nın temellerinin atılmasına yardımcı olmuştur. Partlılardan geriye kalan kalıntılar bazı açılardan klasik Yunan etkileri taşır ve çoğunlukta kendi oryantal anlayışlarını sergiler; "Part sanat ve yaşamını ifade eden kültürel farklılığın" açık bir ifadesi olarak. Partlılar, Avrupa Romanesk mimarisini andıran ve muhtemelen bu mimariyi etkilemiş olduğu Tizpon'da örnekleri görülen Part stili mimari tasarımların yaratıcılarıydılar.[32][33] Sâsânîlerin yönetiminde İran Çin ile ilişkilerini geliştirdi, Sâsânî sanatımüziği ve mimarisi büyük atılım gerçekleştirdi ve Nizip Okulu ve Gundeşapur Akademisi gibi dünya çapında tanınan bilim ve araştırma merkezleri oluşturuldu.

          Bu dönemde batıda Hıristiyanlığın, doğuda Budizm ve Manicilik gibi dinlerin yayılması sonucunda Zerdüştlük İran birliğinin sağlamlaştırılması için ulusal bir devlet dini olarak örgütlendi. Ayrıca yine bu dönemde yazılı kültüre geçilmiştir. Kutsal metinlerin derlenmesinden oluşan enderzler, Zerdüştlüğün kutsal kitabı olan Avesta, dini ya da din dışı gelenekler ve İran'ın ulusal destanı sayılan Şehname bu dönemde kaleme alınmıştır. MS 630'larda başlayan Müslüman Arap akınları Sâsânî egemenliğine 651 yılında son vermiş ve İslâmiyet'i İran'da yaymıştır.

          632'de Arap yarımadasından Sâsânî İmparatorluğu'na saldırılar başladı. İran El Kadisiye Savaşı'nda İran'ın İslâmî Fethi'ne yol açacak şekilde yenildi.

          • Konu 5

            5.        Konu       İran ve İslam

            Konular:  İran’ın fethi süreci; Gönüllü kabul yoksa yıllarla süren direniş?

            Temel Okumalar: 

            -          “İran”, İslam Ansiklopedisi, 1. Cilt, İstanbul, 1961;

            -            Kaymaz Qaraqan, İslam için İran mı, İran için İslam mı? Haber http://www.59haber.com/kose-yazilari/islam-icin-iran-mi-iran-icin-islam-mi-6320.html

            -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

            -           Youtube’dan değişik videolar.

            Ders Notları:

            İran'ın İslâm devleti tarafından fethinden sonra İran Emevîler'in yönetimine girdi. Fakat İran tam anlamıylada İslamlaşmadı. Ancak İran'ın İslamlaşması İran toplumunun kültürel, bilimsel ve siyasî yapısı içinde derin dönüşümlere neden oldu: Olgunlaşmış İran edebiyatıfelsefesibilimi ve sanatı yeni oluşan İslâm medeniyetinin ana öğeleri haline geldi. Kültürel, politik ve dinî olarak İran'ın İslâm medeniyetine eklemlenmesi çok büyük önem taşımaktadır. Son tahlilde İran'ın katkısı İslâm'ın Altın Çağı'nın oluşmasında çok etkili olmuştur.

            Ebû Müslim HorasanîEmevîleri Şam'dan çıkardı ve Abbâsîlerin Bağdat'ı fethetmesine yardım etti. Abbasi halifeleri, sıklıkla vezirlerini İranlılardan seçerdi ve İranlı valilerin ciddi anlamda yerel otonomi yetkileri vardı.

            İran İslam Cumhuriyeti´nin iç ve dış politikalarına göre İslam-Ümmet söylemi iki yaklaşımda inceleniyor; 1- 1979´dan sonra İran İslam İhracı´na odaklanarak İslami idealizm yaklaşımı. 2- 1989´dan sonra Ayetullah Hamaneyi´nin görev süresindeki dış politikada realizm yaklaşımı.

            Birinci çağ dilimi içinde Ayetullah Humeyni 1981´de ilk olarak İran İslam İhracı´nı söylemiştir ve 1983´te “ Devrimimizi tüm dünyaya ihraç edeceğiz, çünkü devrimimiz islamidir” diye söylemiştir. Bu bakımdan Islam-Ümmet söylemi, İran-Fars milliyetçiliği´ne önceliği vardır. İslam devriminin ilk Başbakanı Mehdi Bazirgan, Ayetullah Humeyni ile anlaşmazlığa düştüklerinde şöyle demişti; “İmamla anlaşamadığımız konu basit ama önemli. İmam İran´ı İslam için istiyor biz ise İslam´ı İran için istiyoruz”. Bu yorumda İran, İslam için araç gibi gözüküyor. Fakat bu yorumda, yorumun basit olduğundan dolayı, Ayetullah Humeyni´nin bakış açısından “İslam nedir” diye kavranılmaz.

            Ayetullah Humeyni Sahife-yi İmam adlı kitbında, 1979´un devrim civarındaki günlerde söyledeği (“Lâ Şiîyye – Lâ Sunniyye! Vahdet-i İslâmiyye” (Şiilik – Sünnilik yok, İslam birliği)) şiarını niçe ay sonra yoğurarak “İslami kavramları, Şii öğretileri ve Farsçayı geliştirme” İran İsalm devriminin en belirgen ihracat amaçlarındandır diye vurgulamıştır. Belelikle Ayetullah Humeyni bakış açısından “İslam nedir” soruluyorsa “Şiileşerek Farsça konuşmaktır” diye doğru onaylanabilecek! Acaba 1979 Devriminin ilklerinde İslam ümmetinin vahdetini ve İslam ümmetinin birliğini her şeyin üzerinde tutan Ayetullah Humeyni neden evreni Şii ve Fars bir devrime dönüştürmek istiyor muymuş? Görüşlerine göre yorumlanabilir ki “Şiileşme ve Farslaşma” müsülman ümmet temellerinin özüdür. Peki bir konuşmada, Türkçülüğü İslami öğretiye aykırı bir fikir olarak değerlendirdiği akıldan uzak olmayacak. Farsçaya aşırı tavırlarla özen vermesi defalarca gözlemlenebilir. 12 Aralık 1979´da Farsçayı İngilizceden, Türkçeden ve Fransızca´dan ve başka dillerden arındırmaya davet ediyor, 08 Eylül 1979´da bir eczanenin yabancı [Farsça olmayan] bir adı varsa adını değiştirmeyeceği kadar ondan satın almayın diye ısrar ediyor, 08 Kasım 1983´te bir kitapta yabancı [Farsça olmayan] sözcük kullanışını suçlayarak o kitabın okumamasına buyruk veriyor.

            Birinci çağ dilimi içinde, Ayetullah Humeyni´nin İsalmcılık-Şiilik ile İrancılık-Farslık düşüncesinin ardından 1979´da kurulan örgüt “Uluslararası El Mustafa Üniversitesi”  idi. Bu Kurumun eski başkanı Alireza Arafi 1994´te böyle söylemişti; “Bu örgüt aracılığıyla dünya çapında yaklaşık 50 milyon Şii´ye dönerek Farsçayı da öğrenmişlerdir”.

            İkinci çağ dilimi içinde, 1989´dan sonra birtakım örgütlerin “İslam için” vurgulanan ereği çok ilgi çekicidir. 1989´da Fars Dili ve Fars Edebiyat Akademisi kuruluyor. Bu örgüt Riza Pehlevi döneminde (1935´te) ve Muhammed Rıza Pehlevi döneminde de (1968´de) kurulmuştur! Amma önceki dönemlerin aksine bu üçüncü kez tekrar kurulan örgüt Farsçaya değil İslam´ı savunmak için oluşmuş olmuş diye egemenlik tarafından yanıtlanıyor!

            İran rejimi, İslam´ı evrenleştirmek izahlarıyla 58 Müsülman ülkede “Fars Dili Geliştirme konseyi”ni daha sonra ise “Fars Dil ve Fars Edebiyat Merkezi”ni oluşturmuş. Bununla birlikte 2010´da İran İslam Cumhuriyeti´nin dış alanında bütün İslam´ı yayımlıyan örgütler Saadi Vakfı örgütü altında odaklandılar. Geçerli verilere göre 1996´dan 2005 yılları arasında “İslam için” 26000´den fazla Farsça kitap, 2420 Farsça CD ve Farsça dil öğretimi 58 Müsülman ülkede dağıtılmıştır.

            Ayetullah Hamaneyi birtakım İslam´dan konuşmak sırasında Farsçayı da söz konusu ediyor, Farsçanın gelişmesine ve yükselmesine özen göstererek “Farsçanın durumu beni kaygılandırıyor ve bu yüzden İslam´ın tehlikede olduğunu seziyorum” diye vurguluyor. Peki Ayetullah Hamaneyi İslam dünyasındaki toplumlar için ise hiç tasalanıp kaygılandı mı?

            1988´den 1994´e kadar Karabağ Savaşında İran, Rusya ve Yunanistan ile birlikte Ermenistan Soveyt Sosyalist Cumhuriyeti´ne taraftar olmuştur. Bosna Savaşında 1992´den 1995´e kadar 110000 müsülman kişinin soy kırımına ve Rus-Çeçen Savaşları 1994´ten 1999 yılları sırasında 100000 müsülman ölmesine, uluslararası alanda İran İslam Cumhuriyeti tarafından hiç bir tepki gösterilmedi ve ayrıca İran resmi hükümet medyası da şu müsülmanlar üzerine soy kırım haberlerini İran sınırları içinde baykot ederek yansımadı.

            İslam´ı söz konusu eden İran egemeni ile medyaları arasında bu sessizlik, bu söz söylememek, bu tepki göstermemek muhakkak ki İslam için ve İslam ümmetine göre yapılmıyor. 2018´de ABD Dışişler Bakanı Mike Pompeo İran dini lideri Ali Hamaneyi´yi Uygur Türk Müsülmanlarına karşı Çin Devleti tarafından uygulanan zulümlere sessiz kalmasından dolayı kınadı. Pompeo kişisel Twitter sayfasından; “Ali Hamaneyi kendini İslam dünyasının lideri olarak görüyor, anacak rejimi yüzbinlerce müsülman vatandaşını tutuklayan ve onlara zulüm eden Çin devletine –en büyük İran petrol alıcısına- karşı sessiz kalmıştır” şeklinde açıklamada bulundu.

            Böylee gördüğümüz gibi İran-Fars milletçiliğinden başka konularda ağzını bıçak açmayan İran İslam Cumhuriyeti öyle bir İslam yapılı ki İslam´ın bizzat kendisini aksettirmeyecek gibi betimlenmiş. İran rejimi İslami kıyafet içinde milletçiliğe dans eden gövdesi yalnızca müsülmanları Farslaştımak için zonkluyor. Bu bütüncül yapının dış politikası İslam Devrim İhracatı´na değil Fars dil ve Fars Edebiyat´ının İhracatı´nı amaçlamaktır. Demek İslam´ı söz konusu etmekten ve İslam´ı yamak etmek ereğiyle kendi İran-Fars milletçiliğini kastediyor. Anlaşıldğı gibi dün Mehdi Bazirgan açıkladığı anlaşmazlık nedeni doğru değilmiş ve bugün İran İsalm Cumhuriyeti´nin tasası veya kaygısı ümmet birliği için değil. Aksine, İslam bayrağını yeşil boyalı süngülere takarak altında İran-Fars söylemini sınırları içinde ve dışında yayımlamak istiyor; bu yüzden “önce can sonra canan” Türk atasözünü anımsamak çok uygun görünür.

            • Konu 6

              6.        Konu        İran’da Türk Hanedanları

              Konular:  Büyük Selçuklu Devleti; İlhanlılar; Timurlular; Karakoyunlu ve Akkoyunlular devleti; (Safeviler); Nadir Şah Afşar; Kacarlar.

              Temel Okumalar:

              -          Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, 1. bölüm.

              -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

              -           Youtube’dan değişik videolar.

              Ders Notları:

              İran'da ilk Şiî İslâm devleti Şah İsmail tarafından Safevî Hanedanı (1501 ile 1736 arası) yönetiminde kuruldu. Safevî Hanedanı Türk bir aile ve Erdebilde yaşıyorlardı. Erdebil, Türk bölgesi olan Azerbaycan'ın bir parçasıdır. ilerleyen zaman içinde büyük bir politik güç haline geldi ve çift taraflı devlet antlaşmaları yapmaya başladı. Safevîlerin en güçlü oldukları zaman I. Abbas'ın hükmettiği dönemdir. Safevî Hanedanı Osmanlı DevletiŞeybanî Hanlığı ve Portekiz İmparatorluğu ile savaştı. Safevîler başkentlerini Tebriz'den alarak önce Kazvin'e sonra da dönemlerinde sanata verdikleri destek ile İran estetik düzeyi yüksek üretim dönemlerinden birini yaşadığı İsfahan'a taşıdılar. Dönemlerinde ülke yönetiminde merkezileşme arttı; ordunun moderleştirilmesinde ilk adımlar atıldı ve mimaride İsfahânî tarzı gelişti. 1722'de Afgan isyancılar I. Hüseyin'i yendi ve Safevî Hanedanı'na son verdi.

              • Konu 7

                7.         Konu          Safevilerin ve Şiiliğin İran Tarihinde Rolü

                Konular:  Safevi ocağı; Karakoyunlu devletinde siyasal kriz; İsmayıl Safevi’nin Şah Oluşu; Şiiliğin resmi mezhep oluşu; İdeolojik degişiklik.

                Temel Okumalar:

                -           John Andrew Boyle, “Iran’ın Milli Bir Devlet Olarak Gelişmesi”, Belleten,

                            cilt XXXIX, no 156, 1975, s.645-657;

                -           Nesib Nesibli, “Osmanlı-Safevi  Savaşları, Mezhep Meselesi ve Azerbaycan”, Türkler, Ed. Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek,Salim Koca, İstanbul: Yeni Türkiye, 2002, s.893-898;

                -           Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, 1. bölüm.

                -          Nihat Çetinkaya, Kızılbaş Türkler (Tarihi Oluşumu ve Gelişimi), İstanbul: Kum Saati yayınları, 2004;

                -           Tufan Gündüz, Son Kızılbaş, İstanbul: Yeditepe, 2015;

                -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

                -           Youtube’dan değişik videolar.

                Ders Notları:

                Mehmet Emin Resulzade, 105 yıl önce Türk Yurdu dergisinde yayımladığı ünlü İran Türkleri dizi makalelerinde İran Türklerinin Farslaşmasından bahsederek, bu süreçte iki faktörün - Fars Dili ve Şiiliğin - özel rol oynadığını belirtmiştir. O, ikinci faktör hakkında şu ifadeleri kaydetmiştir: "Şiilik İran Türklerini o kadar Farslaştırmıştır ki, şimdi onlar kendilerini Türkleşmiş Fars, yani aslen İranlı telakki ederler!" Bu konu bir diğer düşünce önderimiz Ahmet Ağaoğlu'nun da dikkatini çekmiştir. Ağaoğlu 1900 yılında Kaspi gazetesinde yazdığı makalede görüşlerini şu sözlerle ifade ediyordu. Farslar İslam dünyasını bölmüşlerdir; "en yıkıcı sosyal-dini eğilimlere sahip tarikatlar oluşturarak İslam'ı içinden kazdılar". Ahmet Ağaoğlu daha sonra yazdığı İran ve İnkılabı eserinde bu meselelere daha geniş açıklamalar getirmiştir. Azerbaycan’ın milli şairi Mirza Elekber Sabir de şiirlerinde Şii-Sünni zıddiyetlerinden kavrulup-yanmış, Safevi-Osmanlı savaşlarını lanetlemiş, Nadir Şah'ın barıştırıcı hareketini takdir etmiştir.

                 

                Azerbaycan’da milletleşme sürecinin hızlanamaması ve güçlenememesinin önünde hassas sorunların hala var olması mezhep meselesi ile doğrudan ilişkilidir. Bu meseleyi (aynı zamanda ana dilin rolünü) dikkate almadan özellikle Güney Azerbaycan’da (Güney’de) milli bilinç sürecinin ilerlemesi imkânsız görünüyor. Bu bilimsel meseleyi mezhepsel kaygılarla ele alırsak, doğru analiz edemeyiz ve doğru sonuç da alamayız. Bunun için bu riskli konu soğukkanlılıkla ele alınmalı, tartışmalarda ciddiyeti ve tarafsızlığı korumalıyız. Bu makalede esasen meselenin Güney’deki tarihi köklerine değineceğiz.

                 

                Karakoyunlu (1410-68) ve Akkoyunlu (1468-1501) devletlerinde Türk töresi ile birlikte İslamiyet, iktidarın meşru kaynağı idi. Buna uygun olarak da devlet kurumları şekillenmiştir. Devletin dini politikasının uygulayıcıları başta sadr (ya Sadri-ali, Gazi-ul-gudat) olmak üzere ulema (ruhani) sınıfı vardı. Etki ve yetki bakımından sadr [başkan], Emir-i Azam ile eşit devlet adamı sayılırdı. Yargı başkanı [kadı], güvenlik, eğitim ve cami-mescit işlerine bakıyordu. Sadr ve yüksek rütbeli din adamları (gaziler, muhtesipler, müftüler, imamlar, müezzinler, öğretmenler ve müderrisler) devletten aylık maaş alıyor, ayrıca onlara bağışlardan ve vakıf gelirlerinden pay ayrılıyordu. Düşük rütbeli din adamları ise geçimlerini halkın verdiği zekât, fitre, bağış vs. ile temin ediyorlardı. Seyfeddin Erşahin’e göre, ulema, bugünkü anlamda medya görevi üstlendiği zaman, iktidarın halkla doğrudan bağlantısı sağlanmış oluyordu. Bunun için hâkimiyetin meşruluğu, daha çok sultanın belirlediği ve maaş verdiği ruhanilerin faaliyetine bağlıydı. Genellikle yönetim değişikliğinin yaşandığı XV. yüzyılın sonlarında, halkı itaate çağırmaları gerektiği için, ruhanilerin mevcut iktidara sadık yaklaşımı büyük önem taşıyordu.

                 

                Sadr ve diğer yüksek rütbeli ulema, genelde Farslardan oluşuyordu. Onların Türkçe bilmemeleri hoşnutsuzluk, hatta bazen sorun yaratıyordu. Tarihi kaynakların birinde Sultan Yakup'un eski hocası, Fars kökenli Gazi İsa Sacevi’nin "Türki bilmez" olduğu için sadr görevini taşıyamaz olduğu kaydedilmiştir. Burada gösterilen "Terakime ülemasından otuz-kırk kişi" Sacevi’den "Türki bilür" bir kişiyi sekreter olarak tayin etmesini ve mührü ona teslim etmesini talep etmiştir.

                 

                Devlete doğrudan bağlı olan dini kurumların yanı sıra ocakların (tarikatların) da siyasi güce sahip olduğu bilinmektedir. Bir şeyhin tasavvuf öğretileri temelinde oluşan ocaklar siyasi örgütler olmasalar da, çok kısa zamanda siyasileşe bilir, ülkede siyasi durumu belirleyen temel faktörlerden birine dönüşe biliyordu. Mevcut iktidara karşı hareketin belli bir ocak şeklinde kendini göstermesi, orta çağlar için normal bir durum gibi karşılanıyordu. Dolayısıyla Karakoyunlu ve Akkoyunlu hükümdarları şeyh ve evliyalara özel saygıyla yaklaşmış, ocaklarla sıcak ilişki kurmaya çalışmıştır. Uzun Hasan döneminde bu ilişki daha da düzenli bir şekil almış, Sultan'ın emriyle 4000 tekke ve zaviye oluşturulmuştur.

                 

                Akkoyunlu İmparatorluğunda halk arasında yaygınlaşmış olan tarikatlar şunlar idi: Sünni mezhebinden Halvetiye (خلوتیه), Nurbahşiye, Nakşibendiye, Bayramiye ve Şii mezhebinden Safeviye.

                 

                İslam dünyasında yaygın ve Türkler arasında en çok taraftarı olan tarikatlardan biri Halvetiye idi. Bu tarikat adını "kimsenin olmadığı bir durumda ve yerde Allah ile manen konuşmak" anlamına gelen "halvet" kelimesinden almıştır. Halvetiyenin başlıca ilkeleri şunlardır: “La ilahe illallah” diye zikir etme, Allah'ın yedi ismi (La ilahe illallah, Allah, Hu, Hak, Hayy, Kayyum, Kahhar), iç dünyayı temizleme ve bu sırada görülecek rüyaların yorumlanması ile manevi açıdan gelişmek. Halvetiye’nin düşünce kaynağı X. yüzyılda yaşamış olan filozof Abdulgahir Sühreverdi'nin dini-tasavvufi görüşleridir. Tarikatın kurucusu Harezmli Ahi Muhammed Halveti’dir  (ölümü 1378/79). O, ünlü Şeyh İbrahim Zahid Gilani’nin (ölm. 1397) yanına gelerek onun görüşlerini yaymıştır. İşte bu kişinin adı ile bağlı olan Zahidilik tarikatından Halvetilik ve Safeviye ocakları oluşmuştur. Halvetiye ocağının başında daha sonralar Seyit Yahya Şirvani (ölm. 1463) ve Dede Ömer Rövşeni (ölm. 1534), onlardan sonra ise Muhammed Demirtaş (ölm. 1524) ve İbrahim Gülşenî (ölm.1534) vardır. Seyfettin Erşahin'e göre, Şirvani’den itibaren bu ocağın tüm kollarının şeyhleri ​​Türk'tür. Şeyh Gülşenî kendi kökenini Oğuz Han'a bağlamış ve Akkoyunlu sarayında büyük nüfuz sahibi olmuştur. O, Uzun Hasan'dan sonraki siyasi süreçlerde, yönetim değişikliğinde aktif yer almıştır. Halvetiye’nin çeşitli kollarını temsil eden şeyhler, Osmanlı sarayında da büyük nüfuz sahibi olmuşlardır.

                 

                Akkoyunlu sarayının destek verdiği diğer bir ocak (tarikat), Nurbahşiye ocağıydı. Bu ocak Kübreviye tarikatının bir kolu olarak da bilinmektedir. Bu tarikatı Seyyid Muhammed Nurbahş (ölm. 1465) kurmuştur. Diğer bir tarikat ise Hacı Bayram Veli (ölm. 1430) tarafından Ankara'da kurulmuştur. Uzun Hasan, bu tarikata özenle yaklaşmıştır. Kurucusunun vefatından sonra birkaç kola ayrılan bu tarikatın uzun zaman yaşadığı bilinmektedir.

                 

                Çeşitli tarikatlar/ocaklar arasında en başarılısı Safeviye oldu. Bu ocağın kurucusu Şeyh Seyit Abulfeth İshak Safiyeddin el-Erdebili el-Hüseyni (ölm. 1334) Sünni Zahidiye (bazı kaynaklarda Halvetiye) tarikatı şeyhi İbrahim Zahid Gilani’ye biat etmiş, onun kızı olan Bibi Fatma ile evlenmiştir ve şeyhin vefatından sonra yerine geçmiştir. Safiyeddin, Halvetiye kavramına Kalenderiye’yi de katarak Safeviye ocağının temelini atmıştır.

                 

                Safeviliğin en önemli vasıflarından biri, halvetiliği (soyutlanmayı-yalnızlığı) terk ederek celvetiliği (ortaya çıkma, açığa çıkma) kabul etmesidir; yani halkla birlikte olmayı tercih etmek. Bu, Safevi ailesinin nüfuzunun yayılmasında ve daha sonralar siyasi iktidara sahip olmasında önemli rol oynamıştır. Safeviler, ailenin kökeni meselesini aktif propaganda faktörüne çevirmişlerdir. Halvetiye’nin ünlü temsilcisi Şeyh Gülşenî, kendi aslını Oğuz Han'a bağlıyordu. Sünni Safevi ailesi Şiiliği kabul ettikten sonra, aile kökenlerinin 21. kuşaktan yedinci Şii imamı Musa Kazıma, 26. kuşaktan ise İmam Ali'ye ulaştığını iddia etmeye başladı. Bu konuyu özel olarak incelemiş olan araştırmacılara göre, Safevi ailesinin seyitlikle, Hz. Peygamber sülalesi ile hiçbir bağlantısı yoktur. Ailenin tarihsel olarak bilinen ilk şahsiyeti Firuzşah Zerrinkülah (Kırmızı Başlıklı Firuzşah) adlı birisidir. O, XII. yüzyılın ikinci yarısında Erdebil çevresine yerleşmiş, oradaki İsferencan ve Kelhoran köylerine sahip olmuş ve geçim kaynağı olarak çiftçilikle uğraşmıştır. Bu şahsın ve ondan sonra gelenlerin etnik mensubiyeti hakkında farklı görüşler öne sürülmektedir. Önemli olan Safevilerin kendi etnik kimliklerini ne saydıklarıdır. Bunun için etnik kimlikten daha önemlisi, Safevi hükümdarlarının kültür politikasının etnik yönüdür. Safevi ocağının kurumsal özelliklerini araştırmak doğru yol alsa gerek.

                 

                Safeviye ocağı sadece dini bir kurum değildi. Ocağın liderleri güçlendikçe büyük siyasi iddialar ortaya koymaya başladılar. Özellikle Şeyh Cüneyd (1447-1456) ve Şeyh Haydar (1456-1488) döneminde ocak, ülkenin ve bölgenin siyasi hayatının önemli etmenlerinden birine dönüştü. 1449 yılında, Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’ın yanı sıra amcası Şeyh Cafer'in baskıları sonucu Erdebil’i terk eden Şeyh Cüneyd, Anadolu'ya yönelmiş, buradaki Türk boyları arasında çok taraftar toplamıştır. Şeyh Cüneyd, nüfuzunun artmasından rahatsızlık duyan Osmanlı Padişahının baskısı ile Mısır Sultanının kontrolündeki Suriye'ye geçmiş ve aynı şekilde Türk boyları arasında tebliğde bulunmuştur. Karakoyunlu Padişahına karşı mücadele konusunda destek kazanmak için Akkoyunlu boylarının yürüttüğü çalışmalar sonrası Akkoyunlu Padişahı olan Uzun Hasan'ın kız kardeşi ile evlenmiştir. Şirvanşah Halilullah ile savaşta yenilen Cüneyd’in yolunu oğlu Şeyh Haydar (1456-1488) devam ettirmiştir. O, dayısı Uzun Hasan'ın kızı ile evlenmiştir;  Şirvanşahla savaşta mağlup olunca geçici olarak geri çekilmiştir. Ancak Şeyh Haydar'ın ocağın nüfuzunu ve gücünü artırmak için inatla yürüttüğü çalışmalar sonucu Safevi ailesi ile Akkoyunlu sarayı arasındaki ilişkiler bozulmuştur; Akkoyunlu sarayının Safevi ailesini kendi nüfuzu için düşman görmesi, onun Akkoyunlu ve Şirvanşahların ortak askeri gücü karşısında şehit düşmesine neden oldu. Buna rağmen Safevi ocağı Akkoyunlulara karşı mücadeleyi sürdürdü. Haydar'ın büyük oğlu Sultan Ali'nin (1488-1494) öldürülmesi ile ocak değişmiş, şehitlerin sayısının artması ise Safevi ocağının müritlerinin sayısını ve siyasi iktidar mücadelesi azmini daha da artırmıştır.

                 

                Safevi ocağı gücünü özellikle göçebe ve yarı-göçebe Türk boylarından alıyordu. Onların da çoğunluğu Anadolu'da bulunuyordu; aslında Safevi ocağını iktidara getirenler de sadece bu boylardı. Dolayısıyla bu ilginç konu üzerinde biraz ayrıntılı durmamız gerekmektedir.

                 

                Anadolu boyları ile Safevi ailesi arasında doğrudan ilişkinin kökeni Timur dönemine kadar uzanmaktadır. Tarihi kaynaklara göre, Emir Timur, Erdebil'de Şeyh Hoca Ali'yi (1392-1427) ziyaret etmiş, onun talebine cevap olarak Rumlu esirlerini serbest bırakarak Şeyhin emrine vermiştir. Ayrıca Erdebil çevresindeki köyler parayla alınarak Şeyh Safi türbesine vakfedilmiş,  bu vakfa dokunulmazlık hakkı tanınmıştır. İşte bu Rumlu esirlerin bir bölümü Erdebil'de (Rum ya da Anadolu Mahallesinde) yerleştirilmiş, geri dönenlerin çoğu ise Şeyhin temsilcisi olmuşlardır.

                 

                Şeyh Cüneyd’in 1449 yılında başlayan, maceralarla dolu yedi yıllık Anadolu ve Suriye yolculuğu Safevi ocağı ile Türkmen boyları arasındaki ilişkileri yeni bir seviyeye yükseltmiştir. Boy beylerinin birçoğu ile mürit-mürşit ilişkileri kurulmuştur. Cüneyd, Orta ve Doğu Anadolu'da yetkili temsilcilerini belirlemiştir. Rumlu (Sivas, Tokat, Amasya yöreleri), Ustaclı (Ustacalu, Sivas, Amasya, Tokat), Tekeli (Tekelü, Antalya bölgesi), Şamlı (Şamlu, Sivas, Halep, Gaziantep), Dulkadir (Zülkadir, Maraş, Yozgat) gibi büyük oymaklar, Varsak (Tarsus, Adana), Çepni (Halep, Sivas, Tokat, Amasya, Trabzon, Bayburt, Gümüşhane, Giresun, Canik), Arapgirli (Malatya), Turgutlu (Erzincan), Bozçalı (Borçalı), Acırlı (Halep), Hınıslı (Kürt boyudur), Çemişkezek (Tunceli, Kürt boyudur) gibi nispeten küçük boylar, bütün olarak ya da kısmen Safevi ocağının/tarikatının müridine dönüştü. Cüneyd siyasi mücadelesinde artık onlara güvenebilirdi. Bu boylardan toplanan 5-10 binlik müritle Şeyh Cüneyd Trabzon kalesini ele geçirmeye kalkıştı.

                 

                Anadolu'daki Türkmen boylarının da Safevi ocağı gibi güven duyacakları bir ocağa ve mürşide ihtiyacı vardı. Osmanlı Devleti, Anadolu'nun birleştirilmesi çalışmasını tamamlayıp Türkmen boylarının kanaat önderlerinin haklarını kısıtlıyor, karşı çıkanları ise merkezi iktidara ve onu temsil edenlere tabi olmaya zorluyordu. Genişleyen ve merkezîleşen Osmanlı hâkimiyeti karşısında rövanş kazanmak ve eski beyliklerini kurtarmak arzusu ile eski Anadolu beyliklerinin aristokrasisi ve kanaat önderleri umut kaynağı olarak doğuya bakıyordu. Buna karşılık Akkoyunlu Padişahı Uzun Hasan (1453-1478) İslam dünyasının lideri olma hayaline düşmüş, hatta İstanbul'u ele geçirme planları bile hazırlıyordu. Bu amaçla O, Müslüman ve Hıristiyan devletlerinden oluşan anti-Osmanlı bloğunun kurulması fikrini savunuyor, bu yönde aktif diplomatik faaliyet gösteriyordu. Derinleşen çelişkiler 1473 yılında Osmanlı ve Akkoyunlu ordularının Otlukbeli ovasında savaşmalarına neden oldu. Uzun Hasan'ın tarafında Anadolu’daki eski beyliklerden Karaman beyleri Pir Ahmet ve Kasım, İsfendiyaroğulları beyi Kızıl Ahmet ve diğerleri yer alıyordu. Otlukbeli’ndeki galibiyetten sonra Fatih Sultan Mehmet, Küçük Asya'da Osmanlı hâkimiyetini sağladı. Anadolu'nun merkezi bölgelerindeki beylikleri de ortadan kaldırdı. Buna rağmen merkezi Osmanlı hâkimiyetinin gözünden düşmekte olan Anadolu'nun eski kalıtsal aristokrasisi sonucu kabullenmiyor, doğuda devam eden süreci izliyor, oradan medet umuyordu. Zayıflayan Akkoyunlu hâkimiyetinin yerine güçlenmekte olan Safevi ocağı zamanla bu boşluğu doldurmakta idi.

                 

                Öte yandan, merkezi yönetimi temsil eden devşirme Osmanlılar yerel nüfusu küçümsüyorlar, adım başı onları tahkir etmekten çekinmiyorlardı. Osmanlı memuru ile Türk/Türkmen köylüleri ve yarı-göçebe ahali arasında oluşan sorunlar ahaliyi çıkış yolu aramaya mecbur ediyordu. Ziya Gökalp çok sonralar Osmanlı-Türk ayrımını şu ifadelerle anlatmıştır: “Osmanlı tipi Türk'ün kültürüne ve hayatına zararlı olan emperyalizm alanına atıldı, kozmopolit oldu, sınıf çıkarını imparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milleti egemenliği altına aldıkça, yönetenlerle yönetilenler ayrı iki sınıf haline giriyordu. Yöneten bütün kozmopolitler Osmanlı Sınıfı’nı, yönetilen Türkler de Türk Sınıfı’nı oluşturuyorlardı. Bu iki sınıf, birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini hâkim millet biçiminde görür, yönettiği Türklere mahkûm millet gözüyle bakardı. Osmanlı, sürekli Türk'e (eşek Türk) derdi. Türk köylerine resmî bir kişi geldiği zaman, Osmanlı geliyor diye herkes koşardı. Türkler arasında kızılbaşlığın ortaya çıkışı bile, bu ayrılıkla açıklanabilir.”

                 

                Böyle bir sosyo-politik ortamda farklı, hatta muhalif ideolojinin ve faaliyetlerin oluşması doğaldı. Kızılbaşlık, böyle bir ortamda Anadolu'da yayılmaktaydı. Faruk Sümer yazıyor ki: "Anadolu'ya gelen Şeyh Cüneyd bu ülkede kendi amacı için belki de umulmadık derecede elverişli bir zemin bulmuştur. Dolaştığı köylüler ve göçebeler arasında Şii ve Şiiliye meyilli ve müsait (eğilimli) pek çok zümreler ile karşılaştı." Önemli nokta şudur ki, Şeyh Cüneyd açık bir şekilde kendisini Peygamber nesli, seyit gibi sunuyordu. Bu da Anadolu'da Şiiliğin pratikte temsili gibi şekillenen Kızılbaşlığa tam uyumluydu ve Şeyhin taraftar toplaması ve örgüt kurması için işine yarıyordu. Şiilikte tarihi kişilere, öncelikle Ehl-i Beyt'e bağlılık, Türkmen köylüleri ve göçebeler arasında yine de çok yaygın olan “dede” anlayışını hatırlatıyor, Safevi Şeyhine olan aşırı saygıda kendini gösteriyordu. Cüneyd’in siyasi amacını açıkça ortaya koyması Kızılbaşların Mehdi anlayışına uyumluydu ve insanlarda geleceğe yönelik umutlar uyandırıyordu.

                 

                Şeyh Cüneyd’in faaliyetleri kısa sürede meyvesini vermeye başladı. Faruk Sümer’e göre, artık "tarikatın başı Azerbaycan'ın Erdebil şehrinde, gövdesi ise Anadolu'da idi. İran'da tarikatın pek az mensubu vardı ki, bunlar Erdebilliler’den, Karaca Dağ Türklerinden, Talışlerden, Erran’deki Karamanlı ve Kaçar boylarından idiler. İran'ın diğer yerlerinde ise tarikat hiçbir varlık gösterememişti.” Cüneyt’in oğlu Şeyh Haydar'ın döneminde ise Anadolu'dan Kızılbaş gruplarının Erdebil’i ziyaretleri başlamıştır. Safevi ocağının maddi ve insani potansiyeli ise sürekli artıyordu; işte bu artış Şeyh Haydar’ı hareket etmeye yöneltmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Şeyh Haydar babasının yolunu izleyerek ganimet amaçlı yaptığı iki seferinden sonra Şirvanşah ve Akkoyunlu hâkimiyeti ile çatışmada hayatını kaybetmiştir (1488). Şeyh Haydar, Safevi ocağı ile Akkoyunlu sarayı arasındaki ilişkileri düşmanlık düzeyine çıkarmıştır. Haydar'ın küçük oğlu Sultan Ali'nin öldürülmesi (1493) ile sıra onun ikinci oğlu İsmail'e geldi. Ancak Kızılbaşlar agoniya [geçici canlanma] dönemini yaşayan Akkoyunluların İsmail'i ele geçirmelerine imkân vermediler. Safevi ocağının benzersiz yapısı, Erdebil şeyhlerinin on yıllarca süren amaçlı faaliyetleri, hatta bazen fedakârlığı, ideolojik propaganda alanında onların zamanında atılan adımları, Akkoyunlu hâkimiyetinin çürümesi, Anadolu'nun Kızılbaş boyları ile Safevilerin çıkarlarının örtüşmesi 16. yüzyılın başında Safevi ailesinin 13 yaşındaki temsilcisi İsmail'i siyasi olayların merkezine taşıdı.

                 

                Şeyh Sultan Ali ölüm döşeğinde iken küçük kardeşi İsmail'i kendisinin varisi göstererek onu Türkmen boy beyleri Şamlı Lala Hüseyin Bey, Kacar Siyah Piri Bey, Abdal Bey, Talış Dede Bey gibi Safevi müritlerine emanet etti. Safevi ocağının amaçlarını gerçekleştirmek için İsmail henüz çok gençti (doğum tarihi 17 Temmuz 1487). Onu büyütüp, Akkoyunlu tehlikesinden korumak ve işlerin başına getirmek gerekiyordu. Bu işi Türkmen boylarından olan müritler, özellikle Erdebil’e Anadolu ve Kuzey Suriye'den göç etmiş boyların ileri gelenleri yaptılar. Onlar küçük İsmail'i tehlikeli takiplerden kurtarıp, eğitim almasını, ilk askeri eğitim görmesini sağladılar. Daha çocukken İsmail, birçok tehlikeyi atlatmayı başardı ve çok hızlı büyüdü.

                 

                İsmail'in çevresi, 1499 yılının Ağustos ayında şöyle bir karar aldı. Ülkede oluşan siyasi durumlarda son sığınılacak yer olan Lahican’dan çıkmanın zamanı gelmişti. Akkoyunlu şehzadeleri arasında taht mücadelesi kriz dönemine girmişti. Rüstem Padişah öldürülmüş ve Akkoyunlu boy beylerinin daveti üzerine İstanbul'dan çağrılan Gödek Ahmet'in de padişahlığı 6 ay sürmüş ve nihayetinde ülke çocuk yaşındaki evladı ile Murat isimli şehzade arasında bölünmüştür. Bir zamanların güçlü Akkoyunlu Devleti yıkılacak hale gelmiştir. Lahican’dan çıkarken İsmail'in yanında 1000-2000 müritle birlikte Şamlı Lala Hüseyin Bey, Dulkadirli Türkmenlerinden Dede Abdal Bey (Abdüleli Bey Dede), Hadim Bey Hülafe, Karamanlı Rüstem Bey, Karamanlı Bayram Bey, Hınıslı İlyas Bey, Aykutoğlu ve Kacar Siyah Piri Bey vardı.

                 

                İsmail'in birliği Lahican’dan çıkarak Kızılüzen Nehri havzasında yerleşen Şamlı boylarından yardım alıp güçlenerek ocağın merkezi Erdebil’e yöneldi. Erdebil valisinin baskısı ile Safevi ocağında ziyaret törenini kesen Safevi heyeti, Astara yakınlarındaki Ercuvan’da kışlamağa mecbur oldu. 1500 yılının yazında Göycegöl- Erzurum-Tercan yolu ile Erzincan'a hareket başlatıldı. Yol boyu Türkmen boylarından onlara yüzlerce mürit katıldı. Akkoyunlu Devletinin yönetenleri iç mücadelelerle meşgul olduğu için Safevilerin hareketini önemseyen olmadı. Erzincan'a gitmekteki amaç burayı merkez yaparak, çevredeki Türkmen boylarının katılımıyla güçlenmek idi. Birkaç aylık aktif faaliyet sonucunda Safevi ordusuna katılan müritlerin sayısı 7 bini geçti. Artık kesin harekete geçmek mümkündü. Ünlü Sarıkaya toplantısıyla çeşitli seçenekler ele alındı. İstişare katılımcıları aşağı-yukarı aynı Türkmen boylarının ileri gelenlerinden oluşuyordu. Seçenekler arasında Şirvanşah Ferruh Yassar’a karşı yürüyüş teklifi üstünlük kazandı. Şirvan yönünün tercih edilmesinin bir nedeni Safevi müritlerinin kutsadıkları Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar'ın öcünü almaktır. Diğer sebebi ise zengin Şirvan’dan elde edileceklerle güçlenmekti. Ferruh Yassar’ın 20 bin atlı ve 6 bin piyadesinden oluşan ordusu Cebani savaşında püskürtüldü, Şirvanşah kendisi de savaş meydanında öldü. İsmail'in kurmayı Bakü'yü almak için bölük gönderdi ve şehir güçlükle de olsa fethedildi. Bu arada uzun süre Akkoyunlulara vezirlik eden Keçeci ailesinden Emir Zekeriya Tebriz’i terk ederek Safevilere katıldı. Bundan çok memnun olan İsmail, Emir Zekeriya'yı "Kilit-i Azerbaycan" ("Azerbaycan’ın anahtarı") olarak tanıtmış, vezir tayin etmiştir. 30 bin kişilik Elvend Mirza’nın Akkoyunlu ordusu ile 7 bin kişilik Safevi ordusu arasındaki savaş galibiyetle neticelendikten sonra devletin başkentine, Tebriz’e yol açıldı. Safevi ordusu kolaylıkla Tebriz'e girdi, Safevi Şeyhi İsmail, Şah ilan edildi, 12 imam adına hutbe okundu, para kesildi, yüksek devlet makamlarına atamalar oldu. Safevi veya Kızılbaş Devletinin böylece temeli atıldı.

                 

                Tebriz'in fethinden sonra Safevi hâkimiyetini genişletmek amacı güçlendi. Akkoyunlu hâkimiyetinin meşru varisleri Elvend Mirza ile Murat Mirza hala hayatta idiler ve rövanş kazanmak için hazırlanmaktaydılar. Elvend Mirza karargâhını Erzincan'da kurarak, hâkimiyetini sürdürmek için asker topluyordu. Ayrıca Safevilerin her zaman bir güç kaynağı olan Anadolu'dan Tebriz'e müritlerin göçünün önüne geçilmiştir. 1502 yazında Şah İsmail başta olmak üzere Safevi ordusu Elvend Mirzanın üstüne yürüdü. Elvend’in ordusu bozguna uğrayıp dağıldı; Elvend kendisi ise Hemedan yolu ile Bağdat'a kaçtı ve bundan sonra Safevi hâkimiyeti için büyük tehlike olmaktan çıktı (1505-de öldü). 1503’de, Murat Mirza’ya karşı askeri hareket başlatıldı. Savaş sonucunda onun çok sayıda askeri yok edildi, kendisi kaçmak zorundan kaldı. Kirman, Şiraz, İsfahan, Kum ele geçirildi. Sonraki yıllarda Dulkadirli boy beyi Elauddevle’nin güney-doğu Anadolu'daki Akkoyunlu topraklarını kendi topraklarına katmasının önü alındı. Elauddevle’nin askeri gücü parçalanıp dağıtıldı. Sivas’a kadar topraklar Safevi Devletinin bünyesine katıldı. Şah İsmail 1510 yılında doğuya yöneldi. Şeybani Han'ı, İsmail'in kızıl börkünden farklı olarak ve Kızılbaşlığa alternatif bir siyasi-dini hareket oluşturmak amacıyla başına yeşil börk koyuyor, kendisine ise Yeşilbaş lakabı almıştı. Yeşilbaşlarla savaş Safevilerin parlak zaferi ile sona erdi, Horasan Safevilerin hâkimiyetine geçti. Devletin arazisi artık Fırat nehrinden Ceyhun’a kadar genişlemiş, Safevi Devleti büyük imparatorluğa dönüşmüştü.

                 

                Olayların gidişi son derece süratle gelişmiş, dönemin koşulları Safevi Devletini, dönemin en güçlü devleti olan Osmanlı İmparatorluğu ile karşı karşıya getirecektir. Anadolu Türkmen boyları ile ilişkileri genişletmek geleneği devam etmekteydi. Öncelikli olarak Anadolu’nun içlerine elçiler (halifeler) gönderiliyor, onlara gereken maddi ve manevi yardımlar sağlanıyordu. Vergi veren aktif nüfusun Anadolu'dan Safevi Devletine sığınması ve şaha gidenlerin ardı kesilmiyordu. Şah İsmail bu çalışmaları mümkün olduğunca üstü örtülü bir şekilde yürütüyor, Osmanlı hâkimiyetinin tepkisinden çekiniyordu. Şah İsmail'in mektuplarında Osmanlı padişahı Sultan II. Bayezid'e "Ata" hitabı da tarihi bir gerçektir. Ama Osmanlı sınırları içinde yürütülen çalışmaları ve Safevi ocağının tarikat propagandası, onların "ideolojik" etkinliğinden köklü biçimde farklıydı. Sultan Bayezid'in Şah İsmail'le iyi ilişkisi ve Anadolu’daki Kızılbaşlara karşı yumuşak siyaseti, Osmanlı sarayında bir takım endişelerin ortaya çıkmasını önlüyordu. Bu endişeler 1510 yılında Anadolu'da patlak veren Şahkulu isyanı ile son noktaya ulaştı. Şahkulu’nun etrafına toplanan birkaç bin kişilik isyancı güçler eski tımar sahibi sipahilerin de onlara katılması ile daha da güçleniyordu. Sultan Bayezid'in Karaman valisi olan oğlu Şahinşah’ın da bir zamanlar Kızılbaş olduğu söylenmektedir. Şahkulu güçleri Osmanlı ordu birliklerini bozguna uğrattı. En son Vezir-i azamın komutasındaki büyük Osmanlı ordusu Kayseri-Sivas arasında püskürtüldü. Vezir-i azam da savaş meydanında öldü. Savaşta ağır yaralanan Şahkulu da kısa süre sonra öldü. 15 bin kişiden oluşan isyancı güçler sağ salim Safevilerin sınırını geçti. Faruk Sümer yazıyor ki: "Kuvvetle tahmin etmek mümkündür ki, Şahkulu'nun asıl gayesi Şah İsmail adına sadece bir isyan çıkarmak veya İran'a gitmek değildi. Onun amacının çok büyük olup Osmanlı hâkimiyetine son vermek olduğu görülüyor."

                 

                1512 yılında Şehzade Selim'in Osmanlı tahtına geçmesi durumu değiştirdi. Sultan Selim, iktidar iddiası olan diğer kardeşlerini yenerek, çok yumuşak ve beceriksiz saydığı babası Sultan Bayezid'i tahttan indirdikten sonra aktif olarak "Doğu meselesi" ile ilgilenmeye başladı. Sultan Selim'in doğuya yönelmesinin en az iki önemli sebebi vardı.

