Kırgız Adı, İlk Kırgızlar ve Kırgız Türkçesi
Kaşgarlı Mahmud’un “Türklerden bir boy dediği” ve Çin kaynaklarında adları “Kien-kun, K’i-ku, Kie-kou, Hsia-chia-sih, Ho-ku-ssu” gibi şekillerde transkripsiyon edilen Kırgızlar, Kök Türkçe yazılı metinlerde “Kırkız”, Tibet ve Hotan metinlerinde “Gir-kis”, Bizans tarihlerinde “Kherkhis” şeklinde geçmektedir.
Bunun dışında Kırgız isminin menşei konusunda çeşitli görüşler mevcuttur. Bu adın “Kır” ile “Giz” kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş, “kır gezer” anlamında bir kelime olduğu yanında, “kırk” ve “yüz” sayı adlarının kaynaşmasından teşekkül ettiği de ileri sürülmüştür. Kırgız isminin “kırku”dan, yani “kırmızı” ve “yüz” kelimelerinden ibaret olduğu da söylenir. Bir Hakas-Kırgız hikâyesinde ise onlar “kır saçlı” bir kadına bağlanıyorlar ki, buna binaen de Kırgız “kır/ak saçlı kız” demektir. Bununla beraber Kırgızların, Oguzlarla olan irtibatları da dikkate çekilmektedir. Pekçok Kırgız şeceresinde kendilerini Oguz Kagan’a bağlamaları da önemlidir. Hatta Kırgız kelimesinin “Kırk Oguz”dan geldiği, Kırgızların Oguz Han’ın yirmidört komutanından türediği ve kırk Çinli kızın Oguz bölgesine gelip, onlarla evlenerek, doğan çocuklarının Kırk Oguz adıyla anıldığı yolundaki efsaneler mevcuttur. Bunun dışında Şecere-i Türk’e göre Kırgız Oguz’un torunudur. Ayrıca Kırgızların kökeniyle alâkalı sıkça karşılaştığımız “kırk kız” motifini Dede Korkut Hikâyelerinde; “Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması” ve “Kazan Beg’in Oğlu Uruz Beg’in Tutsak Olması” destanlarında da görüyoruz.
Bu durum bir yana Kırgızların menşeine ait efsanelerdeki bu kırk tane kız motifi bizde birtakım şüpheler uyandırmaktadır. Çünkü Türklerde soy esası vardır; yani babadan kaynaklanan bir akrabalık söz konusu olunca, kız neslinden gelen sülalelere pek önem verilmez. Bununla birlikte yıllarca evvel D.Banzarov, L.Ligeti, T.Kowalski, S.M.Abramzon, B.Camgerçinov ve P.A.Boodberg gibi alimler kaleme aldıkları makalelerinde Kırgız’ın “kırk” sayısının çoğulu olduğunu söylerler ki, bu Türklerde kabile adlarının sayı ile verilmesi adetine de uygun düşüyor. Hatta bugün Türkmenistan’da “Kırklar” diye bir boy yapısı vardır. Ayrıca Manas Destanı’nın Keneş Yusupov derlemesinde; Türklerle birlikte yaşayan Kırgız’ın kırk kabilesine atıfta bulunulduğunu da görüyoruz. Herhalde Kök Türk Yazıtlarındaki “Kırkız” yazılışı da buna delildir.
Kırgız Türklerinin kökeni ve Kırgız isminin manasına dair hem Kırgızlar, hem de onların komşusu kavimler arasında pekçok hikâye dolaşıyorsa da, bunların büyük bir kısmı uydurma ve halk etimolojisi olup, ilmi değeri yoktur. Bunun yanısıra Kırgız Türklerinin türeyişiyle alâkalı anlatılan bazı destanların Hun, Kök Türk ve Uygurlarınkine benzer bir şekilde kurt ile ilişkilendirildiklerini de belirtmekte fayda var. Mesela bunların birisinde şu ifadelere rastlamaktayız: Çok eski zamanlarda, Kırgız kabilelerinin çevresindeki halklarla savaşlar yaptığı çağlarda, askerlerden birisi ölünce, eşi dul kalır. Bu sırada kadın hamile ve doğum günleri de yaklaşmış idi. Kendisine yaşayacak ve barınacak bir yer arayan kadın en sonunda, Nina Nehri yakınında, içinde kurtların bulunduğu bir mağara görür. Çaresiz bir durumdayken, bu mağaraya girmekten başka bir yol bulamaz. Bu esnada doğum vakti de gelmiş, ancak bebeğini dünyaya getirirken, kendisi ölmüştür. İçerideki kurt da yeni doğum yapmış ve altı tane eniği olmuştur. Kurt bu zavallı çocuğu da kendi yavrularının arasına alır ve onlarla birlikte emzirerek büyütür. Halk, bu börünün besleyip, yetiştirdiği altı kurt ve çocuğa Yedi Börüler diye ad koyarlar.
