Konu özeti

  • Giriş

    Karşılaştırmalı Edebiyat

     

    1- Giriş

                Tanım

    Karşılaştırmalı edebiyat bilim hakkında kaynaklar

                Karşılaştırmalı Edebiyat Açısından Farsça ve Türkçe Edebî Eserler

    2- Örnek çalışmalar

                Nizâmî-Fuzûlî (Leylâ ve Mecnûn mesnevileri)

    Mevlâna ve Yunus Emre (birer gazel)

                Hâfız ve Fuzûlî (birer gazel)

                Recaizâde Mahmud Ekrem ve Ali Ekber Dihhodâ (Yâd Et-Yâd Âr)

                Türk ve İran Öykücülüğü

                Çağdaş Türk ve İran Şiiri

  • Konu 1

    KARŞILAŞTIRMALI EDEBİYAT HAKKINDA

     

    Karşılaştırma/mukayese, Avrupa’da 18. Yüzyıl sonlarından itibaren bilim boyutu kazanmaya başlamış ve çeşitli bilim dallarında farklı ülkelerin ürün ve verilerinin karşılaştırılması düşüncesinin pratikleri belirmeye başlamıştır. Özellikle 19. yüzyılda, öncelikle edebiyat alanında karşılaştırmalı çalışmalar ivme kazanmaya başlamıştır. Edebiyatın yanı sıra dilbilim, eğitim bilimleri, hukuk, ruhbilimi, antropoloji ve toplumbilim gibi alanlarda da karşılaştırmalı çalışmaların rağbet gördüğü söylenebilir. 19. Yüzyıldan başlayarak özellikle 20. yüzyıla gelindiğinde edebiyat biliminin ve eleştirinin farklı bir dalı olarak bağımsız bir yapı kazanmaya başlamıştır.

    Türkiye’de de karşılaştırmalı edebiyata ilgi yirminci yüzyıldan itibaren başlamış, batı dillerinden yapılan çevirilerin yanı sıra edebiyatçılar ve eleştirmenler de bu alana dikkat çeken makale ve kitaplar yazmaya başlamışlardır.  Son zamanlarda ise üniversitelerde edebiyat ve filoloji bölümlerinde karşılaştırmalı edebiyat dersleri müfredata girmeye başlamış, hatta bazı üniversitelerde karşılaştırmalı edebiyat bilim dalları ve bölümleri ihdas edilmiştir. Meselâ 1943-1960 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı programında karşılaştırmalı edebiyat dersleri verildiği bilgisi vardır (Bak. Gürsel Aytaç, Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, s. 53).

    Başlangıçta (bir bilim dalı olarak henüz tam şekillenmediği 19. yüzyılın başları-20. yüzyılın ortaları arası) özellikle Avrupa’da yükseliş halinde olup ulusal hedeflere hizmet eden karşılaştırmalı edebiyat kapsamındaki çalışmalar, özellikle Avrupa’da Almanya, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde daha ziyade önemsenmiştir.

    Daha sonraları Avrupa dışında da ilgi görmeye başlayan karşılaştırmalı edebiyat Amerika’da kendine daha güçlü bir destek bulmaya başlamıştır.

    (Bu konuyla ilgili geniş bilgi için aşağıda verilen kaynaklara başvurulması uygun olacaktır.)

    Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi filoloji bölümlerinde, bu cümleden olarak Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalında Prof Dr. Gürsel Aytaç’ın öncülüğünde karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları yapılmıştır. Bu bağlamda ödevler, seminerler ve tezler hazırlanmış ve bu çalışmalar, diğer anabilim dalları için de örnek teşkil etmiştir.

    Günümüzde bazı üniversitelerde de müstakil olarak karşılaştırmalı edebiyat bölümleri açılmıştır.

    **

    Fars dilinde yazılmış edebî eserler, çok eski dönemlerden beri Türk edebiyatının ilgi alanında olmuştur. İslamiyet sonrası Türk edebiyatının Fars edebiyatıyla benzer ve hatta aynı atmosferde şekillendiğini söylemek mümkündür. İlk yazılı Farsça eserlerle ilk Türkçe yazılı eserler arasında büyük bir zaman aralığı bulunmadığı söylenebilir. Türk şiirinde nazım şekilleri ve edebî anlayış ve üsluplar, Farsça edebî eserlerin ışığında şekillenmiştir denilebilir. Beylikler dönemi Anadolu’sunda ve Osmanlı iktidarının ilk döneminde Farsçadan çevrilen eserler, aslında yabancı bir kültür ve milletin eserleri olarak görülmüyordu. Hatta daha da ötesi, Farsça edebî ürünlerin oluşumunda Türklerin güçlü bir katkı ve öncülüğünden de söz etmek gerekir.

    Bu bilgiler ışığında iki dilde ortaya konulmuş edebî birikimin karşılaştırmalı edebiyat çalışmalar için çok zengin bir haine olduğu aşikârdır.

    Şiir alanında iki dilin ürünleri arasında ortak birçok araştırma ve inceleme alanı tesbit etmek mümkündür. Manzum destanlar (şehname geleneği), divanlar, tasavvufî edebiyat, manzum hikâyecilik (hamse geleneği), manzum tarih yazarlığı, nazirecilik gibi alanlar, karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları için son derece önemli ve zengin alanlardır.

    Mensur eserler konusunda da benzer imkânlar söz konusudur. Tezkirecilik, hikâyecilik, tarih yazıcılığı, şerh yazıcılığı, belâgat kitapları, aruz ve kafiye risaleleri ve sözlükler karşılaştırmalı çalışmalar yapılabilecek ana başlıklardan ilk akla gelenler. 

    Fars dili ve edebiyatı ile Türk dili ve edebiyatı arasındaki etkileşim 20. yüzyıla dek kesintisiz sürmüştür. Tanzimat ve meşrutiyet süreçleriyle birlikte Batı edebiyatına yönelen ilgi (iki dilde de bu ilgi söz konusudur), süreci ciddi bir biçimde etkilemiştir. Özellikle 19. Yüzyıldan itibaren Türk edebiyatının Fars edebiyatına etkisinin arttığını gözlemlemek mümkündür. Batı edebiyatının İran’da takip edilmesi, komşu ülkeler üzerinden gerçekleşmiş, Rusya ve Türkiye İran’ın Batı edebiyatını tanıması ve takip etmesi konusunda önemli bir köprü görevi görmüştür. Meşrutiyet sürecinde İstanbul, İranlı edebiyat adamları için önemli bir merkez, muhalif edebiyatçılar için besleyici bir sığınak oluştur.

     

    İki dil arasındaki karşılaştırmalı edebiyat araştırmalarının klasik dönemden başlayarak günümüze dek pek çok konuda imkânlar sunduğu gerçeğinden hareketle, Karşılaştırmalı Edebiyat derslerinde teorik bilgiler aktarımı yanında karşılaştırmalı çalışma konuları belirleyerek belirli zaman dilimleri içerisinde bu çalışmaları katılımcılarla (öğrencilerle) birlikte yapmak, ufuk açıcı olacaktır.

     

    Kaynakça:

    AYTAÇ, Gürsel, Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, 2. bs. Doğu-Batı Yayınları, 2019.

    ENGİNÜN, İnci, Mukayeseli Edebiyat, 4. Bs. Dergâh Yayınları, 2017.

    AYDIN, Kâmil, Karşılaştırmalı Edebiyat – Günümüz Post Modern Bağlamda Algılanışı, 2. Bs. Birey Yayınları, 2008.

    LEVEND, Agâh Sırrı, “Kıyaslamalı Edebiyat”, Türk Edebiyatı Tarihi, TTK Yayınları, 1973.

    LEVEND, Agâh Sırrı, Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leylâ ve Mecnun Hikâyesi, İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1969.

    TİEGHEM, Paul Van, Mukayeseli Edebiyat, (Çev. Yusuf Şerif Kılıçel), Ankara 1943.

    محمد غنیمی هلال، ادبیات تطبیقی؛ تاریخ و تحول، اثرپذیری و اثرگذاری فرهنگ و ادب اسلامی، ترجمه از عربی: مرتضی آیة الله زاده شیرازی، انتشارات امیر کبیر، تهران 1373 هـ.ش.

     

     


  • Konu 2

    Nizâmî'nin Leyli u Mecnûn'u ile Fuzûlî'nin Leyli u Mecnûn'unun Karşılaştırılması


    (İki şair hakkında ayrıntılı bilgi ekte verilmiştir.)

    Birinci Kısım (Bu kısım Nizâmî'nin eseriyle ilgilidir. Bir ay boyunca Nizâmî'nin eseri -orijinali ve Türkçe tercümesi okunup notlar alınmalıdır. Dönemin son haftalarında bu konu bu okumalar ışığında değerlendirilecektir.)

    Nizâmî'nin Eserinin Başlıkları


  • Konu 3

    Nizâmî'nin ve Fuzûlî'nin Leyli u Mecnun Adlı Eserlerinin Karşılaştırılması (İkinci Aşama)


    Fuzûlî ve Eseri

    Fuzûlî, Leyli yu Mecnûn

     

     (Fuzûlî'nin eseri okunduktan sonra bu eser hakkında yazılmış makale ve kitaplar da gözden geçirilmelidir. Dönemin son haftalarında Nizâmî'nin Leyli u Mecnûn'u ile birlikte değerlendirilecektir.)

    Başlıklar:

    Dîbâçe-i Kitâb-i Leylâ vü Mecnûn

    Dâstân-ı Leylâ vü Mecnûn

    • Rubai
    • Rubai
    • Rubai
    • Bu Hazreti İzzetden hamd ile istidâ-yı metâlibdir ve âsâr-ı şükr ile istitâr-i meâyibdir
    • Bu münacat deryasından bir cevherdir ve tazarru madeninden bir gevherdir
    • Bu kaside hazret-i bârî şânındadır (eski alfabeli kısımda bu kaside yok)
    • Bu izhâr-i i’tirâf-ı cehaletdir ve ikrâr-ı isrâf-i ma’siyetdir
    • Bu serdefter-i enbiyânın kitâb-ı evsâfından bir varakdır ve server-i esfiyânın gülzâr-ı letâfetinden bir tabakdır
    • Bu şeb-i mi’râc şanıdır tulû-i âfitâb-i âsumânî dâstânıdır
    • Bu kaside Hazret-i Muhammed aleyhisselam şanındadır
    • Bu arz-ı adem-i kudretdir ve özr-i fakd-ı kuvvetdir ki beyan olunur
    • Sâkî-nâme
    • Bu sâki-i bezme bâde için hitabdır
    • Bu bir tarik ile kesr-i nefsdir mukaddime-i medh-i padişah-i asrdır
    • Bu kaside hazret-i padişah şânındadır (eski alfabeli kısımda bu kaside yok)
    • Bu sebeb-i nazm-ı kitâbdır ve bâis-i irtikâb-ı azabdır (Latin harfli kısımda yok)
    • Bu saâdetlü Bey Hazretlerinin mehdidir
    • Bu tuğrâ-yı misâl-i mahabbetdir ve dîbâce-i divan-ı mihbetdir
    • Bu bunyâd-ı belâdır ve mukaddime-i elem ü ibtilâdır
    • Bu sıfat-ı Mecnun’dur ve mihnet-i mahzundur
    • Bu Leyli’ye anası itâb etdiğidir ve bahar-ı vaslına hazan yetdiğidir
    • Bu inkâr ile Leyli anasına cevap verdiğidir ve kazâ-yı işretden çıkıb sarây-ı usrete girdiğidir
    • Gazel-i mukteza-yı hâl
    • Temâî-yi suhen
    • Güzâriş-i hâl-i Mecnun
    • Bu gazel Mecnun dilindendir
    • Temâmî-yi suhen
    • Bu Leyli’ye Mecnun güzerde mukâbil olduğudur ve gün mukâbelesinde hilal-i mihri bedr-i kâmil olduğudur
    • Gazel-i münâsib-i hâl
    • Bu Mecnun’un cünununun sıfatıdır ve vâdi-i aşk u sevdâsının keyfiyetidir
    • Mecnun’un atası vâkıf-ı hâl olduğudur ve anı beyâban-ı mihnetde bulduğudur
    • Bu Mecnun’a anası pend verdiğidir ve butsan-ı melâmetden hâr-ı nedâmet derdiğidir
    • Gazel-i ustâd
    • Bu Mecnun’un nasihat kabul etmediğidir ve atasının derdi dermana yetmediğidir
    • Bu gazel Mecnun dilindendir
    • Bu Mecnun’un atası Leyli’ye hâstârlık etdiğidir ve Leyli atasının Mecnun’dan bîzarlığıdır
    • Bu Mecnun-ı bîçârenin Kâbe’ye yüz urduğudur ve münâcâtıyla sevdası artdığıdır
    • Bu gazel Mecnun münâcâtıdır
    • Bu Mecnun’un Kâbe’den müracaatıdır ve vuhuşlar ile müsâhabetidir
    • Bu Mecnun’un dağ ile müsâhabetidir ve câri olan çeşme ile münasebetidir
    • Bu Mecnun’un gazâl ile makâlâtıdır ve aşk bâbında onunla olan hâlâtıdır
    • Bu Mecnun-ı derdmendin kebûter ile şerh-i hâlidir ve ondan iltimâs-ı tedârük-i mâfi’i-bâlidir
    • Bu Leyli ahvâlinden bir haberdir maşuk ve âşık etvârından bir eserdir
    • Bu Leyli’nin çerağ ile macerasıdır ve ondan çâre-sâzî-yi dil temennâsıdır
    • Bu Leyli’nin pervâneye keşf-i râzıdır ve onunla filcümle izhâr-ı niyâzıdır
    • Bu Leyli’nin mâh ile münazara kıldığıdır ve hurşid gibi şevk oduna yakıldığıdır
    • Bu Leyli’nin sabâya peyam-ı ahvâlidir ve bu ümid ile def-i melâlidirLeyli’nin eyyâm-ı baharda seyr-i gülzâr etdiğidir ve gülzârda muradına yetdiğidir
    • Leyli’nin ebr ile izhâr-ı niyâzıdır ve aşk bâbında keşf-i râzıdır
    • Gazel-i münâsib-i hâl-i Leyli
    • Bu Leyli’nin künc-i gamda güryanlığıdır ve Mecnun’un vâd-yi aşkda sergerdanlığıdır
    • Bu Leyli’nin İbn Selâm’e giriftar olduğudur ve yardan mahrum ve mukayyed-i ağyâr olduğudur
    • Nevfel’in Mecnun’la mukaddeme-i ihtilâtıdır ve onunla inbisâtıdır
    • Bu Mecnun’un Nevfel ile derd-i dil edâsıdır [ve] şerh-i tafsîl-i mâcerasıdır
    • Gazel ez zebân-ı Mecnun
    • Nevfel’in Mecnun’a ümidvarlık verdiğidir ve hüsn-i musâhabetle rızâsın ele getirdiğidir
    • Bu Nevfel’in Leyli haşemiyle rezm etdiğidir ve rezmde gâlib olup sulha azm etdiğidir
    • Bu Nevfel’in ikinci nevbet rezm edip gâlib olduğudurve vefâ-yı ahdde kâzib olduğudur
    • Bu Mecnun’un zincire özün bend etdiğidir ve bahane ile Leyli tarafına gitdiğidir
    • Bu Mecnun’un zincirde şerh-i gamıdır ve beyân-ı silsile-i elemidir
    • Bu gazel Leyli dilindendir
    • Bu Mecnun’un Leyli’ye mukabil olup ahvâlin bildirdiğidir ve fırsatla râz-ı pinhânın ayan etdiğidir
    • Bu gazel Mecnun dilindendir
    • Temâmi-yi suhen
    • Bu İbn Selâm’ın Leyli visaline râgıb olduğudur ve bu da’vâda subh-i ümidi kâzib olduğudur
    • Bu gazel Leyli dilindendir
    • Temâmi-yi suhen
    • Bu Zeyd-i vefâdarın Mecnun’a haber getirdiğidir ve İbn Selâm ile Leyli’nin peyvendi müjdesini yetirdiğidir
    • Bu Mecnun’un Leyli’ye bir nâme-i itâb-âmîz ve peygâm-ı şikâyet-engîzidir
    • Murabba’
    • Temâmi-yi suhen
    • Bu Leyli’nin Mecnun’a peygamı cevâbıdır ve özr ü itâbıdır
    • Bu Murabba’ gazel Leyli dilindendir
    • Temâmi-yi suhen
    • Bu Mecnun’u atası sahrada bulduğudur ve nasihatle ıslâhından âciz olduğudur
    • Bu Mecnun atasının terk-i nizâ ve nâçâr hasretle vedâ kıldığıdır
    • Temâmi-yi suhen
    • Der temâmi-yi suhen
    • Bu Mecnun’un şemmei keyfiyet-i hâlidir ve ba’zı sıfât-ı kemâlidir
    • Buy Mecnun’un sıdkile münâcât etdiğidir ve nâvek-i duâsı hedef-i icâbetine yetdiğidir
    • Temâmi-yi münâcât
    • Temâmi-yi suhen
    • Gazel
    • Temâmi-yi suhen
    • Bu İbn Selâm’ın keyfiyet-i vefâtıdır ve Leyli’nin ol belâdan necâtıdır
    • Bu Leyli’nin İbn Selam’dan sonra macerasıdır ve zâviye-yi mihnetde vâki’ olan belâsıdır
    • Münâcât
    • Temâmi-yi suhen
    • Bu Leyli’nin nâkaya arz-ı râzıdır ve zebân-ı hâl ile izhâr-ı niyâzıdır
    • Gazel
    • Bu Leyli’nin Mecnun’dan haberdar olduğudur ve metâ-ı vaslına nakd-i canla harîdâr olduğudur
    • Bu gazel Leyli dilindendir
    • Mecnun-ı hayrânın nihâyet-i hayretidir ve Leyli’den istiğnâ ile gafletidir
    • Bu gazel Mecnun dilindendir
    • Cevâb-ı Leyli
    • Bu gazel Leyli dilindendir
    • Bu Leyli’ye Mecnun’un istiğnâsıdır ve isbât-ı safâ-yi imlâsıdır
    • Bu gazel Mecnun dilindendir
    • Bu Leyli’den Mecnun etvârına tahsindir ve hüsn-i itikâdına hüsn-i yakindir
    • Bu gazel Leyli dilindendir
    • Temâmi-yi suhen
    • Bu Mecnun’un mi’râc-ı fezâilidir ve beyân-i mertebe-i hüsn-i hasâilidir
    • Bu gazel Mecnun dilindendir
    • Leyli’nin bahar-ı ömrü hazana erdiğidir
    • Leyli’nin anasına vasiyet etdiğidir dost yadıyla dünyadan gittiğidir
    • Gazel
    • Temâmi-yi suhen
    • Mecnun’un Leyli vefâtından haberdar olup hasretle dünyadan gitdiğidir
    • Gazel
    • Temâmi-yi suhen
    • Zeyd’in Leyli ile Mecnun’u rüyasında gördüğüdür
    • Temâmi-yi suhen
    • Cevâb-ı mes’ele
    • Beyân-ı telif-i kitabdır ve târih-i zemân-ı feth-bâbdır
    • Erbâb-ı vefâdan tevakku’-i kabûl-i ma’zeretdir ve ashâb-ı zekâdan duâ-yi mağfiretdir

     

     

     


  • Konu 4

    Mevlâna ve Yûnus Emre'den Birer Şiir Karşılaştırması

     

    Mevlâna tasavvufî şiirin büyük temsilcilerinden olup Türk şiirini derinden etkilemiştir. Onun çağdaşı olan Yûnus Emre ise Anadolu’da Türkçe şiirin öncüsü bir sufidir. Yunus Emre divanında Mevlâna’ya birkaç yerde işaret edilmiş, iki yerde adı açıkça zikredilmiştir. Tahminlere göre Mevlâna nüfuzlu bir şahsiyet olarak tanındığı sırada Yûnus Emre genç bir sufi olmalıdır. Yûnus’un Mevlâna ile görüştüğü ve Mevlâna’nın ona iltifat ettiği Yûnus’un bir şiirinden açıkça anlaşılmaktadır:

    “Monlâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı

    Anun görklü nazarı gönlümüz aynesidür”

    (Yûnus Emre Divanı –Tenkitli Metin- Haz. Mustafa Tatçı, MEB, İstanbul 2005, 64. Şiir, s. 77)

    Yine Yûnus’un bir beytinden anlaşıldığına göre o, Mevlâna’nın vefatından sonra hayattadır:

    “Fakih ahmed Kutbuddin, sultan Seyyid Necmuddin

    Mevlânâ Celâluddin ol kutb-ı cihân kanı?”

    (Yûnus Emre Divanı –Tenkitli Metin- Haz. Mustafa Tatçı, MEB, İstanbul 2005, 396. Şiir, s. 380)

     

    Yûnus Emre’nin divanında Mevlâna’nın Divân-ı Kebîr’inde yer alan şiirlerin mazmunlarını andıran mazmunlar bulmak mümkündür. Ayrıca Yûnus’un bazı söyleyişleri de Mevlâna’nın söyleyişlerini andırmaktadır. Bu husus, kapsamlı araştırmalar için elverişli bir alan olarak değerlendirilebilir.

    Meselâ Yûnus Emre’nin şu gazeli:

    Gayrıdur bu milletden bu bizim milletimiz

    Hîç dinde bulunmadı dîn ü diyânetimiz

     

    Bu dîn ü diyânetde dünya vü âhiretde

    Yetmiş iki milletde ayrudur âyâtımız

     

    Zâhir suya banmadın el ayak deprenmedin

    Baş sücuda inmedin kılınur tâatimiz

     

    Ne Ka’be vü ne mescid ne rükû ve ne sücûd

    Hakk ile dâim becid olur münâcâtımız

     

    Ne Ka’be’ye varalum ger mescide girelüm

    Gerek suya yanalum biledür illetimiz

     

    Su ne kadar arıda çun yavuz huyun bile

    Meger bizi pâk ide Hak’dan inâyetimiz

     

    Kimün sırrın kim bile çün irilmez bu hâle

    Yarın anda bell’ola müslüman mürtedimiz

     

    Yûnus cânun yinileki dostluğun anıla

    Işkıla dinlerisen bilesin kudretimiz

     

    Mesnevi’de yer alan şu beyitleri hatırlatır:

    عاشقان را هر نفس سوزیدنیست

    بر ده ویران خراج و عشر نیست

    گر خطا گوید ورا خاطی مگو

    گر بود پر خون شهید او را مشو

    خون شهیدان را ز آب اولیترست

    این خطا را صد صواب اولیترست

    در درون کعبه رسم قبله نیست

    چه غم از غواص را پاچیله نیست

    تو ز سرمستان قلاوزی مجو

    جامه‌چاکان را چه فرمایی رفو

    ملت عشق از همه دینها جداست

    عاشقان را ملت و مذهب خداست

    لعل را گر مهر نبود باک نیست

    عشق در دریای غم غمناک نیست

     

     (مثنوی، دفتر دوم)

     

     

    Bu derste Mevlâna’nın bir gazeliyle Yûnus Emre’nin bir gazeli karşılaştırılmıştır.