                 

                Dünya ticaret yollarının karadan denize geçmesi, diğer kara ticaret yollarının da Osmanlı sınırlarının dışında kalması Osmanlı'nın ekonomisini olumsuz yönde etkiliyordu. Hindistan-Avrupa ticaret yolu (kara yolu) Safevilerin elinde olan Basra’dan başlayarak, Fırat üzerinden ve oradan kervanlarla Kuzey Suriye'den (Memlük Devleti) Akdeniz'e ulaşıyor, oradan gemilerle Avrupa limanlarına uzanıyordu. Diğer ticaret yolu da Osmanlı sınırları dışında bulunuyordu, Hindistan'dan gelen gemiler Kızıldeniz'i geçip kervanlarla yükleri İskenderun kentine taşıyordu. Sultan Selim'in doğu politikasında bu stratejik nokta büyük önem taşımaktaydı. O, hâkimiyetinin (1512-1520) büyük bölümünü bu sorunun çözülmesine sarf etmiştir. Bu bağlamda diğer amacın hükümranlığın güvenliği ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz.  Bu durum da ülkenin doğusunda yaşanan süreçlerle ilgili idi.

                 

                Safevi hükümdarı, Trabzon valisi olan Şehzade Selim'in hareketlerini izliyor, onun Kızılbaşlar konusundaki düşüncelerini biliyordu. Şah İsmail, Selim'in Osmanlı Padişahı olduğu haberini alır almaz çok güvendiği Rumlu Nur Ali Halife’yi Anadolu'ya göndererek, buradaki Kızılbaşları toplamasını emretti. Nur Ali Halife çok kısa sürede Sivas, Amasya, Tokat bölgelerinde üç-dört bin hanelik bir Kızılbaş grubunu bir araya toplayabildi. Bununla birlikte, Selim'in padişahlığını kabul etmeyen kardeşi Sultan Ahmet, Nur Ali Halife ile yakın temas kurdu; hatta oğlu Kızılbaşlara katıldı. Onların oluşturduğu birleşik güç defalarca Osmanlı güçlerini yenilgiye uğrattı. Sultan Selim büyük ordu toplayıp, 1512 yılının Mart ayında doğuya doğru harekete geçti. Yol boyunca binlerce Kızılbaş katledildi. Olayların gelişimi Osmanlı ile Safevileri karşı karşıya getiriyordu.

                 

                23 Ağustos 1514’te Çaldıran savaşı yaşandı. Osmanlı ve Safevi ordu saflarında savaşan binlerce Türk asker ve kumandan hayatını kaybetti. Çaldıran mağlubiyeti, Safevi İmparatorluğu'na, özellikle bu zamana kadar hep zafer sevinci yaşayan Şah İsmail'e ağır darbe vurdu. Çaldıran savaşından sonra, İsmail, bir hükümdar ve insan olarak değişti. Aslında Çaldıran savaşından sonra ülkenin tarihinde de yeni bir dönem başlıyordu. Çaldırandan sonra meydana gelen daha da önemli olay -ülke hayatında dinin rolünün aşırı şekilde artması, resmi devlet ideolojisinin- Kızılbaşlığın On İki İmam (İmamiyye) Şiiliğine dönüşmesidir. Sünni-Şii çatışması da bu tarihten itibaren farklı boyutta derinleşti.

                Safevi Devletinin ilan edildiği 1501 yılının yazından günümüze kadar gelen süreç, mezhepsel hoşgörüden yoksundur. Yeni Safevi hâkimiyeti Şii olmayanların varlığını kabul etmemek kadar saldırgan siyaset yürütmeye başladı. Tarihi kaynakların verdiği bilgiye göre, Tebriz'in cuma camisinde On iki İmama ilk defa hutbe okutmak için özel Şii müçtehit getirildi. Bunlar yaşanırken İsmail, kendisi de yalın kılıç elinde, savaş kıyafetiyle mescitte idi. İlk halifeler Ebu Bekir, Osman ve Ömer'e küfretme geleneği bu dönemde başladı.

                 

                Kızılbaş ordusu geçtiği şehir ve köylerde elini kana bulaştırdı. Nüfusun büyük çoğunluğunun Sünnilerden ibaret olması katliamların boyutunu artırdı. İlk fethedilen şehirlerden biri olan Bakü'de büyük katliam yaşandı. Devletin başkenti Tebriz'de 20 binden fazla insanın öldürüldüğü konusunda dönemin kaynaklarında bazı bilgiler yer alır.  Hatta annesi, Uzun Hasan'ın kızı Alemşah’ın, söz konusu katliamlara itiraz ettiği için İsmail tarafından katledilmesi bazı tarihi kaynaklara da yansıdı. Akkoyunlu hâkimiyetinin temel dayanaklarından olan Bayındır boyundan kimseye acınmadı. Çoğunluğu Sünni olan Farslar da toplu katliamlara maruz kaldılar. İsfahan, Fars, Yezd, Kirman, Rüstemdar gibi bölgelerin nüfusu direnç gösterdikleri için öldürüldüler. Kısacası, kitlesel imha ve takiplerle Şiilik tek resmi mezhep ilan edilerek Sünniler düşman sayıldı; teokratik devletin temelleri kuruluyordu.

                 

                Ruhanilerin (mollaların) çoğunluğunun Farslardan ibaret olmasına rağmen, onların arasında Şii fıkıh, kelam ve hadis ilimlerinde bilginler yok gibiydi. On İki İmam (İmamiyye) Şiiliğinin esasları hakkında kitaplar da son derece azdı. Dolayısıyla Lübnan ve Güney Irak'tan birçok ulema getirildi. Kısa sürede ülkede Şii medreseleri açıldı. İsfahan medresesinden sonra, Kum, Necef ve Meşhed’de de medreseler açıldı.

                 

                Safevi İmparatorluğu'nun toprakları genişledikçe ideolojik propaganda alanında da uygun değişikliğin yapılması gerekiyordu. Kızılbaşlık artık yeni koşullara cevap vermek için yeterli değildi. Bu ideolojik-siyasi akım mürşide (Mürşidi kâmile) tam itaat gerektiriyordu. Kızılbaşlar haksızlığa itiraz ediyordu. Yeni model devletin (Askeri-Terekeme devletinden farklı) kurulması daha derin ideolojik-dini yapılanmayı gerektiriyordu; yeni oluşturulan Şii fıkhı ve Şii hukuk sistemi bu görevi üstleniyordu.

                 

                İmamiyye Şii teorisyenlerinin en çok önem verdiği ve üzerinde durduğu mesele imam meselesidir. Şiilik diğer mezheplerden en çok bu konuda farklıdır.

                 

                Şiiliğin, Hz. Peygamberin varisi konusunda fikir ayrılığı sonucu siyasi akım olarak ortaya çıktığı tarihi bir olgudur. Hz. Peygamberden sonra Müslüman topluluğu tarafından seçilen Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ömer'in (Hz. Peygamber'in sahabesi) halifeliğini kabul etmeyen Hz. Peygamber'in damadı, sonraki halife Hz. Ali'nin taraftarları varis olarak Peygamberin soyundan olanların (Ehli-beyt) bu göreve layık olduğunu iddia ettiler. Bilinen ve meşum siyasi süreçler sonucunda Emeviler hâkimiyetinin muhalifleri, Şiiliği ideolojik-dini sistem haline getirdiler.

                 

                Şii inancına göre, yalnız Hz. Peygamberin ve Hz. Ali'nin soyundan gelenler halife veya imam olabilirler. Kutsanan bu imamlar Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Ali Zeynelabidin, Hz. Muhammed Bağır, Hz. Cafer Sadık, Hz. Musa Kazım (Safevilerin ecdad saydığı imam), Hz. Ali Rıza, Hz. Muhammed Tağı, Hz. Ali Nağı, Hz. Hasan Asğar ve Hz. Muhammed Mehdi'dir. Sonuncu, 12. İmam Mehdi, onların iddialarına göre ölmemiştir, yeniden gerektiğinde Allah'ın emri ile dünyaya dönecek, insanlara doğru yolu gösterecek.

                 

                Sünnilere göre, Hz. Peygamber halef tayin etmemiştir. Halife, imam ya da devlet başkanının nasıl seçileceğini Müslüman toplumunun takdirine bırakmıştır. Hz. Peygamber’den sonra bilinen üç halife seçilmiştir. Şiilere göre, Hz. Peygamber kendisinden sonra Hz. Ali’yi halef göstermiş ve ondan sonra Hz. Ali soyundan gelenler imam sayılmalıdırlar. Hz. Ali’den önceki halifeler iktidarı gasp etmişlerdir. İranlı araştırmacı Moojan Momen yazıyor ki: "Şiilere göre, Hz. Peygamber'in halefinin belirlenmesi özellikle Peygamber’in kendisinden birisini - yani Ali’yi- imam tayin etmesiyle olabilir. Her imam kendisinden önceki imam hayattayken onun tarafından halef olarak tayin edilmek suretiyle belirlenir. İmamın hâkimiyeti, önceki imam tarafından ruhani makama atanmış olmasından kaynaklanıyor ve geçici-dünyevi konumundan bağımsız değildir. Yani imamın Müslüman çoğunluk tarafından tanınıp-tanınmamasının önemi yoktur.” İki mezhep arasındaki temel anlaşmazlıklardan birisi de budur. 12 İmam doktrinindeki bu özelliğin Safevi Devletinin sonraki kaderinde büyük rolü olmuştur.

                 

                İşte bu doktrine göre, 12 İmamın sözleri ve yaptıkları Hz. Peygamberinki gibi değerlidir. Üstelik İmamın şahsında dini ve siyasi hâkimiyet birbirinden ayrı değildir. Araştırmacı Taha Akyol yazıyor ki: “Dini ve siyasi hâkimiyet ayrılmaz kabul edilince, tarihsel olarak, On İki İmamın ve Mehdi'nin yeryüzündeki "temsilcilerinin" üst düzey Şii uleması olduğuna inanılmış, dini ve siyasi iktidarın "müçtehit", "Ayetullah" gibi unvanlar verilen Şii din âlimlerinin denetiminde olması yönünde bir siyasi kültür ortaya çıkmıştır.” İşte din adamları bu "siyasi kültüre" istinaden Safevi Devletinde ve ondan sonra büyük güce sahip olmuş ve siyasi iktidarı geçici, "iktidarı gasp etmiş" unsur saymıştır.

                 

                Şii ve Sünni siyasi doktrinlerinde güç kaynağı konusundaki fark da dikkati çekiyor. Kuran'ın Nisa suresinin 59. ayetinde deniliyor ki; "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ülül-emre itaat edin." Uzmanlar bu "ülül-emr" anlayışı hakkındaki farkın büyük önemi olduğunu vurguluyorlar. Sünni siyaset doktrininde bu "ülül-emr" halife, hükümdar, hükümet ve idarecilerdir. Şiilere göre ise, "ülül-emr" imamlardır. Böylece, iktidarın meşruluğu konusunda oluşmuş/oluşturulmuş bu fark Safevi Devletinin teokratik karakterini belirleyen faktörlerden biri olmuştur.

                 

                Şii ve Sünni siyaset doktrinlerindeki bu fark, Farslardan oluşan ruhani sınıfa özel ayrıcalıklar sağlamış, özellikle siyasi iktidarın zayıf olduğu dönemlerde ruhaniyet ülkenin siyasi hayatında özerk, hatta bazen temel faktöre dönüşmüştür. Zekât, şeriat mahkemeleri ve vakıflar bu sınıfın ekonomik gücünü sağlamıştır. Bu ulema, Safevilerin, Sünnileri ve daha sonralar Kızılbaşları ve çeşitli tasavvuf tarikatlarını ezmesini desteklemiştir. Uzmanlar, Şiiliğin Fars tarihine ve siyasi kültürüne uygunluğunu da vurguluyorlar.

                 

                Şiiliğin, Farslar için çekici olması konusu, birbirini tamamlayan faktörlerle anlatılabilir. Her şeyden önce, Hilafet, Sasani İmparatorluğu'nu savaş sonucu mağlup etmiştir; Emevi iktidarı (661-750) Arap olmayanlara karşı katı ayrımcı politikalar izlemiştir. Arap siyasi ortamında ortaya çıkan bu muhalif siyasi akım (Şiilik) Sasani devletinin varisi bilincini ve gururunu taşıyan Fars siyasi elitinin işine yaramıştır. Şiiliğin özünde haksızlığa karşı mücadeleye çağırışların güçlü olması onun sonraki dönemlerde Arap hâkimiyeti ve egemen kültürüne direniş hareketlerinin fikir kaynağına dönüşmesini sağlamıştır.

                 

                Farsların dikkatini çeken özelliklerden birisi Şiiliğin çoğunluktan farklılığı (heteredoks olması) idi, diğer özelliği ise Mehdi (Messi) doktrinidir. Fars aristokrasisinin Şiiliye yönelmesinin diğer bir nedeni, Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in Sasani şahı III. Yezdigerd’in kızı ile evlenmesidir. Farslar, Hz. Ali (dolayısıyla Peygamber) neslinin takipçilerinin Pers kanı taşıdıkları konusuyla hep gurur duymuşlardır. Şiilerin kabul etmedikleri üç halifeden en çok Hz. Ömer'e karşı nefretlerinin sebebi, Sasani Devletinin Hz. Ömer tarafından yıkılması ile izah edilebilir. İngiliz bilim adamı Edward Browne yazıyor ki, "Perslerin Ömer b. el-Hattab'a düşman kesilmelerinin temel nedeni onun Ali ve Fatıma'nın haklarını gasp etmesi değil, aksine, İran'ı işgal etmesi ve Sasani hâkimiyetine son vermesidir.” Şiilikteki soyculuk (ırsilik), Sasani devletçiliğindeki soyculuk prensibi ile örtüşmektedir. Fars devletçilik tarihinde karizmatik ve güçlü lidere sözsüz itaat geleneği, Şiilikteki imama sözsüz itaat prensibi ile aynıdır. Dolayısıyla Fars aristokrasisinin kendini koruma içgüdüsü, Arap egemenliği devam ederken Şiiliğe sahip çıkarak tezahür etmiştir; hatta teorik olarak Şiiliği daha da geliştirmeye çalışmıştır. İran âlimi Said Nefisi’ye göre, "İranlıların [Farsların] Araplara karşı direniş tarihine dikkatle ve tarafsız bir şekilde bakacak olursak, Suriye'den Kaşgar’a kadar uzayan geniş bölgelere yayılmış olan İranlılar sonunda şu karara geldiler ki; yazısız ve ilimsiz, kertenkele ile beslenen Araplar artık onların kalbine girmemelidirler, onların dilini, tefekkürünü, ırkını ve kültürünü yok edememelidirler; [İranlılar] yapabildikleri kadar savaş meydanlarında kendilerini feda ettiler. Onlar, keskin kılıcın ve okun etkisiz olduğunu görünce başka yolları denemeye karar verdiler ve Hilafetin temellerini çürütmeye çalıştılar. Onların [Farsların] bir kısmı Abbasi hâkimiyetini kuşatıp Sasani sarayının debdebesini ve geleneğini oraya taşıdılar. İran yörüngesine aldıkları Bağdat'ı, Medine ve Mekke'ye karşı koydular. Onların diğer bir bölümü ise merkeze uzak bölgelerdeki halkı isyana çağırdı; Mu'tezile, Hariciler, Şüubiler, Sufiler, İsmaililer, Kermatiler, Zeydiler ve Caferîler her biri sırayla Arapların etrafını sarıp, Ömer bin Hattab’ın ülkesi ve halkı etrafında ördüğü ve sarsılmaz saydığı duvarı yıktılar.”

                 

                Selçuklulardan sonraki Türk hâkimiyetleri döneminde Fars aristokrasisi yaklaşık aynı taktiği yürüttü. O, Şiiliyi milli varlığının koruyucusu gibi değerlendirdi. Türk okyanusunda erimemek için Farslar Şiiliye sarılmışlardır. Ünlü oryantalist Vladimir Minorski yazıyor ki, Şiilik olmasaydı Farslar “Türk saldırılarının dalgaları altında boğulup giderdi. Vecd (coşku) karakteri taşıyan bu yeni din (Şiilik), merkezi devletin güçlendirilmesine yardım etmiştir. Diğer yandan, aslında İran [Fars] milliyetçiliği ile hiçbir ilişkisi olmayan bu yeni doktrin İranlıların [Farsların] soyut İslamiyet içinde, daha doğrusu, gerçekler bakımından Türk okyanusu içinde erimesine karşı koyma hakkını sağlayan bir ada görevini taşımıştır.” Tarihin paradoksu şudur ki, Farsları bu okyanusta erimekten kurtaranlar da Türklerin kendisi oldu.

                 

                Makalenin başında vurguladığımız gibi, Ahmet Ağaoğlu'nun çeşitli eserlerinde üzerinde özel olarak durduğu konulardan biri de Şiiliğin İslam dünyasında, özellikle İran coğrafyasında oynadığı roldür. Safeviler döneminde Şiiliğin zorla tek mezhep ilan edilmesi büyük bir coğrafyada etnik-kültürel sürecin yönünü değiştirdi. Ahmet Ağaoğlu’na göre, bu durum "Doğu ve özellikle Türk tarihi üzerinde derin etkiler bırakmıştır.” Şiiliğin zorla devlet mezhebine dönüşümü "İran'ın fikri ve hissi kaynağını kuruttu. Zira bundan sonra artık tüm fikri ve hissi güçler bu mezhebi doğrulamağa, onun temellerini ve teorik altyapısını güçlendirmeye çalışacaklardır; bunun için de skolastik mantık ve safsata yoğun olarak kullanılacaktır."

                 

                Bize göre, Ahmet Ağaoğlu'nun bu tezleri Azerbaycan Türklerinin tarihini idrak etmek açısından çok önemlidir. Ahmet Bey'in savunduğu "derin ve felaketli etki" Safeviler döneminde devletin Farslaşmasında ve sonraki dönemlerde Türklerin Şiiliye odaklanmasında kendini gösterdi.

                 

                Çaldıran şokunu yaşayan Şah İsmail, ömrünün sonuna kadar içine kapandı ve aktif devlet yapılanması işinden vaz geçti. Kızılbaşlar arasında onun hükümdar olarak nüfuzu ve etkisi devam etmekteydi. Siyasi istikrar ise onun kişisel nüfuzu sayesinde korunmakta idi. Ancak İngiliz bilim adamı Roger Savory'nin kaydettiği gibi, “Çaldıran mağlubiyeti Şah İsmail'in yenilmezliğine dair inancını yok etti. Venedikli tüccarların döneme ait raporları Kızılbaşların ölümsüz olduğuna inandıkları liderlerine (Şaha) körü-körüne bağlandıklarına tanıklık etmektedir. Bu inanç, Çaldıranda büyük darbe aldı... Kızılbaşlar bu inançlarının zayıflamasıyla eski kabile bağlılıklarına döndüler… Kabileler arasında iç savaş başladı.” Bu "iç savaş" Şah İsmail'in vefatının (1524) ardından kendini gösterdi. İsmail, ölüm yatağındayken vekili (devlette ikinci şahıs) Rumlu Dev Sultan’a tabi olmalarını vasiyet etti. Henüz 10 yaşında olan Tahmasp’ın iktidarda güçlenmesi için zaman gerekliydi. Kızılbaş beyleri bu zaman zarfında ve ondan sonra siyasi iradelerini ve iddialarını ortaya koymaktan çekinmediler. Rumlu Dev Sultan, “Şah Tahmasp’ın yetişkin çağa gelinceye kadar tayfa emirleri arasında ortaya çıkan çekişmeye son veremedi. Bu arada merkezi idare sarsıldı; Mürşit sayılan ve şaha bağlı olan aşiret reislerinin servet ve şöhret eğilimi arttı. Her biri kendi bölgesinde ferdi hareket ediyor ve yenildiğinde ise bazısı Osmanlı ülkesine gidiyordu. Onlar, Osmanlı'da Kızılbaşları yeniden ayaklandırarak iki ülke arasındaki ilişkileri bozmaya çalışıyorlardı.”

                 

                Şah Tahmasp, iktidarı güçlendiğinde bile siyasi istikrarı sağlamakta zorlanıyordu. Devletin çeşitli bölgelerinde ayaklanmalar meydana geldiğinde ise Kızılbaş beylerinin birbirleriyle, hatta Şah sarayı ile çıkarları çelişiyor ve kanlı savaşlara neden oluyordu. Kızılbaş emirlerinin Tahmasp’tan sonra (1576) iktidara getirdikleri II. Şah İsmail'in öldürülmesi,  Kızılbaşların şah tahtına yerleştirdikleri Muhammed Hudabende’nin başarısız yönetimi (1577-1587) iç çekişmelere son veremedi. Olaylar öyle bir düzeye tırmandı ki, bir grup Kızılbaş emiri, Şah Hudabende’nin yanında eşi Mehdi Ülya’yı katlettiler. Kısacası, geleneksel aşiret devleti derin kriz içindeydi ve devlet hayatında köklü reformların gerçekleştirilmemesi halinde Safevi İmparatorluğu'nun kaderi de kendinden önceki devletlerin kaderini tekrar edecekti.

                 

                Durumu karmaşıklaştıran ikinci faktör ise komşu Osmanlı İmparatorluğu ve doğuda Şeybaniler Devleti ile devam eden başarısız savaşlar oldu. Bu savaşların Azerbaycan için sonuçları daha ağır oldu. Safeviler saldıran Osmanlı ordusunun hareketini zorlaştırmak için onun geçeceği yolları tahrip ediyor, erzak topluyor, su kaynaklarını zehirliyor, hatta yerli halkı imparatorluğun içine itiyordu. Safeviler, Tebriz’i yarım-harabe duruma getirdiklerinde Osmanlı ordusunun böyle büyük bir şehri fethettikten sonra kış mevsimini burada geçirmesi imkânsız görünüyordu. Bu yanlış savaş taktiğinin sonucunda Azerbaycan büyük zararlara maruz kaldı. Devletin başkentinin Tebriz'den Kazvin’e (1548), daha sonra (1598) İsfahan'a taşınması bu savaşın diğer olumsuz sonuçlarından idi.

                 

                Safevi Devleti kaydedilen ağır şartlar karşısında iken, Kızılbaş emirlerinden bir grubu isyan ederek 1587 yılında genç veliaht Abbas Mirza’yı iktidara getirdiler. Abbas çok doğru olarak Kızılbaş emirleri arasında başıbozukluğun devam ettiği sürece hâkimiyetini güçlendirmenin mümkün olmayacağını anladı. Şah Abbas'ın onlara karşı kısa sürede düşman pozisyona geçmesinin diğer nedeni de Kızılbaş emirlerinin, Şahın annesi Mehdi Ülya’yı ve kardeşi Hamza Mirza’yı katletmeleridir. Merkezde ve uzak bölgelerde yüksek rütbeli memurların toplu değiştirilmesi sırasında Kızılbaş emirleri sadece görevlerini değil, canlarını da kaybettiler. Nüfuzlu emirlerden Ustaclı boyundan Pir Geyb Han, kardeşi Emir Aslan Han, Şiraz valisi Dülkadir Mehdikulu Han, mühürdar, yine Dülkadir boyundan Alikulu Han, gorçubaşı Afşar Yusuf Han, Hilafetül-Hülafe Rumlu Deli Budağın oğlu Korkmaz Han, Türkmen Masum Sultan öldürüldü. Genç Abbas'ın iktidara getirilmesinde en büyük rolü oynayan Mürşitkulu Han da aynı kaderi yaşadı. Yeni atanan genç emirler küçük bir itaatsizlik gösterdiğinde, ya da onların sadakati konusunda az şüphe duyulduğunda yok ediliyorlardı. Boy beyi itaatsizlik gösterdiğinde, ya da isyan çıkardığında tüm boy ahalisi en acımasız şekilde cezalandırılıyordu. Tahmasp döneminde Tekeli ve Şamlı boylarının tamamının fiziksel olarak yok edilmesi yönündeki çalışmalar bunun bariz bir örneğidir. Kızılbaş emirlerinden oluşan askeri şuranın lağvine itiraz edenlere karşı, Şah Abbas şu ifadeleri kullandı: "Önemli devlet görevlerini yerine getirme hakkı sadece padişaha aittir.” Soyculuk prensibini bir kenara bırakarak boyların başına (boy beyliği'ne) dışarıdan getirilen kişilerin atanması sıradan uygulama haline geldi.

                 

                Bu, yaşlı, nüfuzlu hâkim kesimin (emirlerin) sadece değiştirilmesi, gençleşmesi demek değildi. Şah Abbas iktidarın dayanağı olan egemen elitin etnik bünyesinde de büyük değişiklik yaptı. İran uzmanı Alessandro Bausani'nin yüksek görev sahibi emirlerin etnik-boy içeriği hakkında analizleri ilginçtir. Yazara göre, Şah Abbas'ın iktidara gelişinden önceki dönemde (1576) "han" ve "sultan" unvanı taşıyan askeri vali ve ordudaki emirlerin toplam sayısı 114 kişi idi ve bunların tamamı Kızılbaş boylarından idi. Şah Abbas'ın köklü merkezleşme politikasının sonucunda, 1628 yılında bu emirlerin sayısı 90'a düşmüştür; en önemlisi ise onların etnik bünyesinde artık büyük değişiklik yaşandı. Bu 90 emirden toplam 35'i Kızılbaş, diğer 34’ü ise İranlı (Fars), Kürt, Lor boylarının temsilcileri, diğer 21’i ise "köle" idi.

                 

                Safevi hâkimiyetinin karakterinin değişmesindeki diğer bir faktör, boyların geleneksel yapısının yıkılması, özellikle onların yerleşim merkezinin değiştirilmesi idi. Araştırmacı John Perry'nin tahminlerine göre, Şah Abbas döneminde gerçekleştirilen sürgün ve zorunlu göçle yaklaşık 100 bin aile yerinden edilmiştir. Her ailenin ortalama 5-6 kişiden oluştuğunu var sayarsak, bu toplu göçler konusundaki tartışmayı ileri götürebiliriz. Göç ve sürgünlerle Şah Abbas bir yandan doğuda (Horasan'da) sınırları koruma, diğer taraftan imparatorluğun çeşitli bölgelerine dağıtarak bu boyları askeri-siyasi açıdan zayıflatmayı, böylece merkezileşme siyaseti karşısında onları etkisiz hale getirmeyi düşünüyordu. Afşar, Dülkadir, Bayat ve diğer boyları birlikte yaşadıkları yurtlarından koparılarak Farsların yaşadığı bölgelere gönderildi. Örneğin, Kacar boyunun bir bölümü Karabağ-Gence bölgesinden Astrabad ile Merv’e aktarıldı. Abbaskulu Ağa Bakıhanov’un yazdığına göre, gönderilen Kacar ailelerinin sayısı 30 bin idi. Şah Abbas, yurtlarından ayrılmayan ve Osmanlı idaresi altında kalan Otuziki, Kazaklar, Şemseddinli boylarını dönek ilan etti; boy beylerini katletti, büyük bir kısmını Mazandaran’dakı Ferehabad’a yerleştirdi. Otuzikilerden Ahmedler oymağı ise göçe direndiği için cezalandırıldı. Kazaklar oymağı da Fars bölgesine göç ettirildi. Bu zorunlu göçler, genel olarak Azerbaycan'da nüfusun seyrekleşmesi ve bölgede (Azerbaycan) Türk unsurunun  zayıflaması ile sonuçlandı. Bu zayıflama o kadar açıktır ki, Zeki Velidi Togan, Safeviler dönemini, özellikle Şah Abbas'ın hâkimiyet yıllarını "Türk topluluğu için bir felaket" dönemi ifadesiyle tanımlamıştır.

                 

                Şah Abbas'ın merkezileştirme, boy beylerinin merkezden uzaklaştırılması suretiyle güçlerini azaltma politikasının diğer yönü, yeni model ordunun kurulmasıydı. Askeri reformlar, Kızılbaşların silah taşıma konusundaki inhisarına son verdi, böylece Farslar ve diğerleri de ilk kez orduya alındı. Bu politika ile geleneksel Kızılbaş askerlerinin yapısı değiştirildi. Askeri birliklerin aynı boydan oluşturulması ilkesi, karışık boy prensibi ile değiştirildi. Kürt, Lor, Çağatay ve diğer aşiretlerden oluşan yeni askeri birlikler oluşturuldu. Osmanlı örneğinde ise dönme unsurlarından oluşan, sadece padişaha sınırsız sadakat duygusuyla bağlı olan gulam [köle] birlikleri düzenlendi. Bu köleler çocukken saraya alınmış, İslam'ı kabul etmiş ve özel olarak yetiştirilmiş Ermeni, Gürcü ve Çerkez gençlerinden oluşuyordu. Köle birliklerinde 4-15 bin kişi vardı ve aralarından onurlu kumandanlar ortaya çıktı. Ek olarak esasen Farsların yaşadığı bölgelerden toplanan askerlerden özel Tüfekçi birimleri oluşturuldu. Şah Abbas döneminde tüfekçilerin sayısı 12 bin idi. Askeri reformlar kapsamında özel topçu birlikleri kuruldu. Bu reformlar Safevi ordusunun teknik teminatını yükseltti, ordu daha organize oldu ve güçlendi. Ordu alanında reformların diğer sonucu ise kaydedildiği gibi Kızılbaşların askeri alandaki inhisarına son vermek oldu.

                 

                Safevi Devletinin etnik kimliğinin değiştirilmesinde özellikle Şah Abbas döneminde sivil bürokrasinin yapısının daha da homojenleşmesinin (Farslaşmasının) önemli rolü oldu. Şah İsmail eski Fars bürokrasisi geleneğine müdahale etmedi, özellikle orta ve alt düzey memurlar Farslardan oluşuyordu. Genç İsmail'i tahta çıkaran Kızılbaş boy beyleri önemli devlet görevlerini, özellikle askeri alandaki görevleri üstlendiler. "Ehl-i kalem"in (aydınlar) en yüksek görevleri zamanla Farsların eline geçti. Birinci vekil olarak devlette ikinci makam sahibi Şah İsmail'in hocası Şamlı boyundan Hüseyin Bey seçildi. Ancak 1508 yılında görevinden alındıktan sonra ve İsmail'in ölümüne kadar sık sık değişen vekillerin tamamı Farslar idi. Sivil bürokrasinin en yüksek makamı sayılan vezir görevine de Farslar tayin edilmiştir.

                 

                Safevilerin devlet yönetimine getirdiği yenilikler sadece bürokrasinin etnik yapısının zamanla değişmesi ile sınırlandırılmadı. William Cleveland şöyle yazar; “İsmail yeni idari kurumlar yarattı ve bu kurumlar Safevi devletine daha önceki kısa ömürlü sülalelerden daha uzun bir süre hayatta kalma gücünü kazandırdı. Hükümet kapsamında yeni oluşturulan bürokratik makamlara kentli İranlıları belirleyerek bir yönetim mekanizması oluşturdu. Sivil kontrolden uzaklaştırılan Kızılbaş boy beyleri ile yükselen İranlı [Fars] bürokrat sınıf arasında çelişkiler artsa da 1524’te Şah İsmail öldüğünde Safevi imparatorluğu askeri-aşiret sisteminden mutlakiyetçi bürokratik imparatorluğa geçiş aşamasında idi.” Bu misyonu Şah Tahmasp sürdürdü, Şah Abbas ise tamamladı.

                 

                "Osmanlı'da ve İran'da Mezhep ve Devlet" adlı karşılaştırmalı araştırmanın yazarı Taha Akyol son derece önemli bir soru ortaya koyuyor; "Osmanlı devleti Türkmen aşiret geleneklerinden uzaklaştıktan sonra da Türk kültürünü yeni formlarla sürdürdüğü halde, neden Safevi devleti Farslaştı?" Yazar, bu soruyu İran'da Fars dili ve Fars bürokrasisi geleneğinin yaşaya bilirliği ile cevaplandırıyor ki, bizce, doğrudur. En azından memur kesimini yetiştiren eğitim sisteminde 16 -17. yüzyıllarda herhangi bir yenilik yaşanmadı. Türk dili bu iki yüzyılda eğitim sistemine giremedi. Sarayda ve orduda Türkçenin konuşma dili olarak geniş kullanılmasına rağmen, resmi yazı dili (idari yazışmalarda ve diplomaside) Farsça ile devam etti.

                 

                Safevi İmparatorluğunun Farslaşmasında rol oynayan önemli bir faktör de On İki İmam Şiiliğinin tek resmi devlet mezhebi olarak ortaya çıkmasıdır. Yukarıda da değinildiği üzere, Türk dünyası mezhep yönüyle iki büyük kitleye ayrıldı. Bu ayrışmanın tam ortasında da Azerbaycan kendini buldu. Azerbaycan’da milletleşme süreci ve milli kimliğin belirlenmesinde mezhep önemli bir konuma taşındı. Osmanlı ile devam eden savaşlar bu eğilimi güçlendirdi. Devletle kurucuları arasında uçurum zamanla büyüdü.

                 

                Şah Abbas döneminde sivil ve askeri bürokrasinin oluşturulması alanında önemli reformların yapılmasına rağmen, Osmanlı'dan farklı olarak Safevi İran’ında bu sosyal-siyasi kurumlar tam yerleşmedi. Bürokrasiden farklı olarak ruhani sınıfı güçlenmekte idi. Merkezi yönetim zayıflamaya meyilli olduğu zaman, müçtehitler başta olmak üzere ruhani sınıf siyasi ve sosyal gücünü ortaya koyuyor, böylece şah sarayı karşısında etkili bir rakibe dönüşebiliyordu. Şiiliğin İmamet doktrini, bazen dinin, devletin siyasi yetkisinin üstüne çıkmasına imkân yaratıyordu. Bu durum kendisini II. Şah İsmail (1576-78) döneminde açıkça gösterdi. II. İsmail’in kısa süreli iktidarı döneminde çok kanlar dökülmüştür; bu dönem, gaddarlığı ve ahlaka uygun olmayan hareketleri ile tarihte kaydedilmiştir. II. İsmail hem de Şii ruhanilerin siyasi hayata etkisini azaltmak, "teberra" denilen dini ceza destelerini cezalandırma, camilerden Şii konulu levhaların silinmesi emrinin verilmesi, Sünni-Şii ihtilaflarını yumuşatma girişimi ile araştırmacıların dikkatini çekmiştir. Özellikle Sünni-Şii ihtilaflarının yumuşatılması girişimi başarısız kalmış ve Şii ulemanın fetvası ile Şaha suikast düzenlenmiştir. Mezhep konusunda daha ciddi girişim Nadir Şah Afşar’a aittir.

                 

                Muğan ovasında, Sukavuşan diye bilinen yerde 1736 yılının Şubat ayında toplanan ünlü kurultayın kabul ettiği iki önemli karar tarihte kaydedilmiştir. Burada toplanan ruhaniyet, üst düzey devlet memurları, bölgelerden ve aşiretlerden temsilciler uzun süredir çürümüş ve biçimsel olarak mevcut olan Safevi hâkimiyetinin sonuna karar verdiler. Nadir Han'ın talebi ile yeni şah seçimi gerçekleştirildi; nihayet, hizmetlerinden dolayı Nadir Han şah seçildi. 

                 

                Muğan kurultayının ikinci kararı ise, İslam dünyasında ve aynı zamanda İran'da mezhep farklılıklarından kaynaklanan ihtilafların yumuşatılmasıydı. Nadir Şah'ın baskısı ile kabul edilen karara göre, İmam Cafer Sadık mezhebi (Caferi mezhebi) Sünni mezhepleriyle birlikte tanınmalıdır. Hz. Peygamber'den sonraki üç halifeye (Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman) İran camilerinde küfür edilmesine son verilmelidir. Bu kurultayda Nadir Şah'ın bir fermanı açıklanmıştır. "Ferman-i Şahi" olarak bilinen bu ferman şöyledir: "Biliniz ki, Şah İsmail Safevi, 906 yılında zuhur etti. Cahil halktan bir kısmını yanına topladı. Bu alçak dünyayı ve nefsinin isteklerini ele geçirmek için, Müslümanlar arasına fitne ve fesat soktu. Eshabi-giramı sövmeyi, Şiiliği ortaya çıkardı. Böylece Müslümanlar arasına büyük bir düşmanlık soktu. Münafıklık ve saldırı bayraklarının açılmasına sebep oldu. Öyle oldu ki, kâfirler rahat ve korkusuz yaşıyor, Müslümanlar ise birbirlerini yiyor.”

                 

                Nadir Şah, kurultayın bu kararını ve kendisinin cülusunu (tahta oturmasını) Osmanlı sarayına bildirmek için İstanbul'a bir heyet göndermiştir. Sultan sarayı din konusundaki teklifi (Şiiliğin mevcut mezheplerle birlikte kabul edilmesi) Nadir Şah’ı güçlendire bilir ihtimali ile reddetmiştir; bunu da Osmanlı Sünni ulemasının eliyle yapmıştır. Bir süre bekledikten sonra Sultan sarayı Nadir Şah’a cevaben bildirmiştir ki; şeriat kurallarına göre Caferi mezhebinin kabulü din adamları tarafından uygun görülmemiştir. Ret cevabı alan Nadir Şah, teklifini başka bir şekilde kabul ettirmeye karar verdi. İlk önce Kars ve Bağdat üzerine yürüdü ve Necef'te çeşitli ülkelerin ulemasını toplayıp yeniden İslam âlemindeki mezhep ayrılıkları meselesini müzakere ettirdi. Necef kurultayında, Osmanlı ulemasının İran halkının Caferi mezhebini Sünni mezhepleriyle birlikte kabul etmesi; Caferilerin Kâbe’de kendi yöntemlerine uygun namaz kılması; Osmanlı devletinin İranlıların hac ziyaretine engel olmaması; esirlerin serbest bırakılması, onların alınıp satılmasının yasaklanması; şehirlerin birinde konsolosluğun, başkentlerde ise büyükelçiliklerin açılması konusunda kararlar kabul edildi.

                 

                Nadir Şah bu maddeleri içeren müracaatla Sultan sarayına yeniden bir heyet gönderdi. Caferiliğin Sünni mezheplerle birlikte kabul edilmesi konusuna ilişkin teklifine ret cevabı alan Nadir Şah, kinini Osmanlı'ya savaş açarak soğutmak istemiş, kendisi ordunun başında Kars üzerine yürümüştür. Savaşta başarılı olmasına rağmen, ülke genelinde kargaşa çıktığı haberini alan Nadir Şah, Osmanlı ordusunu takip etmekten ve mezhep konusundaki ısrarından vaz geçerek barış istemiştir. Esasen 1639 yılı Kasr-i Şirin sözleşmesini tekrarlayan, ama bazı yeni maddeleri (hacılar, esirler, büyükelçilikler, üç halifeye hakaret edilmemesi vb.) içeren yeni anlaşma imzalandı.

                 

                Daha sonralar Nadir Şah Afşar’ın faaliyetleri Ağaoğlu'nun dikkatini çekmiş, onu Türklük tarihinde takdir ettiği olumlu gelişmelerden biri olarak görmüştür. Ağaoğlu, Nadir Şah hakkında şu ifadeleri kaydetmiştir: "Eğitimsiz ve cahil bir Türk, Türk birliğine engel oluşturan bir sorunu [ortadan] kaldırmak istediği halde, İstanbul gibi nispeten aydın bir ortam bu teklifi reddederek ağır bir tarihi sorumluluğu üzerine alır."

                 

                Ağaoğlu, Nadir Şah'ın teşebbüsü üzerinden kolayca geçmiyor. Tekraren bu konuya dönerek şöyle yazıyor: "Halkın bir çocuğu olarak bu Türk, cahil ve eğitimsizliğine rağmen, Türk birliği ve Türk barışının değeri ve önemini idrak etmişti. Bu birliği bozan Şiiliğe karşı kin beslemişti. O, Osmanlı Türkleri ile daima barış içinde olmanın gerekli olduğunu anlamıştı. O, Türklüğün egemen olduğu diğer yerlerde Türk sülalelerine dokunmadı; tersine, onları yerlerinde tutmakla beraber onlarla akrabalık kurmaya çalıştı. Kendi sülalesinin kaderini onların kaderine bağlamağa çalıştı.  Fakat ne çare ki, ne İstanbul, ne de Türkistan'daki kabile reisleri onu anlamadılar!"

                 

                Nadir Şahtan sonraki dönemde Fars-Şii ruhanilerin İran'ın siyasi hayatındaki rolünün artması, kimlik meselelerinde Şiiliğin Türklüğe karşı daha da üst konuma gelmesi ve Türk kültürünü etkisi altına alması ile karakterize olduğunu söyleyebiliriz.

                 

                Kacar İran'ın (1795-1925) sosyo-politik hayatında ruhani kesimin oynadığı role de kısaca değinmek gerekir. Ruhanilerin yüksek kesimi ve büyük bir kısmı geleneksel olarak Farslardan oluşuyordu. Ruhanilerin etnik köken meselesine de dönemin araştırmacıları dikkat çekmişlerdir. Örneğin, Rus yazarlarından A. Medvedev biraz da abartarak şu ifadeleri kaydetmiştir: “İran'da din adamlarının tamamı Farslardan oluşuyor."

                 

                Ağa Muhammed Şah gerçek güç sandığı ruhanilerle ilişki kurmaya, onlarla işbirliği yapmaya çalışmıştır. Yeni yönetim Şii ruhanilerinin beğenisini kazanmak için nüfuzlu din adamlarına sürekli hediyeler gönderiyordu. Aynı zamanda ilk Kacarlar, ruhaniyeti devlet yönetiminden uzak tutmaya çalışmış, hatta onların ana gelir kaynağı olan vakıfların bir kısmını ele geçirmeye muvaffak olmuştur. Tahran Sarayı tüm büyük şehirlere hükümetten yüksek maaşlar alan şeyhülislam ve Cuma imamları belirler ve onları bölgelerde kendi politikalarının savunucusu olarak çalıştırırdı. Ancak ruhani kesimi kendisinin ekonomik gücünü ve nüfuzunu da korumayı başardı. Genel olarak ruhaniler, Kacarların hareketlerini endişeyle izliyor, halk ile iktidar arasında orta yolu bulmaya çalışıyor, hatta Kacar hâkimiyetini ara sıra eleştirmekten bile çekinmiyordu. Bu da ruhanilerin nüfuzunu daha da artırıyor, Şiiliğin güçlenmesine ortam sağlıyordu. 19. yüzyılda ruhanilerin üst makamları birkaç kez Şah hakimiyyetinin çıkarları ile bağdaşmayan teşebbüslerde bulunmuş, hatta Şahla zaman zaman karşı karşıya gelmişti. Öyle ki, 1826 yılında müçtehitler Rusya'ya karşı cihat ilan etmiş, hükümeti hazırlıksız savaşa tahrik etmişlerdir. 1851 yılında Tahran Cuma imamının doğrudan katılımıyla baş vezir Emir Kebir görevinden azlettirilmiştir. 1855-57 yıllarında ruhaniler Tebrizlilerin kaymakama karşı hareketini organize etmişlerdir vb. 19. yüzyılda Şii ulemasının en yüksek siyasi etkinliği 1890-91 yıllarındaki tütün inhisarına karşı harekette kendini göstermiştir. Baş müçtehit (mercii taklit) Molla Mirza Hasan Şirazi’nin fetvası ile halk tütünü boykot etmiş ve Şah büyük tazminat ödeyerek İngilizlere verdiği inhisarı iptal etmek zorunda kalmıştır. Amerikalı araştırmacı Hamid Algar yazıyor ki: "19. yüzyıl boyunca İran'da ruhanilerin nüfuzu ve topluma etkisi daha da güçlendi. Öyle ki, 19. yüzyılın sonuna doğru tek taklit mercii haline gelen Şeyh Murtaza Ensari ülkenin gerçek hükümdarı idi."

                 

                Kacar devletinin sınırları içinde çeşitli halkları ve boyları bir arada tutabilen iki önemli faktörden (Şah hâkimiyeti ve Şiilik) biri zayıfladıkça, diğeri güçleniyordu. Bazen sürtüşmelerin olmasına rağmen, siyaset kurumu ile din kurumu genelde birbirini tamamlıyordu; bu çelişkiler genellikle sınırları aşmıyordu. Bazen ortak tehlikeye karşı Şah rejimi ile ruhaniler ortak cephede görev alıyorlardı. Bu ittifak, kendini Babiler hareketine (1848-52) karşı ortak mücadelede gösterdi. Her iki taraf (Şah hâkimiyeti ve ruhban sınıfı) da Babileri kendi çıkarlarına ters bir güç olarak görüyorlardı. A. Medvedev 20. yüzyılın başlarında şu ifadeleri kaydetmiştir; "İran'ın son dönemleri hükümetle ruhaniyet arasında sürekli, ama belli çerçevelerle sınırlı mücadelenin tarihidir; yani Şah şunu iyi anlıyordu ki, O, Şiilik olmadan hayatta kalamaz; aynı zamanda ruhaniyet de biliyordu ki, Şah olmadığı takdirde Şiilik dağılacaktır." A. Medvedev Arilerle Türklerin "birbirine karşı nefret duydukları" hakkında bazı iddialar ileri sürüyordu. Yazarın, İran'ın bu iki ana etnik grup arasında iktidar uğrunda etnik temelli mücadelenin yaşandığı konusundaki görüşünü kabul etmeliyiz. Özellikle yazarın "elverişli koşullara rağmen, Türk-Tatarlar adeta yönetimin kontrolünden uzaklaştırılırlar ve kendileri de farkında olmadan yerlerini Farslara verirler" fikri dikkate alınmalıdır; bu fikir sonraki siyasi süreçlerde kendini doğrulamıştır.

                 

                20. yüzyılın başlarında Resulzade yazıyor ki, Güney Azerbaycan'da yazılı edebiyat tamamen Fars şiirinin etkisi altındadır: "Yazılı Türk edebiyatının kendine özel bir şekli yoktur. Bu edebiyat, Farisi edebiyattan kesb-i feyz eder. Türkçe şiirlerde kullanılan kavaid-i aruziye [aruz kuralları], tarz-i ifade [ifade tarzları], hissiyat ve me’anı [anlamı] tamamen Farsiceden alınıyor. Türk şiirleri adeten Fars eşarının [şiirinin] birer tercümesidir." Mezhebe aşırı bağlılık bu yazılı edebiyatın mahiyetini belirlemekteydi. Yani edebi eserlerin çoğu mersiye edebiyatı olarak değerlendirilebilirdi. "Azerbaycan Türk şairleri ya kör oluncaya kadar ağlar ve ağlatırlar ve yahut bayılıncaya kadar güler ve güldürürler. İran Türklerinin dindar, hatta mutaassıp olduklarını zikretmiştik. Bu dindar halk, senenin kısm-ı mühimini [yılın önemli bölümünü], hususiyle Muharrem'in ilk günlerini nevha (ağıt) ve matemler içinde geçirir. Her sene bir vazife-i dindarane [dindarlık görevi] olmak üzere şüheda, evliya şerefine ve Kerbela faciası mağdurları yâdına garra (parlak, güzel) meclisler kurarlar. Bu meclislerin nevhagerliğini (ağıtlar söylemeği)  Türk şüarası ifa ederler ve bununçün divanlar dolusu mersiyye yazarlar. Bu mersiyyeleri ahali ezberler, okur, ağlar ve şairlerine rahmet gönderir. Mersiyye edebiyatı Farslarda da vardır; fakat Türk mersiyyeleri kadar mebzul [bol] değildir.”

