Konu özeti

  • 1. Hafta-Türk Tarihinin Başlangıcı Meselesi

    Bugün Türkiye, Önasya’da Hrıstiyan Ortodokslar, Arap ve Fars milliyetçileriyle, Rus şovenizminin baskısı altında kaldığı gibi, son zamanlarda ABD’nin Irak’ı işgaliyle beraber, Rusların Suriye’de etkin duruma gelmeleri ve güneydeki Kürtler ile Arapların bir şekilde Türkiye aleyhine kullanılması suretiyle kıskaça alınmış vaziyettedir. Yarın-birgün üç tarafı deniz olmasına rağmen buralara bile çıkamama durumu doğabilir. Bu yüzden Türkiye’nin başta Türk Cumhuriyetleri olmak üzere, bölgede güvenebileceği devlet ve topluluklarla siyasi münasebetlerini kuvvetlendirilmesi gerekiyor. Tehlike Türkiye’nin kapısını çalıyor. Esasında aynı trajediyle Türk Cumhuriyetleri de karşı karşıyadır. Her ne kadar Asya’nın ortasında stratejik bir konumda bulunuyorlarsa da, coğrafi olarak kuşatıldıkları gibi, hiçbir açık denizle de bağlantıları yoktur. Bu yüzden Türkiye onlar için her türlü açıdan bir müttefiktir.


    Siyasi işbirliği hususunda hâlâ Türk Cumhuriyetlerinin yöneticileri arasında bir güvensizlik vardır. Henüz bağımsızlığın ilk yıllarında Azerbaycan’ın Ermenistan ile olan problemleri yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin en yetkili ağzının “onlar Şii, biz Sünniyiz” gibi akla-mantığa sığmayan bir cümle kullandığını herkes hatırlıyor. Yine açlıkla karşı karşıya kalan, enerji darboğazında olan Ermenistan’a sınırlarını açan ve hertürlü yardımın girmesine izin veren Türkiye, Ermenilerin saldırganlaşmalarına vesile oldu. Türkiye’nin bu ülkeyi hiçbir şart koşmadan tanıması ve yardım elini uzatması, Ermenistan’a silah götürdüğünden kuşkulanılan uçakları bile indirmemesi bir büyük hata idi. Zaten Azerbaycan Türkleri, “kardeş kardeşin düşmanına yardım etmez” diyerek, bu konudaki kırgınlıklarını defalarca dile getirdiler, ama bunlar anlamazlıktan gelindi. Hatta Azerbaycan’da faaliyet gösteren bazı partiler Türkiye Büyükelçiliğinin önünde, Ermenistan’a destek verdiği için Türkiye’ye protestoda bulundular. Türkiye ve Nahçıvan arasındaki Hasret Köprüsü bu yüzden bir süre kapalı kaldı. Eğer Türkiye hadiseler başladığı esnada güçlü ülke olmanın gereklerini yerine getirip, Ermenileri ikaz etseydi, Azerbaycan-Ermenistan kavgası bu denli vahimleşmezdi. Bu sırada Türkiye’yi yönetenler, “Ermenistan’a yardım etmeseydik de, aç mı kalsalardı” derken; Türk hükümeti Azerbaycan Türklerinin ölü ve yaralılarını taşımak amacıyla istediği beş yardım helikopterini göndermekten dahi sakındı.


    Kaynak: Saadettin Yağmur GÖMEÇ, Türk Cumhuriyetleri Tarihi
    • Bu konu
    • 2. Hafta-Türk Tarihinin Çağları Meselesi

      Türk devlet ve topluluklarının olduğu bölgeler yer-altı ve yer-üstü kaynakları bakımından dünyanın en zengin coğrafyalarının başında gelmektedir. Bu yüzden yıllardır söz konusu zenginliklerin paylaşımı veya değerlendirilmesi konusunda ne gibi politik mücadeleler olduğuna da hepimiz şahitiz. Bunların en başında doğalgaz ve petrol meselesi gelmektedir ki, bugün dünyanın vazgeçilmez enerji kaynaklarıdır. Azerbaycan ve Kazakistan petrolünün çıkarılmasıyla, pazarlanmasında başta Türkiye olmak üzere, Türk ülkeleri etkin bir rol oynayamadılar. Türkmenistan Türk Cumhuriyeti de bağımsızlıktan sonra sahip olduğu doğalgazı İran ve Türkiye üzerinden dünyaya satmayı düşündü. Hatta bunun alt yapısı hazırlanmış gibiydi. Fakat Türkiye’deki politikacılar bu konuda da yavaş kalınca, haklı olarak başka güzergâhlara yöneldiler.

      Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı gibi büyük bir devletin devamı ve Avrupa ile Asya coğrafyasında Milattan önceki çağlara kadar uzanan hâkimiyetiyle burada söz söyleme hakkına herkesten çok sahiptir. Ayrıca Avrupa Birliği, Nato gibi kuruluşlarca artık eski öneminin kalmadığı ve dışlanmaya çalışıldığı bir ortamda Türkiye’nin Türk dünyası ile ilişkileri son derece önem arz ediyor. 

      Bununla birlikte bağımsızlığın hemen ardından Türkiye’nin bu Türk Cumhuriyetlerine yaklaşması, Rusya Federasyonuyla ilişkilerinde bir gerginliğe neden oldu. Bunu Rusya’daki ayrılıkçı hareketler de körükledi. Türkiye bunlara maddi bir destek sağlamıyorsa da, manen yanlarında olduğunu her zaman gösteriyordu. Belki de buna bağlı olarak Gürcistan’da iç savaşın çıkarılması, Azerbaycan’a Ermenilerin saldırtılması, Çeçenlere de doğrudan Rusların müdahalesi bunun bir işaretiydi. Ayrıca Rusya’nın 2014 senesinde Kırım’ı işgaliyle baş gösteren ve 2022’de savaş haline dönüşen Ukrayna-Rusya meselesi Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Rusya Federasyonunun Türklerin bu işte uzak durması için Türkiye’ye baskı yapmaya çalışmasını da gözden kaçıramayız.

      Ayrıca Türkiye ile Türk Dünyasının arasındaki birlik duygusunun her açıdan engellenmesi yolunda başta ABD olmak üzere, bölgede çıkarları bulunan ülkeler gizli faaliyetlerini sürdürüyor. Zaten politikacıların yanlış stratejilerinden dolayı, yukarıda da yer yer belirtmeye çalıştığımız üzere Türkiye, Türk Dünyasının önderliğini yitirmiş durumdadır. Ama Türkiye menfaatlerini korumak suretiyle hem çevresindeki problemleri halletmede, hem de Türk Cumhuriyetleriyle olan ilişkilerini sağlamlaştırmada başrolü oynamak için de elinden gelen gayreti göstermek zorundadır.

      Kendilerine daha doğru-dürüst tarih bile yapamamış veya yazamamış milletler bugün dünyanın önderliğine soyunuyorlar, ama 300 milyonluk Türk Dünyasının kılı kıpırdamıyor. Sanki üzerine ölü toprağı örtülmüş gibi, olup-bitenlere seyirci kalmaktadırlar. Ne yazık ki, Türkiye çevresinde yaşananlara bile gereğince müdahalede bulunamıyor ve gerçek gücünü gösteremiyor. Kuvvetlinin haksız da olsa haklı gibi tanıtıldığı günler yaşanmaktadır. Bu yüzden dünyadaki diğer mazlum milletlerin de Türklere ihtiyacı vardır. Dünyanın adaletli bir şekilde yönetilmesini ne Amerika, ne İngiltere, ne de Almanya başarabilecek kapasitede değiller. Dünya politikalarında bu devletler söz sahibi olduklarından beridir, kan ve göz yaşı eksilmedi. O zaman Türkler kendilerine gelip, Türklüğün gereğini yaparak akıllarını başlarına almalıdır.

      Bütün Türk ülkelerine ait kısa bilgileri bulmanız mümkündür. Ancak her eserde olduğu üzere, bunda da gözden kaçanlar mutlaka vardır. Dolayısıyla, bu konuda siz değerli okuyucuların iyi niyetine sığınıyoruz. Kısa sürede daha önceki baskıları tükenen “Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi” adlı kitabımızın, bu türde yayınlanan ilk örnek eserlerden birisi olması bakımından da, Türk kültür hayatında önemli bir yeri bulunduğunu düşünüyoruz.


      Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi

      Prof. Dr. Konuralp ERCİLASUN-Türk Tarihinin Çağları

      • 3. Hafta-Tarihte ve Günümüzde Azerbaycan

        Azerbaycan’ın Adı, Azerbaycan Türkçesi ve Coğrafyası

        Azerbaycan’ın adı hakkında bugüne kadar birçok şey söylenmiş olup; umumiyetle bu ismin şimdiki Güney Azerbaycan ve İran’ın batı taraflarında kurulmuş olan Atropatena Devletinden geldiği iddia edilmiştir. Bunun yanı-sıra bazı farklı görüşler de ortaya atılmıştır ki, bizim Azerbaycan isminin nereden geldiği konusundaki kanaatimiz, tarihteki Hazar (Kasar) Türkleriyle alâkalı olabileceği yolundadır. Bu durum bir yana, bilindiği üzere pek çok Türk kabilesinin ismini nasıl aldığı Oguz Kagan Destanı’nda geçer. Buna göre, Oguz Ucan Bozkırında bulunduğu sırada herkesin birer etek toprak getirerek, buraya bir tepe yapmalarını emretti. Ama önce kendisi toprağı döktü ve burada büyük bir dağ oluştu. Bu tepenin adına “Azerbaycan” dediler.

        Bugünkü Azerbaycan Türk yazı dili 19. yüzyıldan beri Türkiye Türkçesinin etkisi altındadır. Fakat yazı dili dışında, konuşma dili bazı ağızlara bölünmüştür. Bunlar Anadolu ağızlarına benzer çeşitli fonetik özellikler gösterir. Ahenk konusu Türkiye Türkçesinde olduğu gibidir. Azerbaycan Türkçesi de, Oguz grubuna dahildir.

        Günümüz Büyük Azerbaycan’ı kuzey ve güney diye ikiye ayrılmakta, Aras Nehri adeta Azerbaycan’ı ortadan parçalamaktadır. Kuzey Azerbaycan Türkleri Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsızlıklarını kazanmalarına karşılık, Güney Azerbaycan Türkleri hâlâ suskunluklarını sürdürüyorlar. Kuzey Azerbaycan’ın yüzölçümü 87.000 km², nüfusu 2020 verilerine göre 10 milyon; Güney Azerbaycan’ın yüzölçümü 113.000 km² olup, nüfusu ise 25-30 milyon civarındadır. 

        Bağımsız Azerbaycan Türk Cumhuriyeti’nin doğusunda Hazar Gölü, batısında Gürcistan ve Ermenistan, güneyinde İran, kuzeyinde ise Rusya Federasyonuna bağlı Dağıstan bulunur. Ülkenin başkenti Baku olup, önemli şehirleri Gence, Şuşa, Lenkeran, Kuba, Şeki vs.dir. Bununla beraber Azerbaycan’ı kuzeyde Dağıstan’ın güneyinden başlayıp, aşağıda Basra Körfezine kadar bir bütün şeklinde düşünmek ve tarif etmek Birleşik Azerbaycan ülküsü için vazgeçilmezdir.

