Konu özeti

  • 1. Hafta: Gayrimüslimlerin Hukuki Durumlarının Ortaya Çıkışı

    Gayrimüslimlerin, İslâm hukuku içindeki yerini tesbit etmek ve önemini belirtmek, kuruluşundan yıkılışına kadar “ahkâm-ı örfiyye ve şer'iyye” ile yönetilmiş Osmanlı İmparatorluğunun meselelerini anlatmak açısından önemlidir. İmparatorluğu meydana getiren milletler içinde Müslüman olmayanların sayısı milyonların üstüne çıkmaktadır.

    İslâmdaki hukuk biliminin adı olan Fıkh’ın kelime anlamı “bilgi, anlayış inceliği” demektir. Fıkıh bütün yönleriyle İslâmiyet’e özgün değildir. İslâmiyet’in doğuşu ile ortaya çıkmış ve zamanla genişleyerek gelişmiştir. Ancak bu genişleme ve gelişme sırasında, Talmud (Yahudi hukuku), Roma-Bizans ve Sasanî hukuklarından, yerli örf ve geleneklerin geniş ölçüde etkilenmiştir. Kuşkusuz Fıkh’ın, diğer yabancı hukuklar üzerinde etkisi olmuştur. Özellikle, bu, İslâm hâkimiyetinin yayıldığı bölgelerde belirgindir. Melkit, Marunî Süryani (Yakubî-Nasturî) kiliseleri hukuk bakımından hemen hemen hiçbir yenilik ortaya koymamışlar ve Fıkıh’tan faydalanmışlardı. Hatta bu etkiden Mısır-Habeş (Kıbtî-Habeş) kilisesi de kendini kurtaramamış, Mısır Hıristiyanlarının İslâm vakıf sistemini örnek olarak, kiliseleri için vakıflar kurdukları bile görülür. Ancak batıl inançlar ve cehalet devri başladıktan sonra İslâm hukuku tamamen karanlıkta kalmış zamanla ölü hale dönüşmüştür.

    İslâm hukukuna göre dünyadaki insanlar iki kısımdır:

    a-Müslümanlar

    b-Müslüman Olmayanlar

    Müslüman olmayanlar da ayrıca iki kısma ayrılmışladır:

    a-Müşrikler

    b-Ehl-i Kitaplar (kitabîler)

    Hz.Muhammed’in son ve en önemli anlaşması, Necran’da bulunan Putperest, Yahudi ve Hıristiyanlarla yaptığı anlaşmadır. Anlaşma genel olarak şu maddeleri içine almaktadır:

    1-Her yıl 2000 elbise verilecek (hülle) ve her elbisenin değeri kırk dirhem olacak. Elbiselerin yarısı Safer ayında, yarısı da Recep ayında teslim edilecek.

    2-Gerekirse zırh ve binek hayvanları verilecek.

    3-Gönderilen memurların bir aylık ihtiyaçları necranlılar tarafından karşılanacak ve bu memurlara otuz zırh, otuz at ve otuz deve kiraya verilecek.

    4-Kiraya verilen bu mallara gelecek olan zararı memurlar ödeyecek.

    5-Necranlıların mal, mülk, ibadet ve kişisel özgürlükleri devletçe emniyet altına alınacak (zimmet).

    6-Necranlıların izni olmadan, kimse piskopos, rahip ve diğer din adamlarının yerlerini değiştirmeyecek.

    7-Necran halkına herhangi bir şekilde hakaret edilmeyecek ve islâmlıktan önceki kan davaları için intikam alınmayacak.

    8-Asker olmayacaklar ve hiçbir ordu izin almadan topraklarına girmeyecek.

    9-Faizcilik yapanlar zimmî olamayacak ve kimse kimsenin suçundan sorumlu tutulmayacak.

    10-Ancak bu şartlara uyulduğu takdirde zimmet hukuku devam edecek, aksi halde bozulacak.

    Bundan sonra, yılı bilinmeyen bir tarihte Necranlı Hıristiyanları, Hz.Muhammed’den bir ahidname almışlardır. Bu ahidnamenin önceki anlaşmadan farklı olan tarafı ve en önemli maddeleri şunlardır:

    1-Müslümanlar hıristiyanları bütün tehlikelere karşı koruyacaklar (zimmet).

    2-Necranlıları kendileri ile birlikte savaşmaya zorlamayacaklar.

    3-Necran’ın adet ve kanunlarında hiçbir değişiklik yapmayacaklar.

    4-Yıkılan bir kilisenin yeniden tamiri sırasında müslümanlar necranlılara yardım edecekler.

    5-Papaz veya rahip olmayan ve yoksul olan halktan dört dirhemden fazla vergi alınmayacak, tüccar ve zenginlerin vergisi on iki dirhem olacak.

    6-Hırıstiyan bir kadın, bir Müslümanın evinde kalırsa, Müslüman olmaya zorlanmayacak ve ibadetinde serbest bırakılacak.

    İslâm egemenliğinde bulunan ve Müslüman olmayan halkın hukukî ve toplumsal durumları bu esaslar çerçevesinde oluştu. Daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan farklılık, imamların görüş ayrılığından ileri gelmiştir. Ancak bunlar da yine esasta birleşmektedirler.

    Zimmet, “cihad”ın bir sonucudur. Cihad ise “daru'l-harp” ve “daru'l-İslâm” la ilgilidir. Fıkh’a göre dünyada iki kısım toprak vardır. Birincisi “daru'l-harp” yani İslâm egemenliğinde olmayan ülkeler, ikincisi “daru'l-İslâm”, yani İslâm egemenliğinde olan ülkelerdir.

    Eğer İslâm ordusu bir müşrik ülkesine gitmişse, onlara yalnız Müslüman olmaları önerilir. Müşrikler için zimmet durumu olamaz. Bunlar ya Müslüman olmak veya savaşmak şıklarından birini tercih etmek zorundadırlar. Müşriklere bundan başka bir hak tanınmamıştır.

    Müslümanların da zimmîlere karşı yapmakla yükümlü bulundukları bazı görevleri vardır. Zimmîlere düşmanlık yapmamak, zimmîye her hangi bir zarar verirse derhal ödemek ve dışardan gelecek her türlü saldırıya karşı zimmîyi korumak, Müslümanların zimmîlere karşı olan görevlerindendir. Zimmetin süresi yoktur, süreklidir. Aman gibi yalnız kişiyi değil, aileyi de içine alır.

    Zimmî, zimmîlik şartlarını yerine getirmediği zaman zimmet durumu kalkar. Zimmet durumunu kaldıran şartlar konusunda imamlar çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanbelî ve Malikî fıkıhlarına göre zimmetin kalkmasını gerektiren şartlar şunlardır:

    1- Zimmî daru'l-harbe gidip müslümanlara karşı savaşırsa.

    2- İslâmiyetin kanunlarını ve mahkemelerini kabul etmezse.

    3- Cizye vermeyi reddederse.

    4- Bir müslümanı dininden döndürürse.

    5- Müslümanların düşmanlarına yardım ederse.

    6- Bilerek ve isteyerek bir müslümanı öldürürse,

    7- Allah'a, kur’an’a ve hz.muhammed ile islâm dinine küfür ve hakaret ederse.

    8- Bir müslüman kadın ile zina yapar veya evlenirse.

    9- Soygunculuk ve eşkıyalık yaparsa.

    Hanefî fıkhına göre bu şartlardan sadece birincisi gerçekleşse zimmet kalkar. Şafiî fıkhı ise zimmetin kalkması için ilk üç şartın gerçekleşmesi gerektiği görüşündedir.

    Zimmîleri Müslümanlardan ayıran belirtiler olarak zimmîlerin yapmak zorunda kaldıkları hususlar şunlardır:

      1- Zimmî müslümandan farklı elbise giyecek.

      2- Zimmîlerin oturdukları binalar müslümanlarınkinden yüksek olmayacak.

      3- Çan çalınmayacak ve yüksek sesle ibadet edilmeyecek.

      4- Genel yerlerde şarap içilmeyecek, haç ve domuz gösterilmeyecek.

      5- Ölüler gizli olarak gömülecek ve arkasından ağlanmayacak.

      6- Ata binilmeyecek.

      7- Zimmîlerin saç biçimleri ve isimleri Müslümanlarınkine benzemeyecek.

      8- Zimmî silah taşımayacak ve kullanmayacak.

      9- Süslü olmayan kemerler takabilecek.

    10- Binek hayvanlarında eğer kullanılmayacak.

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)

     

     

     


    • 2. Hafta: Gayrimüslimlerin Osmanlı İmparatorluğu Öncesi Durumları

      Anadolu Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşarken, önce Büyük Selçuklu İmparatorluğu, daha sonra Kirman, Suriye ve Irak Selçuklu Devletleri ortadan kalkmış ve bu bölgelerde yaşayan yarı göçebe Türklerin (Türkmenlerin) bir kısmı daha Anadolu’ya gelmişlerdi. Bunun sonucunda Anadolu, Türkleşmiş ve Hıristiyanlar azınlık durumuna düşmüşlerdir. Anadolu’da yerli halkların azınlık durumuna düşmesinin tek sebebi Türklerin Anadolu'ya göç etmeleri değildir. Türklerin üç yüz yıl boyunca Anadolu'ya gelip yerleşmelerine karşılık, yerli halk yurdunu terk etmiş İstanbul ve Balkanlara doğru çekilmiştir. Yerli halkın Anadolu’yu terk etmesinin sebebi de yine sadece Türk göçleri değildir. Daha önce başlayan ve yüz yıllarca süren Arap-Bizans mücadeleleri özellikle Doğu ve Güney Anadolu’da asayiş bırakmamış, ekonomik yaşam hemen hemen çökmüştür. Abbasî - Bizans sınırını oluşturan ve Tarsus’dan Malatya’ya kadar çizilen bir çizgi üzerinde bulunan şehir ve köyler en çok zarar gören bölgelerden biri olmuştur. Aynı zamanda Arap-Bizans mücadelesi, Anadolu’nun Hıristiyan halkını sosyal ve psikolojik bakımdan hazırlamıştır. Yani Anadolu’nun Hıristiyan halkı İslâm dünyasıyla, Türklerle karşılaşmalarından daha önce ilişkide bulunmuş ve Türkler Anadolu'ya geldikleri zaman, yerli halk Müslüman ve Müslümanlık kavramlarına yabancı kalmamışlardır. Diğer taraftan Bizans İmparatorluğunda Müslüman olmayan Türklerin varlığı ve Abbasî ordularında hizmet gören Türklerin çok sayıda oluşu ve bunların suğur denilen Abbasî-Bizans sınır bölgelerinde oturuşu, bu yabancı kalmayışı Türklük bakımından da hazırlanmıştır.

      1237 yılında II. Keyhüsrev’in tahta çıkmasıyla çökmeye başlayan Anadolu Selçuklu Devleti, Saadettin Köpek gibi devlet adamlarının elinde iyice sarsılmıştı. Bu yıllarda kurulan Çengiz Devletinin ve batıya doğru büyük bir hızla yayılan Moğol istilasının önünden kaçan pek çok Türk boyları kalabalık kitleler halinde Anadolu'ya gelmeye başladılar. Bu defa yalnız konar-göçerler değil, yerleşik halkın da pek çoğu Anadolu'ya geldi. Anadolu'nun ekonomik yapısı bu kalabalık Türk topluluklarını çekemedi ve ekonomik hayat bozuldu. Ekonomik hayat, sosyal hayatın bozulmasına, ekonomik ve sosyal hayatın bozulması ise Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasına yol açtı. Önce 1240 Baba İshak ayaklanması, sonra 1243 Kösedağ yenilgisi, Selçuklu Devletinin Moğol egemenliğini tanıması ile sonuçlandı.

      Anadolu’da İlhanlı egemenliği kurulunca Doğu ve Orta Anadolu’daki Türkler kıyılara ve Batı Anadolu’ya doğru yayıldılar. Öyle ki, özellikle Batı Anadolu İç Anadolu'ya göre daha çok Türkleşti.

      1308 yılında Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasından nüfus bakımından çoktan Türkleşen Anadolu’da başlayan Beylikler döneminde bu kez dil, kültür, gelenek, güzel sanatlar ve bayındırlık bakımından da Türkleşme olmuştu.