                 

                İran'da Türklüğün Şiiliye aşırı bağımlılığı, böylece milli meselelere ilgisizliği meşrutiyet devriminde (1905-11) Farsların çıkarlarına hizmet etmiştir. Kacarlar hâkimiyetinin sarsılması, Farsçaya dolaylı devlet dili statüsü verilmesi (meclis ve encümen üyelerinin Farsça bilmek mecburiyeti), Farsların yoğun olarak yaşadığı Tahran'a mecliste çok fazla yer ayrılması, Farsların milli mücadelesinin ilk ciddi başarısı sayılmalıdır. Bunun yanı sıra ülkenin ilk anayasasında Şiiliğin tek devlet mezhebi ilan edilmesi de meşrutiyet hareketinin Fars ruhani liderlerinin (Behbehani, Tabatabai vb.) ısrarı ile gerçekleşmişti. Aynı zamanda ruhanilere kanunların İslam'ın esaslarına uygun olup olmadığını belirlemek yetkisinin verilmesi (Anayasaya Eklentilerin 2. maddesi) bu kesimin ciddi kazancı olmuştur. Bununla birlikte İran İslam Cumhuriyeti'nin temelinin atıldığı 1978-79 devriminde de eski senaryo tekrarlanmıştır. Yürürlükteki Anayasanın tüm ruhu Şii hükümleri ile doludur. Anayasanın 5. maddesinde şu ifadeler yer alıyor; "Kayıp imam, zuhur edinceye kadar ülkenin rehberi ve milletin (ümmetin) imamı adil, temiz, gündemden haberdar, becerikli ve müdrik fakih olmalıdır." 12. maddede ise Şiilik devletin tek resmi mezhebi ilan ediliyor: "İran'ın resmi dini İslam, mezhebi ise Caferi Esna-aşari’dir. Bu madde ebedi ve değişmezdir."

                 

                Yukarıda gözden geçirilen tarihi gerçeklere istinaden iddia edebiliriz ki, XVI. yüzyılda Hıristiyan Avrupa’da ve Müslüman Doğu’da sonraki dini-toplumsal gelişmenin temeli atıldı. Avrupa Roma Kilisesinin kontrolünden ve skolastik Hıristiyan ahkâmlarından kurtulurken, Doğu tam tersine dini/mezhepsel ahkâmların sıkı etkisi altına girdi.

                 

                Avrupa'da olduğu gibi şimdiki İran coğrafyasında da mezhep ayrışmaları milletleşme sürecinde teşvik edici rol oynadı. Ancak bu süreç Türklüğün aleyhine işledi. Heteredoks Şiiliğin İslam’ın gövdesinden kopması ve ayrı mezhep olarak yayılması Farsların, Arap ve Türk siyasi coğrafyasında kendini muhafaza mekanizmasına dönüştü. Sonraki yüzyıllarda da Farslar bu mezhep ayrılığını sürekli körüklediler. Şii ulema, Fars kökenli ve Şii Büveyhiler devleti döneminden (945-1055) itibaren dünyevi otoritelerde temsil olundu; Sünni Selçuklular ve sonraki hanedanlar döneminde de siyasi otorite ile ortak hale geldi; hatta yüksek vezir görevlerine geldi. Mezhep alanında toleranslı yaklaşım Safevi Devleti’nin kurulması ile sona erdi.

                 

                Ayrıca tarihin bir paradoksudur ki, Farsların Türk denizinde erimesine engel olan da Türklerin kendisi oldu. Safevilik, Azerbaycan'ı Selçuklulardan sonraki 500 yıllık Türk-İslam devletçiliğinden ayırdı. Azerbaycan Türkü kendisine, Türklüğüne sarılmak yerine, mezhebe bağlandı; bunun için Şiilik yüz yıllar boyu temel tapınak oldu. Daha net bir ifadeyle, Güney Azerbaycan'da milletleşme sürecini mezhep farklılığı belirledi. Böylece Azerbaycan Türkleriyle Türk dünyası arasındaki ilişkiler koptu; Şiilik, Türkleri Farslarla kardeşleştirdi; günümüzde de bu "mezhep kardeşinden" kopamıyor.

                 

                İran ve Batı yazarları haklı olarak Safevi devletinin oluşumunu İran İmparatorluğunun restorasyon dönemi olarak görüyorlar. Resmi İran tarihciliğinde, Safevilerden önceki Akkoyunlu, Karakoyunlu ve diğer devletler genellikle İran devletçiliğine yabancı olaylar gibi anımsanıyor. İran tarihçiliğinin Safevilere yönelik sevgisi, sadece Sasani devlet kurumlarının tekrar kurulmasıyla  alakalı değildir; aynı zamanda bugünkü teokratik rejim için devlet modeli olması ile izah edilmelidir.

                 

                Bu yazıdan çıkan sonuç mezhep değişikliğine çağrı olarak kabul edilmemelidir. Mezhep, Safevilerden önce olduğu gibi her bir Müslümanın kişisel tercihi olmalıdır. Mantığın yolu: Din gibi mezhep ayrılığı da siyasileştirilmemeli, siyasete alet edilmemeli, din-siyaset ilişkileri laiklik ilkesi üzerine kurulmalıdır. Mezhebin siyasete alet edilmesi geçmişte de, şimdi de Fars ırkçılığının çıkarlarına hizmet etmiş, Azerbaycan Türklüğünün kendini tanımasına, milletleşme sürecinde doğru bir yol seçmesine engel olmuştur.

                 

                • Konu 8

                  8.         Hafta         Vize

                  • Konu 9

                    9.         Konu          Meşrute İnkılabı ve Türklük

                    Konular:  20. Yüzyıl başlarında İran’da içtimaı düzen; İnkılab süreci; Tebriz ayaklanması; Türklerin kazançları ve kayıpları.

                    Temel Okumalar:

                    -        Mehmed Emin Resulzade, İran Türkleri, s. 23-30; 63-98;

                    -        Yeni Türkiye; Orta Doğu Özel Sayısı – IV, 2016, degişik bölümler;

                    -         Ervand Abrahamian, İran: Between Two Revolutions, Princeton: Princeton University Press, 1982, p. 50-101;

                    -         Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, 7. Bölüm;

                    -         Wikipedia’dan uygun makaleler;

                    -         Youtube’dan değişik videolar.

                    Ders Notları:

                    20. yy İran için, 1905 yılında gerçekleşen Meşrutiyet devrimiyle başladı. Bu devrim hâkimiyetin (devletin) yapısında değişiklikler meydana getirmekle birlikte, çok milletli bu ülkede millî münasebetlere de yeni anlamlar kazandırdı. Meşrutiyet devriminin sebepleri ve gelişme süreciyle ilgili çok sayıda kaynak olduğundan ayrıntılara girilmeyecek. Bu nedenle burada sadece Meşrutiyet devriminin önemli olaylarını sıralamakla yetinilecektir. Bu olayların başında, 1905 yılının Aralık ayında Başvezir (Başbakan) Aynüddevle’nin bir grup Tahran tüccarını hapse atmasıyla çarşı-pazar esnafı protestolara başladı; bu hadise genel anlamda ahalinin değişik sınıflarının itirazına neden oldu ve bu itirazlar bir yıl süresince farklı biçimlerde devam etti. Protestocuların asıl istekleri; anayasa (‘meşrute’) ilan edilmesi, meclisin toplanması, Aynüddevle’nin istifa etmesi, mahkemelerin oluşturulması, yabancı müşavirlerin ülkeden kovulması, mahkumların serbest bırakılması gibi nedenler idi. Tüm bu gelişmelerin neticesinde Meşrutiyet ilan edildi. Meclis (Meclis-i Şura-yi Millî) vekillerinin halk tarafından seçilmesi ile ilgili Şah’ın fermanları ve seçim kanununun imzalanmasının ardından Tahran’da seçim süreci başladı. 1906 yılının Ekim ayında çalışmalarına başlayan Meclis, Aralık’ta Anayasa’nın (Kanun-i Esasi) 51 maddelik birinci bölümünü tamamlayıp hazırladı ve hasta olan Muzaffereddin Şah, ölümünden birkaç gün önce onu imzaladı; yeni Şah Muhammed Ali, Anayasa’nın İlaveleri’ni (Mütemmim-e Kanun-i Esasî, 106 madde) imzalamak zorunda kalmışsa da, Meclise top ateşi açtırmış, Rus kozak birliğinin yardımı ile mutlak egemenliğini kurmaya çalışmıştı. 1908-1909 yıllarında Tebriz ayaklanması sonucunda Muhammed Ali Şah yönetimi devrildi, yerine çocuk yaşdaki Sultan Ahmed Şah getirildi. 1911 yılında Rus ve İngilizlerin askerî müdahalesinden sonra karşı devrimci bir darbe gerçekleştirildi ve sonuç olarak Meclis kapatıldı.

                     

                    Tahran’da yaşanan olaylar ilk günden itibaren Güney Azerbaycan’da, özellikle de Tebriz’de dikkatle izleniyordu. Merkezdeki devrimci güçlerle işbirliği sağlanarak devrimci girişimlere destek verildi. 1906 yılının Ağustos ayında meşrutiyetin ilan edilmesi, yönetimin anayasa hazırlanmasını engelleme çabası ve Şah’ın Meclis seçimleriyle ilgili kanunu imzalamaktan imtina etmesi haberi Tebriz’e ulaştığında bölgedeki memnuniyetsiz güçler hemen ciddî hareketlere başladılar. Hareketin ilk aşamasında etkili konuma sahip olan İslamiye Encümeni’nin girişimiyle Tebriz pazarı (kapalı çarşısı) kapatıldı. Encümen’in bir grup üyesi protesto olarak İngiltere’nin Tebriz’deki konsolosluğunda beste oturdular. Pazarın devam eden boykot kararı ve diğer protesto girişimleri Tahran’da hareketi güçlendirdi. Eylül’ün sonunda Şah sarayından Tebriz’e gönderilen telgrafta kısa bir süre içerisinde seçim kanununun onaylanacağı ve Tebriz’de seçimlerin yapılacağı açıklandı. Azerbaycan valisi Muhammed Ali Mirza, kısa süre içerisinde seçilecek olan Tebriz ve Azerbaycan temsilcilerinin Tahran’a gönderileceğini açıklamak zorunda kaldı. Bu başarılarından cesaret alan protestocular tüm  süreci  yönetebilecek bir organ oluşturdular. İran’ın ilk siyasî encümeninin (cemiyetinin) seçimleri gerçekleştirildi. 20 kişiden oluşan bu encümen çeşitli isimlerle anıldı: Encümen-i Millî-yi Tebriz, Encümen-i Millî-yi Azerbaycan, Encümen-i Eyaleti-yi Azerbaycan. Bu encümen sonraki yıllarda hareketin siyasî merkezine dönüştü, bazen de yerel yönetim fonksiyonu taşıdı. Encümen’in farklı isimlerle (Ceride-yi Millî, Ruznâme-yi Millî, Encümen, Encümen-i Tebriz) yayınlanan bir yayın organı da vardı. Gazete, İran’ın güneş ve aslan amblemli armasıyla Farsça yayınlanmışdı. Gazetenin redaktörü önce Seyid Alekber Vekilî, sonraları ise Mahmud Ganizade idi.

                     

                    Tebriz’de seçimler sona erdikten sonra Veliaht Muhammed Ali Mirza Encümen’e  ihtiyaç kalmadığını belirterek kapatılmasını talep etti. Fakat Encümen üyeleri bu talebi reddederek Tebriz’de bir miting düzenlediler. Bu mitingde onlar özgürlüğü ve onun teminatçısı saydıkları Encümen’in kapatılmasını kabul etmeyeceklerini bildirdiler. Veliaht, isteklerini geri çekmek zorunda kaldı. Tebriz Encümeni çalıştığı dönemde (1906-1908) esasen yerel yönetim organı fonksiyonu taşımakta, aktif bir şekilde şehrin sorunlarıyla meşgul olmakta, aynı zamanda ciddî bir siyasî merkez rolü oynamaktaydı. Tebriz Encümeni’nin etkisi ve yardımıyla kısa süre içerisinde eyaletin çeşitli bölgelerinde – Urmu’da [Urmiye’de], Salmas’ta, Marağa’da, Erdebil’de, Zencan’da, Halhal’da, Hoy’da, Makı’da [Maku’da], Binab’da ve Astara’da vilayet encümenleri kuruldu.

                     

                    Tebriz Encümeni, Meclis’e seçilen temsilciler aracılığıyla Tahran’daki siyasî süreçlere doğrudan müdahale etmeye başladı. 1907 yılının Ocak ayında Tebriz Encümeni’nin (Azerbaycan Eyalet Encümeni’nin) yedi maddeden oluşan talepleri saraya gönderildi. Bu talepler arasında ülkede ilan edilen Anayasa’ya uygun bir yönetim sisteminin kurulması, ülke çapında eyalet ve vilayet encümenlerinin oluşturulması zarureti de vardı. Tahta yeni çıkan Muhammed Ali Şah davranışlarıyla bu talepleri kabul etmeyeceğini, mutlak monarşi prensiplerinden vazgeçmeyeceğini belirtti. Şahın bu tavrına itiraz için yeniden Tebriz pazarı ve mağazaları kapatıldı, sokak protestoları ve mitingler düzenlendi. Tebriz’den Şah sarayına öfkeli telgraflar gönderilmeye başlandı. Tebriz ahalisi, Anayasa kanunları yürürlüğe konmazsa, Azerbaycan’ın İran’dan ayrılacağını duyurdu. Meclis’in Azerbaycan temsilcileri beste oturdular, bunun üzerine Muhammed Ali Şah tekrar geri çekilmek zorunda kaldı.

                     

                    Azerbaycan Eyalet Encümeni 1908 yılının ortalarına doğru artık Azerbaycan’da yerel yönetimi temsil eden asıl organa, ülke çapında etkili siyasî merkezlerden biri konumuna dönüştü. Rusya’nın Tebriz’deki diplomatik temsilcisi bu konuda şöyle yazıyordu: “Azerbaycan’da uzun zamandan beri, bütün hâkimiyet yerel encümenin insiyatifindedir. Bütün İran’da büyük nüfuza sahip olan bu encümenin [Azerbaycan Encümeni kastediliyor] Tahran’daki bölümünün görüşlerini Meclis temsilcileri memnuniyetle kabul ediyorlar.” Azerbaycan Eyalet Encümeni’nin, genellikle Azerbaycanın Meşrutiyet devriminde birinci derecedeki rolü özellikle karşı devrimci darbeden sonra daha açık görülür.

                     

                    Gerekli hazırlık işleri yapıldıktan sonra 1908 yılının Haziran ayında Muhammed Ali Şah Meclis’e ve devrimci encümenlere (ilk sırada Azerbaycan Encümeni’ne) top ateşi açtırdı, devrim liderlerini hapsetti veya sürgüne göndertti. Tahran’da karşı devrim darbesi bütün İran’a yayıldı, devrimin kazanımları kaybedildi. Şah hâkimiyeti, Tebriz’de de saldırıya başladı. Eyalet Encümeni binası dağıtıldı, bir çok aktivist hapsedildi, direnenler öldürüldü. Tebriz’i ele geçirmek için 40 bin askerden ibaret olan ordu birlikleri ve silahlı gruplar bir araya getirildi. Mutlakiyet tarafına geçen İslamiye Encümeni şehir içindeki çatışmalara öncülük ediyordu. Şahçı güçlerin meşrutiyetçileri sıkıştırdığı ve onların arasında umutsuzluğun arttığı, devrimin yenilgi fikrinin hâkim kılındığı bir ortamda, Temmuz’un 18’inde Tebriz Sosyal-Demokrat teşkilatının liderleriyle devrimci grupların öncüsü Settar Han’ın birlikte düzenledikleri toplantıda irticaya direnme kararı alındı. Toplantıdan hemen sonra Settar Han az sayıdaki taraftarları ile evlerin çatılarına asılan teslimiyet simgesi olan beyaz bayrakları indirerek kırmızı bayraklar astı. Bu sembolik olay Meşrutiyet devriminin ilerlemesinde dönüm noktası oldu. Azerbaycan Eyalet Encümeni 12 kişiden ibaret üyeleriyle görevine başladı. Dört ay süren şiddetli çatışmalar meşrutiyetçi güçlerin zaferiyle sonuçlandı, Tebriz mutlakiyetçi güçlerden temizlendi. Eyalet Encümeni, Tebriz’de ve bazı vilayetlerde kontrolü tam olarak ele geçirdi. Tebriz isyancılarının Eylül-Ekim zaferleri yalnız Azerbaycan vilayetlerinde değil, ülkenin merkezinde ve Gilan, İsfahan, Horasan gibi önemli eyaletlerinde de olumlu etki yarattı, Meşrutiyet taraftarlarını yeniden harekete geçirdi.

                     

                    Şah asıl gücünü devrimin merkezi olan Tebriz’in ele geçirilmesine yöneltti. 1909 yılının Mart ayında kuşatmaya alınan Tebriz, artık açlıkla karşı karşıya kalmıştı. Azerbaycan Eyalet Encümeni ile Şah sarayı arasında İngiliz ve Rus diplomatlarının aracılığıyla görüşmeler başladı.  Encümen barış için Meşrutiyetin hayata geçirilmesi, meşrutiyetçi güçlerden silahlarının alınmaması, devrimcilerin takibe uğramaması, devlet ordusunun Tebriz’den uzaklaştırılması, Azerbaycan valisinin halkın rızası ile tayin edilmesinden oluşan beş şart ileri sürdü. Şah görüşmeleri uzatarak zaman kazanmak, Tebriz’in etrafına daha fazla askerî güç toplamak, Tebriz’i açlıkla boğmak istiyordu. 1909 yılı Nisan ayında mutlakiyetçi güçler yeniden Tebriz üzerine saldırıya geçtiler, şiddetli çatışmalara rağmen, güçlü direnişle karşılaştılar ve şehri alamadılar. Şah, hâkimiyetini korumak için yabancı müdahaleden yararlanmaya mecbur kaldı. Tebriz’e erzak getirmek, yabancı vatandaşların hayatını korumak bahanesiyle Rusya ordusu sınırı geçip Tebriz’e doğru yöneldi. Eyalet Encümeni direnmeme yönünde karar aldı. Bununla birlikte Azerbaycan vilayetlerinin çoğunda encümenler yerel yönetim organı gibi çalışıyor ve Eyalet Encümeni’nin talimatlarını yerine getiriyordu.

                     

                    Devrim merkezi Tebriz’in işgaline rağmen, Muhammed Ali Şah hâkimiyetini koruyamadı. Gilan ve İsfahan’dan devrimci güçlerin Tahran üzerine haraketinden sonra Muhammed Ali Şah’ın devrildiği ve 14 yaşındaki oğlu Sultan Ahmed’in (1909-1925) Şah ilan edildiği açıklandı. İkinci çağrı İran Meclisi’nin (1909-1911) kabul ettiği hükümet, ülkede asayişin sağlanmasını esas amacı ilan etti. Bunun için meşrutiyetçilerin silahsızlaştırılmasına başlandı. İlk olarak Tebriz’deki silahlı birliklerin etkisizleştirilmesi gerekmekteydi. Bu amaçla Meşrutiyet kahramanları Settar Han (Serdar-ı Millî)  ve Bağır Han’ın (Salar-ı Millî) Tebriz’den uzaklaştırması uygun görüldü. İçişleri Bakanı’nın onları Tahran’a davet mektupları ile birlikte, bazı resmî görevlilerden tehdit mektupları da gelmeye başladı. Settar Han Tahran’a gitmekten imtina ediyordu. Fakat yeni bir fitnenin yaşanmaması ve Azerbaycan’da yeniden kan dökülmesinin önlenmesi için Settar Han sonunda Tahran’a gitmeye karar verdi. Tebriz’de muhteşem uğurlama, Tahran’da ise aynı ihtişamla karşılama törenlerinin gerçekleşmesine rağmen, kısa sürede hükümetin asıl amacı ortaya çıktı. 1910 yılı Ağustos ayında Settar Han’ın az sayıdaki silahlı grubu Atabey Parkı’nda kuşatılarak, silahlarını teslim etmeleri istendi. Bu talep reddedilince çok sayıda hükümet gücü Yefrem Davidiyans’ın  (Taşnak  Partisi üyesi) komutanlığında devrimin bu son kalesi üzerine hücuma geçtiler. Parka her taraftan top ateşi açıldı. Settar Han’ın grubundan 18 kişi öldü, 40 kişi yaralandı. Settar Han da yaralılar arasındaydı. Meşrutiyet kahramanları Tebriz’e dönmek istediler ancak Tahran hükümeti buna izin vermedi. Settar Han ve Bağır Han Tahran’da sürgün hayatı yaşamaya mecbur edildiler. Bu olay Tebriz’i ve bütün Azerbaycan’ı öfkelendirdi. Rus ordusunun Azerbaycan’da yerleşmesi Meşrutiyetçileri faaliyetlerinden geri adım atmaya sevk etmesine rağmen, Azerbaycan’da hareket devam etmekteydi. Tebriz’e tayin edilen eyalet valisinin baskılarına karşılık Tebriz ahalisi valinin istifasını talep etti. Meclis, Tebriz ahalisinin talebini kabul etmek zorunda kaldı. 1911 yılının başlarında Eyalet Encümeni, Merend, Hoy, Urmu ve diger vilayet encümenleri için yeni seçimler yapıldı.

                     

                    Muhammed Ali Şah’ın yeniden hâkimiyetini kurma çabası başkentte olduğu gibi Azerbaycan’da da şiddetli direnişle karşılaştı. 1911 yılı Ağustos ayının sonlarında irticacı güçler Tebriz’e saldırdılar. Şiddetli çatışmalar sonunda Tebriz’in savunucuları bu güçleri geri çekilmek zorunda bıraktılar. Azerbaycan Eyalet Encümeni durumu tekrar kontrol altına aldı. ABD’li müşavirlerin ülkeden çıkarılması konusunda Rusya’nın talebi ve bu talebin İngiltere tarafından savunulması Kasım ayında ülkede yeni bir siyasî kriz yarattı. Tahran’da Meclis kapatıldı, yeni hükümet Rusya’nın ultimatomunu kabul etti. Fakat Tebriz ahalisi yine de teslim olmak istemedi. Aralık ayının 20 ile 28. günleri arasında Tebriz’de Rus ordusuyla yerel meşrutiyetçiler arasında çatışmalar başladı. Yeni Rus ordusunun şehre getirilmesinden sonra Azerbaycan Eyalet Encümeni direnişin durdurulmasına karar verdi. Rus ordusu şehri dağıtıp, devrimcileri toplu şekilde hapsetti, Meşrutiyet hareketinin onlarca aktif katılımcısı öldürüldü. Bununla Meşrutiyet devrimi Azerbaycan’da da son buldu.

                     

                    Güney Azerbaycan ahalisi Meşrutiyet hareketine en aktif şekilde iştirak etti. Tebriz’in devrim merkezî rolünü oynadığı gerçeği sonraki resmî İran tarihçiliğinde de yer aldı. Bu aktifliğin nedenleri arasında tarih literatüründe Azerbaycan’ın o dönemde ülkenin diğer eyaletlerine kıyasla ekonomik-ticarî bakımdan daha gelişmiş olması, Azerbaycan ahalisinin siyasî bakımdan daha aktif olan Kafkasyalılarla ilişkilerinin sıklığı, burada yaşayan binlerce insanın siyasi tecrübesi gösterilebilir.

                     

                    Bu nedenler arasına Azerbaycan’ın siyasî açıdan Meşrutiyet devrimini kısmen hazırlıklı karşılamasını da ilave edebiliriz. 19. yy’ın sonlarında Tebriz’de yukarıda adı geçen ‘İslamiye Encümeni’ adlı teşkilat kurulmuştu. Bu teşkilat esasen orta ve aşağı dereceli ruhanilerden oluşuyor, dinî merasimlerde siyasî meseleler müzakere ediliyordu. 1900 yılında Tebriz’in maarifçi aydınları Azerbaycan Maarif Encümeni’ni kurdular. Bu encümende de çeşitli siyasî meseleler görüşülüyordu. Azerbaycan’da Meşrutiyet devriminin devam etmesinde en aktif şekilde iştirak eden Tebriz İctimaiyun-Amiyun (Sosyal-Demokrat) teşkilatının ilk küçük grupları yüzyılın başlarında ortaya çıkmaktaydı. 1903 yılında yeni gümrük tarife sistemine karşı hareket Azerbaycan’da daha tartışmalı geçti. Yeni gümrük anlaşmalarının kabulüne çalışan Başbakan Eminüssultan Atabey’i Necef ruhanilerinin dinsiz ilan etmelerinden sonra Tebriz’de intibahnameler [bildiriler] dağıtıldı. Pazar ve mağazalar kapandı, itiraz eden kitle, bütün yabancı gümrük müşavirlerinin ülkeden kovulmasını talep etti. Ruhanilerin talepleri arasında meyhanelerin, otellerin, aynı zamanda modern tedrisatın uygulandığı okulların da kapatılması yer alıyordu. Veliaht Muhammed Ali Mirza yazılı olarak Belçikalı gümrük müşaviri Prim’i şehirden çıkardığını,  meyhanelerin, otellerin ve yeni okulların kapatılması konusunda talimat verdiğini açıkladı. Ruhaniler, Veliaht’ın yazılı talimatını beklemeden şehirdeki meyhaneleri, otelleri ve yeni okulları dağıttılar. Onlarca kişinin hapis ve sürgün edilmesine rağmen, bu olay toplumun siyasileşmesini güçlendirdi.

                     

                    Azerbaycan’ın Meşrutiyet devrimine aktif şekilde iştirakinin sebepleri arasında Veliaht Muhammed Ali Mirza’nın valisi olduğu eyaletle münasebeti gösterilebilir. Meşrutiyet devrimini doğrudan gözlemlemiş ve bu süreçte aktif rol oynamış olan M. Emin Resulzade, Veliaht Muhammed Ali Mirza’nın Azerbaycan’la daima gergin bir ilişki içerisinde olduğuna dikkat çeker. Resulzade yazıyor ki, Muzafferiddin Şah’ın vefatından sonra oğlu Muhammed Ali Şah babasının hilafına olarak Azerbaycan’a adavet (husumet) besledi. Fakat bu adavetin semeresini görmekte gecikmedi.  Kanun-i Esasi’ye karşı isyan eden bu inatçı Şah, kendine karşı elde silah olarak Azerbaycan’ı buldu. Muhammed Ali’nin veliahtlığı devri de, Resulzade’ye göre, “Azerbaycan tarih-i ihtikarının [yolsuzluğunun] en vahşet-nak bir devrini teşkil eylemiştir.”

                     

                    Ülke tarihinde ilk defa olarak Esas Kanun’un (anayasanın) kabulü ve mutlakiyetten anayasalı monarşi yönetim sistemine geçiş, geleneksel aşiret (tayfa) devletinden modern devlete geçişin göstericisi idi. Bu, bütün İran ahalisinin genel kazanımıydı. Fakat ahalinin çok etnikli yapısının Esas Kanuna yansımaması, Fars etnisitesinin diline fazlasıyla statü verilmesi, Şiiliği resmî devlet mezhebi ilan etmek vs. Meşrutiyet devriminden hemen sonra ülkede ciddi sorunlar yaratacaktı. Bu bağlamda, Azerbaycan’ın, genellikle Türklerin Meşrutiyet devriminde bu kadar aktif rol oynaması ve bu uğurda verdiği binlerce kurbanın karşılığında kazancı oldu mu, olduysa bu kazanımlar nelerdi?

                     

                    Yukarıda da belirtildiği üzere, ülkede ilk siyasi encümen 1906 yılının Eylül ayında Tebriz’de kuruldu. Encümene şehir ahalisi tüccar, sanatçı, aristokrat, ruhaniler, toprak sahiplerinden oluşan 20 kişilik bir heyet seçti. Bu heyette Tebriz’in baş müçtehidi Hacı Mirza Hasan, toprak sahipleri Nizamüddevle, Besirüssaltane, Meliküttüccar, tüccar Mehdi Ağa Kuzekunani ve diğerleri yer aldılar. Encümen’in toplantılarına esnaf ve zanaatkarların temsilcileri de katılıyorlardı. Encümen’in ilk başkanı Hacı Nizamüddevle seçildi. Tebriz Encümeni daha sonra Azerbaycan Eyalet Encümeni olarak faaliyet gösterdi ve Meşrutiyet hareketi döneminde siyasi süreçlerin merkezinde yer aldı. 1907 yılı Mayıs-Haziran aylarında birinci meclis eyalet ve vilayet encümenleri hakkında kanun tasarısını görüşerek 122 maddeden ibaret olan kanunu kabul etti. Bu kanunda encümenlerin kuruluş sistemi, yetkileri, eyalet ve vilayetlerin bütçeleri, vilayet encümenlerinin kuruluşuyla ilgili bölümler yer alıyordu. Bu bağlamda, eyalet encümenlerinin yetkileriyle ilgili bölüm özellikle dikkat çekicidir. 87. madde eyalet encümenlerine yeterince geniş yetki tanıyordu: kanunların hayata geçirilmesini denetleme,  eyalet işleri ile ilgili kararların kabul edilmesi, eyaletin ekonomisi, güvenliği ve refahına ait konuların belirlenmesi. Eyalet encümenleri valilerle ilgili şikâyetleri müzakere edip valilerin çalışmalarında kanuna aykırı haller tespit edildiği takdirde, valiyi uyarma yetkisine sahiptiler. Uyarılar etkisiz kaldığında, encümenler sorunu ülkenin merkezî devlet organlarına taşıyabilirlerdi. (89. madde). Eyalet encümeninin yetki alanına vergilerin toplanması ve harcanmasının denetlenmesi (91. madde), gerektiğinde olağanüstü yerel vergilerin belirlenmesi (94. madde) de dahildi. Bu kanuna göre eyalet ve vilayet bütçeleri vali tarafından düzenlense de, encümenler bütçe tasarısında gerekli değişiklikleri yaptıktan sonra onaylayıp son onay için Maliye Bakanlığına göndermeliydi (112. madde). Vali her yılın birinci ayında encümene ayrıntılı maliye hesabı vermeliydi (113. madde). Bu kanun eyalet ve vilayet encümenlerine yerel yönetim organları rolünü oynamak için yeterince yetki veriyor ve Meşrutiyet devrimi sürecinde, özellikle Azerbaycan Eyalet Encümeni bu yetkilerden yeterince yararlanıp kısa aralıklarla eyalette gerçek yönetim organı oldu. Eyalet ve vilayet encümenleri dönemin İran devletinin ‘Memalik-i Mahruse-yi Kacar’ ilkesinden kaynaklanıyordu (gerçi bu ilke anayasada yeralmıyordu). Encümen, İran’daki halkların önemli ve tek demokratik ve millî başarılarından biri sayılmalıdır. Çok milletli İran’da milletlerarası sorunların yumuşatılması, hatta sonraları halledilmesinde hassas rol oynama potansiyeline sahipti (Meşrutiyet devriminin yenilgisinden sonra bu demokratik yönetim kurumu lağvedildi, uygun kanun ise yürürlüğe girmedi).

                     

                    Encümenler yerel yönetim ve özerklik organları gibi önemli imkânlara sahip olmalarına rağmen, merkezin kanunsuz ve bölgeleri dikkate almayan yönetimine karşı millî özerklik organları olamadılar. Azerbaycan Eyalet Encümeni’nin ve yerel vilayet encümenlerinin yerel dil, yerel kültür hakkında herhangi bir kararının olup olmadığı bilinmemektedir. Encümen’in yayın organı olan Encümen gazetesi Farsça yayınlanıyor, çeşitli organların adındaki millî sözü umum-millî, genel-İran anlamı taşıyordu. Devrim sürecinde Azerbaycan’da aktif rol oynayan İctimaiyun-Amiyun (Mücahit) Partisinin belgelerinde millî-etnik mesele ile ilgili hiçbir kayıt yoktur. Bu dönemde Tahran’da kurulan, Tebriz’de de yerel şubesi bulunan İran Demokrat Partisi, İran’ın çok milletli yapısını kabul etmiyor, her vasıtayla dış ve iç bütünlüğünün korunması zaruretinden bahsediyordu. Bu partinin kurulmasında yerel Türkler önemli rol oynamıştı: partinin gerçek lideri Seyid Hasan Takizade  idi. Bu partinin Tahran’daki İran-i Nev gazetesinin öne çıkan siması M. Emin Resulzade, Tebriz’deki Şafak gazetesinin ise daha sonraları Pan-İranistlerin önemli temsilcisi olan Mirza Hacıağa Rızazade (sonraları Rızazade-Şafak) idi. Hüseyin Ümid’e göre, Meşrutiyet devrimi döneminde Azerbaycan’da 50’ye yakın gazete ve dergi yayımlandı. Bunlardan 8 tanesi Türkçe-Farsça iki dilli, bir tanesi Türkçe, diğerleri ise Farsça neşredildi. Tahran’da basılan birçok gazetenin kurucusu ve redaktörü de Türklerdendi. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, bu basın organlarında bir kural olarak genel-İran sorunlarına değinilmiş, Türklük meseleleri sayfalarda yer almamıştır. Meşrutiyet devrimi arefesinde İstanbul’dan memleketi Şebüster’e giden genç şair Mirza Ali Möcüz’ün ana dilinde kaleme aldığı şiirlerini Tebriz gazetelerinin yayımlamaması “Möcüz’ü Meşrutiyet hareketinden uzaklaştırmış, daha doğrusu onu bu devrim lehinde yazmaktan alıkoymuştur.”

                     

                    Meşrutiyet devriminden en kârlı çıkan Farslar olmuştur. Her şeyden önce Farsların on yıllarca alışamadıkları Kacar hâkimiyeti zayıfladı. Ülke yönetiminde zaten büyük ağırlığı olan Fars bürokrasisinin rolü daha da arttı. 1907 yılının Ağustos ayında Tebrizli Abbas Ağa’nın başbakanı katletmesinden memnun olan Fars şairlerinden Fehrü’l-Vaiz, Kacar hâkimiyetini Fars devletçiliğine yabancı, hatta düşman  görür. Bir şiirinde görüşünü şu sözlerle ifade ediyor: “Türk, İran asıllılara eyleyip töhmet, Firudin mülkünü, Cemşid’in camını aldı.” Islahatçı-modernist çevrelerin Hindistan’da yayımlattığı etkili Hablülmetin gazetesinde devrim sürecinde (12 Kasım 1906) Eğitim Bakanlığına hitaben yazılan makalede şu ifadeler dikkat çekmektedir; Toplum kendisini yalnız tek bir millete dönüştüğünde moderleştirebilir, ülkedeki toplumların tek bir millete dönüşmesi de ancak ortak gelenek, inanç ve özellikleriyle birleşebilmesinde yatar. Makale şu ifadelerle devam ediyor: “Bazılarının yanlış olarak iddia ettiği gibi, yalnız monarşiye sadakat yetmez.” Bu bağların olmaması toplumu böler ve modernleşmeyi önler. Makale-müraciat müellifleri İran’ın başına gelen faciaları buradaki Türklüğün varlığı ile izah etmek gibi katı ırkçı bir sonuca varırlar: “Bizim şimdiki zavallılığımızın kökleri Moğol ve Tatar saldırılarına dayanır. Sevgili Azerbaycan’ımıza bir yabancı dil dayatıldı. Ahalimiz Fars ve Türk dillilere bölündü.” Diğer bir bölümde Heblülmetin, “ülkede çok dillilik varoldukça, onun bağımsızlığını değil Esas Kanun, hatta cumhuriyet yönetimi bile koruyamaz.” diye yazar.

                     

                    Farslar’ın çoğunlukta olduğu Şii ruhanilerinin üst kesimleri 19. yy boyunca artan nüfuzlarını yeni anayasada güçlendirdiler. Bu kesim, devrimin başlarında aktif şekilde süreçlere katıldı. Şah sarayı ile mühalif kitle arasında aracı olmaya çalıştı. Tahran müçtehitleri Seyid Muhammed Tabatabaî, Seyid Abdullah Behbehanî ve Şeyh Fazlullah Nurî nüfuzlarından yararlanarak yeni anayasada ruhanilerin yüksek sosyal-siyasî statüsünün ifade olunmasına çalıştılar. Bu nedenle, Anayasaya İlaveler tasarısını memnuniyetsizlikle karşıladılar. Ruhanilerin üst kesimleri Anayasayı tamamı ile şeriata bağlamayı, böylelikle ülkenin toplumsal-siyasî hayatında kendilerinin denetimini sağlamaya çalıştılar. Feodal aristokrasi ve Şah sarayı ile yakın ilişkileri olan Şeyh Fazlullah bu tasarıya karşı özel bir propaganda yürütüyordu. Aynı zamanda söz konusu tasarıya bir maddenin de ilave edilmesinde ısrar ediyordu. Bu maddeye göre, ruhanilerden oluşan özel bir komisyon kanun tasarılarının ve meclis kararlarının şeriata uygun olup olmadığını tespit etmeli, bununla da Meclis her adımını ruhanilerin üst kesiminin görüşüyle uygunlaştırmalıydı. 1907 yılının Ekim ayında kabul edilen (1925 yılının Aralık ayında kısmen değiştirilmiş) Anayasaya İlaveler’de İran’ın resmî mezhebi - 12 imamlı Caferi mezhebi kabul edildi (1. madde). İlavelerin 2. maddesi şu şekilde tanzim edildi: “Meclis’in kanunları İslam’ın kutsal kurallarına aykırı olmamalıdır. Bu kanunların İslam esaslarına uygun olmasını alimler belirler.”  Bunun için 5 yüksek ruhaniden ibaret bir komite oluşturulmalıydı. Bu komitenin kuruluş şekli 2. maddede açıklanmıştır. Encümenler hakkında kanun tasarısı da ruhanilerin kesin direnişiyle karşılaştı. 1907 yılının Mart ayında Meclis’teki konuşması sırasında müçtehit Ağa Seyid Muhammed şöyle diyordu: “Bu encümenler nasıl bir şeydir? Onlar ne işe yarar? Bir ülkede yüzlerce parlamento olmaz. Meclis olan yerde bu encümenlere gerek yok. Encümenler ülkede karışıklık ve anlaşmazlığa neden olur, yararı da yoktur... Bu encümenler hatta ruhanilerin de işine karışıyorlar...”

                     

                    Farsların Meşrutiyet’ten elde ettiği en büyük kazanımlardan biri de Fars dilini bilmenin meclise ve encümenlere seçilmek için önemli bir şart olması idi. Bu şart meclis seçimleri hakkındaki kanunda (4. madde),  aynı zamanda eyalet ve vilayet encümenleri hakkındaki kanunda (9. madde) yer aldı. Devrim sürecinde ahalisinin çoğunluğunun Farslardan oluştuğu Tahran’a eyaletlere kıyasla haddinden fazla temsilci ayrılması da bu halka üstün statü tanınmasının örneği sayılmalıdır. Tahran’dan seçilecek 60 meclis üyesi birinci meclisin üyelerinin (toplam 200 kadar) önemli bölümünü oluşturuyordu. Halbuki Tahran ahalisinden 6-7 kat fazla olan Azerbaycan eyaletinin ahalisine toplam 12 üyelik ayrılmıştı. İkinci meclis seçimleri hakkındaki kanunda değişiklik yapıldı. Artık Azerbaycan eyaletine 21 temsilci verilirken, Tahran’a ayrılan temsilcilerin sayısı ise kesin şekilde azaltılarak 60’dan 15’e düşürüldü.

                     

                     Azerbaycan Türkünün Meşrutiyet devrimine katılımı konusunu incelediğimizde bu devrimi onlar için yitirilmiş fırsatlar olarak değerlendirmek zorundayız. M. Emin Resulzade 1911 yılında bu konuda şunları yazmaktadır: “Türk inkılapçıları, Türk mebusları, Türk encümenleri dediğimizde bunların mahz Türklük namına hareket ettikleri düşünülmesin. İran Türk meşrutiyetperverleri Türklüklerini düşünmediler; bütün fedakarlığı ancak İranlılık ve vatan-i müşterek namına icra etmişlerdir.” Çok sonraları Tebrizli Ali Azerbaycan’ın ve Türklerin Meşrutiyet devrimindeki iştirakine sembolik, ancak manidar bir açıklama getirmiştir: “Meşrutiyette biz yorga gittik, onlar bindiler...”

                     

                    • Konu 10

                      10.        Konu            1920. Yıl Tebriz Ayaklanması

                      Konular:  Şeyh Muhammed Hiyabani; 1919. Yıl İngiliz-İran mukavelesi; Tebriz’de ayaklanma; Milli Hükûmetin icraatlari; Ayaklanmanın sonlandırılması.

                      Temel Okumalar:

                      -           “İran”, İslam Ansiklopedisi, 1. Cilt, İstanbul, 1961;

                      -            Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, 3. Bölüm;

                      -           Yeni Türkiye; Orta Doğu Özel Sayısı – IV, 2016, degişik bölümler;

                      -            Wikipedia’dan uygun makaleler;

                      -           Youtube’dan değişik videolar.

                      Ders Notları:

                      Güney Azerbaycan 1909 yılının Nisan ayında Rus ordusu tarafından işgal edilmişti. 1911 yılının sonunda Marağa ayanı Samed Han Şücaüddevle eyalet valisi olarak atandı. O, meşrutiyetçi güçlere karşı acımasız davranıyor, yerel irticayı güçlendiriyordu. Şücaüddevle, eyalette tam bir baskı rejimi kurmuştu. Rusya’nın ısrarı ile bu vazifeye getirilen ve Rusya temsilcilerinin talimatıyla hareket eden Şücaüddevle, merkezî Tahran yönetimini dinlemiyor, hatta yabancı protektorlarının yardımı ile eyaletin arazisini Gilan ve Zencan aleyhine genişletmeye çalışıyordu. Tebriz’deki Rusya başkonsolosluğu, Urmiye ve Erdebil’deki konsolosluklar eyaletin iç işlerine karışıyor, Rus vatandaşlarının haklarını koruma bahanesiyle bölgeyi ekonomik yönden Rusya’ya bağlamaya çalışıyordu. Bundan yararlanan Kafkasyalı iş adamları eyaletin iktisadî hayatını ele geçirmeye çalıştılar. Öte yandan, yerel zengin kitlenin Rusya vatandaşlığına geçmesi sürat kazanmıştı. 1909 yılının Mart ayından 1910 Mart’ına kadar geçen dönemde Azerbaycan eyaletine getirilen ürünlerin %90’ı Rusya’dan alınmış, bölgeden ihraç edilen ürünlerin %93’ü de Rusya’ya götürülmüştü. Rusya’nın Tebriz’e tayin ettiği yeni başkonsolos, Vali Şücaüddevle hakkında merkeze şu bilgiyi veriyordu: “Üç aylık pratik deneyimim gösteriyor ki, Şücaüddevle gibi kukla bir vali bulmak zordur. En doğrusu onun görevde kalmasıdır.”

                       

                      Tebriz’de Farsça yayınlanan Fikir ve Tofik gazeteleri Şücaüddevle’yi ve Rusya’yı övmekle meşguldü. Üçüncü Meclis seçimleri dönemi (Aralık 1914) Tofik gazetesinin sayfalarında Meşrutiyeti gözden düşüren, hatta onu lağvetmeye yönelik makaleler yayınlanıyordu. Gazete, eğer merkezî yönetim Azerbaycan’da seçimlerin yapılmasında ısrar ederse, Azerbaycan, İran’dan ayrılmak zorunda kalır yönünde fikirler ileri sürüyordu. Merkezî yönetimden ve İran’ın diğer bölgelerinden soyutlanan Azerbaycan’daki feodal ayrılıkçılığı, yalnız yerel öncü güçlerini değil, aynı zamanda ülkede etkili merkezî yönetim isteyen güçleri de korkutuyordu. Bu durum Anayasanın talebi olan eyalet ve vilayetlerde yerel yönetimler, başka deyişle, yerel özerklik ilkesini de itibarsız kılıyordu.

                       

                      Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Tahran’daki ‘meşrutiyetçi yönetim’ (Kacar sarayının ülkenin idaresindeki rolü azdı) daha da etkisizleşti. Tahran hükümetinin savaşta tarafsız olacağını ilan etmesine rağmen, İran arazisi savaşan tarafların askeri operasyon alanı oldu. İran’ın dış güçlere (Rusya ve Britanya) bağımlılığı daha da arttı. İran’ın nüfuz alanlarına bölünmesini içeren 1907 tarihli Rusya-Britanya anlaşması 1915 yılında tekrar ele alındı, ‘Tarafsız bölge’ Britanya’nın nüfuz dairesine dahil edildi. Öte yandan, Almanya da İran üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalışıyor, Tahran’daki siyasî güçlerin bir bölümünü (ilk olarak İran Demokrat Partisi’ni) kendi tarafına çekmeye çalışıyordu. Sık sık değişen merkezî hükümetler ülkede istikrarı sağlayamıyordu. Tarihî kaynaklarda ayrıntıları ile yer alan bu hâkimiyet krizi konusundan önce ülkede ve Azerbaycan’da ideolojik-siyasî düşünce meseleleri üzerinde durmak araştırmamız için daha yararlı olabilir.

                       

                      Bağımsız ve tek parça bir İran devletinin varlığı meselesi Birinci Dünya Savaşı döneminde gündemdeydi. Kamuoyunu ilgilendiren esas mesele bu krizden çıkış yolunun bulunmasıydı. Ülkenin geleceğiyle bağlı çeşitli düşünceler ortaya atılıyordu. 20. yy’ın başlarından itibaren gelişmekte olan Pan-İranizm’in – İran’ın bütünlüğünü, yabancı devletlerin baskılarından kurtarılmasını ve modernleşmesini isteyen ideolojik-siyasî akımın - taraftarları faaliyetlerini güçlendiriyorlardı.