     

    Mevlâna’nın gazeli (Dîvân-ı Kebîr’de 563. Gazel):

    دلا نزد کسی بنشین که او از دل خبر دارد

    به زیر آن درختی رو که او گل‌های تر دارد

    در این بازار عطاران مرو هر سو چو بی‌کاران

    به دکان کسی بنشین که در دکان شکر دارد

    ترازو گر نداری پس تو را زو رهزند هر کس

    یکی قلبی بیاراید تو پنداری که زر دارد

    تو را بر در نشاند او به طراری که می‌آید

    تو منشین منتظر بر در که آن خانه دو در دارد

    به هر دیگی که می‌جوشد میاور کاسه و منشین

    که هر دیگی که می‌جوشد درون چیزی دگر دارد

    نه هر کلکی شکر دارد نه هر زیری زبر دارد

    نه هر چشمی نظر دارد نه هر بحری گهر دارد

    بنال ای بلبل دستان ازیرا ناله مستان

    میان صخره و خارا اثر دارد اثر دارد

    بنه سر گر نمی‌گنجی که اندر چشمه سوزن

    اگر رشته نمی‌گنجد از آن باشد که سر دارد

    چراغست این دل بیدار به زیر دامنش می‌دار

    از این باد و هوا بگذر هوایش شور و شر دارد

    چو تو از باد بگذشتی مقیم چشمه‌ای گشتی

    حریف همدمی گشتی که آبی بر جگر دارد

    چو آبت بر جگر باشد درخت سبز را مانی

    که میوه نو دهد دایم درون دل سفر دارد

     

     


  • Konu 5

    Mevlâna ve Yûnus Emre'nin Birer Şiirinin Karşılaştırılması (Konunun Devamı)


    Yûnus Emre’nin Gazeli:

    Bir kişiden sorgıl haber kim ma‘nîden haberi var
    Bir kişiye virgil gönül cânında ‘ışk eseri var

     

    Şunun ki taşı hoş-durur bilün kim içi boş-durur
    Dün-gün öter baykuş-durur sanman bütün divarı var

     

    Bir devlengeç yuva yapar yürür elden yavru kapar
    Togan ileyinden sapar zir’elinde murdârı var

     

    Yokdur toganla birligi ya Hakk’a lâyık dirligi
    Bir kişiden um erligi anun safâ-nazarı var

     

    Sûretile çokdur âdem degmesinde yokdur kadem
    Evvel-âhir ol pîş-kadem bir Muhammed serveri var

     

    İven yolı-durur mîşe mîşe kolaydur kolmaşa
    Mîşe olan yirde pâşa harâmî çok anterî var

     

    Şeyh ü dânişmend ü velî cümlesi birdür er yolı
    Yûnus’dur dervîşler kulı Tapduk gibi serveri var

     

    Mevlâna ile Yûnus Emre’nin ortak yönleri hakkında bir kaynak:

    Mustafa Özçelik, Anadolu’nun Sönmeyen İki Işığı Mevlana ve Yunus Emre, Kardelen Yayınları, 2018.

     

    Bu iki gazelin dil, üslup, biçim ve içerik açısından karşılaştırmasını yapalım.

  • Konu 6

    Hâfız ve Fuzûlî

     

    Hâfız

    Farsçanın gizemli şairlerinden olan ve şiirinin gücü nedeniyle “Lisânü’l-Gayb” (gaybın dili) diye anılan Şemsuddin Muhammed Hâfız-ı Şîrâzî’nin hayatı konusunda çok az bilgiye sahibiz. Mevcut bilgiler de tıpkı şiiri gibi müphemdir. Şiirindeki çok yönlülük ile anlam ve imge zenginliği onu en çok tartışılan şairlerden biri haline getirmiştir. Hâfız hakkında ortaya konulabilecek en kesin yargı, onun klasik Farsça gazelin zirvesini temsil ettiğidir. Hatta daha da ileri gidilerek denilebilir ki o, klasik şiirde kaside ve gazeli birleştiren, daha doğru ifadeyle kasideyi gazele ilhak eden bir şairdir. O, çoğu zaman gazele kasidenin görevini de yüklemiş, bunu yaparken şiirden taviz vermemiştir. Hâfız’dan sonraki bütün gazel şairleri bir şekilde onu göz önünde bulundurmuşlardır. Hâfız, öyle bir şiirin şairidir ki her okuyucu onda kendine dair bir anlam bulur. Bu nedenle onun şiiri hakkında birbiriyle çelişen yargılara rastlamak mümkündür.

    Osmanlı döneminde okumuş kesimin en çok okuduğu İran şairi olan Hâfız’ın divanı, medreselerde ve mahfillerde okunup tartışılan ve en küçük kütüphanelerde nüshaları bulunan eserlerdendir. Hakkında dünyaca da muteber olan Türkçe şerhler yazılmıştır. Öyle ki bugün bu şerhler, İran’da bile Hâfız’ın anlaşılmasında başvurulan ciddi eserler arasında ön sıralarda yer almaktadır.

     

    Fuzûlî

    Hayat hikâyesine dair yeterli bilgi bulunmayan Fuzûlî’nin Bağdat civarında ve muhtemelen Kerbela’da doğduğu söylenebilir. Doğum tarihi konusunda farklı bilgiler vardır. Ölüm tarihi ise 963/1555-56 olarak kabul edilmektedir. Bütün ömrünü Bağdat ve çevresinde (Hille, Kerbelâ ve Necef) geçirmiştir. Memleketinden ayrılmaması, Nizâmî’nin durumunu akla getirmektedir. Nizâmî gibi Fuzûlî de devlet adamlarına kasideler yazmış olmakla birlikte birinci dereceden saray şairi ya da o zamanın tabiriyle meddah bir şair sayılmaz. Onun kaside yazdığı devlet adamları arasında Safevi Şahı İsmail I, Safevilerin Bağdat valisi İbrahim Han Musullu, Osmanlı Padişahı Kanuni Süleyman, Osmanlı Sadrazamı Makbul İbrahim Paşa, Kazasker Abdulkâdir Çelebi, Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi ve Şehzâde Bayezid (sonradan II. Bayezid) gibi isimler vardır.

    Fuzûlî, Kanuni’nin Bağdat seferine katılan şairler Hayâlî Bey ve Taşlıcalı Yahya ile tanışıp dost olmuştur.

    Fuzûlî’nin iyi bir öğrenim gördüğü anlaşılmaktadır. Üç dili (Türkçe, Farsça ve Arapça) şiir söyleyecek kadar iyi kullanır. Üç dilde divan tertip etmiş olması bunun en güzel delilidir. O, kendi döneminde Farsçanın birinci sınıf şairlerindendir. Mekteb-i Vukû ve sebk-i Hindi gibi akımların ortaya çıktığı o dönemde eski şiir üslubunu (Sebk-i Irâkî) güçlü bir şekilde devam ettirmiştir. Öte yandan onun asıl önemi Türkçe şiir açısındandır. Türkçenin öncü şairlerindendir. Özellikle de Türkçe manzum hikâye yazarlığında bir dönüm noktasıdır. Bu alanda Farsçada Nizamî’nin konumuna Türkçede Fuzûlî sahiptir.

    Fuzûlî’nin şiirlerinde tasavvufî neş’e belirgin bir şekilde hissedilir. Onun şiirlerinde tasavvufî renkler Nizâmî’nin şiirlerindekinden daha belirgindir. O, Nizâmî’den farklı olarak şiirin birçok alanında değerli eserler vermiştir. Ondan geriye kaside, gazel, kıt’a, terkib, tercî ve rubai kalıplarında başarılı örnekler kalmış olmakla birlikte asıl başarısı gazel alanındadır.

     

    Bu derste Hâfız’ın bir gazeliyle Fuzûlî’nin Türkçe bir gazeli (Fuzûlî’nin Farsça ve Türkçe iki ayrı divanı vardır ve bu iki divanda da Hâfız etkisi görülmektedir) ele alınacaktır.

    Hâfız’ın Gazeli (Hâfız Divanında 144. Gazel)

    بهسر جام جم آن گه نظر توانی کرد

    که خاک میکده کحل بصر توانی کرد

     

    مباش بی می و مطرب که زیر طاق سپهر

    بدین ترانه غم از دل به در توانی کرد

     

    گل مراد تو آن گه نقاب بگشاید

    که خدمتش چو نسیم سحر توانی کرد

     

    گدایی در میخانه طرفه اکسیریست

    گر این عمل بکنی خاک زر توانی کرد

     

    به عزم مرحله عشق پیش نه قدمی

    که سودها کنی ار این سفر توانی کرد

     

    تو کز سرای طبیعت نمی‌روی بیرون

    کجا به کوی طریقت گذر توانی کرد

     

    جمال یار ندارد نقاب و پرده ولی

    غبار ره بنشان تا نظر توانی کرد

     

    بیا که چاره ذوق حضور و نظم امور

    به فیض بخشی اهل نظر توانی کرد

     

    ولی تو تا لب معشوق و جام می خواهی

    طمع مدار که کار دگر توانی کرد

     

    دلا ز نور هدایت گر آگهی یابی

    چو شمع خنده زنان ترک سر توانی کرد

     

    گر این نصیحت شاهانه بشنوی حافظ

    به شاهراه حقیقت گذر توانی کرد

    وزنمفاعلن فعلاتن مفاعلن فعلن (مجتث مثمن مخبون محذوف)

  • Konu 7

    Hâfız'ın Gazeliyle Fuzûlî'nin Gazelinin Karşılaştırılması (Devam)


    Fuzûlî’nin Gazeli

    Şeb ki miftâh-ı meh-i nev ola gencine - güşâ

    Kıla peymâne-i gerdûnu cevâhir - peymâ

     

    Gizleyip çeşme-i hurşîd suyun kuzeye çerh

    Katre - katre kıla encüm reşehâtm peydâ

     

    Lâle - reng ola şafakdan felek-î mînâ-fâm

    Taşra salmış kimi aks-î mey-i gül-gûn mînâ

     

    Meh-î nev camını devre getüre sâki-i dehr

    Encümi çerha salâ neş’e-i tesîr-i hevâ

     

    Ben hem ol rûh-fezâ râhı tökem sâgara kim

    Nahl-i himmet reşehâtından alâ neşv-ü nemâ

     

    Dutar olsam ne aceb mey eteğin dürd-sıfat

    Eyleyiptir nice toprağı bu iksîr tılâ

     

    Câm devrinde Fuzulî okuram mey vasfın

    Âteş-i hırmen-i gam âb-ı hayat-ı hukemâ

     


  • Konu 8


    Recâizâde Mahmud Ekrem'in Bir Şiiri ve Dehhodâ'nın Ona Naziresi


    Recâîzâde Mahmud Ekrem (1847-1914)

    Daha çok mensur eserleriyle öne çıkmış olmakla birlikte şiirde yenilik yolunda öncülük ettiği söylenebilir. Mehmet Kaplan’a göre, yeni şiirin meselelerini bir bütün halinde ele alıp sistemleştirmiştir (Batı Tesirinde Tük Şiiri Antolojisi 1985).

    Eserleri

    Şiir

    Nağme-i Seher, Yadigâr-ı Şebâb, Zemzeme, Tefekkür (şiir-nesir), Pejmürde (şiir-nesir) Nijad Ekrem (şiir-nesir), Nefrin.

    Hikâye

    Muhsin Bey Yahud Şairliğin Hazin Bir Neticesi

    Roman

    Araba Sevdası Yahud Bihruz Bey’in Âşıklığı,

    Piyes

    Afife Anjelik, Atala, Çok Bilen Çok Yanılır

    İnceleme Eserleri

    Talim-i Edebiyat, Kudemâdan Birkaç Şair, Takdîr-i Elhân, Takrîzât

     

    Recâîzâde Mahmud Ekrem’in Alfred de Musset’den esinlenerek yazdığı Yâd Âr şiiri Türk şiirinden ziyade İran şiirinde yankılanmış ve bu şiire birkaç nazire yazılmıştır. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi ekteki makalede mevcuttur.


    Yâd Et

    Vaktâ ki gelip bahâr...Yekser 
    Eşyâda ‘âyân olur tagayyür, 
    Vakta ki hezâr-i ‘aşk-perver 
    Yapraklar ile edip tesettür 
    Bilmem kime karşı hasretinden 
    Bâşlar nevhâta bî-te’ahhür... 
    Kıl gökyüzünüñ letâfetinden 
    Sâfiyet-i ‘aşkımı tahattur 
    Yâd-et beni bir dakîka yâd et 

    Bir leyl-i sükûn-nümâda tenhâ 
    Oldukta nesîminin serâb 
    Kıl çeşmiñi ‘atf-ı semt-i balâ 
    Sevdalar içinde nûr-ı mehtâb 
    Oldukça derûnunâ gam-efzâ 
    Eyle o geçen demi tezekkûr 
    Pîş-i nazarında sath-ı deryâ
    Ettikçe temevvüc ü tenevvür 
    Yâd et beni sâkitâne yâd et 

    Vaktâ ki sabâha karşı nâgâh 
    Bir zevrak icinde tek bir insân 
    Hasretle çekip bir âteşin âh 
    Titrek ses ile olur gazel-hân 
    Ol âh-ı hazîn-i ‘âşîkâne 
    Ol gamlı terâne-i tahassür 
    Bî şübhe edince kalb ü câne 
    Îcâb-ı te’essür ü tekeddür 
    Yâd et beni gizli gizli yâd et! 

