Konu özeti

  • 1-Kök Türk Adı

    Kök Türk tarihine başlamadan  önce, kaynaklarda sadece iki yerde ve aynı cümlelerde geçen Kök Türk adı üzerinde durmakta fayda olacağı kanaatindeyiz.

     

              Kök Türk () ismi Köl Tigin ve Bilge Kagan yazıtlarında, dünyanın yaradılışı ve İstemi ile Bumın’ın Türk ilini ve töresini düzenlemeleri vesilesiyle, şu şekilde zikredilmektedir: Üze kök tengri asra yagız yer kılundukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglınta üze eçüm apam Bumın Kagan, İstemi Kagan olurmış; olurıpan Türük bodunıng ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş, tört bulungdakı bodunıg kop yagı ermiş. Sü sülepen tört bulungdakı bodunıg kop almış, kop baz kılmış. Başlıgıg yükündürmiş, tizligig sökürmiş. İlgerü Kadırkan Yışka tegi, kirü Temir Kapıgka tegi konturmış. İkin ara idi oksız Kök Türk ança olurur ermiş (Önce yukarıda mavi gök (uzay), sonra aşağıda yağız yer (dünya) ve ardından ikisinin arasında insan oğlu yaratıldı. Tanrı onları yönetsin diye insanların üzerine atalarım Bumın ve İstemi Kagan’ı tahtta oturtmuştu. Ancak onlar ilk iş olarak Türk milletinin ülkesini ve töresini düzenlediler. Her tarafta düşmanlar vardı. Dört-bir yana askerler gönderilerek düşmanlar tabi edilip, dizliye diz çöktürüldü, başlıya baş eğdirildi. Türk milleti doğuda Kadırkan Ormanlarına, batıda Temir Kapı’ya kadar yayılmış bir şekilde yaşıyordu. İkisinin arasında kimseye bağlı olmayan Kök Türkler böylece oturuyorlardı”)[1].

     

    İşte günümüze kadar yanlış olarak “Göktürk” şeklinde söylenegelen bu adın doğrusunu, ilk defa W.Bang bir makalesinde Kök Türk biçiminde kaydetmiştir. Siyasî bir isimlendirme olan Kök Türk kavim adındaki Kök’ün “mavi renk, gök yüzü, göke ait, doğu, kök, kaynak, menşe” gibi manalara geldiği de vurgulanıyor. Bütün bunlar bir yana, belki bu izahlar yapılırken “Kök Tengri” deyiminde geçen “Kök” ve bunun anlamı da göz önünde bulundurulmalıdır.



    [1] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 1-3. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 1-4. satır.

    • 2-Kök Türk Kağanlığı'nın Kuruluşu

      Kitabeler, Kök Türk devletini kuranların hangi kabileden olduklarını kesin bir şekilde söylemiyorlarsa da, biz Çin kaynaklarından yola çıkarak, Kök Türk hanedan soyunun Börülü (Aşina/A-shih-na/Çina/Çona) ailesinden geldiğini biliyoruz. Ayrıca Orkun Havzasında yer alan ve tepelerinde kurttan süt emen bir çocuk motifi işlenmiş olan Köl Tigin, Bilge Kagan, Bugut ve yine efsanevi kurtun resmedildiği Karabalgasun ve Çunkara yazıtları da bunu tastikliyor. Bununla beraber, Türk kültüründe iki hayvanın mühim yeri vardır. Bunlardan birisi kurt (börü), diğeri de arslandır ki; A-shih-na’nın kurt ile alâkasını aşağı-yukarı herkes kabul etmektedir. Arslan da, büyük bir ihtimalle A-shih-te ailesinin sembolü olabilir. A-shih-na (Aşina) adının anlamı hususundaki bütün tanımlamalar bize göre zorlamadan ibarettir. Kelimenin aslını Türkçe ve Mogolcadaki “Çon/Çona” da (börü) aramak gerekir. Mesela Kırgız destan kahramanı Manas’ın bir lakabı da Çon’dur.

       

      Çince vesikalar Kök Türklerin etnik menşeini anlatırlarken birtakım rivayetlerden bahsederler. Bu kaynaklardan Kök Türklerin, Türk-Hun neslinin devamı olduklarını görüyoruz. Hatta vaktiyle eski Türk topraklarında yer alan, ama sonradan Çin imparatorluğu arazisi içerisinde kalan pek çok Kök Türk beyinin mezar kitabesinde onlar kendilerini Hun-Hsia Devletine bağlar. Aslında bu konu tarihçiler tarafından gözden kaçırılmaması gereken bir durumdur. Bu vesikalar incelendiğinde şöyle deniyor: Kök Türkler eski Hunların soyundan gelip, onların bir koludur. Kendileri Börülü (Aşina/A-shih-na/Çona) adlı bir aileden türemişlerdir. Komşu bir devlet tarafından mağlup edilerek, top-yekûn öldürüldüler. Yalnızca bir çocuk sağ bırakılmıştı. Onun da kollarını ve bacaklarını keserek, büyük bir bataklığın içerisine attılar. Bu sırada çocuğun yanında bir dişi kurt ortaya çıkarak, ona hergün yiyecek getirdi. Daha sonra kurt çocuktan gebe kaldı. Düşmanları çocuğun hayatta olduğunu duyunca bu bataklığa bir ordu sevk etti. Kurta Tanrı tarafından birtakım güçler verildiği için, onların geldiğini duymuş ve Batı Denizi’nin (Köke Nor) doğusundaki bir dağa gitmişti. Bu dağ Kao-ch’ang’ın (Turfan) kuzey-batısında bulunuyordu. Dağın ortasında herkesin bilmediği, sarp bir yerden geçilen çok büyük bir ova vardı. Kurt burada on tane erkek çocuk doğurdu. Börülü (A-shih-na/Aşina/Çina/Çona) ailesi bu on çocuktan birinin soyundan geliyordu.

      • 3-Kök Türk Kağanlığı'nın Yükselişi

        Kök Türk tarihinin meselelerinden birisi de, Bumın’ın ölümünden sonra devletin başına geçen kişinin kimliği hususundadır. Kanaatimizce Orkun Yazıtları bugüne kadar dikkatlice incelenmediğinden, Bumın’ın ardından yönetimi devr-alan şahsın doğrudan onun büyük oğlu olduğu söylenmiştir. Hâlbuki kitabelere baktığımızda durum biraz farklıdır. Kök Türk Yazıtlarında Bumın’ın ölüm haberi ve onun cenaze merasimini anlatan cümlelerin peşinden gelen; “ondan sonra küçük kardeşi kagan olmuş”[1] diye geçen açıklama, bize bize göre, Bumın’ın yerine İstemi’nin kaganlık makamına oturduğunu işaret etmektedir. Zaten kitabelerin başında, Türk Yaradılış Destanı anlatılırken İstemi’nin de kagan diye hatırlanması bu iddiamızı kuvvetlendirmektedir[2]. İstemi’nin hakanlığının Çin yıllıklarında geçmemesi ise, onun bu görevde çok uzun süre kalmayışına veya bu haberin Çin’e ulaşmamasına bağlanabilir.

         

        Sonuçta İstemi, büyük bir fazilet örneği sergileyerek ağabeyinin cenazesine katılmak için Altun Tag’daki karargâhından gelmiş, belki de kendisine duyulan saygıdan dolayı yeğenleri, en azından babalarının üzüntüleri geçene kadar, bir süre onun vazife başında bulunmasını istemişlerdir. Bu sırada Kök Türk Kaganlığı yeni kurulmuş bir siyasi teşekküldür. Bumın’ın ölmesi ve çocuklarının devlet idaresindeki tecrübesizliği, daha henüz tesis edilmiş bu birliğin dağılmasına yol açabilirdi. Ama İstemi, muhtemelen aksakalların da onayıyla kısa bir zaman için de olsa, devletin yönetimini üstlendi ve sonra ortalık yatışınca, Tunyukuk Yazıtında belirtildiği üzere batıdaki On Ok boylarının yaşadığı yerlere ve herhalde Altay Dağlarının güney-batısında bulunan Ek Tag’daki[3] merkezine döndü[4]. Ancak İstemi’nin, Bumın’dan sonra kaganlığın idaresini üstlendiğini (hiç olmazsa kısa bir süre) gösteren yukarıdaki delilden başka bir belge henüz elimizde yoktur[5].

         

        İli Nehri ve Talas Irmağı bölgeleriyle, Sır Derya’nın kuzey-doğu taraflarına tamamıyla hâkim olan İstemi, dileseydi kaganlık tahtını bırakmazdı. Devletin yayılmış olduğu saha göz önüne alınınca, elindeki yetkinin genişliği de ortadadır. Fakat o da biliyordu ki böyle bir durum yeğenleriyle arasının açılmasına, Türk halkının yıllar sonra yakaladığı huzuru kaybetmesine sebep olabilirdi. İşte bu bakımdan İstemi Yabgu büyük bir devlet adamıdır. Çünkü kendini değil, milletini düşünmüştür.