                       

                      Meşrutiyet devriminin yenilgiye uğramasından sonra ülke dışındaki basın İran milleti olarak tanımladığı toplumu ‘tek İran etnik birliği’ne dönüştürmek için somut düşünceler ileri sürmeye, Fars olmayanlar meselesinde daha saldırgan bir tutum sergilemeye başladı. Türklerin Farslaştırılması fikri daha açık şekilde talep edildi. Olayın dramatik ve düşündürücü tarafı daha önemlidir. Bu basın organlarının çoğunun kurucu ve yazarları Azerbaycan Türklerinden nüfuzlu insanlardı. Seyid Hasan Takizade Kave gezetesini Berlin’de tesis etmiş (1916), bu gazete 1924 yılına kadar Fars şovenizmi ve ırkçılığı düşüncelerini yaymıştır. Hüseyin Kazımzade-İranşehr’in kurduğu diğer bir organ – İranşehr dergisi de aynı düşünceleri yaymaktaydı. Mahmud Afşar Yezdi’nin kısa bir süre sonra kurduğu Ayende dergisi de Pan-İranizm’in ideolojik yapılanmasında önemli rol oynadı. Mahmud Afşar’a göre, vatandaşlar kendilerini ilk önce İranlı değil, Türk, Arap, Kürt, Bahtiyari veya Türkmen olarak ifade ettikleri sürece İran devleti dağılır. Bunun için de ‘azınlıkların dillerini, bölgecilik duygularını, boy-soy bağlarını ortadan kaldırmalı, Fars dili ve İran tarihini eyaletlere götürmeliyiz.’ İşte bu dönemde Arif Kazvini adlı tanınmış şair şöyle diyordu: “Türkün dilini çekip çıkarmak gerek; bu dilin ayağını ülkeden kesmek ve Fars diliyle dört nala Aras’ı geçmek uygundur; ey seher nesimi, kalk ve Tebrizlilere de ki, Zerdüşt’ün ana yurdu Cengiz’in yurdu değildir.”

                       

                      Ülke dahilindeki, özellikle dışındaki İran muhalefeti ilk defa olarak hâkim monarşi ile İran devleti anlayışlarını ayırdı, hatta onları birbirine karşı getirdi. Kacarları İran milletine yabancı olan, dış devletlerin çıkarlarını koruyan bir yönetim olarak takdim etmeye  başladılar. Muhalif grupların devlet anlayışı daha çok eski İran’ın Ahameni, Part ve Sasani devletleriyle özdeşleştirildi. Yüzyıllar önce kurulan bu devletler Arî ırkının gurur kaynağı olarak idealleştirildi.

                       

                      Diğer taraftan, muhalefetin propagandasında Kacarlarla Türklük aynılaştırıldı, Kacar yönetimine olan nefret ülke ahalisinin büyük kısmını oluşturan Türklere karşı yöneltildi. Ülkenin çok milletli yapısı gerilik belirtisi sayıldı. İran’ın güçlenmesi ve gelişmesi için modernist merkezlerde Batı Avrupa’nın homojen (tek milletli) toplumları model alındı. Çeşitli milletlerden, dillerden, kültürlerden oluşan İran Devleti muhalefetin propagandasında tek merkezî hâkimiyete sahip, tek dilli, tek kültürlü, tek milletli üniter devlete dönüştürülmeliydi. Bu amaca ulaşmak için iki görüş savunuluyordu: yönetimin merkezileştirilmesi ve Fars olmayanların Farslaştırılması.

                       

                      İran’ın fikir hayatında Pan-İranizm’in hâkim olduğu bu dönemde bu ideolojiyi etkisizleştirebilecek veya onun Fars olmayanlara karşı baskılarını azaltacak düşünce akımının oluş(turul)ması konusunda elimizde yeterince malzeme yoktur. Fakat Türklerin İran’daki durumu hakkında yurtdışında yayınlanan çeşitli yazılar, aynı zamanda Azerbaycan’da yaşanan siyasî süreçler Güney Azerbaycan’daki ayrı ayrı aydın gruplarında Türkçülük (milliyetçilik) fikirlerinin de ortaya çıkmasını sağladı.

                       

                      Ahmet Ağaoğlu (Ağayev) 1911 yılında Türk Yurdu dergisinde yayınladığı Türk Alemi genel başlıklı  makale serisinde İran’daki Türkler hakkında da bilgi vermiştir. Bu makalelerde Ağaoğlu İran’da Türklerin millî bilinç bakımından geri kaldığını belirterek şunları yazmıştır: “Türk kadar temessüle (assimilation), şerait-i mühitiyyeye tabıyyat etmeğe meyyal bir kavim yoktur. Türk mühitinin esiridir; o kadar ki kendini, kendi şerefe-i kavmiyyesini, haysiyyet-i tarihiyyesini, edebiyyat, lisan ve hatta an’anat-i milliyyesini bile unutu vermeye hazırdır; şu hakikati bütün tarihimiz bütün safahatı ile ispat ediyor: Türkler İran medeniyyetinin amil ve sani’i oldukları halde adat-i kavmiyye ve lisan-i millilerini unutarak bütün kalpleri ile Fars adat ve lisanına kapıldılar.”

                       

                      M. Emin Resulzade’nin 1912 yılının başlarında İstanbul’da yayınladığı İran Türkleri dizi makaleleri İran’daki Türklerin durumu hakkında ilk genel kapsamlı araştırmadır. İlk iki makale İran’ın, özellikle Güney Azerbaycan’ın coğrafi, etno-demografik tasnifatına ayrılmıştır. Sonra Resulzade İran’ın devlet hayatında iki esas kavmin – Türkler ve Farsların rolü konusuna değinir. Bu konuyla ilgili olarak, son beş yüz yılda İran devletçiliği iki unsura - Türklerin ‘kuvvetli bazularına, cengaverlik seciyelerine’ ve ‘Fars medeniyetinin maneviyatına’ dayandığını kaydediyor. Farslar yalnız maneviyat sahasında kalmamış, mülkî idarecilik işlerinde nüfuzlarını korumuşlardır. Bir kural olarak devlette ikinci şahıs – sadrazam vazifesine Farslardan tayin edilmiştir. Kacarlar döneminde yalnız ikisi - Muhammed Şah zamanında Hacı Mirza Ağa ve Muzaffereddin Şah döneminde Eynüddevle Fars değildi, onlar Türktüler.

                       

                      Askerî-siyasî açıdan yenilen Fars unsuru, İran hükümdarlarının yüzyıllarca Türk olduğu gerçeğini kabul etmeye mecbur olmuş, onları millî çıkarlarına uygun saymışlardır. Resulzade ‘Farslar, Türk hükümdarları kendi milliyetlerine mu’arız [karşı] bulmadıklarından onları millî İran padişahları gibi takdis etmişler [kutsamışlar]’ demektedir. Önce Araplara, sonra Türklere askerî-siyasî açıdan yenilen Farslar, çeşitli biçimlerde direniş göstermeye başladılar. Fars direniş hareketi Selçuklular döneminde esasen siyasî teröre (İsmailîler hareketi) el attı. Bu çaba da sonuç vermeyince - Moğolların Alamut’u dağıtmalarından sonra – Fars unsuru, kültürü ile varlığını korumaya karar verdi, etnik enerji daha çok kültürün yayılması ve geliştirilmesine yöneldi. Şüubiye hareketi bunun en somut örneğidir. Sonraları Batılı araştırmacılar bunu mevcut şartlarda en etkili davranış tarzı saymıştılar.

                       

                      Resulzade’nin İran’ın ikinci etnik unsuru - Türklerin statüsü konusundaki fikri de çok ilginçtir: “İran’da Türkler, ne Rusya’da olduğu gibi mahkum ve ne de Türkiye`de olduğu gibi hâkim bir millet değildirler. İran Türkleri, asıl İranlı olan Farslarla hukukta müsavi [eşit] vatandaş halinde bulunuyorlar: Aynı hakları, aynı imtiyazları haizdirler; üveylik çekmezler.” Burada yazar, Kacar hâkimiyetinin ‘Türk ırkından gelmelerine’ rağmen, millî-etnik süreçlerden uzak kalmalarına dikkat çekiyor: “Fakat İran hükümdarlarının Türk olması Türklere hususî bir imtiyaz bahşetmediği gibi, Fars milletinin tazyikine de sebep olmamıştır.” Aksine, “bu suretle beş yüz seneden beri şahlık tahtında Türk hanı oturuyorsa da, gerek bu hanlar, gerekse Türk ahali İranlılaşmış, yani Farslar tarafından temsil [asimile] olunmuşlar.”

                       

                      Resulzade bu asimile sürecinde iki etkenin – Şiilik ve Fars dilinin – önemli rolünün olduğunu kaydeder: “Şiilik İran Türklerini o kadar Farslaştırmıştır ki, şimdi onlar kendilerini Türkleşmiş Fars, yani aslen İranlı telakki ederler.” Elbette bu sonuncu fikir – Farslaşmak - Türk elit tabakasına (‘havass’a) aittir, çünkü onun aşağıda belirttiği gibi  ‘İran’da bir kelime Farsî bilmeyen külliyyetli Türkler vardır.’ Türk elitinin Farslaşması olayında Fars dilinin önemli rolüne dikkat çeken Resulzade, şöyle diyor: “Hükümdarların Türklüğüne rağmen memleketin lisan-i resmîsi Farisi kalmış ve merasim ve teşrifatta hep Farisi an’anatı [geleneği] muhafaza olunmuştur.” Eğitim tamamile Farsça olduğundan okumuş kesim Türkçe zorlukla yazıp okuyabilir. Resulzade şöyle devam etmektedir: “Hülasa Arapça nasıl bir lisan-i dinî ise Farisice de o derece bir selahiyet ve nüfuzu ha’iz lisan-i tahrirdir [yazı dilidir]. Türkçe konuşulur, Türkçe nutuk edilir, Türkçe va’azlar söylenir. Fakat yazıya gelince hep Farisi kesilir.” Böyle bir uygunsuz ortamda yerli Türk edebiyatı kendine yol bulmalı gelişmeliydi. Makalelerin beşincisinde Türk edebiyatının önde gelen temsilcilerinin eserlerinden getirilen örnekler esasında tahlil edilir. Makalenin devamında Türkçe basının izahı verilir, Söhbet ve Feryad gazeteleri açıklanır.

                       

                      İran Türkleri yazı  dizisinin önemli bölümü Türklerin Meşrutiyet devrimindeki (1905-1911) rolüne ayrılmıştır. Resulzade Fransız devriminde Marsilya, Osmanlı devriminde Selanik ne ise, Meşrutiyet devriminde de Tebriz aynı konumdadır, demektedir. Yazar, görkemli  Türk aydınlarının (Şeyh Cemaleddin, Muhammed Tahir, Abdürrahim Talıbzade, Zeynelabidin Maragayî) devrimin düşünce bakımından hazırlanmasındaki rolünü, onların siyasî olaylarda aktif katılımının sebeplerini genişçe tahlil etmekte, devrimin Azerbaycan’daki sürecinin özetini vermektedir. Türklerin bu devrime aktif katılımına rağmen, Farsların daha kârlı çıkmaları da Resulzade’nin dikkatini çeken meselelerdendir. Hatta bu eserin en kıymetli özelliklerinden birisidir. İran Türkleri dizi yazısının son makalesi Kaşkaylara ayrılmıştır. Resulzade, Kaşkaylar hakkında da değerli etnografik bilgiler vermiştir.

                       

                      Osmanlı ordusunun savaş yıllarında iki kez (Aralık 1914 – Ocak 1915, Nisan-Kasım 1918) Azerbaycan’a girmesi ve halk arasında propaganda işlerinin yürütülmesi burada Türklük düşüncesinin gelişmesinde etkili oldu. Osmanlılara karşı savaşmak için yerel ahaliden toplanan İzaki, Sili, Emriye ve diğer alaylar Osmanlı güçlerine karşı savaşmaktan imtina ettiler. Türklük düşmanı Ahmed Kesrevi’nin itiraf ettiği gibi, Osmanlı ordusunun Tebriz’e girmesini ahali büyük sevinçle karşıladı. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın komutasındaki Osmanlı ordusunun ikinci kez Azerbaycan’da bulunması millî düşünceli insanları bilinçlendirdi. Osmanlı komutanlığı Urmulu [Urmiyeli] toprak sahibi Cemşid Erdeşir Afşar Mecidüsseltene’yi eyaletin valisi tayin etti. Burada İttihad-i İslam Cemiyetinin bölge teşkilatı kuruldu (başkanı Yusuf Ziya), birçok tanınmış din alimleri bu kuruluşla işbirliği yaptılar. Osmanlı ordusu Tebriz’de Türkçe Azerbaycan gazetesinin yayınına ortam hazırladı. Gazetenin başına genç öğretmen, şair Mirza Tağı Rüfet getirildi. Toplumda Azerbaycan ahalisinin Türklüğü, İran-Turan mücadelesi vs. konular müzakere edilmeye başlandı. Osmanlı ordusunun yardımı ile Urmiye’de eğitimin Türkçe olduğu bir okul açıldı. Urmiye’nin ünlü müçtehidi (din alimi) Fazlullah bu okula müdür tayin edildi, ‘kısa süre zarfında okulun sınıfları çocuklar ve şehrin gençleriyle dolup taştı.’ Fars dili burada yabancı dil olarak okutuluyordu. Öğretmenler, şehrin eğitimli insanları ve Osmanlı ordusunun genç subaylarıydı.

                       

                      Bölge insanının moralini etkileyen diğer etkenler arasında savaş dönemi ve sonrasında Azerbaycan’da yaşanan olaylar, ilk olarak da Şubat-Nisan 1918’de Türklerin katliama maruz kalması idi. Bu katliamların esas sebebi Urmiye çevresindeki Hıristiyan ahaliyi tahrik ve teşkil eden Rusya, Fransa, İngiltere ve ABD’nin yerel diplomatik temsilcilikleriydi. İtilaf devletleri temsilcileri, özellikle Rusya ajanları savaş döneminde Osmanlı dahilindeki Ermenileri ve Asurileri (Nasturi, Cilo) silahlandırıp cephe gerisinde Osmanlı ordusuna karşı tahribatlara yönelttiler. Osmanlı ordusu bu çeteleri mağlup ederek silahlı birliklerini dağıttıktan sonra yüz binlerce göçmen sınırı geçip Hoy, Urmiye ve Salmas etrafına yerleştiler. Sadece göçmen Asurilerin sayısı 200 binin üzerindeydi. Tebriz’deki Rus başkonsolosu Nikitin raporunda şunları kaydediyordu: “Bu vahşi dağlıları [Asurileri] sivil ve çiftçi Müslüman ahalinin komşusu olarak tutmak mümkün değildir.” Yalnız Urmiye çevresindeki 10-15 bin Asurinin ihtiyacını Rus temsilciliği bir şekilde karşılamayı başardı. Çırılçıplak, aç, öfkeli Asuri göçmenler bölge ahalisine saldırıyor, Müslüman köylerini işgal ediyordu. Öte yandan, bu bölgedeki 80 bin askerden oluşan Rus ordusu  katliam ve soygun işinde Asurilerden geri kalmıyordu. Nikitin Rus askerleri ‘yiyerek-içerek dinleniyorlardı; onların işi günde üç kere bu şehrin [Urmiye’nin] pazarlarını talan etmekten, talan ettiklerini, askeri giysilerini, savaş araçlarını, hatta silah ve mermilerini satmaktan ibaretti’ diye yazmaktaydı. Rus konsolosu ayrıca, ‘Urmiye’de Hıristiyan ordusunun oluşturulması kararı verildiğini’ belirtmekteydi. Bu ordunun şahsi heyeti Asuriler ve Ermenilerden ibaret olmalı, onlara Rus, Ermeni, Fransız, İngiliz subayları eğitim vermeliydi. Raporda Ermeni-Asuri birleşik ordusunun 1918 yılı Şubat’ın 9’unda Urmiye şehrine saldırısı ve üç günlük savaş ‘Hıristiyanların lehine sonuçlandı, bu savaşın devamı çok etkili oldu, çünkü Asuri-Nasturilerdeki gibi etnik vahşet galip durumunda sınır tanımıyor’ demekteydi.

                       

                      Sonraki süreci Azerbaycan’ın Genel Tarihi’nin yazarı Sarvan (Yüzbaşı) Kaviyanpur anlatıyor. Kaviyanpur, Rusya’ya dönen Rus askerlerinin bütün silahı Hıristiyanların eline geçti, diye yazmaktadır. Onlar Urmiye ve etrafında bağımsız devlet kurma iddiasındaydılar. Asurilerin dinî lideri Mar-Şimon’un komutasında kısa sürede 30 bin askerden oluşacak ordu kurulması düşünülüyordu. Oysa Müslümanların elinde toplam 400 ateşli silah vardı. Yalnız Urmiye şehrinde 10 bin Türk ahaliyi öldürdükten sonra Ermeni-Asuri güçleri Salmas, Dilman ve Hoy’u da ele geçirmeye çalıştılar. Yeterli silahlı gücü bulunmayan bu şehirlerin ve çevre köylerinin ahalisi binlerce kurban verdi. Kaviyanpur’a göre, çoğunluğu Müslümanlardan olmak üzere bu çatışmalarda 130 bin kişi öldürüldü.

                       

                      Müslüman Türk ahalinin taleplerine cevap olarak Osmanlı ordusu yeniden cephe hattını geçerek toplu katliamları durdurdu. Yine Kaviyanpur’un verdiği bilgiye göre, asayişi sağladıktan sonra Azerbaycan’dan çekilen Osmanlı ordusunun komutanlığı Urmiye ahalisini toplayıp Ermeniler ve Asurilerden savaş ganimeti olarak aldıkları silahları ahalinin almasını, Osmanlılar gittikten sonra kendilerini savunmasını teklif etti. Şehrin önde gelenlerinden biri kalkıp İran devletinin savaşta tarafsız olduğunu, bu yüzden de silah almaya ihtiyaçları olmadığını ifade etti. Bu tür esassız ‘pasifist’ tutum kısa bir süre sonra Urmiye ahalisi ve etrafının yeniden kıyımlara naruz kalmasına neden oldu.

                       

                      Urmiye çevresindeki Kürt Şakkak çetesi de fırsat gözlüyordu. Ermeni ve Asurilerin silahlı çeteleri dağıtıldıktan sonra onların yerini bu Kürt çetesi aldı. Mar-Şimon’u katleden İsmail Ağa Smitko (Simko) nüfuz alanını genişletmiş, eyalet hükümeti ve Tahran’dan gönderilen silahlı grupları yok ederek, Maku’dan Serdeşt’e kadar uzanan bölgede eşkiyalık yapmaktaydı. Smitko’nun ‘bağımsız Kürdistan’ına’ Azerbaycan eyaletinin Urmiye gölünden batı ve güney toprakları da dahil idi. Bölgenin Türk ahalisi bu defa Smitko’nun zulmüne maruz kalmıştı (1925 yılına kadar bu araziler Smitko’nun denetiminde kaldı.) 

                       

                      Azerbaycan’da elit kesimin siyasî davranışına tesir eden veya edebilecek diğer bir olay ise Kafkaslarda yaşanıyordu. Şubat devriminden sonra Çarlık Rusya İmparatorluğu’nun çökmesi sürecinde Kafkaslarda merkezden ayrılma eğilimleri hızla artıyor, millî güçler bu bölgenin bağımsızlığı için faaliyet gösteriyorlardı. 22 Nisan 1918’de Güney Kafkasya, Rusya’dan ayrıldığını ilan etti, Güney Kafkasya federasyonunun dağılmasından sonra Kuzey Azerbaycan 28 Mayıs’ta bağımsızlığını ilan etti, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nde millet-devlet inşası süreci başladı.

                       

                      Siyasî süreç gösterdi ki, bu olaylar Güney Azerbaycan’da siyasî elitin davranışını etkilemedi, ya da çok az etkiledi. Bu dönemde mevcut olan İrşad, İttihad ve Terakki-yi İslam, İraniyan-i Müterakki, Demokratha-yi Müterakki, Nusret, Ahrar, Sosyal-Demokrat Adalet Partisi, Ekseriyyun, Biçizan, İstiklâl-i İran ve Fırka-yi İslamî gibi küçük siyasî partiler ve ülke çapındaki partilerin bölge teşkilatları Azerbaycan’da siyasî faaliyetle meşguldü. Bu partilerin programlarında ülkede millî meselenin varlığı yer almamıştı. Yalnız İrşad Partisi’nin programında Kafkasya’nın doğusu ile Güney Azerbaycan’a kendi geleceğini belirleme hakkının verilmesi zarureti, İraniyan-i Müterakki ise İran’da Fars olmayanların ilk okullarda ana dillerinde eğitim almasından yana olduğunu açıklıyordu. Haziran 1920’de Enzeli’de ilk kurultayını düzenleyen İran Komünist Partisi ülkede 15 milliyet ve dinî grubun olduğunu, İran’daki milletlerin federatif esaslarda ittifakının sağlanması zaruretini kaydediyordu. Kurultay temsilcilerinin çoğunun Türklerden oluşmasına rağmen, bu partinin bütün belgeleri Farsçaydı. Vidadi Mustafayev’e göre, ‘bu durum Azerbaycan’da demokratik hareketin ayrılıkçılık ve Pan-Türkizmle suçlanmaması zarureti’ ile izah edilebilir. Bakü’de yayınlanan Seda-yi İran ve Azerbaycan gazeteleri Pan-İranist düşünceleri yayıyorlardı. Sonuncu gazetenin tam adı Azerbaycan cozv-e layenfek-e İran est (‘Azerbaycan İran’ın ayrılmaz parçasıdır’) olup, gazeteyi Seyid Cafer Cevadzade - Pişeveri yayınlıyordu.

                       

                      Dönemin en önemli partisi, İran Demokrat Partisi (İDP, kuruluşu 1910) idi. Bu partinin de programında millî mesele hakkında hiçbir şey yoktu, programın ‘Siyasî kuruluş’ bölümünde eyalet ve vilayet encümenleri bile söz konusu değildi. İDP’nin siyasî faaliyeti sakin, gelişme yolu ile mücadele ilkesine dayanıyordu. Bu ilke dahilinde konuşmalar, istekler, talepler yoluyla merkezî yönetime tesir etmek, bölge vali ve yöneticilerin istifasını talep etmek esas mücadele biçimiydi. Bu partide  Azerbaycan eyalet komitesinden çok sayıda üyenin bulunması ve aktifliği onu farklı kılıyordu. Eyalet komitesinin Tebriz dışında Erdebil, Kazvin, Zencan, Urmiye ve diğer şehirlerde teşkilatları vardı. Tebriz’de eyalet komitesi Farsça Teceddüd (Yenileşme) adlı bir gazete çıkarıyordu. Ağustos 1917’de İDP Eyalet Komitesinin konferansı düzenlendi. Bu konferansta mevcut siyasî durumla ilgili önemli kararlar alındı. Bu konferanstan sonra birçok belgede Azerbaycan Demokrat Partisi (ADP, Firqe-yi Demokrat-i Azerbaycan) adı görüldü ve parti artık bağımsız faaliyet göstermeye başladı. Halbuki bu konferansta ve sonraki toplantılarda İDP’ye münasebet ayrıca görüşülmemiş ve ayrı bir parti programı kabul edilmemiştir. Konferans ADP Merkezî Komitesinin üyelerini belirledi, başkanlığa Şeyh Muhammed Hiyabanî seçildi.

                       

                      İDP Eyalet Komitesi Şubat Devrimi’nden sonra bölgedeki Rus askerlerinin oluşturdukları Sovyetlerle [askeri komitelerle] işbirliğine başladı, bazı yerlerde kendi temsilcilerini üye olarak bu Sovyetlere gönderdi. 1918 yılının başlarında Sovyet hükümeti, İran arazisinden Rus ordularını çekti. Rusların erzakları ve fazla silahları görüşmeler sonunda ADP’nin temsilcilerine teslim edildi. ADP bu yıllarda Sovyetlerle birlikte siyasî eylemler de düzenliyordu. Ağustos konferansında Partinin Rusya’daki Devrime Bakışı başlıklı bildiri kabul edilmiş, Bolşevikleri kastederek ‘biz programında kendi ülkesinin ve diğer ülkelerin halklarının özgürlüğünü savunan partiyle dost olmalıyız’ ilkesi açıklanmıştı. ADP’nin lideri Hiyabanî de  konuşmalarında Bolşeviklere eğilimini gizlemiyor, onlarla sıkı işbirliği yapılmasını öneriyordu.

                       

                      ADP Rus ordusundan farklı olarak Osmanlı ordusu ile normal ilişki kuramadı. Toplumun büyük kısmı Osmanlı ordusunu Ermeni-Asuri ve Kürt saldırılarından ve katliam-talanlardan kurtaran güç olarak görürken, diğer bir kısmı başta ADP yönetimi olmak üzere onu işgalci güç sayıyordu. Bu nedenle ADP üyelerini takip eden Osmanlı ordusu 13 Ağustos’ta parti yönetimini (Hiyabanî, Noberi ve Badamçı) hapsedip, Urmiye’ye götürdü, Kasım ayında ise Azerbaycan arazisini terk ederken onları birkaç hafta Kars’ta göz altında tuttuktan sonra serbest bıraktı. Bazı bilgilere göre, onların hapsi İran hükümetinin, özellikle Veliaht Muhammed Hasan Mirza’nın isteğiyle gerçekleşmişti.

                       

                      Osmanlı ordusu Azerbaycan’dan ayrıldıktan sonra İngiliz ordusunun işgali başladı. Dünya savaşının bitmesine rağmen Britanya İran’dan çekilmek istemiyor, aksine Osmanlı’nın ve Rusya’nın buradan gitmesinden yararlanarak, İran’daki konumunu daha da pekiştirmek istiyordu. 1919 yılının Ağustos ayında Vüsuküddevle hükümeti ile imzalanan anlaşmayla İran’ı siyasî ve ekonomik açıdan Britanya’ya tam bağımlı duruma düşürüyordu. Bu anlaşmaya İran toplumu itiraz etti. Ülke çapında anlaşmanın iptal edilmesini talep eden toplantılar, mitingler düzenlendi. En ciddî hareket Gilan, Horasan ve Azerbaycan’da yaşandı. Ülkeyi bürümüş hareketin esas talebi Britanya-İran anlaşmasının iptali idi.

                       

                      Meşrutiyet hareketinde olduğu gibi bu defa da Azerbaycan hareketin merkezini oluşturuyordu. Ülkenin başbakanı Vüsuküddevle Azerbaycan’ı İran devlet yapısı içerisindeki ‘kara leke’ olarak niteliyor, buradaki durum düzelmedikçe İran’da ‘asayiş’in sağlanamayacağını iddia ediyordu. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin İran’daki ilk büyükelçisi Adil Han Ziyadhan 1920 yılının Mart ayı başlarında Güney Azerbaycan’daki siyasî durum hakkında şöyle yazıyordu: “İran Azerbaycanı’nda İran’dan ayrılmak ve Azerbaycan Cumhuriyeti ile birleşmek yönünde şu anda zayıf da olsa, propaganda devam ediyor. Azerbaycan Cumhuriyeti yakın gelecekte İran’da meydana gelecek olaylara hazır olmalıdır.” Nisan ayının 11’inde ise büyükelçi İran’daki durumu şöyle karakterize ediyordu: “İran’da yaygın yolsuzluk ve görevlere atamada aleni rüşvet var; neticede halk insafsızca soyuluyor; mahkeme ve adalet denen bir şey yok; eski ihtişamdan iz kalmamış; yeni medeniyet ve bayındırlık görünmüyor; her yanda yoksulluk ve pislik... Farsların bizim cumhuriyete münasebeti o kadar da iyi değil, ancak, İran Azerbaycanı Türklerinin münasebeti kardeşcesine, dostanedir. İran Azerbaycanı özerkliğe, bağımsızlığa ve Farsistan’dan ayrılmaya can atıyor.” Büyükelçi Adil Han Ziyadhan’ın 12 Nisan’da Dışişleri Bakanına yazdığı mektup Tebriz’de yaşanan olaylara ilgisini gösteriyordu: “İran Azerbaycanlıları alenen diyorlar ki, Azerbaycan Azerbaycanlılar içindir ve ne zamana kadar Tahran’dan gönderilen Fars yöneticilerini doyuracağız. Onların tek amacı zavallı Azerbaycan halkını sömürmek, halkın elinden zorla alınan paralarıyla Tahran’da saraylar dikip bahçeler yapmaktan ibarettir.”

                       

                      Azerbaycan Cumhuriyeti büyükelçisinin son mektubunu gönderdiği tarihte Tebriz artık ADP’nin kontrolündeydi. Azerbaycan’da huzur ve istikrar sağlamak için Vüsuküddevle eyalet yönetimine zalimliği ile bilinen Şehzade Aynüddevle’yi vali, Eminülmülk’ü ise vali yardımcısı tayin etmiş, Tebriz’e çok sayıda kolluk gücü göndermişti.  Mart ayında devam eden baskılar, aynı zamanda Nisan’ın başlarında bölgedeki demokratların hapsedilmesi, ADP yönetimini ılımlı mücadele yollarından (rica, talep, itiraz mitingi, memurun istifası talebi vs.) vazgeçip daha radikal adımlar atmaya mecbur etti. Tebriz’deki çeşitli silahlı gruplar tarafsız kaldıkları ve hatta bazı grupların liderleri ADP tarafına geçtikleri için iki gün gibi kısa bir süre içerisinde devlet kurumlarını ele geçirmek zor olmadı. Geçici yönetim organı olarak kurulan İçtimai İdare Heyeti’nin (İİH) başkanı Şeyh Muhammed Hiyabanî Nisan’ın 7’sinde Tebriz ahalisine hitaben yaptığı konuşmasında, ‘bugün biz Vüsuküddevle ve İngilizlerle talancı anlaşmayı yapan hükümet aleyhine isyan ettik... Azerbaycan’ın adını Azadistan olarak değiştirerek bugünden itibaren Azadistan’ı ilan ediyoruz.’ diyordu. 9 Nisan’da İİH’nin Fars ve Fransız dillerinde yazılan bildirisinde ayaklanmanın amacı Azerbaycan eyaletinde asayişi sağlamak, hükümet temsilcilerinin Anayasaya aykırı siyasetine son vermek ve Anayasayı sözden eyleme geçirmek olarak değerlendirildi. Hâkimiyeti ele geçirdikten sonraki beş ay müddetinde İİH’nin faaliyeti ve Azerbaycan’daki durum hakkında Ali Azeri, Ahmed Kesrevi, Mihail İvanov, Şövket Tağıyeva ve diğerlerinin ayrıntılı araştırmaları olduğundan ayaklanmanın özellikleri üzerinde durmaya çalışacağız.

                       

                      Yukarıdaki alıntılarda da görüldüğü üzere, ayaklanmanın asıl amacı 1919 yılı Britanya-İran anlaşmasının ve ülkedeki İngiliz nüfuzunun ortadan kaldırılmasıydı.

                       

                      ADP yönetiminin eyaletin adını Azadistan olarak değiştirmesi yalnız propaganda maksadı taşımamıştır. Bu meseleye açıklık getirmek Tebriz ayaklanmasının karakterine açıklık getirir. Hiyabanî ve silahdaşları aynı zamanda 1920 Nisan ayının 7’sinde, Aras Nehri’nin kuzeyinde Azerbaycan adlı devletin (Azerbaycan Demokratik  Cumhuriyeti’nin) varlığını yeterince değerlendiremediler. ADP yönetimi bu millî ve bağımsız devletle ilişki kurmaya çalışmadı. Bunda Bolşevizme temayül ve Sovyet Rusyası’nın vaatlerine güven önemli bir rol oynamış olabilir. Onlar Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Denikin, daha sonra Sovyet Rusyası tehlikesi karşısında siyasî varlığını korumak için İngiliz kayyumluğundan yararlanma isteğinin yeterince farkına varmamış, bu devletin Güney Azerbaycan’a karşı iddialı olduğunu zannetmişlerdir. Bazı yazarlar bu isim değiştirmeyi Aras’ın kuzeyinde Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla izah etmeye çalışıyorlar. Mesela 1960’lı yılların tanınmış solcu muhalif liderlerinden olan Ali Rıza Nabdil (Oktay) bu konudaki görüşlerini şöyle ifade ediyor: “Hiyabanî’nin demokratları Büyük Ekim Sosyalist Devrimine olumlu yaklaşmalarına rağmen, sosyalist devrimin güneye doğru ilerlemesi ve Kafkasya’da Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulmasına karşı savunma pozisyonu aldılar. İran Azerbaycanı eyaletinin isminin değiştirilmesi bu tutumu gösteren bariz örnektir.” Ali Rıza Nabdil’in ikinci iddiası doğru değildir. Çünkü isim değiştirme kararının beyan edildiği 7 Nisan’da Sovyet Azerbaycanı henüz kurulmamıştı, Sovyet Azerbaycan’ı 28 Nisan’da ilan edildi. Fakat Nabdil’in, Hiyabanî’nin ‘sosyalist devrimin güneye doğru ilerlemesine karşı savunma pozisyonu alması’ konusundaki tezi tarihî olaylara uygundur.

                       

                      Hiyabanî 1920 yılının yazında Sovyet ordusunun Gilan’a müdahalesini, ayrıca 7. Şirvan alayının Erdebil’i işgalini, Cengelîler hareketini dikkatle izlemiş, Sovyetlerin sözü ile eylemi arasında büyük fark olduğunu görebilmişti. Gilan Sovyet Cumhuriyeti ordusu adı altında Sovyet ordusunun Zencan’a doğru ilerleyip işbirliği teklifinde bulunduğunda Hiyabanî, bu teklifi geri çevirmiş, ordunun Azerbaycan’ın içlerine doğru ilerlemesine şiddetle itiraz etmişti. Ayrıca Aras’ın güneyinde bulunan Abbaskulu Bey Şadlinski’nin atlı süvarilerinin, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın yardım teklifini reddetmiş, ‘İran’ı İranlılar kurtarmalıdırlar’ demiştir. Hiyabanî, 7 Ağustos 1920’de Yuq Rossii (Rusya’nın güneyi) isimli gazetenin muhabiriyle söyleşisinde Gilan olaylarında halk adına halka zulmedenlerin (Bolşevik liderlerinin) hareketlerini ciddî bir şekilde kınamıştır. Hiyabanî önceleri, hatta ayaklanmanın ilk aylarında Rusya’da devam eden süreci önemli bulduğunu ifade ediyor, Bolşeviklerle işbirliğinden çekinmiyor, ancak Gilan’da Bolşeviklerin terör ve talanlarından sonra bu söyleşisinde Bolşevizmi ‘Çarizmin diğer yüzü’ olarak nitelendiriyordu.

                       

                      Konumuz için önemli olan sorulardan bir diğeri ise 1917-1920 yıllarında Demokrat Partinin Azerbaycan’da mücadele ettiği dönemde, özellikle Tebriz ayaklanması döneminde burada millî özerklik bağlamında bir hareketin olup olmadığıdır. Yukarıda da kaydedildiği üzere, İDP, aynı zamanda ADP’nin program belgelerinde İran’ın federalleşmesi zarureti, Azerbaycan’a millî özerkliğin verilmesi talebi ileri sürülmemiştir. Fakat ADP uygulamalarında, özellikle Tebriz’de yönetimi kontrol ettiği beş aylık sürede Azerbaycan’ın özerkliği düşüncesini gerçekleştirdi. İlk olarak Tahran’dan gönderilmiş olan devlet memurları ve askerî personeli görevlerinden uzaklaştırarak bu görevlere ADP’nin tanınan üyeleri tayin edildiler. Hiyabanî defalarca konuşmalarında ‘bizim Tahran’dan gönderilen valiye ihtiyacımız yoktur’ demiş, Tahran’dan tayin edilen vali ve vali yardımcısının faaliyet alanını mümkün olduğu kadar sınırlandırmaya çalışmıştır. İran’ın geçerli olan Anayasasına uygun olarak Azerbaycan’da eyalet ve vilayet encümenlerinin kurulması talebine Tahran’dan cevap alamayan hareketin yönetimi, Anayasayı da aşarak Hiyabanî’nin başkanlığında 24 Haziran 1920’de Millî Hükümet’in kurulduğunu ilan etti. Millî Hükümet aynı gün veliahdın ikametgahı olan Alakapı’ya aktarıldı (ertesi gün Vüsuküddevle hükümeti istifa etti).

                       

                      Tebriz’de Millî Hükümet döneminde Tahran basını, Azerbaycan’daki hareketi ayrılıkçı, İran’dan ayrılma hareketi gibi değerlendiriyor, Hiyabanî ve hareketin liderleri hakkında iftiralar yayıyordu. Halbuki ADP yönetimi Azerbaycan özerkliğini İran’ın demokratikleşmesi için bir araç sayıyordu. İran’a demokrasi, Azerbaycan’a özerklik sloganlaşmasa da, hareketin önderleri bu çizgiden ayrılmadılar. Hiyabanî görüşünü şu sözlerle ifade ediyordu: “Tebriz İran’ı kurtaracaktır... Bugün Tebriz’de hükümet demokratların elindedir. Bu demokratik hükümet Tebriz’den başlayacak ve İran’ın en uzak şehirlerini de kapsayacak. Biz yavaş yavaş bu yüce amacımıza ulaşacağız. Bütün yönetim ve makamlar kontrolümüz altında olacak.” Hiyabanî’nin konuşma ve makalelerinde kullanılan ‘vatan’ anlayışı İran’ı, ‘millet’, ‘hem-vatanlar’ anlayışları ise bütün İran ahalisini ifade ediyordu. 1917’den sonraki tüm hareket dönemlerinde, özellikle Tebriz’de hâkimiyete sahip olduğu zaman bile ADP yönetiminin Türk kültürü ile ilgili özel faaliyetinin olmaması dikkat çekici bir husustur. Bürokratik işler yine de Farsça yapılıyor, ADP’nin gazeteleri Farsça yayınlanıyor, ‘Memleket-i Azadistan’ın resmî belgelerinin üstünde eski İran’ın simgesi olan ‘şir-hurşit’ (aslan-güneş) yer alıyor, İran parası kullanılıyordu. Aslında özerklik alanındaki taleplerle kıyasla 1919 anlaşmasının ve Britanya’nın merkezî hükümet üzerinde hükümranlığının kaldırılmasına, merkezî hâkimiyetin demokratikleşmesi taleplerine daha çok önem veriliyordu. “Demokratlar için spesifik millî menfaat bağımsız öneme sahip değildi, onların çabası İran’ın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünün savunulmasına, vilayette [eyalette] anayasal yönetim şeklinin kurulmasına, Azerbaycan’da istikrarın hâkim olmasına, tarafsız İran’da (özellikle Azerbaycan’da) düşman tarafların askerî faaliyetlerinin, Azerbaycan’ın batısında Türklerle Asuriler arasında yaşanan çatışmaların tahribatının ortadan kaldırılmasına yönelmişti.”

                       

                      Şeyh Muhammed Hiyabanî ve Azerbaycan Demokrat Partisi beyan ettikleri teceddüt siyasî felsefesine uygun olarak İran’ın modernleştirilmesi, İran siyasî sisteminin demokratikleştirilmesi, İran’ın Britanya İmparatorluğu’nun sömürgesi haline gelmemesi, ana yurdu Azerbaycan’ın özerklik haklarına sahip olması istekleri ve bu doğrultuda görülen olağanüstü önemli işler, Tahran hükümetinin ve İngiliz diplomatik temsilciliğinin güçlerini birleştirip,  bu ‘kara leke’yi temizlemeye sevk etti. Tebriz’deki demokratik hâkimiyete karşı gereken hazırlık işlerini tamamladıktan sonra merkezî hükümet güçleri 11 Eylül 1920’de saldırıya başladı ve üç gün içinde Tebriz’de Tahran’ın hâkimiyetini yeniden kurdu. Şeyh Muhammed Hiyabanî ve onlarca hareket lideri öldürüldü. Azerbaycan’dan sonra Gilan ve Horasan’daki bölgesel demokratik yönetimler de ortadan kaldırıldı. 1919 yılı anlaşmasının iptal edilmesine rağmen, İran’ın demokratikleşmesi, hatta federalleşmesi uğruna eyaletlerde başlayan hareket başarısızlıkla sonuçlandı. Böylece, yönetimin merkezleşmesi için yol açılmış oldu.

                       

                      • Konu 11

                        11.       Konu        Pehlevi Rejimi ve Türklük

                        Konular:  Kacarlar otoritesinin iflası; Rıza Han’ın hâkimiyete getirilmesi; İngilizlerin rolü; Eğitim, kültür vd. sahalarda ayrımcılık; Türkçenin yasaklanması.

                        Temel Okumalar:

                        -           Yeni Türkiye; Orta Doğu Özel Sayısı – IV, 2016, değişik bölümler;

                        -           Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, 5. bölüm;

                        -          Nəsib Nəsibli, Güneyli-Quzeyli Meselelerimiz, Bakı: Aypara3,  2013,

                                   değişik bölümler;

                        -          Ervand Abrahamian, İran: Between Two Revolutions, Princeton: Princeton University Press, 1982, p. 102-280;

                        -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

                        -           Youtube’dan değişik videolar.

                        Ders Notları:

                        Eyaletlerde millî-demokratik hareketlerin ortadan kaldırılması, İran’ın eski ‘memalik-i mahruse’den çağdaş federal devlete dönüşmesi şansının azalmasından sonra ülke içinde ve dışında Pan-İranist propaganda oldukça güçlendi. Yukarıda da kaydedildiği üzere, ülkeyi bölünmekten kurtarmak için reformcu-modernist çevreler yönetimin Tahran’da merkezleştirilmesini ve Fars olmayan halkların zorla Farslaştırılmasını talep ediyorlardı.

                         

                        Ülke içinde ‘Azerbaycan meselesi’ne Pan-İranizm açısından açıklık getiren en hassas olay Seyid Ahmed Kesrevi Tebrizi’nin ilk defa 1921 yılında yayınlattığı Azeri, ya Zeban-e Bastan-e Azerbaygan (Azeri veya Azerbaycan’ın Eski Dili) isimli kitabı idi. Pan-İranizm’in Azerbaycan’a bakışının şekillenmesinde bu kitapçığın önemli rolü oldu. Kesrevi bu kitabında Fars şovenizmini içeren düşüncelerini ispatlamak için keyfî olarak seçtiği bazı Arap kaynaklarını referans göstermiş, yanlış sonuçlar çıkarmıştır. Bu kitabın ana düşüncesi şöyledir: İran’ın diğer eyaletleri gibi Azerbaycan’ın da eski yerel ahalisi Arilerdir; Azerbaycan ahalisi İranî dillerden biri olan Azerice konuşmuştur; takip eden yıllarda Türk boylarının İran’ın bu bölgesine yerleşmeleri sonucunda Türk dili zorla bölge ahalisine kabul ettirilmiştir. Bu tezin amacı Azerbaycan Türklerinde kökleri ile ilgili kuşku, aşağılık kompleksi yaratmak, Azerbaycan ahalisini Farslaştırmaktır.

                         

                        Bu yıllarda Güney Azerbaycan ahalisinin Türklüğü fikrini savunan yazarlara (M. Emin Resulzade, Ahmed Ağaoğlu, Giritli Hasan Ruşeni Barkın vb.) cevap verenlerin de çoğunluğu Azerbaycan kökenli şahıslardı. Bu bakımdan Ruşeni Barkın’ın yazdığı kitap ve makalelere, ayrıca İstanbul’daki konuşmalarına Berlin’deki Azerbaycan kökenli şahısların tepkisi ilginçtir. Ruşeni Bey Türkiye’de Türk Ocakları’nda verdiği konferanslarda ve Vatan gazetesinde yayınlattığı makalelerde Türkiye’de İran’ın yeterince tanınmadığına, özellikle buradaki yerli Türklerin durumuyla ilgilenilmediğine  dikkat çekmektedir. Ruşeni Barkın ‘İran’ı hâlâ millet-i vâhide zanneden mütefekkirlerimiz pek çoktur’ diye yazmıştır. Ruşeni Bey Türklerin hızla mazlum duruma düşmekte olduğunu vurgulayarak Farslarla Türklerin münasebetlerinin gerginleştiğini de kaydetmiştir: “Orada Farslar, yani hâkiki Acemler İran Türklerini Türk oldukları için, hâkir görürler. İran’da bir Acem bir Türk’e kızdığı vakit ona Türk-e har, yani eşek Türk diye hitap eder.”

                         

                        Feryad gazetesinin eski redaktörü, şair ve yazar Mahmud Ganizade Ruşeni Beye Cevap adlı risalesinde şiddetle ‘dört milyon Türkün esaret altında inlediğini’ yazan Ruşeni Beyin tezine karşı çıkar, İran’da ayrımcılık olmadığını iddia eder. Azerbaycan ahalisinin çoğunluğunun Oğuz olduğunu vurgulayan Ruşeni Beye itiraz ederek, Ganizade Azerbaycanlıların Ari ırkına mensup olduğunu iddia eder. Ganizade öfkeyle şöyle devam eder: “Eski Med eyaleti, Zerdüşt’ün vatanı, ta Arap istilasına kadar yedi yüz sene sönmeden yanan ateşkede-yi azime-’Azergeşnesb’ ile daha yüzlerce ateşkedelerin beşiği, Babek-i Hürremi’nin mesgetorreası [doğum yeri] ve İran’ın temel taşı olan Azerbaycan’ın ahalisine nasıl olur da Türk diyorsunuz? Giyafe, seciyye, melameh-i vechiye ‘fizyoloji’ veelhasıl her nokta-yi nazardan tam bir İranlı bulunan Azerbaycanlının neresinde Türklükten cüz’i bir eser bulabiliyorsunuz? Milletler daima lisanları ile yek-diğerinden tefriğ olunmaz [ayrılmaz]. Etvar [tavırlar], ahlak ve temayülattır ki, medar-i hükm [hüküm kaynağı] olabilir.” Ganizade’den sonra R.Ş.Tebrizi [Rızazade Şafak] da Ruşeni Beye cevap verme ihtiyacı hissederek yeni kitabçık yazıp yayınlattı. Tebrizi de milliyeti oluşturan unsurlar arasında dilin öneminin olmadığını ifade ediyor ve ‘İran milleti’ anlayışına kendi tanımını veriyordu: “Milliyet onu oluşturan fertlerin arasında ortak olan tarih, gelenek ve görenekler, din, edebiyat, vatan gibi toplumsal etkenlerin ürünü olarak var olan özel bir ruh hali, bir iç duygudur.”

