Konu özeti
Şaman Adı
Bugün Şamanizm diye adlandırılan geleneklerin din adamlarını ifade etmek üzere kullanılan Şaman kelimesinin etimolojik kökeni üzerinde geçmişte epey durulduğu gibi, günümüzde de zaman zaman buna dair teşebbüslerde bulunulmaktadır. Çok farklı dillere dayandırılması bir yana, bu terimin Tunguzcadan Rusça yolu ile Batı ilim dünyasına geçtiği söyleniyor. Aslen Sanskrit dilinin bir koluna bağlı olduğu sanılan kelimenin, Hint-Avrupa dillerinden Toharca (Samane=Budist rahip) ve Sogdçadaki (Saman) transkripsiyonları keşfedilince, bu terimin Hint-Avrupa menşeinden geldiği iddiası kuvvet kazanmıştır. Çünkü bu kelime Tunguzcaya yabancı görünmekte ve Şamanlığın güneyden kuzeye[1] doğru yayılışında Budizmin tesiri sezilmektedir. Fakat Tunguzların komşuları olan Güney Sibirya Türk boylarını etkiledikleri de gerçektir. Dolayısıyla Şamanizm gibi, Şaman terimi de Türklere ait değildir.
Hakikaten tarihi belgelerde eski Türk topluluklarında Şamanlığa benzer bir inancın varlığına ihtimal verdirecek hiçbir kayıt mevcut değildir. Altay Türkleri tarafından bugün Şaman manasına “Kam” sözü kullanılmakta ve bu kelime bilindiği kadarıyla 5. yüzyıldan beri yaşamakta olup, Divanü Lûgat-it-Türk, Kutadgu Bilig ve Turfan Metinlerinde de geçmektedir. Mesela Avrupa’da hâkimiyet kuran Hunlar zamanında Ata Kam ve Eş Kam adlarında iki kişiden bahsedilir. Yani Avrupa Hunlarının din adamlarına da “kam” denilmekteydi. Bunun gibi, eğer eski Türklerde Şamanlık olsaydı, Hunların örf ve adetleri hakkında oldukça geniş bilgiler veren Latin ve Germen yazarların “Hunların belirli bir dini törenleri yoktu” diyecek yerde, garip ayinleri olan Şamanik telakkilerden haber vermeleri gerekirdi. Belki de bu kaynaklarda Türklerin Tanrı inancı kendilerininkine benzemediğinden dolayı da, bazan farklı açıklamalarda bulunulmuş olunabilir. Çünkü onların yurtlarında da birtakım kutsal mekânlar ve buralarda düzenlenen dini ayinlerde bazı uygulamalarla, bu işler sırasında kullanılan elbette nesneler mevcut idi. Bunları gören yabancılara bu durumun zaman zaman anlaşılmaz gelmesi tabidir.
[1] Bununla beraber Şamanlığın Orta Asya’dan Amerika ve Afrika’ya geçtiğine dair de görüşler vardır.
Din Adamlığı Terimleri
Her inancın kendi kelime hazinesinde dini görevlilerine verdiği bir isim vardır. Biraz evvel açıklamaya çalıştığımız üzere Türklerin bu konudaki milli terimi kam olup, bazan da din adamı manasına Türk boyları arasında değişik adlandırmalarda bulunulduğunu biliyoruz. Mesela eski Karluklar otacı ve kam için “sagun” kelimesini kullanıyorlardı ki, ata sagun da bir nev’i “başhekim” demekti. Kazak ve Kırgızlar kam yerine “baksı, bakşı, bahşı” diyorlar. Baksı/bakşı herhalde Budizm vasıtasıyla gelmiş yabancı bir kelime olmalıdır. Türk boylarında zaman zaman bakşı veya baksı “saz şairi” ve “hoca” manasındadır. Özbekler ile Karakalpak Türkleri “perihan” veya “porhan” sözünü kullanırken; Saha Türkleri erkek kama “oyun”, kadın kama “udagan” derler. Türklerden gördükleri dini inançları taklit eden Mogollar, erkek kama “bö” yahut “böge/bögü”, kadın kama da Sahalar gibi “udagan” adını verirler. Kırgızlar kadın baksılara “bübü” demişlerdir. Bu kelime Türkçede hala/abla manasında kullanılan bir akrabalık terimi olan “bibi” sözünü çağrıştırmaktadır. Çuvaşlar da ise bu kelime “yum” iken, herhalde Kuman-Kıpçaklarda “kam katun” idi. Müslüman veya batıya gelen Türkler kam kelimesini unutmuşlardır. Bugüne değin kam kelimesini yaşatanlar ise özellikle Altay, Hakas ve Tuvalılardır.