         

                  Çince vesikalarda ve Bugut Yazıtı’nda, Bumın ile İstemi’nin kısa süreli kaganlığından sonra, Bumın’ın yerine oğlu Kara Kagan’ın (K’o-lo/İ-hsi-chi) geçtiği görülür. Bumın’ın halefi Kara Kagan bir kez daha Juan-juanları bozguna uğrattı. 553 yılında Çin sarayına 50.000 at sattı ve aynı yıl öldü. Yerine, tahtta erkin (sse-kin) unvanını taşıyan küçük kardeşi Börü Kan (Mo-kan) çıktı.



        [1] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 5. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 5. satır: “Anta kisre inisi kagan bolmış”.

        [2] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 1. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 3. satır.

        [3] Kök Türk Kitabelerinin çözümünden beridir mevkiinin tartışıldığı Ek Tag’ın (belki Ak Tag) kutsiyeti 8. yüzyılda da devam etmektedir. Bizans kaynakları İstemi’nin otağının Ek Tag’da, yani Ak (Altun) Tag’da olduğunu söylerler. Burasının Tekes Nehri yakınında, Karaşahr’ın kuzey-batısında ya da Kuça’nın  kuzeyinde ve Tanrı Dağlarında bir yer olduğu da sanılıyor ki, herhalde Altayların güney-batı uzantılarındaydı. Fakat burada kafaları karıştıran bir meseleye parmak basmak gerekir. Neden kitabelerde “Ak” yerine “Ek” denmiş olabilir? Çünkü bu çağlarda Türk coğrafyasının her yerinde “ak” sözünün bilindiğini sanıyoruz. Acaba “Ek” başka bir manaya gelebilir mi?

        [4] Bakınız, Tunyukuk Yazıtı, II. Taş, Batı tarafı, 9. satır.

        [5] İstemi’nin kaganlığına dair ilk görüş bildirenlerden birisi de Nihal Atsız’dır.

        • 4-Kök Türk Kağanlığı'nın Zayıflayışı

          Devletin doğu kısmında bu kültür hareketleri gözlenirken, batıda Bizans’la diplomatik faaliyetler yolu ile ilişkilerde bulunuluyordu. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Türk ülkesinde İstemi Yabgu’yu ziyaret eden Zemarkhos, Tamga Tarkan adlı bir Türk elçisiyle birlikte Bizans’a doğru yola çıkmışlardı. Söz konusu kalabalık heyetin içerisinde, bu sıralarda ölen Sogdlu Maniakh’ın oğlu da vardı. Onlar Kafkasya’da, Kuban civarlarına geldiklerinde İranlıların pusularına düşmüşlerse de, Tölöslerin batı kolu olan Ogurların yardımıyla bu kötü durumdan kurtulmuşlardı.

           

                    Buna karşılık Bizans ikinci bir elçilik heyetini, yanında yüzaltı Türk’te olduğu halde 576 yılında, evvelce sefir olarak Avarlara da giden Valentinus’un başkanlığında Kök Türk ülkesine gönderdi. Bunlar İstanbul’dan, Sinop ve Kırım’a deniz yoluyla gelmişlerdi. Bundan sonrasını karadan gittiler. Bu esnada Kök Türklerden kaçan Ak Hun-Avarlar, Bizans imparatorluğu sınırlarında bulunuyorlar ve onlarla müzakereler yapıyorlardı. Bizans elçisi Valentinus Ogur topraklarından geçip, Aral Gölü bölgesinde, Yayık civarlarındaki karargâhında Türk Şad tarafından karşılandı. Bizans’ın İran’la başının belaya girdiği bu vakitlerde, sefirler Doğu Roma’da taht değişikliğinin olduğunu ve eski dostluk ilişkilerinin sürdürülmek istendiğini söyledilerse de Türk Şad, Bizans’ı Kök Türklerin düşmanı olan Avarları himaye etmekle suçluyordu. Hatta onların ordularının içinde Avar birliklerinin mevcut olduğunu dahi biliyordu. Açıkça Romalılar yeminlerini unutmuşlardı. Ama Türk beyi, kuş olup uçmadıkça, balık gibi suların derinliklerine dalmadıkça Avarların ellerinden kurtulamayacaklarını söylüyordu. Roma sefiri adeta Türk beyini yatıştırmak için yalvardı. Çok sert bir tabiata sahip Türk Şad, epey bir süre önce Romalıların akrabaları Hunlara yaptığı vahşetin intikamını da almayı kafasına koymuş idi.

           

          Kızgınlığı her halinden belli olan Türk Şad sözlerine şöyle devam etti: “Siz etrafa korku vermek için on dille konuşan Romalılar değil misiniz? Benim şu parmaklarımı ağzıma sokup-çıkarmam gibi (on parmağını ağzına sokarak). Romalılar siz, bizi aldatmak için aynı kolaylıkla on türlü dille konuşursunuz. Hilelerinizle bütün milletleri aldatmak istiyorsunuz. Bunları uçurumun kenarına sürükleyip, orada bırakıyorsunuz! Ellerindeki mallarını alıyorsunuz. Onların yıkıntısından siz faydalanıyorsunuz. Sizin ve gönderdiğiniz adamların bizim gözlerimizi korkutmaktan başka bir düşünceleri yok. Bunu saklamıyorum, çünkü yalan söylemek Türklerin âdeti değildir. Sizin imparatorunuzdan öç alacağım. Bir taraftan bana barıştan söz ederken, diğer yandan benim düşmanım olan Avarlarla ilişki kuruyor. Fakat bilmiş olunuz ki, bunlara karşı atlılarımı gönderdiğim zaman yalnız kamçı sesleri onları dağıtmaya yeterli olacaktır. Biraz karşı koymaya kalkışacak olurlarsa yok edilecekler, karınca gibi atlarımın altında ezileceklerdir. Kafkas’tan başka yol olmadığını bana söylemeniz boşunadır. Gidip, sizin ülkenizde savaşmak düşüncesinden beni çevirmek istiyorsunuz. Fakat ben Dnepr, Dnestr, Tuna, Meriç nehirlerini bilmez değilim. Avar kullarımın Roma imparatorluğuna girmek için izledikleri yolu tanırım. Sizin güçleriniz hakkında da bilgim var. Bütün dünya, doğudan batıya kadar bana tabidir. Alan ve Otuz Ogur (Utırgur) halkları o kadar cesaretleriyle beraber Türklerin yenilmez ordularına karşı koyamamışlardır”.

           

          Herhalde böyle bir tehdit karşısında Romalılar çok şaşırdılar ve Türk beyinin sakinleşmesi için, yukarıda da da belirtildiği üzere epeyce dil döktüler. Bu sırada ne yazık ki İstemi Yabgu da ölmüş bulunuyordu (576). Valentinus’a acılarını paylaşmak istiyorlarsa kendileri gibi yüzlerini kesmeleri istendi ve birkaç adam da bu talebi yerine getirdi. Maalesef akıbeti hakkında bir bilgiye sahip olmadığımız ve Hazar çevresinin Türkleşmesinde önemli vazifeler görmüş bir Türk büyüğü olarak tarihe geçen Türk Şad, onları babasının yerine geçen ve Arslan unvanını taşıyan ağabeyinin yanına gönderdi, ama Kırım üzerine yürüyeceğini de söyledi. Büyük bir ihtimalle Valentinus da, İstemi Yabgu’nun cenaze merasimine katılmıştı. Zaten bundan bir iki yıl sonra, 578’de Bizans’ın Doğu Anadolu ve Suriye’deki toprakları Şah Anuşirvan’ın hücumuna maruz kalmış, batıda Longobardlar ayaklanmış, imparator II. Justin de (565-578) aklını yitirmiş olduğundan yerine general Tiberius (578-582) geçmiş idi. Bir müddet sonra (580’ler) herhalde Buka isimli bir komutan emrindeki Türk orduları Kırım bölgesini zaptetti. Elbette burasının kaybı Bizans’ın ticareti açısından kötü sonuçlara neden olmakla beraber, bu durum doğu memleketleri ile arasındaki haber ağının da engellenmesi demekti. Fakat Türkler kısa bir zaman zarfında buradan çekilmek zorunda kaldılar. Çünkü kaganlığın içerisinde iktidar için birtakım karışıklıklar ortaya çıkmış ve özellikle Batı Tölösleri ayaklanmışlardı. Bu süreçte İstemi Kagan’ın ölümü ile belki oğulları arasında bir anlaşmazlığın zuhuru da akla gelebiliyor.