                         

                        Reformcu-modernist çevrelerin propagandasının esas yönlerinden birisi de ülkenin ekonomik ve siyasî hayatını, ayrıca silahlı güçleri Büyük Britanya’nın kontrolüne bırakan 1919 yılı anlaşmasının iptali idi. Bu anlaşmanın iptal talebini kamuoyunun geniş kesimleri savunuyordu. Hatta iş o kadar ileriye vardı ki, Sultan Ahmed Şah da anlaşmanın onaylanmasına karşı olduğunu açıkladı. Buna rağmen Britanya, konumunu  değiştirmek ve İran’ı terk etmek düşüncesinde değildi. Britanya İmparatorluğu yeni değişen şartlarda İran’da konumunu korumak ve güçlendirmek için siyasetini daha kapalı, fakat daha radikal şekilde yürütmeye başladı. 29 Ocak 1920’de Büyük Britanya’nın Mezopotamya’daki yüksek komiseri Sir Persy Cox Tahran’daki İngiliz büyükelçisine yazdığı uzun telgrafda askerî güçlerinin İran’dan çıkartılması ihtimaline dikkat çekiyor, 1919 yılı anlaşmasının mevcut şartları üzerinde ısrar etmenin mümkün olmadığını dile getiriyordu. İran Meclisi’ni ikna edebilecek yeni bir anlaşma konusundaki görüşlerini ifade ettikten sonra şöyle yazıyordu: “Yeni anlaşma imzalanırken öyle bir ortam oluşabilir ki, mevcut Şahın [Ahmed Şah Kacar’ın] sülalenin diğer bir ferdi ile değiştirilmesi ya da bu sülalenin diğer bir sülale ile değiştirilmesini kabul etmek durumunda kalalım.” Bir yıl sonra İngiliz büyükelçisinin Bakan Curson’a yazdığı gizli telgrafta İran’ın kuzey bölgesinde demokratik hareketlerin başarısı karşılığında ülkenin güneyinde İngiltere’nin nüfuzu altında ayrıca bağımsız bir devletin kurulmasını öneriyordu. İngiliz büyükelçiliğinin 1919 yılı anlaşmasını onaylatmak yönündeki çabası İran hükümetinin istifasına sebep oldu, Başbakan Sepehdar’ın 16 Şubat 1921’de yeni hükümet kurma çabası da siyasî krizi ortadan kaldıramadı. Britanya’nın bir grup temsilcisi çözümü İran subaylarının eliyle devlet darbesinde görüyordu. Bu doğrultuda ciddi hazırlıklar yapılıyordu. 1920 Şubat ayının 21’inde Kazak divizyonunun [tümeninin] Kazvin bölüğü Rıza Hanın öncülüğünde Tahran’da önemli devlet dairelerini ele geçirdi, yüksek düzeyli onlarca devlet memuru hapsedildi. Ülkede İngiliz çıkarlarının savunucusu Seyid Ziya (Seyid Ziyaaddin Tabatebai) başbakan tayin edildi. Seyid Ziya kısa bir süre sonra yaptığı açıklamada bir sıra reformların yapılacağını, ‘milleti kurtaracağını’ savunuyordu. 26 Şubat’ta çok önce  hazırlanmış olan Sovyet-İran anlaşması imzalandı. İngilizlerin onayı ile 24 Mart 1919 tarihli Britanya-İran anlaşmasının iptal olduğu ilan edildi. Nisan’ın 17’sinde ise başbakan İngiliz ordusunun İran’ı terk etmesini içeren bir açıklamada bulundu. Gerçekte bu anlaşma iptal edilmişti, İngiliz askerlerinin İran’ı terk etmesi ise devlet darbesinden önce başlamıştı. Yeni başbakanın bu hareketleri ilk olarak halk arasında şaşkınlık yarattı. Bu süreçte Britanya maliye müşavirinin yardımcısı H.J.M. Balfour, Tebriz’de İran milliyetçiliği konumundan çıkış edenler ‘zor duruma düşmüştüler, çünkü yeni rejim onların programına tam uygun ruhta faaliyet gösteriyorsa da, O’nun [Seyid Ziya’nın] İngilizlerle yakın dostluğu Tebrizlilerin gözünde en büyük engel idi’ diye yazmaktaydı.

                         

                        Ülkede demokratik hareketin bastırılıp düzenin sağlanamamasından kısa süre sonra büyük mülk sahipleri-burjuva çevreleri Seyid Ziya’ya karşı itiraz etmeye başladılar. Eski aristokrasi onun ‘ifşa edici’ açıklamalarından, ayrıca Kacar şehzadelerinden bazılarının hapsedilmesinden rahatsızdı. Artan genel memnuniyetsizlikten devlet darbesinin asıl figürü, Kazak divizyonunun yeni komutanı Rıza Han Savadkuhi yararlandı, eski müttefiki Seyid Ziya’ya karşı başlatılan kampanyaya katıldı. Yeni Kavamüsseltene hükümetinde savunma bakanı olan Rıza Han yönetim basamaklarında hızla ilerlemeye başladı. Bu alanda ona İngilizler önemli yardımlar sağladılar. Ülkenin askeri güçlerini eline geçiren savunma bakanı 1923 yılında artık  siyasî hâkimiyet iddia ediyordu. Ekim 1923’te yurtdışından ülkeye dönen Sultan Ahmed Şah, Rıza Hanı başbakan tayin etmeye mecbur oldu. Yeni başbakanın baskısıyla yeniden yurtdışına giden Sultan Ahmed Şah kardeşini kendisinin naibi ilan etti, ancak o gittikten sonra Rıza Han, Şah naibinden siyasete karışmayacağı konusunda yazılı taahhüt aldı. Rıza Han, 1923 yılının son aylarından Kacar sülalesinin devrilmesi, genellikle monarşinin kaldırılması ve ülkede cumhuriyet rejiminin kurulması doğrultusunda kampanya başlattı. Rıza Han hükümetinin gizli yönetimi altında Kacarların devrilmesi ve ‘cumhuriyet uğruna hareket’ sürecinde miting ve gösteriler düzenleniyor, gazetelerde Kacarların İran’ın gelişimine engel olduğu, cumhuriyet yönetim şeklinin üstünlükleri anlatılıyor, Meclis’te bu meselerle ilgili Rıza Han’ın taraftarları çok yönlü bir kampanya yürütüyorlardı. Kacarların İran tarihindeki rolü, onlara karşı propaganda birçok hallerde basında Fars ırkçılığı şekli alıyordu. Propagandanın bu tarafı o kadar açık tezahür ediliyordu ki, Sovyet Azerbaycanı’nda bile bunun farkında olanlar vardı. Komünist yazar Mehmet Said Ordubadî 2 Nisan 1924’te Kommunist gazetesinde bu propagandaya itiraz ederek, bazı İran gazeteleri, ‘Farslara yabancı olduğu (Türk oldukları) için Kacarların iş başından çekilmesini gerekli biliyorlar’ diye yazıyordu.

                         

                        Rıza Han’ın taraftarları Kacarların eski dayanağı Azerbaycan’da faaliyette bulunulmasına büyük önem veriyorlardı. Kacarlara karşı yürütülen kampanyada Rıza Han Azerbaycan’ın mülk sahibi-burjuva çevrelerini kendi tarafına çekebildi. Mart 1924’te insan tasvirini yasaklayan İslam kurallarını bozarak, Tebriz’deki şehir garnizonunda Rıza Han’ın heykelinin dikilmesi ihtişamla kutlandı. Yukarıda bahsedilen Ruşeni Barkın ile Mahmud Ganizade ve Rızazade Şafak arasındaki polemikte Rıza Han’ın şahsiyeti meselesi de söz konusu olmuştur. Ruşeni Barkın’ın İran’da Türklerin ‘asılsız efsanelere kapıldıklarını’, Türklere ‘uçurumlar kazılan bir muhitin’ oluşturulduğunu, Rıza Han’ı dahi saymanın yanlış olduğunu içeren fikirlerine karşı Mahmud Ganizade şöyle yazıyordu: “Serdar Sepeh hazretleri [Rıza Han] hiçbir zaman dahi olmak iddiasına düşmemiş, o gayet sade, gayet mütavazı bulunmakla beraber, demir pençe, metin bir azim ve iradeye sahiptir ki, o sayede sizin efsane addetdiğiniz o muntazam orduyu kurarak... güvenlik ve asayişi İran’a getirmiştir. Siz ona ister ‘İngiliz kölesi’, ister ne diyorsanız deyiniz, biz İranîler Rıza Han hazretlerine tapıyor ve o zattan geleceğe ait daha büyük şeyler bekliyoruz.” 1925 yılının yazında Rıza Han, Tebriz, Hoy, Salmas ve Azerbaycan’ın diğer şehirlerine seyahat etti. O, Tahran’dan yola çıkmadan önce yaptığı açıklamada bu eyalete gitme davetini Azerbaycan’ın İran karşısındaki özel hizmetleri karşılığında kabul ettiğini söylüyordu. Aslında ise bu, Kacarları devirmeye hazırlık konusunda şahsen talimatlar verdiği ‘gözlem seyahatiydi.’ İki ay sonra Azerbaycan’da Kacarların devrilmesi için açık ve çok yönlü kampanya başlatıldı. Tüccarlar, mülk sahipleri ve sanatkarlar şehirlerin çoğunda, özellikle Tebriz’de askeri komutanlığın talimatıyla gösteri ve mitingler düzenliyor, halkı genel greve çağırıyorlardı. Mitinge katılanlar Meclis temsilcilerini ‘vatan hainleri’ olarak niteliyor, kesin önlemlerin alınmasını talep ediyorlardı. Azerbaycan’ın mülk sahipleri-burjuva çevreleri Rıza Han’a yardım amacı ile Tebriz’de Azerbaycan Millî Hareketi Birleşik Komisyonu  ismiyle teşkilat kurdular. Gazete yazarları, bakanlıklar, siyasî aktivistler ve Meclis üyeleri bu teşkilat için telgraflar alıyorlardı. Bu teşkilatın telgraflarının İran milliyetçiliği ve Fars ırkçılığı ruhunda kaleme alındığı dikkat çekicidir. Bunlar ‘Moğol evlatları Kacarların Azerbaycan sayesinde var oldukları’ ve ‘Keyan tahtını gaspettikleri’ gibi sözlerle doluydu. Tebriz’deki bu teşkilat İran’ın çeşitli şehirlerindeki yakın teşkilatların koordinasyon merkezî rolünü oynuyordu. Tebriz’den onlara gönderilen telgraflarda talimatlar veriliyor, ancak Tebriz’e gelen telgraflar hesap sorma karakteri taşıyordu. Tebriz’deki bu teşkilata tabi olan ve onun yerel teşkilatı olarak Tahran’da Yaşayan Azerbaycan Müttehitleri teşkilatı kurulmuştu. Doğrudan bu teşkilatın katılımıyle Kacarların devrilmesi kampanyasında faaliyet göstermeyen Meclis’in Azerbaycan temsilcileri tutuklandı ve bu temsilcilerin Meclis’e girmesi yasaklandı.

                         

                        Tebrizlilerin taleplerini Meclis’in önemsemediğine itiraz mahiyetinde Ekim’in başlarında Tebriz çarşısı kapandı, daha sonra Rıza Han taraftarları şehirdeki devlet kurumlarını işgal etmeye başladılar. Ekim’in 29’unda onlar bildiri yayınlayarak, Tebriz’in Tahran’la ilişkisini kestiğini açıkladılar. Kentte başkent üzerine yürüyüş için ‘gönüllü gruplar’ oluşturulmaya başlandı.

                         

                        Bu arada cumhuriyet düşüncesi, yeni devrimci hareket dalgasının oluşmasından çekinen feodal aristokrasi ve ruhani kesimin direnişiyle karşılaştı. Kendi hâkimiyetini pekiştirerek ‘cumhuriyet planı’ndan imtina eden Rıza Han, Kacarların nüfuzunun azaltılması yönünde faaliyetini derinleştirdi. 1925 yılı Şubat ayında Rıza Han, Kacarlarla her tür işbirliğinin kesilmesi meselesini Meclis’e sundu. Meclis Rıza Han’a Başkomutan yetkileri verdi. 29 Ekim’de İran Meclisi’nde Kacar sülalesinin devrilmesini talep eden Azerbaycan’dan gelen telgrafların görüşülmesine başlandı. 31 Ekim’de Meclis Kacar sülalesinin yönetiminin iptali, geçici yönetimin Rıza Han’a verilmesi, ayrıca yönetimin geleceği ile ilgili kurucu meclisin kurulması konusunda karar aldı. Polis ve askeri baskı ortamında geçirilen yeni Meclis seçimlerinde çoğunlukla Rıza Han’ın taraftarları ‘seçildiler.’ Bu yeni Meclis 12 Aralık 1925’te Rıza Han’ı, Rıza Şah Pehlevî adı ile İran’ın şahı ilan etti. Mevcut Anayasanın monarşi ailesi ile ilgili dört maddesi değiştirildi, İran’ın devlet kuruluşu ise değiştirilemez olarak kaldı.

                         

                        Bununla da Kacarların mutlak hâkimiyetinin anayasal monarşiyle değiştirilmesi, daha sonra anayasal monarşi yönetim şeklinin krizle sonuçlanan dönemi sona ermiş oldu. ‘Soyundan uzaklaşmış ve manen, cismen yıpranmış Kacar sülalesi’ (Ahmed Ağaoğlu) tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı.

                         

                        Bu dönem (1905-1925) millî münasebetlerde yeni bir durum yarattı. Milletleşme ve millî bilinç bakımından diğerlerini çok geride bırakmış olan Farslar, siyasî süreci millî çıkarları doğrultusunda yönetmeyi başardılar. 1925 yılında Farslar hâkim millet statüsüne sahip oldular.

                         

                        İran Türklüğü bu 20 yıl içinde İran’ın bağımsızlığı ve modernleşmesi yönünde özveri ile çalıştı, kendisinin bir parçası olan Kacarların hâkimiyetinin zayıflaması, daha sonra tamamiyle yönetimi bırakması için çaba gösterdi. Tüm bunlar gelecek millî sorunlarının ortaya çıkmasının sebeplerinden biri oldu.

                         

                        Yıllarca İran’ın dağılmasını önlemeye, onu merkezileştirmeye ve çağdaş bir devlete dönüştürmeye çağıran milliyetçi-modernist çevreler artık geleceğe ümitle bakabilirlerdi. Onların amaçlarını ve heyecanlarını destekleyen Rıza Şah, yönetim gücünü elinde toplamış ve İran’da modern bir millet-devlet kuracağını vaat etmekteydi. Rıza’nın şah ilan edildiği 1925 yılında yukarıda adı geçen Ayende dergisinin sahibi Mahmud Afşar Yezdi, ‘İran tarihine, Fars dili ve Şiiliğe’ değer verenleri şuna ikna etmek istiyordu: vatandaşlar kendilerini önce Türk, Arap, Kürt, Bahtiyar ya da Türkmen olarak bilirlerse İran devleti dağılacak. Ondan ötürü, bu ‘azınlıkların’ dilini, bölgeciliği, kavimlerine sadakat hislerini yok etmek, ‘modern İran’ın farklı sakinlerini bir millete dönüştürmek lazım.’ Mahmud Afşar diğer bir makalesinde İran’ın bütün, müteşşekil bir devlete dönüştürülmesinde Şiiliğin yeterli olmadığı, ülkenin Türk ‘sarı tehlikesi’ ve Arap ‘yeşil tehlikesi’ karşısında kaldığını savunuyordu. Hükümeti ayrı ayrı toplumlar arasında medeni, ekonomik ve coğrafi ilişkileri artırmaya davet ediyordu. Bunun için Fars dili ve İran tarih bilincini ülkenin bütün bölgelerine yayma, ülke çapında demiryolu şebekesini geliştirme, Farsça dışındaki coğrafi adları değiştirme, Türk ve Arap aşiretlerini sınır bölgelerinden ülkenin merkezine taşıma, merkezî hâkimiyetin verimliliğini artırma tekliflerini getiriyordu.

                         

                        Tahran’da hâkimiyetin merkezileştirilmesi süreci 1920’li yıllarda eyaletlerdeki millî-demokratik hareketlerin bastırılması ile başlamıştı. Azerbaycan, Gilan ve Horasan’daki hareketlerin dağıtılmasını, ülkenin çeşitli yerlerinde merkezî hâkimiyeti formal olarak tanıyan aşiretlerin silahlı gücünün yok edilmesi takip etti. Azerbaycan’da Şahseven aşiretinin bazı liderleri katledildi, topraklarının bir bölümü devlet mülkiyetine geçirildi. Ülkenin çeşitli yerlerine göç ettirilmiş Şahsevenlerin bazı arazilerine göçebe Kürt aşiretleri (Celaliler) yerleştirildi. 1924 yılında uzun yıllar ayakta kalmayı başarabilmiş olan yarı bağımsız Makı Hanlığı yok edildi.

                           

                        Ülkenin merkezileştirilmesi ayrı ayrı silahlı kuvvetlerin birleştirilmesi ile başladı. (Bu, 1919 yılı Britanya-İran anlaşmasında da tasarlanmıştı.) Kazak tümeni ile jandarma kuvvetlerini birleştirdikten sonra Savunma Bakanı Rıza Han, emrinde 40 bin kişiden oluşan bir ordu kurdu. Devlet topraklarının ve dolaylı vergilerin gelirlerini denetimi altına alan Rıza Han, ordunun sayısının hızlı bir şekilde arttırılmasını sağladı. 1926-1941 yılları arasında savaş bütçesi 5 kat arttı, 1941 yılında ordunun büyüklüğü 127 bin askere ulaştı. Rıza Şah’a yakın askerler devlet kurumlarına yerleştirildi, bu zümrenin devlet yönetimindeki ağırlıkları sürekli arttı. Sivil bürokrasi de yeniden kuruldu. 90 bin sivil devlet memuru aracılığıyla merkezî hükümet ülkeyi ilk kez sınırlara kadar kontrol etme imkânını elde ediyordu. Şah sarayının ülkenin yönetimindeki yeri görülmemiş bir şekilde arttı. Rıza Han’ın merkezileştirme siyaseti 30’lu yıllarda onun şahsi hâkimiyetinin pekiştirilmesi, diktatörlüğünün şekillenmesi, Pehlevilerin İran’ın en varlıklı ailesine dönüşmesi ile sonuçlandı. Safeviler’den sonra ilk defa devlet sıkı idarecilik, güç mekanizmalarıyla toplumu tam anlamıyla kontrol altına alabildi.

                         

                        1920 ile 1930’lu yıllarda sosyal alanda yürütülen reformlar arasında eğitim sisteminin çağdaşlaştırılması dikkati çekmektedir. Bu doğrultuda büyük adımlar atıldı. Ruhanilerin denetimi altında olan okullardan bağımsız, Eğitim Bakanlığı’na bağlı dünyevi (modern sistemli) okullar ağı oluşturuldu. 1922 yılında bu ilk okulların sayısı 440 iken, 1942 yılında artık 2401 okul vardı. Dolayısıyla öğrencilerin sayısı da 43 binden 244 bine ulaştı. Tahran’da üniversite, diğer şehirlerde de yüksek öğrenim kurumları kuruldu, onların da öğrenci sayıları hızlıca artmaktaydı. 1929 yılından itibaren hükümet her yıl Avrupa’da öğrenim görmek isteyen 100 öğrencinin eğitim harcını ödemeye başladı.

                         

                        1920 ve 1930’lu yıllar İran tarihinde aktif millet inşası dönemidir. Rıza Pehlevi yönetiminin siyaseti çok milletli, çok kültürlü imparatorluğu bir millet, bir dil, bir kültür, bir siyasi hâkimiyetten ibaret üniter devlete dönüştürmek gibi iddialı bir amaç taşıyordu. Fars milliyetçiliği, resmî devlet siyasetinin temelini oluşturuyordu. 1930 yılında Fars dili tek resmî devlet dili ilan edildi, diğer dillerin eğitim sisteminde, basın-yayında ve devlet yönetim sisteminde  kullanılması yasaklandı. 1933 yılında reklam levhalarının diğer dillerden Farsça’ya tercüme edilmesi hakkında bütün işyeri ve mağaza sahiplerine talimat verildi. Farsça dışındaki diğer dillerde olan özel isimler küçük harflerle yazılmalıydı. Arap dilinin öğretimi eski okulların ders programlarından çıkartıldı. Ders kitaplarının tamamı Farsça idi ve Tahran’da basılıyordu. Fars dilinin diğer dillerden aldığı alıntı sözlerden temizlenmesi ve genel olarak dil sahasındaki reformlar için dil cemiyeti (Ferhengistan) kuruldu. Bu meseleyi araştırmış olan R. Galunov, 1936 yılında yazıyordu ki; nispeten az miktarda Türkçe ve Avrupa sözcüklerinden şimdiki Farsçayı temizleme görevini yerine getirmek mümkün görünüyor. Fakat Fars dilinin söz varlığının %50’sini oluşturan Arapça sözcüklerden onu arındırmak pek mümkün değil. Savunma bakanlığında ise askeri terminolojinin Türkçe sözcüklerden temizlenmesi için özel bir komisyon kuruldu. Polisin sansür dairesine yazılı materyallerde Fars dilinin ‘temizliğini’ denetleme görevi verildi. Peyman (editörü Ahmed Kesrevi) ve Şefege Sorh gazetesi ‘temiz Farsça’ hareketinin öncüleriydiler. Resmî yerlerde ve etkinliklerde geleneksel giyimlerin kullanılması yasaklandı, tüm erkeklerin ‘Pehlevi Papağı’ takmaları emredildi. Kadınların halka açık yerlerde geleneksel baş örtüsü takmaları yasaklandı. 1938’de yeni neslin ‘vatana hizmet’ için eğitilmesi görevini taşıyan Sazemane Pervereşe Efkar (Fikirlerin Yayılması Teşkilatı) adlı devlet kurumu kuruldu.

                         

                        Meşrutiyet döneminden kalma ‘İran milleti’ anlayışına yeni renkler katıldı. Eski İran tarihinin, özellikle Sasani döneminin idealleştirilmesi resmî tarihçiliğin özünü oluşturdu. Okullarda tedris edilen ve basın yayın organlarında savunulan ‘Ariya İrsi’, insanlığın en kıymetli tarihî değeri olarak takdim ediliyordu. 1933’te Ahameni/Hehameneş padişahı Daryuş’un büyüklüğü ve Tahtı-Cemşid sarayının önemi hakkında yazılacak en güzel şiir için bir yarışma düzenlendi. Mümkün olduğu surette Arap terimleri ve sözcükleri eski İran/Fars terimleri ile değiştirildi. Arapça vatan sözcüğü  mihen ile değiştirildi. Silahlı kuvvetlerin başkomutanı artık Sasani döneminin arteşbod terimi ile tanımlanıyor, eyaletler ostanlara, vilayetler şehristanlara, bölükler behşlere dönüşüyordu. Eski Ariya mirasının propagandası Faşist Almanyası ile 1930’lu yılların ikinci yarısında yakınlaşma sonrasında daha da güçlendi. ‘Kuzey Aryalılar’ ile ‘Zerdüştün halkı’ arasında manevi birlik her vasıtayla övülüyordu. 1936’da Hitler Reich’ının özel kararıyla İranlılar ‘temiz Ariyalılar’ ilan edildiler.

                         

                        Resmî ‘İran milleti’ anlayışı bu ülkede Farsça konuşan İranlıların dışında bir milletin varlığını inkâr ediyordu. (Müslüman olmayan azınlıklar istisnadır). Hükümet farklı bir bakışın olmasına bile tahammül edemiyordu. Milletler Cemiyeti araştırma komisyonunun 1933’te İran halkının etnik yapısı hakkındaki raporuna İran basınının bakışı acı gerçeği ortaya koymaktadır. Setare gazetesi 28 Mayıs 1933 tarihli sayısında şöyle yazıyordu: “Öyle görünüyor ki rapor yazarının etnografiden haberi yoktur, Kürtler ve Lurlar’ın en temiz  İranlı olduklarını bilmiyor. İran Türklerine gelince, onların ırk bakımından Faslardan hiçbir farkları yoktur.”

                         

                        Yeni Pehlevi hanedanı hâkimiyetinin güçlenmesi milliyetçi-modernistler tarafından İran’ın yabancıların hâkimiyetinden (Kacar hanedanından) kurtulması, hâkimiyetin ‘doğal sahibine’ geçmesi olarak kabul ediliyordu. Buna mukabil, Türk asıllı, fakat bir hayli derecede Farslaşmış Kacarların hâkimiyetten gitmesi özellikle Türklük üzerine saldırıların meşrulaşmasına dayanak oluşturdu.

                         

                        Rıza Şah hükümetinin ırkçı siyasetinin asıl hedeflerinden biri İran’da Türk dilinin kullanım alanını sınırlamak ve eğer mümkünse bu dili unutturmaktı. Azerbaycan’da yeni açılan devlet okullarında Türkçe derslerin konulmasının yasaklanması bir yana, okullarda sözlü sohbetlerde Türkçeden yararlanma, ana dili Türkçeden diğer dil bilmeyen çocuklara derslerin Türkçe anlatılması bile yasaklandı. Tahran’dan gönderilen maarif müdürleri bu alanda özellikle aktif faaliyet gösterdiler. Onların arasında A. Mövsümi ve G. Zövki ayrıca anılmalıdır. Mövsümi’nin ‘Türkçe konuşanların boynuna boyunduruk geçirip ahıra bağlayın’ önerisi, Zövki’nin ise Azerbaycan’daki eski okullarda teneffüs zamanı Türkçe konuşanları cezalandırmak için ‘ceza sandıkları’ konulması yönündeki önerisi uzun yıllar yerli halkın hafızasından silinmedi.

                         

                        1920-1930’lu yıllarda Güney Azerbaycan’daki eğitimin durumunu gösteren en inandırıcı kaynaklardan biri, görkemli medeniyet adamı Muhammed Ali Ferzane’nin hatıralarıdır. Dr. Ferzane, okuduğu eski okullardan birinde Türk diline karşı devletin yaklaşımını şöyle anlatmıştır; Bu okulun müdürü eski özel okulun sahibiydi, bu okulun devlet okuluna dönüşmesinden sonra o, okula müdür olarak atanmış, öğretmenlik de yapıyordu. ‘Cenap müdür çocukların dini ve akidevi terbiyelerine çok önem verir, Kur’an’ı doğru okutmakta ve ahkami-şeriyeyi doğru anlatmakta çok çabalardı.’ Ayrıca bu müdür-öğretmen ‘Fars edebiyatına da çok vakıfmış.’ Sadi’nin Gülistan’ını, Hafız’ı, Rumi’nin Mesnevi’sini ezberden okur, öğrencilerine bunları güzelce anlatırmış. ‘Fakat onun izahı her zaman Türkçe olurdu. Kağıttan bakmazsa Farsça konuşamazdı. İki kelime konuşacak olsa dili dolaşır, sözleri karıştırırdı.’ Farsçayı iyi konuşamayan bu müdür-öğretmenin problemi okula müfettişin gelmesinden sonra başlar. Derste sınıfa giren heyet üyelerinden biri müdürün karışık dille ‘Hoş geldiniz’ demesinden bu öğretmenin Farsçayı iyi konuşamadığını anlar ve şöyle der: “Bu nasıl müdür ki kendisi Farsça konuşamıyor, çocuklara nasıl ders verebilir? Niye eğitimli bir müdür seçmediniz?” Müfettişler gittikten sonra müdürün ve sınıftaki öğrencilerin durumunu Dr. Ferzane şöyle anlatıyor: “Biçare müdürün rengi sararmış, destek vermeseler yıkılacaktı. Heyettekiler geldikleri gibi çıkıp gittiler. Çocuklardan biri gidip su getirdi. Müdür bir yudum içip sandalyeye oturdu. Çocuklar üzülmüşlerdi, içlerinde  ağlayanlar da vardı.”

                         

                        Anadilleri sosyal-kültürel hayatın diğer alanlarından da çıkartıldı. Anadilde kitap ve gazete basımı, gösteriler düzenlemek, hatta yas ve taziye meclislerinde Türk dilinde konuşmanın önüne geçilmeye çalışılıyordu. Bir zamanlar Tebriz’de tiyatrolar insanların ilgisini çekerken, daha sonra tiyatro eserlerinin Farsçaya çevrilmesi tiyatro salonlarının boş kalmasına neden olmuştu.

                         

                        Azerbaycan’da Türklüğün izlerini silmek için buradaki Türkçe eski yer adlarının değiştirilmesiyle işe başlandı. Urmiye [Urmu] şehrinin adı Rezaiye olarak değiştirildi. Acı Çay tercüme edilerek Telhrud, Karaçimen-Siyahçimen oldu. Karacadağ resmî olarak Arasbaran adlandırıldı.

                         

                        1937-1938’li yıllarda ülkenin arazi-idari yapısında değişiklik yapıldı. Bu değişikliğin amaçlarından biri Fars olmayanların birliğini mümkün olduğu kadar bozmaktı. Bu değişiklikle aynı zamanda eski yer adlarını da hafızalardan silmek amaçlanıyordu. Yeni arazi bölümlemesine göre, Azerbaycan eyaleti iki parçaya ayrıldı. Bununla birlikte eyaletin tarihî-coğrafi adı yok edildi ve isimlerin yerini sadece numaralar aldı. Eyaletin esas kısmı üçüncü (merkezi Tebriz şehri) ve dördüncü (merkezi Rezaiye, önceki Urmu) onların bünyesine katıldı. Zencan vilayeti ve Türklerin yaşadığı diğer bölgeler bunların bünyesine dahil edilmedi, onlara bağımsız idari statü de verilmedi. Daha sonraları 3. ostan Doğu Azerbaycan, 4. ostan ise Batı Azerbaycan olarak adlandırıldı.

                         

                        1920-1930’lu yıllar, Azerbaycan’daki kurumlara merkezden gönderilen memurların sayısının artmasıyla da dikkati çekmektedir. Pek çok kurumun memurları daha önce de Tahran’dan gönderiliyordu. Rıza Şah döneminde bu, kitlesel bir hâl almaya başladı. Bu memurların yerel halkın dilini bilmeleri zorunlu sayılmıyordu. Aksine, onlara Türk dilinin ve medeniyetinin aşağılanması, böylelikle Azerbaycan Türklerinde aşağılık kompleksi oluşturarak asimilasyona yönlendirme görevi veriliyordu. Azerbaycan’a vali olarak gönderilmiş olan Abdulla Mustofi sonraları baskı altında tuttuğu Azerbaycan halkı hakkında şöyle yazıyordu: “Azerbaycan halkının Türkçe kırıldatmasına [bolgur kerden] rağmen, onlarda olan İranlılık ruhu ülkemizin hiçbir yerinde yoktur.” Bu ostanda Türk dilinin matem yerlerinde konuşulması bile yasaklanmıştı, çünkü ‘Daryuş ve Kambiz’in halefleri Efrasiyab ve Cengiz’in dilinde konuşamazlardı.’

                         

                        Türkçenin yazı dili olarak yasaklandığı, konuşma dilinin kullanıldığı alanın sınırlandığı bir ortamda millî edebiyatın gelişmesini beklemek doğru değildir. Devlet mekanizmasının eğitimli kesim arasında aşağılık kompleksini yaydığı bir muhitte anadilde yeni edebi eser örneklerinin ortaya çıkması mümkün değildi. Böyle bir ortamda Mirza Ali Möcüz (1873-1934) yaratıcılığının ortaya çıkması olağanüstü bir olaydı. Şebüster’de doğmuş olan Möcüz’ün şahsiyetinin şekillenmesinde genç yaşlarında 16 yıl İstanbul’da yaşaması son derece etkili olmuştur. Çeşitli konularda anadilinde esasen satirik şiirler yazan Möcüz, millî şair Sabir’in güneydeki devamı sayılmaktadır. Möcüz, elyazısıyla kaleme aldığı özgeçmişinde şunları aktarmıştır: “Atam Şebüster’in tüccarlarındandı. Ben onaltı yaşındayken babam vefat etti. Böylece İstanbul’a gittim, orada on altı yıl kaldıktan sonra ayrıldım ve vatanımın ağlar halini görüp, vaizliğe başladım. Bu növhehanlığım bazı din bilginlerinin hoşuna gitmedi, bana savaş ilan ettiler. 26 yıl birbirimizle çatıştık. Hayrat verdiler, çağırmadılar. Düğün oldu, ben katılmadım. Bununla bile sonuna kadar mücadele ettim, ben yazdım, hem de kendi anadilimde yazdım... Fars dilini çok da iyi bilmiyorum ve bu dilde de çok az yazmışımdır. Hem de öyle sanıyorum ki, Azerbaycanlılar Fars dilinden o kadar da hoşlanmazlar.”

                         

                        Devletin iktisadi alandaki siyaseti de ayrımcılığa dayalıydı. 1930’lu yıllarda hükümet altyapı ve üretim alanlarına büyük harcamalar yaptı. Trans-İran demiryolu ve şose yollar yapıldı.  Yiyecek mahsulleri, dokuma-tekstil, kimya, madencilik, inşaat ve diğer alanlarda devlet 83 büyük fabrika kurdu. Bunlardan yalnızca biri, Miyandab'taki (İkiçayarası) şeker fabrikası Azerbaycan’ın payına düştü. Yeni açılan bu devlet işletmelerinin çoğu İsfahan, Tahran ve Mazenderan’da bulunuyordu. İşte bu 1930’lu yıllarda özel sermayenin Azerbaycan’dan İsfahan, Tahran ve İran’ın diğer Fars bölgelerine geçişi gerçekleşti.

                           

                        Yukarıdakileri özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz: 19. yy. sonlarından itibaren Azerbaycan Türkleri’nin ülke siyasetindeki güçlerini adım adım yitirmeleri, onları 1920-1930'lu yıllarda mazlum bir millet konumuna düşürmüştür. Rıza Şah’ın diktatörlük rejiminin timsalinde devlet, Türkler'in varlığını modernleşen İran’ın bütünlüğü için bir tehlike olarak görmüş ve Türk kültürünü hedef alarak ciddi darbeler vurmuştur. Pan-İranizm ideolojisi, Rıza Şah hükümetinin resmî siyasetinin temelini oluşturmuştur. Farslar arasında etnik konsolidasyon süreci ise kıyaslanamayacak bir hızla ilerledi. Türkler arasında eğitimli kitle, özellikle memur kesimi arasında İrancılığa bağlılığın artmasına rağmen, Türk halkının çoğunluğu arasında İran devleti- Türk milleti münasebetlerine açıklık geldi. Türk halkının bir bölümünde ‘İran devleti’ anlayışından kopuş süreci yaşandı.

                        • Konu 12

                          12.      Konu        Milli Hükûmet (1945-1946)

                          Konular:  İkinci Dünya Savaşı ve İran; 21 Azer hareketi; Milli Hükûmet; Güney Azerbaycan’da baskı sistemi.  

                          Temel Okumalar:

                          -           Yeni Türkiye; Orta Doğu Özel Sayısı – IV, 2016, değişik bölümler;

                          -           Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, 6. Bölüm;

                          -          Nəsib Nəsibli, Güneyli-Quzeyli Meselelerimiz, Bakı: Aypara3,  2013,

                                     degişik bölümler;

                          -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

                          -           Youtube’dan değişik videolar.

                          Ders Notları:

                          İran’ın kuzeyinin Sovyetler Birliği, güneyinin de İngiltere tarafından işgal edilmesi ülkedeki siyasi durumu değiştirdi. Sovyetler işgal eylemini Rıza Pehlevi’nin Faşist Almanya’sı ile sıkı işbirliğine dayandırarak, 1921 Sovyet-İran Anlaşması’nın 6. maddesi uyarınca verilen birkaç notadan sonra 1941 yılının Ağustos ayında Sovyet ordu birliklerini bu ülkede konuşlandırdı. Gerekli direnci gösteremeyen İran ordusu dağıldı. Bu, Rıza Şah diktatörlüğünün çöküşüne neden oldu. Eylül ayında Rıza Şah, oğlu Muhammed Rıza’nın lehine iktidardan vazgeçmek zorunda kaldı.

                          Böylece, İran’da göreceli liberal bir siyasi ortam oluştu. Siyasi tutuklular hapishanelerden serbest bırakıldı. Ülkede antifaşist bir hareket başladı. Ortaya yeni siyasi partiler çıktı.

                          Güney Azerbaycan’da da sosyo-politik yaşam canlandı. 20 yıllık anti-Türk, anti-Azerbaycan rejiminin burada bulunan Fars memurları, halkın intikamından korkarak Tahran’a kaçtı. Türkçe konuşmaya ve Türk kültürüne uygulanan yasaklar kalktı. Millî ruha sahip aydınlar yeni oluşan fırsatları değerlendirerek harekete geçti. Ekim 1941’de Tebriz’de Azerbaycan Cemiyeti adı altında bir kurum oluşturuldu. Mirza Ali Şebüsteri, İsmail Şems, Ali Maşınçı, Cafer Ekberi, M.M. Çavuşi, Hilal Nasiri ve diğerleri Cemiyet’in kurucularıydı. Cemiyet, 1 Kasım’dan başlamak üzere Farsça ve Türkçe Azerbaycan gazetesini yayınlamaya başladı. Gazetede, yeni kurulmuş olan Cemiyet’in amacına ilişkin yazılar yayımlanmaktaydı. Bu gazetenin materyalleri Azerbaycan Cemiyeti’nin taleplerine ilişkin bir fikir oluşturmaktadır. Millî ve sosyal özgürlük için mücadele eden bu cemiyet, siyasi alanda demokratik Anayasa ve meşruti yönetimin uygulanmasını, eyalet ve vilayet encümenlerinin oluşturulmasını, temsilcilerin Millî Meclise halk tarafından seçilmesini, egemen sınıf ve kesimlerin çıkarlarını savunan yasaların gözden geçirilmesini, Azerbaycan’ın yasal haklarının savunulmasını, devletin Azerbaycan’da sanayi tesislerini inşa etmesini, işsizliğin ortadan kaldırılmasını, dil özgürlüğünün sağlanmasını, anadilde tüm seviyelerde eğitim ve kitap yayınlanmasını istemekteydi.

                          Azerbaycan gazetesinin resmî İran milleti anlayışından farklı bir millet kavramını ortaya koyması da ilginçtir. Gazetenin sayfalarında sıklıkla Azerbaycan milleti anlayışına rastlamak mümkündür. Gazeteye göre, bu millet ‘… duygu, dil, gelenek ve toprak bütünlüğüne sahip halktır’. Milleti oluşturan unsurlar arasında dile büyük önem veriliyor, dil milletin temel alameti sayılıyordu.  Azerbaycan Cemiyeti ve basın organına göre, İran’da tek bir dil olmadığından İran milleti de yoktur, çok milletli İran toplumunu (İran milliyetini) birleştiren asıl şart ‘amaç ve ideal birliği’ olabilir. Azerbaycan Türklerinin (Azerbaycanlılar, Azerbaycan halkı) ayrı bir millet olduğunu ispatlamak için gazetede millî dilin önemine vurgu yapılıyor, onun (Türkçenin) diğer dillerle (ilk başta Farsça ile) eşitliği konusunda ısrar ediliyordu. Dil sorunu, Azerbaycan Cemiyeti için vazgeçilmez bir ‘kırmızı çizgi’ olarak kabul edilmekteydi. Gazete, 15 Aralık 1941 tarihli sayısında kararlılıkla şunu yazmaktaydı: “Her kim dilimize, geleneklerimize, kaynaklarımıza kastetmek isterse, biz onu düşmanımız olarak görecek ve son nefesimize kadar onları yok etmeye çalışacağız.” Azerbaycan gazetesi, Farsçanın Azerbaycan’da yayılmadığını, ‘Azerbaycan dilinin Türk dilleri sisteminde bağımsızlığını, Azerbaycan nüfusunun dili ile İran’ın diğer eyaletlerinin dili arasında daha 7. yy’dan itibaren hiçbir benzerliğin bulunmadığını, İran’da Moğol hâkimiyeti ile Azerbaycan’ın Türkleşmesi arasında hiçbir bağlantının olmadığını belirterek, Azerbaycan’da mevcut dilin kullanım dönemine ilişkin bilimsel bilgilere yer vermekteydi.  Böylece, İran milleti ile ilgili resmî ideolojinin Azerbaycan’la ilgili ana fikirleri yalanlanıyor, millî varlığın kanıtı için teorik gerçekler ortaya konuluyordu.

                          Azerbaycan, aynı zamanda Şahın (Tebriz’de Farsça yayınlanıyordu) gazetelerinin en çok üstünde durduğu konulardan biri de, Rıza Şah diktatörlüğü döneminde Azerbaycan’a karşı uygulanan millî zulüm siyaseti idi. Söz konusu gazetelerde yayınlanan makalelerde sosyal hayatın farklı alanlarında, özellikle dil konularında, millî ayrımcılık siyaseti kınanıyor, bu siyasetin ezilen Azerbaycan’ı ekonomik ve kültürel olarak geride bıraktığı vurgulanıyordu.

                          Azerbaycan Cemiyeti, yeni koşullarda Tahran yönetiminin Azerbaycan’a yönelik siyasetinin değişmesi gerekliliğini öne sürüyordu. Azerbaycan gazetesi 2 Şubat 1942 tarihli sayısında bu cemiyetin amacına dair şunu yazıyordu: “Bizim gazete Tahran’da yasaklanmış, sanki biz Azerbaycan’ın İran’dan ayrılmasını istiyoruz. Temel amacımız, halkın anadilini kullanmaya yönelik demokratik haklarını savunmaktır. Hükümet, Azerbaycanlıların [halen] Farsça konuşan halk olmadığını ve hiçbir zaman da olmadıklarını artık anlamalıdır. Bizim resmî ve anadilimiz [konuşma dilimiz] Azerbaycan dilidir. Biz, anadilimizin okullarda ve devlet dairelerinde kullanılması için elimizden geleni yapacağız. Dilimizi yozlaştırmaya çalışanlar bu işten vazgeçmelidir.” Azerbaycan Valisi Halil Fehmi de, Şahın gazetesine gönderdiği mektubunda, yerli halkın kendi dilini sahiplenmesine Pan-İranistlerin düşmanca tavırlarına karşı çıkıyordu. O, Azerbaycan nüfusunun kendi dilinde konuşmaya çalışmasının, kesinlikle onun merkezî hükümete ve ülkenin bütünlüğüne karşı olduğunu göstermediğini kayd ediyordu.

                          Bu arada, kendisini ‘Türkiye, Irak ve diğer ülkelerde bulunan 37 bin İran Türkü mülteci ve göçmenin temsilcisi’ olarak tanıtan Sanan Azer (Mehmet Sadık Aran) adlı yazar, İstanbul’da İran Türkleri adlı son derece ilginç bir kitapçık yayımladı. Söz konusu kitapçıkta, Türklerin İran tarihindeki rolü özetlenmiş, onların mevcut durumu araştırılmıştır. Çalışmanın ilk cümlesinde konu şu şekilde açıklanıyor: “Talihsiz bir insan zümresi olarak İran sınırları içinde yaşamaya mahkûm bulunan biz İran Türkleri asırlardan beri İran varlığını koruduk. Kanımızı İran istiklâli için akıttık. Hatta kendi ırkdaşlarımız olan Anadolu Türkleriyle İran uğrunda savaştık. Malımızı İran davası için sarfettik.” Çalışmanın sonraki bölümlerinde bu tezi kanıtlamak amacıyla yazar, çeşitli kaynaklar kullanarak tarihî geçmişi analiz etmiştir. Yazar, ‘Arap istilasından İran istiklâlini kurtaran, Doğu, Batı ve Kuzeyden İran’a saldıran güçlere karşı göğsünü gererek kılıçlarıyla İran’ı koruyan… Fars dili ve edebiyatını bir devlet dili ve Doğu kültürü haline getiren ve Hindistan’a kadar bu dili yayan ve koruyan yine Türk sultanları ve hakanları olduğunu’ kayd ediyor. Klasik Fars edebiyatının ölümsüz eserlerinin özelikle Türk hükümdarları döneminde yaratıldığını vurgulayan yazar, onların Fars eyaletlerine dokunmadığını belirtmektedir. Daha sonra Sanan Azer, Pan-İranistlerin ‘Türkler Farsları asimile etti’ tezini ‘asılsız, insafsız, ilme, tarihe ve hakikate uygun olmayan iddialar’ olarak kabul etmektedir. Bu iddiaların ‘sırf İran’daki milyonlarca Türk’ün varlığını yok saymak ve onları boğmak, mahvetmek maksadıyla uydurulduğuna’ işaret etmektedir.

                          Yazar, İran’daki Türklerin demografik ve etnografik durumunu da açıklamaktadır. İran’da nüfus sayımının yapılmaması buradaki Türklerin kesin sayısını göstermeyi imkânsız kılmaktadır. Yazarın tahminine göre, söz konusu yıllarda İran’da yaşayan 10 milyon nüfusun 5 milyonunun Türk olması gerekir. Onlardan 3 milyonu eski Azerbaycan eyaletinde, diğerleri ise çeşitli bölgelere yerleşmiştir.

                          Sanan Azer’e göre, İran karşısında ‘görevleri olan, ancak hakları ve alacakları’ olmayan Türklere İran devleti çeşitli yöntemlerle zulüm etmektedir. Bu yöntemler arasında ‘İran’daki Türklerin varlığının yalanlanması ve tarihinin çarptırılması’ (1); ‘Türkçe coğrafi adların, dağların, vadilerin, nehirlerin, tepelerin, köy adlarının, kent adlarının, hayvan adlarının, soyadlarının, çocuk adlarının, tarihî Türk adlarının, Türklerden kalma tarihî eser ve anıtların adlarının hep resmî ve sistematik bir şekilde Farslaştırılması’ (2); ‘çocuklara Türk ismi vermek ve Türkçe soyadı almanın şiddetle yasaklanması’ (3); okullarda derslerin yalnızca Farsça olması (4); yeni nesle kendi milletinden nefret etme propagandasının yapılması (5); ‘ben İranlıyım, fakat Türk’üm’ diyenlerin fiziksel olarak yok edilmesi (6); Azerbaycan’daki sanayi tesislerinin Fars bölgelerine taşınması (7); yurtdışından vatanına geri dönen insanların Azerbaycan’da yaşamasına izin verilmemesi (8); Türkçe okul açmak,  kitap ve gazete yayınlarının yasaklanması (9); eski Türkçe kitapların, Tebriz şairlerinin taş baskı kitaplarının toplatılarak yok edilmesi (10); Türk soylu ve Türkçe konuşanların Rıza Şahın emri doğrultusunda devlet dairelerinde yönetici kadrolarına atanmaması, mevcut olanların da çeşitli bahanelerle buradan uzaklaştırılması (11); Rıza Şahın Türk elitini fiziksel olarak yok etmesi  (12) çalışmada tarihî olgular ve argümanlarla açıklanmaktadır.

                          Yazar, vatandaşlarını dış müdahaleden (özellikle de Sovyetlerin işgalinden) koruyamadığı için İran devletini lanetlemektedir. Yazara göre, Farslar savaşmaya hiçbir zaman hazır olmamışlardır: “Fars yönteminde ‘müdafaa’ maddesi bulunmuyor. Kapılar açıktır. Gelenler gelsin ve keyfi hareketlerini icra etsinler. Sade[ce]: İran yaşasın (!).”Yazar bu dayanılmaz durumun düzelmesi için soydaşlarını mücadeleye çağırıyor, ‘adalet istemenin zamanının geldiğini’ vurguluyor.