        Kendisi de bir Azerbaycan Türkü olan rahmetli A.Caferoğlu, bir zamanlar Azerbaycan için son derece önemli bir teşhiste bulunmuştu. O; “günün birinde doğudaki Türk illeri ile batıdaki Türk ülkelerinin tarihi seyrinde muayyen bir yakınlık ve birlik istikameti belirecek olursa, bu birliğin özünü ve bel kemiğini mutlaka Azerbaycan teşkil edecektir”, diyordu. Gerçekten bu doğrudur ve Doğu Türklüğüyle, Batı Türklüğünün köprüsü Azerbaycan’dır.


        Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi
        • 4. Hafta: Tarihte ve Günümüzde Azerbaycan

          Kuzey Azerbaycan Rusların eline geçtikten hemen sonra Revan (Erivan) ve Karabağ bölgesine Ermeniler hızla yerleştirilmeye başlandı. 1804-1813 ve 1826-1828 tarihlerindeki Rus-İran harplerinde, özellikle Karabağ ve Azerbaycan’ın değişik yerlerine Ermeniler iskan edildi. 1826 ve 1830 yılları arasında İran ve Osmanlı topraklarından göçen Ermenilerin sayısı 150.000’e yaklaşmıştı. 1832 yılındaki ilk resmi Rus sayımına göre ise Karabağ’ın nüfusunun % 64’ü Azerbaycan Türkü, % 34’ü Ermeni idi. Dolayısıyla bu rakamlara bakıldıktan sonra ve şimdiki durum göz önünde bulundurulunca, Türklere bir soykırımım yapıldığı ortadadır.

          Bununla beraber Türklerle, Ermenilerin arasında 1905’ten itibaren çatışmalar çıktığını görüyoruz. Bu kaçınılmaz bir durumdu, çünkü Rusların himaye ettiği Ermeniler, Türklere karşı her türlü küstahlığa başvuruyorlardı. Ama 1905 Rus-Japon Harbinde Rusya’nın yenik düşmesi, bir otorite boşluğu doğurdu. Bundan yararlanan Türklerde de liberal ve Türkçü fikirler ortaya çıktı. Aynı zamanda Rusya’da meydana gelen malûm 1905 İhtilali, Azerbaycan’da iktidar mücadelesini hızlandırdı. İhtilalden sonra kurulan Duma’ya 39 Müslüman delege katılmışken, bu sayı daha sonraları düştü. Söz konusu demokratikleşme hareketinden faydalanmak isteyen Azerbaycan Türkleri, milli menfaatleri kendi çıkarlarından önde tutan insanlar yetiştirmeye yönelik pekçok planlar yaptılar. Bu arada 1905 ve 1906’larda Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı ve Ali Merdan Topçubaşı gibi Türkçülerin önderliğinde, Rusya’da yaşayan Türk ve Müslümanlar çeşitli kongreler tertiplediler. Ruslara ne hak veriliyorsa, kendilerine de aynısını talep ediyorlardı. Özlerine ait tarihi yurtlarda ikinci sınıf vatandaş olmak istemiyorlardı. Fakat Çar II. Nikola, Rus olmayan milletlerin uyanışına göz yumduğu takdirde ülkesinin parçalanacağını anlayınca, 1907’de Duma’nın çalışmalarına son verdi.

          Rusya’da sosyalist düşüncelerin ilk belirginleştiği 1903-1904 yıllarında, aralarında Mehmet Emin Resulzade de olmak üzere birtakım kişilerce “Himmet” adı altında Milli Sosyalizmi ilke edinen bir parti kurulmuştu. İhtilal sırasında bu siyasi teşekkül Bolşevikler ile Menşevikler arasında sıkışıp, Rusya’nın desteğindeki Ermeniler de katliamlara başlayınca Türkler başlarının çaresine bakmak zorunda kaldı ki, 1906’da Ahmet Ağaoğlu’nun önderliğindeki Difai (Savunma) teşkilatı ve partisi bunlardan birisidir. 1907’de Çarlık rejimi kendisini biraz toparlayınca sert tedbirlere baş vurmuş, daha sonra Azerbaycan’ın Sovyetleşmesinde önemli bir yeri bulunan Himmet Partisi de kapatılarak, üyelerinin bazıları tutuklanmış, bir kısmı da ülke sınırları dışına kaçarak canlarını kurtarmıştı. 1911 yılı sonlarına gelindiğinde ise Kasımzade Abbas ve Taki Nakioglu’nun girişimleriyle Müsavat Partisi ortaya çıktı. Böylece Milli Azerbaycan hareketi siyasi bir platforma da sokuldu. Müsavat Partisi özellikle Balkan Savaşları sırasında, Rusya’yı Müslümanlara ve Osmanlı Türkiyesi’ne saldırgan bir tavır sergilemekle suçlamıştır. Müsavatçılar tek umudun Türkiye’nin bağımsız bir şekilde yaşaması olduğunu biliyorlardı. Bu yüzden Azerbaycan Türkleri, Trablusgarb ve Balkan Harplerinde, çeşitli kuruluşlar vasıtasıyla Osmanlı’ya yardım yapmaktan da geri durmadılar. Baku’da kadınlar küpelerini bile kardeşleri için feda ettiler; genç öğretmen ve öğrenciler Türkiye için, derslerini bırakıp Türk ordusuna katılıyorlardı. Bu durum Türk kardeşliğinin abideleşmesinin bir göstergesi idi.

          Azerbaycan ile Türkiye coğrafi açıdan ayrılmaz bir bütün olduğu gibi, tarihi ve siyasi bakımdan da birdirler. Hakikatte Adalar Denizinden başlayarak, Hazar’a kadar uzanan coğrafya, aynı özelliklere sahiptir. Dolayısıyla 1913 yılında yapılan bir toplantıda Azerbaycan ile Türkiye’nin birleşme planları görüşülmüş, bu gün olduğu üzere o gün de bu çabalar engellenmişti. Esasında Türk dünyasının doğusuyla batısı arasındaki ilgisizlik eski zamanlarda hâkimiyet düşüncesinden kaynaklanıyorken, sonraki dönemlerde de cahiliyet yüzündendir. Doğu Türklüğünün erken devirlerde yabancı devletlerin idaresi altına girmeleri de bunda tesirliyse de, Osmanlı Devleti’nin vurdum-duymazlığının hiçbir gerekçesi yoktur. Ne zamanki, devlet çatırdayıp, parçalanmaya başladı, Osmanlı Devlet adamları ve aydınlarının gözü açıldı. Osmanlı Devletinin veyahut da Türkiye’nin dışında da Türklerin yaşadığını anladılar ve cılız da olsa onları tanıma yolunda gayret gösterdiler.


          Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi
          • 5. Hafta: Tarihte ve Günümüzde Kazakistan

            Kazak Adı, Kazak Türkçesi ve Coğrafyası

            Kazak kelimesi üzerine yapılan incelemeler onun Kaz+ak şeklinde geliştiği ve “hür, müstakil, mert, yiğit, cesur, asker, baş kaldıran, çekip giden” manalarına geldiğini göstermektedir ki, Türklerin bir boyunun adı olarak, ancak 15. asırdan itibaren karşımıza çıkar. Neredeyse bütün Türk lehçelerinde görülen “Kazak erkek” tabiri de aşağı-yukarı bu manalara yakındır. Dolayısıyla Kazak etnolojisiyle alâkalı daha öncesine dair iddialara tereddütle bakılmalı ve bunların birer zorlamadan ibaret olduğunu gözden kaçırmamalıdır. Kazak Türklerinin teşekkülüyle alâkalı efsaneleri de araştırdığımızda, isimlerinin anlamı yukarıda sayılanlara çok yakındır.

            Kazak Türkçesi, Türk dilinin bir şivesi olup, Kuzey-batı Kıpçak grubuna dahil bulunmaktadır. Türk şive grupları içerisinde en geniş sahayı işgal eder. Kazak Türkçesine geçmiş olan yabancı kelimeler ancak kulak vasıtasıyla girdiklerinden, bunlar Kazak ses kaidelerine uydurulmuştur.  Kazak Türkçesinin Sovyet ihtilalinden önce yazı dili olması için birçok çaba harcandı ve 19. yüzyılda Rus Türkologları Kırgızca veya Kazak-Kırgızca adını verdikleri Kazak metinlerini Rus alfabesiyle bastırdıkları ilmi eserlerde ilk kez yayınladılar. Yukarıda belirttiğimiz üzere, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olmakla beraber Kazak Türkçesinin çok küçük ayrıntıların dışında şive farkları yoktur.

            Bugünkü Kazakistan’ın doğusunda Çin, kuzeyinde Rusya Federasyonu, batısında Hazar Gölü, güneyinde Özbekistan ve Kırgızistan Türk Cumhuriyetleri bulunmaktadır. Ülkenin eski başkenti Almatı olup, bugün daha kuzeydeki Akmola (Astana) başkent yapılmıştır.

            Kazak Türklerinin yurdu demek olan Kazakistan’ın büyük bir kısmı ovalık ve bozkırlardan teşekkül etmiştir. Kazak bozkırlarının merkezi Turan Çöküntüsünün bir kısmını meydana getiren  çöllük alandır. Kara Tag sıradağları Sır Derya ile Çu Nehrini birbirinden ayırır. Kış ile yaz arasında büyük sıcaklık farkları vardır. Eskiden devamlı yapılan roket denemeleri de iklimin düzensizliğine sebep olmaktaydı. Önemli nehirleri arasında İrtiş, Emba, Lepsa, Karatal, Aksu, Çu, Turgay, İşim, Irgız ve Tobol gibi ırmakları sayabiliriz. Balkaş ve Tengiz büyük gölleri arasındadır. Maalesef bir zamanlar dünyanın en büyük göllerinden biri olarak gösterilen Aral Gölü bugün yanlış tarım politikaları yüzünden kurumaya yüz tutmuştur. Güney tarafları ise genellikle dağlıktır. Kara Tag ve Tanrı Dağlarının uzantıları ülke sınırları içerisindedir.

            Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi


            • 6. Hafta: Tarihte ve Günümüzde Kazakistan

              Rusların iddiasına göre onlar; hâlâ Orta Çağlarda yaşayan Türkistan’a girmek suretiyle, göçebelerin modern dünya ile tanışmalarına, iktisaden gelişmelerine vesile olmuşlardı. Ama bırakın bunları bir kenara, yaklaşık 150 yıllık hâkimiyet döneminin sonunda bile, Türkistan’da sadece şeklen değişiklikten başka bir şey yoktu.

              Rusya ilk işgal yıllarından itibaren Kazakistan ve daha güneydeki Türkistan topraklarına gelen kendi vatandaşlarına ücretsiz olarak ekilecek toprak, ev yapmak için de bedava arsalar verirken, Türklerin bu yoldaki talebine karşılık Hrıstiyan olmaları şart koşulmaktaydı. 1881 tarihinde çıkarılan yasa ile Rus köylülerin durumu da güvence altına alındı.