           

                    Bu arada Çinliler birbirleriyle didişiyordu. Choular tarafından hırpalanan Ch’i ülkesinden kaçan bir prensi 577 yılında yanına alan Taspar Kagan, onu korumuş ve resmi Çin hükümdarı olarak tanımıştı. İmparator Wu’nun ölümünü fırsat bilen Kao Shao-i ismindeki bu asinin emrine bir miktar Türk askeri dahi verildi. Bunun peşi-sıra 578’de Chou memleketine bir sefer düzenledi ve yağmalarda bulundu. Fakat bir süre sonra geri dönmek zorunda kaldı. Kuzey Chou hükümdarı Yü-wen Yung bir karşı saldırı planladıysa da, bu sırada hastalanması buna engel oldu. Aynı senenin sonunda Kök Türk hakanı bir kez daha Çin sınırlarında göründü. Taspar Kagan, kendisine bir Çinli prenses verileceği vaadiyle durduruldu (579), ama buna karşılık asi Kao Shao-i’nin teslimi istendi. Taspar, hem bu Çinli kızı çok arzuluyor, hem de Kao Shao-i’yi eliyle bırakmaya yanaşmıyordu. Buna çare olarak, yanındakiler bir sürek avı tertip ettiler ve özel gönderilen Çinli askerlerin onu yakalayarak götürmelerine göz yumdular. Ama Çin kaynaklarının anlattığı bu hadisenin ne derece doğru olduğunu bilmek mümkün değilse de, belki bu vesile ile Çin sarayında, Türk görevlilerin de bulunduğu bir eğlencede, oyunlar oynandı. Hatta bu yabancıların karşılıklı bıçak sallama gösterisi yaptıklarından bahsediliyor ki, herhalde bu kılıç-kalkan oyunu ya da bir nevi Seğmen töreni idi. Böylece 580’lerde, prenses Taspar Kagan’a gönderildiyse de, bu durum hakanın itibarını zedeledi. Çünkü Türk töresi böyle birşeye müsaade etmiyordu[1]. Ve nitekim halkın büyük bir kısmı ondan soğumaya başladı.



          [1] Yazılı vesikalarda, Türklerin harp esirlerine ve kendilerine sığınanlara son derece iyi davrandıklarına işaret olunuyor. Aman dileyeni öldürmemek gibi bir geleneğin yanısıra, mağlup olanın kılıç veya koltuk altından geçmesi de galibin himayesine girdiğinin göstergesiydi ki, bu duruma özellikle Dede Korkut Hikâyelerinde rastlamaktayız.

          • 5-Yeniden Toparlanma Süreci

            İllig Kagan, ağabeyleri Sır Beg (Shih-pi) ve Çor Alp Kaganların bıraktığı kuvvetli devlet sayesinde büyük bir orduya sahip oldu ve Çin’e tekrar baskı yapılmaya başlandı. Onlarla anlaşmaya bile gerek duymadı. Çin imparatorluğu yeni huzura kavuştuğundan, Türklerin bu tazyiklerine yeterince cevap veremiyordu. Bu yüzden herhangi bir saldırı veya yağma halinde hediyelerle ve güzel sözlerle kagan yatıştırılmaya çalışılıyordu.

             

            İllig Kagan, Türk geleneğine göre ölen ağabeyinin karısı ile sözde bir evlilik yapmak zorundaydı. Herkes bu kadının ne kadar melanet bir şey olduğunu biliyordu, ama töreler onun bir şekilde korunma altına alınmasını emrediyordu. Mecburen o da buna boyun eğdi. Bununla beraber Türk tarihine İçen Konçuy şeklinde geçen bu kadının K’i-min, Sır Beg (Shi-pi), Çor Alp (Ch’u-lo) ve İllig (Hsieh-li) Kagan’a eşlik ettiği, sonra da bizzat Çinli bir komutan tarafından öldürüldüğü söylenmekle beraber; eski Tibet, Mogol ve Türklerde ölen erkek kardeşin dul kalan zevcesi veya dul üvey anne ile evlenme (Leviratüs) geleneğinin olduğu herkesçe bilinmektedir. Fakat bu geleneğin temelinde dul kalan kadınların tek başına çaresiz bırakılmamaları gibi bir inanç yatmaktadır. Bu evlilik hadiseleri bizim bugün anladığımız manada evlilikler değildir.

             

            İllig Kagan, yeğeni Tuglu’ya (T’u-lu/Togru/Törü/) yeni düzenleme sırasında kendinden sonra gelecek kagan unvanını (İni İl Kagan) verirken, küçük kardeşini de yabgu atadı. Öyle zannediyoruz ki, bu duruma istemeyerek razı oldu. Çünkü böyle yapmadığı takdirde, Tuglu’nun (T’u-lu/Togru/Törü) kendisini meşru kagan göstererek, başına bela açacağını düşünüyordu. Ayrıca onu Çin elçisi olarak da görevlendirmişti.

             

            Bu arada, İçen Konçuy’un üvey kardeşi (veya amcazadesi) Yang Shan-ching’de Çin’deki iç kargaşalıktan kurtulmak için Kök Türk Kaganlığına kaçmıştı. Bu ikisi ve bazı Çinli komutanlar, İllig Kagan’ı Çin’e hücum etmesi için kışkırtıyor, imparator Kao-tsu ise, Çin’in iç durumunun hâlâ karışık olması yüzünden Kök Türklere haraç vermeyi sürdürüyordu. Buna rağmen İllig Kaganın kendisi de hiç boş durmadı. Çinli kadının telkinleri sebebiyle imparatordan aşırı taleplerde bulundu. Çin’den gelen bazı elçileri geri göndermedi ve birtakım komutanların Çin şehirlerine yapmış olduğu akınlara göz yumdu. Yanlarına verdiği kuvvetlerle Shan-tung gibi yerleri yağmalattı. İmparator da kısas olarak ülkesindeki Türk elçilerini yollamıyordu.

             

            Bununla birlikte İllig Kagan zamanında, 620-629 yılları arasında Kök Türk ordularının Çin’e altmıştan fazla seferi söz konusudur. 621 senesindeki akının sonunda İllig Kagan iki tigin ile beraber Çin imparatoru Kao-tsu’ya kilolarca balık tutkalı göndererek, yeniden dostluğun bu tutkal gibi güçlü olmasını istediğini bildirdi. Çinliler de elçilerle birlikte ona epey altın ve ipekli kumaş yolladı. Tabi ki Çin devleti, İllig Kagan’ın bu taarruzlarına karşı tedbirlerde alıyordu. Bu hususta en etkili silah olarak da, Türklerin arasına nifak sokulmasını gösterebiliriz ki, Çinliler bu sırada batı Türkleriyle irtibata geçmişler ve onların desteğiyle doğuya yürümeye hazırlanmışlardı. Hatta On Ok beyi Tonga (T’ong/Tong) Yabgu’ya Çinli bir prenses verileceği haberi geldi. Kagan bunları duyunca On Oklu kardeşleriyle anlaşma yollarını aradı. İllig Kagan herhalde amca oğluna bir elçi yollayarak “sen ne yapıyorsun, biz akrabayız” demiş olacak ki, kısa süreli de olsa bir anlaşma yapıldı. Çünkü Türk milletinin iki kanadı arasında vukua gelecek bir savaş daha çok Çin imparatorluğunun işine yarayacaktı. Sanki İllig Kagan’a başındaki dertlerin en büyüğü olan Çinli hatun yetmiyormuş gibi, o imparatordan daha üstün olduğunu göstermek için bir Çinli prenses daha istedi.

             

            Çin imparatoru yerini biraz kuvvetlendirdikten sonra, büyük Hun Devletinin dağılmasının ardından Mançurya civarındaki topraklarından güneye inerek, Mogolistan’ın doğu taraflarını yurt tutan, Tunguz-Hsien-pi halkının torunları olan, Kök Türklerin tabisi ve bir nev’i müttefiki durumundaki Kıtanların aklını çeldi. Onlar da, Kök Türklere rağmen Çin sarayına elçi gönderme cüretinde bulundular. Kök Türk kaganı topraklarından geçen bu sefirleri tutuklattırdı. Çin devleti de buna karşılık olarak ülkesindeki Türk elçilerini tevkif ettirdi. Çin imparatorluğuyla ipler artık kopmak üzereydi. Bu arada 622 yılında Kök Türk ülkesinde bir açlık yaşanmış, ama yine de 623’te birçok Çin şehrine akın yapılmasından da geri durulmamıştı. Türk ordusu Shan-si’ye girdi, Shan-tung’a kadar ilerledi. İmparator Kao-tsu, İllig Kagan’ı saldırılarından vazgeçirebilmek amacıyla, eş talebine olumlu cevap vererek, Çinli bir kızla evlenmesine razı oldu.

             

            Şansına ve kuvvetlerine çok güvenen İllig Kagan 624 senesinde, Çin’deki iç isyanları fırsat bilerek, başkent Chang-an’ı 100.000 askerle kuşattı. Bu sırada yanında yeğeni Tuglu da (T’u-lu/Togru/Törü) vardı. Geleceğin Çin imparatoru olacak komutan büyük bir korkuya kapıldı. Ne yapacağını şaşıran generalin meydan okumasına kagan gülüp, geçti. Fakat artık talih İllig Kagan’dan yüz çeviriyordu. Kök Türk ordusundaki bazı beylerin, muhtemelen Çinli casusların kışkırtmalarının peşinden, kendi aralarında kavgaya tutuşmaları yüzünden, bir müddet sonra geri dönülmeye başlandı. Bu sırada Çinliler sürekli tehdit altında bulunan başkentlerini bile taşımayı düşünüyorlardı. Çünkü hazinenin ve güzel kızların bolca bulunduğu başkent herzaman saldırıya uğrayabilirdi. Ama daha sonra bu fikirden vazgeçildi ve evvelce kaldırılmış bazı orduların yeniden toplanmasına karar verildi. Onlar bu endişeler içinde ne yapacaklarını şaşırmışlar iken, Türkler bölünüyordu. İşte Türk suvarilerinin bu çekilmesi esnasında şiddetli bir yağmur çıktı. O zaman Çin ordularının başında bulunan Li Shih-min derhal komutanlarını toplamış; “yağmurun bozkırı bir deniz haline getirdiğini, Türklerin ok atamadıkları zaman tehlikesiz olduklarını, kılıç ve balta ile aralarına dalmak suretiyle onları kısa sürede saf dışı bırakacaklarını”, söylemiş ve arkasından taarruza geçmişti. Çarpışmalar Türkler için tehlikeli bir hâl alınca, sonunda İllig Kagan barış teklif etti ve Ötüken’e döndü. Böylece silahlar bırakıldı ve ticaretin yeniden devamına karar verildi.