                          Müttefiklerin İran’ı işgalinden ve Rıza Pehlevi’nin istifasından sonra şaşkınlık yaşayan rejim, bir süre sonra demokratik hareketleri önlemek, kendisinin siyasi ve ideolojik konumunu korumak için toparlanarak harekete geçebildi. Salamulla Cavit anılarında, millî meseleye ve bu bağlamda Azerbaycan meselesine karşı tutumun sertleşmeye başladığını, hatta durumun Rıza Pehlevi’nin iktidarı döneminden daha kötü hale geldiğini yazıyordu: “Dört yıllık emekten sonra Farsça hazırladığım Nümunehaye Folklore Azerbaycan [Azerbaycan Folklor Örnekleri] kitabının 2. cildine, üzerinde Azerbaycan sözü olduğundan dolayı matbaada el konuldu. Genceli Sebahi’nin Kartal kitabının yayımlanması engellendi. Hasan Mecidzade’nin Apardı Seller Saranı kitabının Farsçaya çevrilmesine rağmen, basılmasına izin verilmedi.” Bunun yanı sıra Azerbaycan’da yayılan yeni fikirlerin ve derinleşmekte olan hareketin önlenmesi için iktidardaki rejim ideolojik faaliyetlerini genişletti. Hüseynkulu Kâtebi’nin Azerbaycan ve İran’ın Millî Birliği adlı kitapçığının alelacele yayımlanması bunun bir göstergesi olarak düşünülebilir. Söz konusu kitapçık Seyid Ahmet Kesrevi’nin malum kitabından (Azeri, ya Zebane Bastane Azerbaygan) sonra Pan-İranizmin İran’da Azerbaycan/Türk meselesini konu edinmiş en önemli ürünü olarak kabul edilmelidir. Yazar kitabın ortaya çıkmasının başlıca sebepleri arasında, ‘Şahriver olaylarından sonra’ (1941 Ağustos olayları) Azerbaycan’da yaşanan süreçlerin ‘Azerbaycan ruhu’ ile uyuşmadığını belirtmektedir. Kâtebi, Azerbaycan Cemiyetinin faaliyetinden, ‘Azerbaycan milleti, dili ve bağnazlığından’ rahatsız olduğunu ifade etmektedir. Kitapçığın adından anlaşılacağı üzere, bu çalışmanın amacı İran’ın millî birliğini, bu ‘birlik’te Azerbaycan’ın özel konumunu tespit etmektir. Yazar İran milletini oluşturan dokuz bileşeni işaret etmektedir: toprak, tarih, ırk, dil, mezhep, yasalar, gelenekler, edebiyat ve kamuoyu, duygular ve millî irade. Bu bileşenleri/alametleri Azerbaycan konusuna uygularken yazar önyargılı davranmakta ve bunu da gizlememektedir. Bu konuda şunları yazmaktadır: “İran’da birçok lehçe ve dilin olmasının, birkaç kabilenin [tireye ağvam] yaşamasının, kaç tür meslek ve mezhebin mevcut olmasının ne önemi var ki? Onların hiçbiri önemli değil, çünkü İran, millet ve vatan kavramları bunların hepsinden üstündür, onların [İranlıların] millî ve toplumsal gayeleri aynıdır.” Daha sonra Kâtebi daha açık bir şekilde şu hükmü vermektedir: “Azerbaycan’ın İran’ın diğer bölgeleri ile gaye birliğinin dışında hiçbir birliği olmasa bile, Azerbaycan’ın varlığı ile İran’ın bir parçası olduğunu tüm dünyaya tekrar tekrar bildirebiliriz: geçmişte böyle olmuş, şimdi de böyledir ve gelecekte de şayet bir şey olmazsa, yine böyle olacaktır. Dilinin Türkçe olmasına rağmen, ruhen İranlı olduğunu söyleyen o pak ve güçlü Azerbaycan ahalisi haklıdır.”

                          Hüseynkulu Kâtebi’nin kitabında Azerbaycan’ın geleceği ile ilgili rahatsızlığını sıkça dile getirmesi, aynı zamanda burada bulunan Sovyet ordusunun himayesinde Sovyet Azerbaycan’ı temsilcilerinin geniş propagandasıyla ilişkiliydi. 1941 yılı Eylül ayının ikinci yarısından itibaren, Tebriz’de ve Azerbaycan’ın diğer kentlerinde Azerbaycan Komünist (Bolşevik)  Partisi Merkez Komitesinin Üçüncü Sekreteri Aziz Aliyev başkanlığında kalabalık bir grup faaliyete başlamıştı. 2-3 ay içinde ‘Aziz Aliyev Misyonu’ndaki kişilerin sayısını 2-3 bine ulaştırmak için Moskova’dan onay alınmıştı. Bu grup Sovyetlerin lehine geniş siyasi propaganda çalışmaları yürütüyor, aynı zamanda Azerbaycan’da yerel halkın millî bilincinin gelişmesine yönelik önemli etkinlikler gerçekleştiriyordu. Bu amaçla,  Tebriz’de iki günde bir 4000 tirajlı Vatan Yolunda, Urmiye’de ise Kızıl Asker gazeteleri yayınlanıyor, Bakü’den gönderilen opera grubu burada Türkçe oyunlar sergiliyor, çeşitli müzik topluluklarının Güney Azerbaycan kentlerinde konserleri düzenleniyor, yerel aydınların eserlerini ana dilde yazmaları teşvik ediliyordu. İran hükümeti, Sovyet Azerbaycan’ı temsilcilerinin faaliyetinden duyduğu rahatsızlığı Sovyet tarafına bildiriyordu. Aynı zamanda, Tahran, Azerbaycan’da süreci kontrol altına almak için yerel yönetimi güçlendirmekteydi. 1942’nin yazında Tahran basınının Azerbaycan Cemiyeti’ne karşı propagandasından ve kamuoyu oluşturmasından sonra hükümet, söz konusu cemiyetin faaliyetinin yasaklanması, basın organının çalışmasını durdurmasına ilişkin karar aldı. Moskova, Almanlarla yaşanan savaştaki durumun karmaşıklığını göz önünde bulundurarak, kendisine yeni sorunlar yaratmamak için 1942’nin Mart ayında Aziz Aliyev Misyonu’nun geri çağrılmasına karar verdi. Aynı yılın ortalarında bu gruptan toplam 84 kişi kalmıştı. Aynı tip grubun yeniden İran’a gönderilmesi için 1944 yılına kadar beklemek gerekecekti.

                          1944 yılında Sovyetler Birliği’nin savaş bölgelerinde durumu kökten değişti ve Alman birlikleri Sovyet sınırlarından çekildi. Sovyet yönetimi artık aktif bir şekilde ‘İran meselesi’ ile ilgilenebilirdi. Moskova, İran’ın enerji kaynaklarına ulaşmayı İran siyasetinin merkezi haline getirdi. Bu arada Sovyet istihbaratı, ABD petrol şirketlerinin İran’dan petrol imtiyazları elde etmek için aktif bir şekilde çalıştıklarını ortaya çıkardı. Sovyet Azerbaycan’ından gönderilen uzmanlar İran’ın kuzeyinde, yani Güney Azerbaycan’da zengin enerji kaynaklarının bulunduğunu tespit etti. Mart ayında Sovyet yönetimi Güney Azerbaycan’da faaliyetin genişletilmesi, aynı zamanda burada anadilde ortaokulun açılması, Bakü’den kültür alanında çalışanların turnelerinin düzenlenmesi, Vatan Yolunda gazetesinin tekrar yayımlanması, matbaanın kurulmasına karar verdi. Güney’de bu işlerin organizasyonu ve Sovyetler lehine propaganda yapılması amacıyla 1944 yılının ilkbahar ve yazında 620 kişiden fazla çeşitli meslek sahibi Sovyet Azerbaycan’ından buraya görevli olarak gönderildi.

                          Eylül ayında Tahran’a gönderilen Sovyet heyeti İran hükümetinden petrol imtiyazları alma hedefine ulaşamayınca, Moskova isteğinden vazgeçmeyerek diğer baskı yöntemlerine başvurdu. Öte yandan, Faşist Almanyası’nın teslim olmasının ardından İran hükümeti Müttefik Devletlere silahlı kuvvetlerini ülkeden çıkarmaları için devamlı çağrıda bulundu. ABD ve İngiltere hükümetleri Tahran’ın bu diplomatik adımlarını savunuyor, İran’ın zayıflamasının Sovyetler Birliği’ni güçlendireceğine inanıyordu. İkinci Dünya Savaşı’nı kazanan Müttefik Devletler arasında çatışmaların ortaya çıktığı bir ortamda, 6 Haziran 1945 tarihinde Sovyet yönetimi Güney Azerbaycan’ın geleceğini doğrudan etkileyecek önemli bir karar aldı. Sovyetler Birliği Komünist (Bolşevikler) Partisi Merkez Komitesinin Siyasi Bürosu, ‘Güney Azerbaycan’da ve İran’ın diğer illerinde ayrılıkçı hareketi organize etme önlemlerine ilişkin’ tamamen gizli bir belge kabul etti. Bu belgede İran içinde Azerbaycan eyaletlerinin geniş millî özerklik kazanması için hazırlık çalışmalarına başlanmasının temel yönleri belirlendi.

                          Komünist Parti’nin söz konusu belgesi Güney Azerbaycan’daki siyasi gelişmelerin arka planını teşkil etti. Daha sonra yaşanan olaylar, aşağı yukarı bu belgede çizilmiş olan hatlar doğrultusunda gelişti. 3 Eylül 1945 tarihinde Tudeh Partisi’nin Azerbaycan eyalet teşkilatının temelinde Azerbaycan Demokrat Partisi’nin kurulmasına dair halka müracaat edildi; 2 Ekim’de söz konusu Parti’nin ilk kurultayı program ve tüzüğünü kabul etti, merkezî organlarını seçti; 20 Kasım’da bölgelerden seçilen 700’den fazla delegenin katılımı ile Tebriz’de Azerbaycan Halk Kongresi çalışmalara başladı ve kendini Kurucular Meclisi ilan etti; Halk Kongresi ‘İran dâhilinde ve İran’ın toprak bütünlüğüne, bağımsızlığına zarar vermeden Millî Hükümet’in oluşturmasına’  karar verdi; Azerbaycan eyaletinde seçimler yapılarak 12 Aralık 1945’de (Güneş takvimine göre 21 Azer 1324’de) Millî Meclis’in ilk açılış toplantısı yapıldı; burada Millî Meclis’in yanı sıra Meclis’e karşı sorumluluk taşıyan Millî Hükümet’in üyeleri (Başbakan Seyid Cafer Pişeveri) ve çalışma programı onaylandı; Millî Hükümet bir yıl zarfında özerk Azerbaycan’da ana hâkimiyet organı oldu. Bu olayların ayrıntılarını ortaya koyan onlarca eser bulunmaktadır. Bu nedenle, konumuz için gerekli olduğundan Güney Azerbaycan’da 21 Azer Hareketi olarak bilinen bu tarihî olayın özünü ortaya koymaya çalışalım.

                          İran resmî tarihçiliği ve bir kısım Batılı araştırmacılar 21 Azer Hareketini ‘bölücü’ bir hareket olarak görmüş, bu hareketin amacının İran’dan ayrılmak olduğunu iddia etmişler. Stalin döneminde, Sovyet siyaseti de 21 Azer Hareketini bölücü bir hareket olarak nitelemiştir. Ancak 1945-46 yıllarında Güney Azerbaycan’daki siyasi süreçte kabul edilen belgeler, hareketin asıl amacının İran’ın toprak bütünlüğü içinde Güney Azerbaycan’ın gerçek özerklik kazanması olduğunu göstermektedir. Millî hükümette Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının olmaması, İran’ın resmî para biriminin kullanılması, İran’ın devlet sembollerine saygı vs. bu amacın ayrılmak değil, ülke içinde özerk yönetimin oluşturulması olduğunun göstergesidir. Yukarıda belirtilen Azerbaycan Halk Kongresi’nin (20 Kasım 1945) kararında şunlar kayd edilmektedir: “Azerbaycan halkı içişlerini yönetmek ve millî özerkliği sağlamak için eyalet encümeni oluşumunu genişleterek ona Millî Meclis (MM) şekli vermektedir. İran dâhilinde ve İran’ın toprak bütünlüğüne, bağımsızlığına hiçbir şekilde zarar vermeden kendi Millî hükümetini oluşturuyor.” 28 Ocak 1946’da Azerbaycan Millî Hükümeti’nin BM Genel Kurulu’na yaptığı başvuruda, son on yıllar içinde İran hükümetinin Azerbaycan’a karşı millî zulüm siyaseti izlediği ifade edilerek, bu hareketin Settar Han, Bağır Han ve Şeyh Muhammed Hiyabanî’nin önderliğindeki millî hareketlerin devamı olduğu ifade edildi. 13 Haziran 1946’da Tebriz temsilcileri ile Tahran yetkilileri arasında imzalanan anlaşmaya göre, mevcut İran Anayasası uyarınca, Azerbaycan Millî Meclisi Azerbaycan Eyalet Encümeni, Azerbaycan Millî Hükümeti ise Azerbaycan ostandarlığına [valiliğine] dönüştü. 21 Azer Hareketinin lideri Seyid Cafer Pişeveri Azerbaycan Demokrat Fırkası’nın (ADF) kurulmasından kısa bir süre sonra hareketin ana amacı – İran’ın bütünlüğü içinde Azerbaycan’ın özerkliğine ilişkin şunu yazıyordu: “Biz İran’ın bağımsızlığına bağlı olmakla birlikte Azerbaycan halkının kültürel haklarını ve kendi kaderini kendi gücüyle tayin etmesini istiyoruz.” Pişeveri, bir diğer makalesinde, ADF’nin temel belgelerinden bahsederken özerklik konusuna açıklık getirmektedir: “Başvurumuzda olduğu gibi, programımızın temelini meşrute [anayasa] ve Anayasa’nın korunması, Azerbaycan halkının içişlerinde özerk olmasını sağlamak için en kısa sürede eyalet ve vilayet encümenlerinin seçilmesi ile birlikte anadilde yazıp okuyarak devlet dairelerinden faydalanma konusu oluşturmaktadır.” Hareketin liderleri 21 Azer’in diğer bir amacının ise Azerbaycan’daki özerkliğin İran’ı demokratikleştirmesi olduğunu defalarca vurgulamışlardır. Örneğin, Pişeveri bu bağlamda şunları yazmıştır: “Azerbaycan halkı özgürlüğünü kazanmakla tüm İran halklarını da esaretten kurtaracak… Biz Azerbaycan halkının mutluluğunu ve İran’ın fakirlik ve felaketten kurtulmasını istiyoruz… Eğer bizim yerel özerklik sloganımız İran’ın her eyalet ve vilayetinde uygulanırsa, milyonlarca şerefli insan devletin savunucusu olma yolunu tutar, bu vesileyle güçlü bir hükümet ortaya çıkarak memleketin [İran’ın] sorunlarını çözmekte başarılı olur. Gerçek merkeziyet ise [İran’da] bu yolla oluşmaya başlar.” Hareket liderlerinin Azerbaycan’a özerklik, İran’a demokrasi! çizgisi, onları himaye eden Sovyetler arasında anlaşmazlığa neden olmaktaydı. Bir dizi kaynağın doğruladığı gibi, bu anlaşmazlık Mir Cafer Pişeveri’nin Mart 1947’de Sovyet Azerbaycan’ında katledilmesine yol açtı.

                          21 Azer’in ikinci önemli özelliği, hareketin demokratik bir hareket olduğu gerçeğidir. Azerbaycan Demokrat Fırkası’nın yöneticileri ezilen halklara özerklik verilmesini ülkenin demokratikleşmesinde önemli bir araç olarak görüyordu. Azerbaycan Halk Kongresi, Millî Meclis özgür seçimlerin sonucunda kurulmuştu. İran tarihinde ilk kez kadınlar da bu seçimlere katıldı. Bazı yazarların iddialarının aksine, 21 Azer’i komünist bir hareket olarak değerlendirmek yanlıştır. Partinin belgelerinde halk sınıflara ayrılmıyor, mülkiyet hakkı tanınıyordu. ADF’nin lideri hareket döneminde bu konuda şunları yazmıştır: “Fırkamız millî bir fırka olduğu için sınıf ve tabaka ayrımı yapmadan bütün topluluğu kendi bayrağı altına çağırıyor… Fırka siyasi ve sosyal bir teşkilattır ve halkı aydınlatır ve organize edebilir. Ancak ona emir veremez. Halka hükümet edebilecek teşkilat eyalet encümenidir. Bu encümen demokratik yollarla halk tarafından seçilmelidir. Bütün devlet daireleri ve onların başında duranlar, çalışmalarında bu yüksek kuruma tabidir ve onun talimatlarını yerine getirmekle yükümlüdürler… Fırkamız halk fırkası olarak milletin tamamına dayandığından halkın görüşlerine ciddi şekilde önem vermelidir. Bunu devamlı aklımızda tutmalıyız.”

                          En önemli özelliklerinde bir diğeri de 21 Azer’in, Güney Azerbaycan Türklerinin millî hareketinin bir aşama oluşturmasıdır. Hareket liderleri tüm konuşma ve yazılarında, Meşrutiyet hareketi ve 1920 yılı millî-demokratik hareketinden esinlendiklerini, bu hareketlerin önderlerinin (Settar Han, Bağır Han, Hiyabanî) onlar için birer örnek olduğunu vurgulamışlardır. Pişeveri aynı zamanda, millî hareketin önceki evrelerinde yapılan hataların tekrarlanmayacağına işaret etmekteydi. Pişeveri bu bağlamda şunları yazıyordu: “Eğer Başkomutan Tahran’a inanmasaydı, eğer Şeyh Muhammet Hiyabanîhain, yalancı ve bin yüzlü kurmaylarının sözlerine önem vermeseydi, eğer Lahuti’ye ihanet eden yalancı pehlivanlar idam edilseydi, şimdi sadece Azerbaycan değil, belki de tüm İran, dünyanın en ilerici, en demokratik ülkelerinden biri olacaktı. Bu hataları devamlı göz önünde bulundurarak kararsız ve tereddütlü insanların haince telkinlerine kulak vermeden kendi gücümüze inanmalıyız.”

                          Millî demokratik özerklik ilkesi ile yola çıkmış olan hareket liderleri İran milleti kavramına, yani tek dilli (Fars dilli), tek kültürlü (Fars kültürlü) egemen millet kavramına karşı da tutumlarını göstermek zorundaydılar. Azerbaycan Halk Kongre’sinde İran Şahına, Meclis Başkanına ve Başbakana gönderilen mektupta Azerbaycan halkı’nın milliyet, dil, gelenek ve kendine has özellikleri ayrı bir millet olduğu, dünyadaki her millet gibi, Azerbaycan milletinin de millî hükümet kurma hakkına sahip olduğu, bu milletin kendisini Azerbaycan’ı demokratik ilkelerle yönetmek yeteneğine sahip olduğu vurgulanıyordu. Hareketin ilk döneminde kabul edilen diğer resmî belgelerde ve aynı zamanda hareket liderlerinin söylemlerinde Azerbaycan halkı, Azerbaycan milleti kavramları hâkim olmuştur. Bu kavram, Rıza Şah döneminden kalma resmî İran milleti kavramına karşıt olarak oluşturulmuş, sıkça kullanılan İran milleti terimi İran’ın tüm nüfusu, halkı anlamını taşımıştır. İran’ın çok milletli yapıya sahip olduğu düşüncesi her zaman vurgulanmıştır.

                          Dikkati çeken unsurlardan bir diğeri ise, bu dönemde günlük konuşmada kullanılan Türk, Türk dili kavramları yerine, belgelerde ve yazılarda genelde Azerbaycan halkı, Azerbaycan milleti, Azerbaycan dili terimlerinin kullanılmasıdır. Bu, Sovyet Azerbaycan’ında yeni kabul edilen Azerbaycanlı kavramının hareket liderleri tarafından Güney Azerbaycan’da kopyalanması için yapılan bir girişimdi. Millî tarihle ilgili yazılar Sovyet Azerbaycan’ında yeni basılan Azerbaycan Tarihi kitabının ana tezlerini tekrarlamaktaydı. Bu kavramlar, özellikle Firudin İbrahimi’nin önce Azerbaycan gazetesinde dizi makaleler şeklinde, daha sonra da ayrı bir çalışma olarak yayınlanmış Azerbaycan’ın Kadim Tarihinden adlı kitapçığına aitti. Burada Azerbaycan Türklerinin tarihî Med devleti ile ilişkilendiriliyor ve güncelleniyordu. Yazar, büyük bir iftiharla Med devleti tarihini vurgulayarak millî düşünceyi Fars-Türk ilişkilerinin bugününe çekmeyi düşünmüş, Med devletinin acı kaderini yaşamamak (Ahamenilerin bir sömürgesi olmak) için okurlarını uyanık olmaya çağırmıştır. Resmî tarihçiliğin aksine, yazar, Med devletinin Farsların tarihi ile bir ilgisi olmadığını, şimdiki Azerbaycanlıların kurduğu bir devlet olduğunu iddia etmektedir.

                          21 Azer Hareketi döneminde üzerinde durulan en önemli konulardan birinin millî dil olması da doğaldı. Millî hareketlerin millî dil ve kültür konularına öncelik vermesi genel bir durumdur. Bu, Azerbaycan’ın millî güçlerinin özellikle hassasiyet gösterdiği bir konuydu. Çünkü Rıza Pehlevi rejiminin Türklüğe karşı uyguladığı siyasetin en hassas alanı millî dil ve millî kültür alanlarındaki yasaklardı. Millî Hükümet başlangıçtan itibaren çalışmalarını anadilde oluşturdu; eğitim sistemini anadilde yaptı, okuma yazma bilmeyenler için onlarca kurs açıldı; onlarca yeni okul kuruldu, Tebriz’de üniversite, dram tiyatrosu ve filarmoni orkestrası kuruldu. Şair ve yazarlar encümeni [birliği], besteci ve mimarlar derneği kuruldu; anadilde ders kitapları ve diğer kitaplar yayınlandı. Mir Cafer Pişeveri bu konuda şunları ifade etmiştir: “Bizim dilimiz düşmanların iddialarına rağmen çok geniş ve farklı bir dildir. Kökleri halkımızın kanında ve kalbindedir. Biz onu ana sütü gibi emerek vatanımızın ruhunu okşayan havası ile solumuşuz. Ona hakaret edenler, onu muti ve suni göstermek isteyenler bizim gerçek düşmanlarımızdır…  Biz, Azerbaycan’ın her yönden içişlerini yönetmeyi hak ettiğini biliyoruz. Halkımızın konuştuğu dil de Farsi değildir. Bu nedenle de kendi dilimiz ile halkımızın dünyanın medeni halklarının seviyesine ulaşması için çalışıyoruz.” Tahran’la yapılan görüşmelerde Azerbaycan temsilcileri dil konusundan vazgeçmeyeceklerini vurgulamış, neticede anlaşmanın sağlanması uğruna Azerbaycan’daki orta ve yüksek eğitim kurumlarında eğitimin ‘Farsça ve Azerbaycan dilinde yapılmasına’ ilişkin bendin ilave edilmesini kabul ettiler. Aynı zamanda, anlaşmanın 5. maddesine yapılan 3. ilavede şunlar yer almıştır: “İran meşrutiyetine Azerbaycan halkının üstün hizmetlerini, hürriyet ve demokrasinin sağlanmasında Azerbaycan halkının göstermiş olduğu fedakârlıkları ödüllendirmek amacıyla, devlet Azerbaycan’daki gümrük gelirinin yüzde 5’nin Azerbaycan Üniversitesi’nin ihtiyaçlarının karşılanması için aktarılmasına onay verir.”

                          Azerbaycan’da millî-demokratik hâkimiyet sadece bir yıl sürdü. Tahran, 1946 yılının sonbaharına doğru toparlanarak Azerbaycan’daki yönetimin üstüne gitti. Tahran’ın arkasında, İran’da Sovyetlerin güçlenmesinden endişe eden ABD ve İngiltere duruyordu. Azerbaycan’daki hareketi yok etmek için Tahran’a askeri, mali ve diplomatik yardımlar sağlandı. Tahran, uygun şartları hazırladıktan sonra 12 Haziran tarihli anlaşmayı ihlâl ederek, silah gücüyle Azerbaycan’daki özerk yönetimi ortadan kaldırmaya karar verdi. Sovyetlerin desteğinden mahrum olmuş, hatta onun baskıları ile karşı karşıya kalmış olan Azerbaycan Millî Hükümet lideri Pişeveri’nin deyimi ile bir süre önce ‘Ölmek var, dönmek yok!’ sloganını öne sürmüş olsa da fiilen teslim oldu. On binlerce hareket üyesi Tahran’ın silahlandırdığı irticacı gruplar ve İran ordu birlikleri tarafından öldürüldü, ADF yönetimi ve aktivistleri ise Sovyetler Birliği’ne kaçtı.

                          Azerbaycan özerkliği ve İran’ın demokratikleşme şansının felaketli sonucu konusunda onlarca araştırma mevcuttur. Burada konumuz için önemli olan birkaç hususu belirtmekle yetinelim.

                          Öncelikle, 21 Azer Hareketi ile Azerbaycan Türkü (veya Azerbaycan halkı) oluşmuş bir millet olma azmini ortaya koydu. Yerel özerk yönetimlerini yaratması ve icraatları ile bu halk kendini yönetmeye layık ve hazır olduğunu gösterdi. 21 Azer Hareketi İran Türklüğünün daha önceki dönemlerdeki (Meşrutiyet, 1920) millî hareketlerin devamı oldu, ancak millî meselenin daha net bir şekilde ortaya konulması açısından millî hareketin bir önceki dönemlerini aşarak millî hareketin doruk noktasını oluşturdu.

                          21 Azer Hareketi tecrübesi, yerel özerkliklerin başarıları ülke çapında gayri-Farsların millî hareketleri, aynı zamanda İran’ın (en başta Tahran merkezi hükümetinin) demokratikleşmesi ile sıkı bağlantılı olduğunu gösterdi. Hareket liderlerinin konuşma ve yazılarında bu zarureti vurgulamalarına rağmen, bu alanda belirli girişimlerde bulunsalar da (örneğin, Kürt özerkliği ile ilişkilerin kurulması) pratikte bu iki güç arasında ittifak kurulmasında başarılı olamadılar.

                          21 Azer’in kazanımlarının yok oluşunun, Azerbaycan ve Türk milletinin yeniden facia yaşamasına ilk sebep olanlar, İran’da millî meselenin çözümünü istemeyen, ülkenin demokratikleşmesinden ürken İran irticasıysa, ikinci sebep olanlar 21 Azer liderlerinin, hareketi Sovyet siyasetine bağlaması idi. Sovyet yönetiminin İran’dan petrol imtiyazı alma karşılığında Güney Azerbaycan yönetimini desteksiz bırakması, hatta Tahran’ın Azerbaycan’a saldırısına direniş göstermemesi için ona yapılan baskılar, sonraları ‘ihanet’ olarak kabul edilecekti.

                          21 Azer Hareketi İran’da Azerbaycan/Türk meselesini uluslararası siyasi platforma çıkardı. Yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletler’in ilk ele aldığı ve büyük güçlerin çıkarlarının çatıştığı mesele Azerbaycan meselesi oldu.

                          21 Azer Hareketinin İran’daki Türkler’in milletleşme sürecinde gösterdiği olumlu ve/veya olumsuz etkiler sonraki yıllarda da kendisini gösterdi.

                           

                          • Konu 13

                            13.      Konu             İslam İnkılabı ve Türklük

                            Konular: İran İslam inkılabı’nın nedenleri; Gayri-Farsların istekleri; Halki-Müslüman hareketi;

                            Temel Okumalar:

                            -           Yeni Türkiye; Orta Doğu Özel Sayısı – IV, 2016, değişik bölümler;

                            -           Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, s. 241-255;

                            -          Nesib Nesibli, ‘İran’da İslam Devrimi ve Türklük’, Denge, 2017, no 3, s.46-65;

                            -           Wikipedia’dan uygun makaleler;

                            -           Youtube’dan değişik videolar.

                            Ders Notları:

                            İran’da Ak Devrim (Şah ve Millet Devrimi, 1962-1978) reformları Pehlevi monarşisinin ömrünü uzatmasına rağmen sürekliliğini sağlayamadı.  Reformlar, İran’ın modernleşmesi bakımından önemli aşama oldu, fakat kendisiyle birlikte yeni çelişkiler getirdi.1973 yılından sonra İran’ın petrol ihracatından elde etmiş olduğu gelirlerin kat kat artmasına rağmen, bu gelirler siyasi ve ekonomik istikrara değil çelişkilerin derinleşmesine hizmet etmiştir.

                             

                            Petrol gelirlerinin artması iktidarın vaatlerinin birkaç kez artmasını sağlarken, monarşinin gerçeklik hissini kaybetmesine neden oldu,  diğer taraftan, üst ve alt sosyal kesimler arasındaki uçurumu derinleştirdi ve yıllar boyunca vaat edilen “parlak geleceğe”, halkın güveninin defalarca aşınmasına yol açtı.  İran’a petrolden elde edilen büyük ölçüde dolarların girmesi ile beraber, yolsuzluğun seviyesi de görülmemiş boyutlara ulaştı. İranda çelişkiler 1970lerin ortasından itibaren hızla derinleşti. Ancak, ülkeyi tehdit eden derin krizin belirtileri zor sezilmekteydi. İran çalkalanan Orta Doğu bölgesinin dev adımlarla ilerleyen ülkesi imajına sahipti. 1977 yılı sonunda resmi ziyaret için Tahran’da bulunan ABD Başkanı Jimmy Carter dostu Muhammet Rıza’yı ve ülkesini överek “İran, Şahın doğrudan yönetimi ile dünyanın en sıcak bölgelerinden birinde istikrar adasına dönüşmüştür… Dünyada minnet ve kişisel sempati duygusuyla yaklaştığım başka bir devlet adamı bulunmamaktadır” sözleriyle hitap etmişti.

                             

                            Kısa bir süre sonra 2500 yıllık geçmişe sahip olan monarşinin sonu gelecekti. Bozulan dengenin artmasında iki önemli etkenin olduğu belirtiliyor. Bunlardan birisi, enflasyon ve pahalılığın artmasını Şah rejiminin önleyememesiydi. Sadece 1977 yılında enflasyon %30-35 oranındaydı. Fiyatların yükselmesini önlemek amacıyla reformlar programına yeni bir madde -fiyatları sabitleme ve pahalılığa karşı mücadele- eklendi. Pahalılığa karşı mücadele kampanyasının başlarında bazı büyük sanayiciler cezalandırıldı ve akabinde orta ve küçük sanayicilere karşı toplu baskılar başlatıldı. On binlerce küçük işletme sahipleri para cezasına çarptırıldı, binlercesi hapsedildi. Bu kampanyanın sürdürülmesinde siyasi polis teşkilatı Savak dışında, hâkimiyetin çağrısı üzerine on binden fazla öğrenci katıldı. Küçük işletme sahipleri bunu Ak Devrimin, Kanlı Devrime dönüşmesi gibi değerlendirdi.

                             

                            Devrimin oluşumunu hızlandıran ikinci etken olarak, uzmanlar, Muhammet Rıza’nın kısa zaman zarfında siyasi hayatta yumuşamaya başlamasını belirtiyorlar. Henüz kendisine ve hükümetine sarsılmaz güvenle yaklaşan Şah, Batı müttefiklerinin, özellikle Washington’un ısrarı ile uluslararası teşkilatların taleplerine cevap olarak bazı konularda taviz vermeyi kabullendi.   1977 yılının Şubat ayında 357 siyasi tutuklu serbest bırakıldı; iktidardaki Rastahiz [Kalkınma] Partisi özgür tartışmalar ve yapıcı eleştirilerden memnuniyetini dile getirdi; yazar Cavadi Şah’a yazmış olduğu keskin eleştiri içerikli mektubundan dolayı  cezalandırılmadı; aydınların, ifşa edici açık mektupları peş peşe basında yer aldı; yazar, hukukçu ve doktorlardan oluşan aydın gruplar Şah’a gönderdikleri mektuplarında mevcut durumdan hoşnut olmadıklarını ifade ettiler; 13 yıl Şah’a canla başla hizmet eden Hüveyda’nın yerine iktidar partisinde “ilerici liberal” kimliği ile tanınan Cemşid Amuzegar Başbakanlığa getirildi; yeni Başbakan ekonominin “aşırı ısınmasına” neden olan pahalı projeleri derhal durdurdu ve hukuk-mahkeme sistemindeki kuralları yumuşattı; önceleri kapatılmış olan üretken aydınlar ( yazarlar, hukukçular gibi…) teşkilatlar tekrar faaliyete geçti ya da yenileri kuruldu. Muhammet Rıza ve yabancı müttefiklerin beklentilerinin aksine, diktatör rejimin kısa süre için liberalleşmesi mevcut hâkimiyete dışarıda ve içeride karşı tutumun değişmesine değil, eli kanlı rejime muhalif olan güçleri mücadeleyi genişletmeye heveslendirdi. On yıllar boyunca Pehlevi iktidarına karşı birikmiş öfke patlak verdi, ok yaydan çıktı.

                             

                            İran’da 1978-79 yıllarındaki devrim süreci ile ilgili olarak ülke içinde ve dışında araştırmalar yapılmış, devrimin her dönemi hakkında detaylı bilgi ve analizler sunulmuştur. İslam devriminde Türklüğün ve Azerbaycan’ın katılımı konusuna az da olsa açıklık getirilmiştir. Konumuz gereği burada bir kaç somut olaya, Türklüğün ve Azerbaycan’ın devrime katkısının özelliklerine kısaca değinmekte fayda görüyoruz.

                             

                            Kendi milli özelliklerine uygun olarak Türklük bu devrimde de aktif yer aldı. 1978 yılının 9 Ocak tarihinde Kum kentinde Şah rejiminin baskılarına, Anayasaya uyulmadığına itiraz eden protestocularla polis arasında çıkan çatışmalarda onlarca insan öldü, yüzlerce yaralananlar oldu. Bu olayda vefat edenlerin kırkıncı günü -18 Şubat’ta (Behmen ayının 29’nda) Tebriz halkı sokaklara çıkarak hâkimiyet aleyhine sloganlar atmaya başladılar. Protestoculara karşı yerel polis ateş etmekten imtina edince, kente askeri birlikler gönderildi. Bu duruma öfkelenen kent halkı Şah ve rejim taraftarlarına ait dükkânlara, bankalara, sinemalara ve devlet kurumlarına saldırdı.  Televizyon vericileri devre dışı bırakıldı. Ölenlerin sayısının fazla olmasına rağmen itirazlar ertesi gün de devam etti. Askeri birliklerle çatışmalar sonucunda binlerce protestocu hayatını kaybetti ya da yaralandı. Başlıca sloganlar “Biz bu Şah’ı istemirux, vesselâm!”, “El gücü, sel gücü!” idi. Tebriz’deki isyanlar sırasında ilk defa olarak “Şah’a ölüm!” sloganları atıldı. Devrim süresince Azerbaycan’ın diğer kentlerinde de defalarca itiraz yürüyüşleri ve polis güçleri ile çatışmalar yaşandı. Azerbaycan dışında, Türklerin toplu halde yaşadığı Tahran, Kum gibi kentlerde de onlar devrim sürecine aktif bir şekilde katılmaktaydı. Devrim yönetiminde çok sayıda Türk bulunmaktaydı: Büyük Ayetullah Kazım Şeriatmedari, geçici hükümet başkanı Mehdi Bazergan , Ayetullah Abdulkerim Musevi-Erdebili , Petrol Şirketinin yeni başkanı Hasan Nezih, Deniz Kuvvetleri  komutanı ve Huzistan valisi Amiral Ahmet Medeni , Ayetullah Hoyi, Ayetullah Halhalı, Ayetullah Meşkini vb. Solcu partilerin yönetiminde  de çok sayıda Türk bulunmaktaydı. Bazı kaynaklara göre, devrim süresince, 25 bini Türk olmakla, 50-60 bin kişi hayatını kaybetmişti.

                             

                            Sloganların ana dilde, Türkçe dile getirilmesine rağmen devrim süresince Türklük çok özel milli sloganlar öne sürmedi. Bu, öncelikle Şah rejimine karşı mücadelede zafer elde edilmesi için birliğin ön şart olduğu konusunda devrim yönetiminin başvurularına Türklüğün olumlu yaklaşımı gibi açıklanmalıdır. Ayrıca, devrim yöneticileri hakkı çiğnenmiş halkların Şah rejimi döneminde milli zulme maruz kaldıklarını tekrar tekrar hatırlatarak, onlara özgürlük vaat ediyordu. Daha Paris'te iken Ayetullah Humeyni, mazlum halkların İran toplumunda hakları konusuna değinerek, onlara kendi kaderini tayin hakkı verileceğini açıklamıştı.

                             

                            Devrim süresince yönetimi adım-adım ele geçirmekte olan ruhaniyet içinde milli meselenin çözümünün önemini algılayanlar hiç de az değildi. Örneğin, İslam Cumhuriyeti Partisi’nin kurucularından biri olan (sonrasında İran Yüksek Mahkeme Başkanı) Ayetullah Abdulkerim Musevi-Erdebili 1979 yılı Mart ayında basın mensupları ile yaptığı görüşmede mazlum halklara "kendi kültürlerini koruma ve geliştirme" imkânını sağlayabilecek özerkliğin verilmesinin zorunlu olduğunu bildirdi. Bunun yanı sıra, onun görüşüne göre, “ bölgelerde ordu oluşturulması ayrılıkçılığa neden olacak ve İran’ın bağımsızlığına zarar vere bilecekti.” Bu dönem basında milli meselenin nihayet çözüme kavuşacağı yönünde umut veren böylesi beyanlara,  ruhanilerin, ayrıca Geçici Devrim hükümetinin temsilcilerinin konuşmalarında da rastlamak mümkündü.

                             

                            1979 yılının Nisan ayında basın mensuplarının, devletin özerklik meselesi konusunda düşüncelerini resmi ve kesin bir şekilde açıklamamasının nedeninin ne olduğu sorusunu, geçici hükümetin Başkanı Mehdi Bazergan şöyle yanıtlamıştı: ‘Özerklik, bölücülük, İran'ın birlik ve bağımsızlığının ortadan kalkacağı anlamında kabul edilemez, ancak yerel işlerin yönetilmesi ve bu çalışmalardan sorumlu olmak anlamında yerel makamlara eski Anayasada öngörülen haklardan daha fazlası verilecektir’.  Daha sonra o, kısa zamanda bu sorunların geniş kitleler tarafından ele alınarak,  ilgili yasa tasarısının hazırlanacağını,  kurucu mecliste ele alındıktan sonra Anayasada yer alacağını belirtti.

                             

                            Tam da bu arada ulusal azınlıkların (siyasi statüsüne göre) haklarının sağlanması konusunda ruhani çevrelerde radikal görüşü ile seçilen, milli hareketlere sempatisini gizlemeyen Ayetullah Mahmud Talegani eyalet ve vilayet encümenleri meselesine kendisinin aktif yaklaşımını bildirdi. Talegani’nin atadığı altı kişilik heyet tarafından hazırlanan “Yerel şuralarla ilgili” yasa tasarısı İmam Humeyni’ye ve müzakere için basına sunuldu. 14 maddeden oluşan bu yasa tasarısına göre, mevcut arazi dağılımına dayanarak köy, kasaba, ilçe ve illerde iki yıl için seçilen kurumlar yüksek makamlar olmalıydı. Bölgelerde milli-kültürel özerkliği sağlaması, yerel yönetimlerin seçimle olması (İçişleri Bakanlığı onayı şartı ile) gibi olumlu taraflarına rağmen, bu projede şuraların yetki alanı ve genel-ülke merkezli devlet organlarına karşı onların tavrı net değildi.

                             

                            Bu belirsizliklere ve de yerel kurumlarla ilgili yasanın bu şekilde kabul görmemesine rağmen, 12 Ekım’de İran’ın 156 kentinde kurumlara seçim hakkı tanındı. Kürdistan’da sakinlik sağlanıncaya kadar, aynı zamanda ülkenin 6 büyük kentinde bu kurumlar için yapılacak seçimler ertelendi. Söz konusu seçimlere gerekli hazırlıkların yapılmadığı ve aceleye getirilmesi nedeniyle ahalinin katılımı çok düşük (bazı kentlerde toplamda %8) oldu.

                             

                            İran'ın demokratikleşmesini, yeniden yapılanmasını arzu eden ve bu yolda mücadele eden güçler milli zulmün ortadan kaldırılmadan demokratik yapının oluşturulamayacağını gösteriyorlardı. Aynı şekilde ezilen halkların milli hareket katılımcıları, İran'ın güçlü ülkeye dönüşmesi yolunda daima merkezden uzaklaşma ihtimali yaratan milli zulmün iptalini talep ederek, her türlü yollarla İran'ın toprak bütünlüğü ve egemenliği uğrunda mücadeleye hazır olduklarını açıklıyorlardı. Milli hareketlerle genel demokratik hareketin programları birbirini tamamlıyor ve tek cephede yer alma imkânı yaratıyordu.

                             

                            Ünlü Türk yazarı Rıza Beraheni Ayendegan gazetesinin 1979 yılı 7 Nisan sayısında Mazlum halklar için kendi kaderini tayin etme hakkı devrimsel haktır başlıklı büyük ölçekli program makalesini yayımladı. Yazar Belucistan, Kürdistan, Azerbaycan, Huzistan ve diğer bölgelerde Pehlevi rejiminin yanlış siyasetini ve onun dramatik sonuçlarını geniş çaplı araştırmalar sonucunda, İran’ın esas sorununun mazlum milletler (ülke ahalisinin %60 oranı) sorunu olduğunu vurgulamıştır. Yazar, “hiç bir rejimin ülkenin asıl sorunu olan milli sorunları ortadan kaldırmadan adaletli ve demokratik olamayacağına’ inanmaktadır.  Beraheni diğer bir önemli formülü de -Fars olmayan milletlerin İran’dan ayrılmalarını istemiyorsanız, onlara kendi kaderlerini tayin etme hakkı tanıyın- ileri sürmekte ve mantıklı şekilde savunmaktadır. Yazar, makalenin Azerbaycan’la ilgili bölümünde bu bölgenin İran’ın geçmiş devrim tarihindeki rolünden bahsetmekte ve şimdi ise onun kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olması gerektiğinin altını çizmektedir. Daha sonra yazar, iki Azerbaycan arasındaki sorunları karşılaştırmaktadır. Kuzey (Sovyet) Azerbaycan’da “Stalin tarzı milli zulmün” olmasına rağmen, burasının daha gelişmiş olduğuna değindikten sonra şöyle devam etmektedir: ‘İran Azerbaycan’ının ekonomik, tarımsal, siyasi, kültürel, edebi ve güzel sanatlar açısından gelişimi bilinçli ve planlı olarak İran’ın merkezi hükümeti tarafından engellendi. Bu zulüm Rusya Azerbaycanlılarına reva görülen görece siyasi zulümle kıyaslanamaz. Bu çok derin, şiddetli ve hayvani bir zulümdür. İran devrimi Azerbaycanlıya o kadar özgürlük vermelidir ki, bu bölgenin halkı artık Sovyet Azerbaycan’ındaki göreceli zulme gıpta etmemiş olsun."

                             

                            Devrimin zaferinden sonra (Şubat 1979 ) az çok demokratikliği ile seçilen, burjuvacı, orta ve aşağı tabakaların menfaatlerini savunan, neredeyse bütün siyasi partiler ve teşkilatlar, sol radikal Fedai ve Mücahit teşkilatları, Milli Cephe, İran Yazarlar Birliği, Cumhuriyetciler Partisi, Combeş teşkilatı, İran Halk Partisi (Tude) ve diğerleri de milli zulmün ülkenin tarihi gelişimi karşısında engel oluşturduğuna, bu zulmün ortadan kaldırılmasının önemine değiniyorlardı. İran Halklarının Federal Cumhuriyet Partisi, İran Kürdistan Demokrat Partisi, Türk Federal Müsavat Partisi, Milli Demokratik Cephe gibi siyasi partiler, aynı zamanda ayrı-ayrı siyasetçiler daha radikal bir tutum sergiliyor, yukarıda adı geçen "yerli şuralar hakkında" yasa tasarısının milli meseleyi çözmeye muktedir olmadığını gösteriyor, milli zulmün ortadan kaldırılmasının yegâne yolunu sosyal hayatın gerçek federalizm temelinde yeniden kurulmasında görüyorlardı.

                             

                            İslam Cumhuriyeti anayasasının müzakere sürecinde (1979 Mayıs-Aralık) partiler milli sorunun da çözüme ulaşması konusunda taleplerini dile getirmekteydiler. Bu açıdan, Haziran ayında Tahran'da düzenlenen "İran nüfusunun Anayasadan istekleri" adlı seminer dikkat çekiyor. Seminere, etkinliği düzenlemiş olan İran Barosu’nun yanı sıra, 48 sivil toplum örgütü ve parti temsilcisi katılmaktaydı. Ülkenin geleceğine ilişkin bir kaç önemli konunun yanı sıra, milli sorunlar da tartışma konusu olmuştu.  Sonuncu konu üzerine seminer belgelerinde şu ifadeler yer almaktaydı: “Federasyon İran’ın özgürlüğü ve istiklalinin, birlik ve toprak bütünlüğünün korunması, ülke gelişiminin faktörüdür; ülkede diktatörlüğün oluşması karşısında engeldir; emperyal nüfuzu ve ayrılıkçılığa karşı uygun bir vasıtadır.”  Yerel meclis veya eyalet şurası bölgelerde esas yönetim organı olmalı, en önemlisi - dış politika, ulusal savunma, maliye, dış ticaret, yeraltı ve deniz kaynakları, genel ekonomik ve vergi politikasının belirlenmesi merkezi hükümetin yetkisinde olmalı, öteki tüm işleri yerel yönetimlerin icra etmesi gerekmekte idi. Ülkenin mevcut coğrafi idari yapısının değiştirilmesi özellikle vurgulanıyordu.

                             

                            Yaklaşık aynı zamanda, Tahran'da Milli Demokratik Cephenin girişimiyle düzenlenen İran Halklarının Dayanışma Konferansı, İran Halklarının Dayanışma Konseyi’nin kurulması, bir sonraki konferansın 25 Ağustos’ta Mahabad’da yapılmasına ilişkin karar kabul etti. Tahran konferansının önsöz ve 11 maddeden oluşan kararında (“Özerkliğin genel ilkeleri") şu noktalar vurgulanıyordu: "İran milletlerinden hiçbiri İran'dan ayrılmak istemiyor, biz İran'ın coğrafi sınırları içinde kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını istiyoruz”.

                             

                            Ayetullah Humeyni (1902-1989) ve onun liderliğini kabul eden devrimin ireli gelenleri,  milli azınlıklar (siyasi statülerine göre) konusundaki vaatlerini yerine getirmedi. Milli meselenin demokratik yolla çözümü uğrunda harekâtın aktif olduğu bir ortamda, Şii yönetimin faaliyeti de keskinleşmekteydi. Devrim zamanı ve devrim zaferinin sonrasındaki ilk dönemlerde siyasetçilerin yaklaşık tamamı Şah rejiminden miras kalan milli ayrımcılığın ortadan kalkmasının öneminden bahsetseler de, Anayasanın görüşülmesi ve genel oylamaya sunulması sırasında ülkenin toprak bütünlüğü ve manevi birliği artık ön plana çıkmıştı. Yeniden milli hareketlere bölücü damgası vuruldu, mazlum halklara bazı özgürlüklerin verilmesi ile “İran’ın dağılacağı” hakkındaki beyanlar sıkça duyulmaya başladı.