Şamanizm'e Göre Dünyanın Yaratılışı
Günümüzde eski Türk dininin geleneklerini yaşatan Türklerin kozmogonisine göre, esas itibarıyla tanrıların en yükseği Tengri Kayra Kan[1] (veya Bay Ülgen) kişiyi ve bunun aracılığıyla yeryüzünü yaratmış, kişinin kendisiyle mücadeleye girmesi üzerine ona “Erlik” adını vererek, ışık diyarından, yeraltına atmış ve yerden dokuz dallı bir ağaç büyüterek, her dalında bir cins insan türetmiştir. Bilindiği üzere Müslümanlığın kitabı Kuran-ı Kerim’in Hucurât Suresi, 13. ayetinde Allah: “Biz sizi bir erkekle, bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık”, derki; Sibirya’daki yaradılış hikâyelerinin hemen hemen tamamına yakını kutsal kitaplardakilerin değişik birer söylenişidir. Netice itibarıyla farklı bir dinmiş gibi anlatılan Şamanist telakkideki bu durumu da göz önünde bulundurmak gerekir.
Bir başka hikâyede ise şu ifadelere rastlamaktayız: Daha insan yaratılmamışken, Ülgen deniz üzerinde yüzen ve insana benzeyen bir çamur tabakası görür. Bu çamur yığınını alarak insan olmasını ister. Ülgen ilk yarattığına, anlamı Türkçedeki er-erk sözünden geldiği belirtilen Erlik adını verir. Başlangıçta Ülgen’e dost ve kardeş gibi davranan Erlik, bir süre sonra kendini onunla bir tutmaya ve hatta üstün görmeye başlar. Gün geçtikçe Ülgen’den her bakımdan uzaklaşır ve onun yarattıklarının hepsine düşman olur.
Anlaşılacağı üzere Erlik bu hikâyede bir nev’i şeytandır ve şeytana eski Türkler “yek” ya da XVIII. yüzyıla ait bir Arapça-Farsça sözlüğün tercümesi olan Terceme-i Kanun-ül-Edeb’te rastlanıldığı üzere “oçuk” veya birtakım Türk bölgelerinde “albız”, “taylı” ve “çör” demektedirler. Kısaca bu söylenenlerde de görüleceği gibi, burada insanın Allah’a isyanı ve ihtirasları yüzünden günahkâr olması da söz konusudur.
[1] Kayra Kan belki de “kayıran, koruyan, en büyük, en ulu” anlamına gelen Tanrı’nın bir sıfatı olabilir.
Kök Tengri Dini'ne Göre Dünyanın Yaratılışı
Semavi dinlerde insan ve dünyanın yaradılışı aşağı-yukarı birbirine benzemekle beraber eski ve orta çağlarda herhalde insanlar hem kendilerinin hem de dünyanın nasıl meydana geldiğini araştırıp, zihinlerinde bir yaradılış hikâyesi tasavvur etmiş olsalar gerekir. Türklerin de bu duruma kayıtsız kaldığını söylemek mümkün değildir. Fakat onun düşünce dünyası daha gerçekçi olduğundan bu yaradılış meselesine Tanrı’nın dışındaki unsurları pek fazla katmadığını görüyoruz. En azından elimizde şimdilik Türklere ait en eski belgeler olan Kök Türk harfli yazıtlara baktığımızda böyle bir durumla karşılaşmamaktayız.
Dolayısı ile bütün bu anlatılanları bir kenara bırakıp, dünyanın yaradılışı ve Türklerin türeyişiyle ilgili rivayetlere Türk, Çin ve İslam kaynaklarının yardımıyla şöyle bir bir göz attığımızda; “herşeyin sahibi olan Tanrı’nın birgün üstte mavi gökleri (uzay) yarattığını, sonra bu muazzam evrenin içerisine dünyaları yerleştirdiğini ve böylece önce gök, ardından da yagız yerin (dünya) yaratıldığını” görürüz. Türk düşünce ve inancına göre ise bunlar bir düzen içinde olduğu gibi, birbirleriyle de kozmik bir şekilde bağlıydılar. Bu yüzden gök olmadan yer, yer olmadan göğün varlığı söz konusu değildir. Neticede her şey birbirinin tamamlayıcısıdır ve bütün bunlar mükemmel bir organizasyon içindedirler.