             

            İllig Kagan’ın ateşkes istemesinin sebepleri arasında, Türk ordularının ani baskınlara uğramasının yanında, yaşanılan tabii felaketleri de unutmamak gerekir. O, ayrıca yeğeni Tuglu’nun da (Togru/Törü) savaşmaya pek niyetli olmadığını görüyordu. Yeğeninin gizlice Çinlilerle bir işler karıştırdığını anlamıştı. Bazı beyler de kagandan habersiz Çinlilerle irtibat halindeydiler. Yoksa ki, Li Shih-min’in cesaret gösterisi onu durduran tek neden olamaz.

             

            Bütün bu hadiseler ise, Çin memleketinde Li Shih-min’in itibarını artırdı. Buna karşılık imparatorun diğer çocuklarının kıskançlığı da fazlalaştı ve bir iç hesaplaşmada Li Shih-min iki kardeşini öldürüp, başlarını keserek, imparatorun huzuruna çıktı. Çok korkan imparator onun haklı olduğunu söyledi. Çünkü kendisinin hayatı da tehlikedeydi. Bu hadiseden az bir zaman sonra da genç Li Shih-min, T’ai-tsung adıyla Çin tahtına oturdu.

             

                      İçinde bulundukları durum ne kadar kötü olursa olsun, Çin’deki bu iktidar kavgalarından da faydalanmak isteyen Kök Türklerin, 625 senesinde Çin’e akınlarını yeniden başlattıklarını görüyoruz. İşin doğrusu bazı Çinli asiler de bu olayları körüklüyordu. Ayrıca Çin imparatoru Kök Türklerle dostane ilişkiler kurmak için elçiler yollamadığı gibi, kuzeydeki ticari faaliyetler de kesilmişti. Bu yüzden bir Çin ordusu tamamen dağıtıldı ise de; seferler sırasında tiginlerden biri öldürülmüş, üstüne üstlük kaganın gönderdiği bir elçi de tutuklanmıştı. Bu arada herhalde Taspar Kagan’ın torunu olan Sagım Börü de (A-shih-na Si-mo/Ssu-mo/Ch’i-pi/K’i-pi Tigin/Düşünceli/İstekli/Akıllı) isyan etmiş, fakat o başarılı olamayarak, Tarduşlara sığınmak zorunda kalmıştı[1]. Bundan başka, İllig Kagan’ı durdurmayı düşünen Çin hükümeti çok korkunç bir şey planladı. 626’da elli kişiden müteşekkil bir Çin elçilik heyeti Orkun’a vardı. Onlar aniden kaganın otağını basacaklar ve onu öldüreceklerdi. Ama komplo ortaya çıkarıldı ve suikastçılar Türkler tarafından tutuklandılar.

             

            Bununla birlikte 626 yılında İllig Kagan Çin Seddi’ni geçerek, başkent Chang-an’ı tekrar kuşattı. Kendisine vergi ödenmesini, aksi takdirde şehri yakacağını söyledi. Yanında fazla askeri olmayan T’ai-tsung bir cesaret gösterisi yaparak şehrin kapıları önüne çıkmış, Wei Nehri boyunca ilerleyerek, İllig Kagan’ın karşısında durmuştu. T’ai-tsung yanındaki komutanlarına, “Türklerin önüne dikilmediği takdirde korktuğunu sanacaklarını, bütün vilayetlere dağılarak karışıklıklara sebep olacaklarını, Türkleri hafife aldıklarını hissetmeleri gerektiğini” söylüyordu. Nitekim dediği gibi de olmuştur. Ta’i-tsung bu cesaret gösterisini yapmamış olsaydı, belki de Çin darma-dağın olabilecek bir Türk akınına uğrayacaktı.



            [1] Bir müddet sonra İllig Kagan’ın yanına dönecek olan bu zat, 630’da onunla birlikte yakalanacaktır.

            • 6-Yükseliş Dönemi

              Kür Şad, usta savaşçılığı sayesinde sarayda dikkat çekmiş ve T’ang imparatorunun muhafız kıtasında kendisine vazife verilmişti. Çin kaynaklarında adı A-shih-na Kie She-erh (veya Chieh-she-shuai)[1] şeklinde yazılan Kür Şad’dan söz edilirken, bu delikanlının çapkınlığına da değinilir. Çin sarayındaki pekçok prenses onun aşkıyla yanıp-tutuşuyordu. Fakat öyle anlaşılıyor ki, Kür Şad’ı Çinlilerce sağlanan ve sunulan hiçbir şey kandıramamış, tutsaklıktan ve Çin’den kurtulmak için güvendiği kırk arkadaşıyla birlikte gizliden gizliye çalışmaya başlamıştı.

               

                        Kür Şad ve kırk Türk ileri geleni aralarında, herkesten habersiz bir toplantı yapıp, başkentteki tutsak Türk beylerini kurtarma plânını uygulamaya koydular. Düşünceleri kısaca şuydu: Bazı geceler yanındaki korumalarıyla saray kapısını açıp, dışarı çıkan veliahtı kollayarak, saraya girip imparator T’ai-tsung’u esir alıp, Çin’den kaçmak hedefleniyordu. Ayrıca, Tuglu’nun (Tu-lu/Togru/Törü/Yol/Toprak) oğlu Koruk’u (veya Ulug/Ho-lo-ku) Ötüken’e götürerek kagan yapmaya ant içtiler. Ama plânın tatbik olunacağı gece ansızın bir fırtınanın kopması, bütün işleri alt-üst etmişti. Zaman zaman sokaklarda gezen veliaht (veya imparator), fırtına yüzünden o gece dışarı çıkmadı. Karardan vazgeçmenin tehlikeli olabileceğini düşünen, Türk tarihinin bu gözü pek yiğitleri saraya yürümeğe karar verdiler. Birçok muhafızı öldürdükten sonra, imparatorun kapısına dayandılar. Fakat bu sırada dışarıdan yardıma koşan ordu ile başedemediler. Herhalde Çinlilerin kılıçlarından kurtulan birkaç kişi ile birlikte Kür Şad, imparatorun ahırından atlar alıp, Wei Irmağının kıyısına kadar ulaştı. Ama fırtına ve yağmurdan dolayı kabaran nehri geçmeyi başaramadılar. Irmak ve ordu arasında sıkıştılar. Burada, teslim olmaları bile söylenmeden, oklandıktan sonra başları kesilerek öldürüldüler.

               

              Bununla birlikte tarih içerisinde belki Kür Şad’ın adı unutuldu, fakat arkadaşlarıyla yaptığı fedakârlık milletin hatırasında o derece yer etti ki, Türk milleti onları “kırklara karışmak” deyimiyle her zaman andı. Biz Türkler arasında bugün, vatan ve millet uğruna can verenlerin arkasından söylenen “kırklara karıştı” deyiminin Kür Şad ve kırk arkadaşıyla alâkalı olduğunu sanıyoruz.

               

              Bu hareketin arkasından, Çin’de büyük bir Türk avı başladı. İsyana katılanların yakın akrabaları birer birer yakalanıp, idam olundu. Kür Şad’ın da bütün ailesi tutuklanıp, katledildi. Belki de imparator, babası Tuglu (Tu-lu/Togru/Törü/Yol/Toprak) ile yaptığı dostluk anlaşmasından dolayı, sadece yeğenini bağışlamıştı. Çin kaynaklarında aynen anlatılan bu hadise tabiki sonuçsuz kalmadı. Çinliler bu olayın tekrarlanmasından korktuğundan, Çin sınırlarını korusunlar diye, Kök Türklerin Sarı Nehri geçmelerine izin verdiler. Böylece, Kür Şad’ın ihtilâl hareketi ileride vukubulacak isyanların da temelini oluşturdu.



              [1] Bu Çince yazılışın içinde önderlik, komutanlık etmek manaları vardır.

              • 7-Kök Türklerin Altın Çağı

                Türk tarihi açısından dikkatimizi çeken bir husus da, daha çocuk yaşlarda biri onaltı, diğeri de onyedi yaşında bulunan iki kardeşin savaşlara katılıp, yiğitlikler sergilemesidir. Yani onlar kagan oğlu veya üst düzey birisinin yakını diye ayrıcalık görmemişler, sıradan köylü bir Türk nasıl vatan için en ön saflarda çarpışıyor ise, onlar da öylece canlarını dişlerine takarak, onüç-ondört yaşlarından itibaren devlet ve milletin bekası için çalışmışlardır.