                             

                            Toplumun tüm kesimlerinin temsil edilebileceği Kurucular Meclisinden vaz geçilerek 3 Ağustosta temsilcilerin çoğunluğunun ruhanilerin oluşturduğu Uzmanlar Konseyi (Şurayi Hobregan) seçimleri yapıldı. Bu Konseyin toplantılarında yeni Anayasa görüşüldü. Doğrudan İmam Humeyni'nin ısrarıyla özerklik ile ilgili olan bazı sınırlı haklar bile Anayasa tasarısından çıkarıldı. Kasım ayında İmam beğendikten hemen sonra, anayasa tasarısı 2-3 Aralık tarihlerinde referandumda onaylandı. İslam ilkeleri çerçevesinde bir takım özgürlüklerin (vicdan, basın, söz, siyasi kurumlar, gösteri, eğitim vb.) verilmesi ile birlikte, Anayasada İran'ın çok milletli ülke olması dolayısı ile kabul edildi. Konu, Anayasanın 19. maddesinde şöyle yer almaktadır: “İran halkı kavim ve taife mensubiyetine bakılmaksızın eşit haklara sahiptir, renk, ırk, dil ayrıcalık için esas olamaz”. Önceki anayasaya göre bu, onun bir artısı oldu. Fakat eski anayasada devlet dili kavramının olmamasına rağmen, İran İslam Cumhuriyeti'nin Anayasasında şu ifade yer almaktadır: "İran halkının resmi ortak dili ve alfabesi Farsçadır.” (15. madde). Tam da burada mazlum halklara ”sus payı” teklif edilmekteydi: “Basın, kitle iletişim araçları ve okullarda edebiyat derslerinin öğretiminde Farsça ile birlikte yerel [bumi] ve etnik [kavmi] dillerin kullanımı serbesttir”.

                             

                            Milli meselenin çözümünü "sağlayabilecek" şuralar meselesi Anayasanın 7. bölümünde (100-106. maddeler) yer aldı. Köy, bahş, şehir, şehristan ve ostanlardaki [eyaletlerdeki] şuralar “sosyal-ekonomik, imar, sağlık, kültür, öğretim ve sosyal güvenlik konularıyla ilgili programların hızla yerine getirilmesi aracı” sayılıyordu. Ayrımcılığı önlemek, eyaletlerde imar ve sosyal teminatları sağlayan programların uyumlu uygulanmasının denetimi amacıyla eyalet şuralarının temsilcilerinden oluşan Eyaletlerin Yüksek Şurası denilen organın düzenlenmesi öngörülüyordu (101. madde). Bu da "kendi yetkisi çerçevesinde kanun tasarısı hazırlayıp, doğrudan, ya da hükümet aracılığı ile Milli Şura Meclisi'ne [daha sonraları İslam Şura Meclisi, parlamento] sunabilir.” (102. madde) Anayasada ek olarak, şuraların ve eyalet yüksek şurasının seçilmesi ve oluşum şekli, aynı zamanda hukukları ve görevleri konularını ayrıca yasanın belirleyeceği ifadesi yer almaktaydı.

                             

                            Anayasanın referandumda onayından sonra “yasal zemin” elde eden rejim önderleri demokrasi ve milli hareketler üzerine saldırıyı daha da genişlettiler. Referandumdan kısa bir süre önce Anayasanın görüşülmesi sırasında kitlenin dikkatini iç çelişkilerden ve çözüm bekleyen sorunlardan uzaklaştırmak amacıyla Tahran'daki ABD Büyükelçiliği işgal edildi. Uluslararası hukuk pratiğinde olağanüstü olay olan bu eylemle demokratik hareket, aynı zamanda milli hareket tarafından sıkıştırılmış yeni teokratik yönetim çıkış yolu bulmak umudundaydı.

                             

                            20 Aralık tarihinde geçici hükümetin 14 bentten oluşan Bölgelerin kendisini yönetmesinin (hodgerdani) hak ve görevleri konulu yasa tasarısı basında yer aldı ve iki hafta boyunca halkın tartışmasına açıldı. Ana maddeler aşağıdakilerden oluşuyordu:

                             

                            -                     Milli savunma (ordu) ve sınır konuları, dış siyaset, devlet güvenliği, dış ticaret ve gümrük işleri, ülke çapında genel iktisadi programlar,  bütçenin tanzimi, bankacılık-finans işlerinin genel yönleri, iç ve dış borçlar, kredi meselesi, doğrudan ve dolaylı vergilerin oranının belirlenmesi, genel iletişim hatları (telefon, telgraf ve posta), yollar (karayolu, otoban, demir yolu, deniz ve hava donanması), ağır sanayi de dahil olmak üzere, petrol-gaz ve petrokimya, metalürji endüstrisi, aynı zamanda büyük kanalların kullanımı gibi konular merkezi hükümetin yetkisinde olmalıdır;

                             

                            -                     Bölgenin imar planları, bu bölge için belirlenen bütçenin harcanması, tarım ve köy endüstrisinin gelişimi, eğitim, öğretim ve kültür çalışmaları, sağlık, yerel yolların yapımı, şehir ve köylerin sosyal sorunları, basın ve yayın işi yerel yönetim organlarının uhdesinde olmalıdır;

                             

                            -                     Yerel işleri yöneten organlar bölge şuralarının teklifi ve ilgili bakanların onayı ile düzenlenir, onlara karşı sorumludur, bölgelerde devletin önemli işleriyle meşgul olan organlar ise bakanlıkların önerisi ve bölge şuralarının onayı ile düzenlenir;

                             

                            -                     Yerel yargı organları bölge şuraları tarafından organize edilip, hükümet tarafından kontrol edilmelidir, fakat onların kararları İran Yüksek Mahkemesi'nde yeniden ele alına bilir, kamu düzeni konularında İçişleri Bakanlığı tarafından önerilen ve bölge şuraları tarafından tasdik olunan mahkemeler yerel şehir ve köy yönetiminin yetkisine verilir;

                             

                            -                     Bölge şuraları İran İslam Cumhuriyeti Anayasası çerçevesinde yerel çalışmalar hakkında yasalar kabul edebilir, bu yasaların ülkenin yüksek yasama organı tarafından onaylanması gerekmektedir;

                             

                            -                     Bölge şuraları ülke bütçesinden kendine ayrılan paydan ek olarak yerel ihtiyaçlar gereğince ek vergiler uygulama hakkına sahiptir;

                             

                            -                     Merkezi hükümet genel bütçenin dağıtımından önce en çok geri kalmış bölgelerde durgunluğun ortadan kaldırılması görevini dikkate almalıdır;

                             

                            -                     Bütün kendini idare [hodgerdani] bölgelerinde yerel dillerin ve edebiyatın öğretimi serbesttir ve ilkokulun birinci sınıfından başlayarak Farsça ile birlikte eğitim verilecek, fakat dersler ( dil dersleri dışında) tüm İran halklarının milli ve ortak dili olan Farsça olacak, yerel eğitim sistemi Eğitim Bakanlığının denetiminde yapılacaktır;

                             

                            -                     Kendini idare [hodgerdani]  bölgelerinde yazı işleri Farsça ve yerel dillerde olacak, lakin yerel kurumlarla merkezi hükümet ve diğer bağımsız bölgeler ile yazışmalar Farsça yapılacaktır;

                             

                            -                     Tüm kendini idare [hodgerdani]  bölgelerinde üniversite veya enstitüler kurulacak, burada öğretim Farsça yapılacak, bu üniversite ve enstitülerde yerel halkın edebiyat ve kültürü bölümü olacak, ayrıca Tahran Üniversitesi'nde İran halklarının dil-edebiyat ve kültür bölümleri oluşturulacak;

                             

                            -                     Tüm kendini idare [hodgerdani] bölgelerinde İran İslam Cumhuriyeti radyo ve televizyon kurumuna bağlı yerel radyo-televizyon merkezi kurulacak, bu merkezlerde yerel programlara belirli bir süre tanınacaktır;

                             

                            -                     Basın ve kitap basımı yerel dillerde özgür olacak, merkezi hükümet bölgelerin talebi üzerine yerel kültürlerin gelişmesine kapsamlı yardımda bulunacaktır.

                             

                            Kendini idare [hodgerdani] bölgeleri organlarının görevlerine gelince; Onlar ülkenin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve İran nüfusunun milli birliğini sağlamalı, Anayasa ve ilgili kanunlara riayet etmeli, merkezi hükümeti bölgelerdeki durumla ilgili bilgilendirmeli, hizmet çağına gelen gençleri İran İslam Cumhuriyeti ordusuna göndermeli, bölgelerde askeri birliklerin oluşturulması, ordu birliklerinin hareketi ve diğer ihtiyaçları için her türlü yardımda bulunmalıdır.

                             

                            Fars olmayan halkların çoğunluğunun özerklik konularına yaklaşımı somut ve açıktı. Sadece siyasi yolla milli meseleyi çözmenin mümkün olmadığını anlayan Kürt, Türkmen, Arap, Kaşkay hareketlerinin yönetimi milli görevlerin elde edilmesinde barışçıl yollarla (müzakerelerle) birlikte, silahlı mücadele yöntemlerini kullanmaya mecbur oldular. 1979 ve 1980 yılları tüm ülkede güçlenmekte olan milli hareketlerle, güçlenmekte olan yeni rejim arasında kanlı savaşlar yılı oldu.

                             

                            1980 yılı Şubat ayının sonlarında İran Kürdistanı Demokrat Partisi yeniden 6 maddelik özerklik tasarısıyla ilk Cumhurbaşkanı Beni Sadr’a başvurdu. Bu tasarı önceki 26 maddeli ortak tasarıdan prensipte farksızdı. Cumhurbaşkanı bir süre sonra bu tasarıyı beğendiğini ve yakında onun Devrim Konseyi'nde müzakere edileceğini açıkladı. Fakat ilk şart olarak Kürt hareketi katılımcılarından silah bırakmaları istendi. Bu talebi Kürt yöneticilerinin kabul etmek niyetinde olmadığını gerekçe göstererek, devlet özerklik konularıyla ilgili görüşmelerin kesildiğini beyan etti. Cumhurbaşkanı Beni Sadr bununla ilgili olarak  “biz özerkliğe karşı değiliz, ancak özerklik bizden olmayanlara verilmeyecek” görüşünü sergilemekteydi.

                             

                            1980 yılının Eylül ayında Irak'ın, İran'a müdahalesini Humeyni rejimi Allah'ın Lütfü olarak karşıladı. Hâkim rejim, tahmil edilmiş savaşta zaferin kazanılmasının sadece birlikten ibaret olması hakkında propagandayı güçlendirerek, onun fevkinde yer alan demokratik ve milli güçleri ezmek için uygun koşullar elde etti.

                             

                            Devrim sırasında ve sonraki yıllarda Azerbaycan'daki hareket, genel olarak İran'daki Türklerin hareketi Fars olmayan diğer halkların hareketlerinden farklı yol izledi. Devrimde aktif yer alan milyonlarca Türk’ü peşinden götürebilecek tek dini ya da dünyevi merkez ortaya çıkmadı. Hatta oluşmakta olan yeni rejimin yönetiminde temsil edilen Türk din görevlileri bile ortak platformda birleşemediler. Sonuçta bu dönemde milli sloganlar kararlılıkla ve açıkça öne sürülmedi, Türk milli hareketi ortaya net bir milli-siyasi program koyamadı.

                             

                            Monarşi rejiminin dağılmasının yarattığı bu eşsiz şans da yitirilmiş oldu. Bu şansın kaybedilmesinin temel nedeni olarak Türk elit kesiminde karmaşık, bazen de birbirine ters olan kimliklerin varlığını vurgulamak gerekir. Öyle ki, Türk ruhanilerin çoğunluğunun bilincinde İslamcılık (daha doğrusu, Şiilik), İrancılık ağır basmış, sol güçler arasında ise İranlı kimliği ile birlikte sınıfsal kimlik Türkçü ve Azerbaycancı kimlikten önemli olmuştur. Kaydedilen görüşler Türklüğün o dönemde birleştiği temel siyasi örgüt olan Müslüman Halkın Cumhuriyet Partisi'nin etkinliğinde kendini açık gösterdi.

                             

                            Müslüman Halkın Cumhuriyet Partisi (daha fazla Halkı Müslüman olarak tanınmıştır) devrimden iki hafta, Humeynici güçlerin İslam Cumhuriyeti Partisi'ni kurmasından ise toplam bir hafta sonra, 1979 Şubat ayının 25’inde kuruldu. Halkı Müslüman İran’ın genel partisi olup, ülke çapında sorunların çözümünü program amacı edindi. Martın 13’de ilan edilen, önsöz ve 10 maddeden oluşan programında özel sosyal ve milli-etnik talepler yer almamıştır. Farsça Halkı Müslüman gazetesi Tahran'da basılmıştır. Partinin merkezi de Tahran'da bulunuyordu. Yerel teşkilatların çoğu Türk bölgelerinde kuruldu. Ana teşkilatlar Azerbaycan kentlerinde, Tahran'da ve Kum'da idi. Teşkilatlar faaliyetlerinde büyük ölçüde özgürlükçü idiler. Adında hizb (“parti”) sözü olmasına, kendisini tam olarak hizb adlandırmasına rağmen, aslında Halkı Müslüman siyasi hareket biçiminde bir teşkilat idi. Halkı Müslüman’ın faaliyetlerinde, kurucuları Hüccetü-l-İslam Sadrettin Bulaği, Hüccetü-l-İslam Seyyid Hadi Hosrovşahi (partinin sözcüsü), Dr. Ahmet Alizade (partinin Genel Sekreteri) önemli rol oynadılar. 1979 yılının Şubat-Mayıs aylarında Doğu Azerbaycan valisi Rahmetullah Mükaddem-Marağayi partide söz sahibi olan kişilerden idi. Partiyi finans yönünden destekleyen başlıca güç Tahran ve Tebriz’in pazar halkı (bazariler) idi.

                             

                            Halkı Müslüman’ın fikir babası Ayetüllahül-üzma Seyid Muhammet Kazım Şeriatmedari (1905-1986) sayılırdı. Parti üyelerinin geneli de İran’ın en nüfuslu bir kaç merci-i taklitlerinden biri olan Şeriatmedari’nin taklitçileriydi. İran'da bu taklitçilerin, aynı zamanda parti üyelerinin sayısı 2-3 milyon kadar tahmin ediliyordu. Şeriatmedari’nin oğlu Hasan, parti yönetimindeydi, ancak parti yönetimi Şeriatmedari’den doğrudan talimat almamaktaydı.

                             

                            Halkı Müslüman, kurulduğu günden itibaren Ayetullah Şeriatmedari’nin İran’ın geleceğine ilişkin fikirlerini savunuyordu. Şeriatmedari, ülkenin geleceğini anayasal monarşide görmekte,1906-07 yılları anayasasına uyulması fikrini savunmaktaydı. O, aynı zamanda da Ayettullah Humeyni’nin dini lider (vilayete-fegih) doktrininin de aleyhine idi. Şeriatmedari’ye göre, bu doktrin önceki Şah rejiminin diğer bir yüzü idi, otoriter rejim ya da diktatörlük için temel oluşturmaktaydı, halkın egemenlik prensiplerine tersti. Şeriatmedari kısa bir süre sonra görüşlerini şu sözlerle ifade ediyordu: “Görünen o ki, biz bir monarşiden bir diğerine doğru gitmekteyiz.” Ayrıca o, Şii geleneğine dayanarak, ruhanilerin doğrudan siyasete karışmaması, devlet yönetiminde, özellikle iktidarda yer almamaları gerektiğini ifade ediyordu. Ayetullah Şeriatmedari için İran’ın bütünlüğü üstün değerdi. Bunun yanı sıra Pehlevi yönetiminin Fars olmayanların varlıklarını inkâr ederek, onlara karşı ayrımcılık siyaseti yürüttüğünün farkındaydı. Ayetullah, devletin Fars olmayan milletler konusundaki politikasının değişmesi, onlara bazı kültürel hakların verilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. O, asla “özerklik” terimini diline getirmemiştir. Bunun nedeni, belki de, onun halen de 21 Azer travması’nı yaşaması ile ilgiliydi.

                             

                            Ülkenin geleceği ile ilgili özlü meselelerde fikir ayrılığının olması, aynı zamanda en etkili din adamlarından biri olan Şeriatmedari’yi devrimden sonraki süreçlerden uzak tutma çabası kaçınılmaz olarak bu iki şahsı (Humeyni ve Şeriatmedari’yi) karşı karşıya getirecekti. Bu karşı durma kısa süre sonra gerçekleşti.

                             

                            Henüz Şubat ayında Humeyni geçici İslam hükümeti fikrine muhalif olmayı döneklik olarak gördüğünü belirttiği zaman Şeriatmedari buna itiraz etti.  O, barışçı eleştiriler ya da muhalifliğin asla cezalandırılmaması gerektiğini açıkladı. Humeyni’nin Mart ayında Şeriatmedari’yi evinde ziyaretinden sonra da fikir ayrılıkları devam etmekteydi. Nisan ayında Ayetullah Sadık Halhali Halkı Müslüman Partisi’nin kurulmasını ruhaniyetin birliğini yok eden bir olay gibi değerlendiren bir makale yayınladı. Bu makalesinde Halhali, Ayetullah Şeriatmedari’yi bölücülükle suçladı. Bu makale özellikle Azerbaycan’da Şeriatmedari taraftarlarını öfkelendirdi. Yeni anayasanın hazırlanması ve kabulü konusunda da Humeyni ile Şeriatmedari arasında görüş ayrılığı ortaya çıktı. Humeyni yeni anayasanın din adamlarından oluşan özel kurumda (Meclis-e Hobregan) hazırlanması ve referandumda kabulünü yeni rejimin hızla oluşumu için en uygun yol gördüğü için, Ağustos ayında bu kurum için seçimler yapılacağını açıkladı. Şerietmedari ülke için büyük öneme sahip Anayasanın özel kurumda hazırlanmasının yanlış fikir olduğunu söyleyerek, onun doğrudan seçimlerle toplanacak kurucu meclisin işi olduğunu beyan etti ve taraftarlarına Meclis-e Hobregan seçimlerini boykot çağrısında bulundu. Ancak Halkı Müslüman’ın Azerbaycan teşkilatı seçime katılma kararı alarak, adayı Mukaddem Merağayi’nin Meclis-e Hobregan’a seçilmesini başardı.

                             

                            İmam Humeyni ile Ayetullah Şeriatmedari’nin arası, Meclis-e Hobregan’ın alelacele hazırladığı yeni anayasa tasarısının 2-3 Aralık günlerinde yapılacak referandum konusunda tamamen açıldı.

                             

                            Bu arada Şeriatmedari anayasa tasarısının İslam'a genellikle uyduğunu, onun onaylanmasının mümkün olduğunu bildirdi. Aynı zamanda o, tasarıdaki 56. (Allah tarafından halka verilen haklar) ve 110. (Liderin yetki ve görevleri) maddelerinin birbiri ile çeliştiği ve Vilayeti-fegih (lider) kavramının tasarıya dâhil edilmesinin kabul edilemez olduğunu açıkladı. Devlet televizyonu Şeriatmedari’nin görüşlerinin birinci (takdir) bölümünü tekrar tekrar yayınladı, ancak ikinci bölümdeki (eleştiri) fikirlerini gizledi. Bu, Şeriatmedari taraftarlarının öfkesine neden oldu.

                             

                            5 Aralık tarihinde Humeyni ve Şeriatmedari taraftarları Kum’da karşı karşıya geldiler. Şeriatmedari’nin korumalarından biri bu çatışmada hayatını kaybetti. Bu olay,  Şeriatmedari taraftarlarını çileden çıkardı. Bu durumun dramatikliğinin farkında olan Humeyni oğlu ile birlikte Şeriftmedari’yi evinde ziyaret ederek, ona başsağlığı diledi.  İmam Humeyni’nin bu davranışı görülmemiş bir olay idi. Ancak bu, Azerbaycan’ı sakinleştiremedi. Şeriatmedari’nin öfkeli taraftarları Tebriz’deki devlet radyo-televizyon merkezini, eyalet valisinin evini ve diğer devlet kurumlarını bastılar. Tebriz’deki askeri mühimmat deposunun asker ve subayları eylemcilere katıldı. Azerbaycan’ın birçok kentlerinde de protesto eylemleri gerçekleştirildi. Radyo-televizyon merkezini ele geçirenler Bağımsız Azerbaycan İslam Cumhuriyeti hakkında konuşmalara varacak kadar ileri gittiler. Bu artık bir başkaldırı idi,  Tebriz bir kez daha merkezi hükümete karşı isyana başlamıştı.

                             

                            1979 yılının Aralık - 1980 yılının Ocak ayındaki Tebriz isyanının ayrıntılarına girmeden, konumuz için önemli bir kaç noktaya dikkat çekmek gerekiyor.  Bu dönemde her iki taraftan onlarca ölen ve yaralananın olmasına, çatışan taraflara on binlerce insanın katılmasına, Tebriz'deki aynı devlet dairesinin birkaç kez elden ele geçmesine, kısaca, Tebriz ve Azerbaycan'ın merkeze karşı yeterince keskin tutum sergilemesine rağmen, isyan sırasında ileri sürülen taleplerin yetersizliği dikkati çekiyor. Nitekim Aralık ayının 13’de Tebriz’de yarım milyon insanın katıldığı mitingin en "radikal" talebi, iki Azerbaycan eyaletinde idari ve dini atamaların Şeriatmedari’nin onayından sonra yapılması talebi vardı. Anlaşmazlıklar konusunda engin tecrübeye sahip olan Humeyni, tabii, bu gibi taleplerin kabulü hakkında vaat vermeyi uygun görmüş, hatta yeni anayasada düzenlemeler konusunda Şeriatmedari’ye danışacağını bildirmişti.  Kendisine sadık güçlerin toplanması ile ve karşı taraftaki Halkı Müslüman’ın yönetiminden Hüccetü’l-İslam Hosrovşahi gibilerini kendi tarafına çekmek için zaman kazanan Humeyni, adım adım Şeriatmedari’yi köşeye sıkıştırabildi. Şeriatmedari’nin hareketi, onun “kötü taktik” olduğunu göstermekteydi. Kendi nüfuzunun ve aynı zamanda da milli hareketin gücünün zirvede olduğu dönemde bile Şeriatmedari, kendisini ve hareketi düşman kabul edenlere karşı yumuşak davranış sergiledi. Şerietmadari’nin başka bir anlaşılmaz hareketi, daha doğrusu hareketsizliği ayaklanmanın merkezine (Tebriz) gitmemesi idi. Tebriz halkı yüz binlerin katıldığı eylemlerde “Can sana feda Şeriatmedar, Kum sana zindan Şeriatmedar!” sloganları ile onu Tebriz’e çağırıyordu. Şeriatmedari ve Halkı Müslüman yöneticilerinin bir diğer yanlışı ise Fars olmayanların milli hareketi ile Türk milli hareketi arasındaki işbirliği konusuna yeterince önem vermemesi oldu. Tebriz isyanında Kürt hareketinin lideri Şeyh İzzettin Hüseyni Tebriz’e tebrikle birlikte silahlı gruplar göndermiş, fakat Şeriatmedari buna gereken karşılığı vermemiştir. Bu kez de Azerbaycan kendi milli meselelerinde değil, daha çok İran’ın genel sorunu - Vilayeti-fegih’in yetkileri (110. madde) - üzerine ısrar etmekteydi. Genel olarak, Şerietmedari’nin milli meselenin ortaya çıkmasında ve hareketin gidişatı boyunca kayıtsız kalması, fikrimizce, onun İranlı ve Müslüman kimliğine aşırı bağlılığı ile izah edilebilir. “İran’ın dağılacağı”  korkusu onu Kürt güçleri ile sıkı birlik içerisinde olmaktan uzak tuttu. Bu psikolojik durumun oluşmasında Sovyetler Birliği'nin 1979 yılı Aralık ayında Afganistan'ı işgali ve bir sonraki hedefin İran olacağına dair söylentilerin yapay şekilde körüklenmesi de etkili oldu. Tahran basını sürekli olarak Tebriz’deki isyanda yabancıların parmağı olduğu hakkında topluma psikolojik baskı yapmaktaydı.

                             

                            Ayetullah Şeriatmedari’nin kararsızlığından, ayrıca Türk milli hareketinin aydın stratejik ve taktik hattının olmamasından faydalanan İmam Humeyni, Tebriz’deki isyanı bastıra bildi ve kısa bir süre sonra rakibi Şeriatmedari’yi siyaset meydanından uzaklaştırmayı başardı, hatta onun Ayetullah dini payesini iptal ettirerek, ömrünün sonuna kadar (1986) ev hapsine çarptırdı. 1979 Aralık ayında "İslam Anayasası' referandumda onaylandıktan sonra, yeni yılın Ocak ayında başkanlık seçimleri yapıldı, Mart-Mayıs'ta parlamento seçildi, Ağustos-Eylül'de yeni, kalıcı hükümet görevine başladı.1980 Eylül ayında başlamış olan İran-Irak savaşı, İran’da “milli birliğin” yeni faktörüne, halkın devrim heyecanının tükenmesine sebep oldu. 1980 yılı İran tarihinde yeni, teokratik sistemin şekillenmesi yılı oldu.

                             

                            Kaderini Türklerin tanınmış dini liderine (Ayetullah Şeriatmedari’ye) bağladığı, siyasi süreçlerin hazırlıksız yakalandığı milli hareket, bu aşamada da başarısız oldu. Devrimin yaratmış olduğu ümitler suya düştü. Türklük siyaseten mağlup oldu. Devrimin zaferinden bir yıl sonra Türkçe basında yeni rejimin milli sorunlarda eski rejimden yalnızca sarıklarıyla farklılık gösterdiğini içeren görüşler yer almağa başladı. İran'daki Türklerin milli enerjisinin büyük bir kısmı kültür alanındaki faaliyetlere yöneldi. Milli güçler,  on yıllar boyunca Türk kültürü önündeki sorunların nihayet çözüleceği, milletleşme sürecinin hızlanacağı yönünde umutlandılar.

                             

                             İslam Cumhuriyeti devletinin ülkedeki Türklüğe yaklaşımını prensip olarak önceki Pehlevi rejiminin politikalarının devamı olduğunu göstermeliyiz. Teokratik iktidar da Türklere olağan haklarını bile vermekten imtina etti. Yeni İran anayasasının ülkedeki kavimlerin ve taifelerin birliği konusundaki ihtişamlı vaadine rağmen, İslam Cumhuriyeti döneminde Pehlevi döneminin Türk düşmanlığı daima gündemde olmuş, Türklüğün varlığı İran’ın bütünlüğü için tehlike olarak görülmüş, devlet aygıtı, ülkenin ırkçı aydın kesimi ve ayrıca Türk dönekleri Türk nüfusu arasında milli kimliğin oluşmasına engel olmuş, Türk milli hareketini acımasızca takip etmişlerdir. Anayasanın 15. maddesinde, aynı zamanda da “Kendini idare [hodgerdani]  bölgelerinin hak ve görevleri” adlı yasada öngörülen “yerel dillerin” kullanımı, bu dillerin yerel yönetim kurumlarında kullanılması, yerel kültürlerin araştırılması ve tanıtımı alanında öngörülen vaatler kâğıt üzerinde kaldı. İran devleti son on yıllar içinde Türklüğün milli yönden bilinçlenmesi ve örgütlenmesini önlemeye çalıştı.

                             

                            • Konu 14

                              14.       Konu      Çağdaş İran’da Türk Düşmanlığı

                              Konular:  Dil ve kültürün yasaklanması; Azerbaycan’ın ekonomik geriliği; Resmi ideolojinin Türklük algılaması.

                              Temel Okumalar:

                              -           Bilgehan A. Gökdağ, M. Rıza Heyet, “İran Türklerinde Kimlik Meselesi”, Bilig. Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, Yaz 2004, sayı 30, s.51-83;

                              -          Alireza Asgharzadeh, Iran and the Challenge of Diversity, New York: Palgrave Macmilla Press, 2007;

                              -          Saadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi, 7. bölüm;

                              -          Maşalla Rezmi, İran’da Türk Düşmanlığının Kökleri (elektron versyonu gönderile bilir);

                              -           Nəsib Nəsibli, Güneyli-Quzeyli Meselelerimiz, Bakı: Aypara3,  2013, değişik bölümler;

                              -          Arif Keskin, Azer milliyetçiliği ve Karikatür Krizi,    http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=189384

                              -          Wikipedia’dan uygun makaleler;

                              -           Youtube’dan değişik videolar.

                              Ders Notları:

                              12 Mayıs 2006 Cuma günü İran Devleti’nin resmi yayın organı olan İran Gazetesi’nin çocuk özel sayısında “Hamam Böceklerinin Bizi Böcekleştirmemesi İçin Ne Yapmalıyız!” başlıklı bir makale yayınlandı. Bu makalede hamam böceklerini yok etmek için çocuklara sekiz yöntem öğretilmekte ve her yöntem de bir karikatürle gösterilmektedir. Karikatürün birinde çocuğun biri hamam böceği ile konuşmakta, yalnız çocuğun dilini anlamayan hamam böceği Türkçe “NEMENE?” diye sormaktadır.[Güney Azerbaycan’ın çoğu bölgesinde “NE?” sorusu “NEMENE?” şeklinde ifade olunur]. Ayrıca bu karikatürün altında hamam böceklerinin dillerinin çok zor ve kuralsız olduğu ve dolayısıyla çoğu hamam böceğinin kendi dilinde konuşmak istemediği izahı verilmiştir.

                               

                              Hamam böceklerini yok etmeye önerilen yöntemler, daha çok siyasi muhalif güçleri yok etmeye yarayan yöntemlere benzemekle beraber yöntemlerin birinde insan dışkısından beslenen böcekleri yok etmek için bir süresine tuvalete gidilmemesinin yeterli olacağı söylenmektedir. İran’ın siyasi ve toplumsal ortamı ile tanışık olan herkesin yazarın Türkleri kastettiğini anlayacağı kesindir. Söz konusu yazının yayınlanmasından birkaç gün sonra aynı gazete aynı yazardan “Cengiz Ölüyor” adlı Türklere hakaret içerikli bir yazı daha yayınlamıştır.

                               

                              İlk yazının yayınlanmasının hemen sonrası günü Azerbaycan üniversitelerinde itiraz sesleri yükselmeye ve git gide eylemlere dönüşerek büyümeye başladı. On gün sonra (22 Mayıs’ta) Güney Azerbaycan’ın merkez kenti olan Tebriz’in devlet üniversitesinin kampusunda öğrenciler toplanarak protesto sloganları atar ve daha sonra itiraz mektubu vermek üzere kampustan ayrılır ve valilik binasına doğru yürürler. Yolda emniyet güçlerinin müdahalesi sonucu öğrenciler ile çevik kuvvet arasında çatışma çıkar. Çatışma kent halkının öğrencilerden yana olaya karışması ile büyür ve sonuç olarak çevik kuvvet ilk başta göz yaşartıcı gaz, cop ve daha sonra ise doğrudan halka ateş açma suretiyle gösteriye şiddet karıştırır. Günün geç saatlerinde gösteri tam bir ayaklanma şekli alır. Bu olayda valilik binası dâhil birçok devlet bina ve aracı zarar görmüş, çok sayıda vatandaş yaralanmış ve şehit olmuştur. Sonraki günlerde Urmiye, Hoy, Zencan, Erdebil, Hıyav (Mişkin), Marağa, Merend, Miyana, Koşaçay (Miyandoab), Sulduz (Negedeh), başta olmak üzere toplam 25 büyük ve küçük kent ve kasabada kanlı olaylar yaşanmıştır. Urmiye’de İran gazetesinin il temsilcilik binası bir hafta içinde iki kez ateşe verilmiş ve devlet radyo, televizyon il tesisleri tahrip edilip yakılmıştır. Erdebil, Mişkin ve Negedeh şehirlerinde emniyet güçleri doğrudan halkın üzerine ateş açmıştır. Tüm Azerbaycan’a yayılan ve daha sonra Tahran ve Kum’a sıçrayan on günlük ayaklanmada verilen raporlara göre en az 50 vatandaşımız şehit olmuş ve binlercesi yaralanmıştır. Uzun veya kısa süreli gözaltına alınan insan sayısı toplam 21 bine ulaşmıştır. İran’ın resmi haber ajanslarına göre sadece Tebriz’de 330 kişi gözaltına alınmış, Negedeh’de 4 kişi hayatını kaybetmiştir

                               

                              Bu ayaklanma İran İslam Devrimi’nden sonra Azerbaycan’da gerçekleşen en büyük halk gösterisi olmuştur. Uzmanlara göre bu ayaklanma Pehlevi rejimini çöküş sürence iten1977 Tebriz Ayaklanması’nın boyutlarına ulaşmıştır.

                               

                              Azerbaycan’da meydana gelen Mayıs–Haziran Ayaklanması’nda karikatür meselesi tetikleyici rol oynasa da bu kadar büyük bir olayın sırf bir karikatüre tepki olarak ortaya çıktığını düşünmek çocukça bir yanılgı olacaktır. Başlıca 25 maddesi  “Azerbaycanlı Üniversite Öğrenci ve Mezunlar Topluluğu’nun” bildirisinde yer alan siyasi, kültürel, ekonomik ve toplumsal istekler bir etkenler kümesi olarak bu ayaklanmanın zeminini oluşturmaktadır. 22 Mayıs 2006’ya kadar Azerbaycan’da bir kimlik arayışı hareketi söz konusu olmuşsa da o günden itibaren bir milli hareket doğmuştur. Birkaç bin kişinin
                              tutuklanarak cezalandırılması ile bu hareket durdurulamayacaktır. Çünkü bu hareket olgunlaşma sürecini tamamlamış, kendi kaderini belirleyebilecek noktaya gelmiştir. Milli bilinç oldukça yüksek bir düzeye ulaşmış, uluslararası ve bölge koşulları rejimin 1981’de olduğu gibi genel bastırma veya 1988’deki gibi siyasi kıyım yoluna gitme olanağını elinden alınmıştır. Günümüz koşullarında Azerbaycanlılar aleyhine her türlü geniş çaplı şiddet uygulaması rejimin kendi aleyhine olacaktır.

                               

                              Bu ayaklanma her ne kadar kendiliğinden oluşsa da Türk insanının bilinçaltına kayıtlı, yazılmamış kuralların meydana getirdiği bir olgudur. Tüm şehirlerde farklı ve çok sayıda sloganlar atılsa da sloganların özünde her hangi bir dağınıklık gözükmüyor ve hepsinin vardığı nokta aynıdır. Güney Azerbaycan Türk Milleti kendi kaderine hâkim olmak istiyor.

                              Paniranistler İran’ın çok milletli bir toplum olduğunu inkâr etmekte ve özellikle Türklere gelince gerçeği çarpıtarak tersten anlatmaktadırlar. Onlara göre tarih boyunca İran’da Farslar, Türkler tarafından zulüm ve haksızlığa uğramışlar. Bu konuya açıklık getirmek için İran’da Fars olmayan halklara uygulanan ve toplumsal patlayışa yol açan apartayd [Güney Afrika’da görülen, siyahları dışlayan ve beyazlara tüm hakları tanıyan sistem] sistemiyle beraber İran’da Türklerin de ayaklanmasına sebep olan tarihi Türk karşıtlığının ortaya çıkış ve gelişme sürecini tarihi belgelere dayanarak ele alacağız. Her şeyden önce Azerbaycan Türklerinin sosyolojik özelliklerini inceleyerek geneldegösterdikleri sosyal tepki metotları açıklanamaya çalışılacaktır

                               

                              Makalenin başında seyahatnamesinden bir hikâye aktardığımız Doktor Pulak bu konuda en güvenilir gözlemcilerden birisi sayılmaktadır. On sene Kacar Hanedanlığından Nasıreddin Şah’ın saray doktorluğunu yapan tarafsız bir yabancı olarak İran ve İranlılarla ilgili tüm gözlem ve incelemelerini büyük bir titizlikle kaydetmiştir. Yukarda aktardığımız hikâye Türklerin soğukkanlılık ve girişimciliğine bir örnek olarak kayda alınmıştır. Türkler kişisel ve toplumsal olarak sabırlı ve soğukkanlıdırlar. Yalnız üzerlerindeki baskı dayanılmaz hale geldiğinde aniden ve sert şekilde tepki verirler. Doktor Pulak kitabında Türklerden şöyle bahseder

                              Türkler [Azerbaycan Türklerini kastetmektedir] huy ve ahlak olarak Osmanlılara daha çok benzerler, yalnız Farsların da bazı özelliklerini almışlar. Kaba, hileden uzak, cesur ve kararlı insanlar olduklarından orduda tercih edilirler. Bunlar Farsları korkak diye aşağılar ve kendi Türk soylarıyla iftihar ederler. Sakinler, yalnız kavga dövüş icap ederse tereddüt etmez, her zaman saldırıya hazırlar. Yazılı tarihi kaynaklara göre yedinci yüzyıl sonrası Türk kabile birlikleri Orta Asya’dan hareket ederek tüm Avrasya’yı kat etmişlerdir. Onlar bu süreç içinde çok sayıda devlet ve imparatorluk kurmuş, birçok millete egemen olmuşlardır. Öyle ki bu milletlerin tarihini Türklerden ayrı yazmak mümkün değildir. Türk yayılması çoğu zaman yenik düşen milletlerin kalbinde kalıcı intikam yaraları açmıştır. Bu milletler fırsat buldukça Türklere vurarak veya hiç olmazsa Türkleri aşağılayıp hakaret ederek, öfkelerini dışa vurmuşlardır. Çinliler, Ruslar, Doğu Avrupalılar, Araplar, Ermeniler ve İranlılar farklı düzeylerde Türk karşı duygular beslerler. Hatta bazen Kürtler bile [İran Kürtleri kastedilmektedir] paniranistlerin ağır baskısına maruz kalmalarına rağmen, paniranistlerin uydurmacalarına kanarak Türklere karşı çıkmaktalar. Hâlbuki bazı istisnalar hariç Kürtlerle Türkler her zaman birlikte barış ve huzur içinde yaşamışlardır. İşte bu nedenle Türk asaletine inanan Türkler “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” derler

                               

                              İran’da Türk düşmanlığı tarih ve gerçekliğin ötesine geçerek efsane ve mitlere bile yansımıştır. Farsların en gözde şairi Firdevsi’nin Şehname’si İran ile Turan savaşları temelinde yazılmıştır ve Firdevsi, Şehname’sindeki Turanlıların Türkler olduğunu bizzat söylemektedir. Firdevsi Fars çiftçisinin Türk ve Arap’la karışmasının Fars köylüsünün bozulması anlamına geldiğini söyler (Şiirden çeviri)

                               

                              “[Fars] çiftçi, Türk ve Arap’tan [öyle] bir soy ortaya çıkar [ki] ne çiftçidir, ne Türk’tür, ne Arap’tır. Bu söz ancak oyundur [Maskaralıktır

                               

                              Bugünkü İran’ın tümünün de topraklarına dâhil olduğu Türk Şah’ı Gazneli Sultan Mahmut’un sarayında Sultan’ı övmekle meşgul olan 400 Fars şairi vardı ve onların biri de Firdevsi idi. İran’ın tüm Türk hâkimleri Fars dili ve edebiyatının gelişmesine gayret sarf etmelerine rağmen Türk karşıtlığı İran edebiyatının belirgin hatlarından olmuştur. Fars edebiyatında “Bu yol Türkistan’a gider” ifadesi “doğru yoldan sapmak” ve “Türktazi” [Türk’ün at koşturması] “zorbalık ve haksızlık” anlamına gelir. Coğrafya bilgini İbn-i Fakih-i Hamedani Türkleri düşman olarak tanımlar ve Peygamberin hadisiymiş diye şu hadisi nakleder:

                              Türklerin size sataşmasını istemiyorsanız onları rahat bırakın.

                               

                              Türk olmayan birisinin İran’da Türk karşıtlığının ne demek olduğunu anlaması zordur. Gerçeği kabul etmeyenler en azından geçen 30 yıl içinde Azerbaycan’da yaşananları tekrar gözden geçirmeliler. 1980 yılında Sadık Halhali’nin [dönemin Devrim Mahkemeleri başkanı] “Bahaneler Düşmanların Elinden Alınmalı” başlıklı makalesinde Ayetullah Şeriatmedari’ye [dönemin en yüksek mevkili Azerbaycanlı din adamı] hakaret ederek
                              kendisinin SAVAK [Pehlevi döneminde İran Milli İstihbarat Teşkilatı] ajanı olduğunu iddia etmesi sonucu Tebriz’de ayaklanma çıkıp halk, devlet radyo televizyonunu kontrolü altına almıştır. 1995 yılında Tahran Devlet radyo televizyonu tarafından “bir Türk’le evlenmek ister misiniz?”, “iş yerinizde bir Türk’le oda arkadaşı olmak ister misiniz?”, “sakinlerinin çoğu Türk olan bir mahallede oturmak ister misiniz?”,
                              bir Türk’le aile arkadaşı olup onu evinize davet etmek ister misiniz?” gibi Türklere hakaret edici sorular içeren bir anketin dağıtılması Tebriz’de karışıklığa sebep olup, Azerbaycan il üniversitelerinde öğrencileri ayağa kaldırmıştır.

                               

                              Bugün ise İslam Cumhuriyeti’nin resmi gazetesinde yapılan dayanılamayacak kadar iğrenç hakaret, tüm Azerbaycan’ı ayağa kaldırmış ve onlarca vatandaşımızın canına mal olmuştur. Verilen bu örnekler sadece harmandan bir avuçtur. Tüm Fars ortamlarında anlatılan Türkleri aşağılayıcı fıkralar ve hatta artık deyim haline gelmiş “Türk-i her” [eşek Türk] ibaresi herkese malumdur. Bu şekilde süreklilik arz eden resmi ve gayri
                              resmi hakaretler zinciri İran’da sistemli bir Türkleri aşağılama prosesinin varlığını reddedilmez kılmıştır. Yalnız Azerbaycanlılar da her zaman gereken tepkiyi vererek Türk kimliği konusunda herhangi bir şekilde taviz vermeyeceklerini açık şekilde ifade etmişler. Mayıs-Haziran Ayaklanması’nda halkın harekete geçtiği her 25 kentte de “Haray haray [feryat] men Türk’em”,”Türk’ün dili ölen değil, Fars diline dönen değil” sloganları tüm sloganların başında gelmiştir.

                               

                              İran’da Türklerin bin yıllık egemenliği döneminde Farslar hiçbir zaman kültürel baskı hissetmemişlerdir. Türk sultanları ne yapsalar da kültürel baskıdan uzak durmuşlardır. Bunca Fars şiir divanlarında dil ve kültür baskısıyla ilgili hiçbir örneğe rastlanmamaktadır. Türkler hiçbir zaman hâkim oldukları milletlerin diline karışmamışlardır. Türk hâkimiyeti dönemlerinde İran’da her zaman Arapça din ve bilim dili, Farsça edebiyat ve şiir dili, Türkçe ise saray ve ordu dili olmuş, her üç dil de saygı görmüş “Elsene-yi Selase-yi İslami” [üç İslam dili] olarak anılmışlardır. Tüm mekteplerde ve medreselerde “ dil Arap dilidir, Farsça şekerdir, Türkçe sanattır” ifadesi temel öğretilerden biri olagelmiştir. Yalnız anlaşılan bu ki anlattıklarımız daha çok Türkler için geçerli olmuş, Farslarca pek tutulmamıştır. Nitekim Farslar 1925’te hâkimiyete getirildikleri günden itibaren bütün bunları unutmuşlar. İslam Cumhuri’yeti döneminde bile kendileri Arap dili eğitimi alan mollalar Huzistan [İran’da Arapların yerleştiği bölge] çocuklarının ana dilleri olan Arapça eğitim almalarına engel olarak onların günahına girmişler. Bütün bu yaptıkları yetmiyormuş gibi kendi resmi gazetelerinde Türk dilini hamam böceklerinin diline benzetip çocuklara onları yok etmenin yöntemlerini öğretmekteler.

                               

                              Burada şöyle bir soru karşımıza çıkıyor

                              NEDEN TÜRKLERİN 1000 YILLIK HÂKİMİYETİ DÖNEMİMDE ÇOĞU ZAMAN FARSÇA YAZI DİLİ OLMUŞTUR?

                               

                              Busoruya cevap olarak üç fikir ileri sürülmektedir

                              1: Paniranistler ve Fars diline tapanlara göre bu husus Farsça’nın Türkçeye olan üstünlüğünden kaynaklanmaktadır. Oysa bilimsel olarak bunun tersi doğrulanmaktadır. Nitekim 1999 yılı UNESCO tarafından “Dede Korkut” yılı ilan edilmiş, 24000 fiili olan Türkçe dünyanın üçüncü en kurallı dili olarak seçilmiştir. Hâlbuki Fars dili birkaç yüz fiille ancak Arapça’nın 33. şivesi olarak görülmüş ve Farsların en önde gelen şairlerinden biri olan Sadi’ye UNESCO tarafından sadece bir gün hasredilmiştir. Bu gibi konular artık bilim dünyasında pek fazla önemsenmemektedir. Yalnız bazı paniranistlerin sadistçe inatları bu konuların açılmasını zorunlu
                              kılmaktadır.

                               

                              2: Artur Kristiyen gibi bazı arkeolog ve doğu bilimcilere göre Sasani (Pers) İmparatorluğu döneminde Pers dilinde temeli atılan vergi toplama sistemi İran saraylarında Pers dilinin kullanılmasını bir gelenek haline getirmiş ve eski devirlerde katiplik işinin irsi bir meslek olup babadan oğla geçmesi sebebiyle bu gelenek devam ettirilmiştir. Onun kanısınca Türk veya Arap saraylarında Fars kâtipler “Guşt” yazmış Arap sultanına “Lehm” veya Türk hakanına “Et” diye okumuştur. Ahmet Kesrevi de aşağı yukarı aynı fikri savunarak yazı dilinin Pers İmparatorluğu döneminde ortaya çıktığını bu hususun nedeni sayar. Fakat bu nedenler de çürütülebilmektedir. Çünkü günümüz tarafsız dil uzmanlarına göre Deri dili [İran, Afganistan ve Tacikistan’da konuşulan çağdaş Farsça] İslam’dan sonra kuzey Afganistan ve Merkez Asya’dan (Tacikistan) İran’a gelmiş ve Pers krallığında kullanılan Pehlevi dili herhangi bir yabancı dille farklı olduğu kadar bugünkü Farsçayla da farklıdır.