              Bununla beraber araştırmacıların belirttiğine göre Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Kazakistan topraklarına gelen göçmenlerin sayısı 3.000.000 civarındaydı. Türk arazilerine yerleşen Rus göçmenlerin % 90’ı ziraatla, % 10’u ise sanaat ve ticaretle uğraşıyordu. 1897’de Kazakistan’da % 15 Rus veya Slav var iken, bu sayı 1916’da % 41’lere yükseldi. Bu vaziyetten de anlaşılacağı üzere Türklerin 1916’daki Türkistan ayaklanmaları durup-duruken ortaya çıkmamıştır. Kısa bir süre içerisinde Türk topraklarına ne kadar fazla yabancının iskan edildiği bu istatistiklerden de görülebilir. 1926 sayımlarında 3.831.000 olarak verilen Kazak Türklerinin nüfusu, 1959’da 3.581.000’e düşmüştür. Normalde 1926’daki sayının iki katı bir artış olması gerekirken bir azalış gözlenmektedir. Bu durumda, acaba Kazak Türklerine ne oldu sorusu akla gelmektedir. Ayrıca 1925-1929 arasında uygulanan Sovyetleştirme ve kolhoz siyaseti de başarısız olmuş, 1915’te bir Türk ailesine en az 26 baş hayvan düşerken, bu rakam 1929’da 5 baş hayvana inmiştir. Yine bu Sovyetleştirme olayları sırasında yurtlarından sökülen Türklerin iki milyondan fazlası  yollarda öldü. Dolayısı ile bu yanlış Sovyet politikaları yüzünden bütün dünya tarihinde ülke nüfusunun yarısını yitiren bir halka daha rastlanılmayacağı söylenebilir.

              Sovyet Rusya, Türkleri bu şekil kolhozlarda zorla iskanlarla asimile edip, kimliksizleştirirken, Kazak Türklerinin uyanarak yeni haklar kazanmasını isteyen Kazak Türk aydınlarından Alihan Bökeyhan, Ahmed Baytursun, Muhammedcan Tınışbay, Halil Muhammed, Miryakub Dulat gibi kişileri de çeşitli şekillerde ortadan kaldırıyordu. Dünya tarihinde yine böyle bir aydın kıyımına tesadüf etmek pek mümkün değildir. Türkler üzerinde fiziki ve kültürel emperyalizmin hertürlüsü denendi. Çarlık Rusyası zamanında Türk halk zorla Hrıstiyanlaştırılıp, Ruslaştırılmak istenmiş, fakat bu metod beklenen neticeyi vermeyince her Türk boyu için Krill harfleri temelinde ayrı alfabeler hazırlanarak, kültür yoluyla Ruslaştırma planlanmıştı. İşte bu kültürel eritme ve baskı faaliyetleri Sovyet dönemi yöneticilerinin çarlığın eğitimcilerinden devraldığı bir usuldü. Bu arada şu hususu da belirtmek kayda değer: “Sovyet yöneticileri Türk boylarını Rusçayı daha iyi öğrenmeleri gerekçesi ile Krill harfleri esasına dayanan alfabeleri kullanmaya mecbur tutarken, Sovyetler Birliğindeki Ermeni ve Gürcü gibi halklara bunu şart koşmadılar”. Elbetteki bir milletin kısa bir zaman zarfında birkaç alfabe değiştirmesi ve buna uyum sağlaması kolay değildir. Hiç şüphesiz bu durum Türk fikir hayatının gelişmesinde menfi rol oynadı. 

              Ne yazık ki, Rusya’da komünistler iktidara geldiğinde, Alaş Orda’yı kurmuş olan Kazak aydınları dışında, diğer Türkistanlılar arasında da birlik yok idi. Özbekler ayrı hanlıklara bölünmüş olup, kendilerini bulundukları bölge ve sınıflara göre adlandırıyorlardı. Hem Türkçe, hem de Farsça bilen Tacikler, milliyet duygusundan da o kadar uzaktılar ki, ayrı bir Tacik edebiyatının kurulmasına bile taraftar değillerdi. Türkmenlerin durumu daha vahimdi ve onlar birbirlerine düşman kabileler halindeydiler. Türkistanlılar arasındaki bu ayrılıklar, bölgecilik ve lehçe farklarıyla daha da artıyordu. Tabi burada Sovyet politikalarının tesirini de unutmamak lazım. Sovyetlerin büyük gruplar için değişik cumhuriyetler kurma ve hepsine değişik alfabe ile edebi dil dayatmasındaki esas gaye, aydınlar arasında Türklerin tek bağımsız devlet şeklinde birleşmeleri (Turancılık) fikirlerinin yayılmasını engellemekti.

              Sonuç itibarıyla komünist sistem şöyle veya böyle bütün Türkistan ve dolayısı ile de Kazakistan’da demir yumruğunu gösterdi. İkinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra Kazakistan Komünist Partisi I. Sekreterliğine bir Kazak Türkü getirilmişti. Fakat herşeye rağmen içlerinde bir nebze memleket sevdası bulunan bu yöneticiler daha sonra, 1950’lerde yürürlüğe sokulan ve kendilerinin aleyhine olan “Bakir Topraklar” projesine karşı çıktılar. Bu yüzden Kazakistan Komünist Partisi Sekreteri Şahahmedov 1954 tarihinde görevinden uzaklaştırılarak yerine Leonid Brejnev atandı. Bu plan ile 25 milyon hektar mera arazisi Sovyetler Birliğini beslemek üzere tarıma açıldı. Temel ekonomisi hayvancılığa dayalı Kazak Türklerinin açlık ya da sefalete düşmelerinin hiçbir anlamı yoktu.


              Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi
              • 7. Hafta: Tarihte ve Günümüzde Kırgızistan

                Kırgız Adı, İlk Kırgızlar  ve Kırgız Türkçesi

                       

                Kaşgarlı Mahmud’un “Türklerden bir boy dediği” ve Çin kaynaklarında adları “Kien-kun, K’i-ku, Kie-kou, Hsia-chia-sih, Ho-ku-ssu” gibi şekillerde transkripsiyon edilen Kırgızlar, Kök Türkçe yazılı metinlerde “Kırkız”, Tibet ve Hotan metinlerinde “Gir-kis”, Bizans tarihlerinde “Kherkhis” şeklinde geçmektedir. 

                Bunun dışında Kırgız isminin menşei konusunda çeşitli görüşler mevcuttur. Bu adın “Kır” ile “Giz” kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş, “kır gezer” anlamında bir kelime olduğu yanında, “kırk” ve “yüz” sayı adlarının kaynaşmasından teşekkül ettiği de ileri sürülmüştür. Kırgız isminin “kırku”dan, yani “kırmızı” ve “yüz” kelimelerinden ibaret olduğu da söylenir. Bir Hakas-Kırgız hikâyesinde ise onlar “kır saçlı” bir kadına bağlanıyorlar ki, buna binaen de Kırgız “kır/ak saçlı kız” demektir. Bununla beraber Kırgızların, Oguzlarla olan irtibatları da dikkate çekilmektedir. Pekçok Kırgız şeceresinde kendilerini Oguz Kagan’a bağlamaları da önemlidir. Hatta Kırgız kelimesinin “Kırk Oguz”dan geldiği, Kırgızların Oguz Han’ın yirmidört komutanından türediği ve kırk Çinli kızın Oguz bölgesine gelip, onlarla evlenerek, doğan çocuklarının Kırk Oguz adıyla anıldığı yolundaki efsaneler mevcuttur. Bunun dışında Şecere-i Türk’e göre Kırgız Oguz’un torunudur. Ayrıca Kırgızların kökeniyle alâkalı sıkça karşılaştığımız “kırk kız” motifini Dede Korkut Hikâyelerinde; “Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması” ve “Kazan Beg’in Oğlu Uruz Beg’in Tutsak Olması” destanlarında da görüyoruz.

                Bu durum bir yana Kırgızların menşeine ait efsanelerdeki bu kırk tane kız motifi bizde birtakım şüpheler uyandırmaktadır. Çünkü Türklerde soy esası vardır; yani babadan kaynaklanan bir akrabalık söz konusu olunca, kız neslinden gelen sülalelere pek önem verilmez. Bununla birlikte yıllarca evvel D.Banzarov, L.Ligeti, T.Kowalski, S.M.Abramzon, B.Camgerçinov ve P.A.Boodberg gibi alimler kaleme aldıkları makalelerinde Kırgız’ın “kırk” sayısının çoğulu olduğunu söylerler ki, bu Türklerde kabile adlarının sayı ile verilmesi adetine de uygun düşüyor. Hatta bugün Türkmenistan’da “Kırklar” diye bir boy yapısı vardır. Ayrıca Manas Destanı’nın Keneş Yusupov derlemesinde; Türklerle birlikte yaşayan Kırgız’ın kırk kabilesine atıfta bulunulduğunu da görüyoruz. Herhalde Kök Türk Yazıtlarındaki “Kırkız” yazılışı da buna delildir.

                Kırgız Türklerinin kökeni ve Kırgız isminin manasına dair hem Kırgızlar, hem de onların komşusu kavimler arasında pekçok hikâye dolaşıyorsa da, bunların büyük bir kısmı uydurma ve halk etimolojisi olup, ilmi değeri yoktur. Bunun yanısıra Kırgız Türklerinin türeyişiyle alâkalı anlatılan bazı destanların Hun, Kök Türk ve Uygurlarınkine benzer bir şekilde kurt ile ilişkilendirildiklerini de belirtmekte fayda var. Mesela bunların birisinde şu ifadelere rastlamaktayız: Çok eski zamanlarda, Kırgız kabilelerinin çevresindeki halklarla savaşlar yaptığı çağlarda, askerlerden birisi ölünce, eşi dul kalır. Bu sırada kadın hamile ve doğum günleri de yaklaşmış idi. Kendisine yaşayacak ve barınacak bir yer arayan kadın en sonunda, Nina Nehri yakınında, içinde kurtların bulunduğu bir mağara görür. Çaresiz bir durumdayken, bu mağaraya girmekten başka bir yol bulamaz. Bu esnada doğum vakti de gelmiş, ancak bebeğini dünyaya getirirken, kendisi ölmüştür. İçerideki kurt da yeni doğum yapmış ve altı tane eniği olmuştur. Kurt bu zavallı çocuğu da kendi yavrularının arasına alır ve onlarla birlikte emzirerek büyütür. Halk, bu börünün besleyip, yetiştirdiği altı kurt ve çocuğa Yedi Börüler diye ad koyarlar.

                Anlaşılacağı gibi kurt ya da diğer bir deyiş ile börü, bütün Türk kabilelerinin hayatının merkezine yerleşmiştir. Ayrıca Kırgızistan ve Anadolu Türklerinde çocukları yaşamayan kadınların son evladı veya yeni doğan erkek oğul cesur olsun diye bir kurt postuna sarılır ve temsili olarak kurt ağzından ya da kurt postunun üzerinden geçirilir. Bu çeşit örnekleri hem Kırgızlar, hem de başka Türk grupları için çoğaltabiliriz.