      Anadolu’nun ilk fethi sıralarında Türklerle Hıristiyanların ilişkileri pek dostça olmamıştır. Ancak Türkler Anadolu’ya kesin olarak yerleştikten sonra iki halk arasında dostça ilişkiler başlamıştır. Öyle ki Türkler, Ortodoks rahipleriyle de anlaşarak Anadolu'ya Türkmenleri yerleştirmişlerdir. Türkler, Anadolu'da Müslüman olmayan halklardan ilk kez Süryanîlerle dostluk kurmuşlardır. Çünkü Anadolu, Bizans’dan fethedilirken Süryanîler, Bizans egemenliği altındaydı. Bu kez Türk egemenliği altına girmek pek bir şey değiştirmeyecekti. Hattâ Bizans’ın bozuk ve baskılı yönetimi yanında, Türklerin son derece mutedil yönetimleri önemli bir tercih sebebi idi. Her ne kadar Bizans’lılarla Süryanîler aynı din ve mezhepten idi iseler de arada yine bazı dini anlaşmazlıklar vardı. “İsa’daki cevherler” meselesi en belirgin anlaşmazlıklardan biriydi. Bu yüzden Bizans tarafından Ermeni, Süryanî, Marunî, Nasturî ve Kildanilere sürekli olarak baskı yapılmıştı. Özellikle birinci Haçlı Seferinden sonra kurulan Latin prenslikleri mezhep ayrılığı yüzünden yerli Ortodoks halka kötü davranmış, ayrıca Katolikliğin yayılması üzerine Anadolu’nun Hıristiyan halkı birbiriyle yeni bir mücadeleye de başlamıştı. 1204 de İstanbul’un Latinler eline geçmesi Anadolu halkının ezilmesini son sınırına çıkardı. Bir taraftan Katoliklerle Ortodokslar arasında mezhep ayrılığı kavgaları, diğer taraftan Ortodokslar arasında mezhep içi ayrılığı kavgaları, Anadolu Hıristiyan halkının manevî yapısının çökmesine yol açtı. Bu çöküntü arasında en çok zarara uğrayanlar Süryanîler (Yakubîler, Nasturîler), Marunîler ve Kildanîlerdir.

      Süryanîlerin Bizans egemenliğine karşı Türk yönetimini tercih etmeleri bu sebeplerledir. Ayrıca Süryanî Mihael’in “Türkler, şerir ve rafızî Rumlar gibi kimsenin dinine ve inancına karışmıyor, hiçbir baskı ve zulüm düşünmüyorlardı” kaydı, durumu açıklamaktadır.

      Yahudilerin bu iyi durumları Anadolu Selçuklu Devleti zamanında bozulmamış aksine daha çok düzelmiştir. 1291 yılında Türkiye Selçuklu Devletinin vezirlik makamına Yahudî Sadü'd-devle’nin geçmiş olması ilginç bir olaydır. Yalnız bu Yahudinin vezir tayin edilmesi, sultanın isteğiyle değil de İlhanlı valisinin zoruyla olduğu anlaşılıyor. Zira İlhanlı valisi ölünce Yahudî vezirin etkinliği azalmış ve bir süre sonra o da ölmüştür.

      Anadolu Selçuklularında, özellikle Rum halk, her fırsatta ayaklanma ve yağma hareketlerinde bulunmuştur. Bu tür olaylar Bizans İmparatorluğu, Trabzon İmparatorluğu ve Kıbrıs Krallığı tarafından desteklenmiştir. Diğer Müslüman olmayan halklara nazaran Rumların daha çok ayaklanma ve karışıklık çıkarmalarının ana nedeni de bu olsa gerektir.

      Anadolu Selçuklu Devletinin, Müslüman olsun olmasın, bütün halka eşit davranması bu tür olayların zamanla azalmasına yol açmıştır. Her ne kadar bazen istenmeyen olaylar olmuşsa da bu yalnız Müslüman olmayan halka karşı yapılmamış, devletin zayıf ve karışık zamanlarında bütün halk aynı sıkıntıyı çekmiştir. Aksine, Müslüman olmayan halkın, Müslümanlara güveni tam olmuş ve Türk olsun yabancı olsun bütün tüccarlar Selçuklu divanına şikâyette bulunabilmişler ve yine orada yargılanabilmişlerdir.

      Anadolu Selçukluları İslâm dininin gereği olarak kölelere karşı çok iyi davranmış ve köle azad etmenin en büyük sevap olduğunu kabul ederek sık sık köle azad etmişlerdir. Köleler azad edilirken verilen azadnameler onların bir çeşit kimlikleri gibidir. Bu kağıtlarda kölenin tanımı yapılmakta ve böylece mümkün olduğu kadar, kölenin azad edildikten sonra tekrar köle olması önlenmekte veya her hangi bir yanlışlığın önü alınmaktadır.

       

       (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)
      • 3. Hafta: Osmanlı İmparatorluğundaki Gayrimüslimlerin Din Ve Mezhep Olarak Dağılışları

        İslâm Hukukuna göre dünyadaki insanlar iki kısımdır. Bunlar:

        1- Müslümanlar

        2- Gayrimüslimler

        Gayrimüslimler de ayrıca kendi aralarında iki gruba ayrılmıştır.

        a-Müşrikler (Putperestler)

        b-Ehl-i Kitaplar

        Ehl-i Kitaplara aynı zamanda Kitabî, Eğer İslâm egemenliğinde yaşıyorsa Ehl-i Zimmet veya Zimmî de denmiştir. İslâm Hukuku, imamların farklı gröüşleri olmakla birlikte, dört din mensubuhu genellikle Ehl-i Kitap saymıştır. Bunlar Hıristiyanlar, Musevîler, Mecusîler ve Sabiîler’dir. Yine İslâm Hukuku hükümlerine göre Ehl-i Kitap olanlar bir Müslüman ülkede yaşarlarsa varlıkları ve güvenlikleri İslâm devletinin sorumluluğu altında olacağından bunlara Ehl-i Zimmet veya kısaca Zimmî denir. İşte Osmanlı topraklarında yaşayan Gayrimüslimler bu statü içinde bulunanlardır. Bu dört grup din mensubundan Mecusîler hiç olmamış, Sabiîler ise yok denecek kadar az bulunmuştur. Geri kalan iki gruptan sayıca en kalabalık olanları Hıristiyanlardır. Musevîlersayıca Hıristiyanlardan az olmakla birlikte, ekonomik bakımdan ülke içindeki etkileri oldukça büyüktür.

        Osmanlı İmparatorluğunda yaşamış olan Gayrimüslimler için din-mezhep ve etnik durum bakımından şöyle bir tasnif yapılabilir:

        I-Din ve mezhep bakımından

           A-Hıristiyanlar

               1-Katolikler

                  a-Lâtinler (âyin ve ibadetlerini Lâtince yapan gruplar)

                  b-Katolik Ermeniler

                  c-Katolik Gürcüler

                  ç-Katolik Süryaniler

                  d-Kildaniler

                  e-Maruniler

                  f-Kıptîler

                  g-Katolik Rumlar


                2-Katolik Olmayanlar

                    a-Ortodokslar (Pavlakî, Thondrakî, Selikian ve Bogomiller dahil)

                    b-Gregoryenler

                    c-Yakubî-Süryaniler

                    ç-Yakubî-Süryaniler

                    d-Melkitler

                    e-Mandeîler

                 3-Musevîler

                    1-Rabbaniler

                    2-Karaîler

                    3-Samirîler

                 C-Sabiîler

        II-Etnik Bakımdan

        A-Rumlar                     

        B-Yunanlılar                

        C-Bulgarlar                  

        Ç-Sırplar,                     

            Hırvatlar,                 

            Karadağlılar,            

            Bosnalılar                 

        D-Arnavutlar               

        E-Romenler                 

        F-Türkler (Gagauzlar)  

        G-Macarlar                              

        H-Polonyalılar

        İ-Çingeneler

        J-Ermeniler

        K-Gürcüler

        L-Süryaniler

        M-Kildaniler

        N-Araplar (Marunî, Melkit vd.)

        O-Yahudiler

        Ö-Kıptiler

        P-Habeşler

        Roma imparatorluğu ikiye ayrıldıktan sonra doğuda kalan parçasına (Doğu Roma İmparatorluğu) XVI. Yüzyıldan itibaren Avrupalılar “Bizans” adını verdiler. Ancak yüzyıllar boyunca, “Romalı” anlamına gelen “Rum” kelimesi gerek Türkçe’de, gerekse değişik biçimlerde diğer dillerde Bizans’ı, özellikle Anadolu’yu ifade etmek için kullanılmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında “Rum” deyimi daha yaygın hale gelmiş, bununla doğrudan doğruya Anadolu kastedilmiştir. Hatta Anadolu Selçuklu Devletini birçok kaynaklar “Rum Selçukluları” şeklinde adlandırmışlardı. “Rum” terimi Osmanlı İmparatorluğu döneminde de kullanılmış, fakat bir taraftan “Rum-ili” şeklinde Balkanlarda gittikçe genişleyen bir sahaya ad olurken, diğer taraftan Anadolu’da ifade ettiği alan, Selçuklu dönemine göre çok daralmıştır.

        Roma İmparatorluğu zamanında Latin kültürü Anadolu’da pek etkili olmamıştır. Çünkü genellikle yönetici sınıfı ve bir miktar da askerî sınıfı Romalılar teşkil etmiş, geniş ölçüde Latin halk toplulukları Anadolu’ya gelip yerleşmemiştir. Bu nedenle Latin kültürü Anadolu’nun yerli kültürü içinde zamanla erimiştir. İşte Rumları ne Romalılar ne Grekler, ne de diğer milletler içerisinde saymayıp ayrı bir topluluk olarak göstermemiz bu nedenledir.

        Anadolu’nun fethiyle birlikte Türklerle Rumlar birlikte yaşamaya başlamışlar ve zamanla Rum nüfus azalırken Türk nüfus çoğalmıştır. Rum nüfusunun azalması doğudan batıya doğru olmuştur. Rumlar daha çok, Ege kıyıları, İstanbul ve Trakya’da toplanmışlardır. Bir kısım ise Yunanistan ve Mora’ya göçmüş ve Yunanlaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Yunanistan’a göç devam ettiğinden Anadolu’daki Rum nüfus sürekli olarak azalmıştır. O kadar ki belli birkaç bölge dışında, Anadolu’da Rum nüfus hemen hemen yok denecek duruma gelmiştir.

         

         (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)
        • 4. Hafta: Osmanlı İmparatorluğundaki Cemaat Örgütlerinin Kuruluşları

          Roma’ya Bağlı patriklikler şunlardır:

          1-Latin Patrikhanesi

          2-Ermeni Patrikhanesi

          3-Süryanî Patrikhanesi

          4-Kildanî Patrikhanesi

          5-Marunî Patrikhanesi

          6-Melkit Patrikhanesi

          7-Kıptî Patrikhanesi

          Roma’ya bağlı olmayan patriklikler ise şunlardır:

          1-Sırp Patrikhanesi

          2-Bulgar Patrikhanesi

          3-Rum Patrikhaneleri

             a-Kudüs Rum patrikhanesi

             b-İstanbul (Fener) Rum patrikhanesi

          4-Ermeni Patrikhaneleri

             a-Erivan (Eçmiyazin) Ermeni patrikhanesi

             b-Kudüs Ermeni patrikhanesi

             c-İstanbul (Kumkapı) Ermeni patrikhanesi

          5-Nasturî Patrikhanesi

          6-Süryanî Patrikhanesi

          7-Melkit Patrikhaneleri

          8-Kıptî Patrikhanesi

          Osmanlılar kilise kelimesinin karşılığı olan “kenise” kelimesini daha çok kullanmışlardır. Kenise kelimesi Arapçaya Ârâmice’den, Türkçeye de Arapça’dan geçmiştir. Kenisenin sözlük anlamı “toplantı yeri, okul” demektir ve Arapçada hem Hıristiyan, hem de Musevî ibadethanelerini ifade etmek için kullanılmıştır. Fakat sonraları kilise için kenise, havra ise kenis şekli kabul edilmiştir.

          Manastır, daha çok külliye kelimesiyle ifade edilebilecek bir Hıristiyan mabedidir. Her ne kadar burada da ibadet edilirse de aynı zamanda bir okul ve din adamları için bir barınaktır. Çoğu zaman manastırlar bir piskoposluk, metropolitlik veya patriklik merkezi olurlar. Kelimenin aslı Latince “monasterium”dan gelmektedir.

          Manastır ve kiliselerdeki din adamları doğrudan doğruya halkla temastadırlar ve halkla Tanrı arasında ve halkla patrik arasında ilişkiyi sağlarlar. Osmanlı İmparatorluğu zamanında devletin Hıristiyan halk ile ilişkisi patrikhaneler aracılığıyla sağlanmış, patriklerde bu görevi rahipler ve piskoposlar aracılığıyla yapmıştır.