                 

                          Çin’e 702 senesinde bir Kök Türk akını olduğu gibi, herhalde 703’te Kapgan Kagan, imparatoriçe Wu’ya, elçi göndererek, yine kızlarından birini Çin veliahtının oğluna verebileceğini söyledi. Yaklaşık yirmi yıldan fazla bir zaman Çin tarihinde tesirli olan, kendisini devirmeye kalkışan onlarca prens ile yüzlerce memur ve komutanı öldürten, şahsına bağlı bir güvenlik gücü kuran imparatoriçe Wu, üç-beş sene önce Çinlilere dünyayı dar eden Türk hakanının bu teklifinden çok hoşlandı ve teşekkürünü bildirdi. Bu sırada Kök Türk elçisi İllig Tarkan’ın onuruna tertiplenen ziyafete Çin veliahtı da katıldı. Burada hazır bulunan Türklere pekçok hediyeler sunuldu. Esasında Kapgan bu evlilik görüşmeleriyle hem Çin’i parmağında oynatıyor, hem de bu durumu fırsat bilerek Çin’in iç işlerine karışıyordu.

                 

                Kaganlığı idare eden  yöneticiler halkın refah ve huzuru için durup-durmadan çalıştılar. Buna bağlı olarak 703 senesinde, yani Bilge yirmi yaşındayken milletin ve devletin ana unsurlarından birisi olan Basmıllar[1], Kök Türklerle ticareti kestikleri ve elçi yollamadıklarından dolayı hücuma uğradılar. Onlarla bir savaş yapıldı ve Kök Türk tabiyetine tekrar sokuldukları; “yirmi yaşıma Basmıl ıduk-kut oguşım bodun erti. Arkış ıdmaz tiyin süledim...içgertim” sözleriyle açığa çıkmaktadır[2]. Burada ilgi çeken nokta, kitabelerde Basmılların ıduk-kut oguşım, “yani kutlu soyum” diye anılmış olmalarıdır. Hakikatte Basmıllar da, Tokuz Oguz, Türgiş ve Uygurlar gibi Kutlu Türk soyundan sayılıyorlardı.

                 

                Elimizde bulunan Kök Türkçe kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre Basmıllar, Altun Yış’ın güney-batısında, Urungu ile Beş Balık arasında yaşıyorlardı. Basmıl İli 8. asrın ikinci yarılarında dağıldıktan sonra ortada kalan ve bu federasyonun bir üyesi olan Alayuntlular herhalde Oguz birliğinin arasına katıldılar. Bununla beraber Alayuntlular veya kaynaklarda geçen diğer bir adıyla Alaca Atlılar ile alâkalı olarak, hâlâ bugün Hakas Türkleri arasında bazı efsanelerin de anlatıldığını biliyoruz.

                 

                Bununla birlikte onların tarihteki önemlerine baktığımızda, güçlü bir Türk kabilesi oldukları anlaşılır. Basmıllar, Uygur çağına kadar bu özelliklerini yitirmediler. Her ne kadar yukarıda onların Börülülerle yaptıkları harp bir cümle ile geçiyorsa da, herhalde bu kavga çok kanlıydı. Bu neticeye şurdan varıyoruz ki, Kök Türk Börülü hanedanının iktidardan uzaklaştırılmasında baş rolü oynayarak, bir nev’i belki bu savaşın intikamını aldılar. Ancak bu durum ise, onların da işine yaramayacaktır.

                 

                Ve yine ister Türk olsun, ister olmasın kimse Türk devletinin menfeatlerine aykırı hareket etme serbestliğinde görülmüyordu. Basmılların bu tavrı, hele hele bir devletin hayatında son derece mühim olan ticari faaliyet ve siyasi münasebetleri askıya almaları, Kapgan’ın tepkisine neden olmuş ve üzerlerine bir ordu yollanmıştı. Bundan aşağı-yukarı yüzyıl kadar sonra Bulgar hanı Kurum da, Bizans’ın daha önce varılan ticaret anlaşmasını yenilememesi üzerine bu ülkeye savaş açmıştı.



                [1] Çin kaynaklarında “Pa-si-mi” şeklinde geçen Basmıl adının “Basmal” okunabileceği ve “karışık” demek olduğu şeklinde bir görüş vardır. Bununla beraber biz, Basmıl adının manasının herhalde “basmak” fiiliyle alâkalı olabileceğini düşünüyoruz. Ayrıca Basmılların Tölös boylarından olduğu da bilinmektedir.

                [2] Bakınız, Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 25. satır.

                • 8-Kök Türk Devleti'nin Yıkılışı

                  Bilge Kagan’ın ölümünden sonra, oğulları devlet yönetiminde başarı sağlayamadılar. Onlar ne dedeleri, ne de babaları gibi değildi. Kök Türk Kaganlığının dağılma süreciyle alâkalı bu durum bir yana, Bilge’nin ardından kaganlık makamına kimlerin geçtiği konusunda da karışıklıklar vardır.

                   

                            Bilge Kagan’dan sonra, 735 yılında Kök Türk tahtına herhalde oğlu İçen (İ-jan) çıktı. Onun Çin devletiyle dostane ilişkiler içerisinde bulunduğu da açıktır. Çünkü imparator Hsüan-tsung’un 735 senesinde İçen Kagan’a gönderdiği mektup ile Türgişlere karşı birlikte yürümeyi öneriyordu.

                   

                            Çin belgelerinden 735-741 yılları arasındaki hadiselerin takibinin de zor olduğunu itiraf etmek isteriz. Tabiki bu sıkıntının büyük bir kısmı, artık hem hakanlığın doğusu, hem de batısında büyük karışıklıklar yaşanmasından kaynaklanıyor. Mesela bu sıralarda Türgiş beylerinden Su-lu (Çor Beg/Sorug/Çöl), hâkimiyetinin ilk zamanlarında bazı başarılar kazanmış ve doğuya doğru yürümek isteyen Arap ordularını da ciddi şekilde engellemiş olduğundan, Arap kaynakları onu hiç de iyi bir şekilde anmamışlardır. İşte bu yüzden Emevi halifesi onu yanına çekmek ve İslamiyeti de kabul etmesi için Su-lu’ya (Çor Beg/Sorug/Çöl) bir elçi gönderdi. Gelen heyet ona Müslümanlığa geçmesi yolunda bir teklif yaptıysa da, olumlu veya olumsuz hiçbir cevap vermedi. Sadece, askerlerini göstererek; bunların içinde ne bir çiftçi ne de doğru dürüst sanatkâr bulunuyor. Sizin Müslümanlığınızı kabul edersek, nasıl geçineceğiz, dedi. O, her şeye rağmen ülkesini adaletle yönetiyor, kazandığı bütün servetleri halkıyla paylaşıyordu. Bu sebepten de ahali onu seviyordu.

                   

                  Fakat Su-lu (Çor Beg/Sorug/Çöl), Tibetlilerle işbirliğine girerek kaganlığın merkezine karşı tavır aldı. Elbette böyle bir durum Börülü hanedanının iktidarını sarsmıştır. Maalesef gözünü hırs ve kibir bürümüş bu Türk beyi, ömrünün sonlarına doğru, herhalde ihtiyarlığından kaynaklanan nedenler yüzünden birtakım lüzumsuz hareketler yapmaya başladı. Türgiş boyları arasındaki anlaşmazlıklar arttı, kabileler birbirleriyle kan davalı hale geldi. Sonunda o, bu hoşnutsuzluğa bağlı olarak kendi beyleri tarafından 738 tarihinde öldürüldü ve On Okların idaresini oğlu (T’u-ho-hsien/Ku-ch’o/Kü Çor) üstlendi. Fakat bu kişi ve kardeşinin akibeti de pek iç açıcı olmadı. Onlara karşı Çin’in tezgahladığı bir oyun ile alaşağı edildiler.

                   

                  Ne yazık ki Börülü hanedanının yerini doldurabilecek olan Türgişler artık  Kara ve Sarı diye ikiye ayrılmışlar, aralarındaki kavgalarda hat safhaya çıkmıştı. Türgiş bölgesine Çin’den gönderilen kukla hakanlar ile beyler anlaşmazlığa düştü İşte buna bağlı olarak, Uygur dönemi kitabelerinden Şine Usu’da[1] yazılanlara göre, belki de batıdaki bu karışıklığı fırsat bilerek, 739-740 senelerinde Uygur şadlarından Börü Ken’in (Mo-yen Çor/belki Börü Kun/Genişleten/Yayan), Tokuz Oguzları kendi birliğine dahil etmeye çalıştığını söyleyebiliriz[2]. Yine bu esnada Çin kaynakları 741 tarihinde İçen’in yerine geçen Tengri Kagan’ın öldüğü haberini vermek için, devletin merkezinden Çin’e bir elçi gönderildiğinden de bahseder.