İşte bizim derse böyle bir başlık atmamızın sebebi elbetteki bu yaradılış esnasında Tanrı inancının ön plana çıkmasıdır. Kök Türk Yazıtlarında bu hususta biraz önceki cümlenin özeti olarak; “önce yukarıda mavi gök (uzay), sonra aşağıda yağız yer (dünya) yaratıldı”[1] deniyor. Bu kılınma, yani yaratma işini gerçekleştirense bizatihi Tanrı’dır.
Netice itibarıyla uzay (evren) ve bunun bir parçası durumundaki dünya yaratılmıştı, ama bütün bunlara rağmen eksik olan birşey vardı. Tanrı bu yoktan var ettiği evrene öyle birşey eklemeliydi ki, hem kendisinin yarattıklarının en üstün varlığı, hem de bu dünyanın bir anlamı olmalıydı. Böyle düşünürken kendisinden de birşeyler kattığı insanı vücuda getirdi. Bu muhteşem hadise kitabelere uzayın ve yeryüzünün yaratılmasının ardından; “ikisinin arasında insan oğlu yaratıldı”[2] diye kısa, öz ve anlamlı bir şekilde yansımıştır.
Şamanizm'de Tufan ve Kıyamet Geleneği
Dünyanın ve insanlığın yaradılışı gibi belki de “yeniden var oluş” diyebileceğimiz Tufan hadisesi de Sibirya Türklerinin inanç kültüründe önemli bir yer tutar. Dolayısıyla bugünkü Altay ve Saha Türklerinin inancında Tufan Efsanesi’nin çeşitli varyantları mevcuttur. Ancak dünya milletlerinin pek çoğundaki Tufan hadisesinin kaynağı Tevrat olup, o da bunu Sami ve Sümer menşeili halklardaki inanışlardan, belki de Gılgamış gibi destanlardan almıştır ki, Tevrat’ta Nuh ile alâkalı özetle şunlar yazılıdır: “Nuh dürüst ve mükemmel idi. Allah’ın yolunda yürüyordu. Tanrı yeryüzünde düzenin bozulduğunu, insanların yoldan çıktığını gördü. Bunun üzerine dünyayı yok etmeye karar verdi ve Nuh’a da bir gemi yapmasını söyledi. Ama bu geminin nasıl olacağını da ona ayrıntılarıyla anlattı. Sonra Nuh’a karısı, oğulları ve gelinlerinin gemiye binmesini, her canlı türünden bir çifti yanına almasını buyurdu. Tanrı, yeryüzüne kırk gün, kırk gece yağmur yağdıracağını söyledi”. Bununla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi 37. ayette; “Nuh kavmine de peygamber gönderdik. Onlar peygamberi yalanlayınca suda boğduk ve bunları geride kalan insanlara bir öğüt ve ibret vesilesi kıldık”, denmektedir.
Tabiat Varlıklarına Duyulan Saygı
Zengin Türk kültürünün derinliklerinde gezdiğimizde eski Türklerin yer ve gökyüzünde birtakım kutsal saydığı nesnelerle de karşılaşmaktayız. Tabiki onların evrende bazı şeylere kutsiyet atfetmesinin ana nedeni her şeyden önce buraları vatan yapan ataların kanlarıyla sulanmasıdır. Bu mübarek görülen varlıklar “Kutlu Atalar Mezarlığı” (Ata Sini) olduğu gibi[1], zaman zaman büyük bir dağ, güneş, ay, ateş, şimşek veya ırmak da olabiliyordu. Mesela insanlara mutluluk ve refah veren birtakım dağlar, hayvanların da barınağıdır. Bu mekânlar canlılar için zaruri olduğundan dağlarda bütün mahlûkları koruyan ruhların veya meleklerin bulunduğuna inanılmıştır ki, Türkiye dışındaki Türklerde gördüğümüz bu iyeler anlayışı, Anadolu’da yine sahip veya koruyucu ruh şeklinde karşımıza çıkar. Türkiye’deki yaygın inanışa göre her dağın, toprağın, suyun, ormanın vs. bekçileri yani sahipleri vardır. Ama şunu da belirtmeliyiz ki, Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ında melek manasına geldiği söylenen bir “yumuşçu” kelimesinden bahsediliyorsa da, tam anlamıyla eski Türk dininde meleğe ne ad veriliyordu, bu meçhuldür.
