Konu özeti

  • 1. Hafta: Kültür ve Medeniyet

    Türk Kültür Tarihi Dersine başlamadan önce kültür ve medeniyet nedir; kültür ile medeniyet arasında ne gibi farklar bulunmaktadır, bunları izah etmekte fayda vardır. Çünkü terimlerin manaları değişik olup, zaman zaman da kullanımlarında yanılgıya düşülüyor. Hakikatte bu konu üzerinde pek çok sosyal bilimci bir şeyler söylemesine rağmen, henüz ortak bir tanımın da oluşturulamadığını görüyoruz.

     

    Bilindiği üzere kültür, sosyolojinin en önde gelen kavramlarından biridir.  Buna değişik pek çok anlam verilmekle beraber, Latince kökenli bir kelimeden neşet eden kültürün manası “toprağın işlenmesi” demek olup; daha sonraları özellikle Batı dillerinde kazandığı anlam olan “yüksek dereceli bilgi, insan vücudunun ve ruhunun terbiyesi, sanat ve fikir eserlerinin geliştirilmesi” şekliyle Türkçemize girmiştir. Bir bakıma insanın her açıdan yetişmesi ve bu olgunluğunu ilerleterek, yaymasıdır.

     

    Kültür, umumiyetle insanların yaşama tarzları ve hayatlarını sürdürürken ortaya koydukları maddi-manevi bütün anlayışlardır şeklinde tarif edilmeye çalışılır. Bunun içine gelenek-görenek, töre, ahlakî kurallar, dinî, felsefî, edebî, iktisadî toplumsal müesseseler ve sanatsal zevkler ile insanı hayata bağlayan ve onu ayakta tutmaya yarayan ruhî ve fizikî değerler dâhil edilir.

     

    Bütün bunlar, kültürün daha çok toplulukların kendilerine has yaşayış ve davranışları olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte kültür genellikle maddi unsurlar değil, manevi yapı olarak düşünülmektedir. Kültürel meselelerin izahı ve bu kelimenin tanımlanmasında, Türkiye’de en önde gelen ilim ve fikir adamı, ünlü Türk sosyologu Ziya Gökalp, kültür; bir milletin dinî, ahlakî, hukukî, ilmî, bediî, lisanî, iktisadî, teknik hayatlarının ahenkli toplamıdır, derken; kültürü herkes kendi bakış açısına göre, yukarıda çizilen ana çerçeve dâhilinde izaha çalışmaktadır.

     

    Her halkın kendine özgü bir kültürü vardır, diğer bir deyişle her kültür ayrı bir topluluğun temsilcisidir. Bunun gibi insanlık tarihine yaptıkları katkılar hâlâ Batılılarca inkâr edilmeye çalışılan Türk milletinin de dili, tarihi, edebiyatı, sanatı, dini, müziği, mimarisi, hukuk anlayışı ve olaylar karşısındaki davranışlarıyla kendine mahsus bir kültürü söz konusudur.

     

    Kültür gibi medeniyet de bizim dilimize yabancıdır ve Arapçadan geçmiştir. Bunun yerine “uygarlık” terimi kullanılmak istenmişse de, iki kelimenin birbirlerinin yerini tutmadığı da söylenmektedir. Buna bağlı olarak medeniyetin, kültürden biraz farklı anlam içerdiği ileri sürülür. Medeniyet, milletlerarası ortak değer seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtaları bütünüdür. Temelini ilim ve teknoloji oluşturur ki daha çok dışa dönüktür. Kültürler milli, medeniyet ise evrenseldir, denmekle beraber günümüzde medeniyetten anlaşılan; daha çok sanayileşme ile ortaya çıkan yeni ve daha iyi bir yaşama biçimine sahip olan topluluklar kastedilmektedir.

     

    Bu durumda; kültürlerin özel, medeniyetin genel olduğunu söylemek mümkündür. Medeniyetlerin ayrışma noktasında da çeşitlilikler görülür. Dine, coğrafyaya, hatta toplulukların etnik oluşumuna göre medeniyet tarifleri yapılırken, zamanımız itibarıyla belki iki medeniyetten söz açılabilir. Bu da; Doğu ve Batı Medeniyetidir. Her iki medeniyet de bir zamanlar kendisini üstün kılan taraflarını diğerine ihraç ettiğinden, birbirinden yararlanma yoluna da gitmiştir. Buna bağlı olarak, medeniyetler de saf değildir. Türk milleti her iki medeniyet dairesi içerisinde de bulunması itibarıyla, farklı bir konumdadır.

     

    Kültür ve medeniyet üzerindeki tartışmalar, Z.Gökalp’ten beri gündemde olup, bundan sonra da süreceği ortadadır. Ne olursa olsun, her kültür kendi öz vasfını korur ve ana yapı bir süreklilik taşır. Bunun da böyle bilinmesi gerekir.

     

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018


    • 2. Hafta: Türk Tarihi'ne Bakışımız

      Birtakım fikir ve ilim adamı milli menfaatlerimiz ve bugünkü bilgilerimiz ışığı altında Türk tarihi ikiye ayrılabilir diyor:

       

               1- Anayurttaki Türk tarihi.

               2- Yabancı illerdeki Türk tarihi.

       

               Anayurttaki Türk tarihinin en eski çağları 11. yüzyıla kadar, Doğu Türk ilinde geçer. Bu Doğu Türk ili veya Türk yurduna Mogolistan ve Doğu Sibirya da girer. 11. asırda, Selçuklularla beraber batıda ikinci bir anayurt daha kurulmuştur ki, bunun adı Türkiye’dir. Ama burası sanıldığı gibi Anadolu Yarımadasından ibaret değildir. Bu vatanın sınırlarına bugünkü Türkiye, Balkanlar, Kafkasya ve Azerbaycan, Irak ile Kuzey Suriye dâhil olmaktadır. Doğu Türk ili ve Türkiye tarihleri aralıksız bir bütün halinde halâ sürmektedir. Üstelik zaman zaman bu iki yurt Çingiz, Temür ve Osmanlı çağlarında birleşmişlerdir.

       

      Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, Türklerin yerli ahaliler üzerinde üstünlük kurdukları devletlerin tarihidir. Bunlar devamlı olmamış, sonunda bu Türkler hükmettikleri milletlerin arasında erimişlerdir. Bunun çeşitli sebepleri vardır; en belli başlıcası nüfus hadisesidir. Yani sürekli harpler ve kırgınlardan eriyen ahaliye arkadan gelenlerle takviye yapılamamıştır. Mesela bugünkü Mısır devleti, Türk askerlerine dayanan bir hanedan tarafından kurulduğu halde, günümüzde Mısır tamamıyla bir Arap devletidir. Buna benzer olarak, Orta Avrupa’daki Avar ve daha sonraki Kuman-Kıpçak hâkimiyetleri gösterilebilir. Ne yazık ki Peçenekler ile Kumanlar ellerinde o kadar güç olmasına rağmen birlikte hareket edip, devlet kurma teşebbüsünde dahi bulunmadılar. Bu da Türk tarihinde üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.

       

      Ayrıca burada şuna da değinmeyi faydalı görüyoruz ki; aşağı-yukarı bütün dinlerin kitaplarında bazı tarihi hadiseler anlatılır. Bunun yanı sıra Allah kavramı, yaradılışın sırları vs. hususlardan yola çıkarak, birtakım dini tarih felsefeleri ortaya koyup, bundan bir tarih metodu geliştirerek, bütün tarihi hadiselerin temeline din faktörünü yerleştirmenin de şahsi kanaatimizce doğru olmayacağını düşünüyoruz. Tıpkı Marksist tarih felsefecilerinin her şeyin sebebini sınıf çatışmalarına bağlamaları gibi.

       

      Tarih, sadece mazideki kahramanlık hikâyelerini ya da başarıları günümüze aktarmak olmamalıdır. Elbette bir millet tarihindeki şanlı sayfalar ile övünme hakkına sahiptir. Ancak yapılan hatalar ve yanlışlar da birer birer ortaya konup, bunların sebepleri açığa çıkarılırken, sonucunda toplumun neler kaybettiği ve hangi zarara uğradığının hesabı, müsebbiplerinden sorulmalıdır.

       

      Tarihimiz yalnızca zaferlerle dolu ve yaşadığımız dünya da toz pembe değil. Son üçyüz yıldır bilhassa komşumuz dediğimiz halklar başta olmak üzere, dünyanın bir ucundan kalkıp, vatanımızı işgale gelen devlet ve milletlerin katliamlarına maruz kaldık. En güvendiğimiz insanlar bizi sırtımızdan bıçakladı. Bunları yok saymak, tarih kitaplarında yazmamak veya düşmanlıkları unutturmaya çalışmak, Türk milletine yapılacak en büyük hainliklerden birisidir.

       

      Yusuf Has Hacib devleti bir aya benzetir. Ay doğarken önce küçüktür, sonra büyür ve yukarı tırmanır. Dolunay vaktinde her yere ışık saçar. Dolayısıyla bütün insanlık ondan istifade eder. Bu sırada zirvededir. Sonra tekrar küçülür ve görkeminin kaçtığını söyler. Yusuf Has Hacib’ten 300 yıl kadar sonra yaşayan İbn Haldun’un görüşü de aşağı-yukarı böyledir. O da, devletin başlangıç tarihini gelişmeye doğru yürüyüş çağı şeklinde yorumluyor. İkinci devre ise, rahatlığın ve israfın bol olduğu bir dönemdir. Devlet hayatında üçüncü safha, yorulma ve yıpranma vaktidir. İhtiyarlık geldiğinde de yıkılma kaçınılmazdır. Görüleceği üzere her ikisi de benzer şeyleri söylediği halde, biz tarihçiler nedense hep İbn Haldun’u örnek verip, Yusuf Has Hacib’i dikkate almayız. Bu kendi değerlerimize ve bizden olanlara kayıtsızlığımızın göstergesidir.

       

               Bütün bunların ardından belki de bazı ilim adamlarının işaret ettiği üzere, Türk tarihini bir bütünlük içinde ele alabilmek için Kaşgarlı Mahmud nasıl batıdan doğuya doğru Türklerden bahsetmiş ise; biz de yüzyıllara göre Türk tarihini yazabiliriz. Çünkü Türk tarihinin Batılıların anlayışına göre oluşturulan çağlara bölünmesi meselesi hala tartışılmaktadır. Umumiyetle Avrupalıların kendi tarihlerini esas aldıkları bu tasnif çalışmasını, bizdeki eski tarihçiler olduğu gibi aktardıklarından birtakım sıkıntılar yaşanıyor. Bugün Türk tarihçileri hem bu hale karşı gözüküyorlar, hem de seneler evvel yapılan yanlışlıkları tekrarlamaktan geri durmuyorlar.

       

      Bu hakikat bir yana eğer Türk tarihi illa da bir çağ esasına göre ayrılacaksa, bu Türk Eski Çağı, Türk Orta Çağı, Türk Yeni Çağı, Türk Yakın Çağı vs. şeklinde olmalıdır. Tabiî ki bunların sınırlarının nerede başlayıp, nerede bittiği meselesini de uzman Türk tarihçileri halledecektir. Avrupa ve diğer dünya tarihleri ise belki ayrı ayrı ele alınmalıdır.

       

      Tanrı’nın yarattığı en mükemmel varlık olan insan hafızası, başına bir hastalık gelmediği müddetçe geçmişte yaşadıklarını unutmaz. Sadece kendi dününü değil, çevresindekileri ve içinde yaşadığı toplumun da hayat macerasını, nereden geldiğini merak edip, sorgular. İşte bu düşünüp, araştırma işini ilmi yöntemlerle yaptığınız takdirde tarih biliminin sahasına girmiş olursunuz.

       

      Her ne kadar son yıllarda üzerine fazla eğilinmese de, tarih elbette ki toplumların hayatında sürükleyici bir etkendir. Çocuklarımızı eğitim hayatının başlangıcından itibaren sıkmadan, ders çıkarıcı bir mahiyette milli tarihimizle tanıştırmak zorundayız. Çünkü millet olma şuuru, vatan sevgisi ve görev aşkı ancak tarihten alınan derslerle kazanılır. Millet dediğimiz olgunun tarifleri içerisinde zaten aynı dili, aynı ortak tarihi kaderi paylaşan insanlar yok mudur? Dolayısıyla bizi biz yapan değerleri, geçmişin acı-tatlı hatıralarını öğrenmek için tarih şarttır.

       

      Bunlardan sonra netice olarak söyleyebileceğimiz şey, Türk tarihi bir bütün içerisinde değerlendirilip, olayları buna göre yorumlamak milli menfaatlerimiz açısından tek çıkar yoldur. Yoksa hanedanlar arasındaki kavgalarla uğraşmaktan başka bir iş yapmaya zaman bulamayız.

      KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

      Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018


      • 3. Hafta: Türk Adı

        Bir milletin tarihi ve kültürü hakkında yapılacak araştırmaların ilk başlangıcı, elbette ki onun adıyla olmalıdır. Bugün dünya üzerinde üçyüz milyon civarında, “Türk” ismiyle anılan bir insan topluluğu yaşıyor. Bu muazzam kitleyi ifade eden adın ne manaya geldiği konusu ise yüzlerce yıldır ilim adamlarının ilgisini çekmiştir. İşte buna bağlı olarak Türk ismi hususunda çeşitli iddia ve fikirlerin ortaya atıldığını görüyoruz. Bu durum bir yana Türk tarihi ve kültürünün temel kaynaklarından Kök Türk harfli kitabelerde, bu ad Türk ve Türük  şekillerinde karşımıza çıkıyor. Bu yüzden bazı ilim adamları ismin ilk biçiminin tek heceli olduğunu söylerken, bir kısmı da iki heceli iddiasında bulunmaktadır. Fakat bizim bu konudaki düşüncemiz Türük formunun çoğul, yani “Türkler” manasına geldiği yolundadır.

         

        Orkun Yazıtlarında Türk’ün hem bir kavim adı şeklinde geçmesi, hem de kaganlığın tesisi hususunda: “Üze Kök Tengri asra yagız yer kılundukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglınta üze eçüm apam Bumın Kagan, İstemi Kagan olurmış; olurıpan Türük bodunıng ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş”[1], dendiği gibi yine aynı metinlerde: “Türük bodunıg atı-küsi yok bolmazın tiyin, kangım kaganıg, ögüm katunıg kötürmiş Tengri, il birigme Tengri, Türük bodun atı-küsi yok bolmazın tiyin özümin ol Tengri kagan olurtı”[2], cümlesi Türk denen bir halkın mevcutiyetine işarettir.



        [1] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 2-3; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 1-3: “Yukarıda mavi gök, aşağıda yagız yer yaratıldıktan sonra, ikisinin arasında insan oğlu yaratılmış, insan oğlunun üzerine atalarım Bumın ve İstemi Kagan oturmuş; oturduktan sonra Türk milletinin ülkesini, töresini idare etmiş, düzenlemiş”.

        [2] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 25-26; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 20-21: “Türk milletinin adı-sanı yok olmasın diye, İl-teriş Kagan’ı ve İl Bilge Katun’u yükseltmiş olan, İl veren Tanrı, Bilge Kagan’ı da tahta çıkarmıştır”.

        KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

        Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018

        Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Tarihinden İzler, C. IV, Ankara 2015


        • 4. Hafta: Türk Yurdu

          Türk adı konusunda olduğu gibi, Türklerin anayurdu hususunda da araştırmacılar arasında tartışmaların hâlâ sürdüğünü söylemekte fayda vardır. Türklerin anavatanı diye gösterilen bölgeler içinde Altay Dağları, Tanrı Dağları-Kuzeybatı Asya sahası (bugünkü Kazakistan’ın doğusu ve İrtiş-Ural arası), Altaylar-Kırgız bozkırları bölgesi, Kingan silsilesi, Shan-si, Ordos ve Kansu toprakları dâhil olmak üzere Çin’in umumen kuzey tarafları ve Baykal Gölünün güney-batısı sayılmaktadır.

           

          Bununla beraber 18. asrın başlarından beri Asya’nın çeşitli yerlerinde D.G.Messerschmidt, V.V.Radloff, S.V.Kiselev, A.V.Adrianov, P.K.Kozlov, A.A.Zahorov, S.P.Tolstov, A.N.Bernştam, S.I.Rudenko, A.P.Okladnikov, A.Gavrilova, L.R.Kızlasov, M.P.Griaznov, K.A.Akişev gibi ilim adamlarınca yapılan arkeolojik araştırmalar sayesinde artık Türk yurtları konusunda M.Ö. 3000’lerdeki durum hakkında bile en doğru tahminlerde bulunabilecek hale geldik. Hatta bilim adamları M. önce 4000’lere ait Türkmenistan’daki Anav kültürü ile Hindistan’ın kuzeyinde M. önce 3000’lerle tarihlendirilen Mohenjodaro kalıntılarında da Türk izlerini tespit ediyorlar. Buradaki insanların çoban oldukları, savaşlarda at ve madeni silah kullandıkları, kabileler şeklinde bölündükleri söyleniyor. Bu durum bir yana, Minusinsk (Mengü-su/Min-su) bölgesindeki Afanasyevo (M.Ö. 3000-1700) ile bilhassa buraya yakın Andronovo kültüründe (M.Ö. 1700-1200) ortaya çıkarılan “brakisefal beyaz ırk” iskeletleri, Türk soyunun proto-tipi olduğunu gösteriyor. Güney Sibirya havalisi kalıntılarını ve yazılı belgeleri incelediğimizde, buralarda yaşayan insanların düz burunlu, hafif çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli, orta boylu, sağlam bünyeli ve kusursuz bir görünüme sahip oldukları anlaşılır. Ne bugünkü Avrupalıların tıpa tıp benzeri, ne de tamamen Mongoloid özellikler taşıyorlardı. Onların kendilerine has vasıflarına ancak “Türk Tipi” denilebilir.

          Ülke topraklarının kalabalıklaşan nüfusu besleyememesi, temel ekonomisi hayvancılığa dayalı bir toplumun sürüleri için gerekli, otu ve suyu bol arazilerin savaş pahasına aranması, ayrıca çevrede nüfus bakımından az olan bölgelere kayma, bu göçlerin temelini teşkil etmekle birlikte, Türk fütuhat anlayışının gereği olarak yurt değiştirmelere de rastlanıyordu. Bunu en güzel şekilde “güneşin doğduğu yerden battığı topraklara kadar Türk adaletini hâkim kılma” veya diğer bir deyişle “Kızıl Elma” ülküsüyle birleştirebiliriz. Bunu eski Türk inanç sistemiyle de özdeşleştirenler vardır. Tarihin derinliklerinden beridir Tanrı’ya bağlı bulunan Türkler, O’nun seçkin bir kavmi olduklarına ve Tanrı tarafından korunduklarına inanıyorlar, Türk hakanları Allah’ın dünya hâkimiyetini kurmakla kendilerini görevlendirdiklerini düşünüyorlardı. Ayrıca, Türklerin geninde bulunan bilinmeyen ufuklara doğru açılma, dünyayı yönetme, aralıksız ölüm-kalım savaşı içinde yaşama, her muvaffakiyetten sonra alınan haz gibi etkenleri de göz önünde bulundurmak lazımdır. 

          KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

          Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018


          • 5. Hafta: Türk Dili

            Türk yazı dilinin ne zaman ve hangi şartlarda meydana geldiği hakkında kesin bir şey söylenememekle beraber, son yıllara kadar Orkun Abideleriyle bu durum tarihlendirilmekteydi. Ancak, Kazakistan’da Esik Kurgan’ında çıkan bir tabağın altındaki yazıtın zamanı M.Ö. 5. yüzyıla kadar götürülünce, Türk yazısının ve yazı dilinin çok daha eskilere dayandığı ortaya çıkmaktadır. Bu durum bir yana, daha Milattan önce 1. asırda, Asya’da iken Türkleri anlatan Çince vesikalar ile 5-6. yüzyıl olaylarından bahseden Latin-Bizans kaynaklarından öğrendiğimiz bilgilere göre; Karadeniz’in kuzey taraflarında yaşayan Hun-Türklerin arasında Hrıstiyanlığı seçenlerinin Türk dilinde kitaplarının olduğu, dini metinleri Türkçeye çevirdikleri haber veriliyor. Mesela Türklerden söz açan Arap yazarlar da; onların mabetleri ve yazı yazmak için alfabeleri vardır, diyor.

             

            Bunun dışında Türklerin köklü bir edebiyata da sahip oldukları bilinmektedir ki; özellikle başta bulunan Türk hükümdarları edebiyat ve sanata öncülük ettikleri gibi, sanatçıları da kollayıp, gözetiyorlardı.

             

                     Türkler dünyada yazısı, yani kendilerine ait bir alfabesi bulunan ender milletlerden birisidir. Harflerin konumlarına bakıldığında, bunların günlük hayatta kullanılan birtakım nesnelere benzediği anlaşılır ki, çoğu tamgadır ve alfabedeki harflerin neredeyse otuza yakını bu şekildedir. Yazı sistemlerinin ortaya çıkışında ise, umumiyetle ideogram (düşünceyi ifade eden resim), piktogram (bir kavram veya nesnenin resimle anlatılması), tamga (düşünce veya nesneyi belirleyen işaret), hece, yarı hece ve alfabe şeklinde bir gelişmeden bahsedilir. Dolayısıyla Türkler bu harf tamgaları batıya göçerken beraberlerinde getirmişler ve onları gündelik hayatlarının pek çok yerinde kullanmışlardır.

            Tarihleri boyunca Türkler kendi milli alfabeleri dışında Çin, Sogd, Arap, Yahudi, Latin-Bizans vs. milletlerin yazılarını da kullandılar; ama bunlara bazan harfler ekleyip, bazan çıkardılar. Bunun gibi Uygur Türkleri de Sogd menşeili olduğu belirtilen bir alfabeyi geliştirdiler ve kendilerinin dışındaki birtakım toplulukların da kullanmasına aracı oldular. İşte bunlardan Mogollar, Uygurlara son vermekle beraber, onların kuvvetli kültürlerinden etkilenerek Uygur yazısını aldılar. Nihayet Uygur katipleri ve devlet adamları bütün sivil idareyi ellerine geçirdiler. Çingiz Han’ın torunları zamanında Maveraünnehir, Horasan ve Irak’taki defterdarların çoğu Uygurlardandı. Bugün Mogol milletinin alfabesi hâlâ milli Uygur Türk yazısıdır. Ayrıca Uygurların kitapları kağıt üzerine yazılıp, basılıyordu. Bu, Çin kağıdından farklı idi. Uygurların kendi kağıt imal şekilleri olduğu da bir gerçektir. 9. ve 10. yüzyıllarda Çinlilerin blok baskı ile çoğaltma tekniğinden değişik bir baskı sanatı bulmuşlar, sert ağaçtan tek tek, hareketli Uygur harfleriyle kitap basmayı ilk olarak onlar başarmıştır. Türkistan’daki çeşitli kazılar sonucunda, torbalar içerisinde böyle harfler ele geçirilmiştir. Uygur Türklerinin bu şekilde kağıt ve matbaa usullerindeki yenilikleri, insanlığın ileri gitmesi vasıtalarından biridir.

            KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

            Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018

            Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Tarihinden İzler, C. II, Ankara 2014

            • 6. Hafta: Sosyal Yapı

              Eski Türklerin içtimai vaziyeti hakkında şimdiye kadar ortaya konulan tanımlamalarda uzlaşma sağlanamadığı bilinen bir gerçektir ve ilim adamlarının bu hususta çok farklı görüşleri vardır. Bununla beraber, milletleri iyi anlayabilmenin yollarından birisi de, o toplulukların sosyal yapısını öğrenmeye bağlıdır. Biz, Türklerin içtimai durumunu belirlemede en güvenilir yol olarak, yine Türkçe belgeleri görmekteyiz. Bunların başında da Kök Türk metinleri gelmektedir. Çünkü Kök Türk devlet teşkilatı ve sosyal yapısı kendinden sonrakilerin hepsine temel oluşturur. Kök Türk Yazıtlarına baktığımızda ise, Türk içtimai hayatını ifade etmek için şu terimlere rastlıyoruz. Bunlar sırasıyla;

                      

              1- Oguş (aile)

                       2- Urug (aileler birliği)

                       3- Bod (boy, kabile)

                       4- Bodun (boylar birliği)

                       5- İl (müstakil topluluk, devlet)

              KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

              Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018


              • 7. Hafta: Eski Türklerde Devlet

                Bilim adamları il olmak için bazı şartların gereklerini ileri sürmektedirler ki, onlar da şunlardır: a- Bağımsızlık. İl, yani devlet düzeyine erişmek için herşeyden önce o toplumun hür olması lazımdır. Gerçi bugün bağımsızlık kavramı biraz değişmiş gibiyse de, eski Türk devleti tam manasıyla hürdü. Bulundukları coğrafya neresi, girdikleri kültür ve medeniyet çevreleri ne olursa olsun eski Türk ilinin temel yapısı bağımsızlıktır. Hiçbir kurum, kuruluş ve düşünceye eski Türk Devletinin istiklalini bırakmadığı ortadadır. İdare edenlerle yönetilenler aynı anlayış içerisinde bulunduklarından dolayıdır ki, Türk devleti ve milleti bugünlere gelmiştir. Kiçik Kutlug Alp Yabgu’nun, Kür Şad’ın, Enver Paşa’nın, Şahin Bey’in şehadetleri hep bu büyük milletin bağımsızlığı içindir. İşte bu yüzden tarih, kahramanların hayat hikâyesidir diyoruz.

                        

                Bununla beraber eski Türk sosyal yapısının birtakım özellikleri de onun bağımsız yaşamasına yardımcı oluyordu. Herşeyden evvel Türkler toprağa bağlı, çiftçi bir millet değildi. Konar-göçer olduklarından, çok menfi şartlar teşkil ettiğinde yeni topraklara ve hür yaşama imkânı bulduğu yerlere göçüyorlardı. Konar-göçerlik birçok bakımlardan yerleşik topluluklardan daha üstün vasıfları ve meziyetleri olan bir yaşama tarzı idi. Başta hayvan yetiştirmek, ehlileştirmek, şüphesiz bitkilerin ekilmesinden, hasatından daha zor, emek, enerji ve tecrübe isteyen üstün bir sanattı. İş yalnız ehlileştirmekle bitmez, hayvanlara durmadan otlak peşinde yeşillik aranır, yedirilir ve bu çabaya karşılık süte, ete ve yapağıya kavuşulurdu. Esasında onlar kimseye ihtiyaç duymadan kendi kendilerine yetebilecek bir ekonomi ve geçim yolunu kurmuşlardı. Dışarıya sadece kıtlık, salgın hastalık veya diğer tabi felaketlerde muhtaçtılar. Bu meşakkatli ve güç yaşayış içerisinde, çobanlık mahareti ile birlikte askerlik kabiliyetleri artar, sorumluluk, ileri görüşlülük, fiziki ve ahlaki gelişmeler kuvvet kazanırdı. Anlaşılacağı üzere onların kültür seviyeleri düşük değildi. Dolayısıyla bazı toplumbilimcilerin göçerler hakkında ortaya attıkları fikirlerin artık önemi kalmamıştır.

                KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

                Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018


                • 8. Hafta: Eski Türklerde Hükümet

                  Türk tarihiyle ilgilenen pekçok kişinin bildiği üzere Kök Türk ve Uygurlar devrinde olduğu gibi, eski Türk devletinde siyasi iktidar “kut” kelimesi ile ifade edilmiştir, ki bunun kökeni ta Türk-Hunlar çağına kadar inmektedir. Çünkü Türk tarihinin bilinen ilk büyük hakanı Börü Tonga (Tokta/Mo-tun) Yabgu’nun unvanı Türkleri anlatan en eski belgelerin başında gelen Çin yıllıklarında Tengri Kut diye geçmektedir. O, bizzat Çin imparatorluğuna yazdığı bir mektubun girişinde kendisine; “Tanrı tarafından tahta oturtulmuş Hun kaganı” diyordu. Yani eski Türk düşüncesinde Tanrı’nın bahşettiği Kut’un sahibi olan devletin de hâkimi idi. Köl Tigin ve Bilge Kagan Yazıtlarında; “Tengri yarlıkadukın üçün, özim kutım bar üçün” (Tanrı bağışladığı ve kendi devleti (talihi-kısmeti) var olduğu için)[1], hakanların tahta çıktığına vurgu yapılıyor. Buradan da anlaşıldığı üzere, Bilge Kagan’a devlet Tanrı tarafından bahşedilmiştir. Kök Türk tarihinden hatırlayacağımız gibi, İl-teriş Kagan’ın ölümünden sonra belki de kısa bir müddet devletin başına geçen İl Bilge Katun’un iktidarı da “kut” ile şöyle açıklanmaktadır: “Umay teg ögüm katun kutınga inim Köl Tigin er at boltı” (Umay’a benzeyen annem katunun devleti (kutu) sayesinde, küçük erkek kardeşim Köl Tigin er adını aldı)[2].

                   

                  Eski Türkçede kut kelimesinin manası “devlet, ikbâl, saadet, ruh, baht” gibi anlamlara gelmektedir. Menşe bakımından Farsçada aranan “kut” teriminin Avrupa literatürüne “majeste” şeklinde geçtiği söylenmekle beraber bu hüküm kesin değildir. Kök Türk Yazıtlarına baktığımızda, “kut” ve “kutluluk” Türk kaganlarına, dolayısıyla hükümdar ailesine ve kişilere Tanrı tarafından bağışlanmaktadır. Türk kültür tarihinin abidelerinden birisi olan Kutadgu Bilig’de kut’un mahiyeti aşağıdaki cümlede çok güzel bir şekilde açıklanmıştır: “Fazilet ve kısmet kutdan doğar, beyliğe giden yol ondan geçer, herşey kut’un eli altındadır”.



                  [1] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Güney tarafı, 9; Bilge Kagan Yazıtı, Kuzey tarafı, 7. satır.

                  Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 29; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 23: “anta kisre Tengri yarlıkaduk üçün, kutım bar üçün, ülügim bar üçün”.

                  [2] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 31. satır

                  KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

                  Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018

                  Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, “Kagan ve Katun”, DTCF Tarih Araştırmaları, Sayı 29, Ankara 1997


                  • 9. Hafta: Eski Türklerde Ordu

                    Ordu kelimesi eski metinlerde “ortu” biçiminde geçmekte olup, manası bugün de kullandığımız şekliyle, bir şeyin ortası, temel, merkez, başkent, ordugâh demektir.

                     

                    Bunun yanısıra Türk tarihine ait kaynaklardan öğrendiklerimize göre; savaş ve ordu komutanlığı sadece erkeklerin işi değildi. Kadınlar da birliklere veyahut ordulara kumanda edebildikleri gibi, at üstünde okları, yayları ve kılıçları olduğu halde harplere katılıyorlardı. Eski Türk ordusunda kadınların askeri birlikler içerisinde görev almalarına çok eski çağlardan itibaren rastlanmaktadır. Evvelce de belirtildiği üzere 4. asrın başlarında Ordos’un güneyinde, Türk-Hun Devletinin bir devamı gibi ortaya çıkan Chao hanedanının son yabgularından birisi olan Ulug Tonga (veya Bars/Shih-hu), özel seçilmiş bin kişilik bir kadın gücü meydana getirmişti. Bunlara önce yaya, sonra at üzerinde ok atmayı ve kılıç kullanmayı öğrettiğine dair bilgiler mevcuttur. Bu durum Türk kadınının devlet ve sosyal hayat içine ne kadar erken çağlarda girdiğini göstermesi bakımından mühimdir. Bunun dışında Delhi Türk sultanlarından Rükneddin Firuz’un kızı Celaleddin Raziye hakkında bilgi veren İbn Batuta; “o, yay kuşanmış ve maiyeti etrafında bulunduğu halde erkek gibi ata biner ve yüzünü örtmezdi” diyor. Ayrıca Anadolu’daki Dulkadırlı Beyliğinin de onbinlerce kadın suvarisinden söz edilir.

                     

                    Özellikle harp, Türkler için bir sanat halini almıştı. Meşhur Manas Destanı’nda: “Yiğitler yastıkta değil, şerefleri için savaşta ölürler”, deniyor. Dolayısıyla onlar için yatakta ölmek en büyük yüz karasıydı.

                     

                             Türk milletinin tarihinde ilk sistemli ordunun büyük Hun kaganı Börü Tonga (Tokta/Mo-tun) tarafından kurulduğu zaman zaman ilim adamlarınca ileri sürülüp, böyle bir kanaat hasıl olmuşsa da, bu doğru değildir. Türklerden haber veren en eski vesikalara baktığımızda, M.Ö. 2500’lerden itibaren askeri birliklere sahip olan Türklerin, bu güçleri sayesinde mütemadiyen Çin sınırlarına taarruzları söz konusudur. Eğer düzenli bir orduları bulunmasaydı, Çin imparatorluğu Türklere karşı M.Ö. 9. asırdan itibaren yapımına başlanan ve 16. yüzyılın ikinci yarısına kadar inşası süren Çin Seddi’ni meydana getirmek zorunda kalmazdı.

                    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

                    Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018

                    Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Kök Türk Tarihi, 5. Baskı, Ankara 2016


                    • 10. Hafta: Eski Türklerde Hayvancılık

                      Bilindiği üzere konar-göçerlik esasen iklim şartlarına bağlı olarak insanların yer değiştirmeleri ve konaklamalarıdır. Türklerin yaşadıkları coğrafyada M. önce 2000-1500’lerden itibaren şekillenen bu hayat tarzı çok zor tabiat özellikleriyle iç içe olduğundan, kendileri de sanki birer çelik gibiydiler. Ondört-onbeş yaşlarından itibaren de birer yiğit gibi savaşlara katılıyorlar, sağ kalırlarsa hayatlarını sürdürüyorlardı. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında, takdir edilmesi gereken yaşayışları vardı. Toplum içerisinde herkes vazifesinin ne olduğunu biliyor, ama yine de aralarında sıkı bir yardımlaşma gerçekleşiyordu.

                       

                      Türklerin temel geçim vasıtası hayvan yetiştiriciliği olup, bu ise üç açıdan mühimdir: Birincisi başlıca gıda maddesidir. İkincisi ticaret malı, üçüncüsü de nakil vasıtasıdır. Bu insanlar özellikle bahar ve yazları otu, suyu bol olan yüksek yaylalara göçerek hayvanlarını beslemekle beraber, ırmak boylarında ve sıcak ovalarda da yerleşerek buralarda ziraat yapıyorlar, bu yüzden kışları umumiyetle korunması kolay mahallerde geçiriyorlardı. Burada şunu da açıklamakta fayda vardır: Yazları alçak yerlerde vakit geçirmek zordur. Çünkü sivri sinek, tatarcık, at sineği gibi haşaratlar hayvanları rahatsız eder. Dolayısıyla hayvancı Türk baharda, sürüsünü dağ yamaçlarının güneşe bakan taraflarında otlatır. Buralarda kar yığınlarından sızan sular vasıtasıyla otlar daha boldur.

                       

                      Tabiî ki bu yaptıkları iş gelişi-güzel ve plansız değildi. Göç hareketleri de mutlaka baştaki aşiret beyi ve aksakalların rızasıyla gerçekleşmekteydi ve bey önceden “göç” diye bu mutlu günü tebasına haber veriyordu. Aşiretin en güzel ve evlenme çağına gelen kızına katara baş olması söylenirdi. Bu saatten sonra erkeklerce bacı gözüyle bakılan kız, artık delikanlılarca gönlü çalınacak bir sevgili olurdu. Göç günü yaşlı-genç mümkün mertebe yeni elbiselerini giyerlerdi. Evvelden pusatlar temizlenir, atlar ve develer yolculuğa hazırlanırdı. Gece yarısı obanın en yaşlısının önderliğinde yola çıkılıyordu. Dolayısıyla yaylacılık Türk kültür hayatında son derece önemlidir ki, buna bağlı olarak halk edebiyatının da ana unsurları arasına girmiştir.

                       

                      Ayrıca yaylaların muayyen sınırları olup, kabilelerin başkasının arazisine girmediğini biliyoruz. Onlar sadece kendilerini düşünerek bütün otlakları tüketme hakkına da sahip bulunmuyorlardı. Hatta mevsim durumlarına göre dahi bu mekânlar tespit ediliyordu ki; bunlar yazlık (yaylak), kışlak (ovalık), güzlük (sonbaharlık) ve köklev (ilkbaharlık) şeklinde ayrıldığı gibi; Türkmenler mevsimleri bahar: ilk bahar, orta bahar, son bahar; yaz: ülger, terazi, kuyruk, buhur; güz: ilk güz, orta güz, son güz; kış: kara kış, zemheri, zemheri yamacı biçimine bölüyorlardı.

                       

                               Bununla birlikte eski Türklerin beslediği hayvan türlerinin en başta gelenleri at ve koyun idi ki, bu tür hayvancılığın izlerinin Türklerin hayatında M. önce 3000-2500’lerden beridir olduğu da söylenmektedir. Hatta Andronovo kültüründe birkaç tür ata rastlanmıştır. Koyun ve keçi onların en önemli varlığıydı. Bazan öyle iri ve uzun bacaklı koyunlar oluyordu ki, bunlar bir araba tekerini bile sürükleyebiliyorlardı. İyi beslenmiş ve yetiştirilmiş at, koyun, keçi, deve, öküz, inek, geyik, kotuz (yak) gibi hayvan sürüleri için “sekiz adaklıg barım” diyorlardı[1]. Netice itibarıyla zengin veya fakir herkesin bir miktar hayvanı mevcuttu, ama elbette bunun içinde atın yeri bambaşkaydı.

                       

                      Dolayısıyla Türk sosyal hayatını incelediğimizde atçılık biraz daha ön plana çıkar. Genellikle ailelerin sahip olduğu bu hayvanların sayısı onbinler, hatta yüzbinlerle ifade edilmektedir. At sadece eti, sütü ve derisi (ki bu süt Türk’ün birinci içeceği kımızın hammaddesidir) için değil, aynı zamanda bir savaş vasıtası olarak yetiştiriliyordu. Bu açıdan bakıldığında ekonominin de temel taşlarından birisi olduğu gibi, askeri ihtiyaç teşkil ettiğinden önemi tartışılmazdır.

                       



                      [1] Bunun için bakınız, Bay Bulun I Yazıtı, Elegeş I Yazıtı ve Begre Yazıtı.

                      KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

                      Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018

                      Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, “Konar-Göçer Türklerde Ekonomik Hayat”, SDÜ. Sosyal Bilimler Dergisi, Prof.Dr. Kemal Göde Armağan Sayısı, Isparta 2013


                      • 11. Hafta: Eski Türklerde Ticaret ve El Sanatları

                        El sanatları açısından da çok yetenekli olan bu insanlar, madene ve ağaca istedikleri şekli verebildikleri gibi ondan masa, sandalye, yatak, perde, dolap, sepet ve kap-kacak türü eşyaları yapabiliyorlardı. Orta Asya’nın çeşitli yerlerinde gerçekleştirilen kazılarda bunlar ortaya sık sık çıkarılıyor. Mesela Hazar şehirlerinden Sarıg-el’de (Sarkel) çanak-çömlek ve çeşitli maden işleme atölyeleri mevcuttu. Dünya masa, sandalye, koltuk, karyola türü tahta yatakları Türklerden öğrendi. Bu ahşap malzemeleri, sahip oldukları ormanlardan elde ediyorlardı. Ormanlar aynı zamanda ok, yay ve kargı gibi silahları için de ham madde kaynağıydı.

                         

                        Bu kullandıkları eşya ve giyeceklerini çok güzel hayvan ve bitki motifleriyle donatıyorlardı. 15. asrın başlarında, Temür Beg’in nezdine yollanan İspanyol elçisi Claviyo bir merasim sırasında, Semerkant’taki Temür’ün otağını anlatırken hayranlığını gizleyemiyor. Ayrıca buradaki çadırlardan birisinin üzerinde çok büyük, kanatları açılmış, gümüşten bir kartal olduğunu; biraz aşağıda yer alan bir çadırın tepesinde de son derece sanatkârane bir tarzda, sanki kartaldan korkup kaçan, kanatları yine açık ve yüzleri kartala dönük, gümüşten yapılmış üç şahin suretini tarif eder. Bu kartalın sanki şahinlerin üzerine çullanacakmış gibi tasvir olunduğunu yazar. Bu muhteşem sanatı şehir ve saraylarında da en harika biçimde uyguladılar. Mesela Hun-Hsia hükümdarı Tengriken Boncuk’un (He-lien P’o Po) yaptırdığı saraylardan birinin sütunları tahtadan ve gök kuşağını andıran bir biçimdeydi. Çatısı adeta kuşun uçarken kanatlarını açtığı şekle benziyordu. İçindeki yazlık ve kışlık odalar birbirinden boncuk kapılarla ayrılırdı. Odaların içerisinde yerleştirilmiş olan ayna sistemiyle, etraf o kadar güzel aydınlanıyordu ki, dışarısı gece mi, gündüz mü bilinemiyordu. Bunlar ince bir sanatın ürünüydü.

                        KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

                        Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018

                        Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, “Konar-Göçer Türklerde Ekonomik Hayat”, SDÜ. Sosyal Bilimler Dergisi, Prof.Dr. Kemal Göde Armağan Sayısı, Isparta 2013


                        • 12. Hafta: Eski Türklerde Ziraat

                          Eski Türklerde ticaret gibi tarıma da büyük önem verilmesinin en güzel örneği, 696 senesinde Kıtanların isyanında Türklerin Çin’e yardım etmesi vesilesiyle görülür. Büyük Türk hükümdarı Kapgan Kagan (691-716), ayaklanmanın bastırılması için imparatoriçe Wu’ya yardım teklifinde bulundu. İmparatoriçenin bu öneriye sıcak bakması üzerine, 696’da Kıtanlara ağır bir darbe indirdi. Kıtan beyi öldürüldü ve onlar Türk kaganlığının vassalı durumuna geldiler. Bu yardıma karşılık Türk kaganı, tebasına dağıtmak üzere Çin’den üçbin adet tarım aleti, beşbin kilo demir, sekizbin kilo tohumluk darı ve Çin arazisinde bulunan Türklerin iadesiyle, Ordos bölgesinin yönetimini istedi. Bu talepler red olununca, Çin’e büyük bir akın düzenledi ve binlerce tutsak aldı. Herşeyden önce bunların yapılmasındaki gaye, Türk ülkesinin tahıl ve tohum ihtiyacını karşılamakla beraber, ziraat araçlarının temini hedefleniyordu.

                           

                          Evvelce de sık sık değindiğimiz üzere eski Türk devletinde halkın karnının doyurulabilmesi savaş gelirleri ve hayvancılıkla sınırlanmamaktaydı. Yerine göre savaşılamayacak ve harp ganimetleri alınamayacak zamanlar görülebileceği gibi, hayvanların da toptan telef olması gibi durumlar ortaya çıkabilirdi. Nitekim Börü Tonga (Tokta/Mo-tun) Yabgu’dan sonra Türk-Çin savaşları sıklaşınca, onların ziraat yapmak zorunda kaldıklarını bizzat Çin belgeleri zikretmektedir. İlk çiftçilik tecrübelerini de herhalde bu yerleşik kavimlerden öğrendiler. Dolayısıyla toplum refahının ve hayatiyetinin sürdürülebilmesi amacıyla bunlara ilave bir seçenek olarak tarım, ticaret, el sanatları da ekonomide önemli bir yere sahipti.

                          KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

                          Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018

                          Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, “Konar-Göçer Türklerde Ekonomik Hayat”, SDÜ. Sosyal Bilimler Dergisi, Prof.Dr. Kemal Göde Armağan Sayısı, Isparta 2013


                          • 13. Hafta: Eski Türklerde Şehir Hayatı

                            İklim ve tabiatın özelliğine göre barınaklar şekil almaktadır. Orman ve ağacın bol olduğu yerlerde tahta, kurak bölgelerde kerpiç veya taş evler ön plana çıkmakta idi. Onlar başlarını soktukları mimari yapıdaki bu ev yahut çadırların etrafını çitlerle korumaktaydılar ki, bu da genellikle yaşanılan mekana ilk zamanlarda yırtıcı hayvanların girip, canlılara ve sağa-sola zarar vememesi için alınan bir tedbirdi. Elbette bozkır hayatının zorlukları karşısında pratik çözümler üreten Türkler, konar-göçer olmaları hasebiyle de barınaklar ve içindekilerin kolayca taşınabilirliğini göz önünde tutmuşlardır. Yani çadır, kerekü, kerim, ker veya çok basit şekildeki çergeler ile tahta evlerin hayvan veya arabalarla rahat taşınmaları gerekmekteydi. Bunların yöreye göre ufak-tefek farklılıkları var idiyse de, içinde kullanılan eşya ve süslemeler hemen hemen aynıydı.

                             

                            Bununla birlikte Uygur Kaganlığının esas başkenti Orkun Irmağı kıyısındaki Karabalgasun, yani eski Ordu Balık şehriydi. Burada çadırların yanısıra, ahşap ve tuğladan binalar da yer alıyordu. Arapça kaynaklarda demirden yapılmış oniki büyük kapısına ve içerisindeki dükkanlara da işaret olunuyor. Bu şehrin Çin’den gelen prensesler için kurulduğu gibi birtakım saçma iddialarda bulunanlar varsa da, mimari özelliğine baktığımızda iskân bölgesinin ortasındaki kagan sarayı bir surla çevrilmiştir. Merkezin ana girişi doğu yönünden olup, etrafıyla beraber yaklaşık 50 km²’lik bir alana yayılmış idi. Elbetteki bu ve diğer şehirlerin hepsi bir plan dâhilinde yapılmaktaydı. Umumiyetle bunların mimarileri incelendiğinde, şehrin ortasında bir hükümdar veya han sarayının olması muhakkaktı ki; bunlar da bir iç duvar ile çevrelenmekteydi. Daha sonra bu bölgeyi ele geçiren Mogollar da aynı yeri kendilerine başkent seçmişlerdir. Çingiz Han’ın ordugâhı Karakurum, Karabalgasun’un hemen bitişiğindedir.

                             

                            Yine Uygurlara ait bugünkü Doğu Türkistan’da Turfan civarındaki surlarla çevrili Koço veyahut da İdi-kut şehri de anılmaya değer. Bu coğrafyadaki Türk döneminin önemli kent merkezleri arasında Beş Balık da bulunuyor ki, Kaşgarlı Mahmud bu kent hakkında, “Uygurların en büyük şehridir” diyor. Burası için tarihte Türk, Çin ve Tibet mücadelelerinin ne kadar şiddetli geçtiğini de bilmekteyiz.

                             

                            Bundan başka kaynaklarda Han Balık, Hazaran, Sarıgşın, El-beyza gibi adlarla da anılan İdil şehri birkaç parçadan meydana geliyordu. Bir kısmında tüccarlar ve Müslümanlar yaşarken, kentin içinde pazarlar, hamamlar, sinagoglar, kiliseler, medreseleriyle beraber otuz kadar mahalle, hakanın sarayından daha yüksek minaresi olan bir Cuma mescidi vardı. İdil (İtil) Nehrinin her iki yakasında da yerleşilen bu şehirde, İdil’in bir yanından öbür tarafına ulaşım teknelerle sağlanıyordu. Mesela deniz kenarındaki Semender’den söz eden Müslüman yazarlarda, şehrin içinde çok miktarda asma bahçesinin olduğu kayıtlıdır.

                             

                            Ayrıca İdil’de bulunan Bulgar ve Saray şehirleri de pek ünlü idi. Bulgar’a 50 km kadar uzaklıkta bir Suvar kentinden de söz olunmaktadır. Kaşgarlı’nın “herkesçe tanınan bir Türk şehri” dediği ve İdil’in sol sahilindeki Bulgar harabelerinden, burasının tuğla ve taştan yapılmış bir kent olduğu; içerisinde 50.000 kişiyi barındırabildiği ve ortasında bir han sarayının yer aldığı anlaşılıyor. Söz konusu şehir Ortaçağların en önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Rubruck Seyahatnamesinden öğrendiğimize göre, Batu Han tarafından inşa ettirilen Saray şehri de pek güzeldi. Mesela Karluk-Türgiş çağına ait Çu bölgesindeki kentlerin umumiyetle etrafı kerpiç veya ağaç surlarla da çevriliyordu. Dolayısıyla konar-göçer hayat tarzı ve eldeki malzemenin yapısı gereği olarak doğan eski Türk şehirlerinin bulundukları mevki ve konumları hem hayvancılığa, hem de ziraata müsaitti. 10-12. asırlarda Divanü Lûgat-it-Türk’te geçen Oguz şehirlerinden Sabran (veya Savran), Sıgnak, Otrar (yahut Farab), Sayram, Semerkant ve Kaşgar gibi şehirler de meşhurdu. Arap coğrafyacılarının ve tarihçilerinin eserlerinde onlarca Türk kentinin adı geçmektedir.

                            KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

                            Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018

                            Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, “Konar-Göçer Türklerde Ekonomik Hayat”, SDÜ. Sosyal Bilimler Dergisi, Prof.Dr. Kemal Göde Armağan Sayısı, Isparta 2013


                            • 14. Hafta: Kök Tengri İnancı'nın Genel Çerçevesi

                              Her dinde bir tapınılan Tanrı ve bu Tanrı’ya ulaşmak için de bazı ibadet şekillerinin olduğu bir gerçektir ve eski Türk inanç sisteminde de, herhalde Tanrı’nın birliğini kabul, namaz, kurban, oruç, hacc, ahirete iman, zekat ve sadaka gibi birtakım farzlar ile ona kulluk borcunu ödeme yolları var idi. Bununla beraber İslamiyetten evvel ortaya çıkmış Hrıstiyanlık, Yahudilik vs. Hâk dinlerin genel ilkeleri bile bugün ilk vahiy hallerinin çok dışında olduğu bir zamanda, elbette herhangi bir biçimde yazılarak günümüze ulaşmayan eski Türk dininin nasıl tatbik edildiğini tespit çok zordur.

                               

                              Bunun yanısıra yazılı ve sözlü kaynaklara baktığımızda, eski Türklerin tabiatta bazı gizli kuvvetlerin varlığına inandıklarına dair bir takım bilgilere de rastlamak mümkündür. Çünkü bunlar onlara göre kutsal (yani ıduk) idiler. Tabiat güçleri ve varlıklarına itikat ile hürmet ise, hemen hemen bütün halk dinlerinde mevcuttur. Dolayısıyla fiziki çevrede bulunan dağ, deniz, toprak, ırmak, ateş, fırtına, gök gürültüsü, ay, güneş, yıldızlar gibi tabiat şekillerine ve hadiselerine karşı hayret ve korkuyla karışık bir saygı hissi eskiden beri olmuştur. Hatta bu tabiat olaylarının, din düşüncelerinin kaynağının ortaya çıkışındaki etkisine bile değinilir. Ama bunların içinde tapınılan tek bir yüce Tanrı varlığını hiçbir zaman unutmamak gerekir. Yani, insanlar bazan kendi yaptıkları nesneleri, bazan da yukarıda değindiğimiz üzere tabiat varlıklarını Tanrı yerine koymaya kalksalar da, onların arasında daima bir büyük yaratıcı veya koruyucuya inanmışlardır. İşte buna binaen mesela ziraatçı kavimlerde daha çok bereket tanrıları olarak bazı kuvvetler bulunur. Savaşçı kavimlerde ise, zafer tanrıları birinci plandadır. Çoban topluluklarda hayvanların yavrulaması veya koyun kırkma zamanlarında özel törenler düzenlenirdi. Netice itibarıyla tabiat ve felsefi dinlerin bu gibi mahalli özelliklerine karşılık, yüksek dinlerde bütün cihana şamil olan hususiyetler vardır.

                               

                                       Türklerin dini diyebileceğimiz, ancak şimdiye kadar ismi hakkında bir belgeye rastlamadığımız, fakat kitabelerden yola çıkarak Kök Tengri inancı ya da dini olarak adlandırabileceğimiz bu itikatın temelinde; her şeyin yaratıcısı bir Tanrı’ya ve ölümden sonra yeni bir hayatın başladığına iman, öbür dünyada yiğitliklerin ve iyiliklerin mükâfatlandırılması, ölmüş atalara saygı, onlar ve Tanrı için kurbanlar kesilmesi ile mezar gibi hususlar yatmaktadır[1]. Buna bağlı olarak, mesela Asya Hunları her yılın mayıs ayı ortalarında Kutlu Atalar Mezarlığında (Ata Sini) kurban keserlerdi ve burada, çok şey borçlu oldukları atalarını (eçü-apa) andıkları gibi, Tanrı’ya da ilerideki günlerin bolluk ve bereket getirmesi için yakarırlardı.


                              [1] Mesela merhum Ali Rıza Yalgın’ın tespitlerine göre; Toroslardaki Ayaş aşiretinin Boz-oğlan ve Kara-oğlan diye iki atası vardır. Eskiden aşiret senede bir kere bunlara adak kurbanı keserdi.

                              KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

                              Prof.Dr. Saadettin Yağmur Gömeç, Şamanizm ve Eski Türk Dini, 3. Baskı, Ankara 2016