                Kırgız toprakları Kaşgarlı Mahmud’da batıdan doğuya doğru sayılan boylar arasında en doğudaki Türkler olarak işaret edilirken; Ebu’l-gazi Bahadır Han onların ülkesinin Selenge’nin kuzeyinde, İbir ve Sibir’e yakın bir yer olduğunu söyler. Bir takım araştırmacılar ise eski Kırgız Türklerinin yurdunu biraz daha güneye, yani Mogolistan’ın batı taraflarına koymaktadır. Bu görüşe göre tarihteki Kırgızlar, Hun-Türklerin baskıları sebebiyle Yenisey’in kaynakları civarına civarlarına gelmişlerdir. Arkeolojik kalıntılar ise Altay-Sayan bölgesinde ve dolayısıyla tarihi Kırgız yurdunda çok eski çağlardan beri insanların yaşadığını göstermektedir. Paleotik ve Neolitik devre ait bulgular bize o zamanki nüfusun avcılık ve balıkçılıkla uğraştığını, ateşi bildiğini, taştan ve kemikten aletler yaptığını, vahşi hayvanların derilerinden giysiler hazırladığını ortaya koymaktadır. Kırgız-Hakas bölgesinde ilk büyük baş hayvancılık izleri M. önce 3000-2000 yıllarına kadar gitmektedir. Bunu da Afanasyevo mezarlarından çıkan evcil hayvanların (koyun, öküz, at) kemiklerinden anlamaktayız. Nüfus konar-göçer bir hayat tarzını benimsemişti. Malûm olduğu üzere bu, geleneksel Türk sosyal yaşantısının bir tezahürüdür ama, bölgede bulunan tahta ev artıkları, kilden yapılan kap parçaları ise, tamamıyla göçebe bir hayatın olmadığını da gösterir. Ayrıca buradaki insanlar yün eğirmeyi, tahta ve kemik işlemeyi de biliyorlardı. Eti için koyunun beslenmesi ve ineklerin yaygın bir şekilde yetiştirilmesininse hayvancılığın ekonomideki gelişimine yardımcı olduğunu belirtmek gerekir. 

                Bu durum bir yana daha Anav kültürü döneminden (M.Ö. 4000) itibaren attan yararlanıldığına da şahitiz ki, atın kullanımı Türklere çevredeki diğer bozkırlı kavimlerden daha üstün olmayı sağlıyordu. Dünyada ilk defa atı ehlileştiren, bir binek hayvanı ve savaş aracı olarak faydalanan Türkler, bu ayrıcalıkları sayesinde binlerce kilometrelik alanları bir anda geçmişler ve pekçok yere sahip olma imkânına kavuşmuşlardır. Bunun en güzel misalini Dede Korkut Hikâyelerinde, “at işler, er övünür” ve “yaya erin ümidi olmaz” ata sözlerinde görmekteyiz. Ayrıca Latin-Bizans eserlerinde Türk-Hunların yerde kendilerini güvende hissetmemeleri nedeniyle, at üstünde yaşayıp, uyudukları bildirilir. 

                Bu sırada Yenisey’in sağ taraflarında tarım da inkişaf etti. Bunu da bu bölgede sık sık bulunan bronz oraklardan anlamaktayız. Milattan önce 7 ve 2. yüzyıllara ait olan Tagar kültüründen ise konar-göçer hayvancılığın eskisinden daha ileri gittiği ortaya çıkar. Artık köylüler hayvanlarını kışın yaşadıkları yerlerden epey uzaklara götürüyorlar ve sürülerinin sayısını gün geçtikçe artırıyorlardı. Bunun dışında Türkler, Mogollardan farklı olarak hayvanlarını başı-boş bırakmıyorlar, değişik barınaklarda koruyorlardı.

                Eski Türk yurtlarındaki mezar taşları ve kaya resimlerinden anlaşılacağı üzere, ulaşım vasıtaları olarak dört tekerlekli arabalar ile kızaklar da kullanılıyordu. Belki de Kırgız coğrafyasının, güneydeki Türklerin yaşadığı yerlere nazaran daha sert olması, onların bu tür araçlardan faydalanmalarını zorunlu kılıyordu. Yine kaya resimlerinde karşılaştığımız elinde çapa ile duran bir adam figüründen, ekonomik hayatta çapa tarımına geçildiği anlaşılır ki, böyle bir iktisadi faaliyet M. önce 13. asırdan beridir Türklerin yaşadığı coğrafyalarda mevcuttu. 

                Taştık tipi (M. önce 300-M. sonra 400) arkeolojik kalıntılarda ise, iki farklı ekonominin varlığı göze çarpar: Konar-göçer hayvancılık ve ziraat. Bunun da temeli eski Türklerin yıl boyu iki yerleşim alanında hayatlarını geçirmesidir. Kışın daha sıcak, alçak ve korunaklı olan su kıyılarında, yazın da yine otu ve suyu bol, yüksek yaylalarda ikameti seçiyorlardı. Ama yaylalara göç esnasında, ovalık olan bu müsait yerler tamamen bırakılmıyor; buralarda ailenin bazı fertleri kışlık tahıl ve kuru sebze ihtiyacını karşılamak üzere tarımla meşgul oluyorlardı.

                Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, Kök Türkçe yazıtlarda anılan Türk boyları içerisinde tarihleri çok eskiye dayanan ve Çin kaynaklarında bahsi geçenlerden birisi de Kırgız etnik adıdır. Orta Asya Türk tarihi açısından, bizim için önemli kıstas, Türk kavimlerinin isimlerinin Kök Türk veya Orkun Yazıtları dediğimiz o muhteşem abidelerde geçiyor olup, olmamasıdır. Bu yüzden kitabelerde Kırgız adının yer alması, onların eski ve köklülüğüne de delalettir. 

                Çin yıllıklarında Kırgızları ta M. önce 2-1. asırlarda Hunlar zamanındaki hadiseler anlatılırken görmekteyiz ve bu sıralarda nüfuslarının 100-150 bin civarında olduğu sanılmaktadır. Burada Kırgız adı Börü Tonga’nın (veya Tokta/Mo-tun) hâkimiyet altına aldığı kavimler arasında sayılıyor. Öyle anlaşılıyor ki, artık onlar da büyük Türk milletinin bir parçası olmuşlardı. Dolayısı ile Kırgız etnik teşekkülünün temellerini Hun-Türk çağına kadar indirebiliyoruz. Ancak bu dönemde onların o kadar da güçlü bir siyasi düzene ulaşamadıkları anlaşılıyor. Çünkü Hun ve Çin tarihinde ismi anılan pekçok Türk boyuyla karşılaşılıyor iken, Kırgız Türklerinin tarihin seyrine doğrudan müdahalede bulundukları siyasi hadiselere sıkça rastlanmamaktadır. Bugünkü fiziki yapılarına kavuşmaları içinse uzun bir zaman diliminin geçtiği ortadadır.

                Kırgızlar hakkındaki bir diğer bilgi de, M. önce 99’da Kırgız topraklarının idaresine Hunlar tarafından esir alınmış olan, Çinli bir komutan getirilmesi vesilesiyledir. Li Ling adındaki bu generalin Hun hükümdarının kızıyla da evlendiğine dair rivayetler vardır. O, belki de kendisine gösterilen alicenaplığa, Türklere sadakatle hizmet şeklinde karşılık verdi. Zaten başka bir seçeneği de yoktu. Çin’e döndüğü takdirde başarısızlığı sebebiyle kellesi kesilecekti. Bu Çin asıllı komutan M. önce 90 yılında Kırgız suvarilerinin başında Çinlileri bozguna uğrattı. Bugünkü Minusinsk’de (Mengü-su/Min-su) Li Ling’in olduğu söylenen sarayın kalıntıları bulunduğu gibi, onunla gelen Çinlilerle, Kırgızlar arasında evlenmelerin söz konusu olduğu, fakat Türklerin Çinlilerle karışanları uğursuz saydıkları da bilinen bir gerçektir. Bu asabiyet duygusu Türklerin en önemli hususiyetlerindendir. Dolayısı ile zaman zaman bazı kişiler tarafından, Türkler dünyanın her tarafına gittiler ve oralarda değişik halklarla karıştılar, şeklindeki iddiaların hepsi asılsızdır. Çünkü Türk milleti tarih boyunca soyunu korumasını bildi. Yukarıdaki örnekteki gibi, böyle karışmalar vuku bulduysa da, bunlar münferit olup, o bulanık soydan gelen insanlar asırlar boyunca unutulmadı.


                Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi
                • 8. Hafta: Tarihte ve Günümüzde Kırgızistan

                  Türk tarihinden hatırlayacağımız üzere Altun Orda Hanlığında, 1330’lu yılların sonuna doğru Öz Bek Han ile Ak Orda (Altun Orda) beyi Mübarek Hoca arasında bir anlaşmazlık zuhur edince, çaresiz kalan Mübarek’in Altay Kırgızları arasına sığındığı ve burada iki yıl kadar yaşadığı söylenir. Dolayısıyla bu durum batı ve Orta Sibirya’ya kadar hâkimiyet alanını genişleten Altun Orda Hanlığının Yenisey (Enesey/Anaçay) Kırgızlarıyla da irtibatta bulunduğunun bir göstergesidir.

                  Bununla birlikte Emir Temür’ün, 1395’te ele geçirdiği Özbek topraklarını bir vakitler arası bozuk olan Ak Orda beyi Urus’un (1374-1376) çocuklarına verdiğini biliyoruz. Onun 1405’te Çin seferine çıkacağı bir sırada Otrar’da iken hastalanması ve ani ölümünün ardından, Temürlülerin son zamanlarında Özbekler saldırılarını artırıp, güneye doğru sarktılar. Bu arada Ak Orda hanları da Kırgız topraklarına akınlar yapıyorlardı. Asıl ismi Muhammed Taragay olan Ulug Beg’in (1446-1449) devrinde ise Özbekler Semerkant’ı ele geçirip, yağmaladılar. Ayrıca bu yıllarda Özbeklerle Türkmenlerin savaşları yüzünden Türkistan adeta bir harabeye dönmüştü. Öz Bek ailesinden Ebu’l-hayr Han (1428-1468) çağında onlar daha da kuvvetlenip, bir aralık Hive’ye kadar indiler ve hatta Temürlü tahtında bir değişikliği vesile oldularsa da; Kırgızlar gibi, 1456 senesinde Kalmukların hücumuna uğrayan Özbek Türkleri büyük zaiyatlar verdiler. Bu kötü vaziyete rağmen Muhammed Şibanî’den sonra (1500-1510) Buhara bölgesine tekrar akınlar yapmaya başladılar. Özbekler, Mogol-Kalmuk hücumları karşısında başarısız olunca da bunlardan ayrılan Kırgızlar, Kazaklarla beraber yaşamayı tercih ettiler. Bu sırada Çagataylı ve Temürlü beyleri arasındaki taht kavgalarından da oldukça zarar gören Kırgız Türklerinin bir bölümünün Doğu Türkistan bölgesine götürüldüğü de bilinmektedir.