                               

                              3 :Üçüncü ve daha mantıklı görünen neden ise üç etkenin karışımından ortaya çıkan bir süreçtir. Din ve dolayısıyla Arap alfabesi etkeni, yerleşik şehir ve köy hayatı yaşayan Fars ve konar-göçer Türk yaşam sistemi ve üçüncüsü Farsçanın Arapçaya ses sistemi olarak uyumu ve tam tersine Türkçenin Arapçaya uymazlığı. İslam’dan sonra İslam dininin etkisiyle kısa zamanda Arap alfabesi diğer alfabeleri devre dışı bırakarak yeni Müslüman olmuş ülkelerde kullanılmaya başlanmıştır. O günkü yerleşik hayat yaşamı ve dolayısıyla yazılı edebiyatını geliştirme olanağına sahip bulunan Fars toplumu, zaten ses sistemi (sesli harflerin sayısı ve harflerin telaffuzu) itibarıyla Arapçayla örtüşen dilini çok fazla zorlanmadan yeni sistemde düzene sokabilmiştir. Oysa Farslardan çok daha geç yerleşik yaşam sistemine geçen Türkler kaybettikleri zaman bir yanadursun ses sistemi olarak Arapçayla tamamen farklı olan Türk dilini tam anlamıyla yeni sistemde oturtamamışlardı. Yapılan çalışmalarda zaten şehir kültürüne hâkim olan Fars ve Arap dillerinin etkisi altında kalmıştır.

                               

                              Bütün bunlara rağmen Fars dili Arapçanın oldukça ağır tesiri altında kalmıştır. Nitekim yüzyıllar boyunca mekteplerde Farsçanın öğreniminde temel derslik olan Sadi’nin Gülistan kitabı ve Hafız’ın Şiir Divanı’nda kullanılan Farsça’da kelimelerin neredeyse üçte ikisi Arapçadır.

                               

                              Rudeki’den Nima Yuşiç’e kadar tüm Fars şiiri Aruz kalıbında söylenmiş ve tamamen Arap ekolüdür. Ne kadar ilginçtir ki Arap recizi şiirden saymazken Firdevsi’nin Şehnamesi baştanbaşa recizdir. Firdevsi Şehname’den sonra yazdığı “Yusuf ve Züleyha” eserinde ömrünü Şehname’yi yazmakla heba ettiğinden pişmanlık duyduğunu söyler.

                               

                              Farsçanın değerini kırmamak ve bu dili sevenlere saygı duymakla beraber Farsçanın, Arapçanın bir şivesi olduğunu kabul etmek gerekir ve belirtmek gerekir ki bu bağlılık Farsçanın tatlı ve zarif bir dil olduğundan hiçbir şey eksiltmemektedir. Farsça başka dillerin katili olmadığı sürece herkesçe saygındır.

                               

                              Fars bölgesinin [Fars sözcüğü burada coğrafi anlamda kullanılmış ve bugünkü İran’ın merkez eyaletlerini kastetmektedir] ahalisi, Orta Asya ahalisinden çok daha evvel Müslüman olmuşlar. Türkler 8. yüzyıldan sonra İslam’ı kabul etmiş Arap alfabesini kullanmaya başlamışlar. Fars dili Arapçaya yakınlığından dolayı Divan dili olabilmiştir. Oysaki Türkçenin ses sistemi, Farsça ve Arapçadan çok farklı olduğundan dolayı, Türkçe bu konumu elde etmekte zorlanmıştır. Farsça, Arapça bilmeyen birisinin Farsçayı tam olarak bildiğini iddia edemeyecek kadar Arapça’nın etkisi altında kalmış ve bu dile yaklaşmıştır.

                               

                              Paris’in Arap Le Monde enstitüsünde Firdevsi’nin şehnamesi Arap eseri olarak tanıtılmaktadır ve bugüne kadar da hiçbir akademiysen buna itiraz etmemiştir

                              Görüldüğü gibi Farsçanın Türk sultanları tarafından kullanılması bu dilin üstünlüğünden değil, karmaşık bir sürecin sonucu olmuştur. Hatta Farsça fazlasıyla basit bir dil olduğundan dolayı bilim dili olma kabiliyetinden yoksun bir dildir. Nitekim Rıza Şah dönemi Fars dil kurumu başkanı Dr. Hanleri’nin Fars dili grameri kitabına istinaden Farsça’nın sadece 314 fiile sahip bulunduğu bilinmektedir. Ayrıca Farsça az sayıda ek ve bağlaç içerdiği için oldukça kısıtlı bir kelime üretme yeteneğine sahiptir. Bunlara ilaveten Farsça’nın fiil çekim zamanları da çok sınırlıdır. Öyle ki tanınmış Ari ırkçısı Ahmet Kesrevi “Zeban-e Pak” [Arı dil] çalışmaları kapsamında kendisinden yeni çekim zamanları türeterek bu eksikliği gidermeye çalışmıştır. Kesrevi bu hususa “Azeri veya zebane bastane Azerbaygan” (Azeri veya Azerbaycan’ın eski dili) eserinde açık şekilde değinmiştir.

                               

                              Bugün İran adıyla bilinen coğrafyada her zaman din tartışması var olmuştur. Nitekim “Keşver” [ülke] kelimesinin “Kiş” [Din] ve “Ver” [ilişki eki] kelimelerinden oluştuğunu söyleyenler vardır. Fakat dil tartışması oldukça yeni olup son yüzyılda ortaya çıkmıştır. Ondan önce Türk karşıtlığı daha çok etnik (Kavim) olgusuna dayalı idi ve kavimler arası ihtilaflardan kaynaklanmıştır. Bu nedenle de tarihte Türklerin zayıf duruma düştüğü bütün dönemlerde İran Türk karşıtı ortamın güçlendiğini ve Türklerin yeniden güç kazanmasını önlemek için girişimlerde bulunulduğunu görmekteyiz. Safevi devleti döneminde her zaman sessiz olan Afganlar son Safevi sultanı Şah Sultan Hüseyin’i devirdikten sonra ona Türklerin şahı diye hakaret eder, Türklere eziyet etmeye başlarlar. Zendiye dönemi, Pehlevi dönemi ve İslam Cumhuriyeti dönemlerindede Türkler aşağılanmış ve baskı altında tutulmuştur.

                               

                              Fransız araştırmacı Havier Do Pelanol, Pakrevan’dan naklen şöyle yazar: “1770 yılında zendilerin esiri oldan Kacar Ağa Muhammet Han’ın kız kardeşi Zendi Kerim Han’ın oğlu Muhammet Rahim Han ile evlendirilmek üzere Kazvin’den Şiraz’a getirilir. Yalnız Kerim Han’ın kızı bu evliliğe karşı çıkar ve “Bir çapulcu Türk köylüsünün kızı benim kardeşime layık değil, onu bir katırcıya verin.”  Der. Ağa Muhammet Han’ın kız kardeşi daha sonra Kerim Han’ın büyük komutanlarından olan Ali Merdan Han ile evlenir. Yalnız olay burada bitmez, “Çapulcu Türk köylüsünün kızı” lafı zendi sarayında dillere düşer. Bu dil yarasını unutmayan Ağa Muhammet Han Zendiye devletini yıkıp, Kacar Türk devletini kurduktan sonra Kerim Han’ın aynı kızını kendi katırcısına verir.

                               

                              Kendisini Kerim Han’ın varisi bilen Lütf Ali Han Zendi, Ağa Muhammet Han’ı aşağılamak amacıyla şöyle bir şiir yazmıştır: “Ya rabbi mülkü benim gibi birisinden aldın ve kadın mı erkek mi belli olmayan bir kısıra verdin. Günlerin dönüşünden belli oluyor ki senin karşında ha kılıç vurdun ha davul çaldın [Hiçbir farkı yoktur]

                               

                              Dr. Pulak Türk askerlerinin Farslara olan bakışını gösteren bir olayı anlatmaktadır. Bu olay Farslarla Türklerin arasında olan ilişkiyi de bir anlamda tasvir edebilmektedir.

                              “ 1859 yılının yazında bir gece yarısı [İsfahan’da] Ermeni hizmetçim ile Çaharbağ caddesinden geçiyordum, mahalle kabadayılarından biri kamayla hizmetçime saldırıp, elbisesini yırttıktan sonra bir evin bağına kaçtı. Türk nöbetçiyi çağırdım, o eve girmek istedi ama ev sahibi izin vermedi. Yalın ayak, üstünde ince bir gömlek ve omzunda tüfeği olan Türk asker aşağıdan pencereye doğru bağırdı: “Siz köpek Farslar ne zamandan beri kama götürme cesaretini bulmuşsunuz, ben bu ülkenin şahı yerinde olsam sizin elinize iğne bile vermem”. Daha sonra kapı açtırıldı ve kabadayı dışarı çıkarıldı. Benim araya girmemle adama sadece birkaç kırbaç cezasıverildi. Ülkenin neresinde olursa olsun, ister şehirde ister sınırda ne zaman ki bir Türk ve bir Fars bir araya gelirse biri diğerini alt etmeye çalışır.

                               

                              Kacar devletinden sonra ülkede Türkleri aşağılama sistematik bir şekle girip, tarih ve ders kitaplarında Türk’ün vahşi, çapulcu ve taşralı demek olduğu yazıldı. Türk karşıtlığı devletin resmi politikası haline geldi. Öyle ki ülkenin eğitim sisteminden mezun olan birisi Türk düşmanı kesilmektedir. Türklerden bahsedilince; “geldiler, yaktılar, yıktılar, çaldılar ve gittiler” sözlerine iktifa edilmekte ve Türklerin 1000 yıl boyunca İran’daki
                              hâkimiyetleri süresince bu ülkeye verdikleri hizmet tümüyle unutulmaktadır. Paniranistlerin “yaktılar, yıktılar” dedikleri dönemi bakın o dönemin şairi Sadi nasıl anlatıyor: “Vaktimizin hoş olduğu zaman hicretten altı yüz elli altı geçendi.” Burada savaş zamanlarında yakıp yıkmaları aklamaya çalışmıyoruz, bu zaten savaşın zatındadır ve her zaman her yerde yapılmıştır. Bizim itirazımız tarihin çarpıtılması ve abartılmasıyla Türk düşmanlığı yapanlaradır. Bir âlim arkadaşımızın söylediği gibi bu eğitim sisteminden tarih doktorası alan birisinden kesinlikle umut kesmek lazım. Çünkü İslam öncesi efsaneler ve İslam sonrası uydurmacaları ezberlemedikçe diplomasını alması imkânsızdır.

                               

                              Gerçekler devrik şekilde anlatılmaktadır. Türk sultanlarının himayesi altında yazıldıklarından bahsetmeden Fars edebi eserleri yüceltilmektedir. Türk sultanlarının büyüklüğünü ve görkemini gizlemek için Fars edebiyat yıldızlarının bu sultanlardan beslenip onlara övgü divanları yazdıklarından bahsedilmez. “Fars Edebiyat Hazinesi” dedikleri şey sadece şiir divanlarından oluşmaktadır. Matbaanın İran’a gelip, siyasi ve toplumsal şiirlerin popülerleşmesine dek şairlerin esas işinin şahları ve sultanları övmek olduğunu biliyoruz. Fars Edebiyat Hazinesi’nin yaratıcılarının mesleği ve geçim kaynağı Türk sultanlarını övmek olmamış mıdır?

                               

                              İranlıların en büyük şairlerinden olan Sadi İlhanlı Hülagü Han’a yazdığı kasidelerden birisinde şöyle der: “Semanın yer ehlini minnettar edecek bir işi; kâinatı yaratan tanrının bu cihan ehline indirdiği büyük bir rahmeti odur ki; İlhanın yazı ve fermanına boyun eğerek yeryüzündeki boyunlar kesilmekten kurtulmuştur; Mamure’nin kara ve denizlerinin en uzak köşeleri onun adli ve kuvveti sayesinde de kılıçtan geçme belasından kurtularak aman sahasına girmiştir. Rum sultanı ve Rus padişahı ona minnetle haraç veriyor, Hint ve Sint maharaceleri, ona boyun eğerek kalan vergisi veriyorlar” ve devam ediyor “Türkî tacının
                              goncasını aç ki bağış ve Hakan ile Cengiz Han’ın gayret ve himmeti sendedir; Parsi çiçeği bize bir eğlence goncası açmadı.

                               

                              Paniranistler, Türkleri maarif düşmanı gibi göstermeye çalışmaktalar ve “Cihan Guşa-i Cüveyni”den tutmuş İran meşrutiyet tarihine kadar çoğu itibarlı tarih kaynakların Türk bilginleri tarafından yazıldığını görmezden gelirler. “Az Seba ta Nima” [Seba’dan Nimaya] kitabı çağdaş Fars düz yazısının temelinin Azerbaycanlılar tarafından atıldığının açık kanıtıdır.

                               

                              Geçmişte nesir ve tarih yazılmasında en parlak dönem İlhanlılar dönemi olmuştur. Türklerin kültürel hizmetlerinin sadece bir örneği Hoca Reşideddin’in Gazan Han’a yazdığı 36. mektubunda bakın nasıl anlatmaktadır: “…iki tane daha kütüphane… O cümleden bin tane nefis kitap oraya koydum… Farklı bilimler ve tarihi kitaplardan altmış bin tane… ve bilim meydanında birer yiğit ve fazilet semasında birer yıldız olan bin talebeyi… ve altı bin daha bilim talebesini Tebriz hükümet sarayına yerleştirdim.

                               

                              İlhanlılar döneminde Türk, Fars ve Arap dilleri eşit görülmekte, aynı derecede gelişmektelerdi. Herat’ta Timurlu Şahruh’un sarayında çizilen resimli bir miraçnamenin bütün minyatürlerine üç dilde izah yazılmıştır. Bu kitabın orijinali Fransa milli kütüphanesinde saklanmaktadır. Yalnız bende nefis bir fotokopisi bulunuyor. Bu dönemlerde dört ünlü havza [çağdaş anlamda üniversite] Marağa Rasathanesi, Tebriz’in doğusunda Rub-i Reşidi, Tebriz’in batısında Şam Gazan ve sultaniye yapılmış; sanat, ticaret ve çiftçilik gelişerek halk refahta yaşamıştır.

                               

                              Türk devletlerinin bugünkü İran’ın ortaya çıkması ve korunmasında verdiği hizmetler inkâr edilip, ders kitaplarında Türkleri barbar ve hunhar göstermek ve İran’da 30 milyon Türk’ün soy olarak Türk olmayıp, sadece dillerinin zaman içinde Türkçeleştiğini ısrarla iddia etmek Türk düşmanlığından başka bir şey olamaz. Ünlü Fransız Türkolog ve Azerbaycan Türkçesi uzmanı* şöyle yazar:

                              “Göçebe aşiretlerinin Azerbaycanlıların dilini Türkçeleştirdiği saptırmadır ve doğru olamaz.

                              Doğrusuna bakılırsa göçebe Türklerin Azerbaycan’a gelişiyle yerli Türkler takviye olmuşlardır.

                               

                              Bir cümle bile Türkçe okuyamayan çoğu Panfarsist Türklere karşı geldikleri zaman aniden Türkolog oluverir, kurnazlıkla Azerbaycanlıların Türk değil Azeri [burada Azeri kelimesinden coğrafi mensubiyet değil, Panfarsistlerin iddia ettikleri ve aslında hiçbir zaman var olmamış İrani kökenli Azeri soyu kastedilmektedir. Azeri kelimesi özellikle son yıllarda Güney Azerbaycanlı Türkler tarafından tepkiyle karşılanmaktadır] olduğunu savunurlar. Özel amaçlarla yetiştirilen bu uzmanlar, Azerbaycan konusu açılınca “Vay Zerdüştümüz vay” bağıra bağıra ve Zerdüştün “Gat”larını okuya okuya gelip Azerbaycanlılara soy köklerini tanıtmak isterler. İşte bu beyefendiler daha düne kadar Türk sultanlarına mediheler yazar, onların önünde eğilip düzelirlerdi.

                               

                              Azerbaycanlıların soy kökünün inkârında yapılan ısrar sonucu bugün yüz binlerce bıkkın Azerbaycanlı 25 kentte sokaklara dökülerek, “haray[feryat] haray men Türk’em” , “Türk’ün dili ölen değil, özge [yabancı] dile dönen değil” ve “Azerbaycan oyaktır [uyanıktır]; varlığına dayaktır [dayanaktır]” diye bağırırlar İran’da bürokrasi ve siyasi iktidarın himayesini de arkasına alan Paniranistler istediği şekilde Türklere bühtan atar ve Türklere yukarıdan bakarlar. Çoğu Fars kalem erbabı da bu duruma göz yumar veya hatta onaylar. Bu husus Fars âlimlerinin görüş darlığından kaynaklansın gerek. Eskiden beri Azerbaycanlı âlimler en azından üç dile musallat olmuşlar. Hâlbuki Farsların arasında tek dillilik yaygın bir olgu olmuştur. Bu nedenle dünyayı hep kendi pencerelerinden görmüş ve başka bir dil bilmedikleri için ve başka bir dilin penceresinden bakamadıkları için kendi dünyalarına kapanıp, daracık dünyalarına tapmaya başlamışlar. Rahmetli Dr. Nutki Azerbaycanlıların en az üç dil bilmelerine gönderme yaparak, “Azerbaycanlılar tanrılarıyla Arapça, arkadaşlarıyla Farsça, aile ve hemşerileri ile de Türkçe konuşurlar” diye söylemiştir.

                               

                              Dr. Katuzyan Fars şovenizmini koyulaşmış Paniranism olarak tanımlar ve Rıza Şah döneminde bazı Türk kökenli aydınların da katılımıyla ortaya çıktığını söyler. Fars şovenizmi Firdevsi’nin bin yıllığı kutlamalarıyla resmiyet bulmuş, Rıza Şah’ın Hitler’e eğilim göstermesiyle doruk noktasına ulaşmıştır. 1936 yılında İran’ın Almanya elçisinin önerisi üzerine ülkedeki tüm yabancı elçiliklere o günden sonra “Pers” yerine “İran” yazılması gerektiği bildirilmiştir. İran kelimesi Rıza Şah’ın iktidara gelmesiyle ülkenin resmi adı olmuştur. Ondan daha önce sadece Kacar Türk devletinin son yıllarında ve o da “Memalik-i Mahruse-i İran” [İran Korunmuş Memleketleri] şeklinde kullanılmıştır. O dönemde halk tabiiyet anlamında daha çok mensup olduğuaşirete veya yaşadığı memlekete bağlılık göstermiştir. [Ülke on yarı bağımsız memleketten oluşurdu. O cümleden Azerbaycan, Horasan, Fars… ]. Fars milliyetçiliğinin ortaya çıkıp şekillenmesinde vatan ve milli dil anlayışları İran ve Farsça olan Azerbaycan Türkleri başlıca rol oynamışlar. O cümleden Kazımzade-i İranşehr, Taki Arani ve daha sonralar Ahmet Kesrevi ve Mahmut Avşar gibilerini sayabiliriz. Türk kökenli Perviz Natel Hanleri Fars dil kurumu başkanı olarak Farsçanı Türkçe kelimelerden arındırmakla meşgul olup, unutulmuş ve çoğu uyduruk kelimeleri halkın günlük hayatında kullandığı kelimelerin yerine koymakta idi. Fars dil kurumunda “Transport” kelimesinin yerine “Feraberi” sözcüğünün çıkarıldığı, yalnız kelimenin ne eski halini ne de yeni halini bilen sekreterin genelgede yanlışlıkla “Teraberi” yazıp tüm organlara göndermesiyle hiçbir anlam taşımayan “Teraberi” kelimesinin Fars diline girdiği herkesçe bilinmektedir. Ordu en organize organ olarak eski Fars dilini yaymakla görevliydi. Kendisi Türk olup doğru düzgün bir Farsça bile konuşamayan General Verehram, bir toplantıda Şehname’nin vahiy olduğunun kendisine ilham olduğunu iddia etmiş, Şehname’deki askeri terimlerin ordudaki Türkçe askeri terimlerin yerine koyulmasına emir verdiğini söylemiştir. (Şehnamede artık ne kadar askeri terim bulunuyorsa !! bugün bile İran ordusunda çoğu askeri terim Türkçedir.

                               

                              Fars şovenizmi var olduğu bile tartışılan Ari soyu hayranlığı üzerine kuruludur. 1788’de William Johns tarafından keşfedilen Hint-Avrupa Dilleri grubu ırkçılık düşüncesine temel oluşturmuştur. İran’da bu düşüncenin meydana gelişinde Kont Do Gobino’nun 1855 yılında yazdığı “İnsan Soylarının Eşit Olmayışı” makalesi etkili olmuştur.

                               

                              Bu gün çoğu Fars âliminin dili ve kaleminden akanlar Katuzyan’ın tanımıyla ağır ırkçılık yükü taşıdığından mahkemede dava açılabilecek kadar çıplak bir şovenizmdir. Elbette bunların hesabını Fars milletinden, demokrat ve insan sever olan Fars düşünürlerinden ayrı tutmak gerek. İran’da Fars olmayan halkların dilini kesmek isteyenler tarihten ibret almalılar.

                              Avşarlı Nadir Şah’ın suikastla öldürülmesi bekli de İran tarihinde Türklerin hâkimiyetine karşı ilk organize hareket olmuştur. Çünkü oradaki Fars subaylar birlikte ant içerek Nadir Şah’ı öldürmüşler.Nadir uzun ömürlü bir devlet kuramadıysa da Avşar Türkleri Nadir’den sonra İran’ın birkaç yerinde kendi özerk yönetimlerini kurmuşlardır. Afşarlar İran’da yerleşen 22 Türk boyundan biridir. 11. Yüzyılda yazılmış dünyanın ilk ansiklopedisi olan “Divan-ı Lügat-i Türk”ün yazarı Mahmut Kaşgarlı Türk dilini Müslüman Türklerin dili olarak tanıtır ve Avşarların adını, 1071’de yapılarak Anadolu’nun ebedi Türk yurdu olmasını garanti eden, Malazgirt savaşına katılan boyların içinde sayar. Avşarlar Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’in ordusunda da bulunmuşlar. Onlar Şah İsmail yenildikten sonra da boy teşkilatlarını dağıtmadan Anadolu’dan Azerbaycan’a çekilmişler. Günümüzde Avşarlar Azerbaycan, Kirman ve Horasan’da yaşarlar. Söylemesi gereken başka bir nokta şu ki, tarihi kayıtlarda hep 24 Oğuz boyundan bahsedilirken yalnız 22’sinin adı kayda alınmıştır. Kaşgarlı Orta Asya’da yaşayan iki Halaç boyunun adını da zikreder. 1906 yılında Minorsky Tahran’ın güneyi ve Kum’un batısında yerleşen ve 21 köyden oluşan Halaç Türklerinin yaşadığı “Halaçistan”ı bilim dünyasına tanıtmıştır ve 1940 yılında yazdığı bir makalede Halaçların Türk olduğunu ve dillerinin kadim Türk dili olduğunu ispatlamıştır. Ona göre Halaçların dili eski Türklerin ortak dili sayılabilir. Ne yazık ki bu gün Farsların ağır baskısı sonucu Halaçlar tamamıyla köşeye sıkışmış durumdalar.

                               

                              AMA HANGİ FAKTÖRLER 19.YÜZYILDAN SONRA İRAN’DA TÜRK KARŞITLIĞININ DAHA DA GENİŞLEMESİNE NEDEN OLMUŞTUR?

                               

                              16ci Yüzyılın başlangıcından itibaren Avrupa devletleri doğu bilimcileri aracılığıyla Türk düşmanlığının temelini atmışlar. Bu husus Farsların ve hatta bazı Türklerin sorumluluğunu hafifletmek değil Türk düşmanlığının Avrupa’da ne kadar köklü ve stratejik bir politika olduğuyla alakalıdır. 16. Yüzyıl Osmanlı ordusu Viyana’yı kuşattığında batılı güçler ne yapıp edip doğudan Osmanlılara bir cephe açarak Osmanlı’nın gücünü parçalamak istemişler ve maalesef başarmışlar da. Avrupalılar o güne kadar pek önemsenmeyen Şii, Sünnilik meselesini kullanarak Türkleri birbirine düşürmeyi başardılar. Çaldıran Savaşı’nda görünürde Osmanlılar kazanıp Safeviler kaybettiler. Oysaki o savaşta asıl kazananlar Avrupalılar, Ruslar ve Farslar; kaybedenler ise her iki taraftaki Türkler oldu. Çaldıran Savaşıyla Oğuz Türklüğü iki karşıt blok haline geldi ve uzun müddet birbirini yemeye devam etti. Avrupalı gezginlerin seyahatnameleri bu acı gerçeği net şekilde göstermektedir. Fransız tarihçi ve Türkolog Rene Grosse Farsçaya da çevrilmiş olan “Steplerin İmparatorluğu” adlı kitabında Orta Asya’yı insanlığın beşiği olarak tanıtır. Atilla, Cengiz ve Timur olaylarını analiz eder. Onun da diğer Avrupalı siyasetçi, tüccar, gezgin ve misyonerler gibi asıl derdi Türk tehlikesini batıya tanıtmak ve onları parçalayarak zayıflatmanın yollarını bulmaktır.

                              İran’da Fars milliyetçiliği Şuubiye tarikatı ve onun önde gelen isimleri meşhur Hasan Sabbah ve Firdevsi zamanından var olmuştur. Bu akımın başından beri temel ilkelerinden birisi Türk düşmanlığı olmuştur. Yalnız Farslar tarafından bir türlü doğru düzgün organize edilemeyen Fars milliyetçiliği 19. Yüzyılda vatan, millet ve milli dil kavramlarını yanlış anlamış olan Türkler tarafından toparlanmış modern Fars milliyetçiliği ortaya çıkartılmıştır.

                               

                              Esasen Türklerden oluşan Kacar ordusunun Ruslara yenilmesi ve akabinde 1828 Türkmençay anlaşmasıyla Azerbaycan ikiye bölünüp, kuzey kısmının Ruslara terk edilmesi, Rusların Orta Asya’da ilerlemesi, Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Türklerin can damarı olan İpek yolunun önemini kaybetmesi ve onun ardından uzun süreli kuraklık ve kıtlıkların yaşanması, batıda Osmanlılar, doğuda Kacarlar’ın sürekli toprak kaybetmesi Türklüğün gücü ve görkemine kırıcı darbeler indirmiştir. Bu dönemden itibaren ayakları Osmanlı ve Kafkaslar üzerinden batı dünyasına açılan Azerbaycan Türkleri Avrupa’daki gelişmeleri yakından kavrayınca öz eleştiri yoluna gitmişlerdir. Yalnız bu öz eleştiriden pek doğru sonuçlara varamayan Azerbaycan Türk aydınları her zaman Türklere karşı olan güçlerin ve düşünce akımlarının peşine takılmışlardır. O güne kadar Osmanlı ve Kafkaslar üzerinden batıyla tanışan Azerbaycanlıların batıdan hayali bir tasavvurları vardı. Kacar-Rus Savaşları sırasında Ruslarla ilk kez karşılaşan Türkler, onlara Firengistanlı Kazaklar
                              demişlerdir. Ama İngiltere’yi Hindistan’a bağlayan telgraf tellerinin Kacar Devleti’nin topraklarından geçmesiyle Türkler ne kadar geri kaldıklarını daha iyi fark etmişler ve yanlış noktadan yola çıkarak “baştan ayağa frengileşmek” gibi bir yanlış sonuca varmışlar. Bu içten yenilmenin başlangıcıydı. Tebriz’de yetişen, Farsçayı koyu Türk şivesiyle konuşan Nasıreddin Şah artık Türk dili ve kültürünü önemsemez olup makamında Farsça konuşup, yalnız sarayda ve enderunilerle Türkçe konuşur olmuştu. Böylece Türk düşmanlığı ve Türk’ü hor görmenin yolu avam Fars halkına bile açılmıştır.

                               

                              Kendisini iyice gündelik zevklere kaptıran Nasıreddin Şah Tütün Ayaklanması’ndaki politikası işlemez olunca iyice iktidarını kaybetmiş ve Kacar Devleti resmen çöküş sürecine girmiştir. Tütün ayaklanmasının bir iyi ve bir kötü sonucu olmuştur. Halkın siyaset sahnesine gelerek hakkını araması ve özgürlük kavramının dillere düşmesi iyi ve din adamlarının siyasete katılması ile din ile siyasetin karışması ise kötü sonuç oluştur. Bu suretle seküler modernitenin yolunda büyük bir engel meydana gelmiştir. Bu yüzden geçen bir buçuk asırda İran tarihi İran halklarının diktatör rejimlerle sürekli mücadelesi şeklinde devam etmiştir. Bütün milletler demokrasiye ulaşmak için bir kere devrim yapmış ve işi bitirmişlerdir. Oysaki İran halkları geçen bir buçuk asır içinde her kuşakta bir devrim yapmışlar ama hala asıl amaçları olan özgürlüğü elde edememişler.

                              Meşrutiyet devrimi ile Pehlevilerin iktidara gelmesinin arasındaki 20 yıllık sürede önemli olaylar yaşandı. Tebriz birkaç kez Osmanlı ve Rus İmparatorlukları arasında el değiştirdi; Rus ve Osmanlı İmparatorlukları çöktü. Türk aydınları başta olmak üzere dönemin aydınları yabancı güçlere karşı koyabilmek için İran milliyetçiliğine yöneldiler. Bu grup Almanya’daki Nasyonal Sosyalizm’in etkisi altında kalarak ırkçı bir çizgi izlemiştir. Ahmet Kesrevi, Kazımzade-i İranşehr ve Rızazade-i Şafak gibi Türk aydınları İslam öncesi İran mitlerine dayanan modern Fars milliyetçiliğinin temellerini atmışlardır. Kazımzade-i İranşehr tarafından Berlin’de yayınlanan İranşehr Dergisi ve Tahran’da Mahmut Avşar müdürlüğünde yayınlanan Ayende dergileri “Bir dil, bir millet, bir ülke” teorisinin gelişmesinde esas rolü üstlenmişlerdir. Öyle ki Rıza Şah iktidara gelirken Fars milletçiliğinin teorik zemini hazır bulunuyordu. Rıza Şah askeri gücün kontrolünü ele alır almaz Fars olmayan kültürleri yok etmeye yönelik geniş çaplı bir operasyon başlatmıştır.

                               

                              Başta Türk mücahitler olmak üzere tüm meşrutiyet mücahitlerinin emekleri İngilizlerin bir komplosuyla heba olmuştur ve Rıza Şah gibi bir okuma yazmasını zor bilen bir diktatörün iktidara gelmesiyle her şeyden önce meşrutiyet uğruna her şeyini feda eden Türkler iktidarın hedefi haline gelmiştir.

                               

                              İran’da iki çeşit Türk karşıtlığı vardır. 1. Bilinçli, siyasi, sistematik Türk karşıtlığı, 2. Psikolojik savaş amacıyla yaygınlaştırılan halk arasındaki Türk karşıtlığı. Bu tür başta fıkralar olmak üzere Türkleri aşağılamak temeline dayanır. İran’da siyasi Türk karşıtlığı başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar tarafından ortaya atılmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü sırasında Osmanlı topraklarından aslan payı alan İngilizler “Baban bile olsa
                              Türk’ü öldür” sloganı ile Arapları Türklerin aleyhinde kışkırtmışlardır. Bölgede Türk gücünü tamamen çözmek isteyen İngilizler Anadolu’dan sonra ikinci Türk potansiyeline sahip olan Kacar Devleti topraklarında Türklerin aleyhinde harekete geçmişlerdir. Edward Brawn’un yazdığı “İran Edebiyat Tarihi”ne şöyle bir göz attığımızda daha İran’da “Türk Fıkrası” söz konusu olmaz iken Farsların dilinden Türklere birkaç komik hikâye anlatması hemen dikkat çekiyor. Brawn Türk ve Fars’ın ateş ve yağ gibi birbirinin zıttı olduğunu yazmıştır. Zaten eskiden beri Türk unsur ile Fars unsurunun pekiyi anlaşamadığı bugünkü İran coğrafyasında “Türk’ü aşağılama” olgusu İngilizlerin armağanı olmuştur.

                               

                              Türk düşmanlığı Kacar Türk devletinin yıkılmasından sonra bir komplo şeklinde iktidara getirilen Rıza Şah’ın kontrolü ele geçirmesiyle ilan edilmemiş bir resmi siyaset haline gelmiştir. Gençliğinde İran’ın kuzeyindeki Rus birliklerinde at bakıcılığı yapan ve bazı kaynaklarda soyadı “Palani” diye kaydolan Rıza Şah, Ahmet Kesrevi’ye göre Azerbaycanlılar, özellikle Tebrizlilere karşı derin bir kin beslemiştir.

                              Azerbaycanlıların Meşrutiyet Devrimi’ndeki başat rolleri daha sonraki diktatörlerin hepsinin Türk’ten nefret etmesine yol açmıştır. Türkleri sevmeme eskiden var iken Türkleri aşağılama kültürünün Rıza Şah döneminde yaygınlaştırıldığıyla ilgili önemli kanıtlar vardır. Bunların en önemlilerinden olan Danimarkalı doğu ve İran uzmanı Arthur Kristiyansen’in 1922’de yani Rıza Şah’ın iktidara gelmesinden üç sene evvel yazdığı “Fars Halk Hikâyelerinde Aptallar” kitabıdır. Bu kitapta hiçbir Türk veya Reşt [genelde Farsların müstehcen fıkralarına maruz kalan diğer bir etnisitenin merkez kenti] fıkrasına rastlanmamaktadır. Kristiyansen’in kendi yazdığına göre Farslar fıkra anlatırken bölge olarak Mazenderanileri, Toplumsal kesim olarak mollaları, kişi olarak Yezid İbn-i Muaviye’yi kullanırlarmış. Kristiyansen o dönemde yayınlanmış üç latife kitabı, Cevahir-e Ukul, Riyad-el Hikayat ve Lletaif-el Zerayif kitaplarından çok sayıda örnekler aktararak Hams şehrinin hikâyesini de tam şekilde anlatmıştır. Onun hedefi kimi zaman halkın din ile dalga geçtiğini anlatmak olmuştur. Mazenderanilere fıkra anlatılmasının nedeni Kacar döneminde o yörede yaygınlaşmış Babiyet Fırkasının çerçevesinde örgütlenmiş yöre halkın merkezden gönderilen güçleri bozguna uğratması ve Kacar Devleti ile Şiiliğe karşı tehlikeli bir hal almış olması olmuştur. Barfiruş (Amol ve Babol) bölgesinde Babilerin son direnişi kırıldıktan sonra o bölge merkezin kahrına uğramış ve yöre insanı Babi diye aşağılanmıştır. Reşt’li fıkrası da Mirza Küçük Han liderliğindeki Gilan Sosyalist Cumhuriyeti’nin yıkılışından sonra ortaya çıkmıştır. Kültürel yapı
                              itibariyle kadın erkek ilişkisinin daha serbest olması sebebiyle kadın hakları hareketinde öncü rol alan Gilan halkı tutucu muhafazakâr Şii kültürü tarafından yanlış algılanmış ve dolayısıyla son derece namuslu
                              ve tarihen oldukça cesur ve savaşçı bir halk olan Gilekler ne yazık ki Farsların müstehcen fıkralarına konu olmuşlardır

                              Azerbaycan Özerk Hükümeti’nin (1945) yıkılışından sonra daha da yaygın hale getirilmiştir. Öyle ki çağdaş Türk ve Fars edebiyatının parlayan yıldızı “Şehriyar”, Farsça yazdığı “Ala Tehraniya ensaf mikon, her toi ya men” [Ey Tahranlı insaflı davran, eşek sen misin yoksa ben] adlı ünlü şiirinde bu haksızlığa son derece çarpıcı bir cevap vermiştir. Şehriyar Türkçe yazdığı başka bir şiirde şöyle der

                              “Tahran’ın gayreti [liyakati] yok Şehriyar’ı saklamaya [barındırmaya], Gelmişem Tebriz’e ki yakşı [iyi] yaman [kötü] bellensin

                              Sadi’nin bağ-ı gülüstanı gerek haşre kadar, alması selelenip, hurması zembillensin [sepetlere dizilsin]

                              Lanet ol [o] bad-i hazane [son bahar yeline] ki Nizami bağının bir yavan gülbeserin [hıyarın] koymadı[müsaade etmedi] kaküllensin

                               

                              Şehriyar “Türk’ün dili tek [gibi] sevgili istekli [istenen; sevilen] dil olmaz” matlalı başka bir şirinde Türk dilini en ince duygularıyla över. Şair Muhammed Birya’nın “Gel men ölüm Hasan dadaş, az bize zurna çal görek” isimli şiiri 1945’de Tahran radyosundan Azerbaycan Milli Hükümeti’ni karalamaya çalışan Hasan Nezih-i Tebrizi’ye cevap olarak yazılmış, yalnız o dönemdeki Türkleri aşağılamanın bir görümünü çizmektedir.

                               

                              Hasan Nezih 1979 devriminden sonra kısa bir dönem petrol bakanlığı yapmıştır. Yalnız Humeyni sesinin kesilmesine emir verince Kum’da Ayetullah Şeriatmedari’nin evine kaçıp Azerbaycan mücahitlerine sığınarak canını kurtarmıştır.

                               

                              Avam halk Türk karşıtlığı da bir psikolojik savaş olarak sistematik siyasi Türk karşıtlığının tamamlayıcısıdır. Avam halk arasındaki Türk karşıtlığı daha çok Türk dili ve kültürünü aşağılama veya Türkleri düşük zekâlı insanlar gibi gösteren fıkralar şeklinde dışa vurmaktadır. Özellikle bu husus son on beş yılda çok daha fazla yaygınlaşmış ve hatta Türklerin tepkisini çekerek resmi yerlerde bile fiziksel çatışmalara neden olabilmektedir. Tahran’ın Firdevsi sinemasındaki Mahisifet skandalı bu hususun en çok yankı bulan örneklerindendir. [Bu olayda resmi bir törende Türkler hakkında fıkra anlatan Mahisifet isimli bir komedyen Azerbaycanlı öğrenciler tarafından dövülerek hastanelik edildi]. Bu fıkraların temeli İslam Cumhuriyeti’nin kültürel politikalarına dayanır. Tahran yönetiminin yürüttüğü Türk karşıtı kültürel politika sayesinde son derece yaygın hale gelen Türk aşağılaması mezhebi törenlere bile taşınmıştır. Sitelereçıkan haberlere göre Tahran’ın merkez meydanlarının birisinde oynanan bir dini açık hava tiyatrosunda canlandırılan Kerbela vakasında İmam Hüseyin ve arkadaşları akıcı Tahran şivesinde Farsça konuşurken Şii kültüründe kötülük simgesi olan Yezid, Şümür ve Harmala gibi şahsiyetler Farsçayı Türk şivesiyle konuşmaktalarmış. Dini resimlerde Şii imamları İrani simada çizilirken Yezid ve kâfirler Türk-Moğol simasını çağrıştıran çekik göz ve eski Türk tarzı uzun, burulmuş bıyıklarla çizilmektedir.

                               

                              Mizah uzmanları tüm dünyada fıkralara yirmi iki esas konu tespit etmişlerdir. Bu konuların en yaygını seks ve dindir. Özellikle askeri ortamlarda daha çok seks motifi fıkralara konu olmaktadır. İran’da ise bu konuların her ikisi de kırılmaz ve dokunulmaz tabular olduğundan komedyenler ve palyaçolar bu konulara kesinlikle yaklaşamazlar. Bu durumda Fars olmayan milletlerle dalga geçmek başlıca konu haline gelmiştir ki çoğu zaman bu şakalar mizah haddini çoktan aşmıştır. Özellikle İran – Irak savaşının ilk yıllarında ordu ve devrim muhafızı askerlerini cennet vaadi ve Şii mezhebi ağıtlarla heyecanlandırarak düşman karşısına gönderilmeye çalışılıyordu. Fakat bu yöntem savaş sonlarında sonuç vermemeye başlayınca askerleri eğlendirerek moral vermeye çalışıldı. Eğlendirme yöntemlerden birisi de fıkra olmuştur. Cephelere gönderilen fıkra anlatanlar ve komedyenler seks, din ve siyaset gibi konulardan uzak durmaları gerektiğinden doğru, başta Türkler olmak üzere, Fars olmayan İran halklarıyla dalga geçmeye yönelmiştir. Savaşı yönetenlerin bu işi aşağılayıcı fıkra kültürünü daha da yaygın hale getirip, daha da kötüsü meşrulaştırmıştır. Şimdi o yılların sayesinde radyo ve televizyonda, gazete ve dergilerde, hatta resmi törenlerde bile bu tarz fıkralara rastlamak mümkün olmuştur. Mana Nistani’nin de karikatürü işte bu zehirli ortamın bir ürünüdür. Verilen tepki ise biriken bir öfkenin sonucudur.

                               

                              Avam halk Türk karşıtlığı ile sistematik devlet Türk karşıtlığı arasında başka bir Türk karşıtlığı tanımlamak mümkündür. Biz ona ideolojik şaşırma Türk karşıtlığı diyoruz. Bu kesim kendisini demokratik, çağdaş düşünceli ve insan hakları savunucusu olarak tanımlar. Hatta bu yolda hapse girip, işkence bile görür. Ama İran’da Fars olmayan milletler meselesine gelince tipik bir Fars tepkisi verirler. Enternasyonalistiz derler ama Azerbaycan’ı Huzistan’ı ve Bellucistan’ı Türksüz, Arapsız ve Beluçsuz severler. Onlara göre İran milleti sadece Farslardan ibarettir ve bu konuda asla taviz vermezler. Mevcut rejimlere karşı mücadele verip, sol veya liberal örgütlere bağlı olduklarından aydın veya siyasi aktif olarak bilinirler. Ama sahip olduğunu iddia ettikleri konumun standartlarına uymaz, hakkını vermezler. Bu insanların vatan ve milletten verdiği tanım, Rıza Şah ve Paniranistlerdin tanımından pek farklı değil. Belki bu yüzden de İran toplumu tam anlamıyla özgürlükçü aydınlar yetiştirememiştir.

                              Rıza Şah İran’da Fars’a ait olmayan her şeyi silip atmaya çalıştı. İran’daki iddia ettikleri 2500 yıllık tarihlerinin bin sekiz yüz yılını Türklerin egemenliğinde yaşayan Farslar hiçbir zaman kültürel dayatmaya maruz kalmadıkları halde 1000 senelik bir aradan sonra iktidara gelir gelmez (veya daha doğrusu getirilir getirilmez) Türkleri mahvetmeye koyuldular. İslam Cumhuriyeti de kültürel olarak Pehlevi rejiminin çizgisini devam ettirmiştir. Rafsancani Fars dilini İslam dünyasının dili yapmak istediğini ve Hatemi İranlılığın iki temelinin İslam ve Fars dili olduğunu açıkça söylemişlerdir. Bu zatlar, bu düşünceleri İran anayasasının 15. maddesini hiç hatırlamadan belirtiler. İran İslam Cumhuriyeti anayasası 15. maddesi şöyle der

                              “İran halkının [dikkat çekelim millet değil halk sözü kullanılmıştır] ortak resmi dil ve yazısı Farsçadır. Resmi evrak, yazışmalar, metinler ve ders kitapları bu dilde olmalıdır. Ama Farsçanın yanında yerel ve etnik dillerin medyada kullanılması ve okullarda edebiyatının okutulması serbesttir.

                               

                              Anayasanın bu maddesi hiçbir zaman uygulanmadı. Fakat bu maddenin varlığı anayasanın yazıldığı dönemde böyle bir isteğin var olduğunun en açık kanıtı ve bugün ise Fars olmayan milletlerin böyle bir hak sahibi olduğunun yasal dayanağıdır. İran İslam cumhuriyeti üst düzey yetkililerinin bazılarının Türk kökenli olması bazı Türk düşmanlarının elinde koz olmuştur. Oysaki bizim sorunumuz kişilerle değil sistemledir. O makamlarda bulunan herkes kim olursa olsun o sisteme hizmet verecektir ki zaten belli bir fikir yapısına sahip olmayan şahısların o konuma gelebilmesi de imkânsızdır. Dolayısıyla söz konusu şahısların soy kökünün hiçbir önemi yoktur. Bu örneklere dünyada bolca rastlamak mümkündür. Örneğin Stalin Gürcü olmasına rağmen Rus milli çıkarlarını savunmuştur ve onun zamanında Ruslar Gürcülere “Kara …” diyerek Gürcülerle beraber Stalin’in
                              kendisini de aşağılamaya çalışmışlardır.

                               

                              Sonuç

                               

                              Güney Azerbaycan Mayıs-Haziran Ayaklanması bir kez daha İran’da Fars olmayan milletler meselesini siyasi tartışmaların başlıca gündemi haline getirdi. Bu tartışma daha yerini bulmamış, hala İran’da Fars olmayan milletler meselesini kabul etmek istemeyenler mantıkdışı ve saldırgan tavırlar sergilemekteler. Oysaki onlar istemeseler de konu İran’da en özel düşünce ortamlarında tartışılmaktadır. Paniranistlerin eski ve tek kalıplı metot ve mantıkları, Berlin Duvarı’nın kaldırılmasından sonra onların hiçbir ideoloji güncelleştirmesi yapmadıklarını göstermektedir. Yalnız karşı tarafta Fars olmayan İran halklarına mensup aydınlar son 20 yılda uzun mesafeler kat ederek dünyaya büyük bir açılım yapmış ve gün geçtikçe kırmızıçizgileri daha da fazla zorlamaktalar. Ki İran’ın iki temel taşından birisi olan Türk nüfusuna mensup aydınların büyük ölçüde karşı safa geçmesi, İrancıların safında kırıcı bir güç kaybına neden olmuştur. İrancı güçler devlet mekanizmasını yanlarında bulundurmalarına rağmen her ne kadar şimdilik saldırgan davransalar da kaybettikleri kan
                              nedeniyle her gün biraz daha savunma moduna itilmekteler. Onlar bu tehlikeli kumarla kendi kaderlerini ideolojik çöküş kanserine müptela olan İslam Cumhuriyeti’nin kaderine bağlamaktalar. Paniranist aydınlar geçen bir sene içinde üç büyük etnik ayaklanmanın çıktığından bazı sonuçlar çıkarmalılar. Aksi takdirde uğrayacakları hayal kırıklığı korkunç olacaktır.

                               

                              İlk başta cumhurbaşkanı birinci yardımcısına mensup edilen mektubun yayılmasıyla Huzistan’da Arap ayaklanması çıkmıştır. Daha sonra İmam Ali dizisinde Sünnilere edilen hakaret nedeniyle Sünni olan Kürdistan ve Belucistan eyaletlerinde ayaklanma meydana gelmiştir. Son olarak Azerbaycan’da karikatür ayaklanması ortaya çıktı. İran’da Türk nüfusu oldukça yüksek bir kapasiteye sahiptir ve dolayısıyla Türkler istemeden İran’da hiçbir değişiklik olmamıştır. Yalnız nüfus potansiyeli, devletçilik geleneği ve tarihsel yetenek itibariyle Türklerin istedikleri değişiklikleri yapabilecekleri de bir gerçektir. Yüz binlerce Türk eylemcisi son olaylardan sonra Babek kalesinin bulunduğu Karadağ zirvelerinden şehirlere indi, Bu ise tehlike çanlarının çalındığı anlamına gelir.

                              İran İslam devrimiyle İran’da etnik sorunun çözüldüğünü iddia eden Bernard Orkad’ın teorisine rağmen son olaylar gösterdi ki: Uyumuş kurtlar baş kaldırıp, ulumaya başlamışlar!!!