    Bir kalb-i rakik-i nâ-tüvânla 
    Firkatte ne çektiğim bilinmez 
    Hicrânla, sitemle, imtihânla 
    Amma ki vefâ-yı dil silinmez 
    Sevdimse seni bu türlü sevdim 
    Sensiñ baña mâye-i tefekkür! 
    Ettikçe lisânım üzre dâ’im 
    Ezkâr-ı muhabbetin tekerrür 
    Yâd et beni sen de gâh yâd et

     

    Vaktâ ki hulûl edip eylül 
    Müstağrak-ı hüzn olur tabi’at 
    Vaktâ ki bir iğbirâr-ı meçhûl 
    Eyler dilini esîr–i kasvet 
    Seyret o sehâbeyi semâda 
    Ettikçe hazin hazin takattur 
    Bir rikkat ile hilâf-ı ‘âde 
    Şâyet ola yaşla gözleriñ pür 
    Yâd et beni ol zamanda yâd et 

    Vaktâ ki durup şu kalb-i gam-nâk 
    Toprakta nihân olur vücûdum 
    Vaktâ ki dolup dehânıma hâk 
    Şevkiñle tamâm olur sürûdum 
    Tenhâ gecelerde bir hayâlet 
    Manzûruñ olunca bittahayyür 
    Yum çeşmini bâ-kemâl-i rikkat 
    Bedbahtî-yi aşkım et tasavvur 
    Yâd et beni gamlı gamlı yâd et



  • Konu 9

    ALİ EKBER DİHHODÂ (1880-1956)

    Mirza Ali Ekber Hân Dihhodâ, Kazvin’de dünyaya gelir. On yaşına varmadan babası ölen Dihhodâ, ilk gençlik yıllarında dönemin önde gelen ilim adamlarından Farsça, Arapça, edebiyat ve dinî bilimler okur. Tahran’da Siyasî İlimler Medresesi açılınca bu okula kaydolarak bir süre öğrenim görür. Bu arada Fransızca öğrenmeye çalışır. 1903 yılında dönemin Balkan ülkelerinden sorumlu bakanı Muâvinu’d-devle Gaffârî ile birlikte Avrupa’ya giden Dihhodâ, iki buçuk yıl sonra İran’a dönerek Meşrutiyet hareketi içerisinde yer alır ve önde gelen aydınlardan Cihangîr Hân ve Kâsım Hân ile birlikte bu harekete destek veren en önemli yayın organlarından olan Sûr-i İsrâfîl gazetesini kurar. Bu gazetenin ilk sayısı, 17 Rebiülâhir 1325 (30 Mayıs 1907) tarihinde yayımlanır. Dihhodâ, bu gazetede Deho, Deho Ali, Harmeges, Esîru’l-Cevvâl, Birehne-i Hoşhâl ve Nohûd-i Heme Âş gibi müstear adlarını kullanarak “Çerend u Perend” ana başlığı altında hiciv boyutu ağır basan, fakat edebî değeri yüksek eleştiriler kaleme alır. Onun bu yazılarının hedefi, istibdat rejimiyle İran’da hüküm süren feodal yapıdır.

    Muhammed Ali Şah döneminde Meşrutiyetin ilgasının ardından bir grup aydınla birlikte Avrupa’ya sürgün edilen Dihhodâ, Paris’te Allâme Muhammed Kazvînî ile teşriki mesaide bulunur. Paris’ten İsviçre’nin Iverdon şehrine geçen Dihhodâ, Sûr-i İsrâfîl’in üç sayısını burada yayımlar. Daha sonra İstanbul’a geçerek İstanbul’da bulunan İranlı aydınların katılımlarıyla Surûş adlı bir gazete çıkarmaya başlar. On beş sayı çıkan bu gazete Sur-i İsrâfîl’e oranla daha ılımlı bir dil kullanır.

    Dihhodâ, İstanbul’dan İran’a dönerek Tahran ve Kirman temsilcisi olarak Şûrâ Meclisine girer. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Çehâr Mahâl’in bir köyünde münzevi bir hayat sürer. Savaşın bitişi ardından Tahran’a gelen Dihhodâ, Kacar hanedanının ortadan kalkıp Rıza Şah’ın işbaşına gelişiyle birlikte siyasi faaliyetlerden uzak durarak edebiyat ve sözlük çalışmaları üzerinde yoğunlaşır. Bu arada sırasıyla Maârif Bakanlığı özel kalem müdürlüğü, Adalet Bakanlığı teftiş reisliği, Siyâsî İlimler Medresesi müdürlüğü ve Tahran Yüksek Hukuk ve Siyasî İlimler Medresesi müdürlüğü görevlerinde bulunur. Musaddık öncülüğündeki demokrat hareketi destekleyen Dihhodâ, Musaddık’ın devrilmesinin ardından tekrar siyasetsiz günlerine döner.

    Hayatının son günlerine dek edebî ve bilimsel araştırmalarını sürdüren Dihhodâ, 7 İsfend 1334’te (27 Şubat 1956) Tahran’da hayata veda eder.

    Dihhodâ’nın başlıca eserleri arasında, deyim ve atasözlerini içeren  dört ciltlik Emsâl u Hikem (Tahran 1311/1932), şiirlerini bir araya getirdiği Dîvân, son olarak Tahran Üniversitesi tarafından yeniden düzenlenerek on dört cilt halinde yayımlanan Lugat-nâme, “Çerend u Perend” başlığı altında Sûr-i İsrâfîl gazetesinde yayımladığı makalelerini içeren ve Sa‛îd Nefîsî tarafından hazırlanan Şâhkârhâ-yi Nesr-i Fârsî  (Tahran 1330/1951) adlı eser içerisinde yayımlanan Mecmû‛a-i Makâlât ve İran şiirinin klasik dönemine ait çok sayıda şiir divanı ile Esedî’nin ilk Farsça sözlüklerden olan Lugat-i Furs’unun tashihleri zikredilebilir.

    Şair kimliği diğer çalışmalarının gölgesinde kalmış olan Dihhodâ, şiirde iddialı biri olmasa da yazdığı şiirler o dönemin özgürlük mücadelesini yansıtmaları bakımından önemlidir. Ayrıca onun kimi şiirlerinde Tanzimat dönemi Türkiye şiiri ile Kafkasyalı Türk şair Sâbir’den etkilendiği görülür. Ayrıca Dihhodâ Türkçe öğrenmiş ve Sûr-i İsrâfil gazetesinde birkaç Türkçe şiir yayımlamıştır.

    Kaynakça: Ali Ekber Dihhodâ, Lugat-nâme, yeni düzenleme, 2. bs. Tahran 1377 (1998), Mukaddime; Yahyâ Aryenpur, Ez Sabâ tâ Nîmâ, c. II; Muhammed İshak, Suhenverân-i Nâmî-yi İrân der Târîh-i Muâsir, c. I, yer adı yok, 2. bs. 1363 (1984); Kayser Eminpur, Sunnet ve Nov Âverî der Şi‛r-i Muâsir, Tahran 1383 (2004).

     


     

    علی اکبر دهخدا

     

    یادآر ز شمعِ مرده یادآر

     

    ای مرغِ سحر! چو این شبِ تار

    بگذاشت ز سر، سیاه‌کاری،

    وز نفحه‌ی روح‌بخشِ اسحار

    رفت از سرِ خفتگان، خماری،

    بگشود گره ز زلفِ زرتار

    محبوبه‌ی نیلگونْ عماری،

    یزدان به‌ کمال شد پدیدار

    و اهریمنِ زشت‌خو حصاری،

    یادآر ز شمعِ مرده! یادآر!


    ای مونسِ یوسف اندر این بند!

    تعبیرْ عیان چو شد تو را خواب،

    دلْ پُر ز شعف، لب از شکرخند

    محسودِ عدو، به‌ کامِ اصحاب،

    رفتی برِ یار و خویش و پیوند

    آزادتر از نسیم و مه‌تاب،

    زان کو همه‌ شام با تو یک‌چند

    در آرزوی وصالِ احباب

    اختر به‌ سحر‌ شمُرده، یادآر!


    چون باغ شود دوباره خرّم

    ای بلبلِ مستمندِ مسکین!

    وز سنبل و سوری و سپرغم

    آفاق، نگارخانه‌ی چین،

    گلْ سرخ و به‌ رخ عرق ز شبنم،

    تو داده ز کف زمامِ تمکین،

    زان نوگلِ پیش‌رس که در غم

    نا‌داده به‌ نارِ شوقْ تسکین،


    از‌ سردیِ‌ دی‌ فسرده، یادآر!


    ای هم‌رهِ تیهِ پورِ عمران!

    بگذشت چو این سنینِ معدود،

    وآن شاهدِ نغزِ بزمِ عرفان

    بنمود چو وعدِ خویشْ مشهود،

    وز مذبحِ زر چو شد به کیوان،

    هر صبحْ شمیمِ عنبر و عود،

    زان کو به گناه قومِ نادان،

    در حسرتِ روی ارضِ موعود


    بر‌ بادیه‌ جان‌ سپرده، یادآر!


    چون گشت ز نو زمانه، آباد

    ای کودکِ دوره‌ی طلایی!

    وز طاعتِ بندگان خود شاد

    بگرفت ز سرْ خدا خدایی،

    نه رسمِ ارم، نه اسمِ شدّاد

    گِل بست زبانِ ژاژ‌خایی،

    زان کس که ز نوکِ تیغِ جلاد

    مأخوذ به جرمِ حق‌ستایی


    تسنیمِ وصالْ خورده، یادآر!

     

    Bu iki şiiri biçim (nazım şekli, vezin, kafiye) ve içerik açısından karşılaştırınız.

  • Konu 10

    Ara sınavı için boş bırakılmıştır

    • Konu 11

      Leyli u Mecnun'ların karşılaştırılması

      Geçen iki derste okuyarak hazırlıklı duruma geldiğimiz iki eserin karşılaştırılması bu haftanın konusunu oluşturmaktadır.


      NİZÂMÎ VE FUZÛLÎ’NİN LEYLA VE MECNUN MESNEVİLERİ

       Giriş: Leyla ve Mecnun Hikâyesinin Serüveni

       Leyla ve Mecnun hikâyesi, sonunda bu dünyada vuslatla bitmeyen bir aşkın tasvir edilmiş olması bakımından şark edebiyatındaki diğer klasik aşk hikâyelerinden ayrılan bir hikâyedir. Leyla ve Mecnun hikâyesinin kökeni Arap kaynaklarına dayanır. Hikâyenin başlangıcı,  varlığı bile kesin olmayan Kays adında bir şairin sevdiği Leyla için söylediği şiirler etrafında oluşmuş bir hikâyedir. Edebî bir hikâye olarak Arap edebiyatında 10. yüzyıldan beri yaygın olarak bulunmaktadır.

      Nizâmî’nin eseriyle birlikte bu hikâye dünya çapında bir şöhrete kavuşmuştur.

      Nizâmî ve Eseri

      Adı İlyas b. Yusuf olan Nizâmî, Gence şehrinde dünyaya gelmiş, eserlerinden anlaşıldığına göre bütün ömrünü doğduğu şehirde geçirmiştir. Yine bazı şiirlerinden yola çıkılarak aslen Irâk-i Acem bölgesinden olduğu, babasının sonradan Gence’ye yerleştiği ileri sürülmüştür.

      Doğum ve ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte kendi eserlerindeki bilgilerden ve araştırmacıların vardığı sonuçlardan yola çıkılarak 535-540/1141-1145 yılları arasında doğduğu ve 597-611/1201-1214 yılları arasında vefat ettiği söylenebilir. İyi bir öğrenim görmüş olan Nizâmî’nin, dil, edebiyat, coğrafya, felsefe, musiki, matematik ve tıp alanlarında malumat sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Farsça ve Arapça dışında Pehlevi, Süryani, İbrani, Ermeni ve Gürcü dillerini bildiği sanılmaktadır.

      Şairlik hayatı saraylardan uzak geçmiştir. Bununla birlikte devlet adamlarına gönderdiği kasidelerle geçimini sağladığı tahmin edilmektedir. Bu devlet adamları arasında Selçuklu hükümdarı II. Tuğrul, Azerbaycan Atabekleri Nusretuddin Cihan Pehlivan b. İldeniz, Kızılarslan ve Nusretuddin Ebu Bekr b. Muhammed, Merâga valisi Alâuddin Körpearslan, Erzincan’da hüküm süren Mengücüklü Beyi Melik Fahruddin Behram Şah, Musul atabeği İzzuddin Mes’ud b. Arslanşah’ı zikredebiliriz.

      Nizâmî, devlet adamlarına şiirler gönderip caizeler almışsa da devlet adamlarından ve hükümet kurumlarından uzak durmayı gerekli görmüş ve eserlerinde de bu tavrını dile getirmiştir.

      Manzum hikâyecilikte Firdevsî’den sonra büyük bir açılım getiren Nizâmî, özellikle aşk hikâyelerini konu alan eserlerin öncüsüdür.

      Tasavvufla doğrudan bağlantısı bulunmamakla birlikte tasavvufî bakış açısını ve ahlâkî değerleri eserlerine yansıtmıştır.

      Nizâmî’nin, mesnevileri dışındaki şiirlerinden pek az örnek bugüne dek ulaşabilmiştir. Onun bugün bilinen başlıca eseri “Hamse” ya da “Penc Genc” tabir edilen mesnevileridir. Nizâmî, hamse geleneğini başlatan şair olarak eserleriyle kendisinden sonra manzum hikâyeler yazan pek çok şaire örneklik etmiştir.

       

      Nizamî’nin Leyli u Mecnun’u[1]:

      Eser, Şirvanşahlardan Ahtisan b. Menûçehr adına kaleme alınmıştır. Nizâmî, eserine besmele, tevhid, naat, mirac, yaratılışın hakikatine dair bölüm ile giriş yaptıktan sonra “Sebeb-i Nazm-i Kitâb” başlığı altında eserin yazılış sebebini anlatır. Burada Şirvanşah’ın talebi üzerine eseri yazdığını belirtir. İlk önce bu işe girişmek istemediğini, çünkü konunun neşeli bir konu olmadığını belirtir. Ancak oğlunun görüşü doğrultusunda eseri yazmaya başlar ve kısa süre içinde tamamlar. Eserin bitiş tarihini kendisi 584/1188 olarak verir. 4718 beyitten oluşan esere sonradan eklemeler yapılmıştır. Kitabın sonunda bitiş tarihi olarak yeni bir tarih verilir: 588. Bu tarih sonraki eklemelerden sonra verilmiş bir tarih olmalıdır. Ayrıca bu eklemelerin kimin tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Başka biri tarafından eklenti yapılmış olabileceği gibi Nizâmî de sonradan eserini gözden geçirip eklemeler yapmış olabilir.

      Kitabın yazılış sebebi anlatıldıktan sonra Şirvanşah’a övgü vardır. Övgüden sonra yine padişaha ihtiram ifade edilir. Bundan sonraki kısımda Nizâmî, oğlunu padişaha emanet ettiğini bildirir. Sonra kendini kıskananlardan şikayetini dile getirip oğlu Muhammed’e nasihat eder ve vefat etmiş bulunan anne ve babasıyla dayısını rahmetle anıp bazı dostlarından ve dünyanın geçiciliğinden söz ettikten sonra hikâyeye başlar.

       

      Hikâyenin Özeti:

      Benî Âmir adında bir kabilenin zengin reisi, bir oğlu olmadığından muzdariptir. Oğlu olsun diye dua eden bu reisin duası sonunda kabul olarak bir oğlu dünyaya gelir. Kays adı verilen bu çocuk okula başlar. Aynı okulda Leyla adlı güzel bir kız vardır. Leyla başka kabiledendir. Okulda birbirlerini gören Kays ve Leyla birbirilerine âşık olurlar. Aşkları duyulur ve dedikodulara yol açar. Leyla okuldan alınır. Kays,Leyla’yı göremeyince ağlayıp inleyerek sokaklarda sahralarda dolaşmaya başlar. Böylece ona herkes Mecnun demeye başlar.

      Bir gün bu halde Leyla’nın mahallesine gider. Çadırın kapısını açık görerek içeri girer. Bu duyulunca Leyla’nın ailesi daha sıkı tedbirler alır. Mecnun’un ızdırabı had safhaya ulaşır. Bunun üzerine babası Leyla’yı ailesinden istemeye gider. Leyla’nın babası, misafirperverlik göstermekle birlikte, Kays’ın deliliğini ileri sürerek teklifi reddeder ve önce oğlunu tedavi ettirmesi gerektiğini söyler. Mecnun’un babası ve yanındakiler çaresiz geri dönerler.

      Kays’ın babası oğlunu iyileşmesi umuduyla Kabe’ye götürür. Mecnun burada tam tersine aşkının artması için dua eder. Dönerler. Mecnun çöllere düşer.

      Leyla’nın babasının şikayeti üzerine Mecnun’un şahne tarafından öldürüleceği haberini alan Baba, Mecnun’u arar ve birinin, yerini haber vermesi üzerine oğlunu bulur. Nasihat ederek oğlunu eve getirir.

      Bu arada Leyla’nın da Mecnun’a olan aşkı sürmektedir. Leyla, aşkı yüzünden gizli gizli ağlar, Mecnun’un şiirlerini duydukça kendi de şiirler söyleyerek cevap verir. Yazıp sokağa bıraktığı bu şiirleri bulanlar mecnun’a götürür. Bir bahar mevsiminde Leyla arkadaşlarıyla birlikte kıra gider. Orada arkadaşlarından uzaklaşınca bir ses duyar. Bir adam Mecnun’un şiirlerini okumaktadır. L eyla bunun üzerine ağlamaya başlar. Onun bu halini gizlice izleyen bir arkadaşı, durumu Leyla’nın annesine bildirir.

      Bu arada İbn Selam adında biri Leyla’yı uzaktan görüp beğenir ve anne babasından ister. Onlar da rıza göstermekle birlikte kızlarının hasta olduğunu,bir süre beklemesinin uygun olacağını söylerler.

      Hikâyenin bu bölümünde sahneye çıkan ve yiğitlik ve kahramanlığı vurgulanan Nevfel karakteri, bir gün avlanmak için sahrada gezinirken Mecnun’a rastlar ve onun başından geçenleri öğrenir. Ona acıyarak kendisine yardım etmeye karar verir. Leyla’yı para gücüyle başaramazsa zor kullanarak alıp Mecnun’a getireceğini söyler. Buna karşılık Mecnun’un da deliliği bir yana bırakmasını ister. Mecnun umutlanıp sevinir. Nevfel ile dönerek bir süre ona konuk olur. Yeni kıyafetler giyerek Nevfel’in katıldığı meclislere katılır ve Leyla’ya yazdığı şiirlerden okur. Bir süre geçtikten sonra henüz amacına ulaşamadığı için Nevfel’i suçlamaya başlar. Bunun üzerine Nevfel, elçi göndererek Leyla’yı Mecnun’a ister. Red cevabı gelince talebini yineler. Yine red cevabı alınca savaşmaya karar verir ve Leyla’nın kabilesinin üstüne yürür. Mecnun kendi tarafından biri öldüğünde sevinmekte, Leyla’nın kabilesinden biri ölünce de üzülmektedir. Bunun sebebini sorduklarında şu cevabı verir:

      Goftâ ki çu hasm yâr bâşed

      Bâ tîğ merâ çi kâr bâşed[2]

      (Düşman bana yar olunca, benim kılıçla ne işim olur?)

       

      Nevfel savaşı kazanamaz ve barış yapıp çekilir. Mecnun ona tekrar sitem eder. O da askerinin azlığını gerekçe gösterir. Daha kalabalık bir ordu toplamak için harekete geçer. Leyla’nın kabilesine tekrar saldırır ve bu kez onları yenilgiye uğratır. Savaştan galip çıkan Nevfel, Leyla’nın getirilmesini ister. Leyla’nın babası yalvarıp kızının herhangi bir köleye verilmesine razı olacağını, ama bir deliye verilmesine razı olmayacağını söyler. Nevfel, Mecnun’un savaş sırasındaki halini de öğrenince ısrar etmeyip vazgeçer. Mecnun, Nevfel’e bu yüzden sitem eder.

      Mecnun, sahrada yaşamaya devam ederken bir gün silahları ve elbisesi karşılığında avcının elinden ceylanları ve geyikleri kurtarır. Kargayla dertleşir. Bir gün de bir kocakarı görür. Kocakarı, bir adamın boynuna ip bağlamış çeke çeke götürmektedir. Kocakarı, durumu soran Mecnun’a, yoksul olduklarını, bu mizansenle dilenip geçimlerini sağladıklarını anlatır. Mecnun bu cevabı duyunca heyecanla kadına yalvarır ve bağlanmaya kendisinin daha layık olduğunu, ipi kendi boynuna takmasını, bunun karşılığında hiçbir şey istemediğini söyler. Kadın da bu teklifi seve seve kabul eder ve Mecnun’u bağlayıp kapı kapı gezmeye başlarlar. Geldiği her kapıda Leyla diye bağıran Mecnun taşlanır ve taşlar geldikçe sevinip oynar. En sonunda Mecnun’un kapısına gelince başını taşlara vurup ağlayıp dövünmeye başlar. Çok geçmeden zincirini kopararak Necd’e doğru gider.

      Leyla’nın babası savaştan sonra evine dönmüş, Nevfel belasını def ettiklerini anlatmıştır. Leyla bu duruma üzülür ve gizlice ağlar.

      Daha sonra İbn Selam tekrar gelir ve elçi göndererek Leyla’yı babasından ister. Babası olumlu cevap verince düğün yapılıp nikah kıyılır. İbn Selam, Leyla ile birlikte evine döner. Bir süre Leyla’ya ilişmeyip sabreder. Bir gün Leyla’ya elini uzatınca Leyla’dan yediği sert tokadın etkisiyle yere düşer.ona sert bir tokat atar ve tokadın etkisiyle yere serilir. Leyla bir daha kendisine dokunmaya kalkışmaması için İbn Selam’ı uyarır, kanını dökse bile kendisine sahip olamayacağını söyler.

      Bu arada Mecnun, Leyla’nın evlendiği haberini alır, üzüntüsünden ne yapacağını bilemeyip başını taşlara vurur, baygın düşer. Başından akan kanlarla dağ gül gibi kıpkırmızı olur. Mecnun’a haber getiren, haber getirdiğine pişman olarak Mecnun’dan özür diler ve Leyla’nın kocasıyla hiç bir araya gelmediğini ve hep onu düşündüğünü anlatır. Mecnun bunu duyunca biraz sakinleşir.

      Bir süre sonra babası Mecnun’u görmeye gelip ona nasihat eder. Nasihatler fayda etmez. Babası çaresiz ve üzgün geri döner. Çok geçmeden Mecnun’a babasının ölüm haberi gelir.Babasının mezarı başına giderek ağlar. Sonra tekrar Necd’in yolunu tutar.

      Bir gün Mecnun, yine çölde dolaşırken bir yerde kendi adıyla Leyla’nın adının yan yana yazılmış olduğunu görür ve Leyla’nın adını tırnağıyla kazıyıp siler. Sebebi sorulunca da, ikimize bir isim yeterlidir, diye cevaplar. Niçin kendi adını değil de onun adını sildiği sorulunca da “Onun kabuk, benim öz olmamı doğru bulmam. Ben sevgiliye örtü olmalıyım” diye cevap verir. Mecnun daha da mecnunlaşarak çölde vahşi hayvanlarla arkadaş olur.

      Mecnun Allah’a yalvarır ve bundan sonra bir rüya görür. Rüyasında büyük bir ağaç vardır. Dalına konmuş bir kuş, Mecnun’un başı üzerinde uçarak onun başına inciler yağdırır. Mecnun bu şekilde uykudan sevinçle uyanır. Sabahleyin bir atlı gelerek ona Leyla’nın mektubunu verir. Leyla mektupta kendi durumundan bahsettikten sonra Mecnun’a babasının ölümü dolayısıyla başsağlığı diler. Mektubu getiren atlı kağıt kalem getirmiştir. Mecnun cevap yazar. Aşkını anlatır ve Leyla’ya sitem eder.

      Bu arada Mecnun’un dayısı Selim-i Âmirî her ay Mecnun’u ziyaret eder ve ona yiyecek ve elbise getirir. Bir gün yine gelmiştir. Onu vahşi hayvanlarla bir arada çıplak vaziyette bulur. Kendi elbisesini ona zorla giydirir. Mecnun, dayısının getirdiği yemeklerden yer. Mecnun annesini merak eder. Dayısı da bir gün annesini alıp gelir. Annesi Mecnun’un halini görünce çok üzülür ve ağlayıp feryat eder. Mecnun, annesinin üzülmesine neden olduğu için annesinden özürler diler. Sonra vedalaşırlar, annesi döner. Bir süre sonra annesi üzüntüsünden ölür. Dayısı, Mecnun’a annesinin ölüm haberini getirir. Mecnun annesinin mezarına gidip ağlar. Mecnun’u eve götürmeye çalışırlar, ama başarılı olamazlar. Mecnun yine dağlara, çöllere döner.

      Leyla, kocasının evde olmadığı bir gün evden çıkıp yol kenarında otururken Mecnun’a mektup yolladığı ihtiyarı görür. Mecnun’un durumunu ona sorar ve durumu öğrenince üzüntüye boğulur. Kulağındaki küpeleri vererek ihtiyardan Mecnunu getirmesini siter. Bunun üzerine ihtiyar, Mecnun’u alıp gelir ve Leyla’ya haber verir. Leyla gelir, ama evli olduğu için Mecnun’a fazla yaklaşamayacağını söyler. Mecnun da bu arada kendinden geçmiştir. Ona gazeller söyler. Şiirinde hem aşkını ve ızdırabını anlatır, hem de Leyla’ya sitem eder.

      Mecnun’un şiirlerini duyan Selam-i Bağdâdî adında biri, Mecnun’u arayıp bulur. Mecnun’la birlikte kalmak için ondan izin ister. Mecnun önce razı olmasa da Selam’ın ısrarı üzerine kabul eder. Selam, böylece bir süre Mecnun’la birlikte kalır. Yemeği bitince mecnun’un yanından ayrılır ve Mecnun’un şiirlerini insanlara okur. İnsanlar bu şiirlere hayran kalırlar. Burada Zeyd ile Zeynep hikâyesi eserde nakledilir. Bu hikaye esere sonradan eklenmiştir. Bunu nizâmî mi eklemiştir, başka biri mi, anlamak güçtür.

      Bir süre sonra Leyla’nın kocası, Leyla’dan murad alamadan ölür. Adet olduğu üzere Leyla iki yıl matem tutup beklemek zorundadır. Bu matem bahanesiyle gerçek aşkı için doya doya ve açıktan ağlar. Yukarıda hikâyesi anlatılan Zeyd, Mecnun’un arkadaşıdır ve Mecnun’un haline üzülmektedir. Zeyd, İbn Selam’ın ölümünü Mecnun’a haber verir. Mecnun hem sevinir hem üzülür. Bu arada Leyla da Mecnun’un aşkıyla ızdırap çekmektedir. Matem süresi dolduğu için rahattır. Bir gün Zeyd’e Mecnun’u görmek istediğini söyler. Mecnun’un giymesi için yeni elbiseler gönderir. Zeyd Mecnun’a haber verir. Mecnun, Leyla’nın gönderdiği elbiseyi giyip Zeyd’le birlikte yola çıkar. Vahşi hayvanlar da onları takip ederler. Leyla Mecnun’u karşılar. Leyla, Mecnun’un ayaklarına kapanır, Mecnun da onun ayağına kapanır. İkisi de kendinden geçmiştir. Vahşi hayvanlar onların çevresini sardıkları için kimse onları göremez. Yarım gün boyunca orada öylece baygın vaziyette kalırlar. Zeyd, gülsuyu ile onların yüzlerini ovarak ayıltır. Leyla kendine gelince halinden utanır. Mecnun’un elinden tutarak çadırına götürür. Birbirlerine sarılmış vaziyette bir gün bir gece kalırlar. Daha sonra Mecnun tekrar çöllere düşer. Zeyd de peşinden gider ve Mecnun’un Leyla için söylediği şiirleri derler.

      Sonunda bir sonbahar mevsimi Leyla hastalanır. Ölüm döşeğindedir. Annesini çağırıp Mecnun’a kendi halini anlatmasını, Mecnun’a iyi davranmasını vasiyet eder. Vasiyetini bitirir bitirmez ruhunu teslim eder. Mecnun Leyla’nın ölüm haberini alır ve ağlayarak Sevdiğinin mezarına koşar. Mezar üzerine kapanıp bir yandan ağlar, bir yandan şiirler okur. Bir süre böyle ağlayıp feryat ettikten sonra yeniden vahşi hayvanlarla birlikte çölün yolunu tutar. Bir süre sonra Leyla’yı özleyip mezarı başına yeniden gelen Mecnun mezar çevresinde bir süre vakit geçirir. Çevresini vahşi hayvanlar kuşattığından onun yanına kimse yaklaşmaya cesaret edemez. Sonunda bu hal üzere mezar başında o da can verir. Vahşi hayvanlardan dolayı oraya yaklaşamayan ahali, Mecnun’u halâ yaşıyor sanır. Hayvanlar çekilip gidince insanlar oraya yaklaşırlar ve Mecnun’un iskeletiyle karşılaşırlar. Vefasından dolayı onun Mecnun olduğunu anlarlar.

      Mecnun’un ölümünü haber alan kabilesi oraya gelerek onun Leyla’nın yanına defnederler. İki kabir üzerine bir türbe yapılır. Aşıklar için bu türbe bir ziyaret yeri olur. Oraya gelen hastalar ve dertliler şifa bulur, orayı ziyaret edenin muradı hâsıl olur. Hikâyeye sonradan eklenen beyitlerde Zeyd, Leyla ile Mecnun’un kabrini sürekli ziyaret eder ve Mecnun’un şiirlerini okur. Bir gün yine onları düşünürken  uykuya dalar ve rüyasında  güzel bir bahçede iki kişiyi taht üzerinde otururken görür. Her yanları nur içindedir. Onlar bir arada yiyip içip neşeyle söyleşirken bir ihtiyar da onlara hizmet eder. Zeyd, ihtiyara bunların kim olduğunu sorar. O da Leyla ile Mecnun’dur, diye cevap verir.

      Hikâyenin ardından Nizâmî, eserini Şirvanşah’ı methederek tamamlar.

       



      [1] Nizâmî’nin Leyli u Mecnun’u Ali Nihat Tarlan tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. Genelde iyi bir tercüme sayılabilecek bu çalışmada mütercimden ya da başka etkenlerden kaynaklanan ve sansür sayılabilecek kimi tasarruflarda bulunulmuştur.

      [2] Kulliyât-i Nizâmî-yi Gencevî, Haz. Vahid Destgirdî, İntişârât-i Nigin, 3. bs. Tahran 1378 (1999), c. I, s. 503.

      [3] Fuzûlî’nin şiiri konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Abdulbâki Gölpınarlı (nşr.), Fuzûlî Dîvânı, 3. bs. İnkılâp Kitabevi, İstanbul 2005, s. XXXVI.

      [4] Fuzûlî, Leylâ vü  Mecnûn, nşr. Hüseyin Ayan, Dergâh Yayınları, İstanbul 1981, s. 70-71.

      [5] Aynı eser, s. 157.

      [6] Aynı eser, s. 223.

      [7] Aynı eser, s. 259.

      [8] Aynı eser, s. 269.

      [9] Aynı eser, s. 374.


    • Konu 12

      Leyli u Mecnun Karşılaştırması (devam)

      Fuzûlî ve Eseri

      Hayat hikâyesine dair yeterli bilgi bulunmayan Fuzûlî’nin Bağdat civarında ve muhtemelen Kerbela’da doğduğu söylenebilir. Doğum tarihi konusunda farklı bilgiler vardır. Ölüm tarihi ise 963/1555-56 olarak kabul edilmektedir. Bütün ömrünü Bağdat ve çevresinde (Hille, Kerbelâ ve Necef) geçirmiştir. Memleketinden ayrılmaması, Nizâmî’nin durumunu akla getirmektedir. Nizâmî gibi Fuzûlî de devlet adamlarına kasideler yazmış olmakla birlikte birinci dereceden saray şairi ya da o zamanın tabiriyle meddah bir şair sayılmaz. Onun kaside yazdığı devlet adamları arasında Safevi Şahı İsmail I, Safevilerin Bağdat valisi İbrahim Han Musullu, Osmanlı Padişahı Kanuni Süleyman, Osmanlı Sadrazamı Makbul İbrahim Paşa, Kazasker Abdulkâdir Çelebi, Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi ve Şehzâde Bayezid (sonradan II. Bayezid) gibi isimler vardır.

      Fuzûlî, Kanuni’nin Bağdat seferine katılan şairler Hayâlî Bey ve Taşlıcalı Yahya ile tanışıp dost olmuştur.

      Fuzûlî’nin iyi bir öğrenim gördüğü anlaşılmaktadır. Üç dili (Türkçe, Farsça ve Arapça) şiir söyleyecek kadar iyi kullanır. Üç dilde divan tertip etmiş olması bunun en güzel delilidir. O, kendi döneminde Farsçanın birinci sınıf şairlerindendir. Mekteb-i Vukû ve sebk-i Hindi gibi akımların ortaya çıktığı o dönemde eski şiir üslubunu (Sebk-i Irâkî) güçlü bir şekilde devam ettirmiştir. Öte yandan onun asıl önemi Türkçe şiir açısındandır. Türkçenin öncü şairlerindendir. Özellikle de Türkçe manzum hikâye yazarlığında bir dönüm noktasıdır. Bu alanda Farsçada Nizamî’nin konumuna Türkçede Fuzûlî sahiptir.

      Fuzûlî’nin şiirlerinde tasavvufî neş’e belirgin bir şekilde hissedilir. Onun şiirlerinde tasavvufî renkler Nizâmî’nin şiirlerindekinden daha belirgindir. O, Nizâmî’den farklı olarak şiirin bir çok alanında değerli eserler vermiştir. Ondan geriye kaside, gazel, kıt’a, terkib, tercî ve rubai kalıplarında başarılı örnekler kalmış olmakla birlikte asıl başarısı gazel alanındadır.

       

      Fuzûlî’nin Leyli u Mecnun’u:

      Fuzûlî manzum hikâyecilikte güçlü bir şair olup Leyli u Mecnun’dan başka mesneviler de kaleme almış olmakla birlikte onun bu alandaki şöhreti Leyli u Mecnun’dan gelmektedir.

      Leyli u Mecnun’un yazılış tarihi, şairin ser sonunda belirttiği üzere 942’dir. Eserine mensur bir dibace ve üç rubai ile başlayan Fuzûlî, “tevhid”, “münâcât”, “tevhid kasidesi”, “cehaleti itiraf ve istiğfar”, “naat”, “mirac”, Peygamber’e övgü kasidesi”, “özür beyanı”, “sâki-nâme”, “asrın padişahına hitap” ve “padişaha övgü kasidesi” ile başladıktan sonra eserin yazılış sebebini anlatırken bu eseri yazmaya kendisini “bir nice zarîf-i hıtta-i Rûm”un teşvik ettiğini belirtir.

      Fuzûlî’nin kurguladığı şekliyle Leyli u Mecnun hikâyesi şöyle özetlenebilir:

      Bir Arap kabilesinin reisinin oğlu yoktur. Buna üzülen resi dualar edip adaklar adayarak Allah’tan kendisine bir oğul nasip etmesini diler. Sonunda duaları kabul olarak bir oğul sahibi olur. Çocuğa Kays adını verirler. Çocuk dünyanın gam tuzağı olduğunu daha ilk andan bilerek haline sürekli ağlamaktadır. Çocuğun tabiatında âşıklık vardır. On yaşına gelince Kays okula başlar. Okulda kızlarla oğlanlar birliktedir. Kays, sınıf arkadaşı Leyla’ya ilk görüşünde âşık olur. Leyla da onun ilgisine karşılık verir. Bir süre böyle aşklarını gözleriyle ifade ederler. Konuşmaya mecal bulamazlar. Zamanla Mecnun, okuldan sonra da görüşmek için yollar bulmaya çalışır. Bu durum dedikodulara yol açar ve sonunda kızın annesi olaydan haberdar olur ve kızını uyarır.  Leyla annesini sıkıştırmasına karşın durumu inkâr ederse okuldan alınır ve evden çıkarılmaz. Kays, okulda Leyla’yı göremeyince ızdırabı kat kat artar. Bu ayrılık sonrasında Leyla da Mecnun da gazeller söyleyerek aşk ızdıraplarını dile getirirler.

      Mecnun arkadaşlarıyla birlikte gezmeye gider. Aklında Leyla’yı görmek vardır. Hüzünler içinde gezinirken Leyla’nın mahallesine düşer yolu. Leyla da arkadaşlarıyla dışarı çıkmıştır. Karşılaşırlar. İkisi de bu karşılaşmadan dolayı kendinden geçer. Arkadaşları Leyla’nın yüzüne gülsuyu sürerek ayıltıp evine götürürler. Daha sonra kendine gelen Mecnun, Leyla’nın gitmiş olduğunu fark edince ağlayıp dövünmeye başlar. Bir gazel yazıp babasına gönderdikten sonra sahraya yönelir. Arkadaşlarının haber vermesi üzerine babası Mecnun’u sahrada aramaya başlar. Babası uzun aramalardan sonra oğlunu perişan ve üstü başı yırtık vaziyette bulunca çok üzülüp ağlar. Oğluna nasihat ederse de faydası olmaz. Mecnun babasının sözlerini dinlemez bile. Babası oğlunu eve götürebilmek için yalana başvurup Leyla’nın kendilerine konuk geldiğini söyler. Mecnun’un gözleri parlar ve babasıyla birlikte evin yolunu tutar. Ana babası Mecnun’a nasihat ederler. Bu arada Fuzûlî, Mecnun’un babasına da bir gazel söyletir. Mecnun da babasının gazeline gazel ile cevap verip aşkının kuvvetinden bahseder. Bababası başka çare bulamayıp Leyla’yı istemek üzere kabilesinin ileri gelenleriyle birlikte Leyla’nın evine gider. Leyla’nın babası onlara ikramda bulunmakla birlikte isteklerine olumsuz cevap verir ve Kays’ın delirdiğinden bahsederek böyle birine kız veremeyeceğini belirtir.

      Mecnun’un iyileşmesi için hekimlere gidilir, hocalara başvurulur, adaklar adanır, büyücülerden yardım alınır. Fakat bütün bunlardan bir sonuç çıkmaz. Babası son çare olarak oğlunu Kabe’ye götürür. Mecnun, Kabe’de aşkının artması için dua eder ve şu beyitle başlayan gazeli okur:

      “Yâ Rab belâ-yı ışk ile kıl âşinâ meni

      Bir dem belâ-yi ışkden etme cüdâ meni”

      Mecnun’un düzeleceğine dair umutları tükenen baba, onu kendi haline bırakmak zorunda kalır. Çöllere düşen Mecnun’un karşısına bir dağ çıkar. Dağa hitaben şiir söyleyip ağlayan Mecnun, Leyla’nın diyarına yönelir. Ceylanlarla, güvercinlerle ve başka hayvanlarla dost olur.

      Bu arada Leyla eve kapanıp kimseyle görüşmez ve arkadaşlarının onu neşelendirme çabaları boşa çıkar. Leyla da çevresindeki eşyayla dertleşmeye başlar. Kelebeğe, muma şiirler söyler. Geceleri kimse görmeden evden çıkarak ağlayıp inler, aya sırrını açar, sabâ rüzgârına içini döker. Bir gün annesi Leyla’yı hava alsın, açılsın diye kırlara götürür. Arkadaşları da yanındadır. Ama Leyla hiç kimseyle ilgilenmez. Bir şekilde yalnız kalarak ağlayıp inlemeyi sürdürür. Bulutla konuşup gazel okur. Bu arada Mecnun’un halini anlatan bir ses ve şiir duyar. Sesin nereden geldiği bilinmemektedir.

      Bir zaman sonra İbn Selam adında biri Leyla’yı görüp beğenir ve ana-babasından ister. Onlar da razı olurlar.

      Bu arada Nevfel adında biri Mecnun’un şiirlerini duyar ve beğendiği bu şiirlerin sahibini tanımak isteğiyle arkadaşlarıyla birlikte sahraya gider. Mecnun’u vahşi hayvanlarla bir arada bulur. Haline üzülerek ona yardım etmeye çalışır. Mecnun Nevfel’in sözlerinden umutlanır. Nevfel, bir Leyla’nın kabilesine bir mektup yazarak Leyla’yı Mecnun’a vermelerini ister. Nevfel mektubunda tehditkâr bir ifade kullandığından onlar da ona aynı şekilde karşılık verirler ve Nevfel ve adamlarıyla Leyla’nın kabilesi arasında çatışma çıkar. Mecnun ise Leyla’nın kabilesinin galip gelmesi için dua eder. Mecnun’un bu halini gören Nevfel, girişiminden pişmanlık duyar ve Mecnun’u kendi haline terk ederek memleketine döner.

      Mecnun çöllerde yaşamaya devam eder ve bir gün çölde gezinirken yaşlı bir adamın bir esiri zincire bağlamış halde çekerek götürdüğünü görür. Esire acıyan Mecnun yaşlı adama işin mahiyetini sorar. O da bunun bir mizansen olduğunu, bu şekilde dilenip geçimlerini sağladıkları anlatır. Bunu duyan Mecnun, zincir deliler içindir. Zinciri bana bağla, akşama kadar kazandığın da senin olsun diye teklifte bulunur ve kendini böylece zincire bağlatır. Yaşlı adamla birlikte kapı kapı dolaşırken Leyla’nın evinin önüne geldiklerinde Mecnun kendinden geçerek ah çekip olduğu yere yığılır. Mecnun’un sesini duyan Leyla, çadırından çıkarak Mecnun’a bir gazelle hitap eder:

       

      “Yâr rahm etdi meğer nâle vu efgânımıza

      Ki kadem basdı bugün kulbe-i ehzânımıza”

      Mecnun da ona gazelle cevap verir:

      “Küfr-i zülfün salalı rahneler îmânımıza

      Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perîşânımıza”

       

      Sonra da zinciri kopararak çölün yolunu tutar.

      Mecnun, bu dilencilik işini başka şekilde bir kez daha tekrarlar ve bir gün kör gibi gözlerini kapatarak kapı kapı gezmeye başlar. Yine Leyla’nın kapısına gelince “yâ dost” diye feryat eder. Onun geldiğini anlayan Leyla evden çıkıp gelir. Mecnun ona serzenişte bulunup yine çöle döner.

      Sonunda İbn Selâm ile Leyla’nın düğün hazırlıkları başlar. Leyla ise hüzünlüdür. Yüzüne yapılan süslemeleri siler ve halini anlatan bir gazel okur.  Nihayet düğün olur. Leyla İbn Selam’ın duvağı kaldırmasına izin vermez. Bunun için bir hikâye uydurur. Okula gittiği zamanlarda kendisine bir perinin göründüğünü, bir insan ile evlenecek olursa hem kendisini ve hem de evlenen erkeği öldüreceğini söylediğini, o perinin elinde kılıcıyla karşısında beklediğini, zifafı ertelemenin iyi olacağını söyler. İbn Selâm da inanarak Leyla’nın sözüne uyar. Bir yandan da bu duruma çare arar.

      Bu arada Zeyd adında bir karakter hikâyeye dahil olur. Zeyd, Zeyneb adında bir kıza âşık olmuş, aşkın halleri konusunda tecrübe edinmiştir. Bu bakımdan Mecnun ile ilgilenir. Leyla’nın evlendiğini Mecnun’a haber verir. Mecnun da Leyla’ya bir sitem mektubu yazar. Mektubun sonunda bir murabba şiir yer alır:

       

      “Gayr ile her dem nedir seyr-i gülistan etdiğin

      Bezm edip halvet kılıp yüz lütf u ihsan etdiğin”

       

      Mektup Zeyd vasıtasıyla Leyla’ya ulaşır. Leyla mektuba cevap yazarak İbn Selam ile vuslat olmadığını anlatır ve Mecnun’a olan aşkının artarak sürdüğünü dile getirir.

       

      Leyla Mecnun’un murabbaına murabba ile karşılık verir:

       

      “Giriban oldu rüsvâlık eliyle çâk dâmen hem

      Mene rüsvâlığımda dûst hem ta’n etdi düşmen hem[8]

       

      Bu arada Leyla’nın babası, kendi kabile reisine şikayette bulunmuş, böylece Mecnun’un öldürülmesi yönünde karar çıkmıştır. Mecnun’un bu durumdan haberdar olan babası, oğlunu çöllerde bulur ve ona bu durumunu düzeltmesi için yalvarır. Babasının nasihatinden sonra Mecnun cevap verir. Cevap verirken de kendisine bir titreme gelir ve kolu kanamaya başlar. Mecnun bunun sebebinin Leyla’nın kolunun kanaması olduğunu söyler. Oğlunun ermiş olduğunu düşünüp oğluna nasihat etmeyi bırakıp evine döner bir süre sonra ölür. Mecnun babasının ölümünü duyar ve mezarını ziyarete gelir. Mezara kapanıp ağlar.

      Mecnun yine çöllerde dolaşmayı sürdürür. Böyle dolaşırken bir gün bir taş üzerine kendi sûretiyle Leyla’nın sûretinin nakşedilmiş olduğunu görerek Leyla’nın sûretini kazıyıp siler, ama kendi sûretine dokunmaz. Bunun nedenini sorarlar. O da açıklar: Sevgilinin fâş olmasının uygun değildir. Sevgili âşığın içinde olmalıdır. Âşık kabuktur, sevgili özdür.

      Bu arada Zeyd, Leyla’dan haber ve mektup getirir. Mecnun umutlanır. Mektuba cevap yazar. Mektubunda İbn Selâm’a ah eder. Mecnun’un ahı tutar ve İbn selam ölür. Leyla, bu ölümü bahane ederek ağlayıp inler. Aslında kocasının ölümünden değil, Mecnun’a olan aşkından dolayı ağlamaktadır. Zeyd, Mecnun’a İbn Selâm’ın ölüm haberini getirir. Mecnun ağlamaya başlar. Bunun sebebini de şöyle açıklar:

       

      “Cânâneye can veren yetüpdür

      Can vermeyen arada itüpdür

      Ol dûstuma değil idi düşmen

      Hem ol ana âşık idi hem men

      Ol cânını verdi vâsıl oldu

      Öz mertebesinde kâmil oldu

      Naksum menim irmedi kemâle

      Ayb eyleme ağlasam bu hâle”

       

      Burada hakiki aşkın izleri görülmektedir.

      Leyla baba evine döner. Sürekli ağlar ve herkes onun kocasının mateminden dolayı ağladığını sanır.

      Leyla’nın kabilesi çadırları toplayıp göç için yola çıkar. Mecnun da mahmilde deveye derdini döker. Kendinden geçerek kervandan uzak düşer. Gece vakti devesini koşturur fakat kervanı bulamaz. Bu şekilde giderken bir karaltı görür. Karaltıya yol sormak amacıyla yaklaşıp kim olduğunu sorar. O da “Ben Mecnun’um” diye cevap verir. Leyla onun Mecnun olduğuna inanmaz. Mecnun ona halini anlatan bir gazel okuyunca Leyla Mecnun’u tanır. Leyla da ona bir gazel okur. Bu kez Tanımama sırası Mecnun’dadır. Leyla şiirler ve gazeller söyleyerek kendini tanıtır. Fakat Mecnun artık ermiştir. Leyla bunu anlayıp onu takdir eder.

      Bu arada Leyla’nın kabilesinden biri, Leyla’yı aramaktadır. Sonunda onu bulur. Leyla kabileden gelen adamla yola çıkar.

      Mecnun artık hakiki aşka ermiştir. Şu matla ile başlayan gazeli söyler:

       

      “Biz cihan ma’mûresin ma’nîde vîran bilmişiz

      Âfiyet gencin bu vîran içre pinhan bilmişiz”

       

      Bu arada Leyla umutsuzluk içindedir. Sevgili ondan geçtiğine göre onun da artık bu dünyadan geçmesinin vakti gelmiştir. Allah’a yakarıp ölmeyi diler. İffeti duasının kabulüne vesile olur. Ölüm döşeğinde annesine Mecnun’a haber vermesini vasiyet eder.

      Zeyd’den Leyla’nın ölüm haberini alan Mecnun, gazeller okuyarak yâre kavuşmak dileğini ifade eder. Leyla’nın kabri başına varan Mecnun mezara kapanır ve burada ruhunu teslim eder ve onu da gasledip Leyla’nın yanı başına defnederler.

      Zeyd mezarı hep mamur tutmaya çabalar. Bir gün rüyasında bir bahçede iki güzel görür. O iki güzele yüz bin kişi hizmet eder. Bu iki güzel Leyla ile Mecnun’dur. Bahçe cennettir. Hizmet edenler de huri ve gılmandır. Zeyd uyanınca rüyasını insanlara anlatır. Böylece Leyla ile Mecnun’un kabri ziyaret yeri olur.

      Hikâye böylece sona ererken Fuzûlî, eserinin sonunda yazılış tarihini dile getirdikten sonra dostlardan dua ve özür diler ve kendi şiir gücünü överek, kıskananları eleştirir.

       

       

    • Konu 13

      Leyl u Mecnun Karşılaştırması (devam)


      Nizâmî’nin Eseriyle Fuzûlî’nin Eserinin Karşılaştırılması

      En başta belirtilmelidir ki Nizâmî bu hikâyeyi Farsça’da ilk defa müstakil bir edebî eser olarak işleyen Nizâmî’dir. Türkçe’de Fuzûlî’nin eseri ilk olmamakla birlikte kendinden önceki eserleri gölgede bırakmıştır.

      Nizâmî’nin eseri yazış nedeni hükümdarın talebidir, Fuzûlî’de ise Türk şairlerinden kimilerinin tavsiyesidir.

      Nizâmî eserinin başında kendi ailesinden ayrıntıyla bahseder, Fuzûlî’deyse böyle bir bölüm yoktur. Nizâmî, doğrudan Arap kaynaklarından yararlanarak eserini oluşturmuştur. Bu kaynaklardan yararlanırken bir çok tasarruflarda bulunmuştur.

      Fuzûlî ise büyük ölçüde Nizâmî’yi esas alarak eserini oluşturmuştur. Nizâmî’nin eserinin yanısıra bazı Farsça ve Türkçe Leyle ve Mecnun hikâyelerinden yararlanmıştır. Farsça’da Hâtıfî’nin eseri, Türkçedeyse Hamdullah Hamdi ve Celilî’nin eserleri onun Nizâmî dışında yararlandığı kaynakların başında gelir.

      Fuzûlî döneminde bu hikâye yaygın olarak yazılı edebiyatta bilindiğinden onun eski Arap kaynaklarından yararlandığını düşünmemizi gerektirecek bir veri bulunmamaktadır. Fuzûlî’nin hikâyeye Nizâmî’den farklı yanlar katan ve bu alanda etkili sayılan şairlerden Emir Husrev-i Dehlevî ve Câmî’nin eserlerinden yararlanmadığı, yararlanmış olsa bile onların bu tasarruflarını eserine taşımadığı söylenebilir.

       

      Nizâmî’de olmadığı halde Fuzûlî’de olan ayrıntılar:

      Babası Mecnun’u ziyaret ettiğinde Mecnun’un kolunun kanaması ve bunun sebebinin Leyla’nın kolundan kan alınması olduğunun anlaşılması hikâyesi, Nizâmî’de olmadığı halde Fuzulî’de vardır. Ancak bu hikâye Hamdullah Hamdi’nin eserinde de vardır.

      Mecnun’un başında kuşların yuva yapması olayı da Nizâmî’de yokken Fuzûlî’de vardır. Fuzûlî, bu olayı muhtemelen Celîlî’den almıştır ya da onun kullandığı başka bir kaynak vardır.

      Ayrıca Fuzûlî, Nizâmî’nin eserinde kullandığı bazı ayrıntıları değiştirmiş, kendinden unsurlar katmıştır.

      Meselâ Nizâmî’de bir adamı zincire bağlayıp dilendiren kocakarıyken Fuzûlî’de yaşlı bir adamdır.

      Nizâmî’de Leyla zifaf gecesi İbn Selam’a tokat atar, Fuzûlî’deyse bir peri hikayesi uydurarak Leyla İbn Selam’ı engeller.

       

      Benzerlikler:

      Nizâmî’de de Fuzûlî’de de hikâye, asıl kaynaklar uygun olarak çölde geçer ve çöl hayatının özellikleri eserde yansıtılır. Bununla birlikte her iki eserde de şehir hayatının izlerine rastlamak mümkündür.

      Hikâyelere bütün olarak baktığımızda kimi ayrıntılar dışında arada büyük farklar yoktur. Başlayış, gelişme ve bitiş hemen hemen aynıdır.

       

      Şekil bakımından karşılaştırma:

      İki hikâyeye şekil bakımından baktığımızda bazı örtüşmeler ve ayrışmalardan söz edebiliriz. En önemli şeklî benzerlik veznin aynı olmasıdır: Hezec-i müsemmen-i ahreb-i makbûz-i mahzûf (Mef’ûlü mefâilün fe’ûlün).

      Ancak Nizâmî, eseri baştan sona mesnevi kalıbını kullanarak yazmış, başka bir şiir kalıbından yararlanmamıştır. Oysa Fuzûlî, eserine üç rubaiyle başlayıp mesnevi kalıbında devam eden ana eser içerisinde zaman zaman kaside, gazel ve murabbalara yer vermiştir. Bu da esere ayrı bir güzellik ve özgünlük katmıştır. Hatta bu gazellerin bazıları eserden bağımsız olarak çok meşhur olmuştur.

      Nizâmî’nin eserinde mensur dibace yokken Fuzûlî, eserine mensur dibaceyle başlar.

      Nizâmî eseri içinde konuya uygun başka küçük hikâyelere yer vermiştir. Bu da eserin sürükleyiciliğini artırmıştır. Fuzûlî’deyse ikincil hikâyeler yoktur.

      İki şair de dili çok başarılı bir şekilde kullanmıştır. İki şair de eserin okunmasını zorlaştıracak, sürükleyiciliği önleyecek zorlamalar, fazladan ifadeler ve alışılmadık kelimeler kullanmaktan kaçınmıştır.

       

      Manâ Bakımından:

      Her iki eserde de öteden beri yaygın olarak bilinen Leyla ve Mecnun hikâyesi yeniden anlatılmaktadır. Elbette, bu hikâyenin yaygınlaşmasında Nizâmî’nin payı büyüktür. Fuzûlî, Nizâmî’nin açtığı yolda ilerlemiştir.

      İki şair de temiz bir aşkı anlatmıştır. İki eserde de öncelikli olan tasavvufî yön değilse de tasavvufî yoruma açık ifade ve anlatımlar bulunmaktadır. Fuzûlî, genel anlamda tasavvufî neş’eye yakın bir şair olduğundan bu eserde de tasavvufî renkler Fuzûlî’nin eserinde daha fazla göze çarpmaktadır. Her iki eserde de mecazi aşktan hakiki aşka geçişin belirtileri vardır.

      Yazının Kaynağı:

      Hicabi Kırlangıç, “Nizâmî ve Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnun Mesnevileri”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl: VIII, Sayı: 27, s. 49-64 (2008-II))

       

       Bu kısa karşılaştırmaya katkı ve ek olarak aşağıda künyesi verilmiş olan Agâh Sırrı Levend'in kitabının ilgili bölümü dikkatle incelenmelidir.

       

      Kaynakça:

      Âgâh Sırrı Levend, Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında Leylâ ve Mecnun Hikâyesi, İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1969

      Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 33, s. 183-185.

      Fuzûlî, Leylâ vü Mecnun, nşr. Hüseyin Ayan, Dergâh Yayınları, İstanbul 1981.

      Abdulbâki Gölpınarlı (nşr.), Fuzûlî Divanı, 3. bs. İnkılâp Kitabevi, İstanbul 2005, s. XVII-CXLI.

      Nizâmî, Leylâ ile Mecnun, trc. Ali Nihat Tarlan, Millî Eğitim Bakanlığı, İstanbul 1989.

       

       


    • Konu 14

      Karşılaştırmalı Edebiyat İçin Konu Başlıklarının Tartışılması

       

      Fars dili ve edebiyatı ile Türk dili ve edebiyatı birbirini besleyen ve etkileyen iki büyük edebiyat olarak karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları için son derece elverişli kaynaklara sahiptir. Bu iki edebiyat arasında karşılaştırmalı çalışmalar çeşitli vesilelerle yapılmaktaysa da oldukça yetersizdir.

      Özellikle Türk dili ve edebiyatı bölümlerinde, daha özeldeyse klasik Türk edebiyatı programlarında bu konuyla ilgili tez çalışmaları zaman zaman yapılmaktadır. Bununla birlikte bu çalışmalarda birtakım yetersizlikler ve eksiklikler göze çarpmaktadır. Bu eksikliklerden biri, bu çalışmaları yapanların önemli bir çoğunluğunun Fars diline yeterince vâkıf olamayışlarıdır. Öte yandan Fars dili ve edebiyatı alanında yoğunlaşan araştırmacılarsa klasik Türk dili ve edebiyatının eserlerine genellikle yeterince vâkıf değiller. Bu nedenle yapılan çalışmalarda iki alan araştırmacılarının işbirliğinin çok yararlı olacağı açıktır.

      Bu dersimizde bu konuyu göz önünde bulundurarak iki edebiyat arasında karşılaştırmalı edebiyat biliminin konusunu oluşturacak çalışma başlıklarını bir öneri olarak tartışmak, bu dönemde yaptığımız çalışmalardan edindiğimiz tecrübeler ışığında daha verimli sonuçlar verecektir.

      Aşağıda tartışmaya açılmak üzere bazı konu başlıkları yer almaktadır:

       

      1-      Şahnamecilik (İki dilde şahname tarzında yazılmış çalışmaların tesbit edilip bunlara ilişkin karşılaştırmalı çalışmalar yapılması)

      2-      Tasavvufî mesneviler (Türkçe ve Farsçada iki mesnevi seçilerek karşılaştırmalı çalışmaya konu edilebilir)

      3-      Divan karşılaştırması (İki dilden birer divanın biçim, içerik vs. bakımından karşılaştırılması)

      4-      Sözlük çalışmaları

      5-      Tezkireler

      6-      Dönem karşılaştırması (dönem üsluplarının ve akımların karşılaştırılması)

      7-      Yenileşme/Batılılaşma dönemi eserlerinin karşılaştırılması

      8-      Roman ve öykü türlerinde karşılaştırmalı çalışmalar

      9-      Çağdaş şiir karşılaştırmaları

       

       

      Aşağıda karşılaştırmalı edebiyat alanında yazılmış Farsça kitaplardan bir seçme yapılmıştır. Bu kitaplar karşılaştırmalı çalışmalar için ufuk açıcı eserlerdir:

      1-  محمد غنیمی هلال، ادبیات تطبیقی؛ تاریخ و تحول، اثرپذیری و اثرگذاری فرهنگ و ادب اسلامی، ترجمه از عربی: مرتضی آیة الله زاده شیرازی، انتشارات امیر کبیر، تهران 1373 هـ.ش.

      2-   جمشید بهنام، ادبیات تطبیقی، انتشارات بینا، تهران 1332 هـ.ش.

      3-  الگا دیویدسن، ادبیات تطبیقی و شعر کلاسیک فارسی (هفت مقاله)، ترجمه: فرهاد عطایی، نشر فروزان روز، تهران 1380 هـ. ش.