                  Türk sosyal yapısının gereği olarak, Türk boyları arasında bir içtimai teşkilat M. önceki çağlardan beri mevcuttur. Bu ilk düzen bilindiği üzere Oguz-nâmelere göre Türk destan kahramanı Oguz Kagan veya gerçek bir tarihi kişi Börü Tonga (Tokta/Mo-tun) çağında atılmış idi. Ama bu durum bize, onun evvelinde Türklerin nizamsız bir halk olduğunu düşündürmemelidir. Neticede Oguz Kagan, Türk milletini Boz Ok, Üç Ok (veya Sol Kol, Sağ Kol) şeklinde teşkilatlandırmış ve bu gelenek günümüze kadar devam etmiştir. Dolayısıyla erken devirlerden itibaren Kırgız Türkleri de kendi içerilerinde böyle bir yapı kurdular. Ancak yıllarca süren savaşlar ve göçler nedeniyle  bu düzenin zaman zaman bozulduğu da ortadadır. İşte buna binaen tahminen 15 ve 16. yüzyılda, Kırgızistan sınırları dahilindeki Kırgız kabilelerinin sağ ve sol kanatları bir araya getirildi. Bu çağlarda daha çok Kazak hanlarının idaresindeki Kırgız boy birliği esasen iki büyük gruba ayrılıyordu; Sağ Kol (Kanat) ve Sol Kol (Kanat). Sağ Kol içinde Adigene, Bugu, Bagış, Sarı Bagış, Çerik, Sayak, Solto, Cediger vs. Sol Kolda ise Çong Bagış, Kara Bagış, Cetigen, Kuşçu vd. Bunların haricinde Kırgız boy birliğine sonradan girenler vardır ki, bunlara da İçkilik deniliyordu. Buna dahil olanlar arasında Kıpçak, Nayman, Tölös gibi meşhur kabileleri sayabiliriz.

                  Bilhassa 16. yüzyılın başlarında Kırgızların Türkistan siyasetinde bazı insiyatifler almaya çalıştıklarını görüyoruz. Ancak Mogol hanlarıyla giriştikleri savaşların pekçoğu da sonuçsuz kaldı. Esasında bu sıralarda birbirleriyle akrabalık derecesi iyice artan Kazaklar ile Kırgız Türkleri arasında da birtakım yakınlaşmalar ve ittifaklar söz konusudur. Hatta Kazak hanlarından Tahir’in Özbekler karşısındaki başarısızlıkları ve kendi halkıyla anlaşmazlıklar gibi nedenlerden, Kırgız Türklerinin arasına gelip yaşadığına da şahit oluyoruz. Ayrıca Kırgız beyi Muhammed yanına aldığı Kazak desteği ile Mogolistan hanlarına karşı başarılı savunmalarda bulundu. Daha sonraki zamanlarda da Kırgız ve Kazak Türklerinin birliktelikleri sürdü.

                  Bununla beraber onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda da en göze çarpan taraf, yukarıda belirtildiği üzere Kalmuklarla (Cungarlar) olan mücadelelerdir. Onlara karşı en şiddetli direnişi Kırgız ve Kazak Türklerinin verdiğini belirtmek isteriz. 17. asrın ilk yarısında (1626-1627) birlikte düzenledikleri seferlerle Kalmukları Sibirya’ya kadar çekilmek zorunda bıraktılar. Fakat zamanla aralarındaki bağlar zayıfladı. Bundan yararlananlar da Kalmuklar oldu. 1633 baharında onlar, Türk topraklarına yeniden saldırdılar. Tabiki o sırada Kırgızların Yarkent hanı Abdullah ile kavgaya tutuştuklarını, zor durumda kalan hanın bazı Kırgız beylerini önemli görevlere getirerek onlardan kurtulduğunu da biliyoruz. 

                  Bu durum bir tarafa 1653’te Kalmuk beyi ölünce içlerinde bir anlaşmazlık çıktı, ama Kalmuklar bunu kolay atlattılar. 1678 senesinde Yarkent’i alan Kalmuklar, 1684’te de Oş ve Sayram’a sahip oldular. Onların bu başarısında elbetteki Türklerin de rolü vardı. Tıpkı daha önce ve sonraki yıllarda cereyan ettiği üzere biraraya gelememelerinin cezasını çektiler. Kırgızların, Kalmuklarla olan bu savaşları ünlü Manas Destanı’nda da yer almıştır. Meşhur Manas bir ara bu Kalmuklara esir düşer ve neredeyse bu hikâye destanın önemli bir bölümünü meydana getirir. Görüleceği üzere Asya’da Mogol egemenliği sona erdikten sonra, Çingiz istilasını andıran bir hızla Kalmukların Türkistan’a yayıldıkları anlaşılıyor. 

                  Neticede Kırgızlar, Kalmukların bu üstünlüğünü kabullendiler. Dolayısıyla 18. yüzyılın başlarında da (1703) Yedisu ve Tanrı Dağlarının güney-batı taraflarına doğru bir göç hareketi gerçekleşti. Kalmuk hâkimiyetinin belki de en mühim neticelerinden birisi, Kırgızistan ve diğer Türk topraklarında daha sonraki Rus işgalinin önünü açmak oldu.


                  Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi
                  • 9. Hafta: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti

                    Kıbrıs adasının ismi M.Ö. 1500’de Mısır kitabelerinde “İsj” diye yazılmış, daha sonra “Alaşin” şekline dönmüş, eski İbrani belgelerinde “Kittim” olarak kaydedilmiştir. Kıbrıs sözcüğünün “bakır” anlamındaki Sümerce “Zubar” kelimesinden türetildiği söylenmektedir. Kypros adı ise ilk defa Homeros’ta görülmektedir.

                    Kıbrıs 9.250 km² yüzölçümü ile Akdeniz’in üçüncü büyük adasıdır. 2018 yılı itibarıyla 315 bin kuzeyde Türk bölgesinde; 850 bin kişi de güneyde Rum kesiminde yaşamaktadır. Türkiye’ye Anamur’dan 71, Suriye’ye 100, Mısır’a 400, Yunanistan’a 800 km kadar uzaklıktadır. İşaret parmağıyla Türkiye’nin İskenderun körfezini gösteren bir eli andıran Kıbrıs adasıyla ilgili yapılan ilmi araştırmalar, Türkiye’nin Hatay ilindeki dağ ve ovaların 130 km güney-batıda Kıbrıs’ta deniz seviyesi üzerine çıkarak aynı özelliklerle devam ettiğini göstermektedir.


                    ...

                    Zürih ve Londra mutabakatlarında yer alan esaslara göre Kıbrıs Cumhuriyeti ve anayasası ile garanti ve ittifak sözleşmeleri hazırlandığı gibi, 15-16 Ağustos 1960’da cumhuriyet resmen ilân olunmuştu. Bir devlet ortaya çıkmış, ancak Kıbrıslı diye bir millet yaratılamamıştı. Zaten mümkün de gözükmüyordu; çünkü iki halk birbirlerine herşeyiyle zıttı.

                    Yeni kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinde cumhurbaşkanı yardımcısı, on bakandan üçü, temsilciler meclisi üyelerinin % 30’u Türk olacaktı. Devlet dairelerindeki memurların da % 30’u Türklerden seçilecekti. Anlaşılacağı gibi Türkler azınlık olarak görülmüyordu, fakat ortaklıkları azınlık durumuna göre idi. Bu devletin Türkleri rahatlatacağı düşünülürken, Makarios EOKA liderine hükümette yer vermiş ve Enosis’i (Birleşme) gerçekleştireceğine alenen yemin etmişti.

                    Daha sonra Türklere ait belediyelerin tesisi, Rumlar tarafından adada Türk yönetiminin kurulabileceğinin işareti olarak algılandı. Bunun üzerine Makarios anayasaya 13 maddelik bir kanun ekleyerek, 30 Kasım 1963’te garantör devletlere ve Türk tarafına sundu. Tabiki Kıbrıs Türklerini azınlık durumuna sokan bu teklifler reddolundu. Türkiye’nin bu tavrından onbeş gün sonra EOKA’cıların “Kanlı Noel” hadiseleri olarak bilinen Türkleri imha hareketi gerçekleştirildi. Üç gün süren bu katliamda 92 Türk şehit edilip, 475 kişi yaralandı. 103 köy yıkılmış, 30.000 Türk göçürülmüştür. Fakat Türkiye’nin soydaşlarına yapılan bu haksızlığa daha fazla seyirci kalamaması ve 25 Aralık 1963 günü iki Türk jetinin Lefkoşa semalarında görülmesi üzerine Makarios ateş kesmek zorunda kaldı. 

                    Tarihe “Kanlı Noel” diye geçen bu hadiseler, Türklerin mal ve can güvenliğinin olmadığını bütün dünyaya gösterdi. Bunun üzerine 29 aralıkta Lefkoşa’da Türk tarafıyla Rumlar arasında bir “Yeşil Hat” oluşturuldu ve böylece Kıbrıs, kuzey ve güney diye fiilen ikiye ayrıldı. Buna bağlı olarak 1964’te, ABD başkanı Johnson’ın; “Kıbrıs’a müdahale yüzünden, Sovyetler Birliği Türkiye’ye saldırırsa, Amerika ve NATO’nun Türkiye’yi koruyamayacağı” tehdidinde bulunması, ABD’nin ve onun kurdurduğu NATO’nun ne kadar iki yüzlü olduğunun bir göstergesidir ve onlar aynı şekilde, Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında 2016 senesinde bir gerginlik yaşanınca, yine çekimser davrandılar.

                    Kısa bir süre sonra Birleşmiş Milletlerin 4 Mart 1964 tarihli kararıyla Kıbrıs’a barış gücü gönderildi ve bunlar İngiliz askerlerinin yerini aldı. Fakat onlar ezilenlere yardım edeceklerine, Kıbrıslı Rumlardan yana bir tavır sergileyince, 26 nisanda gerçekleşen miting ile bu durum şiddetli bir şekilde kınandı. Bunun ardından Makarios, Zürih ve Londra andlaşmalarını tanımadığını bildirdi. Silah zoruyla hükümeti ele geçiren Makarios, Türklerin bütün haklarını gasbetti. Bakanlar kurulu ve temsilciler meclisi tamamen Rumlardan meydana geldi. Türk memurlar görevlerine gidemez oldu. İşin ilginç tarafı, bu darbe hükümeti Kıbrıs Cumhuriyetinin resmi makamı olarak da görülmeye başlandı.

                    Rumların Türklere karşı vahşilikleri daha sonraları da sürdü. Topluca öldürülen Türklerin evleri yakıldı, malları ellerinden alındı. Birleşmiş Milletlerden istediği sonucu çıkaramayan Makarios Limasol’da, Baf’ta, Gaziveren’de ve Kıbrıs’ın değişik yerlerinde yaşayan Türklere saldırılarını sıklaştırdı. Bu vahşet karşısında Türkiye adaya müdahaleyi düşündü, fakat Türklerin güya dostu görünen Amerika tarafından bu durum engellendi. Bundan cesaretlenen Makarios hükümeti, Türkleri imha çalışmalarına devam etti. Geçitkale’deki katliamdan sonra Türkiye bir kez daha müdahale kararı aldı ve askeri birliklerini güneye yığdı. Ancak bu çıkarma da yine Amerika tarafından önlendi ve meselenin ikili görüşmelerle çözümlenmesi önerildi. Bu sırada Kıbrıs Türkleri önemli bir adım atarak, geçici Türk yönetimini kurdular. Ardından 1968’de Beyrut’ta başlayan ikili görüşmelerden de bir sonuç alınamadı.