Bu durum bir yana kesin olarak bildiğimiz şeylerden birisi, umumi dini törenler yüksek zirvelerde ya da ulu dağ eteklerinde gerçekleştiriliyordu. Kaynaklar Hunların, Çin ile yaptıkları andlaşmaları “Kun Dağı” denilen bir yerin tepesinde, kurban keserek teyit ettiklerini söylüyor. Yine Kök Türkler yılın 5. ayının ikinci yarısında Tanrı’ya Kutlu Atalar Mezarlığında (Ata Sini) kurban sunarlardı. Bugün bile Altaylı Şor ve Beltirler kurbanlarını Kök (Ulu) Tengri’ye yüksek dağ tepelerinde keserler[2]. Türklerle komşu Asya’nın bazı kavimlerinin de zaman zaman bu Türk adetlerini aldıkları görülüyorsa da, dikkat edilmesi gereken husus bunların hiçbirinin Şamanist özellikleri yansıtmaya yetmediğidir.
[1] Şine Usu Yazıtına göre 748 yılında, Uygurlar Atalar Mezarlığında yaptıkları bir kurultay ile Türk Devletinin başına geçmişlerdir. Mesela Kök Türklerden önce Çin’de 16 Devlet diye adlandırılan dönemde ortaya çıkmış olan bir Türk hanedanlığı, Kuzey Liangların (M. sonra 4. yüzyıl) hükümdarlarının Altun Dağların doğusunda kurban merasimi düzenlediklerini kaynaklardan öğrenmekteyiz.
[2] Altaylardaki Beltir Türkleri her üç senede bir “Tengri Tayı” denilen bir kurban töreni yaparlar. Tayı sözü Hazar ötesi Türk lehçelerinde kurban yerine geçmekte olup, belki de onlar Tanrı Dağı diye düşündükleri bu mekânda umumiyetle rengi beyaz, başı kara bir koyunu Ulu Tanrı’ya kurban ederler.
Ayinlerde Kullanılan Bazı Araçlar
Her inancın bir ibadet şekli ve bunu gerçekleştirmek amacıyla kullanılan mekân veya araçları vardır. Şamanizmde ise ayin yapmak için gerekli olan nesnelerin en önemlisi davuldur ve bir inanışa göre; kamların def veya davul adı verilen bu çalgıları Erlik tarafından icat edilmiştir. Bundan dolayı davul, belki de kamın elbisesinden çok daha eskidir. Tarihi kam giysilerinin izlerinin kalmadığı yerlerde bile davul kendisini korumuştur. Altaylılar ve Sahalar bu davullarına “tüngür” derler. Tüngürle (tünür, tür) birlikte bazan “çalu” adı da verilir ki, araştırmacıların bir kısmı bu tüngürü Mogolca asıllı kabul ederken, bir kısmı da çalunun Türkçe çalmak fiilinden türediğini ve defin (davul) içindeki sapa da böyle dendiğini söyler. Bununla birlikte Divanü Lûgat-it-Türk’te bir nev’i davul olan defe “tümrük” dendiğini de görmekteyiz. Kaşgarlı Mahmud bu kelimenin Oguz Türkçesinden geldiğini belirtir.
Davul Türkler tarafından tarihin en eski devirlerinden beri kullanılmaktadır. Buna ait Çin yıllıklarında da kayıtlar mevcuttur. Sadece dini törenlerde değil, eğlenceler ve savaşta da davul en başta gelen çalgıdır[1]. Onun çıkardığı gümbürtü ve ritim tarih boyunca Türk insanını adeta büyülemiştir. Davuldan sesinin çok fazla duyulması sebebiyle[2]; tugun altında insanları toplanmaya çağırmak ve güneşin doğumu ile batımını haber vermek için bir iletişim aracı olarak da yararlanılıyordu.
[1] Çok eski çağlardan beridir hem dini törenlerde, hem de diğer şölenlerde Türklerin değişik musiki aletlerini kullandıklarına dair kaynaklar bize haber vermektedir. Çinli elçiler Türk yurtlarında gördükleri bu araçlardan söz ediyorlar. Özellikle bu hususta Uygurlar başı çekiyorlardı. Yine arkeolojik buluntu merkezlerinde musikişinaslar ile musiki aletlerinin tasvirlerine de rastlıyoruz. Pekçok musiki aletinin vatanının da Türkistan olduğu söylenir.
[2] Bazı İslam kaynaklarında, Delhi Türk sultanlarının herhangi bir hadise olduğunda şehrin kapılarını açtırıp, davul çaldırdıklarına ve bu suretle diğer kentlerin de bunu haber aldıklarına değinilmektedir.