          Bir kilisede yönetici rahip veya papazdır. Rahip veya papazdan sonra diyagos gelir. Rahip veya papazların ruhanî olmaları şarttır. Diyagos ruhanî veya sivil olabilir. Diyagos’tan başka ayin ve ibadet işinde papaza yardım etmek üzere koro şefi ve korosu (bazan çalgıları ile müzisyenler), çancı (zangoç), hademe ve bekçiler de bulunurlar. Bu gruptan olanlar çoğunlukla sivildir.

          Genellikle evlenmiş din adamına papaz, evlenmemiş papaza rahip denir. Papazlar çoğu zaman rütbe bakımından terfi edemezler. Ancak başpapaz (horepiskopos) veya piskopos olabilirler.

          Diyagos (eğer ruhanî ise), papaz ve piskoposlar ancak takdis ile olur. Bunun dışında kalan başpapaz, metropolit (başpiskopos), patrik ve kilisenin diğer hizmetlileri, daha önce takdis olundukları için, tayin veya seçim yoluyla olurlar.

          Rahip veya papaz, en az bir piskopos tarafından takdis edilmek suretiyle piskopos yapılır. Piskopos birkaç kilise veya bölgenin dini amiridir. Piskoposlar terfi edince metropolit olurlar. Bir bölgede birden fazla piskopos varsa bunlardan biri diğerlerinin üzerine metropolit tayin edilir. Metropolitler de piskoposlar gibi bir şehre veya bölgeye ait kiliselerin başıdır ve bu kiliseler aracılığıyla Hıristiyan halk ile patrikhane arasında bağlantı kurar. Metropolit olabilmek için en az otuz yaşında ve bekâr olmak gerekir.

          Kiliselere bağlı bir yan örgüt de derneklerdir (eforia). Genellikle sivillerden oluşan dernek dört ile altı üyeden meydana gelir. Hemen hemen her kilisenin bir derneği vardır. Dernek kilisenin mali ve toplum işlerine bakar. Kilisenin bakım ve onarımı da derneğin görevleri arasındadır.

          Patrikhanenin en yetkili organı sinod meclisidir (sen sinod). Sinod sekiz, on veya on iki metropolit veya piskopostan oluşur. Patrikhaneye veya patrikhanenin toplumuna ait emir ve tüzükleri hazırlayan, karar veren ve yürüten meclistir. Sinod üyelerinden birisi patrik seçilirse, yeni bir üye meclise alınır. Sinod üyesi olabilmek için metropolit veya piskopos olmak ve evlenmemiş bulunmak şarttır. Sinod’a üye seçimi önceleri patrikhaneye bağlı piskopos ve metropolitler arasından seçimle olurdu. Sonraları en yaşlı metropolitler sinod üyesi olmaya başladı. Daha sonra bu yöntem de bırakılarak bir veya birkaç yıl için sıra ile metropolitler sinod üyesi olmaya başladılar. Sinod’un görevi patrik seçmek, diğer patrikhanelerle ilişki kurmak, metropolit, piskopos, rahip ve papazları atamak veya görevden almaktır.

          Patrikhanenin ve patrikhanenin temsil ettiği toplumun en yüksek dini başkanı patriktir. Ancak patrik tek başına karar veremez. Sinod’a danışması gerekir. Patrik olabilmek için evlenmemiş olmak ve sinod üyesi bulunmak gereklidir. Patrik vekili ise, patriğin bulunmadığı zamanlarda onun görevini yapar. Patrik vekili de sinod üyeleri arasından seçilir. Bazen sinod’a, patrik vekilinin yerine de üye seçilir. Bazan de patrik vekili ile birlikte on iki kişi olur.

          Museviliğin Yahudîler arasında yayılmasından sonra Hz.Süleyman bütün tapınakları kapatmış ve bir tek ibadethane yaptırmıştır. Bunun adı Mescid-i Aksa veya Süleyman Mabedi’dir. Kudüs’de bulunan bu tapınak iki kez yıktırılmış ve ikinci yıkılıştan sonra Yahudiler bir daha onarmamışlardır. Zaten halkın pek çoğu katledilip veya sürgün edildiğinden 2000 yıl siyasal birlik kuramamış, böylece onarım işi de imkânsızlaşmıştır.

          Başlangıçta Tanrı’nın oturduğu yer veya Tanrı’nın tahtının bulunduğu yer olarak kabul edilen bu bina Yahudilerin tek ibadet yeriydi. Bundan başka yerde ibadet edilemezdi. Ancak tapınağın yıkılışı ve sürgünler nedeniyle Yahudîler arasında yeni ibadethaneler fikri ortaya çıkmıştır. Daha çok toplum içinde birliği sağlamak ve Yahudî toplumunu örgütlemek ihtiyaçlarından doğan bu düşünce, dünyanın her yerinde havraların yapılmasına yol açtı. Bu havraların yönetimi bir merkezde toplanarak buraya, havralardaki din adamı olan hahamdan dolayı, hahamhane ve hahambaşılık denildi. Bu hahamhaneler Yahudîlerin bulunduğu hemen her bölgede kuruldu.

           

           (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)
          • 5. Hafta: Osmanlı İmparatorluğunda Devşirme Sistemi

            Kuruluş dönemi Osmanlı ordusu başlangıçta, sınırlarda toplanan aşiret kuvvetleri ile cihad amacıyla yine buralara gelmiş gazilerden oluşuyordu. Kuşkusuz bunlar, sürekli ve örgütlü bir ordu değildi. Ancak, İslâm dininin verdiği heyecan ve uc bölgelerinin sosyo-ekonomik yapısından kaynaklanan savaşkan bir topluluktu. Hepsi atlı olup hafif silahlarla savaşırlardı.

            Osmanlı Beyliği yavaş yavaş genişlemeye başlayıp büyük kent ve kaleleri ele geçirdiği zaman, buraları koruyacak ve merkezi otoriteyi sağlayacak sürekli bir yaya ordusuna ihtiyaç duydu. Böylece bu atlı kuvvetlerin dışında Yaya ve Müsellem denilen teşkilat kuruldu. Aşiret kuvvetleri ve köylülerden toplanan bu kuvvete paralel olarak kent halkı arasından toplanan bir de Azap  askeri vardı.

            Yaya teşkilatının esasını ocaklar oluştururdu. Ocaktaki er sayısı değişkendi. Ocak grubunun içinden birisi baş seçilir ve buna Yayabaşı veya Başyaya denirdi. Bu yayalar bir takım vergiler vermekle yükümlüydü. Ancak yaya, at besler ve atlı olarak savaşa giderse bu vergilerden muaf ve müsellem tutulurdu. Onun için bunlara Müsellem denmiştir. Teşkilat olarak yayaların aynı idiler.

            Yaya ve Müsellemler, Kapıkulu teşkilatı kurulduktan sonra geri hizmete alınmamışlar, daha uzun süre savaşçı sınıf olarak görev yapmışlardır.

            Balkanlarda fetihler çoğalıp, sınırlar genişleyince Devletin askere olan ihtiyacı da o ölçüde arttı ve yeni yeni kaynaklar arandı. Bu arada, savaşlarda esir düşenlerin gençlerinden beşte biri devlet hesabına alındı ve bunlara kısa bir süre eğitim ve öğretim yaptırılarak yeni bir ocak oluşturuldu ki bu, Yeniçeri Ocağının başlangıcıdır. Bu tarihlerde henüz Devşirme söz konusu değildir ve tutsakların beşte biri alınarak oluşturulan bu sisteme pencik denmektedir.

            Acemi ocağı ile Yeniçeri ocağının başlangıcı I.Murat dönemine kadar çıkarılabilmektedir ve Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek üzere ilk Acemi ocağı Gelibolu’da kurulmuştur. İlk dönemlerde tutsaklar doğrudan doğruya bu ocağa alınarak bir kaç akçe gündelik ile Gelibolu, Çardak ve Lâpseki arasında işleyen ulaşım araçlarında hizmet görmüşler ve sonra Yeniçeri ocağına alınmışlardır. Tutsaklar fırsat buldukça kaçtıkları için bu yöntem bırakılmış ve savaşlarda tutsak olan Zimmilerin küçük yaşta olanlarının beşte biri alınmaya ve Anadolu'da Türk köylülerinin yanında Türk-İslâm eğitimi verildikten sonra Acemi ocağına kaydolunmaya başlanmıştır. Devletin fazla tutsağa ihtiyacı olmadığı zamanlar, tutsak bedelinin karşılığı olarak para alınmıştır.

            Zamanla, Pencik yöntemiyle toplanan askerler de ihtiyacı karşılamayınca, devlet yeni yollar ve kaynaklar aramaya başlamıştır. Özellikle Ankara Savaşından sonra, Osmanlı fetihlerinin yaklaşık elli yıl duraklamış olması, Pencik oğlanlarının sayısında büyük ölçüde azalmaya yol açmıştır. Asker yetiştirmek için yeni kaynaklar aranmasında en önemli etken bu olmalıdır.

            Böylece devletin, sınırları içinde bulunan Gayrimüslim çocuklarından Acemi oğlanı toplamak üzere uygulamaya girişmesi ile Devşirme yöntemi ortaya çıkmıştır. Devşirme’nin uygulamaya konulmasıyla Pencik yöntemi kalkmamış, ancak bir tür vergi olarak devam etmiştir.

            Devşirme yöntemi ancak XVI. Yüzyıl sonlarına kadar bozulmadan devam edebilmiş, bu tarihten itibaren kuloğlu veya ağaçırağı adı altında bir takım kimseler ocağa alınmak suretiyle sistem yavaş yavaş bozulmuştur. IV. Murat döneminde yapılan ıslahat arasında Devşirme sorunu da ele alınmış fakat yapılan düzenlemeler geçici olmuştur. Bu kez ocağa yalnız kuloğulları ve ağa çırakları değil ferzend-i bevvab ve ferzend-i çaşnigir adlarıyla kapıcı ve sofracıların çocukları da alınmaya başlamıştır. Giderek çok kısa bir sürede Devşirme yasası bütünüyle bırakılıp Hıristiyan çocukları yerine Müslüman çocukları devşirilmeye başlanmıştır. Demek oluyor ki Devşirme yoluyla Hıristiyan çocuklarının toplanması XV. yüzyıl ortalarından XVI. yüzyıl sonlarına kadar ancak yaklaşık 150 yıl sürebilmiştir.

            Osmanlı İmparatorluğu tarihi içinde kısa sayılabilecek bir süre içinde uygulanan bu işlemde dikkat edilmesi gereken bir husus da Devşirmenin her yıl yapılıp yapılmadığı, devşirilen çocukların sayısı, Devşirme toplanan bölgeler ve Devşirme çocuklarının hangi Gayrimüslim topluluklardan toplandığıdır.

            İslâm Hukukunda bu konuyla doğrudan ilgili açık ve kesin hükümler bulunmaması nedeniyle bizim de kesin bir sonuca varmamız söz konusu değildir. Fıkha uygun olup olmadığı konusunda hukukî yönden kuşkuda bulunduğumuz Devşirme yönteminin, Osmanlı İmparatorluğu içinde doğal bir davranış ve uygulama olduğunu daha açık bir biçimde söyleyebiliriz. Devşirme, İmparatorluğun ihtiyaçlarından doğan ve örf hukukuna dayanan bir uygulamadır. Bu uygulamanın Anadolu ve Balkanlardaki Türkleşme ve İslamlaşmaya etkisi çok sınırlı olmuştur. Devşirme;

            1-Zaman olarak sınırlıdır.

            2-Bölge olarak sınırlıdır.

            3-Etnik yapı olarak sınırlıdır.

            4-Din bakımından sınırlıdır.

            5-Her yıl toplanmaması bakımından sınırlıdır.

            6-Her seferinde toplanan Devşirme sayısı bakımından sınırlıdır.

            7-Toplanan çocukların yaş durumları bakımından sınırlıdır.

            8-Fizik yapıları bakımından sınırlıdır.

            9-Sosyal durumları bakımından sınırlıdır.

            10-Kültürel durumları bakımından sınırlıdır.

            11-Ailenin çocuk sayısı bakımından sınırlıdır.

             

             

             (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)
            • 6. Hafta: Osmanlı İmparatorluğunda Zimmilik Durumunun Hukuki Esasları

              Osmanlı İmparatorluğu, Müslüman olmayan halk için din ve mezhep farkı gözetmeden geniş bir eşitlik tanımıştır. Özellikle sosyal haklar açısından tam bir eşitliğin varlığı kabul edilebilir. Mesela şu veya bu dine veya mezhebe mensup olduğu için hiçbir Gayrimüslimin seyahat ve yerleşmeyle ilgili özgürlükleri sınırlı değildir.

              Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde Müslüman olmayan halk seyahat veya yerleşme etmek bakımından, bir iki önemsiz durum dışında, hemen hemen Müslüman halka yakın durumdadırlar. Ancak Müslümanlar için kutsal sayılan Mekke ve Medine gibi şehirlerde cami, mescit ve ziyaret -yatır- gibi yerlere Gayrimüslimlerin girmesi yasaklanmıştır. İslâm hukukunda da özellikle belirtilen bu noktayı Osmanlı İmparatorluğu da aynen uygulamıştır. Buna paralel olarak Müslüman halkın, Gayrimüslimlere ait kilise, manastır, özellikle Kudüs’deki kutsal yerler ve havra gibi yerlere girmeleri de yasaklanmıştır. İslâm hukukunda Müslümanların, Gayrimüslimlere ait kutsal sayılan yerlere girmesini engelleyen hiçbir kayıt yoktur. Müslüman olmayan halka ait dini binalara sadece Müslüman olmayan halk değil, görevli olmadığı takdirde mîrimîran, mîriliva, sübaşı, işerleri girmesi de yasaktır. Osmanlı İmparatorluğunun tanımış olduğu bu eşitliğe rağmen bazen Müslüman halk veya devlet memurları, Gayrimüslim halkın seyahatine engel olmuş veya güçlük çıkarmışlardır. Yalnız bu müdahaleler sadece âyinlerini yapmak üzere gidenlere yapılmıştır. Devlet bu ve buna benzer olayların tekrar etmemesi için önlem almış, böyle kimselere elbise değiştirmek ve hatta silah taşımak hakkını tanımıştır.

              İkamet özgürlüğündeki eşitlik, seyahat özgürlüğündeki eşitliğe göre daha sınırlı tutulmuştur. Müslüman olmayan halkın Mekke ve Medine’de oturmaları yasak olduğu gibi, bu iki bölgeden başka yine Müslümanlar için kutsal sayılan yerlerde yerleşim de yasaklamış veya bazı özel şartlara tabi tutulmuştur. Genellikle büyük mescit ve camilerin civarında Müslüman olmayan halkın oturması sakıncalı görülmüştür.

              Yeni fethedilen yerlerde bulunan halkın bir kısmı, özellikle ihtiyaç duyulan meslek sahipleri, fetihten sonra mecburi iskâna tabi tutulmuşlardır. Bir yerin fethi sırasında oradaki halkın bir kısmının İstanbul’a veya başka bir Osmanlı şehrine nakledilmesinin diğer bir nedeni de güvenlik önlemidir.

              Anadolu Beylikleri döneminde Gayrimüslimlerin giyimlerine devlet veya sultanlar tarafından pek karışılmadığını ve İslâm egemenliğinde yaşayan Gayrimüslimlerin giyim, mesken yapma ve davranış özgürlüğü bakımından en çok bu dönemde hürriyete sahiplerdi Anadolu Beyliklerinden biri olan Osmanlı Devleti için de bu durum aynı idi. Ancak III. Murad’a ait bir fermanda giyim konusundaki kısıtlamanın Fatih zamanında da olduğu belirtilmektedir. Buna rağmen XV. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olmayan halkın büyük ölçüde giyiniş, mesken yapma ve davranış özgürlüğü içinde olduğu ileri sürülebilir. Ancak bir tarihten sonra Osmanlı İmparatorluğunda da Zimmîlerin giyimine kayıtlar konulmaya başlanmış ve hatta buna uymayanlara ağır cezalar verilmiştir. Osmanlı tarihinde giyim, mesken yapma ve davranış kısıtlamasının en ağır olduğu dönem II. Murat zamanıdır.

              Osmanlı İmparatorluğunda mesken konusu Müslim ve Gayrimüslim açısından hemen hemen hiç bir dönemde büyük bir şikâyet konusu olmamıştır. İslam hukukuna göre Gayrimüslimler, Müslümanlardan daha büyük ve yüksek ev yaptıramazlarken, Osmanlı İmparatorluğunda böyle bir yasak hiçbir dönemde uygulamamıştır. Mesken konusuyla ilgili olarak kilise, manastır, havra gibi  ibadet yerlerinin yapımı ve onarımıyla ilgili bir takım yasak ve sınırlamalar ise sürdürülmüştür.

               

                (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)

               


              • 7. Hafta: Zimmilerin Ceza Hukuku Bakımından Durumları

                Ceza hukuku açısından İslâm Hukuku, Osmanlı İmparatorluğunda tam anlamıyla uygulanmamıştır. Zira bazen Fıkıh hükümlerinin emrettiği cezalar değiştirilmiş, bazen da olmayan yeni cezalar konmuştur.

                Osmanlı İmparatorluğunda, işlenen bir suçtan dolayı verilen cezaları iki ana grupta toplanmaktadır. Bunlardan ilki şekil ve miktarları önceden belirlemiş olan siyaset yani Hadd, kısas ve diyet, ikincisi ise kadının yetkisine bırakılmış tazir cezalarıdır.

                Siyaset, ağır suçlardan dolayı verilen cezadır. Bu, ölüm cezası şeklinde veya bu ceza verilmeden de uygulanabiliyordu. Ölüm cezası verildiği durumlarda buna Siyaseten katil denirdi ki boğarak, kafasını keserek, asarak yani idam ederek öldürme ve kısas bu ceza türleri arasındaydı. Osmanlı İmparatorluğunda siyaseten katil konusunda Müslüman halk ile Müslüman olmayan halk arasında bir fark yoktu. Bu bakımdan tebaa arasında bir fark gözetilmez, Müslümanlar irtidât etmedikçe, Gayrimüslimlerin de zimmet hukukunu bozulmadıkça siyaseten katlin hükümleri her iki gurup için de eşit olarak uygulanırdı.

                Ölüm cezasının dışında kalan siyaset cezaları ise, kısas cezası uygulanmadığı zaman, onun tazminatı şeklindeki diyet, kürek, ağır hapis ve para cezaları veriliryordu.

                Kadının yetkisine bırakılan tazir cezalarının kanunnamelerde ve fermanlarda şekil ve miktarları belirtilmemiştir. Özellikle küçük suçlar için verilen bu ceza dayak (falaka), teşhir, azarlama ve hatta sürgün cezalarıdır. Siyaset cezalarında olduğu gibi tazir cezalarında da Müslim ve Gayrimüslim ayırımı yapılmaz, herkese aynı miktarda ve şekilde uygulanırdı. Ancak istisnalar olabiliyordu. Gerek kanunnamelerde gerekse davalar arasında bununla ilgili örnekler görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğunda Zimmîler, Zimmîlere karşı veya Müslümanlara karşı işledikleri suçtan dolayı nasıl cezalandırılmışlarsa, Müslümanlar da Zimmîlere karşı işledikleri suçlar sebebiyle cezalandırılmışlardır. Cezalar verilirken bazen rüşvet devreye girebiliyordu Bu durumlarda rüşveti veren de alan da cezalandırmıştır. Suç işleyen Gayrimüslimleri suçlarından dolayı cezalandırdığında, her hangi bir nedenle aile ve akrabalarının zarar görmemesine de dikkat ediliryordu.

                Osmanlı İmparatorluğunda Gayrimüslimlerin ceza hukukunu yetki veya alan bakımından da iki gruba ayrılmaktadır. İlki Osmanlı İmparatorluğu’nun ceza hukuku alanı ikincisi ise Gayrimüslimlerin, özellikle dinî bakımdan ait oldukları, kilise, patrikhane, havra ve buralardaki din adamlarına tanınan ceza hukuku yetkisidir. İkincisi ilkine göre çok daha dar ve basit suçlar ile hafif cezaları içermektedir. Aynı zamanda bu suç ve cezalar daha çok kilise içi ve dinî konularla ilgilidir. Bu cezalandırma sırasında kim olursa olsun görevli olmayan kimselerin karışması veya engel olması kesinlikle yasaklanmıştır.

                Kendi hukuk alanları içinde ceza verme yetkisine sahip olan Gayrimüslim din adamlarına, kendi cemaatlerinde olsa bile ölüm cezası yetkisi verilmemiştir. Dahası bütün ağır cezalar da bu yetkinin dışındadır. Bu nedenle, bu kimseler ellerinde bulunan ceza hukukunun dar sınırlarını genişletmek amacıyla, toplumlarında cezalandırılmasını isteyip de cezalandıramadıkları kimseleri dönemin padişah veya sadrazamına şikâyet etmişlerdir.

                İhtida konusunda Osmanlı İmparatorluğu Fıkıh hükümlerine oldukça bağlı kalmıştır. Osmanlıların hemen hemen hiç bir döneminde, zorla İslamlaştırma yoluna gidilmemiştir. Devlet ihtidayı her zaman teşvik etmiş ve Müslüman olanları ödüllendirmiştir. Ödüllendirme genellikle tımar veya gedik tevcih etmek şeklinde olmuştur. Sadece orta halli veya yoksul halk değil, beyler, hatta kırallar bile ihtida etmişlerdir. Özellikle Gürcü beyleri arasında İslâmiyeti kabul edenler çoktur Diğer yandan Eflak ve Boğdan’da da yüksek tabaka arasında ihtidalar olmuştur. Nitekim XVI.yüzyıl ortalarında Boğdan voyvodalarında İlya Rareş Müslüman olmuştur.

                Halk toplulukları içinde ihtida edenlere verilen mükâfatlara göre, bu, yüksek sınıfa mensup yeni Müslümanlara verilen armağanlar da toplumsal durumlarına uygun olarak daha büyük olmuştur. Mesela, yukarıda sözkonusu ettiğimiz Boğdan voyvodasının ihtidasından sonra, başta vezirler olmak üzere devlet adamlarının verdikleri armağanlar, bir servet olabilecek kadar çoktur.

                Zimmî Müslüman olurken bir takım işlemler yapılmaktadır. Her şeyden önce ihtidanın kadı huzurunda yapılması gerekir. Önce kelime-i şehadet getirtilir. Buna iki Müslümanın tanıklığı gerekir. Daha sonra Zimmîye Arapça bir isim verilirdi. İsmi değiştirildikten sonra da başına Müslümanların giydiği sarıktan sarılıp daha sonra sünnet ettirilmektedir. Böylece Müslüman olma işlemi tamamlanmış olurdu.

                İhtidanın tam zıttı olan irtidat ise Osmanlı İmparatorluğu’nda son yüzyıl dışında pek görülmemiştir. Zaten İslâm hukuku hükümlerine göre ağır cezaları vardır.

                Fıkıh hükümlerinin aksine olarak Zimmîler Osmanlı ordusunda askerlik yapmışlardır. Sipahilik ve topçuluk yaptıkları gibi, Martolos, Eflak Voynuk, Lagator ve Pirimkür gibi geniş ölçüde ve özel örgütlerde de askerlik görevinde bulunmuşlardır. Doğrudan Osmanlı ordusunda asker olarak görev alan Gayrimüslimler genellikle geri hizmetlerde kullanılmışlar ve pek azı savaşçı olarak kullanılmıştır. Donanma hizmetinde çalışan Hıristiyan leventler ve kürekçileri de, askerlik görevi yapanlar arasında sayılmalıdır. Özellikle Ege adalarında eli silâh tutan erkeklerin, denizden gelecek her hangi bir saldırıya karşı sırayla nöbet beklemelerini de bir tür askerlik hizmeti kabul edilebilir.

                Zimmîler çeşitli yerlerin iltizam ve mukataalarında görev aldıkları gibi tercüman ve diplomat olarak da çalışmışlardır. Yavuz Sultan Selim Mısır’ın fethinden sonra Abraham Castro adlı bir Yahudiyi darphane emîni olarak atamıştır.

                Osmanlılar fethettikleri yerlerde patrîk, metropolit ve piskoposları tanımakla kalmıyor, onları koruyup, tımarlar vererek, bir tür devlet memuru durumuna getiriyorlardı. Tımar yalnız din adamlarına değil, sivil halka da veriliyordu. Bunların içinde bazıları da kendi toplumlarının bir çeşit muhtarı durumunda olan Çeribaşılık, köy Kethüdalığı, Meliklik, Kınez ve Voyvodalık gibi görevlere atanıyorlardı.

                Zimmîler için resmî görev sayabileceğimiz bir iş de casusluktur. Devlet casusluk işinde hemen hemen bütünüyle Zimmîleri kullanmıştır. Kuşkusuz bunda Gayrimüslimlerin daha iyi yabancı dil bilmelerinin ve yabancı toplum içinde yaşama imkânlarının oluşunun bunda önemli payı vardır.