Anlaşılacağı gibi kurt ya da diğer bir deyiş ile börü, bütün Türk kabilelerinin hayatının merkezine yerleşmiştir. Ayrıca Kırgızistan ve Anadolu Türklerinde çocukları yaşamayan kadınların son evladı veya yeni doğan erkek oğul cesur olsun diye bir kurt postuna sarılır ve temsili olarak kurt ağzından ya da kurt postunun üzerinden geçirilir. Bu çeşit örnekleri hem Kırgızlar, hem de başka Türk grupları için çoğaltabiliriz.
Kırgız toprakları Kaşgarlı Mahmud’da batıdan doğuya doğru sayılan boylar arasında en doğudaki Türkler olarak işaret edilirken; Ebu’l-gazi Bahadır Han onların ülkesinin Selenge’nin kuzeyinde, İbir ve Sibir’e yakın bir yer olduğunu söyler. Bir takım araştırmacılar ise eski Kırgız Türklerinin yurdunu biraz daha güneye, yani Mogolistan’ın batı taraflarına koymaktadır. Bu görüşe göre tarihteki Kırgızlar, Hun-Türklerin baskıları sebebiyle Yenisey’in kaynakları civarına civarlarına gelmişlerdir. Arkeolojik kalıntılar ise Altay-Sayan bölgesinde ve dolayısıyla tarihi Kırgız yurdunda çok eski çağlardan beri insanların yaşadığını göstermektedir. Paleotik ve Neolitik devre ait bulgular bize o zamanki nüfusun avcılık ve balıkçılıkla uğraştığını, ateşi bildiğini, taştan ve kemikten aletler yaptığını, vahşi hayvanların derilerinden giysiler hazırladığını ortaya koymaktadır. Kırgız-Hakas bölgesinde ilk büyük baş hayvancılık izleri M. önce 3000-2000 yıllarına kadar gitmektedir. Bunu da Afanasyevo mezarlarından çıkan evcil hayvanların (koyun, öküz, at) kemiklerinden anlamaktayız. Nüfus konar-göçer bir hayat tarzını benimsemişti. Malûm olduğu üzere bu, geleneksel Türk sosyal yaşantısının bir tezahürüdür ama, bölgede bulunan tahta ev artıkları, kilden yapılan kap parçaları ise, tamamıyla göçebe bir hayatın olmadığını da gösterir. Ayrıca buradaki insanlar yün eğirmeyi, tahta ve kemik işlemeyi de biliyorlardı. Eti için koyunun beslenmesi ve ineklerin yaygın bir şekilde yetiştirilmesininse hayvancılığın ekonomideki gelişimine yardımcı olduğunu belirtmek gerekir.
Bu durum bir yana daha Anav kültürü döneminden (M.Ö. 4000) itibaren attan yararlanıldığına da şahitiz ki, atın kullanımı Türklere çevredeki diğer bozkırlı kavimlerden daha üstün olmayı sağlıyordu. Dünyada ilk defa atı ehlileştiren, bir binek hayvanı ve savaş aracı olarak faydalanan Türkler, bu ayrıcalıkları sayesinde binlerce kilometrelik alanları bir anda geçmişler ve pekçok yere sahip olma imkânına kavuşmuşlardır. Bunun en güzel misalini Dede Korkut Hikâyelerinde, “at işler, er övünür” ve “yaya erin ümidi olmaz” ata sözlerinde görmekteyiz. Ayrıca Latin-Bizans eserlerinde Türk-Hunların yerde kendilerini güvende hissetmemeleri nedeniyle, at üstünde yaşayıp, uyudukları bildirilir.
Bu sırada Yenisey’in sağ taraflarında tarım da inkişaf etti. Bunu da bu bölgede sık sık bulunan bronz oraklardan anlamaktayız. Milattan önce 7 ve 2. yüzyıllara ait olan Tagar kültüründen ise konar-göçer hayvancılığın eskisinden daha ileri gittiği ortaya çıkar. Artık köylüler hayvanlarını kışın yaşadıkları yerlerden epey uzaklara götürüyorlar ve sürülerinin sayısını gün geçtikçe artırıyorlardı. Bunun dışında Türkler, Mogollardan farklı olarak hayvanlarını başı-boş bırakmıyorlar, değişik barınaklarda koruyorlardı.