Kurban ve Kurban Gelenekleri
Kurban semavi veya felsefi bütün dinlerde bulunan bir ibadet şeklidir. Türkçeye Farsçadan geçtiği söylenen kurban kelimesinin etimolojik menşeinin tartışılması bir tarafa, her şeyi yaratan Tanrı’ya ulaşmak için belirli vakitlerde yapılan bir adak veya sunumdur. Bununla beraber araştırma eserlerine baktığımızda, eski Türk dininde ayin ve törenlerin iki kısma ayrıldığını görüyoruz. Bunlardan birincisi; muayyen zamanlarda gerçekleşen ayin ve törenler. İkincisi; sırf tesadüfî olaylar dolayısıyla yapılan özel merasimler. Belirli vakitlerdeki törenler ilkbahar, yaz ve güzün icra edilirdi ki, bunların geçmişi çok eskilere dayanır. Tarihteki Türk devletleri ve sülaleleri bunları dini bayramlar olarak kutluyorlardı. Ancak dini mahiyetinin yanında birtakım ilim adamlarının da belirttiği üzere, sosyal manada işlevleri de söz konusuydu.
Mesela bahar otların yeşerip, tabiatın canlandığı bir zamandı ve bu konar-göçerler için hayati öneme haizdi. Bunlara dair bilgilere kaynaklarda her zaman rastlanabilmektedir. Ergenekun ve bahar bayramları bütün Türklerde, geçmişte olduğu gibi günümüzde de kutlanmaktadır. Türklerin “öngdin” de dedikleri ilkbahar yeni yılın başlangıcı olup, ekinci Türkler bu mevsimde tarla işleriyle uğraşırken, konar-göçerler de hayvanlarını kıra ve yaylaya hazırlar idi. Müslüman Kazak, Kırgız ve Başkurtlarda “Kımız Murunduk” adıyla günümüzde bile mayıs ayında bir tür bahar bayramı yapılmaktadır. Saha Türkleri de yine bahar aylarına denk gelen bir günde, saçı anlamında olduğu söylenen “Isıga” günü düzenler ki, bu bayramda Tanrı’ya verdiği nimetler için dua ederler. Başkurt kadınları ilkbaharı erkekleri karıştırmadan, “karga toy” diye kutlarlar. Bu törende kargalara darı ve süt konur. Merasime küçük erkek çocukları dahi katılamaz. Onlar yakın zamanlara kadar yeni mevsim ile baharın gelmesi ve ürünün bol olmasını dilemek amacıyla, Tanrı’ya minnetlerinin bir ifadesi olarak süt saçmışlar ve bu durum Ergenekun Bayramıyla coşkun bir hâl almıştır. Eski zamanlarda Türkler, bu müstesna günde çeşitli oyunlar, eğlenceler ve spor müsabakaları düzenlerdi (at yarışı, güreş, ok ve gülle atma, çevgan/çögen, ayak topu/tepik, ip cambazlıkları, koşu, deve ve arslan oyunları vs)[1]. Bunlar aynı zamanda kadın ve erkeklerin birlikte yaptıkları faaliyetlerdi. Tabiki bu spor ve oyunların halk ile hayvanları zinde tutmaya yaradığını da vurgulamak gerekir.
Kamların Birtakım Özellikleri
Şamanizm denilen arkaik inanca göre, normal ve sıradan insanlar yer-gök ruhlarıyla doğrudan doğruya irtibata geçemediklerinden bir aracıya ihtiyaç duyarlar ve bu ruhlar ya da görünmeyen varlıklar da umumiyetle kişinin cennette yaşayan atalarıdır. Fakat bunlarla ilişki kurabilmek için onların dilinden anlayan birisi lazımdır ki, işte o da kamlardır. Bu durumla alâkalı, Türk tarihi ve kültürüne dair pek çok bilgi edindiğimiz Bizans kaynakları, Türklerin gelecekten haber veren kâhinlerinin olduğunu söylerler ve herhalde bunlar kamlardan başkası değildir. Radloff’un “Sibirya’dan” adlı eserinde böyle bir ruh çağırma duası da aktarılmaktadır:
Kayra Kan! Kayra Kan!
Alas! Alas! Alas!
Avuç içi kadar açık ver!
Çuvaldız kadar deşik ver!
Asil kişinin torunuyum,
Sedir ağacının köküyüm.
Abu, Tobu diye çağırdım,
Ongustay, Kuldurak diye çağırdım.
Göğün göbeği yerde olsun!
Yerin göbeği gökte olsun!
Paştıgan dayımı çağırıyorum,
Göğün yolunu aç.
Avuç içi kadar açık ver!
Çuvaldız kadar deşik ver!
Yüksek dağın arkasından geç,
Abakan Dağının başından geç.
Kayra Kan, ey Kayra Kan,
Alas, Alas, Alas!