                    Bunun üzerine taktik değiştiren Makarios, “uzun vadeli mücadele” planını uygulamaya koydu. Fakat cuntacı subaylar Enosis’i bir an önce gerçekleştirmek isteyince, Makarios Yunan subaylarıyla askerlerinin geri çekilmelerini söyledi. Bu yüzden Atina ile Makarios’un arası açıldı. 15 Temmuz 1974 günü Makarios’a bir darbe yapıldı ve o Londra’ya kaçmak zorunda kaldı. Aynı gün Nikos Sampson cumhurbaşkanı oldu ve gayri-meşru Kıbrıs Helen Cumhuriyetini ilân etti.

                    Bu sırada Makarios utanmadan, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde Kıbrıs Türk halkının imha tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu açıkladı. Kıbrıs’ı işgal gibi bir niyeti olmayan Türkiye başbakanı ise İngiltere’ye garantör devlet sıfatıyla beraber müdahaleyi teklif etti. Fakat Türkiye’nin bu önerisi İngilizlerce olumlu karşılanmadı. Bütün dünya yine Türkiye Türklerinin herşeyi sineye çekeceğini sanıyordu.

                    Çözüm yollarının kapanması üzerine Türkiye garanti andlaşmasının 4. maddesinde yer alan “müşterek hareket etme imkânı olmadığı takdirde tek başına karar verme hakkını” kullanarak, 20 Temmuz 1974’te “Kıbrıs Türk Barış Harekatı”na başladı. Birinci harekat üç gün sürdü ve çok az zaiyat verilerek, pekçok önemli mevki ele geçirildi. Nikos Sampson iktidardan uzaklaştırıldı ve cunta dağıldı. Böylece hem Yunanistan’a demokrasi, hem de Kıbrıs’a huzur gelmişti. 25-30 Temmuz 1974’te garantör devletler Cenevre’de yine buluştular. Bu toplantıda bir güvenlik bölgesinin oluşturulmasına, Rum-Yunan askerlerinin Türk köylerinden çekilmesine, göz altına alınan ve tutuklananların serbest bırakılmasına ve Kıbrıs’ta iki otonom devletin kurulmasına karar verilmişti. Türkler protokol şartlarına uyduğu halde, şımarık Rumlar yeniden silahlarını ellerine alarak, Türk askerlerinin ulaşamadığı yerlerdeki Türkleri katliamlara tabi tuttular.

                    Cenevre’de 8 Ağustos 1974’te ikinci bir toplantı daha yapıldı. Bundan da bir sonuç çıkmadı. Etrafları Rumlarca çevrilen ve son derece hassas bir durumda bulunan Türk ordusu yok edilmemek için 14 Ağustos 1974 günü ikinci bir harekat gerçekleştirdi. Buna kahraman Mehmetçikle birlikte Kıbrıs’ın Türk Milliyetçileri Mücahitler de katıldı. Üç gün süren bu başarılı taarruz neticesinde bugünkü Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sınırları çizilmiş oldu. Türkiye Cumhuriyeti o günlerde çok sıkıntılar çekmesine rağmen Kıbrıslı Türk kardeşlerinin yanında yer almaktan da hiçbir zaman geri durmadı.


                    ...

                    Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi

                    • 10. Hafta: Tarihte ve Günümüzde Özbekistan

                      Türk tarihinde önemli bir yere sahip bu Özbek halkının adını Ebu’l-gazi Bahadır Han, Altun Orda hükümdarı Öz Bek’ten getirir. Bilindiği üzere Altun Orda tahtına Öz Bek Han’ın (1313-1340) geçmesinden sonra, 1329 yılında Doğu Deşt-i Kıpçak’ta kendisine karşı istiklâlini ilân eden Gök Orda hanı Mübarek Hoca ve sülalesinin sona erdirilmesinde büyük hizmette bulundukları için Cuci neslinden Şibanlıların nüfuzları artmıştı. Ayrıca tarihi belgelerde Çingiz Han’ın ölmeden evvel torunu Şiban’a Uralların doğusu, Aktübe ve Turgay civarlarını yurt olarak verdiği yazılıdır. Dolayısı ile Öz Bek Han’a yardımcı olmaları sebebiyle Şibanlılar ile Öz Bek Han’ın emrindeki kitlelere daha sonradan Özbekler denmeye başlandığını belirtmekte fayda vardır. Öz Bek Han zamanına kadar mevcut olan kaynaklarda Özbek ulusu, Özbek ili, Özbekî veyahut da Özbekiyan tabirlerine rastlamıyoruz. Özbek halkının yaşadığı alan ise daha çok Ak Orda Hanlığının toprakları idi. Yine 14. yüzyıl Acem tarihçisi ve coğrafyacısı Hamdullah Kazvinî, Azerbaycan’a yapılan akınlardan bahsederken, Öz Bek Han’ın askerlerine Özbekler dendiğini belirtir. Yani başlangıçta şahıs adı olan Öz Bek, bir zaman sonra urug ismi olmuştur.

                      Türkistan Türk boyları arasında dilleri ve edebiyatları üzerinde en çok çalışılan etnik gruplardan birisi Özbeklerdir. Özbek Türkçesi, modern Uygur Türkçesi ile birlikte Türk dilinin güney-doğu veya Çagatay sahası grubuna girer. 1917 İhtilalinden sonra ise Sovyet aydınları Özbek şivesinden ayrı olarak bir Özbek dili yaratmaya çalışmışlardır ki, bunun da ana nedeni dilde ve fikirde işbirliğini öldürmek idi.


                      ...

                      Özbekistan’ın nüfusu 2020 yılı tahminlerine göre 34.5 milyon civarındadır ve Türk olmayan unsur son derece azdır. Yüzölçümü 447.400 km² olan bu Türk cumhuriyetinin önemli kentleri başşehir Taşkent, Semerkant, Fergana, Buhara, Karşi, Ürgenç, Nukus, Andican ve Namangan gibi yerlerdir. Sınırları içerisinde ayrıca Karakalpak Özerk Cumhuriyeti bulunur ki, 165.000 km² kadar olan bu bölgenin nüfusu da 1.850.000 civarındadır.

                      Haziran 1989’da Özbekistan Komünist Partisi başına getirilen İslâm Kerimov’un, aklı başında komünist liderlerin son halkasından olduğu söylenmiştir. O çok sıkıntılı bir dönemde, birtakım sindirme politikaları tatbik olunsa da, Özbekistan’ı beraberlik içinde tutmayı başardı. Çünkü bu ilk bağımsızlık yıllarında, Özbekistan’ın karıştırılması hususunda çok ciddi komplolar gündeme geldi. KGB’nin kışkırtmasıyla Fergana’da Ahıska Türklerinin öldürülmeleri ve 1990 başlarında Oş’ta Kırgızlarla Özbeklerin çarpışmaları ancak Kızıl Ordu birliklerinin yardıma çağrılmalarıyla önlenebilmişti. Hem Özbekistan, hem de Kırgızistan’daki Türkçüler, bu hadiselerin müsebbiplerinin ortaya çıkarılması hususunda o günlerde hükümetlerine büyük baskılar yaptılar. Daha sonra bütün dünya bu olayları başlatanların Rus casusları olduğunu da öğrendi. Aslında her iki hadiseye de baktığımızda çıkış nedeni bireysel tartışmalar şeklinde görünüyorsa da, arka planlarında büyük bir hazırlık olduğu anlaşılacaktır. Özbek Türkleriyle, Ahıska Türklerinin çatışması, bir pazar yerinde iki kişi arasındaki tartışmadan kaynaklanmıştı. Oş’taki çatışmalar da Özbeklere ait olduğu söylenen topraklara bir Kırgız’ın ev yapmasından ortaya çıkmıştır. Neticede Ruslar, Türk boylarını istedikleri zaman karşı karşıya getirebileceklerinin provasını da yapmış oldular.

                      Egemenliğini 20 Haziran 1990’da, istiklalini de 31 Ağustos 1991’de ilân eden Özbekistan Türk Cumhuriyetinde, bağımsızlıktan sonra iktidarı, kuruluş kongresini 1 Kasım 1991 tarihinde toplayan ve eski Komünist Partisinin yerini alan Demokratik Halk Partisi ele geçirdi. Bir Bağımsız Devletler Topluluğu üyesi olan Özbekistan devlet başkanı İslâm Kerimov, sancılı bir süreçte muhalefeti susturmak için Stalin metodlarını kullanmakla suçlandı. Hükümet karşıtlarına gönelik önemli ölçüde baskı olmasına rağmen bu sırada iktidarın alternatifi diye adlandırılan Birlik Hareketi meydana çıktı. Özbekistan’daki bu Türk Milliyetçileri, diğer Türk topluluklarının dernekleriyle de irtibat kurmadan geri durmadı. 1992 haziranında Birlik’in başkanı Abdurrahim Polat’ın, Birlik önderlerine göre hükümetin düzenlediği bir saldırı sonucu kafatası kırılarak hastenelik oldu. Birlik’in merkezi yetkililerce kapatıldı ve gazetesi yasaklandı. Daha sonra da Birlik’ten ayrılan Erk Partisi tescil olundu. Bu bağımsızlık teşkilatının parçalanmasında İslam Kerimov usta bir siyaset tatbik etti ve Birlik’i dağıtmayı başardı. Erk Partisi’nin başına Muhammed Salih adında bir fikir adamı geçti. Fakat ardından Özbekistan Meclisinde bir milletvekili olan Muhammed Salih’e de söz hakkı verilmedi ve istifa ettirildi. Birlik Hareketi’nin başlangıçta 500.000 üyesi olduğu belirtilmiştir. Hem Birlik, hem Erk Partisi model olarak kendilerine Türkiye’yi seçmişlerdi. Yine Özbekistan’daki ileri gelenlerden birisi olan Aybek Taşmuhammedov, “demokratların Latin alfabesi ile Türk modelini istediklerini, bu şekilde demokrasi kurulabileceğini, aksi takdirde toplumsal değerlerin bozulabileceğini” söylemişti. Bunların yanısıra Özbekistan Cumhuriyeti’nin tesisi yıllarında mevcut olan siyasi hareketlerden bazıları şunlardır: Komünizmin tamamen yıkılmasını ve İslâmi bir cumhuriyetin kurulmasını isteyen İslâmi Rönesans Hareketi, Timur’un Varisleri Partisi, Sosyal İlerleme Partisi, Özbekistan Adalet ve Sosyal Demokrat Partisi, İstiklâl Yolu. Ancak bu adı geçen partilerin hiçbir siyasi etkinliği söz konusu değildi. Fakat buna rağmen Özbekistan’daki komünist idareyi yıkabilecek gerekli güç de mevcut idi.