Eski Türk yurtlarındaki mezar taşları ve kaya resimlerinden anlaşılacağı üzere, ulaşım vasıtaları olarak dört tekerlekli arabalar ile kızaklar da kullanılıyordu. Belki de Kırgız coğrafyasının, güneydeki Türklerin yaşadığı yerlere nazaran daha sert olması, onların bu tür araçlardan faydalanmalarını zorunlu kılıyordu. Yine kaya resimlerinde karşılaştığımız elinde çapa ile duran bir adam figüründen, ekonomik hayatta çapa tarımına geçildiği anlaşılır ki, böyle bir iktisadi faaliyet M. önce 13. asırdan beridir Türklerin yaşadığı coğrafyalarda mevcuttu.
Taştık tipi (M. önce 300-M. sonra 400) arkeolojik kalıntılarda ise, iki farklı ekonominin varlığı göze çarpar: Konar-göçer hayvancılık ve ziraat. Bunun da temeli eski Türklerin yıl boyu iki yerleşim alanında hayatlarını geçirmesidir. Kışın daha sıcak, alçak ve korunaklı olan su kıyılarında, yazın da yine otu ve suyu bol, yüksek yaylalarda ikameti seçiyorlardı. Ama yaylalara göç esnasında, ovalık olan bu müsait yerler tamamen bırakılmıyor; buralarda ailenin bazı fertleri kışlık tahıl ve kuru sebze ihtiyacını karşılamak üzere tarımla meşgul oluyorlardı.
Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, Kök Türkçe yazıtlarda anılan Türk boyları içerisinde tarihleri çok eskiye dayanan ve Çin kaynaklarında bahsi geçenlerden birisi de Kırgız etnik adıdır. Orta Asya Türk tarihi açısından, bizim için önemli kıstas, Türk kavimlerinin isimlerinin Kök Türk veya Orkun Yazıtları dediğimiz o muhteşem abidelerde geçiyor olup, olmamasıdır. Bu yüzden kitabelerde Kırgız adının yer alması, onların eski ve köklülüğüne de delalettir.
Çin yıllıklarında Kırgızları ta M. önce 2-1. asırlarda Hunlar zamanındaki hadiseler anlatılırken görmekteyiz ve bu sıralarda nüfuslarının 100-150 bin civarında olduğu sanılmaktadır. Burada Kırgız adı Börü Tonga’nın (veya Tokta/Mo-tun) hâkimiyet altına aldığı kavimler arasında sayılıyor. Öyle anlaşılıyor ki, artık onlar da büyük Türk milletinin bir parçası olmuşlardı. Dolayısı ile Kırgız etnik teşekkülünün temellerini Hun-Türk çağına kadar indirebiliyoruz. Ancak bu dönemde onların o kadar da güçlü bir siyasi düzene ulaşamadıkları anlaşılıyor. Çünkü Hun ve Çin tarihinde ismi anılan pekçok Türk boyuyla karşılaşılıyor iken, Kırgız Türklerinin tarihin seyrine doğrudan müdahalede bulundukları siyasi hadiselere sıkça rastlanmamaktadır. Bugünkü fiziki yapılarına kavuşmaları içinse uzun bir zaman diliminin geçtiği ortadadır.
Kırgızlar hakkındaki bir diğer bilgi de, M. önce 99’da Kırgız topraklarının idaresine Hunlar tarafından esir alınmış olan, Çinli bir komutan getirilmesi vesilesiyledir. Li Ling adındaki bu generalin Hun hükümdarının kızıyla da evlendiğine dair rivayetler vardır. O, belki de kendisine gösterilen alicenaplığa, Türklere sadakatle hizmet şeklinde karşılık verdi. Zaten başka bir seçeneği de yoktu. Çin’e döndüğü takdirde başarısızlığı sebebiyle kellesi kesilecekti. Bu Çin asıllı komutan M. önce 90 yılında Kırgız suvarilerinin başında Çinlileri bozguna uğrattı. Bugünkü Minusinsk’de (Mengü-su/Min-su) Li Ling’in olduğu söylenen sarayın kalıntıları bulunduğu gibi, onunla gelen Çinlilerle, Kırgızlar arasında evlenmelerin söz konusu olduğu, fakat Türklerin Çinlilerle karışanları uğursuz saydıkları da bilinen bir gerçektir. Bu asabiyet duygusu Türklerin en önemli hususiyetlerindendir. Dolayısı ile zaman zaman bazı kişiler tarafından, Türkler dünyanın her tarafına gittiler ve oralarda değişik halklarla karıştılar, şeklindeki iddiaların hepsi asılsızdır. Çünkü Türk milleti tarih boyunca soyunu korumasını bildi. Yukarıdaki örnekteki gibi, böyle karışmalar vuku bulduysa da, bunlar münferit olup, o bulanık soydan gelen insanlar asırlar boyunca unutulmadı.
Kaynak: Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ-Türk Cumhuriyetleri Tarihi