Yukarıdaki izahtan da anlaşılacağı üzere, Şamanizmin diğer inançlardan farklı olan tarafı, yaşayan insanlarla, onun ölmüş ataları arasındaki bağ gösteriliyorsa da, esasında bu vaziyet diğer dinler için de geçerlidir. Günümüzde Müslümanların ölen büyükleri için mevlit okutmaları veya kurban kesip, yemek vermeleri de herhalde onlarla bağlarını devam ettirdiklerinin bir işaretidir. Dolayısıyla ölmüş atalarla münasebet kurmak, her dini itikatta şöyle veya böyle mevcuttur.
Şamanizmde Tözler, Falcılık ve Yadacılık
Eski Türk kültürünü ve buna bağlı olarak inanç sistemini incelediğimizde, bugün de zaman zaman Sibirya bölgesi Türkleri arasında töz, fal ve yadacılık adını verebileceğimiz birtakım nesne ve uygulamalarla karşılaşmaktayız. Önceki derslerde de belirttiğimiz üzere Altay, Tuva, Hakas, Saha ve umum Sibirya coğrafyasında kamların, bazan bir şekle de soktukları özel ruh veya nesnelere “tös” (töz), “iyekil” veya “emeget” dediklerini görmekteyiz. Bir kısım araştırmacılar bu durumu; Türkler hangi hayvan veya kuştan türemiş olduklarını ifade etmek için bunları yapmışlardır, diye açıklıyorlar. Din adamlarının koruyucusu durumundaki bu iyekil (töz ya da ruh), yılda bir kez yeryüzüne iner ve inanışa göre onun ölümü şamanın da hayatının sona ermesi anlamına gelir. Töz, bugünkü Türk lehçelerinde “asıl, kök, menşe” demektir. Ayrıca töz kültüyle, Mogollardaki ongun inancının alâkası bulunduğunu da söylemek gerekir.
Kök Tengri İnancının Genel Çerçevesi
Her dinde bir tapınılan Tanrı ve bu Tanrı’ya ulaşmak için de bazı ibadet şekillerinin olduğu bir gerçektir ve eski Türk inanç sisteminde de herhalde Tanrı’nın birliğini kabul, namaz, kurban, oruç, hacc, ahirete iman, zekat ve sadaka gibi birtakım farzlar ile ona kulluk borcunu ödeme yolları var idi. Bununla beraber İslamiyetten evvel ortaya çıkmış Hrıstiyanlık, Yahudilik vs. Hâk dinlerin genel ilkeleri bile bugün ilk vahiy hallerinin çok dışında olduğu bir zamanda, elbette herhangi bir biçimde yazılarak günümüze ulaşmayan eski Türk dininin nasıl tatbik edildiğini tespit çok zordur.
Bu durum bir yana daha önceden de eski Türklerin tabiatta bazı gizli kuvvetlerin varlığına inandıklarını söyledik ve bunlar onlara göre kutsal (yani ıduk) idiler. Tabiat güçleri ve varlıklarına itikat ile hürmet ise hemen hemen bütün felsefi dinlerde mevcuttur. Dolayısıyla fiziki çevrede bulunan dağ, deniz, toprak, ırmak, ateş, fırtına, gök gürültüsü, ay, güneş, yıldızlar gibi tabiat şekilleri ve hadiselerine karşı hayret ve korkuyla karışık bir saygı hissi eskiden beri görülmektedir. Hatta bu tabiat olaylarının, din düşüncelerinin kaynağının ortaya çıkışındaki etkisine bile değinilir. Ama bunların içinde tapınılan tek bir yüce Tanrı varlığını hiçbir zaman unutmamak gerekir. Yani insanlar bazan kendi yaptıkları nesneleri, bazan da evvelce değindiğimiz üzere tabiat varlıklarını Tanrı yerine koymaya kalksalar da, onların arasında daima bir büyük yaratıcı veya koruyucuya inanmışlardır. İşte buna binaen mesela ziraatçı kavimlerde daha çok bereket tanrıları olarak bazı kuvvetler bulunur. Savaşçı halklarda ise zafer tanrıları birinci plandadır. Çoban topluluklarda hayvanların yavrulaması veya koyun kırkma zamanlarında özel törenler düzenlenirdi. Netice itibarıyla tabiat ve felsefi dinlerin bu gibi mahalli özelliklerine karşılık, yüksek dinlerde bütün cihana şamil hususiyetlerin olduğunu vurgulamak lazımdır.
Şamanizm İnancının Genel Çerçevesi
Türklerin eski diniyle alâkalı bu temel yaklaşım bir yana, mukaddes kitap ve dinlerin sonuncusu Kur’an ile İslamiyet, kitap ve din noktasında Allah tarafından tekmil edilerek, nihayete erdirilmiştir. Buna dair Al-i İmran Suresi 19. ayette; “Allah katında din ancak İslamdır” şeklinde kesin hüküm vardır. Dolayısıyla insanlığın başlangıcından itibaren karşılaşılan bütün dinler, her şeye muktedir bir yaratıcı Tanrı inancına dayalı iken, sonradan bunların içine değişik unsurlar ile tanrı ve tanrıçalar sokulmuştur. İşte bu yüzden de Allah zaman zaman kendinin ortaya koyduğu ve bir yerde toplum düzenin şartı olan dinin bozulması üzerine peygamberler vasıtasıyla bunların ıslahı yoluna gitmiştir. Bütün bunlardan çıkan sonuca baktığımızda bugün Şamanizm diye adlandırılan bir dinin bulunmadığını, bunun sadece geçmişteki bazı ayin, gelenek ve göreneklerin unutulmayarak toplum içinde yaşamasından başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz.
Kök Tengri İnancının Sosyal Hayattaki Yeri
Eski Türkçede “gök” (sema) ve “en büyük yaratıcı” mefhumları için tek bir kelime, yani Tengri kullanılmıştı. İslam dinini seçen Türkler gök kelimesini sema, tengri kelimesini de “Allah” mefhumuna tahsis ettiler. Ayrıca eski Türkçede hava anlamına gelen “kalıg”, İslamdan sonra “gök-sema” manasının yerine konmak istenmişse de tutunamayarak sonraları büsbütün unutulmuştur. Çünkü o “Kök (Ulu) Tengri” gibi hiçbir zaman mukaddes algılanmadı. Tanrı kelimesi yerine Oguzların kullandığı “çalap” terimi de yaşama imkânı bulamadı. Bunun yanı sıra, özellikle Divanü Lûgat-it-Türk ve bazı eski sözlüklerde Tanrı’nın sıfatları arasında “Ugan” (kudretli), “Bayat” (nimetli), “Bir”, “İdi” (sahip), “Yaratgan” (yaratan), “Mengü” (ebedi), “Tiritken” (dirilten), “Türütken” (yoktan var eden) gibi yazılışları da görmekteyiz ki, bunlara artık sadece tarihi metinlerde rastlanılmaktadır. Tabi bu sıfatlar Türklerin Kök (Ulu) Tengri inançlarında da olan ya da onların İslamiyeti kendi terminolojileriyle karşılamalarından başka bir şey değildir.
Netice olarak; tek bir yaratıcı Tanrı’ya iman ve onun için kurban, öldükten sonra hayatın varlığı, yani ruhun yaşaması, cennet ve cehennem mefhumu ile ahirete iman, sevap ve günah anlayışı, ulu yaratana ibadet, ölmüş atalara saygı ve mezar geleneği gibi durumlar, eski Türk dininin ana vasıflarını meydana getirmekteydi.
Şamanizm'i Yeniden Canlandırma Teşebbüsleri
Çarlık ve Sovyet Rusya zamanında Türklerin bütün sosyal faaliyetleri büyük bir baskı altındaydı. Ancak Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından ortaya çıkan serbestlikten insanlar artık daha fazla yararlanmaya çalışır hale geldiler. İşte buna bağlı olarak günümüzde hayatiyetini sürdürme gayretindeki eski Türk dininin zaman zaman ıslah faaliyetlerine şahitiz ve bu hususta ilk teşebbüslerden birisi 20. yüzyılın başında Altay Dağlarında görüldü. Bu harekete dünya kamuoyunda Burhanizm, Altay Türkleri ise “Ak Yang” (Ak din) demişlerdir. Bunun temelinde bozulmuş Şamanizm ve Rus emperyalizmine karşı bir baş kaldırı yatmaktadır.
Buna benzer bir duruşu bu sıralarda Türkistan Türkleri de gösterdiler. Milli kimliğin ve milliyetçiliğin yasaklandığı yıllarda Türkler, İslamiyet etrafında birleşerek, milli şuuru canlı tutmaya gayret ettiler. Bu durum bir yana Burhanizmin kesin başlangıç tarihi belli değildir. Ancak bu inancın Rus hükümeti tarafından ortaya çıkarılması 1904 yılının başlarına rastlar. Bu itikadın temeli tahrip olmuş; yani içerisine Budizm, Maniheizm ve sonra bazı semavi dinlerin karıştığı Türk dini ile Rus egemenliğine düşmanlık idi. Ayrıca Burhanizm, Lamaizme[1] bir geçiş olarak görüldüğü gibi, Şamanizm ile Hrıstiyanlığın da bir çatışması şeklinde değerlendirilmektedir.
Ancak Burhanizmin çıkışının temelinde, her ne kadar eski Rus yazarlar birtakım feodal düzen emarelerine işaret ediyorlarsa da, belki yüzlerce yıllık rahatsızlıklar yatmaktadır. Ruslar gelene kadar kendi topraklarını ekip biçebilen, hayvanlarını bozkırlarda hürce otlatabilen Türk halkının elinden bu gibi imtiyazları alınmış, üstüne-üstlük binlerce yıldan beri üzerinde atalarının yattığı topraklara Rus göçmenleri getirilerek yerleştirilmişti. Biraz önce de belirttiğimiz gibi bu yönüyle Burhanizm hareketine dinî vasfının yanında, millî bağımsızlık ayaklanması olarak da bakmakta fayda vardır.
Burhanizmin belki ilk önderi diyebileceğimiz kişi Altaylı bir Türk kamı olan Çet Çelpen’dir. Ondört yaşında bir kız evlatlığa sahip bu Türk, karısı ile beraber Üst-kan kasabasından 20 km uzaklıkta yer alan ormanlık bir bölgede yaşıyor ve burada ibadet ediyordu. Yanına gelenlere Ak Yang’ın ilkelerini öğretiyor ve nasihatlarda bulunuyordu. Çet Çelpen’in felsefesine göre, Ruslarla beraber yemek yemek, onlarla dost olmak yasaktı. Hatta Rus parası bile kullanılmamalıydı. Çet Çelpen’in nazarında 20. yüzyılın kamları Kök (Ulu) Tengri Dininin içine birçok akla ve mantığa sığmayan hurafeler soktukları için onlar şeytan işleriyle uğraşıyorlardı. Bunların davullarını, cübbelerini ve asalarını ateşte yakarak gerçekleri görmeye zorlamak lazımdı. Tanrıya hoş kokulu otların dumanı, süt, şarap ve kımız gibi saçılar da kurban sayılabilirdi. Eğer bu din etrafında birleşirlerse, Rus zulmünden de kurtulmak mümkün olacaktı.
Çet Çelpen bütün vaazlarını çok güzel bir hitabeti olan kızı vasıtasıyla yapıyordu. Bu kızı dinlemek için bazan binlerce kişi toplanıyordu. Çet Çelpen’in zamanla onbinlerce taraftarı oldu. Bu ise Rus hâkimiyetinin Altaylarda tehlikeye girmesi demekti. Ayrıca Rusya’yı Burhanistlere karşı harekete sevkeden nedenlerden birisi de; bölgede faaliyet gösteren Hrıstiyan misyonerlerin suçlamalarıydı. Bu din adamları Burhanizmi kendi çalışmaları için yeni bir düşman olarak gördüler. Onlar ayrıca yazdıkları mektuplarda veya devletin merkezine gönderdikleri haberlerde hayali Japon ajanları arayarak, halk arasında bir Japonseverliğin var olduğunu ispatlamaya çalışıyorlardı. Hem Mogol Lamalarının zarar verici faaliyetleri, hem de Burhanistlerin Japon taraftarlığından söz ederek, onlara karşı bir cephe oluşturdular.
Neticede 1904 temmuzunda binlerce Altay Türkü tören için Çet Çelpen’in çadırı etrafında toplanıp, genç kızın ateşli nutkunu ve ilahilerini dinlerlerken, ibadetle meşgul bu silahsız insanlar Rus askerleri tarafından baskına uğradılar. Çet Çelpen, karısı, kızı ve ileri gelen yirmi kadar müridi tutuklandı. Rus hükümeti Altaylı Burhanistlerin mallarını ve mülklerini yağmaladı. Çet Çelpen ve arkadaşları ağır ceza mahkemesinde yargılandılar. O zaman Rus devlet dumasında bulunan bazı liberal görüşlü kişi ve avukatlar onların savunmalarını üstlendiler. Böylece ölüm cezasından kurtuldular. Ama iki yıl sonra Çet Çelpen kendine yapılan işkencelerden dolayı Biysk hapishanesinde öldü. Burhanizm hareketi böylece sona ermiş oldu.
[1] Lamaizm, Tibetçe yüce manasındaki Lama kelimesinden gelen ve Tibetlilerin milli dini Bon ile Budizmin bir karışımı olan, yer ile gökte birtakım ilahların bulunduğuna kanaat getirilen bir inançtır.