                      Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi
                      • 11. Hafta: Tarihte ve Günümüzde Türkmenistan

                        Türkmen adının manası yolundaki görüşler genelde “Türk’e benzer, Müslümanlığı kabul eden Oguzlar” veya “konar-göçer Türk” olabileceği üzerinedir. Bununla beraber Türkmen isminin etimolojisi yapılırken Türkçede çok sıkça geçen Kuman, Karaman, Ataman vs. adların sonunda yer alan mübalağa eki -man ve -men’in kullanım özellikleri göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca Kaşgarlı Mahmud’un işaret ettiği, ama bizim farkına varamadığımız bir husus da; onun Türk kelimesini anlatırken, “Türkmen Türk demektir”, şeklindeki açıklamasıdır.

                        Türklerin Oguz grubundan olan Türkmenler, bazı eski dil özelliklerini korudukları gibi, Çagatay ve Kıpçak sahası boylarının arasında kaldıklarından, onlarla birlikte gelişmişler, diğer Oguz boyları ağızlarında görülmeyen birtakım hususiyetleri de benimsemişlerdir. Türkmenlerin yapısı diğer Asya Türklerinden daha başkadır. Bugünkü Türkmenleri, Türkiye ve Azerbaycan Türkleriyle aynı katagoriye koymak mümkündür. Bu grup birbirleriyle, diğer Türk topluluklarına nazaran daha çabuk anlaşabilirler.


                        ...

                        Bugünkü Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat olup, yüzölçümü 488.000 km², 2018 yılı itibarıyla nüfusu da 5.8 milyon civarındadır. Arazinin onda dokuzu Karakum Çölü ve Turan Çöküntüsü’nden ibarettir. Cumhuriyetin kuzeyinde Özbekistan ve Kazakistan, güneyinde İran ve Afganistan, batısında Hazar Gölü, doğusunda da Özbekistan bulunur. Önceleri Türkmenistan Cumhuriyeti Balkan, Aşkabat, Çarçov, Merv, Taşoguz adında beş eyalete ayrılmış ise de, sonradan bunlar Merv, Taşoguz, Ahal, Balkan ve Lebap olarak değiştirilmiştir.

                        Ruslar, 1870’lerde Türkmenistan’ı işgale başladıkları zaman, Rus ve İngiliz kaynaklarına göre Türkmen nüfusu 1.150.000 civarında idi. Bugün 6 milyona yaklaşan bir nüfusa sahip Türkmenistan’ın % 90’ını Türkler teşkil etmektedir. Nüfusun % 50’si şehirlerde, % 50’si de kırsal kesimlerde yaşamaktadır. 19. yüzyıldan 21. yüzyıla gelene kadar Türkmenlerin nüfusunun azlığı göz önünde bulundurup, bunların bir kısmının da Ruslar ve diğer gayri-Türk unsurlarla, Türk boylarından oluştuğunu hesaba katarsak, Türkmen nüfusunun nekadar kırıldığı ortaya çıkar. Rus hâkimiyetine giren Türkmenlerin nüfuslarındaki en büyük düşüş, 1917 ihtilalinden sonra Rusya’da ortaya çıkan iç savaş ile 1930’larda Rusların uyguladığı mecburi iskan politikası ve II. Dünya Harbi esnasında vukua gelmiştir. Buna bir örnek olarak 1926 nüfus sayımına göre, Türkmenistan’ın Merv bölgesinde 9974 Buluç var iken, bu sayı 1959 istatistiklerinde 7800’e inmiştir. Bu da şüphe yok ki, konar-göçer Buluçları yerleşik hayata  zorlamak ve onların geçimini sağladıkları hayvancılık işlerini kollektifleştirme gibi Rus tecrübesi neticesinde meydana gelmiştir. Zorla iskan ve kolhoz siyasetinden en fazla Türklerin zarar gördüğünü kimse inkar edemez.

                        Yirminci yüzyılın sonlarına yaklaşırken, 1980’li yıllarda Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov’un başlatmış olduğu açıklık politikasının sonucunda, eski Sovyetlerin aksayan tarafları eleştirilmeye başlanmış ve çağa uymayan durumlar ortadan kaldırılmak istenmişti. Bu durum Türkmen aydınlarını da harekete geçirdi. Dolayısıyla Türkmenistan’ın bazı milliyetçi önderleri tarafından Moskova’nın politikaları tenkit edilmeye başlandı. Mesela Türkmen Cumhuriyeti her yıl merkezden 344 milyon ruble alırken, Moskova Türkmenistan’ın pamuk ve doğalgazı da içinde olmak üzere bunların tutarı olan 530 milyon rubleyi merkeze aktarmıştır. Buna rağmen Moskova Türkmenistan örneğinde gördüğümüz gibi, eski cumhuriyetlerin birer yük olduğunu söylemekten de utanmadı. Belki bu Rusya’nın Orta Avrupa ve Baltık bölgesindeki sömürgeleri açısından doğru olabilir; ama Türklerin yaşadığı toprakların yer-altı ve yer-üstü kaynakları bakımından çok zengin olduğunu, artık herkes biliyor.

                        Sovyetlerin dağılması, şimdiki cumhuriyetlerin başlarında bulunan Komünist Partisi yöneticilerinin işine yaradı. Türkmenistan’ı bağımsızlığa taşıyan Sapar Murad Niyazov bir elektrik mühendisiydi ve Gorbaçov’un 1985’te Moskova’da iktidarda olduğu yıllarda, Türkmenistan Komünist Partisi Birinci Sekreterliğine seçilmişti. Bu yıllarda esen açıklık politikasından yararlanan Türkmenler, 1989’da Türkmen Türkçesini cumhuriyetin resmi dili ilân ettiler. Niyazov akıllı ve ciddi bir şekilde diğer BDT üyeleriyle olduğu gibi yabancı ülkelerle ilişkiye girmek için ülkenin doğal kaynaklarını bir avantaj olarak kullandı. Bütün bu süreçteki hareketler ve karşı çıkışlar Niyazov’u halkın gözünde bir kahraman yaptı. Nitekim 1990’da gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimini rakipsiz olarak % 95.5 oy ile kazandı. Yeni ismi Demokratik Parti olan, Türkmenistan Komünist Partisi, ülkedeki siyasi hayatın bütün alanlarının kontrolünü eline geçirdi.  Zaten o zamanki Türkmenistan’da ona rakip olmaya cesaret edebilecek kimse de yok idi. 22 Ağustos 1990’da egemenliğini açıklayan Türkmenistan, Sovyetlerde baş gösteren 1991 ağustosundaki başarısız komünist darbesini destekler mahiyette göründü. Hatta devlet televizyonunda hergün bununla ilgili haberler gösterildi. Ahali komünist rejimin yeniden geleceğinden endişeleniyordu. Ancak herkesin bildiği gibi bu teşebbüs akim kalmış ve darbecilerin bazıları intihar bile etmişti. 

                        Türkmenistan, 26 Ekim 1991’de yaptığı halk oylaması ile istiklalini açıkladı. Bu referandumda ahalinin % 93’ü evet oyu kullanmıştı. Bağımsız Türkmenistan Türk Cumhuriyeti’ni ilk tanıyan ülke de Türkiye Cumhuriyeti oldu. 

                        Mayıs 1992’de istiklal sonrası bir anayasayı hazırlayan ilk Türkistan devleti olan Türkmenistan, diğer Türk Cumhuriyetleri içerisinde Kırgızistan’la birlikte ilk defa kendi para birimini tedavüle çıkaran ülkedir ki, 1 Ekim 1993’te “Manat” piyasada kullanılmaya başlandı. 1996 senesinde yürürlüğe giren bir yasa ile devlet memurlarının Türkmen Türkçesini bilmeleri şart koşulmuştur. Ancak Türkmenistan’ın tam bağımsızlığa kavuşması için önünde birçok problem bulunmaktaydı. Herşeyden önce bağımsızlık sonrası iktidarda gözüken yöneticiler, eski komünistler olup, gerçek Türkmen insanlarının hiçbir yetkisi ve otoritesi yok idi. Bağımsız olmalarına rağmen, hâlâ Türkmenistan’da önemli bir Rus askeri gücü bulunuyordu.


                        ...

                        Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi

                        • 12. Hafta: Türk Toplulukları

                          Komünist Rusya 27 Nisan 1922’de sözde Sahalara Yakut Özerk Sovyet Cumhuriyetini ilan etti. Ama komünizm girdiği hiçbir ülkede idealde olduğu gibi uygulanmadı. Temelinde insanların eşitliği, halkların özgürlüğü ve mutluluğu ilkesi olan komünizm bulaştığı her yerde acı ve ıstırap doğurdu. Saha Yerinde de komünizmin kökleşmesinden hemen sonra aydınların büyük bir ekseriyeti ortadan kaldırıldı.

                          Bununla birlikte Saha bilim adamı G.V.Ksenofontov 1924 senesinde cumhuriyetin anayasa komisyonuna Yakut ve Yakutya kelimelerinin yerine “Saha” ve “Saha Yeri” terimlerinin kullanılmasını önermiş ve Yakut kelimesinin Türkçe olmadığını da söylemişti. Maalesef bu konu üzerine o zamanlar ciddi bir şekilde eğilinmediği gibi, Türklerin isteklerine hiçbir vakit kulak asılmadı. 1930’larda Sovyetler Birliğinin yeni anayasası hazırlandığı sıralarda Saha Türkleri için de bir ümit doğmuş ve 1936’da Saha devlet komisyonu Saha Türklerinin milli adlarının tasdiki yolunda çalışmalara başlamıştı. Bu teşebbüse de kanlı bir şekilde son verildi. Bundan sonra da kimse bu konuyu açmaya cesaret edemedi. 

                          İkinci Dünya Harbi yıllarına gelindiğinde Sahaların Rusya adına pekçok kahramanlıklar gösterdiklerine şahit oluyoruz. Altmışbinden fazla Türk savaşa gitmiş ve bunların büyük bir kısmı da harpte ölmüştü. Bu arada onlar ürettikleri maddelerle de savaş ekonomisine destek oldular. Ne yazık ki, Rusya’nın hiçbir zaman dünya kamu-oyuna açıklamadığı 1942-1943 senelerinde Saha Türklerinin bütün yiyeceklerine el konulması nedeniyle, sun’i bir açlık baş göstermiş ve binlerce kişi bu yüzden ölmüştür.

                          Savaştan sonra Saha Yeri’nde birtakım sosyal rahatsızlıklar ortaya çıktı. Meydana gelen problemlere köklü çözümler aranmadı. Mesela düzensiz bir göç problemi vardı ki, Saha Yeri’nin nüfusu dört katı artmıştı. Alaska ve Kanada gibi kuzey bölgelerinde nüfus yoğunluğu km²’ye 0.03 kişi düşerken, Saha Yerinde bu oran km²’ye 0.13 idi. Zaten Saha Yerinin her tarafının insan hayatını sürdürmesine imkân vermediğini herkes bilmektedir. Saha Türklerinin % 80’i köylerde yaşamaktadır. Rusların ekseriyeti şehirlerde ve sanayi bölgelerinde ikamet ederler. Tarım yapılabilen araziler ülke yüzölçümünün 1/3500’üdür. Bu yüzden köylülerin hayat seviyelerinin şehirlilerden çok düşük olduğu hemen göze çarpar. Bunun yanısıra Saha toprakları ve Sibirya’nın diğer bölgeleri Rusların sürgün ve suçlu yerleşim mekanlarıydı. Bu da Sahaları olumsuz yönde etkiledi.