                   

                            Bilge’nin yaşı çok genç olan oğlu Tengri Kagan tahta bulunduğu sürece iki amcasından birini sol, diğerini de sağ şad atamış ve askerî işler onlar tarafından yürütülmüştü. Fakat Tengri Kagan’ın üzerinde annesi Bilge Katun’un (P’o-fu) tesiri büyük olduğundan, onun telkinlerine kanarak sağ şadı öldürttü ve ona ait halkı kendi idaresine bağladı. Bir kadının hiç gereksiz yere devlet işlerine parmağını sokması, pekçok kişinin hoşuna gitmedi. Aynı akîbetin kendisinin başına da gelmesinden korkan sol şad Bang (P’an/Çağıran/Bağlayan) Köl Tigin 741’de, Tengri Kagan’ın üzerine yürüyerek onu ortadan kaldırdı ve yerine de Bilge’nin diğer bir çocuğunu tahtta oturttu. Ancak çok geçmeden Çin kaynaklarında ismi anılmayan bu kagan da Kutlug Yabgu (Ku-to Ye-hu) tarafından öldürüldü ve kardeşi han yapıldı. Ötüken’de tek hâkim güç olarak kalan ve belki de Bilge Kagan’ın çocukları veya yeğenlerinden biri olan Kutlug Yabgu, bir süre sonra bu kaganı da bertaraf edip, idareye el koydu. Korku ve anarşi yüzünden pekçok kişi ülkeden kaçmaya başladı. Çin imparatorluğu ise, Kök Türklerin bu iç karışıklığını fırsat bilerek Uygur, Karluk ve Basmılları Çin’e tabi olmaya çağırdı.

                   

                            Kök Türk Kaganlığının dağılma süreci olan 741 senesinden sonraki hadiseler özellikle Uygur yazıtlarında anlatılmaktadır. Buna bağlı olarak 741’lerde henüz yirmisekiz yaşlarında bulunan Uygur İl-teber’inin oğlu Börü Ken (Mo-yen Çor) babasının emriyle Türk ülkesinde faaliyetlere girişti. Adeta Ötüken’i darma-dağınık eden[3] ve binbaşı rütbesiyle görevlendirilen Börü Ken (Mo-yen Çor) birçok boyu itaat altına almış; Keyre Başı ve Üç-Bürkü (veya Üç-Bir-Eki)[4] denilen yerlerde, babasına ait askerlerle birleşerek, Kök Türk ordusunu bozguna uğratmıştır[5]. Börü Ken’in (Mo-yen Çor) bu çabaları sırasında, Kutlug Yabgu tarafından öldürülen Tengri Kagan’ın amcası sol şad Bang (P’an/Çağıran/Bağlayan) Köl Tigin’in oğlu Ozmış Tigin (Wu-su-mi-schi) ortaya çıktı[6] ve idareyi ele aldığını ilan etti. O sonra herkesi etrafında toplanmaya çağırdı. Fakat arkasında umduğu gibi kalabalık bir güç yoktu.

                   

                            Aynı zamanda Bilge Kagan’ın yeğeni Ozmış Tigin, herhalde Ötüken’in doğusundaki Odurgan bölgesinden hareketle, kaganlığın merkezi olan Orkun’daki Ordu Balık’a doğru yürümeye başladı. Bu arada onun teşebbüsü öğrenilmiş, buna bağlı olarak da Uygur İl-teberi Köl Bilge, oğluna onu alıp, gelmesi için emir vermişti[7].

                   

                  Ancak öyle anlaşılıyor ki, Börü Ken (Mo-yen Çor), Ozmış’ın hareketine engel olmadan önce, hâlâ devlete sadakatle bağlı Üç Tuglıg Türk Bodun’un başında, Kara Kum’u aşıp gelen Kutlug Yabgu ile karşılaştı. Onu mağlûp ederek, ele geçirdi[8]. Elbette ki Kutlug Yabgu ile Ozmış Tigin’in düşmanlarına karşı birlikte savaşmamaları da bir talihsizlik idi.

                           

                  Netice itibarıyla Şine Usu ve Terhin kitabelerinde, 742 yılında vukua gelen, Kutlug Yabgu’nun mağlubiyeti hadisesinden sonra, Basmıl kaganının (Chieh-tieh-i-shih/Kırgın) tahtta oturtulduğu, Uygurlara ait Karabalgasun Kitabesindeki[9]; Basmıl kaganının Börülü (A-shih-na/Aşina/Çina/Çona) ailesi soyadını taşıdığı, Uygurların dahi bu tarihten sonra Basmıl adıyla anıldığına[10] işaret edilmekle beraber, bu işte Basmılların rolünün çok daha önemli olduğu görülüyor. Çin yıllıklarında sadece Basmıl, Uygur ve Karlukların birleşerek, Kutlug Yabgu’ya saldırıp, onu öldürdükleri, diğer Tokuz Oguz kabileleri üzerinde de tesirleri bulunan Basmılların önderini kagan seçtikleri, Uygur ve Karluk beylerinin de yabgu ve şad tayin oldukları yazılıdır.

                   

                            Fakat geriye kalan Kök Türkler, yukarıda da kısaca değinildiği üzere Ozmış Tigin’i 742 tarihinde kagan ilan ettiler. Belki de küçük çaplı bir kurultayın ardından ileri gelenlerin ne iş yapacakları belirlendiği gibi, yeni kaganın oğlu Ko-la-to da (belki Karaton) Batı Şadı orak atandı.

                   

                  Tabidir ki Çinliler casusları vasıtasıyla Ötüken’de ne olup-bittiğini takip ediyorlardı. Dolayısıyla Ozmış’ın kagan olduğunu öğrenmişler ve 742 senesinde ona gönderdikleri elçi aracılığıyla, Çin’le işbirliğine girmesini istemişlerdi. Fakat Ozmış Kagan bunu şiddetle reddetti. İşte bunun üzerine Çin imparatorluğu sinsi yüzünü bir kez daha gösterip; Uygur, Basmıl ve Karluk beylerine haber yollayıp, dik başlı Ozmış’a saldırmalarını söyledi. Zaten onlar da bir an önce harekete geçip, yangından mal kaçırmanın telaşı içerisindeydiler.

                   

                  Bununla beraber durumun gittikçe kötüleştiğini ve Ozmış Kagan’ın yalnız kaldığını gören bazı Kök Türk ileri gelenleri de canlarını kurtarmak amacıyla Çin’e sığınmaya başladılar. Hatta bunların içinde ne yazık ki Bilge Kagan’ın eşi ve kızlarının da olduğu söyleniyor. Sonuçta Ozmış Kagan’ın etrafında birkaç Börülü beyinin toplandığı haberinin duyulması üzerine Börü Ken’in (Mo-yen Çor) idaresindeki müttefik kuvvetler koyun yılında (743), onun üstüne yürüdüler ve vukuagelen çarpışmalar neticesinde yiğit Ozmış Tigin katledildi[11]. Görüldüğü gibi Çin bir kez daha Türkleri birbirine düşürerek parçalamayı başarmıştı.

                   

                            İşte 743 senesinde ele geçirildikten sonra öldürülen bu kahraman Ozmış’ın[12] kesik başı, Çin’in payitahtı Chang-an’a gönderildi. Bu durum son derece acıklıydı. Bir Türk beyinin, hem de akrabaları tarafından kafası kesilerek kanı dökülmüştü. Basmıl, Karluk ve Uygurlar törelere göre günah işlediler. Tabiki bunun vebalini de sonraları korkunç bir şekilde ödediler. Ama bu sırada onların bunu düşünecek halleri olmadığı gibi, kahramanların işi de ölmek ve öldürmek idi. Onlar öldürür, millet şan ve şeref kazanır; onlar ölür millet yaşardı. İşte Türk milletinin binlerce yıldır varlığını sürdürebilmesi de, içinden çıkan kahramanların devlet ve millet uğruna göz kırpmadan ölüme atılmaları sayesindedir[13].

                   

                            Bundan sonra öyle anlaşılıyor ki, Ozmış Kagan’ın yerine kardeşi Ak Kaş Tigin (Po-mei/Pai-mei/Peymey), 744 senesinde Börülülerin sağ kalanları tarafından yeni kagan seçildi. Fakat bunun kaganlığını 744 yılı ortalarında açıkladığını Uygur, Basmıl ve Karlukların ona karşı harekete 745 senesinde geçtiğini söylemek mümkündür[14]. Bir türlü sûkunet sağlanamayınca, Ak Kaş (Po-mei/Pai-mei/Peymey) Kagan da öldürülerek, talihsiz kardeşi Ozmış Tigin gibi başı kesildikten sonra Çin’in merkezine götürüldü.

                   

                  Hiç şüphesiz devleti koruyan boy ve urugların sayısı ile kudretlerinin azalması, Kök Türk Kaganlığının sonunu getiren bir başka sebeptir. Ama onların yıkılması için herşeyi yapan Basmıl ve Karluklara da bu ihanet yaramadı. Bir müddet geçince Uygur, Karluk ve Basmıl ittifakında çözülmeler görülmeye başladı.

                   

                            Sonuçta Uygur ve Karluklar 744 yılında anlaşarak, önderleri olan Basmılların Börü (Chieh-tieh-i-shih) Kagan’ını öldürdüler. Bu durum onların sadece bir menfaat birlikteliği içerisinde olduklarına işarettir. Basmılların ortadan kaldırılması, Ak Kaş (Po-mei/Pai-mei/Peymey) Kagan’ın bertaraf edilmesi gibi önemli olaylardan sonra Uygurlar, Türk boyları arasında çok büyük şöhret kazandılar.

                   

                            Ancak Uygur ve Karluk dostluğu da uzun sürmedi. 746 tarihinde Karluklar baş kaldırdı. Bu isyanın 747 senesinde bastırılmasının ardından hâkimiyet Uygur Yaglakar hanedanının eline geçti ve 748 yılında Atalar Mezarlığı’nda yapılan kurultay ve milletin isteği ile bu aile resmen Türk devletinin idarecisi seçildi. Bu sırada zaten batıdaki On Oklar da kargaşa içindeydiler, ama bundan sonra talih Türklerin yüzüne çok az gülecekti.

                   

                            Dünyaya yeniden düzen vermek amacıyla ortaya çıkan, gerçekten de Türk ve yabancı menşeili illere, kabilelere parçalanan Orta Asya ile Türkistan’a Kök Türkler çağında kısmi de olsa bir huzur geldi. Yaklaşık 200 yıl kadar devam eden, Börülülerin bu sülalesinin kurduğu temel, kendinden sonrakilerin en önemli güç kaynağı oldu.

                   

                  Elbette ki bu yapı ve düzenin birdenbire yok olabileceğini düşünmek mantıklıca bir şey değildir. Dolayısıyla Uygurlar, Kara Hanlılar ve Selçuklularda da bu devlet anlayışını görmek mümkündür. Ayrıca millet ve devletin kutsiyeti Hunlardan intikal etse de, Kök Türklerle birlikte bu hislerin daha da kuvvetlendiğini söyleyebiliriz.

                   

                            Hakikatte şöyle bir baktığımızda, bugünkü Türk Dünyasının tamamı Kök Türklerin torunudur. Akrabalık açısından Tuva, Altay ve Hakas çevresi daha yakın gibi görünüyorsa da; Türkiye Türkleri milli karakter ve bağımsızlık yönünden onların takipçisidir. Her ne kadar birtakım insanlar veyahut da araştırmacılar Orta Çağların Türkleriyle, modern zamanların Türkleri arasında dağlar kadar fark olduğu yolunda bazı sulandırılmış iddialar ileri sürme eğilimi içerisindeyseler de; Türk kimliğinin çıkışından, günümüze değin bu insanlar hem genetik hem de kültürel bakımdan birdirler.



                  [1] Şine Usu Yazıtı Kuzey Mogolistan’da, Şine Usu Gölü civarında, 1909’da bulunmuştur.

                  [2] Bakınız, Şine Usu Yazıtı, Kuzey tarafı, 5. satır: “Tokuz Oguz bodunım tirü kubratı altım”.    

                  [3] Bakınız, Terhin Yazıtı, Doğu tarafı, 5. satır: “Sekiz otuz yaşıma yılan yılka Türk elin anta bulgadtım, anta artatdım”.

                  [4] Buraların tam yerini tespit etmek mümkün değilse de, herhalde Hentey Dağları bölgesinde olmalıdırlar.

                  [5] Bakınız, Şine Usu Yazıtı, Kuzey tarafı, 6-7. satır: “Sü yorıtdı. Özümin öngre bınga başı ıtdı...İçgerip yana yorıdım. Keyre Başınta, Üç-Bürküde kan süsi birle katıltım”. 

                  [6] Bazı araştırmacılar sol şadın Ozmış unvanıyla kagan olduğunu söylemektedirler.

                  [7] Bakınız, Terhin Yazıtı, Doğu tarafı, 6. satır: “Ozmış Tigin Odurganta yorıyur” tidi. “Anı algıl” tidi”.

                  [8] Bakınız, Terhin Yazıtı, Doğu tarafı, 8. satır: “Kara Kum aşmış, Kögürde, Kömür Tagda, Yar Ögüzde Üç Tuglıg Türük Bodunka yitinç ay tört yigirmike...anta tokıttırdım. Kanın altım. Anta yok boltı. Türük bodunıng anta içgertim”.

                  [9] Bu yazıt 1889 senesinde N.Yadrintsev’in Kuzey Mogolistan’ı ziyareti sırasında büyük bir harabe olan Karabalgasun şehrinde bulunmuştur. Yazıt Türkçe, Sogdça ve Çince olmak üzere üç dillidir. Türkçe yazılı olan bölümleri maalesef oldukça tahrip olmuştur. Karabalgasun Kitabesi, Uygur tarihinin 833 yılına kadar bir özetidir. Üç dilli olması hasebiyle evrensel bir niteliği de bulunan bu yazıt, Türk tarihi ve kültürü açısından oldukça büyük öneme haizdir.

                  [10] Bakınız,  Karabalgasun Yazıtı, Çince yüzü, 4-5. satırlar.

                  [11] Bakınız, Şine Usu Yazıtı, Kuzey tarafı, 9-10. satır; Terhin Yazıtı, Doğu tarafı, 9. satır; Güney tarafı, 1. satır: “Ozmış Tigin kan bolmış. Koyn yılka yorıdım. İkinti süngüş engilki ay altı yangıka tokıdım...tutdım. Katunın altım. Türk bodun anta ıngaru yok boltı”.

                  [12] Yine Türk tarihinde pek çoğumuzun adını bile bilmediği bu yiğit Kök Türk beyi, adi bir ömür uğruna şerefsiz olmaktansa, kafasını vermeyi tercih etti.

                  [13] Tam doğruluğunu tespit etmemiz mümkün değil ama, Çin yıllıklarına göre, Ozmış’ın oğlu da Çin’e tabi oldu. Bu çok ilginç bir vaziyettir. Muhtemelen artık okun yaydan çıktığını düşündü. Bunun yanısıra Türklerle Çinlilerin mücadeleleri hiçbir zaman eşit şartlarda olmadı. Her vakit Çin, Türklerden bir adım ilerdeydi. Çin imparatorluğu Türklere karşı yaptığı hücumlarda yanına ya bir müttefik alıyor ya da Türklere karşı başka bir halkı ileri sürüyordu. Ayrıca Türklere kesin darbeyi indirmeden önce mutlaka bir şekilde Türkler arasındaki birliği de parçalamanın yolunu buluyordu.

                  [14] Bakınız, Şine Usu Yazıtı, Kuzey tarafı, 10; Terhin Yazıtı, Güney tarafı, 2-3: “Anta kisre takıgu yılka (Türk Bodun üze Ak Kaş Tigin kan bolmış tiyin) tuyıp yorıdım”.

                  • 9-Kök Türklerde Hâkimiyet Anlayışı

                    Bars Beg adlı birinin kuzeydeki Kırgızlara kagan atandığı anlaşılıyor. Fakat Bars Beg devletin merkezine karşı soğuk davranmaya başladı. Kırgızlar o döneme göre iyi silahlanmış bir askeri güce sahiptiler. Tam techizatlı atlı birlikleri vardı. Belki de onlarla sonucu Türk milletinin zararına olan bir savaşa girmenin fayda getirmeyeceğini düşündüklerinden Bars Beg, Köl Tigin ve Bilge’nin kız kardeşi ile evlendirilerek bir akrabalık tesis edildi. Ancak herşeye rağmen daha sonra Bars Beg’in Kök Türk Kaganlığına karşı ayaklandığı ve öldürüldüğü görülmektedir ki, yazıtlarda buna da şöyle değiniliyor: “Bars beg erti. Kagan atıg bunta biz birtimiz. Singilim konçuyıg birtimiz. Özi yangıltı. Kaganı ölti. Bodunı küng boltı” (Bars, bey idi. Kagan unvanını ona biz layık gördük. Ayrıca küçük kız kardeşimi gelin olarak verdik. Ama kendisi yanıldı ve öldü. Halkı da kul-köle oldu)[1]. Anlaşılacağı üzere 699’da, Kırgız ülkesi sahipsiz kalmasın diye, bir savaş yapılmış ve Kırgızlar da düzene sokulmuştur[2]. Muhtemelen bu sırada onlarla akrabalığı bulunan Azlarla bir muharebenin de olduğunu sanıyoruz[3].

                                                    

                    İşte Türk hâkimiyet anlayışının yüceliği bu yazıtlara kazınarak, günümüze kadar gelmiştir. Yeryüzünde hiçbir devlet ve devlet idarecisi yoktur ki, isyan eden tebasının başına gelen felaketlere bu derece üzülsün. Eski Türk hükümdarları devletlerinin sınırları dahilinde yaşayan herkese karşı kendilerini sorumlu tutmuşlardır ki mesela, çok dindar bir hükümdar olarak tanınan Sultan Gazneli Mahmud’un malının ve mülkünün haddi-hesabının bulunmadığı söylenir. O, ülkesinin sınırları içerisindeki herkesin can güvenliğini düşünürdü. Bir keresinde Hindistan’a giden bir kervanın yolda soyulması üzerine, bu olayda mallarını yitiren bir kadının; “kontrol edemeyeceğin yerleri niye alıyorsun” demesi yüzünden, bundan sonra topraklarından geçen bütün kervanların korunacağını duyurduğunu biliyoruz.


                    [1] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 20. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 16. satır.

                    [2] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 20-21. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 17. satır: “Kögmen yir-sub idisiz kalmazun tiyin; Az, Kırkız bodunıg itip-yaratıp keltimiz”.

                    [3] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 20. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 16. satır.

                    • 10-Boy Düzeni

                      Kapgan Kagan devrini incelediğimizde Türk devletinin bu sırada Asya’nın en güçlü ülkesi olduğunu görüyoruz. Dört-bir yandaki bütün Türk boyları kendiliklerinden veya silah zoruyla Kök Türk birliğine katıldılar; ancak bunun yanısıra Kapgan’ın son zamanlarında, konfederasyondan ayrılanlar ve isyan edenlerin sayısı da epey çok idi.

                       

                                Bildiğimiz gibi Kapgan Kagan ölmeden önce küçük oğlu Bögü’yü (Fu-chü/Po-chü/Belki Bökey) İni İl Kagan atamıştı. Fakat geleneğe göre İl-teriş’in oğullarından birisinin başa geçmesi gerekiyordu. Bu sebeple Köl Tigin ve Bilge, İni İl Kagan’ın hâkimiyetini tanımayarak, ona karşı çıktılar. Bu mücadele sırasında cesur Köl Tigin’in bütün herşeyini ortaya koyarak, İni İl Kagan ile birlikte Kapgan’ın bütün çocuklarını ve adamlarını tesirsiz hale getirmesi kaganlığın kaderini değiştirmişti. O, Çin kaynaklarında adı “Mo-chih-lien” şeklinde yazılan, fakat Kök Türk Kitabelerinde unvanı “Bilge” olarak geçen ağabeyini kaganlık tahtına çıkardı.

                      • 11-Devlet Yapısı

                        Türk devlet yapısında ve sosyal hayatında Batı tarzı feodal düzen ile 12. asır sonrası Mogol hâkimiyetine benzemeyen bazı özellikler göze çarpar. Birtakım ideolojik görüşler neticesinde, zaman zaman tarihteki bütün olayların sınıf çatışmalarından doğduğu ileri sürülebilmektedir. Ancak, Türk hâkimiyet anlayışı bizim fikrimizce bunların dışındadır. Batılı devletlerde ve hususiyetle Çingizli döneminde aristokrat sınıf ön plandadır ki, bunun tezahürü olarak da ganimetten onların daha çok pay alması ve ayrıcalıklı bir grup şeklinde pek çok vergi ve suçtan muaf tutulmaları gösterilebilir. Halbuki Türklerde, hükümdarın birinci vazifesi “aç milleti doyurmak, çıplak halkı giydirmektir”. Devlet başkanı töreler, yani yasalar karşısında sıradan vatandaşlarla aynı haklara sahiptir. Kaganın ve diğer idarecilerin yüksek bir makamda bulunmaları onların imtiyazlı olmalarını gerektirmez. Hükümdarın veyahut da yönetici ailenin halktan tek üstünlüğü, herhangi bir sebeple öldürülecekleri vakit kanlarının akıtılmamasından öteye geçmez.

                         

                        • 12-Dinî Hayat

                          Taspar’ın, Türk devletinin geleceği hususunda zararlı olan bir hareketi, 574 yılında Kuzey Chou devletinde, imparator Wu tarafından yasaklanan Budizmin Türk topraklarına girişine sebebiyet vermesidir. Çin’den kaçan ünlü misyoner, Hintli rahip Jinagupta, müritleriyle birlikte Kök Türklere sığınmış, on yıl (574-584) süreyle burada kalarak, Türkler arasında Budizmi yaymıştır. Bu zamanda Budizmin bazı ilkeleri öğrenilmekle beraber; Çin’den getirtilen birçok dini kitap ve metinler Kök Türkçeye çevrildi; ülkenin çeşitli yerlerinde Budist tapınak ve manastırları kuruldu. Hatta anlatıldığına göre Taspar Kagan hergün başkentteki tapınağı[1] ziyaret ediyordu. İşi o kadar ileri götürmüştü ki bir ara onun et yemeyi de bıraktığı söylenmektedir.

                           

                          Bu arada Budist rahip ve bu itikadın kabul edilmesiyle alâkalı farklı bilgilerin olduğunu da görüyoruz ki, söylendiğine göre; bu Hintli rahip ülkesine dönerken, Türk topraklarından geçmek zorundaydı. Taspar Kagan, nazik bir dille yanında kalmalarını rica etti. Çin’deki kavgalar yüzünden rahatsız olacaklarını, Türk ülkesinde huzur içinde yaşayabileceklerini söylemişti. Yine Çince belgelerdeki bazı hikâyelere göre; güneydeki Ch’i devletinden Taspar (Tapar) Kagan’a Budist bir keşiş gelmiş ve ülkesinin zenginliğinin Budizmden kaynaklandığını söylemesi üzerine, kagan onun tesirinde kalmıştır.

                           

                          Gerçekte, bir nev’i felsefi düşüncelerle insanın kendi ruhunu ve bedenini terbiye etmesi demek olan bu inanış, Hint menşeili Buddha (M.Ö. 6-5. asır) adındaki bir şahsın öğretilerinden ibaret idi. Burada Tanrı kavramından uzak durulur ve her şey maddi temeller üzerine kuruludur. Hırsızlık, zina, adam öldürme, yalancılık gibi davranışlar günah sayıldığından, insanların bir toplum düzeni içerisinde yaşamaları ilkeleriyle de bağdaşmaktadır. Esasında Budizmin başlangıcında rahiplerin göğe yükselmesi, yağmur yağdırmaları vs. birtakım uygulamalar Türklerin geleneksel dini hayatlarında da mevcut idi.

                           

                          Ancak şurası da bir gerçek ki, Budizm konar-göçerlerin günlük hayatına ayak uyduramadı. Çünkü, tıpkı daha sonraki çağlarda gördüğümüz üzere Maniheizm gibi insanları dünyadan vazgeçmeye, hayatın sahteliğine inandırmaya çalışıyordu. Fakat bozkır hayatında “savaşırsan kazanırsın, yoksa aç kalırsın” ilkesi geçerliydi. Bu yüzden konar-göçerlerin çok sade olmakla beraber, savaşçı ve gururlu bir yapıya sahip his dünyasıyla barışamadı. Ayrıca Budizmin Türkler arasında başarılı olamamasının  sebepleri içinde Kök (Ulu) Tengri inancı faktörünü de unutmamak gerekir ki, neredeyse kendisiyle özdeşleşen bu dini geleneği değiştirmeye Türklerin sonradan girdikleri hiçbir inancın gücü yetmedi.



                          [1] Sogdça Bugut Yazıtında, Taspar’ın Budizm’e karşı olan eğiliminden bahsediliyor ki, burada babası Bumın için bir tapınağın yaptırılmasını istediğini görüyoruz.

                          • 13-Ekonomik Hayat

                            Ülkenin doğusu ile batısı arasında küçük de olsa bazı farklılıklar gözlenmektedir ki, o da; doğudakiler konar-göçer hayvancılığı ekonomik hayatlarının temeli sayarlarken, batıdakiler daha çok yerleşikliğe ve ticarete meyletmişlerdi. Ancak bunu doğudakiler yerleşik değil veyahut da ticarete önem vermiyorlar manasında söylemiyoruz. Fakat karşılaştırma yaptığımızda bir tarafın bu özellikleri diğerine nazaran daha ağır basmaktadır. Tabiki bulundukları coğrafya ile irtibatlı oldukları kültür çevrelerinin de bunda büyük rolü vardı.

                             

                                      Bundan sonra kitabelerde birtakım Türklerin; “elig yıl işig-küçig ebirmiş. İlgerü kün togsıkka Bök (Bük) İlli kaganka tegi süleyi birmiş. Kurıgaru Temir Kapıgka tegi süleyi birmiş. Tabgaç kaganka ilin törüsin alıbirmiş” (elli yıl Çin’in işini-gücünü yönettiği, gün-doğusundaki Bök (Bük) İli’ne, batıda Temir Kapı’ya kadar ordu sevkettikleri, Çin imparatorunun ülkesi ve töresini kazanıverdikleri)[1] söyleniyor. Gerçekten Türkler, Çin imparatorluğu adına bir takım girişimlerde bulundular. 634 yılının sonlarında imparator T’ai-tsung, T’u-yü-hunlara karşı bir hareket başlattı. Bunun için birçoğu kendiliklerinden gelen Kök Türk birliklerinin arasından ve Tölöslerin Ch’i-pi (K’i-pi/belki Kıpçak ya da Çepni Beg) boyundan da askerî kuvvetler toplandı. Buna binaen 653’te T’u-yü-hun kralı Fu-yün mağlûp oldu. 645 ve 664 senelerinde de Türkler, Çin ordularıyla birlikte Bök (Bük) İllilere (Kore) karşı mücadele etmişler, kendilerine yönelik bunca kötülüğü dokunan Çinle işbirliği yapan Türkler hâlâ akıllanmamışlardı. Çinliler menfaatleri bittiği an kılıçlarını bu hainlere doğrultmaktan da geri durmuyacaklardı.



                            [1] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 8. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 7-8. satır.

                            • 14-Hükümdarların Vazifeleri

                              Türklerde, hükümdarın birinci vazifesi “aç milleti doyurmak, çıplak halkı giydirmektir”. Devlet başkanı töreler, yani yasalar karşısında sıradan vatandaşlarla aynı haklara sahiptir. Kaganın ve diğer idarecilerin yüksek bir makamda bulunmaları onların imtiyazlı olmalarını gerektirmez. Hükümdarın veyahut da yönetici ailenin halktan tek üstünlüğü, herhangi bir sebeple öldürülecekleri vakit kanlarının akıtılmamasından öteye geçmez.