                 

                 (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)
                • 8. Hafta: Zimmilerin Aile Hukuku

                  Osmanlı İmparatorluğu Zimmîler arasındaki evlenme ve boşanmaya hemen hemen hiç karışmamış, bunu tamamen kendi din adamlarının yetkisine bırakmıştır. Evlenme ve boşanma konusundaki geniş yetki yanında, kilise yasalarına aykırı bir şekilde papaz ve rahiplerin nikâh kıymalarına da izin verilmemiştir. Kendi âyinlerine göre deyimi, Gayrimüslimlerin kendi dinsel inançlarına göre eklenecek olan kadın ve erkekte aranan şartlar anlamına gelmektedir. Bu koşullar belli başlıları şöyledir: Evlenecek kadın ve erkek mutlaka Hıristiyan olmalıdır. Ortodoks, Katolik, Protestan gibi mezhep ayrılıkları bile evlenmeye engel oluşturmaktadır. Bir erkek bir kadınla evlenebilir. Nikâh mutlaka kilisede ve bir dinî yetkilinin gözetimi altında olmalıdır. Evlenme töreni için belli dualar okunduktan sonra töreni yürüten din adamı tarafından kutsanmalıdır.

                  Eşlerin boşanması için İslâmiyet’teki talak gibi kolay usullere karşın Hıristiyanlıkta zorlaştırıcı şartlar vardı. Hıristiyan bir koca karısını kendi kendine boşayamazdı. Boşanma işlemini de kilisede yapılırdı. Boşanmak kolay olmazdı. Hem kilisenin şartlarına uymayan hem de devletin yasak etmiş olmasına rağmen meşru olmayan nikâhların kıyıldığına da şahit olunmaktadır.

                  Osmanlı İmparatorluğu evlenme ve boşanma işinde olduğu gibi, miras konusunda da Müslüman olmayan halkı serbest bırakmıştır. Eğer ölenle ilgili veraset davası yoksa kadı bütün malları koruma altına alarak beytü’l-mal emini de dâhil olmak üzere hiç kimse buna müdahale edemezdi. Ölenin kim olduğu ve verasetle ilgili ülkesinden aldığı belgeler kontrol edilir. Sonradan durum payitahta bildirilirdi. Padişah tarafından soruşturma yaptırılır ve doğru olduğu anlaşılırsa ölenin mallarının hepsi gelene iade edilerek gönderilir. Kadılar mal taksimi sırasında herhangi bir para alması da yasaklanmıştır.

                  Gayrimüslimin mirasçıları vasiyetnameye itiraz ederlerse buna dair işlemlerde gerekli soruşturmalar yapıldıktan sonra uygulanırdı. Genellikle ruhban sınıfından olanlar mallarını kiliseye bağışlamış oluyorlardı. Bu durumda  akrabaları vasiyetnameyi dinlemeyerek ölenin malına el koyma yoluna gitmişlerdir.

                  Patrikhane ve hamamhanelerin mirasla ilgili sorunları çözmeleri yanında-özellikle ruhban sınıfına ait kişilerin mirasla ilgili sorunları mirasları buralarda görülürdü. Osmanlılar’da bazen Müslüman olmayan halka ait miras sorunlarını da çözmüştü. İster Müslüman, ister Gayrimüslim olsun varisler istemedikleri sürece devlet memuru olan kassamlar mirasa karışamazlardı.

                  İslâm hukukunda Müslümanların nasıl ve ne şekilde vakıf kurabilecekleri uzun uzun anlatılmıştır. Türkler İslâm dünyasına girdikten sonra çeşitli sebeplerden dolayı vakıf konusunda çok cömert davranmışlar ve pek çok vakıf kurmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğunda da bu iş ancak bir nezaretle idare edilecek kadar çok ve genişti.

                  İslam hukukunda Müslüman olmayan halkın da hangi şartlarla vakıf kurabilecekleri belirtilmiştir. Buna göre, bir Zimmî ancak kendi dinsel kurumlarına ve kendi toplumuna ait vakıf kurabilirdi. Bir Müslüman, Zimmî için vakıf kuramayacağı gibi, bir Zimmî de Müslüman için vakıf kuramazdı.

                  Osmanlı İmparatorluğunda, tebaadan olmayan yabancıların, yani harbîlerin ne amaçla olursa olsun vakıf kurmaları yasaklanmıştır. Tebaadan olan Gayrimüslimler ise kendi inançlarına göre vakıf kurabilirlerdi. Mirî toprak üzerinde çiftlik sahibi Zimmînin, bu toprağı vakfetmesi söz konusu değildir. Vakıf ancak mülkiyet üzere mutasarrıf oldukları şeyler üzerinde olabilirdi.

                   

                    (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)


                  • 9. Hafta: Ekonomik Hayatları

                    Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olamayan halkın mülkiyet ve tasarruf hukuku sınırlıdır. Ancak bu sınırlama yalnız Zimmîler için değildir. Müslüman halkın da mülkiyet ve tasarruf hakları sınırlıdır. Daha doğrusu Fıkıh hükümlerine göre düzenlenen mülkiyet ve tasarruf konusunda teb’a bu günkü anlamda tam olarak bağımsız değildir. Osmanlı İmparatorluğunda da durum aynıdır. Devletin toprakları İslâm hukuku hükümlerine göre bir takım kısımlara ayrılmıştır. Bu kısımlar içinde Gayr-i müsilmleri en çok ilgilendiren “arazi-i haraciyye”dir. Böyle topraklarda bağ, bahçe ve diğer toprak çeşitleri halkın mülkü olup diledikleri gibi tasarruf hakkına sahiplerdir. Bu topraklarda tam mülkiyet bağımsızlığı vadır ve tasarrufun sınırı yoktur.

                    Daha Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Zimmîler arasında ve Zimmî ile Müslüman arasında sözleşme ve anlaşmalar yapılmıştır. Bu sözleşme ve anlaşmaların büyük bir kısmı borç alıp verme veya kefil olma konularında olmuştur. Diğer yandan kira ve icare ile ilgili sözleşmeler de olmuştur. Bu sözleşmeler bazen kefillerin veya borçluların sözlerini tutmamaları nedeniyle bozulmuştur. Devletin müdahale etmediği bu gibi sözleşmelerde suistimaller olmuş ve yalancı tanıklarla, kimseye borcu ve kefaleti olmayan kimselerden para koparmak yoluna gidilmiştir.

                    Müslüman olmayan halk yalnız Osmanlı İmparatorluğu zamanında değil, daha önceki dönemlerde de ticaret hayatına hâkim olmuşlardır. Zaten Gayr-i müslimlerin ticaret yetenekleri ve gelenekleri yanında devlet ve Müslüman halk, ticareti de sanat gibi makbul bir iş saymadığından, doğal olarak ticaret hayatı Müslüman olmayan halkın tekeline girmiştir. Müslüman olmayan halk içinde Yahudilerin ticaretteki önemi herkesce bilinen bir gerçektir. Yahudilerin ticaret geleneği çok eskilere dayanmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi yalnız Osmanlı döneminde değil, eski çağlardan beri gittikleri her ülkede ve her dönemde Yahudiler ticaret hayatına hakim olmuşlardır. Yahudilerdeki bu ticaret yeteneği ve geleneğini esas olarak “Babil sürgünlüğü” ne kadar çıkarmak mümkündür. Bu tarihlerde Musevîlik kesin şeklini almıştır. Musa dini ile çiftçiliği bir arada yürütmek çok zordur. Mesela, Sabbat günü Musevî inançlarına göre, kimse kimseye, özellikle hayvanlara, dokunamaz, ateş yakamaz, kısaca hiç bir iş yapamazdı. Oysa bir çiftçinin gerektiği zaman bahçesini ve her gün hayvanlarını sulaması gerekirdi. Bunun yanında Yahudilerin ana yurtlarından uzakta bulunmaları toprak sahibi olmalarına engel olmuştur. Bu nedenden Yahudiler Babil sürgünlüğünden itibaren gittikleri ülkelerde tarım yerine sanat ve ticaretle uğraşmışlardır.

                    Yurtdışı ticarette de Gayr-i müslimler içinde Yahudiler başta gelmektedir. Yurtdışı ticarette devletin en çok önem verdiği noktalar, Osmanlı topraklarında bulunmayan şeylerden az gümrük alınması, dışarıya çıkarılması yasak olan şeylerin çıkarılmaması ve gümrük vergisinin normal bir şekilde ödenmesidir.

                    Dışarıya çıkarılması yasak olan şeyler genellikle zahire, at, savaş aletleri, deri, altın ve gümüş gibi değerli madenlerdir. Bu maddelerin dışarıya çıkarılması yasaklanırken, ya yurt içindeki mal darlığı veya o maddenin stratejik önemi göz önüne alınmıştır. Mesala, buğday ihtiyacını mutlaka dışarıdan sağlamak durumunda bulunan Venedik’le Osmanlı İmparatorluğu arasında bir anlaşmazlık çıkınca, devlet Venedik’e buğday ihracını yasaklamıştır. Bu durumda buğday stratejik bir madde niteliğini kazanmıştır. Kuşkusuz bu yasaklar bütün teb’a içindir. Müslüman olmayan halk için bu konuda özel bir uygulama yapılmamıştır.

                    Yurt dışına çıkarılması yasak olan bu mallardan başka, yurt içinde satışı yasak olan mallar da vardı. Başta yine Müslümanlar için kutsal sayılan eşyanın Zimmîler tarafından alış verişi yasaktı. Ayrıcva Fıkıh hükümlerince de yasak olan Gayr-i müslimlere esir satılması, ahırlarında hayvan besleyenlerin gerektiğinde bunları Yahudilere satması da bu yasaklar arasında idi.

                    Şarap, meyhane ve tuz işleri ise bir tür tekel satışı durumundaydı. Dışarıdan gelen tuzlar ancak tuz âmilinin elinden geçtikten sonra satılabilirdi.

                    Osmanlı İmparatorluğunda şarap yapmak ve satmak, gerekli vergiler ödendikten sonra, serbestti. Ancak Müslümanlara şarap satılamazdı. Ayrıca Zimmîler kendileri içmek için yaptıkları şaraba da vergi ödemezlerdi. Bununla ilgili olarak yabancı elçilerin dışarıdan serbestçe şarap ithal etmelerine izin verilmişti. Vergi sadece satılacak olan şaraplardan alınırdı. Sokak aralarında açıkça şarap satmak da yasaklar arasında idi.

                    müslüman olmayan halk için domuz beslemek, alıp satmak ve yemek tamamen serbest bırakılmıştır. Yalnız, domuz besleyenlerden “resm-i hınzır” adı altında bir vergi, satışını yapanlardan ve gerek yemek ve gerekse satmak için kesenlerden de bac alınmıştır. Ancak bu vergilerin miktarı yere ve  zamana göre değişik olmuştur.

                    Osmanlı İmparatorluğunda el sanatları ve atölyeler şeklinde oluşan küçük endüstri hayatı da Müslüman olmayan halkın elinde bulunmuştur. Mesela, deri, kösele işleri, dokumacılık, matbaacılık, enfiye yapımı, kazan ve benzeri eşyaların yapımı daha çok Zimmîlere bırakılmıştır.

                    Faiz ve tefecilik İslâm hukukunca Müslümanlar için yasaklanmış fakat bu yasağa da şarap yasağı gibi Müslümanlar tarafından pek uyulmamıştır. Ancak şarap yasağı için hiç bir hie-i şer’iyye bulunamadığı halde faiz işlemi için, dolambaçlı yollardan da olsa, bir yol bulunmuştur.

                    Osmanlı İmparatorluğunda, özellikle Müslümanlar için makbul sayılmadığından, Zimmiler bol bol faiz ve tefecilik yapmışlardır. Özellikle Ermeni sarrafların ve banker Yahudilerin bu işte önemleri büyüktür.

                     

                    Osmanlı İmparatorluğunda sanat ve ticaret Müslüman halk tarafından makbul işler sayılmadığından bu gibi işleri genellikle Gayr-i müslimler yapmışlardır.

                    Müslüman olmayan halk hemen hemen akla gelebilecek her türlü işi yapmışlardır. Ancak yalnız Müslümanlara özgü bazı iş ve görevler de vardır ki bunlar Gayr-i müslimlere verilmemiştir. Mesela, müftülük, kadılık, müderrislik gibi ilmiye mesleği Müslümanlara özgü olduğu gibi camilerle ilgili vakıfların mütevelliği, Kur’an ticareti ve benzeri işler de yine Müslüman olmayan halka kapalı idi.

                    Zimmîlerin en çok rağbet ettikleri meslekler hekimlik, sarraflık, kuyumculuk, mimarlık, tüccarlık ve diğer el sanatlarıyla ilgili mesleklerdir. Bunlardan hekimlik en çok Yahudiler elinde bulunmuştur. Gayr-i müslimlerin, hekimlik mesleğinde geniş iş alanı bulmalarının bir sebebi de Osmanlı İmparatorluğunda kadınların doktor olmamaları nedeniyle kadın hastayı muayene ve tedavi edecek doktorun erkek olması mecburiyetidir. Bu durumda kadın hastayı muayene ve tedavi edecek hekimin, Müslüman yerine Zimmîlerden olması tercih ediliyordu. Kuşkusuz bunun nedeni Müslüman kadınların Gayr-i müslim erkeklere haram olduğu inancıydı.

                    Osmanlı tarihinde yalnız Müslüman kadınlardan değil, Müslüman olmayan kadınlardan da hekim olamıyordu. O dönemin anlayışına göre, hekimlik mesleği yalnız erkeklere özgü idi. Ancak Zimmî kadınlardan, özellikle sarayda, hastabakıcı durumunda kimselerin bulunduğu da olmuştur.

                    Yahudiler gerek dinî gerekse siyasî nedenler yüzünden çiftçilikle uğraşamayınca, bunun dışında kalan meslek ve işlere el atmışlardır. Zaten Yahudiler arasındaki hekimlik geleneği oldukça eskilere dayanmaktadır. Musevîlikteki dört büyük melekten birisinin görevi hastaların iyileşmelerini sağlamak yani hekimliktir. Bu gelenek, bu gün de halâ inançlarına sıkı sıkıya bağlı bulunan Musevîlerin dinlerinden gelmekte ve bu din içinde önemli bir yer işgal etmektedir.

                    Osmanlı İmparatorluğunda, Müslüman olmayan halkın özellikle çalıştığı son büyük meslek grubu tüccarlık, gümrükçülük ve mültezimlikti ki bu konuyu daha önceki bölümde anlatmıştık. Ancak burada da konuyu ticaret özgürlüğü açısından değil fakat meslek açısından bir kez daha ele almamız gerekir. Ticaret, gümrük ve iltizam işlerinde çalışan Gayr-i müslimler arasında bir sınıflandırma yapacak olursak, diğerlerince göre Yahudilere öncelik tanımamız doğru alır.

                    Müslüman olmayan halkın, yukarıda sözü edilen hekimlik, mimarlık, kuyumculuk, sarraflık ve tüccarlık meslekleri dışında, diğer bütün mesleklerde de çalıştıkların söylemiştik. Bu meslekler, genellikle madencilik, meyhanecilik, duvarcılık, terzilik, çulhacılık, kürkçülük, arabacılık, balıkçılık, ırgatlık, rençberlik, çiftçilik hayvancılık kazancılık, celeplik, kasaplık, çöpçülük ve daha buna benzer günlük yaşamla ilgili işlerdir. Ancak bu sonuncu meslekler için hangi grup Zimmînin hangi meslekte daha çok çalıştığını tam anlamıyla saptamak şimdilik mümkün değildir.

                      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)

                     


                    • 10. Hafta: İbadethane ve Ruhban Sınıfının Hukuki Durumları

                      Osmanlı İmparatorluğunda, Müslüman olmayan halkla ilgili olarak ibadet yerlerinin ve dinî önderlerinin durumu, verilen fermanlarla belirtilmiştir. Daha ilk zamanlardan itibaren ibadet yerlerinin ve dinî önderlerinin durumu ile sonraki dönemler arasında fark vardı. Devletin sınırları genişleyip, daha çeşitli ve çok sayıda Müslüman olmayan halk egemenlik altına alınınca, bunların için durumlarını düzenleyecek bir takım kayıt ve şartların konması mecburiyeti ortaya çıktı.. Kudüs ve çevresindeki ibadet yerlerinin ve dinsel başkanların durumu aşağı yukarı Hz. Muhammed ve Dört Halife devrinde belirlenen duruma uymaktadır. İslamiyet’in çıkışı sırasındaki durumla kıyaslanınca Osmanlı dönemindeki farklar, her zaman Zimmîlerin lehine olmuştur. Hz.Muhammed  ve Dört Halife dönemi ile Osmanlı egemenliği dönemi arasında kalan Selçuklu, Eyyubî, Fatımî ve Memlüklüler devrinde durum hemen hemen değişmemiştir. Kısa süren ve yalnız Mısır ile Suriye’de egemen olan Tolunoğulları ve İhşidoğulları devrini ayrı tutarsak Emevi ve Abbasî devletleri zamanında, Kudüs ve çevresi dediğimiz Mısır, Suriye, Güney Anadolu ve Irak Gayrimüslimlerinin durumları Osmanlı dönemine nazaran iyi değildi.

                      Devlet her zaman Zimmîlere ait ibadet yerlerine yapılan saldırıya engel olmuş ve suçluları cezalandırmıştır. Bu işlemi yaparken de suçluyu Zimmî veya Müslüman diye ayırmamıştır. Gayrimüslimlerin ibadet yerleri yani kilise ve havralar hep devletin güvencesi altındaydı.

                      Yahudiler için Kudüs’deki kutsal yerler üzerinde bir takım ayrıcalık tanınan Ermeniler gibi Rumlara ve Katoliklere de Kudüs’deki kutsal yerler üzerinde bir takım tasarruf hakkı tanınmış ve bunların sınırları ayrı ayrı saptanmıştır. Paylaştırılarak bütün Hıristiyanların ortaklaşa kullanımına sunulan Kudüs’deki kutsal yerlerden başka İmparatorluğun her yanında patrikhanelere ve havralara ait dinî ve sivil binalar ile arazi ve malları üzerindeki tasarruf hakları da yine ferman ve beratlarla kendilerine verilmiştir.

                      Patriklerin ataması devlet tarafından yapılırdı. Ancak atanacak patrîk kendi toplumları tarafından seçilir, seçme işine devlet karışmazdı. Seçme hakkı tamamen kiliseye aitti. Devlet sadece patrikleri veya hahambaşıları atardı. Yalnız patrîk veya hahambaşıların görevden alınma işi kiliseye, hahamhaneye veya buraları yöneten meclislere danışılmadan da yapılabilirdi. Görevden alma nedeni genellikle devlet ve ülke aleyhine davranışlar ve patrîk veya hahambaşının kendi toplumunu iyi idare etmemesi idi. Kuşkusuz görevden alma, patrîk için bir ceza idi. Patrîk devlete ve ülkeye karşı suç işlediği zaman sadece azledilmez, gerekirse idam da edilebilirdi.

                      Patrikler ve diğer din adamları veya bunların vekilleri her hangi bir vesile ile seyahat ettikleri zaman, Müslüman kıyafeti giymek, ata binmek ve silah taşımak serbestisi yanında her türlü gümrük ve bacdan muaftılar. Ayrıca kilise, manastır, havra ve benzeri dinî yerlerde oturup kâr getirecek bir işle uğraşmayan veya hasta, felçli yahut buna benzer daha başka mazeretleri bulunan ruhban da Gayrimüslimlere mahsus vergiden ki en önemlisi cizyeden muaf idi.

                      Osmanlı İmparatorluğunda öğretim, gerek Müslümanlar, gerekse Müslüman olmayanlar için olsun ibadethanelerin içinde veya onlara bağlı yerlerde yapılıyordu. Gayrimüslimlerin kilise ve havralarının dışındı ve dinsel olmayan öğretim kurumu yoktu. Padişahlar, Müslüman olmayan halk gruplarının dini başkanlarına birok kez verdikleri fermanlarla onları din işlerinde serbest bırakmış ve ibadethanelerinin içinde yapılan her türlü eğitim ve öğretime karışmamıştır. Daha açık bir deyimle Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olmayan halk, eğitim ve öğretim konusunda serbest olmuştur. Zimmîlerin eğitim ve öğretim konusunda yasaklı oldukları tek konu Kur’an ve diğer İslâmî bilgileri okumak, öğrenmek ve öğretmektir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Müslüman olmayan halk kilise ve havralar içinde rahatça ve ayrıntılara ilişkin bazı kısıtlamalar dışında istedikleri gibi ibadet etmişlerdir.

                       

                       (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)
                      • 11. Hafta: Zimmilerin Hukuk İşleri Ve Hukuki Durumları

                        Osmanlı ceza kanunları, İmparatorluğun hemen hemen her yerinde aynı şekilde uygulanırdı.  İmparatorluk sınırları içindeki arazi veya vergi kanunnameleri böyle değildir. Her bölge, şehir, kasaba hatta köyler için ayrı kanunnameler düzenlenmiştir. Arazi kanunnamelerinin çeşitli olmasının birçok nedeni vardır. Bunlardan biri, yeni bir bölge fethedildiğinde kanunnamesi yapılırken o bölgenin, sosyal, ekonomik ve coğrafî yapısının göz önüne alınmasıdır. Gerçekten de mesela, Macaristan, Mısır, Anadolu ve Kafkasya’da örf, gelenek, coğrafî yapı birbirinden çok farklıdır.

                        Osmanlı İmparatorluğunda kanun koyma ve yeni düzenlemeler getirme konusunda ilk esaslı faaliyet I. Bayezit devrinde başlar. Devletin, düzenli defter tutulması, arazi tahriri, kadılık kurumunda ıslahat gibi yenilikler bu dönemde yapılmaya başlanmıştır.

                        Fetret devrinde, her konuda olduğu gibi bu konuda da bir duraklama olduğu kuşkusuzdur. Ancak II. Murat zamanında bu bu nitelikte yeniden başlamıştır.  Osmanlı hukukunun gelişmesinde Fatih devri bir dönüm noktası oluşturur. İmparatorluk tarihinde sürekli ve toplu yasama işlemi bu devirde önem kazanır. Bilindiği gibi Fatih’in hüküm ve yasakname olarak çıkardığı kanunlardan başka iki kanunnamesi daha vardır. Fatih’in başlattığı bu hareket Yavuz Sultan Selim, özellikle Kanunî Sultan Süleyman ve ondan sonra gelen padişahlar tarafından devam ettirilmiştir.

                        Örfî hukuk alanına giren Osmanlı kanunnamelerinde hiç bir zaman şer’ilik derecesi tam değildi. Kur’an’da örgütlü bir devletin yönetimine yetecek ve kamu haklarına ait açık prensip ve hükümler çok azdır. Hz. Muhammed zamanında uygulanan bildiğimiz yöntemler de, bu konuda yetersizdir. İlk halifeler devrinde alınan önlemler ve konulan yasaklar da Fıkıh hükümlerine uymaktan çok yerli yönetim ve geleneklerin aynen kabul edilmesinden ibarettir. Esasen İslâm hukukundaki hiyle-i şeriyye meselesi bu gibi gerkliliklerden doğmuştur. Böylece Osmanlılardan çok daha önce şer’i hukukla örfî hukuk iç içe girmiştir. Kanun koyucu ilk Osmanlı padişahları gerçekçi bir şekilde hareket etmişler ve hatta gerektiğinde Hıristiyan ülkelerdeki yerli örf ve âdetleri olduğu gibi bırakmak cesaretini göstermişlerdir. Dünyaya yönelik dinsel kuralları istedikleri şekilde tevil ettirip, şeriatın açık bırakılmış yönlerinden istifade ederek İmparatorluğun hayatını düzenleyecek hukukî ortamı sağlamışlardır.

                        Osmanlılar eski ve yasal yasaları yerinde bırakırken hükümlerden halkın yararına olanları almış, zararına olanları atmış ve yeni fethedilen ülkelerde eskiden beri süregelen düzeni kaldırmamışlardır. Yerinde bırakılan yasal yasalardaki birçok terim ve deyimler olduğu gibi bırakılmış ve bu durum Osmanlıların kendine özgü hukukî kuralları olmadığı ve diğer konularda da yabancı esasları benimsedikleri şeklinde yorumlanmamalıdır.

                        Osmanlılar yalnız Balkanlar, Ege adaları ve Kıbrıs’daki özünün Hıristiyan örf ve kanunlarını devam ettirmişlerdir. Anadolu’da, Beylikler dönemine ait birçok kanunname ile Akkoyunlu, Safavî ve Memluklu kanunnamelerinden de bir kısmının uygulanması sürdürülmüştür. Ancak, Avrupa’da olduğu gibi, buralarda da yasalar aynen aktarılmamış, halkın çıkarı göz önüne alınarak bir takım değişiklik yapılmıştır.

                        Osmanlı İmparatorluğunda yapılan kanunların ve yasakların uygulanmasına son derece dikkat edilmiş ve bu uygulama sırasında Müslim ve Gayrimüslim farkı gözetilmemiştir. Kanunları çiğneyenler, kadı ve sancakbeyi gibi kanun adamları bile olsalar en ağır cezaları görmüşlerdir. Bu amaçla çıkarılan fermanlara özel bir ad da verilerek adaletnâme denmiştir.

                        Osmanlı İmparatorluğu, Müslüman olmayan topluluklara bazı alanlarda yargılama yetkisini de tanımıştır. Dolayısıyla İmparatorluk sınırları içinde Zimmîlere ait mahkemeler her zaman var olmuştur. Adı geçen bu mahkemelerin hukuk açısından yetkisi tam değildir. Mahkeme, basit davalara bakan bir kurum olup, ağır suçlarla ilgili davaları göremez ve ağır cezalar veremezdi. Cemaat mahkemelerinin bakabilecekleri davalar evlenme, boşanma, miras, din adamlarının ve vergi memurlarının atanması ve görevden alınması gibi konularda ki bunlar biraz da dinle ilgili idi. Zaten patrikhane ve havralarda, Osmanlı İmparatorluğundaki kadılık kurumu gibi gelişmiş bir organizasyon yoktu. Davalara genellikle hahambaşılar, patrikler veya onların vekilleri ve atadıkları memurlar bakardı.

                        Davanın Zimmî mahkemelerinde görülebilmesi için davalı ve davacının Zimmî olması gerekliydi. Taraflardan biri Müslüman olursa davaya Müslüman mahkeme bakardı.

                        Zimmî mahkemelerin baktıkları davalara, eğer davalı ve davacı her iki taraf isterlerse, Müslüman mahkemeler de bakabilirdi. Buna dair şer’iyye sicillerinde pek çok örnek vardır. Ayrıca iltizam, emanet, istihkak, kavga, hırsızlık ve yol kesme ile ilgili davalara da ister Zimmîler, isterse Müslüman- Zimmî arasında olsun doğrudan doğruya şer’i mahkemelerce bakılmıştır.

                        Davaların duruşması sırasında Müslim ile Gayrimüslim arasında bir fark gözetilmemiştir. Zimmîler de büyük bir kolaylıkla ve istedikleri zaman haklarını aramak üzere Müslümanları mahkemeye verebilmişlerdir.

                        Gerek iki Zimmî, gerekse Zimmî ile Müslüman arasında yapılan duruşma ile iki Müslüman arasında yapılan duruşma birbirinden farklı değildir. Duruşma sırasında önce davacının şikâyeti sorulur. Dinlendikten sonra davalı savunmasını yapar. Kadı karar veremezse tanıklara başvurulur. İki Zimmî arasındaki davada tanıklar Müslüman olmayabilirler. Ama Zimmî ile Müslüman arasındaki bir davada tanıklar ya Müslüman olmalıdır yahut da kadı, davalı ve davacıya durumuna göre yemin ettirmek suretiyle karar verir. Bazen davayla ilgili olarak keşif de yapılabilir.

                        Zimmîlerle ilgili davalar önemine göre bazen Kazasker veya Şeyhülislâm huzurunda, bazen de Dîvân’da görülürdü. Yani önemli davalar kenar mahkemelerde görülmez, mutlaka İstanbul’a havale edilirdi. Hüccet verilen davaların tekrar ele alınması da yasaktı.

                         (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)
                        • 12. Hafta: Zimmilerin Ödedikleri Vergiler

                          Osmanlı İmparatorluğunda cizye, Gayrimüslim halk içinde belli bir takım koşulları taşıyan kimselerden, kişi başına alınan bir vergiydi. Cizye vermek için Zimminin belli bir yaşta olması ki bu 14 ila 75 yaş arasıydı,  hasta, sakat ve işsiz olmamak, Ehli zimmet olmaktı. Bu nitelikleri üzerinde taşıyan her Zimmî cizye ödemekle yükümlü idi.

                          Cizye temini daha çok İmparatorluğun resmî kayıtlarında kullanılıyordu. Halk arasında bu vergiye genellikle haraç denirdi. Resmî kayıtlarda da cizye yerine haraç kelimesinin kullanıldığı olmuştur. Haraç ve cizye terimlerinin gerek Devletin resmî kayıtlarında, gerekse halk arasında birbirine karıştırılması, Osmanlı İmparatorluğu dönemine özgü bir özellik değildir. Daha İslâmiyet’in ilk yıllarında Ehli zimmetten haraç ve cizye alındığı zaman, bu terimler birbirine karıştırılmış ve farklılığını göstermek için başka kelime ile tamlama yapılmıştı. Bu yüzden haraç vergisine cizyetü’l-arz, cizye vergisine de haracu’r-ru’us denilmiştir.

                          Osmanlı İmparatorluğunda bir bölgeye veya kişiye cizye veya haraç konulacağı zaman verilen ferman, berat, hüküm, nişan ve benzeri gibi belgelerde meselenin aslının İslâm hukukundan geldiği ve İslâmiyet’in ilk yıllarında nasıl uygulandığı ve ne miktar vergi alındığı belirtilmek suretiyle cizye ve haracın dinî yönü ortaya konulmak istenmiştir. Bu dinî gerekçe İmparatorluğun Müslüman olmayan halktan aldığı cizye ve haraç vergisinde, Müslümanlara kıyasla bir zorlayıcı yanı yoktur. Zira Zimmîlere özgü olan bu vergilere karşılık, Müslümanlara özgü zekât vergisi bulunmaktadır. Cizyeyi zekât ve askerlikten muaf olmanın karşılığı olarak kabul etmek gerekir. Bu bakımdan haraç da Müslümanların ödediği çift resm-i ve resm-i dönüm de denilen toprak vergisinin karşılığı gibidir. Bunlara rağmen Müslümanın toprak vergisi ile Müslüman olmayanların ödediği haraç arasında Müslüman lehine bir farkın olduğu da inkâr edilemez. Osmanlı İmparatorluğunda zimmiler, her türlü tehlike ve gelir getirmeyen görevlerden uzak ticaret ve sanatla uğraşmış ve İmparatorluğun ekonomik yaşamına hemen hemen tamamen hâkim olmuşlardır.

                          Osmanlı İmparatorluğunda toplanan cizyenin miktarı da Fıkıh’daki cizye hükümlerine uygun hale getirilmiştir. Ancak paranın değerinin değişmesi nedeniyle, benzerlik yalnız katsayı veya farklı gelir gruplarında kalmıştır. Yani cizye veren Zimmîler alâ, evsat, edna diye üç sınıfa ayrılmış ve genellikle alâdan 48, evsattan 24, ednadan 12 akçe cizye alınmıştır. İslâmiyetin ilk yıllarında alınan cizye de 12, 24, 48 dirhem idi.

                          Cizye ve haraç dinî bir vergi sayıldığından toplanması ve harcanması için özel bir ilgi gösterilmiştir. Genel olarak devletin görevlendirdiği memurlar tarafından toplanırdı. Bu memurlar çoğu zaman, özel olarak cizye toplamakla görevli olan mültezimler idi ki bunlara cizyedar denirdi. Cizyedarlardan başka, silahdarlar, diğer cizye kalemi memurları, ummâl (âmiller), muhassıllar da cizye toplamayla görevlendirilebilirdi.

                          Osmanlı İmparatorluğunda cizye toplayacak memur özenle seçilirdi. Rüşvet, torpil veya başka bir yolla yeteneksiz kimselerin görevlendirilmesi önlenir ve bu iş emin ve güvenilir kimselere verilirdi.

                          Cizye toplanacak bölgedeki vergi yükümlülerinin saptanması ve yazımı işine deyine cizye muhasebesinden bir memur bakardı. Memur, o yerdeki vergi verecek durumda olan Zimmileri belirler ve isimleri ile tek tek deftere yazardı. Daha sonra bu defter İstanbul’da bulunan bir önceki yıla ait defterle karşılaştırılarak aradaki farklar tespit edilir ve gerekirse bu farkların neden ortaya çıktığı araştırılırdı. Böylece tespit edilen vergi yükümlüsü, kayıt defteriyle gelen cizyedara emr-i şerîf ile belirlenen miktar cizyesini öderdi. Toplanan para torbalara doldurulup ağzı mühürlenir, ayrıca cizye verenler defterde işaretlenir ve defter cizyedar tarafından imzalanıp mühürlendikten sonra İstanbul’a gönderilirdi. Cizye toplandıktan sonra her mahalle veya köye cizyenin toplandığını gösteren bir belge verilirdi. Bu belgeye temessük veya tezkîre denirdi.

                          Cizyenin götürü toplandığı da olmuştur. Buna maktu’a bağlanma denirdi. Ancak bu sistem çoğu zaman Zimmînin aleyhine olduğundan, yaygınlaşmamış ve maktu’ toplanan cizyeler Gayrimüslimlerin istekleri üzerine kaldırılmıştır.

                          Cizye toplanması sırasında yolsuzluklar artınca devlet cizye kâğıtları düzenleyerek her cizye verenden vergisini alıp kâğıdını dağıtmaya başlamıştır. Bunun gerekçesi yolsuzluğun önüne geçmekti.

                          Cizye kâğıtları yine alâ, evsat, edna olmak üzere üç sınıf üzerinden düzenlenmiştir. Cizye muhasebesi her yıl, hangi bölgeye ne kadar ve hangi sınıftan cizye kâğıdı yazılacaksa bunları hazırlar ve bu kâğıtlar paketler (bohça) içinde her bölgenin mültezimine verilerek dağıtılırdı. Her yükümlüden vergisi alınır ve kâğıdı verilirdi. Ödemede kolaylık sağlamak için taksitle cizye alındığı da olmuştur.

                          İslâmiyet’in Arap egemenliği döneminde cizye toplanırken Zimmîye karşı yapılan küçültücü davranışlara vardı ve buna göre; vergi toplanırken mültezim oturur, Zimmî ayakta dururdu. Para alınırken Zimmînin eli altta, mülteziminki üstte dururdu. Mültezim parayı aldıktan sonra Zimmîye bir tokat veya yumruk vurur ve onu kaba bir şekilde kovardı. Osmanlı İmparatorluğu tarihinde, cizye toplanırken Gayrimüslimlere buna benzer davranışlar sergilenmemiştir.

                          XVI. yüzyılın ortalarında Osmanlı İmparatorluğunda toprak üç ana bölüme ayrılmıştı.

                          a-Arz-ı öşriyye. Müslümanlara ait olan öşür toprakları.

                          b-Arz-ı haraciyye.

                          c-Arz-ı memleket veya arz-ı mirî. Mülkiyeti Devlete ait olan topraklar.

                          Osmanlı İmparatorluğunda zamanla toprak sistemi gelişerek aşağıdaki şekli almıştır:

                          A- Arazi-i mevkufe. Vakıf arazidir. Bu topraklar da “evkaf-ı sahiha” ve “evkaf-ı gayr-ı sahiha” diye iki kısma ayrılırdı.

                          B- Arazi-i mevat. Boş arazi. Kimsenin tasarrufunda olmayan ve kimseye terk ve tahsis edilmeyen, köy ve kasaba sınırlarının dışında bulunan taşlık, kıraç yerlerdir.

                          C- Arazi-i metruke. Halkın toplu olarak yararlanması için ayrılmış topraklardır. Herkese açık yol, namazgah, meydan, pazar ve panayır yerleri ile bir veya bir kaç köy, kasaba ve şehir halkına ayrılan mera, kışlak ve bataklıklar bu kısım topraklardandır.

                          Ç- Arazi-i miriyye. buna arz-ı memleket veya arazi-i havz da denirdi. mülkiyeti devlete ait olup kira yoluyla yine halka verilen topraklardı.

                          D- Mülk arazi. toprağın hem tasarrufu, hem de mülkiyeti şahıslara ait olan topraklardır. mülk toprak da kendi arasında beş kısma ayrılırdı:

                          1- Eskiden beri köy ve kasaba içinde ve çevresinde bulunan mülk topraklar.

                          2- Arazi-i miriyyeden ayrılıp mülk olarak verilen topraklar.

                          3-Arazi-i mevatdan ayrılıp mülk olarak verilen topraklar.

                          4- Arazi-i öşriyye. Müslümanların mülkiyetinde olan topraklar.

                          Bu da kendi arasında üç kısma ayrılırdı. Birincisi bir yerin fethinden önce isteyerek Müslüman olanların ellerinde bırakılan topraklar. İkincisi fetih sırasında, fethedenlere verilen topraklar. Üçüncüsü ise fetih sırasında, fethedenlerden başka Müslüman kimselere mülk olarak verilen topraklar.

                          5- Arazi-i haraciyye. Gayrimüslimlerin mülkiyetinde olan topraklar. Arazi –i haraciyye de iki kısma ayrılırdı:

                          a- Bir ülke zorla veya barış yoluyla fethedildikten sonra, Müslüman olmayan yerli halkın mülk olarak elinde bırakılan topraklar.

                          b- Bir ülke fethedildikten sonra kaçan halkın yerine başka yerden Gayr-i müslim getirilip iskan edilen ve oraları kendilerine mülk olarak verilen topraklar.

                          Harac-ı  muvazzafa, Harac-ı mukasseme ve Harac-ı mukataa adı altında üç tür haraç vardı.. Harac-ı muvazzafa Müslümanların çift akçesi yerine alınır. Hesabı toprağın genişliğine göre dönüm, cerib veya başka bir yüzey ölçüsü birimi üzerinden hesap edilir. Miktarı on dirhem-i şeri karşılığı olarak 100 akçedir. Bu miktar yere ve zamana göre değişebilir. Vergi vermekle yükümlü Zimmî toprağını yılda birkaç kez ekse de, hiç ekmese de aynı vergiyi verir. Ayrıca toprak Zimmînin mülkü olduğu zaman toprağını hiç ekmese bile elinden alınmaz.

                          Harac-ı mukaseme, Müslümanların ödediği öşür karşılığı olarak mahsulden alınan hissedir. Zimmî toprağını yılda iki kere ekerse harac-ı mukaseme de iki kere alınır. Toprak ekilmediği zaman vergi de alınmaz. Mahsulden alınan bu pay onda birden, ikide bire kadar değişir. Fakat hiç bir zaman yarıyı geçmez. Bazen toprağın verim gücüne göre miktarı azaltılıp çoğaltılabilir. Harac-ı mukataa daha çok sınır bölgelerinde uygulanır ve belirli bir bölge üzerine maktu olarak konur.

                          Öşür ve resm-i dönümün karşılığı olan harac-ı muvazzafa ve mukaseme İmparatorluğun birçok bölgelerinde Müslüman ve Zimmîden eşit miktarda alınmıştır. Ege adaları ve Rumeli dışında bulunan Osmanlı Avrupası’ndaki toprakların mülkiyet üzere arazi-i haraciyye olduğu düşünülürse, özellikle Zimmîlerin kalabalık bulunduğu bölgelerdeki vergi eşitliği açıkça görülür. Arazi kanunnamelerinin pek çoğunda haraç konusu üzerinde özellikle durulmuş, yasallık, miktar ve çeşitleri titizlikle belirlenmiştir.

                           

                            (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)


                          • 13. Hafta: Farklı Zimmi Toplulukları

                            Osmanlı İmparatorluğunda yönetim biçimi yönünden bölgeler arasında bazı farklar fark vardı. Bu bakımdan İmparatorluk topraklarını, merkeze bağlı topraklar ve bağlı beylikler diye iki kısma ayırmak gerekir. Bağlı beylikler Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları, Erdel Kırallığı, Hicaz Emirliği ve Kırım Hanlığı idi. Bunlardan Eflak, Boğdan ve Erdel’de voyvodalar ve kıral istedikleri gibi kilise ve manastır yaptırıbiliyorlardı. Merkeze bağlı bölgelerin hiç birinde böyle bir özgürlük yoktu.

                            Merkeze bağlı bölgelerde cizye ve haraç vergisi cizyedarlar ve yerel kadılar tarafından toplandığı halde, Eflak cizyesinin toplanması işi Gayrimüslim voyvodaya bırakılmıştı. Yine Kırım Hanlığına ait cizye toplama işi de Kırım Hanına verilmiş, Devlet bu beyliklerin iç işlerine önemli ölçüde karışmamıştır.

                            Bağlı beylik ve devletlerin topraklarındaki asayişe de genelde devlet karışmamış, fakat gerektiği zaman müdahale etmiştir. Ancak Eflak, Boğdan voyvodaları ve Erdel kıralı, kendileri bizzat başvurarak ülkelerine ait padişahtan çözmesini istemişlerdir. Bağlı devletlerdeki Müslüman olmayan halk üzerinde Osmanlı İmparatorluğunun kontrolü azdı. Merkeze bağlı bölgelerde bu kontrol tamamiyle devletin elindeydi.

                            Osmanlı İmparatorluğu Hıristiyan topluluklar arasında, mezhep farkından dolayı bir ayırım yapmamıştır. Ancak bazı patrikhaneleri diğerlerine bağlamış ve bunda da çok dikkatli davranmıştır. Böyle bir davranış, bazı Hıristiyan toplumların ve patrikhanelerinin merkezden çok uzakta oluşundan doğmuştur. Mesela, meshep ve inanç bakımından aynı olan Süryanî, Kıptî ve Habeş kiliseleleri, Gregoryen Ermeni kilisesine bağlanmıştır. Buna karşılık din bakımından Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında daha fazla ayrım yapılmıştır. Gayrimüslim, Zimmî ve Ehli zimmet deyimleri kullanılmamış bunların yerine Kefere ve Yahudi, Nasarâ ve Yahudi veya Yahudi taifesi gibi deyimler kullanılmıştır.

                            Yahudilerle Hıristiyanlar arasında en büyük fark vergi bakımından olmuştur. Yahudi toplumuna özgü olmak üzere bir rav akçesi toplanmıştır. Belgelerde bu rav akçesinin mirî için toplandığı kaydedilmektedir. Buna bakılırsa rav vergisi patrikhanelerin topladığı mirî rüsumla aynı nitelikte görülmektedir. Fakat mirî rüsum patrikhanece toplatıldığı halde, rav akçesi Müslüman mültezimler tarafından toplanmıştır.

                            Devlet, Yahudilerin Kudüs ve çevresinde kendileri için kutsal sayılan yerleri ziyaretlerine ve buralarda yerleşmelerine izin vermemiştir. Hatta II. Selim zamanında bir kısım Yahudiler veba salgını var diye bahane ederek Tur-i Sina’da toplanmaya başlamışlar fakat buradaki Hıristiyan rahiplerin şikâyetleri üzerine kendilerine engel olunmuştur. Ancak buralarda eskiden beri oturan Yahudiler varsa onlara dokunulmaması da ayrıca belirtilmiştir.

                            İmparatorluk sınırları içinde başka farklı Zimmî grupları da vardı. Bunlar özel hizmetler gören bir asker sınıfı niteliğinde idiler.

                            Eflaklar Balkanlarda yaşayan yarı göçebe Hıristiyan toplumları idiler. Bunlar katunalar şeklinde örgütlenmişlerdi. Eflaklar esas olarak orduda geri hizmet görürlerdi. Sefer sırasında her on evde silahıyla birlikte bir eşkinci çıkarırlardı. Orduda hizmet gören başka bir Hıristiyan grup da Voynuklardı. Voynuklar da sefer vonukları ve çayır voynukları diye iki kısımdı. Sefer voynukları orduya katılır, çayır voynukları ise hassa çayırları biçerlerdi. Bulunan voynukların başında Lagtor, Çeribaşı, Pirimkür gibi görevliler vardı. Eflak ve voynuklar için özel kanunnameler yapılmış ve bunlar esaslı bir teşkilata tabi tutulmuşlardır.

                            Askerî hizmetle görevli olan bir grup da Hıristiyan sipahilerdir. Devlet, bunlara timar tevcih ederken, Hıristiyan olduklarını göz önüne alarak, Müslüman sipahilerden farklı davranmamıştır. Daha çok Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da Hıristiyan sipahiler bulunuyordu. Ordunun içinde muharip sınıf olan lağımcılar ile ordunun geri hizmetlerinde çalışan cerehorlar da bulunmaktaydı. Bu iki sınıf içinde zaman zaman değişik sayıda çeşitli Gayrimüslimler bulunmuşlardır.

                             

                             

                              (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)

                             

                             

                             

                             


                            • 14. Hafta: Müslüman Ve Müslüman Olmayan Toplum Arasındaki Kültür Alışverişi, (Dil, Edebiyat, Müzik, Gelenek-Görenek, Giyim)

                              Osmanlı İmparatorluğunu sınırları içindeki Müslim ve Gayrimüslimler arasında kültür alış verişi vardır. Ancak Osmanlı dönemindeki kültür alış verişinden ayrı olarak, Müslim ve Gayrimüslim toplumlar arasında bazı kültürel benzerlikler bulunduğunu da belirtmek gerekir. Bu benzerlikler Osmanlı dönemlerden itibaren varlığını sürdürmekteydi. Bizans-Sasanî, Bizans-Arap ve Bizans-Selçuklu ilişikleri sırasında kültür ve kurumlar bakımından pek çok alış veriş olmuştur. Bunu İskender zamanına kadar çıkarmak bile mümkündür. Yine bu devirlerde Arap kültürünün, sosyal ve siyasî kurumlarının Sasanî uygarlığından geniş ölçüde etkilendiği da kesindir. Sonraları Türklerin İslâm uygarlığı çevresine girmesiyle, Osmanlılardan önce Bizans, Sasanî, Arap ve Türk kültürleri birbirilerinin etkisi altında kalmıştır. Bu alış veriş Osmanlı İmparatorluğu devrinde de devam etmiştir.

                              Osmanlı devrindeki kültür alış verişi için ilginç bir örnek, özellikle orta Avrupa'dan (Aşkenazim), İspanya ve Portekiz’den (Sefardim) gelen Yahudiler aracılığıyla olanıdır. Yahudiler geldikleri bölgelerdeki kültür ve gelenekleri Osmanlı İmparatorluğundaki toplumlar arasında da yaymıştır. Diğer taraftan Kuzey Afrika’dan göçen Muzdaribîn Yahudiler ise oraların töre ve geleneklerini getirmişlerdir. Talmutcu geleneğe göre bir kimse öldüğü zaman onu, ölüm meleğinin kılıcıyla vurduğuna ve kılıcını da evdeki kaplarda bulunan sularda yıkadığına inanılır ve ölenin evinde bulunan bütün kaplardaki sular boşaltılırdı. Bu gelenek sebebi bilinmeden İstanbul ve Anadolu’nun birçok yerlerindeki Müslümanlar arasında bile uygulanmaktaydı.

                              Toplumlar arasındaki en belirgin kültür alış verişi dil, edebiyat ve müzik üzerinde olmuştur. Özellikle, Osmanlıların yönettikleri bölgelerde yaptıkları tahrirler ve bu tahrir defterlerinin baş taraflarında bulunan kanunnamelerde geçen terimlerin hemen hemen çoğu yerel terimlerdir. Mesela, XV. ve XVI. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda para birimi genellikle “Akçe” olduğu halde, Macaristan ve çevresinde cizye ve ispençe vergisi Macar parası olan Penezle, Doğu Anadolu’da İlhanlı para birimi olan Tenge, Tenke ile tayin edilmiştir.

                              Özellikle edebiyat ve müzik alanında Anadolu'da o kadar çok kültür alış verişi olmuştur ki bu gün Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni, Süryanî ve Yahudilerin edebiyatları ile Türk edebiyatını birbirinden ayırmak adeta mümkün değildir. Daha doğrusu Osmanlı İmparatorluğunun Yükselme Devrinden itibaren Türkiye’de yalnız Türk Edebiyatı revaç bulmuştur. Bu konuya güzel bir örnek olarak Türk saz şairleri ve âşıkları gibi Ermeniler arasından da aşuglar yetiştiğini ve Bizans, Ermeni ve Süryanilerin eski müziklerinin kaybolarak yerine bir tek müzik, Türk müziği temeline dayalı Türkiye Müziği’nin geçtiğini gösterebiliriz.

                              Güzel sanatların özellikle mimarî dalında Bizans -Türk sanat ilişkileri diğerlerine göre önemle belirtmeye değer niteliktedir. Diğer taraftan XVI. Ve XVII. yy. Osmanlı sanatının, İmparatorluğun her tarafında bulunan insan toplulukları arasındaki önemi çok büyüktür. Bu etki aynı zamanda yarı sanat, yarı zıraat sayabileceğimiz bahçecilik konusunda en çok kendini göstermiştir.

                              Giyim-kuşam konusunda Müslim ve Gayrimüslim topluluklar birbirilerinden geniş ölçüde etkilenmişlerdir. Arada bazı farkların olduğu muhakkaktır ancak bunlar şekil bakımından değil, kalite ve renk bakımındandır.

                                (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2001)