                          Bundan başka Saha Yeri’nde ekolojik problemler de vardır. Eski Sovyetler Birliği ve Rusya Federasyonunun aşırı kâr hırsı yıldan yıla orman, göl ve nehirleri ortadan kaldırdı. Saha Türklerinin tarihi toprakları yavaş yavaş yok olmaktadır. 1974’den 1987’ye kadar Saha Yerinde 12 atom bombası patlatılmış idi. Bunların en müthişi ve tabiata korkunç zarar vereni ağustos 1978’deki Kraton-3 adlı bomba olmuştur. 12 Kasım 1991’de Saha Yeri’nde toplanan yüksek şura, bu toprakların nükleer silahlardan arındırılmasını resmen talep etti.

                          Kilometrekareye düşün nüfusun çok az olması, iklimin soğuk, yağışın az, donmuş toprakların ziraata elverişsiz oluşu yüzünden, Saha Yeri bugüne kadar yalnızca bir hammadde bölgesi olarak görünüyordu. Dünyanın en zengin toprağı Saha Türklerinin arazileridir. Yıllarca Saha Türklerinin bütün zenginlikleri hemen hemen Moskova’ya aktarıldı. Ham maddeyi işleyen sanayinin bulunmayışı Cumhuriyetin mali durumunun da zayıf olmasına sebep olmuştur. Eski Sovyetler Birliğinin toplam gelirinin sadece % 1’i Saha Yerine ayrılmış idi.

                          Dünyadaki gelişmelere paralel olarak, 20. yüzyılın bitimine doğru Glastnost ve Perestroyka hareketleri sayesinde Saha Türkleri de bağımsızlık havasını teneffüs edip, milli bilinçlenmeye doğru gittiler. İki üniversite, 669 orta okul, 18 teknikum bulunan ülkede, 1 Nisan 1986’da Saha Devlet Üniversitesi öğrencileri ilk protesto gösterisini gerçekleştirdiler. 27 Eylül 1990 tarihinde Saha-Yakut Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti devlet egemenliğini resmen açıkladı. Cumhuriyetin yüksek meclisi seçildi. Yakutya olan cumhuriyetin adını, Saha-Yakut ile değiştiren halk, azınlıkta olduğu bu kendi vatanlarının bütün zenginliklerine sahip olmak istemektedirler.


                          Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi
                          • 13. Hafta: Türk Toplulukları

                            Kırım Hanlığı tarihteki Altun Orda Devletinin kalıntılarından birisidir ve bu hanlığın hâkimiyeti altında bulunan yerlerde yaşayan insanlara da umumiyetle Kırım Türkleri denir. Kırım Hanlığının aynı zamanda Türk teşkilat ve etnik hususiyetlerini sonuna kadar devam ettirdiğini, Osmanlı Devletinin himayesinde olması ve Türkiye’ye coğrafi yakınlığından dolayı, İdil boyundaki diğer kabilelere nazaran daha çok Türkiye tesirinde kaldığını da belirtmek gerekir.

                            Bu hanlığın esas can damarı Kırım yarımadası olmakla beraber, Azak Denizi çevresinden Tuna boylarına, Aşağı Don’dan Özü Nehri’ne kadar uzanan yerler, kısaca Kıpçak Bozkırının batı tarafları hanlığın topraklarını meydana getiriyordu. Söz konusu bu bölge Hunlardan itibaren Türklere kucağını açmış; ardından Bulgar, Avar, Kök Türk, Hazar gibi Türk hanedanlarının iskan sahası haline gelmiştir.

                            Bizans için son derece önemli söz konusu bu coğrafya yüzünden Hazar Türkleriyle, Doğu Roma arasında uzun yıllar mücadelelerin sürdüğünü de biliyoruz. Peçenekler de bir ara Kıpçak Bozkırlarıyla birlikte Kırım’ı ele geçirler. 11. yüzyıldan sonra ise bölge Kuman-Kıpçakların faaliyet alanına girince, Kırım da bir Kıpçak yurdu olmuş ve buralarda Bizans’ın etkisi azalmıştır. Bununla birlikte Selçuklu Türkleri de başlangıçtan itibaren Kırım’la ilgilenmişler ve buraya seferler düzenlemişlerdi. Nihayet Karadeniz’in kuzeyi 1230’lardan itibaren Çingiz Han’ın devletinin hâkimiyetine sokuldu ve onlarla gelen Kuman-Kıpçakların özellikle Altun Orda Hanlığına sahip olmaları üzerine Kırım’ın değeri de arttı.

                            Altun Orda Devleti döneminde Azak ve Kerç bölgelerinde yaşayan Kuman-Kıpçakların yerli halklarla münasebetlere girdiklerini, Kırım’ın sahil kısımlarında ve Kafkasya topraklarındaki bazı Kıpçakların yerleşik hayata geçmeye başladıklarını görüyoruz. Ama bir süre sonra Altun Orda Hanlığı içten ve dıştan vurulan darbeler neticesinde yıkıldı. Onun artıklarından pekçok idare ortaya çıktı. İşte bunlardan birisi yukarıda da vurguladığımız üzere Kırım Hanlığıdır.

                            Bu siyasi yapı bulunduğu mevki bakımından Kazan Hanlığının rakibi durumundaydı. Bu arada Saray şehrinde Toktamış Han neslinden gelen Seyyid Ahmed Han tahtta oturduktan sonra, Kıpçak bozkırlarında konar-göçer bir biçimde yaşayan Şırın urugu Kırım’a geldi ve başlarına da Çingizli neslinden Hacı Gerey’i çağırdılar (1440’lar) ki, bu bir anlamda Kırım Hanlığının kuruluşudur. Bu yüzden Şırın ailesinin önemi Kırım tarihinde çok büyüktür.

                            Hacı Gerey tahtta çıktıktan itibaren diğer Türk boylarını da kendi safına çekmeye gayret gösterdi. Nitekim Şırınlardan başka Barın, Argun ve birkaç Kıpçak soyu daha ona katılmıştı. Hacı Gerey bunların yardımıyla Kırım ve bitişikteki Kıpçak bozkırlarına egemen olarak hanlığını teşkil etti. Onun ölümünden sonra (tahminen 1466) taht kavgaları başladı ve Hacı Gerey’in oniki oğlundan en-az üç oğlu hâkimiyette hak iddiasında bulundu. Bunların herbirinin dayandığı bir boy vardı. Bu sıralarda Kırım’daki en kuvvetli aile (urug) olan Şırınların idaresi Eminek Mirza’nın elindeydi ve onun uygun gördüğü veliahtın başa çıkması aşağı-yukarı kesin idi. Eminek Mirza önce Mengli Gerey’i tuttu. Kardeşi Nur Devlet’i Kıpçak Bozkırlarındaki aileler ve Azak çevresindeki halklar desteklemişti. Büyük oğul olması hasebiyle Nur Devlet ilk önce tahtta çıktı. Bu iki kardeş Lehistan ve Moskova’ya elçiler göndererek onların kendilerini desteklemelerini istediler. Neticede Eminek Mirza ve Cenevizlilerin yardımıyla Mengli Gerey bu mücadeleyi kazanıp, 1469’da hanlığın tamamını ele geçirdiyse de; bir müddet sonra onların arasının açıldığı anlaşılmaktadır.


                            Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi
                            • 14. Hafta: Türk Dünyasında Gelecek Tasavvuru

                              Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı gibi büyük bir devletin devamı ve Avrupa ile Asya coğrafyasında Milattan önceki çağlara kadar uzanan hâkimiyetiyle burada söz söyleme hakkına herkesten çok sahiptir. Ayrıca Avrupa Birliği, Nato gibi kuruluşlarca artık eski öneminin kalmadığı ve dışlanmaya çalışıldığı bir ortamda Türkiye’nin Türk dünyası ile ilişkileri son derece önem arz ediyor. 

                              Bununla birlikte bağımsızlığın hemen ardından Türkiye’nin bu Türk Cumhuriyetlerine yaklaşması, Rusya Federasyonuyla ilişkilerinde bir gerginliğe neden oldu. Bunu Rusya’daki ayrılıkçı hareketler de körükledi. Türkiye bunlara maddi bir destek sağlamıyorsa da, manen yanlarında olduğunu her zaman gösteriyordu. Belki de buna bağlı olarak Gürcistan’da iç savaşın çıkarılması, Azerbaycan’a Ermenilerin saldırtılması, Çeçenlere de doğrudan Rusların müdahalesi bunun bir işaretiydi. Ayrıca Rusya’nın 2014 senesinde Kırım’ı işgaliyle baş gösteren ve 2022’de savaş haline dönüşen Ukrayna-Rusya meselesi Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Rusya Federasyonunun Türklerin bu işte uzak durması için Türkiye’ye baskı yapmaya çalışmasını da gözden kaçıramayız.

                              Ayrıca Türkiye ile Türk Dünyasının arasındaki birlik duygusunun her açıdan engellenmesi yolunda başta ABD olmak üzere, bölgede çıkarları bulunan ülkeler gizli faaliyetlerini sürdürüyor. Zaten politikacıların yanlış stratejilerinden dolayı, yukarıda da yer yer belirtmeye çalıştığımız üzere Türkiye, Türk Dünyasının önderliğini yitirmiş durumdadır. Ama Türkiye menfaatlerini korumak suretiyle hem çevresindeki problemleri halletmede, hem de Türk Cumhuriyetleriyle olan ilişkilerini sağlamlaştırmada başrolü oynamak için de elinden gelen gayreti göstermek zorundadır.

                              Kendilerine daha doğru-dürüst tarih bile yapamamış veya yazamamış milletler bugün dünyanın önderliğine soyunuyorlar, ama 300 milyonluk Türk Dünyasının kılı kıpırdamıyor. Sanki üzerine ölü toprağı örtülmüş gibi, olup-bitenlere seyirci kalmaktadırlar. Ne yazık ki, Türkiye çevresinde yaşananlara bile gereğince müdahalede bulunamıyor ve gerçek gücünü gösteremiyor. Kuvvetlinin haksız da olsa haklı gibi tanıtıldığı günler yaşanmaktadır. Bu yüzden dünyadaki diğer mazlum milletlerin de Türklere ihtiyacı vardır. Dünyanın adaletli bir şekilde yönetilmesini ne Amerika, ne İngiltere, ne de Almanya başarabilecek kapasitede değiller. Dünya politikalarında bu devletler söz sahibi olduklarından beridir, kan ve göz yaşı eksilmedi. O zaman Türkler kendilerine gelip, Türklüğün gereğini yaparak akıllarını başlarına almalıdır.

                              Bu derste bütün Türk ülkelerine ait kısa bilgileri bulmanız mümkündür. Ancak her eserde olduğu üzere, bunda da gözden kaçanlar mutlaka vardır. Dolayısıyla, bu konuda siz değerli okuyucuların iyi niyetine sığınıyoruz. Kısa sürede daha önceki baskıları tükenen “Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi” adlı kitabımızın, bu türde yayınlanan ilk örnek eserlerden birisi olması bakımından da, Türk kültür hayatında önemli bir yeri bulunduğunu düşünüyoruz.


                              Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi